İlyada
Homeros
“İlyada”, bizim bildiğimiz şiirdir. Menelaos, yanlış yolda olan karısını geri kazanmak ve intikam almak için Yunan ordusunun generali olarak bin tane gemi ile Truva’ya giden erkek kardeşi Agamemnon’dan yardım alır. “İlyada”nın hikâyesi tam da herkesin sabırsızlanmaya ve sinirlerin gerilmeye başladığı kuşatmanın dokuzuncu yılına girildiğinde başlar. Şiir, biraz kendini beğenmiş olan Agamemnon ile en ölümcül düşmanı Aşil arasında bir metres için yapılan, kontrolden çıkmış bir kavga ile başlar. Onurunu lekelenmiş hisseden Aşil; çadırına gider ve Agamemnon’u, savaşı bırakıp evine dönmekle tehdit eder. Destanın sonraki büyük bir kısmı savaşın gelgitlerini anlatır ve sevilen aile babası Hektor, Truva’nın büyük galibi olarak ortaya çıkar. (Hektor, “halkının koruyucusu” anlamına gelir.) İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…
Homeros
İlyada
Homeros, epik şair ekolüne dâhil olan muğlak bir simge olabilir. Eğer gerçekten yaşamış biriyse, muhtemelen M.Ö. 8. yüzyılın ilk yarısında yaşadı. Antik inanışa göre, modern Türkiye’nin batı kıyılarının orta kısmında bulunan İyonya’nın yerlisidir, ki bu akla yatkın görünüyor, çünkü şiirler İyonya lehçesiyle yazılmış. Şiirlerini eğitimli bir yardımcıya dikte ettirmiş, kendisi yazmış, hatırlamak için satırlar ve bölümler not etmiş veya hiç yazmamış olabilir. Aristo, Homeros’un Odise’yi yaşlandığında yazdığına inanıyordu; dil bilimsel kanıtlar İlyada’nın önce yazıldığını ve kayda değer bir aradan sonra da Odise’nin onu takip ettiğini gösteriyor. Filozof Heraklitos’a göre, Homeros oğlan çocuklarının böcekle ilgili bir bilmecesini çözememesi sebebiyle öfke krizinden ölmüştür, ki bu bilginlerin merakıyla alay eden bir anekdota benzemektedir. Günümüzde Homeros’a dair yapılan spekülasyonlar, kendisinin bir doktor, bir general ve bir kadın olduğuna ilişkin çeşitli iddialardır.
GİRİŞ
Homeros’un iki epik şiiri “İlyada” ve “Odise”nin, dünya edebiyat tarihinin en büyük şaheserleri arasında olmaları yanında, anlattıkları hikâyeler, çoğumuzun hayatında duyduğu ilk hikâyelerdendir. Ben küçük bir çocukken; çelik işçisi olan babam beni dizinin üzerine oturtur ve dünyanın en güzel kadını için yapılan ve sinsi bir kurnazlıkla kazanılan on yıllık savaşın öyküsünü anlatırdı. Bu öykü gözlerimin fal taşı gibi açılmasına sebep olurdu. Tek gözlü Kyklop’lar, Sirenler[1 - Üst tarafı kız, alt tarafı balık olduğuna inanılan deniz kızı. (e.n.)] ve onların karşı konulamayan şarkıları, koca bir girdap ve altı başlı bir canavar, denizcileri domuza çeviren Cadı Kirke, sihirli rüzgârlar ve üzerindeki yırtık pırtık giysileri çıkarıp atarak kendisinden başka kimsenin kullanamadığı bir yayla kanlı bir intikam alan küçümsenmiş bir dilenciyi ve bunun gibi pek çok şeyi anlatmaya devam ederdi. O zamanlar, Truva Savaşı ve Odysseus’un uzun eve dönüş hikâyesindeki olaylar dünyanın en güzel hikâyeleri olarak beni kalbimden vurmuştu. Çok senelerden ve birçok hikâyeden sonra bile hâlâ fikrimi değiştirmedim.
İncil, Shakespeare’in oyunları ve belki Ovid’in “Metamorphoses” (“Dönüşümler”) kitabı dışında çok az çalışma kültürel kan dolaşımımıza böylesine derinlemesine girmiştir. Dante’nin “Inferno”sunda (“Cehennem”) Ulysses -Odysseus’un Latince adı- dünyanın uzak köşeleri ve daha ötesine doğru denize açılan, bilinmeyenin peşinde koşarak yerinde duramayan bir maceraperest olarak ortaya çıkmaktadır. Christopher Marlowe, Helen’in güzelliğini şu iki ünlü dizede dile getirmiştir: “Bu çehre binlerce gemiyi denize açan mı / ve Truva’nın üstsüz kulelerini yakan?” Homeros’un hikâyeleri üzerine sayısız resim ve heykel yapılmış; bale ve opera yazılmıştır. Rider Haggard [“King Solomon’s Mines” (“Kral Süleyman’ın Madenleri”) adlı, erkek çocuklarına yönelik klasik macera romanın yazarı] ve Andrew Lang (peri masallarıyla ünlü) bile, Ulysses’in -Mısır’da Helen’i ararken- Haggard’ın meşhur femme fatale[2 - Fransızcada çekici ve baştan çıkarıcı kadın anlamına gelir. (ç.n.)] karakteri, itaat-edilmesigereken-kadın olarak bilinen, Ayesha’nın reenkarnasyonuna tutsak düştüğü “The World’s Desire” (“Dünya’nın Arzusu”) adlı kitabı beraber yazmışlardır. James Joyce’un “Ulysses”i, Odysseus’u hissettirmeden modernleştirir ve Derek Walcott’ın kitap uzunluğundaki şiiri “Omeros”, Homeros’a Karayipli bir aksan verir.
İnsanlar Truva’yı düşündüklerinde genellikle ilk akıllarına gelen şey Truva Atı olur ancak “İlyada”da bu olay yer almaz, onun yerine Aşil’in öfkesi ve bunun sonuçlarına odaklanılır. Sadece “Odise”de kör ozan Demodokos, Truva hakkında şiirler okurken Odysseus’un zeki oyunundan bahseder. Vergilius, Aeneas’ın maceraları ve Roma’nın kurulması hakkındaki “Aeneas” (MÖ I. yüzyıl) adlı Latince destanında bu konu hakkında daha fazla detaya yer verir. Yine de içi silahlı askerlerle dolu devasa atla ilgili hikâye, eski zamanlardan beri bütünüyle bilinmekteydi çünkü Homeros’un şiirleri Truva hakkındaki destan çemberinin sadece iki kısmını oluşturuyordu. Başlıkları ve çok küçük bir bölümü dışında diğer şiirler kayıptır fakat ne içerdikleri hakkında ana hatlar bilinmektedir. “Cypria”, Paris’in hükmü ile ilgili bir hikâyeyle ilgilidir ki bu isimdeki bir Truva prensi üç tanrıçadan en güzel olanını altından bir elma ile ödüllendirmek durumundadır. O, Afrodit’i seçer; bunun nedeni ise Afrodit’in buna karşılık olarak dünyanın en güzel kadınına sahip olacağına dair ona söz vermesidir. Çok geçmeden Paris, Menelaos’un karısı Helen’le beraber kaçar ve Truva’ya geri döner.
“İlyada”, bizim bildiğimiz şiirdir. Menelaos, yanlış yolda olan karısını geri kazanmak ve intikam almak için Yunan ordusunun generali olarak bin tane gemi ile Truva’ya giden erkek kardeşi Agamemnon’dan yardım alır. “İlyada”nın hikâyesi tam da herkesin sabırsızlanmaya ve sinirlerin gerilmeye başladığı kuşatmanın dokuzuncu yılına girildiğinde başlar. Şiir, biraz kendini beğenmiş olan Agamemnon ile en ölümcül düşmanı Aşil arasında bir metres için yapılan, kontrolden çıkmış bir kavga ile başlar. Onurunu lekelenmiş hisseden Aşil; çadırına gider ve Agamemnon’u, savaşı bırakıp evine dönmekle tehdit eder. Destanın sonraki büyük bir kısmı savaşın gelgitlerini anlatır ve sevilen aile babası Hektor, Truva’nın büyük galibi olarak ortaya çıkar (Hektor, “halkının koruyucusu” anlamına gelir.). Fakat bu Truva prensi, Aşil’in en iyi arkadaşı Patroklos’u öldürdüğü zaman Aşil, kanlı bir intikam için yemin eder. Cesedi yerlerde sürüklenen Hektor da dâhil birçok kişi ölür. Oğlunu kaybeden yaşlı Truva Kralı Priamos, onun cesedini geri almak için yalvarır ve Aşil -insancıl bir merhametle ve kendini aşan dokunaklı bir anında- yaşlı adamın Truva’da gömülmek üzere cesedi almasına izin verir. Şiir, “atları iyi süren” Hektor’un cenazesi ile sona erer. Ne yazık ki savaşın kendisi devam edecektir.
“Aithiopis”, savaştan biraz daha bahseder; uzun ve gözlerden uzak bir hayat yerine kısa fakat ihtişamlı bir hayatı seçen Aşil’in ölümü ve cenazesi ile biter. Bu şiir aynı zamanda Aşil’in, Truvalıların yardımına gelen ve aşka düştüğü -artık çok geç olduğunda- Amazonların kraliçesi Penthesilea ve savaşıyla ilgili bir bölüm de içerir.
“İlias Parva” veya “Küçük İlyada”, Truva Atı hilesine, Truva’ya girmek için bir araç olarak odaklanır ve güçlü Aias ile kurnaz Odysseus’un Aşil’in zırhı için yaptıkları yarışmayı içerir (Odysseus zırhı kazanır, sonra Aias geçici olarak aklını kaybeder ve sonunda utançtan kendini öldürür.).
“İliu Persis” veya “Truva’nın Yağmalanışı”, şehrin ele geçişi ve Hektor’un babası Priamos ve küçük oğlu Astyanaks’ın ölümü, kimsenin inanmadığı bir peygamber olan Kassandra’ya tecavüz de dâhil, onu izleyen toplu katliamı konu alır. Hektor’un karısı Andromakhe, Aşil’in oğlu Neoptolemos’un metresi olur.
“Nostoi”, ihanet eden karısı Klytemnestra ve sevgilisi Aegisthus tarafından bir anda öldürülen Agamemnon da dâhil çeşitli kahramanların eve dönüşünü inceler (Elektra ve Orestes tarafından babalarının katledilmesinin intikamı ile devam eden bu hikâye, Eshilos’un “Orestia” adlı üç oyunlu serisine konu olmuştur. Zeus, Agamemnon’un öldürülmesine “Odise”nin başlangıcında yer verir.).
“Odise”, becerikli ve kurnaz, pek çok badire atlatmış bir adam olan Odysseus’un, nostos[3 - Yunancada “eve dönüş” anlamına gelir. (ç.n.)] veya eve dönüş yolculuğunu konu eder. Ana vatanı İthake’ye yalnız başına dönmeden önce -en az altı yüz adam ve on iki geminin kaybı da dâhil olmak üzere- çok acılara katlanmıştır. Yurduna vardığında yüz sekiz taliplinin, aralarından birini yeni kocası olarak seçeceğini ümit ederek karısı Penelope’nin çevresini sardıklarını fakat bu sırada da evindeki her şeyi yiyip içtiklerini anlar. Odysseus kılık değiştirir; bir dilenci görünümüne bürünüp artık yetişkin bir adam olan oğlu Telemakhos’un yardımı ile bu haneye tecavüzcüleri katleder, evini pisliklerden temizler ve sessizlik ve istirahatten ibaret bir hayatı iple çeker.
“Telegonia”, dansa benzer şaşırtıcı bir gidişat ile çemberi kapatır. Odysseus’un Büyücü Kirke’den olan oğlu Telegonus, kazara babasını öldürür ve Penelope ile evlenir. Bu arada Odysseus’un Penelope’den olan oğlu Telemakhos zamanı gelince Kirke ile evlenir. Hepsi büyücünün sihirli adasında mutlu bir şekilde yaşarlar.
Bütün bu şiirler görünüşe göre antik çağlarda bilinmelerine rağmen “İlyada” ve “Odise” sanatsal yönü ve şöhreti ile diğerlerinden öne çıktı. Gerçekten de bu ikili birlikte, Yunan kültüründe İncil, Tevrat veya Kur’an’a benzer şekilde bir nevi kutsal kitap gibi yer edindiler. Yazarı, basitçe “şair” olarak adlandırılabilir fakat aslında Homeros, davranış kurallarını, ilham verici bir olayın özetini, “Yunanistan’ı kuran atalar”ın tarihini, hikâye anlatımı ve hitabet için bir rehberi, Atina draması ve şiiri konusunda bir kaynağı ve biraz da devlet adamları ve sıradan halk için ortak bir bilgelik kaynağını bizlere sunmuştur. Antik Yunan şarkıcıları -aoidoi[4 - Yunancada, “Klasik Yunan şarkıcıları” anlamına gelir. (ç.n.)]– şiirleri bütünüyle ezberlerinde tutup festivallerde devamlı olarak okumuşlardır. Platon’un “Devlet”i aslında Homeros’un kahramanlarının ölüm sonrası görüntüleri ile biter (Çoğu kartal veya aslan olarak dünyaya yeniden gelmek isterken Odysseus tamamıyla sıradan bir adam olarak geri gelmeyi ister.). Aristo, “Poetika”da Homeros’un şiirlerinden, hikâye yapılarının tamamlayıcı modeli olarak bahseder: “ ‘İlyada’ aynı anda basit ve ‘hazin’; ‘Odise’ ise karmaşık ve aynı zamanda ‘ahlaki’.” Söylendiğine göre Büyük İskender, “İlyada”yı seferleri sırasında beraberinde taşırdı.
MÖ II. yüzyıla gelindiğinde Lukianos’un hicivsel “True History”si (“Gerçek Öykü”) Homeros’la dalga geçiyordu: Lukianos, Kutsanmış Adalar’ı ziyaret eder ve ölümsüzlük teklifini geri çevirdiği için pişmanlığını dile getirip onu en kısa zamanda göreceğini söyleyerek gizlice Kalypso’ya aşk mektubu götürmesini isteyen Odysseus ile karşılaşır. Aynı sıralarda ünlü İskenderiye Kütüphanesi, iki şiir için düzeltmeler yapıyor ve kısaltmalar (scholia[5 - Yunancada dil bilgisel veya açıklayıcı yorumlar anlamına gelir. (ç.n.)]) hazırlıyordu. Şimdi bile, eski çağlardan kalma herhangi bir eserden daha fazla sayıda “İlyada” ve “Odise”nin eski yazmalarına sahibiz.
Ancak ne yazık ki Bizans İmparatorluğu dışında Homeros’un şiirlerine dair bilgiler bin yıl boyunca kayıp olacaktı. MÖ IV. yüzyılın sonunda Batı Avrupa’da, Yunanlara dair bilgiler kaybolmaya başladı. Orta Çağ’da yazarlar ve düşünürler ya Homeros’u sadece özetlerden biliyorlardı ya da antik çağların sonundaki iki Latince çalışmadan, “İlyada” ile ilgili çarpık düşünceler edindiler (MÖ IV. yüzyıldan VI. yüzyıla kadar): Yunan tarafının bakış açısından anlatılan Giritli Dicty’nin sözde “Diary of The Trojan War”u (“Truva Savaşı’nın Günlüğü”) ile Truva tarafının bakış açısı ile anlatılan Frigyalı Dares’in “History of Destruction of Troy”u (“Truva’nın Yıkımının Tarihi”). Bunlar, “Truva konusu” denen birçok Orta Çağ hikâyesine esin kaynağı oldular.
1354’te İtalyan Şair Petrarca, “İlyada” ve “Odise”nin bir Bizans el yazmasını satın aldığı zaman Homeros’un geri dönüşü nihayet başladı. Petrarca, Yunanca okuyamadığı için metin Latinceye çevrildi (Arkadaşı Boccaccio bu dili öğrenmişti.). 1488’de Yunancadaki ilk baskıları ortaya çıktı ve giderek daha fazla bilgin yeniden keşfedilen bu dili samimi olarak öğrenmeye başladı. 1598’de George Chapman, “İlyada”nın ilk on kitabının İngilizce baskısını çıkardı, geri kalanını ve “Odise”yi de sonradan tercüme etti.
Rönesans sırasında Yunan çalışmalarının yeniden doğuşu ile beraber, İngilizce konuşulan ülkelerde Eski Yunan Uygarlığı ve özellikle Homeros’a gittikçe artan bir hayranlık duyulmuştur. Büyük VII. yüzyıl destanı “Paradise Lost” (“Kayıp Cennet”), kasıtlı bir şekilde “İlyada”daki şiir tanrıçalarının dualarını tekrarlayarak başlar ve güçlü Latin aksanına rağmen neredeyse Pagan modeline eşit bir güce ve ihtişama sahiptir. Kör Milton, doğal olarak, bilindiği kadarıyla kör olan Homeros ile özdeşleştirildi.
XVIII. yüzyılda Alexander Pope, “İlyada”yı kahramanlık beyitlerine çevirerek liste başı kitaba eş değer bir eser ortaya çıkardı. Birçok ünlü modern klasik akımcı -örneğin, Jasper Griffin ve Bernard Knox- Pope’un “İlyada”sını dillerindeki en iyi Homeros çevirisi olarak değerlendirdiler (Pope’un “Odise”sinin büyük bir çoğunluğu iki yardımcısı tarafından yazıldığı için istikrarsızdır.). Pope’un çağdaşı, Klasik Bilgin Richard Bentley, söylentilere göre, “Hoş bir şiir Bay Pope, ancak buna Homeros dememelisiniz.” demiştir. Ancak Pope’un mısraları gerçek bir güç barındırmaktadır: “Şimdi Ulysses savaş alanında tek başına durmakta / Yunanların hepsi kaçtı, Truvalılar üstlerine saldırırken / fakat o sakin ve bir bütün olarak ayakta durmakta…”
XVIII. yüzyılın sonralarında bilim, Homeros hakkındaki tarihî görüşümüzü kökten değiştirmeye başladı. F. A. Wolf, “Prologemenon ad Homerum”da (“Homeros Üstüne Önsöz” -1795) şiirlerin, Yunanların yazı ile tanışmadığı zamanlarda sözlü olarak derlendiğini, sonra papirüs üzerine yazılıncaya kadar dört yüzyıl boyunca ezberden okunarak aktarıldığını savunmuştur. Eserlerin sanatsal bütünlüğü büyük çoğunlukla düzenleyenlerin çalışmalarına bağlıdır.
Kraliçe Victoria tahta geçtiği zamanlarda Homeros, İngiliz eğitim sisteminde temel kitap hâline gelmişti; imparatorluğun kahramanca idealleri için bir kaynak kitap ve yüce dimağların tercih ettiği bir eğlence aracı olarak… XIX. yüzyıl İngiltere’sinin en saygın başbakanı olan William Gladstone’un kendisi de Homeros’la ilgili yedi kitap basmıştı ve Homeros alanındaki bilimlerde önde gelen bir kişiydi ancak bu ilginç adam, zaman zaman Eski Çağ’dan kalma âdetlerin temelde Hristiyanlıktan kaynaklandığını düşünmeye başladı. Çağdaşı şair ve deneme yazarı Matthew Arnold, hâlâ edebiyat eleştirmenliğinin en dahice çalışmalarından biri olarak sayılan “On Translating Homer”ı (“Homeros’un Çevirisi”) ortaya koydu. Arnold bu denemede şiirlerin güncel çevirilerini eleştirdikten sonra (John Henry, diğer adıyla Kardinal Newman’ın kardeşi Francis Newman’a ait), bir yazar olarak Homeros’un önemsediği başlıca dört özelliğini sıralamıştır: Homeros’un temel etkisinin, “en akıcı; tarzında en yalın ve direkt; fikirlerinde en yalın ve direkt; son derece asil bir şair olması” olduğunu belirtir.
Gelenek karşıtı Samuel Butler, belki sonuncusu hariç bu ilkelerde hemfikirdi. Bu nüktedan (“İnsan, etrafta koşuşturmak için çok fazla titreşen bir jöledir.”) roman yazarı [“The Way of All Flesh” (“Tüm İnsanlar Gibi”)], vizyoner (“Erewhon” -ütopya) ve amatör Yunan bilgini, Homeros’a karşı bir takıntı geliştirdi. “Odise”nin bir kadın tarafından yazıldığına inandı hatta şimdilerdeki Sicilya’daki Trapani gibi soylu bir doğum yerine sahip olan genç, dikbaşlı ve evlenmemiş bir kız tarafından yazılmıştı. Butler’ın “The Authoress of the Odyssey”sine (“Odise’nin Yazarı”) göre kendini şiirde güzel Prenses Nausicaa olarak tasvir etmiştir. Dışarıdan bakınca tüm bunlar kulağa deli saçması olarak gelir fakat Alexander Pope’un çok eğlenceli bir girişi olan “İlyada” çevirisinde bahsettiği gibi, Homeros’un, şiirlerini, Mısır’dayken -pek olası olmasa da- Phantasia adında bir kadından çaldığına dair bir efsane vardır. Butler bu fikri ciddiye alıp -ancak sadece “Odise” için- geliştirdi ve en azından Robert Graves’e en sıra dışı tarihî romanlardan biri olan “Homer’s Daughter”ı (“Homeros’un Kızı”) yaratması için ilham verdi.
Gerçek ne olursa olsun Butler’ın teorisi ton, yapı ve tabiat bakımından “İlyada” ve “Odise” arasındaki önemli farkların altını çizer. “İlyada” ihtişamlı, kasvetli ve yürek parçalayıcıyken “Odise” dümenci bir Yunan’ın maceralarını anlatan bir peri masalı gibidir. Aslında, şimdi pek çok bilim adamı, “Odise”nin Yakın Doğu destanı “Gılgamış” ve “Binbir Gece Masalları”ndaki gibi derlenmiş halk masallarından ilham aldığına inanıyor. Odysseus’un bazı kıl payı kurtuluşlarını neredeyse kesin olarak Jason ve Argonaut’lar hakkındaki daha eski bir destandan almıştır. Hakikaten, “İlyada” trajikken “Odise” bir macera romanı gibidir, neredeyse bir haydut romanı gibi.
Gerçekten de Butler’ın çevirileri; dolambaçsız, çabuk ilerleyen nesir sayesinde bu destanları, Viktorya Dönemi’ne ait masallar hâline getirmiştir. Şimdi bile bu tip bir yaklaşım onun versiyonunu -bu kitapla yeniden basılmıştır- Homeros’la tanışmak için ideal hâle getirir: anlaşılır, doğrudan ve cezbedici bir şekilde okunaklı.
“İlyada” ve “Odise”nin tarihi, tarihsel gerçekliği, kaynağı ve terkip yöntemi hakkında kayda değer spekülasyonlar ve şiddetli ihtilaflar uzun zamandan beri vardır. Günümüzdeki genel anlayış; Homeros’un şiirlerinin, MÖ VII veya VIII. yüzyılda yazılmasına karşın “sözlü kurallar” kullanılarak oluşturulduğu ve merkezi Knossos ve Pylos’ta olan MÖ 1200’lerin Bronz Çağı Miken kültürüne benzer bir dünyayı tasvir ettiğidir. Türkiye’de, Hisarlık’taki kazılar -ilk defa Heinrich von Schliemann tarafından 1860’larda başlatılmıştır- Truva olduğu belirlenen büyük bir şehrin kalıntılarını ortaya çıkarmaya devam etmektedir. Bilim adamları “Odysseus”un yolculuğunun izini sürmeye ve uğradığı adaları saptamaya oldukça ciddi bir şekilde teşebbüs etmişlerdir.
“İlyada” tek ve dar bir coğrafi alanda geçmesine ve savaşın sadece elli beş gününü içermesine rağmen Homeros onda, geniş bir zaman ve alan izlenimi uyandırmayı başarmıştır. Bunu savaşçıların arka plandaki hikâyeleri, söylence ve efsanelerin yeniden anlatılması, tanrıların söyledikleri ve akıllıca benzetmeleri ile yapar. Tekrar tekrar, bir savaş sahnesini mütevazı ve tanıdık bir şeye benzeterek ışıltı katar:
“Bahar zamanı kovalar sütle dolup taştığında çobanın evinin etrafında sayısız sinek sürülerinin uğuldaması gibi Akhalar da ovaya akın ettiler, Truvalılara saldırıp yok etmek için.”
“Sağlam ve iyi beslenmiş bir atın, ipini koparıp ihtişamla ovadan yıkanmaya alıştığı güzelce akan nehre doğru dörtnala koşması gibi -başını yukarıda tutar, kendi gücüyle övünerek yolunun üzerindeki yerlere ve kısrakların beslendiği düzlüklere rüzgâr gibi uçarken yeleleri omuzlarından dalgalanır- Paris de zırhı içinde güneş ışığı gibi parlayarak, yüce Pergamos’tan ayrıldı ve yolda dörtnala hızlanarak giderken kocaman bir kahkaha patlattı.”
Homeros’un herhangi bir sayfasını açın; hiçbir zaman belirsiz veya somut olmayan bir şey karşınıza çıkmayacaktır. Her detay, düzenli bir biçimde keskin bir odak noktasından verilmiştir.
Ana karakterlerin hepsinin kendine özgü kişilikleri de böyledir; hırçın Tanrıça Afrodit’ten ona eş değer hırçınlıktaki Aşil’e değin, savaş alanının bir James Dean’i veya Jim Morrison’udurlar. Eleştirmen Mark Van Doren’in gözlemlediği gibi, “Aşil erken yaşta ölecektir ancak sonsuza dek yaşayacak biri gibi görünür ve hareket eder.” Ölüm makinesi surat astığı bir sırada, çalıntı bir lirle oynayarak ve “kahramanların yiğitlikleri şarkısını söyleyerek” kendini eğlendirir (Truva’nın kahramanları için bile, gerçek kahramanlık çağları çoktan geçmişte kalmıştı.). Savaşa sadece arkadaşı Patroklos’un ölümünün intikamını alma arzusu ile döndü. Pek çok okuyucuya göre, şiirdeki en takdire şayan karakter metanetle kaderine teslim olan Hektor’dur; karısı ve çocuğu ile çok mutlu olan -küçük Astyanaks, babasının miğferindeki tüyden korkmuştur- ancak şehri için savaşmak adına görevine bağlı bir kahraman. Her adamın kendi aristeia’sı [6 - Yunancada kahramanın savaşta en iyi olduğu an. (ç.n.)] olacaktır -kendi zafer anı, buğday tarlasındaki harman dövücü gibi savaş alanını silip süpürdüğü an. Her ikisi de kaderin onlara karşı olduğunu bilerek savaştılar: Hektor, Truva’nın en sonunda düşeceğinin farkında olarak, Aşil genç yaşta ölüme mahkûm olduğunu bilerek… Ancak her ikisinde de kendine acıma duygusu yoktu. Aşil’in, kendi hayatı için pazarlık eden, Priamos’un oğlu Lykaon’a söylediği gibi:
“Bana kurtulmalıktan bahsetme! Patroklos ölünceye dek, Truvalıların canını bağışlardım ve canlı tutsak ettiğim pek çoğunu uzak denizlerde sattım; ama artık İlyon’un önünde Tanrı’nın ellerime verdiği hiçbir adam yaşamayacak, hele de tüm Truvalılar içinde Priamos’un oğulları için daha da zor olacak bu. Bundan dolayı dostum, sen de öleceksin. Neden sızlanırsın böyle? Patroklos öldü, ki o senden daha üstün bir adamdı. Benim de ne kadar büyük ve üstün olduğumu görmez misin? Soylu bir babanın oğluyum ve anam da tanrıçadır, ama kader ve ölümün gölgesi düştü üzerime kuşkusuz. Bir gün gelecek, şafak vakti, karanlıkta veya öğle vakti, birisi savaşta canımı alacak, ya mızrağı ya da yayından fırlayan bir okla.”
Lykaon yalvarmaktan vazgeçtiği zaman öldürülür. Oliver Taplin’in yazdığı gibi, “ ‘İlyada’ insanların ne yaptığı ile ilgili değildir, nasıl yaptığı ile ilgilidir, yolun sonuna kadar acı ve ölümle karşı karşıyadırlar.”
Tam tersine “Odise”, çok daha az şiddet içerir. İlk kelimesi “andra”[7 - Yunancada “adam” anlamına gelir. (ç.n.)], “adam” anlamına gelmektedir ve şiir gerçekten de kahramanın talihi ve iniş çıkışlarına odaklanır (Tabiri caizse vatan hasreti ile beslenmiştir.). Becerikli, ihtiyatlı ve her alanda yetenekli Odysseus, Aşil veya Agamemnon’dan çok daha modern görünmektedir. Zaferinin onaylanmasını ister -Yoksa kör Polyphemos’a gerçek adını sonunda neden ifşa etsin ki?– fakat gerçek yeteneği hayatta kalma becerisidir. Bunu başarmak, temkinlilik ve açıkgözlülük dâhil bütün yeteneğini kullanmayı gerektirmektedir. Şiir boyunca Odysseus, kim olduğuna dair birbiri ardına uydurma açıklamalar yapar; bazen Fenikeli, diğer zamanlarda İdomeneus’un kardeşi ve Kykloplu Polyphemos ile beraberken önce Hiç Kimse. En önemlisi, o, birçok rolün adamıdır -Athena ile flört etmiş ve Peygamber Teiresias’a danışmak için ölülerin yurduna cesaretle girmiştir. Aşil, Agamemnon, Aias ve Hektor gibi görece daha yüce adamların ölmesine rağmen Odysseus onlardan sonra da yaşar. Bu onun zaferidir.
“İlyada”, Truva duvarları önünde veya Skamandros Nehri kıyısı boyunca savaşırken, bir yandan geçici kamplarda yaşayan “savaşan erkekler” üzerine odaklanmışken “Odise” coğrafi hareketliliğine rağmen şaşırtıcı derecede evcildir. Bize çoğunlukla barış içinde yaşayan bir dünyayı gösterir ve önemli bir teması da misafirperverliktir; Aşil’in öfkesinin tam tersine. Eski zamanlarda, ev sahipleri, yorgun yabancılara ve gezginlere misafirperverliklerini -xeinia-[8 - Yunancada, evinden uzakta olanlara karşı gösterilen Yunanlara özgü misafirperverlik anlamına gelir. (ç.n.)] gösterirlerdi veya göstermek durumundaydılar. Penelope’nin taliplileri bu imtiyazı kötüye kullanırlar; Kyklop bu geleneği tersine çevirir (Misafirlerini beslemek yerine, onları yer.); Kirke ve Kalypso da kendi zevkleri için işlerine geldiği gibi değiştirirler. Odysseus bir adaya vardığında nasıl bir karşılama göreceğini merak etmiştir. Açlık, midesi ve yiyecek ihtiyacı hakkında bu kadar çok konuşan başka bir klasik kahraman daha var mıdır?
Bir çeşit hayal ülkesinde yaşayan Phaiakian’lar, yarı boğulmuş bu yabancıyı şerefle ağırladılar -ve Odysseus’un gerçek hikâyesini nihayetinde anlattığı kişiler onlardır. Sinbad türü maceraları beğenenler, bu yirmi dört kitaplık destanın sadece dokuz ile on iki arasındaki kitaplarına zaman harcarlar. Şiirin ikinci yarısının büyük bir çoğunluğu İthake’de geçer ve daha büyük ancak sakin heyecanlar sunar: Odysseus’un yirmi yıl beklemiş yaşlı köpeği Argos’un efendisini tanıdığı an; Bakıcı Eurykleia’nın sırrını ifşa eden yara izine dokunması ile karşısındaki yabancının kimliğini anladığı an; küçümsenen dilencinin oku atmadan önce çürükleri izleyip büyük yayı birden taktığı ve lir gibi çektiği dramatik an: “Köpekler, Truva’dan gelmemem gerektiğini mi düşünmüştünüz? Benim mallarımı israf ettiniz, kadın hizmetçilerimi sizinle yatmaya zorladınız, ben hâlâ yaşarken karımı elde etmeye çalıştınız. Ne Tanrı’dan ne de insandan korktunuz ve şimdi öleceksiniz.”
Öldüler de. Her biri…
Sonuç olarak bir kimse “İlyada” ve “Odise”den ne alır? Konusunda son derece söz sahibi olan XVIII. yüzyıl klasik eser uzmanı Johann Joachim Winckelmann “eine edle Einfalt und eine stille Grosse”[9 - “Asil bir sadelik ve sakin bir yücelik”] demiştir. Eleştirmen Guy Davenport çok yerinde bir şekilde, Homeros’un bütün çeşitliliği ile tarafsız olarak dünyayı kabul eden “mükemmel derecede cömert aklına” dikkat çeker. Diğerleri savaşın bulaşıcı doğası hakkındaki bilgeliğini veya Odysseus’un ilk modern adam olarak tasvirini vurgulayabilir ancak bence Ezra Pound, Homeros’un daima taze kaldığını vurguladığı zaman onu, doğru anlamış olan kişiydi. İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…
ÖN SÖZ
Önde gelen devlet okullarımızdan birinin müdürü bana, Latinceden İngilizceye tercümede dikkate alınması en gerekli kriterlerin ne olduğunu düşündüğüne dair bir soru sorulmasından bu yana uzun zaman geçmediğini söyledi. Cevabı, Latincenin ilk başta deyimsel olması, ikinci olarak akıcı olması ve son olarak tercüme edildiği İngilizceye mümkün olduğunca yakın tutulması gerektiği olmuştu.
“O zaman Latince ya da İngilizceden birinin mecburen yerini bırakması gerekirse Latince yerine İngilizcenin yerini bırakması gerektiğini savunuyorsunuz?” dedim.
Bu görüşte olduğunu söyledi ve elbette sözü geçen bu çok sağlam ilkelerin tüm tercümeler için geçerli olacağını da. Tercümenin yapıldığı dilin dehası ilk göz önüne alınması gerekli şeydir; eğer orijinali okunaklı ise tercümesi de öyle olacaktır, aksi takdirde çeviri olarak ne kadar iyi olursa olsun tercüme denemez ona.
Şöyle devam eder; bir tercümenin, tercümanın yaşadığı zamandaki mevcut konuşma biçimlerinden neredeyse hiç ayrılmaması gerekir, mademki hiçbir şey uzun süreliğine okunur değil, öyleyse yazıldığı zamandan çok başka zamanlardaki söyleyiş şekillerini etkiler. Elizabeth Dönemi'ne ait tercümelerin çekiciliğini hepimiz biliriz ancak bunlardan birine teşebbüs ederek başa çıkması gereken kişi, iyi Viktoryanizm de olmayan bütün Elizabeth’çilikten de kaçınması gereklidir.
Elizabeth Dönemi'nin çekiciliği, Elizabeth’çi olmalarında değildir; bunlar Zaman’ın, Elizabeth Dönemi'ne yaptığı gibi, kuşkusuz Viktoryan edebiyatımızda da büyüteceği yosunlar ve likenlerdir -bunun üzerine, en azından, derme çatma bir inşaat çıkılmamıştır. Shakespeare bize, eskimiş şeylerin üzerine zamanın mührünü vurmasının Zaman’ın şerefi olduğunu söyler. Şüphesiz ki; ancak kendisininkini de mühürleyecek elleri olmayacak; sahte bir harabe olarak çürüyecek lakin göklere çıkaramayacak; eğer ki herhangi bir çalışmayı kutsamaya kalksa eline almaya lütfettiği samimi olarak seküler olmalıdır -bununla gerçekten demek istediğim çağının ve ülkesinin tutumundan sonra Elizabethçiler, bunu bildiklerini bilmeleri için, büyük bir olasılıkla çok iyi biliyorlardı- ancak bilip bilmeseler de bir kopyayı Chaucerizm ile süsleyip tercüme ettiklerini düşünmediler. Kendi jenerasyonları dışındakiler için ölü bir yazarı yaşatma işini, korkusuzca ve gösterişle bozmadan yapmayı amaçladılar. Bunu yapmak için kendi kanlarını onun soğuk damarlarına akıttılar ve kendi canlılıkları ile ona hayat verdiler.
O zaman hayatı kendinin değil, onların mı olur? Kuşkusuz ki ancak onu yeteri kadar sevdilerse onun hayatı da onlara geçer ve onlara hâkim olur. Onlar, ona kendi hayatlarını verecekler ve o da bunu kendi paralarıyla ödetecektir. Ancak eğer ki tahıl öğüten öküzün ağzı bağlanmamışsa[10 - İncil’de geçer ve “Çalışan kişi emeğinin karşılığını hak eder.” anlamına gelir. Timothy 5:18: “Do not muzzle the ox while it is treading out the grain.” (ç.n.).] ve ölü yazar ile tercümanın arasında belli bir karşılıklı özveri olması gerekiyorsa tercüme ettiği çalışma kendininkinden oldukça farklı bir çağa ve coğrafyaya ait olduğu durumda, tercümana daha fazla özgürlük tanınması uygun olur. Şiirin selameti, bir jestinki gibidir -duyulan şey duyanın kulağına bağlıdır. Bir şeyi söylemek için iki insan gereklidir, bir söylenen ve bir söyleyen- ve benzer bir mantıkla şiirin orijinal hedef kitlesi ve ortamı, şiirin kendisine entegre olmuştur. Şiir ve dinleyicileri, benlik ve benlik dışına benzer şekilde birbirlerine karışırlar. Birbirleri arasındaki uyumun muhafaza edilmesi isteniyorsa her birinde değişim ya da biraz eş değişim -edebîden ziyade manevi olarak-gerekli olacaktır.
İyi ki hem “İlyada” hem “Odise”de, yeteri kadar açık görünmektedir ki üç bin yıl kadar bir aradan sonra bile beklenenin aksine dinleyiciler bizden çok farklı değildir ancak birbirlerinden farklıdırlar. Özellikle “İlyada”da, farklılıklar, -tercüman açısından bu farklılık olmasaydı- tolere edilebileceğinden çok daha fazla özgürlük gerektirir. Özgürlüğün başka bir çeşidi, şiir olarak yazılmış bir çalışmanın düzyazıya çevrildiği zamanki girişimde ortaya çıkar. Düzyazı şiirden farklıdır, şarkı söylemenin konuşmaktan ya da dans etmenin yürümekten farklı oluşu gibi… Birinde doğru olan çoğunlukla diğerinde yanlıştır. Örneğin düzyazı, lakap ve unvanların tekrarlanmasına izin vermez; “İlyada”da ise bazen sadece vezin ve bazen de fazlalıklar yüzünden bunlar bolca bulunur ancak hiçbir şekilde şiirin biçimini bozmaz. Aslında bu tekrarları bekleriz ve bunlardan zevk alırız. Juno’nun ak kollu, Minerva’nın gri gözlü ve Agamemnon’un erlerin kralı olduğunu duymaktan bıkmayız ancak Homeros, bu destanı düzyazı olarak yazsaydı bunları bize bu kadar sıklıkla söylemezdi. Bu yüzden, yaygın türdeki lakap ve unvanların sıkça tekrarına izin versem de çok da az olmayan bir sıklıkta onları hasıraltı ettiğimi söylemeliyim.
Ancak, okuyucu, “İlyada”nın metninden yaptığımdan daha fazla uzaklaştığımı düşünmesin diye, şimdiye kadar yapılmış en iyi düzyazı çevirinin yaklaşık ilk elli satırını size sunacağım -Messrs’ten (Burada sanırım Baylar demek istiyor.) söz ediyorum. Çalışmalarım sırasında oldukça minnettarlık duymuş olduğum Leaf, Lang ve Myers sıklıkla beni hata yapmaktan kurtardılar ve parçanın çevirisinde onlardan farklılık göstermek için çok nadir olarak bir sebep buldum. Sanıyorum ki onları referans almadan tek bir paragrafı bile tercüme etmedim; ancak buna rağmen, onların giriş paragrafı ile benimki arasında sunduğum bir karşılaştırma, Homeros’un nasıl tercüme edilmesi gerektiğiyle ilgili olarak onlardan ne tarzda bir farklılık gösterdiğimi gözler önüne serecektir.
Tercümeleri (buradaki Dr. Leaf’inki) şöyle başlar:
Söyle Tanrıça, Peleus’un oğlu Aşil’in öfkesini; sayısız acıyı Akhalara getiren tahrip edici öfkeyi… Nice ulu gönüllü kahramanı Hades’e attı ve gövdelerini köpeklere ve tüm kanatlı canlılara yem olarak verdi ve böylece Zeus’un niyeti başarıyla yerine geliyordu, erlerin kralı Atreides ile soylu Aşil’in araları bozulduğu ilk günden beri.
Tanrılar arasında kim bu ikiliği, kavga ve ayrılığı ayarlayan? Leto ve Zeus’un oğludur o; zira krala kızıp orduyu cezalandırmak için fena bir bela saldı, halk helak olmaya başladı; Atreides, Rahip Khryses’e saygısızlık etti diye zira kızının özgürlüğünü kurtarmak için Akhaların gemilerine gelmişti ve büyükçe bir kurtulmalık getirmişti. Keskin nişancı Apollon’un şeritlerinin sarılı olduğu altın bir asa tutarak tüm Akhalara yalvarmıştı, daha çok da ordulara emreden Atreus’un iki oğluna:
“Siz Atreus’un oğulları ve siz güzel dizlikli Akhalar, şimdi dilerim ki Olympos’taki saraylarında oturan tanrılar size Priamos şehrini yerle bir etmeyi nasip etsin ve evinize güle oynaya dönmeyi; siz sadece sevgili çocuğumu serbest bırakın ve Zeus’un oğlu keskin nişancı Apollon’un hürmetine bu kurtulmalığı kabul edin.”
Sonra bütün Akhalar onaylayarak bağrıştılar, rahibe hürmet ve dolgun kurtulmalığın kabulü için; fakat bu Atreus’un oğlu Agamemnon’un gönlünü hoşnut etmedi, onu kabaca geri yolladı ve ona karşı ağır konuştu: “Seni bir daha görmeyeyim yaşlı adam, bu koca gemilerin yanında, ne şimdi oyalandığını ne de bundan sonra döndüğünü, ne asanın ne de Tanrı’nın şeritlerinin sana hiçbir faydası olmaz. Hayır, kızını da serbest bırakmayacağım, önce benim evimde kocayacak, Argos’ta, kendi vatanından uzakta, tezgâhta dokuyacak ve yatağıma hizmet edecek. Haydi git, beni kışkırtma, huzur içinde geri dönsen daha iyi!”
Böyle söyledi; yaşlı adam korktu, söylediklerine uydu ve gürültüyle uğuldayan deniz kıyısı boyunca sessizce yürüdü. Sonra bu yaşlı adam uzaklara gitti ve güzel saçlı Leto’nun doğurduğu Kral Apollon’a haykırarak yalvardı, “Duy beni, gümüş yayın Tanrı’sı, Khryses ve kutsal Killa’yı koruyan, Tenedos’u kudretiyle yöneten, ya Smintheus! Eğer senin gözlerinde zarif bir tapınak yaptıysam ya da boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam sen benim bu arzumu yerine getir, Danao’ların, gözyaşlarımın hesabını oklarınla ödemelerini sağla.”
Böyle yakardı dualarında ve Phoibos Apollon onu duydu, içi öfke ile dolu, Olympos’un tepelerinden indi, omuzlarında yayı ve kapalı ok kılıfını taşıyarak. Öfkesinden oklar omuzlarında tıngırdıyordu kıpırdadıkça, sonra gece gibi çöktü. Ardından onu gemilerden uzakta oturtarak bir ok fırlattı ve gümüş yaydan çıkan korkunç bir ses duyuldu. Önce katırlara ve köpek sürülerine saldırdı, fakat sonra, sert okunu insanlara doğrultarak onları vurdu ve kat kat ölü yığınları peşi sıra kavruldu.
Yukarıda geçen parçayı çok az bir pişmanlıkla sundum, bende hep var olan sağduyuma göre birkaç okur -üstelik bunlar en az kültürlü olanlar da değildir- dahi Dr. Leaf’in tercümesini benimkine tercih etmeyecektir. Çalışmamın tamamında, bunlara benzer girişimler yaptım ki okuyucu eğer Dr. Leaf’in tercümesini benimkiyle karşılaştıracak olursa hemen fark edecektir ancak hiçbir yerde daha fazlasını yaptığımı düşünmüyorum. Khryses duasının çevirisinde aramızdaki fark; -Dr. Leaf’in “Eğer bir tapınak yaptıysam…” vb. diye çevirdiği kısmı, benim “Eğer tapınağını çelenklerle süslediysem…” vb. diye çevirmemdir- söz konusu mesele değil, Liddell ve Scott’un tercümelerini tercih etmem sebebiyledir. Çok çabuk itiraf etmeliyim ki Dr. Leaf çoğunlukla Homeros’un sözlerini sıkı sıkıya korudu, fakat metne sadık kalmasından ziyade -en nihayetinde ne o ne de bir başkası bağlı kalamaz- büyük teşebbüslerden vazgeçerek (kasıtlı olduğu kuşkusuz) ve aynı zamanda dilin kolay, müzikal akıcılığı ile orijinalinin ruhunun büyük çoğunluğunu kaybettiğine inanıyorum.
Son sözlerim, Dr. Leaf’in nail olmadığı şerefi talep ettiğim izlenimini uyandırabilir. Böyle bir iddiada bulunamam. Tek iddiam, “İlyada”nın daha az şiddet içeren bölümlerini İngilizce okuyan okurlar için daha ilgi çekici hâle getirmekte elimden gelenin en iyisini yaptığımdır. Çok daha fazla şiddet içeren kısımlar ilginç hâle getirilemez, doğrusu kültür seviyesi yüksek olan okuyucu dikkate alınırsa böyle bir şeyin yapılıp yapılamayacağı ya da yapılmaya teşebbüs edilip edilmediği hakkında şüphelerim var. Yazılmaları gerekir -ki zaten yazılmışlar- ancak açıkçası Homeros sık sık bunları sabırsızlıkla yazmıştır ve gerçek savaş ona hem tatsız hem de çok yabancı gelmiştir. Bereket versin ki “İlyada”da insanların genellikle düşündüğünden çok daha az savaş ve dövüş vardır.
Bir cümle daha söyleyip bitiriyorum. Tercümemi en az not[11 - Butler’ın çok seyrek bulunan ve çok da yardımcı olmayan notları dâhil edilmemiştir.] içerecek şekilde yaptım ki “Odise”nin tercümesinin tamamı basıldığında “İlyada” hakkındaki genel düşüncelerimi yapılacak başka bir çalışma ile aktarabileyim. Nihayet, son kitabım, “The Authoress of the Odyssey”den (“Odise’nin Yazarı”) aldığım tepkiler, genel okuyucunun Tanrılar ve kahramanların son yıllarda popülerleştirilmeye çalışılan isimler yerine Latin isimleri daha çok tercih ettiğine beni ikna etti: Bu yüzden, Pope, Bay Gladstone ve Lord Derby’nin çok uzun zamandır halkı alıştırdığı terminolojiye bağlı kalmakta hiçbir tereddüdüm yok.[12 - Tanrı ve Tanrıçaların isimleri tekrar Yunancaya çevrilmiştir.]
SAMUEL BUTLER
8 Ağustos 1898
İLYADA’DAKİ BAŞLICA KARAKTERLER, SOYLARI VE MEVKİLERİ
(İsimlerin, Romalıların kullandığı biçimleri parantez içinde verilmiştir.)
Tanrı ve Tanrıçalar
ZEUS (Jove): Kronos’un (Satürn) oğlu; Tanrıların kralı ve göklerin hâkimi, insanların kaderinin belirleyicisi.
POSEİDON (Neptün): Kronos’un oğlu; denizlerin kralı; Yunanları kayırır.
HADES: Kronos’un oğlu; ölülerin yeraltı ülkesinin kralı.
HERA (Juno): Kronos’un kızı ve Zeus’un karısı; Tanrıların kraliçesi; Yunanları kayırır.
ATHENA (Minerva): Zeus’un kızı; Yunanları kayırır.
APOLLON: Zeus ve Leto’nun oğlu; Truvalıları kayırır.
ARTEMİS (Diana): Zeus ve Leto’nun kızı; Truvalıları kayırır.
AFRODİT (Venüs): Zeus ve Dione’nin kızı; Truvalıları kayırır.
ARES (Mars): Zeus’un oğlu; Truvalıları kayırır.
HEPHAİSTOS (Vulcan): Zeus ve Hera’nın oğlu; Yunanları kayırır.
HERMES (Merkür): Zeus’un oğlu; Truvalıları kayırır.
İRİS: Tanrıların habercisi.
PAEAN: Tanrıların hekimi.
THETİS: Bir deniz perisi; bir ölümlü olan Peleus’la evli; Aşil’in annesi.
SKAMANDROS NEHRİ’NİN TANRISI: Ksanthos olarak da bilinir; Truvalıları kayırır.
Yunanlar; Homeros tarafından Akhalar, Danaolar veya Argoslular olarak da adlandırılır.
AGAMEMNON: Atreus’un oğlu; Argos ve Miken kralı; ordunun lideri.
MENELAOS: Atreus’un oğlu, Agamemnon’un kardeşi ve Helen’in kocası; Sparta kralı, Lakedaimon kralı olarak da bilinir.
AŞİL: Peleus ve Deniz Perisi Thetis’in oğlu, Zeus’un oğlu Aeacus’un torunu; Phtia ve Hellas’tan Myrmidonların kralı.
NESTOR: Neleus’un oğlu; Pylos ve Dorion’un yaşlı kralı; Antilokhos ve Thrasymedes’in babası.
ODYSSEUS (Ulysses): Laertes’in oğlu ve Penelope’nin kocası; İthake kralı ve Kefalonialıların lideri.
AİAS: Telamon’un oğlu; Salamislerin hükümdarı.
AİAS: Oileus’un oğlu; Lokrislerin hükümdarı.
DİOMEDES: Tydeus’un oğlu ve Oineus’un torunu; Orta Argos, Tiryns ve Aegina’nın kralı.
İDOMENEUS: Deukalion’un oğlu ve Minos’un torunu; Girit kralı.
TLEPOLEMOS: Herakles’in oğlu; Rodos Adası’ndan.
PATROKLOS: Menoitios’un oğlu; Aşil’in dostu ve yoldaşı.
PHOİNİKS: Amyntor’un oğlu; Aşil’in babasının üvey oğlu ve Aşil’in eski arkadaşı; Phtia’daki Dolopianların hükümdarı.
STHENELOS: Kapaneus’un oğlu; Diomedes’in dostu.
MERİONES: Molos’un oğlu; İdomeneus’un dostu ve yoldaşı.
ANTİLOKHOS: Nestor’un oğlu.
TEUKROS: Telamon’un gayrimeşru çocuğu; ilk Aias’ın yarı kardeşi; okçu.
KALKHAS: Thestor’un oğlu; kehanetleri gören ve yorumlayan kişi.
MAKHAON: Şifacı Asklepios’un oğlu; Yunanların hekimi.
THERSİTES: Yunan askerlerinin en çirkini; hiç susmadan konuşur.
ASKALAPHOS: Minyoların lideri Ares’in oğlu.
TALTHYBİOS ve EURYBATES: Yunanların habercileri.
Truvalılar
PRİAMOS: Laomedon’un oğlu ve Truva’nın kralı; Tros ve Zeus’un oğlu; Dardanos’un soyundan.
PARİS: Aleksandros olarak da bilinir; Priamos’un oğlu; Helen’i baştan çıkaran adam.
HEKTOR: Priamos ile Hekabe’nin oğlu; Andromakhe’nin kocası; Truva ordusunun kumandanı.
HELENOS: Priamos’un oğlu; Truvalıların kâhini.
DEİPHOBOS ve LYKAON: Priamos’un oğulları.
ANTENOR: Priamos ve Truvalıların yaşlı danışmanı.
SARPEDON: Zeus ve Laodamia’nın oğlu; Bellerophontes’in torunu; Lykia önderi.
GLAUKOS: Hippolokhos’un oğlu ve Bellerophontes’in torunu; Sarpedon’un dostu ve yoldaşı.
AENEAS: Ankhises ve Tanrıça Afrodit’in oğlu, Truvalı önder.
RHESOS: Eioneus’un oğlu; Trakya kralı.
PANDAROS: Lykaon’un oğlu.
POLYDAMAS: Panthoos’un oğlu; Truva savaşçısı ve kurul üyesi.
ARKHELOKHOS, LAODOKOS ve AKAMAS: Antenor’un oğulları.
DOLON: Eumedes’in oğlu; Truvalıların gözcüsü.
İDAİOS: Truvalıların habercisi.
Truva’daki Kadınlar
HEKABE: Priamos’un karısı; Truva’nın kraliçesi.
HELEN: Tyndareos’un kızı ve Lakedaimon Kralı Menelaos’un karısı; Paris tarafından Truva’ya getirildi.
ANDROMAKHE: Kilikya Kralı Eetion’un kızı; Hektor’un karısı ve küçük oğlu Astyanaks’ın annesi.
LAODİKE: Priamos ve Hekabe’nin kızı; Antenor’un oğlu Helikaon’un karısı.
KASSANDRA: Priamos ve Hekabe’nin kızı.
THEANO: Kisses’in kızı ve Antenor’un karısı Athena’nın rahibesi.
Olayların Geçtiği Yerler
Ksanthos olarak da bilinen Skamandros Nehri’nin içinden geçtiği Truva’nın karşısındaki ova.
Deniz kıyısı boyunca karaya çekilmiş vaziyette sıra sıra bekleyen gemilerin çevresindeki Yunan kampları.
Ovanın yükseklerinde, Pergamos adlı kalesi ile İlyon olarak da bilinen Truva şehri.
Kuzey Tesalya’da Olympos Dağı tepesindeki Tanrıların makamları.
KİTAP I
Söyle Ey Tanrıça, Peleusoğlu Aşil’in öfkesini, Akhalar üzerine sayısız felaket getireni! Nice cesur yüreği Hades’e bir çırpıda yolladı ve nice kahramanı köpeklere ve akbabalara yem etti, böylece erlerin kralı Atreusoğlu’yla ulu Aşil’in ilk bozuştuğu günden bu yana olan niyeti yerine geliyordu Zeus’un.
Hangi Tanrılar onları kavgaya tutuşturdu? Apollon, krala kızan Zeus ve Leto’nun oğlu; ordu üzerine onları cezalandırmak için bir kıran saldı, Atreusoğlu, Rahip Khryses’e saygısızlık yaptı diye. O zaman Khryses, kızını özgürlüğe kavuşturmak için Akhaların gemilerine geldi ve yanında koca bir kurtulmalık getirdi. Sonra, elinde Apollon’un şeritleri sarılı asayı tutarak Akhalara yalvardı, en çok da Atreus’un iki oğlu olan kumandanlarına.
“Atreus’un oğulları!” diye haykırdı ve “Güzel dizlikli Akhalar, dilerim ki Olympos’ta oturan Tanrılar size Priamos’un şehrini yağmalamayı nasip etsin ve evinize sağ salim ulaşmanızı; ancak kızımı serbest bırakın ve Zeus’un oğlu Apollon’un hürmetine bu kurtulmalığı kabul edin.”
Akhaların geri kalanı hep bir ağızdan rahibe saygı sunulması ve getirdiği kurtulmalığın alınması taraftarı olurken rahibe sert bir şekilde cevap veren ve kabaca geri yollayan Agamemnon hiç memnun olmamıştı. “Yaşlı adam!” dedi, “Seni gemilerimiz etrafında oyalanırken görmeyeyim veya buraya geri geldiğini. Tanrı’nın asası ve şeritlerinin sana hiçbir faydası olmayacak. Kızını serbest bırakmayacağım. O, kendi evinden uzakta, Argos’ta, benim evimde yaşlanacak, tezgâhı ile oyalanarak ve benim yatağımı ziyaret ederek. Şimdi git ve beni kışkırtma, yoksa senin için daha beteri olacak!”
Yaşlı adam korktu ve itaat etti. Tek kelime etmeden gürültülü denizin kıyısından yürüdü ve uzaklarda, güzel Leto’nun doğurduğu Kral Apollon’a yakardı. “Beni duy!” diye ağladı, “Ey gümüş yayın tanrısı, Khryses ve kutsal Killa’yı koruyan, Tenedos’u kudretiyle yöneten, beni duy, ey sen Smintheus! Eğer tapınağını çelenklerle süslediysem veya boğaların, keçilerin yağlı butlarını yaktıysam dualarımı kabul et ve oklarının, gözyaşlarımın öcünü Danaolardan almasını sağla!”
İşte böyle dua etti ve Apollon dualarını duydu. Olympos’un tepelerinden öfkeyle indi, yayı ve okluğu omuzlarında. İçini titreten öfke ile oklar sırtında şıngırdıyordu. Gece gibi karanlık bir çehre ile gemilerden uzakta oturdu ve okunu aralarına fırlattığında gümüş yayı ölümün sesini verdi. Önce katırlarını ve köpeklerini vurdu, sonra okları insanları hedef aldı ve koca bir gün ölü yığınları kavruldu. Dokuz gün boyunca oklarını insanların üzerine yağdırdı ancak onuncu gün Aşil meclisi topladı ve oraya Akhaları ölüm sancılarında görüp acıyan Hera tarafından gönderildi. Toplanınca herkes, kalkıp aralarında konuştu.
“Atreusoğlu!” dedi, “Eğer bu saldırıdan kaçabilirsek şimdi eve dönmeliyiz, hem savaş hem de kırandan kurtarırsak canımızı. Bize Phoibos Apollon’un neden çok kızgın olduğunu söyleyebilecek bir rahibe veya kâhine soralım veya rüya yorumcusuna (Zeus getirir düşü), bozduğumuz bir yemin için mi vermediğimiz bir kurban için midir bu, kuzuların ve lekesiz keçilerin tadına razı gelir mi ki bu kıranı bizden almak için?”
Bunları söyledikten sonra yerine oturdu ve Thestor’un oğlu Kalkhas, rüya yorumcularının en âlimi, geçmişi, geleceği ve olacakları bilen, konuşmak için ayağa kalktı. Akhalara, İlyon’a gemileriyle gidişlerinde rehberlik etmişti, Phoibos Apollon’un telkin ettiği kehanetlerle. Bütün samimiyeti ve iyi niyetiyle onlara şöyle hitap etti:
“Aşil, Tanrı’nın sevgilisi, Kral Apollon’un öfkesini sana açıklamamı buyurdun; bu yüzden yapacağım; ancak önce düşün ve yemin et, sözünle ve eyleminle benim yanımda cesaretle duracağını; biliyorum ki Argosluları kudretiyle yöneten ve tüm Akhaların itaat ettiği adamı kızdıracağım. Sade bir adam, kralın öfkesine karşı duramaz, eğer şimdi öfkesini bastırsa bile öcünü çıkartana kadar intikamını içinde besleyecektir. Düşün bu sebeple, beni koruyup koruyamayacağını.”
Aşil cevapladı: “Korkma; sana Tanrı’dan, dua ettiğin ve kehanetlerini bize açtığın Apollon tarafından içine doğan biçimde konuş. Kalkhas, bu dünya yüzüne bakarak yaşadığım müddetçe gemilerimizdeki bir Danao bile sana elini süremeyecektir; hayır, Akhaların gelmiş geçmiş en önde geleni Agamemnon bile olsa sözünü edeceğin.”
Ondan sonra, rüya yorumcusu cesurca konuştu: “Tanrı…” dedi, “Ne yemin ne de kurban için kızgın, kızını serbest bırakmayan ve kurtulmalık kabul etmeyen Agamemnon’un saygısızlık ettiği rahibinin hatırı için. Bu yüzden bu belaları başımıza gönderdi ve daha da gönderecektir. Agamemnon, kızı kurtulmalık almadan babasına salmadığı sürece ve Khryses’e kutsal kurbanlar göndermeden, Danaoları bu kırandan kurtarmayacaktır o. Ancak böyle belki onu yatıştırabiliriz.”
Bu sözlerle yerine oturdu ve Agamemnon öfkeyle ayağa kalktı. Yüreği hiddetle kararmış, gözleri ateşle parlıyordu; Kalkhas’a dik dik bakarken şöyle dedi: “Uğursuzluk kâhini, bana dair şimdiye dek düzgün bir şey haber vermedin ancak fena şeyleri haber vermeye bayıldın. Bana ne rahat ne de başarı getirdin, şimdi Danaolar arasına gelip Apollon’un bize kıran gönderdiğini söylüyorsun, bu kız, Khryseis’in kızı için kurtulmalık almadım diye. Onu evimde tutmak için yüreğimi koydum çünkü onu kendi karım Klytaimestre’den bile daha fazla beğeniyorum; boyu bosu ve özellikleri, anlayışı ve becerikliliği ile ondan aşağı kalır değil. Ancak yine de geri vermem gerekiyorsa veririm; insanların ölmemesi, yaşaması için ancak bana onun yerine bir armağan bulmalısınız yoksa Argoslular arasında bir ben kalacağım armağansız. Bu uygun olmaz, mademki benim armağanım başka bir yere gitmek zorunda.”
Aşil karşılık verdi: “Atreus’un en soylu oğlu, bütün insanoğlu arasında en hırslısı, Akhalar sana nasıl armağan bulsunlar? Gidip alacağımız ortak bir ambarımız yok. Şehirlerden aldıklarımız bölüşüldü, dağıtılan malları geri alamayız. Bundan dolayı, ver şu kızı tanrıya; eğer Zeus, Truva şehrini yağmalamayı bir gün nasip ederse biz üç dört katıyla telafi ederiz bunu sana.”
Bunun üzerine Agamemnon karşılık verdi: “Aşil, ne kadar yiğit olsan da beni kandıramazsın. Aldatıp razı edemezsin. Ben kaybımın üzerine kuzu gibi oturup senin buyruğunla kızdan vazgeçerken sen kendi ödülünü saklayacak mısın? Akhalar adil bir takas için bana uygun bir armağan bulsunlar veya gelir seninkini alırım veya Aias’ınkini veya Odysseus’unkini, kime gitsem o bundan memnun olmayacak. Bunun üzerinde sonra düşünürüz, şimdilik denize bir gemi sürelim, hızlıca tayfa bulalım, gemiye kurbanlıkları koyalım ve Khryseis’i gönderelim. Bir de geminin kaptanı aramızdaki başlardan biri olsun, ya Aias ya İdomeneus ya da sen; Peleusoğlu, sen güçlü savaşçı, kurbanı sunacak ve Tanrı’nın öfkesini yatıştıracak biri.”
Aşil ters ters baktı ve yanıt verdi: “Arsızlık ve kazanma hırsıyla dolusun. Hangi yürekle Akhalar senin buyruğunu yerine getirecek, akınlarda veya meydan savaşında? Burada savaşmaya Truvalıların bana yapmış olduğu bir kötülük yüzünden gelmedim. Onlarla alıp veremediğim yok. Ne sığırlarıma veya atlarıma saldırdılar ne de Phtia’nın zengin düzlüklerindeki ekinlerimi eksilttiler; aramızda koca mesafeler var, hem dağlar hem de uğuldayan deniz. Senin ardından geldik, yüzsüz adam! Senin zevkin için, kendimizin değil. Truvalılar sayesinde tatmin olasın diye, senin gibi utanmaz bir adam için ve Menelaos için. Bunu unutup zorluklarla kazandığım ve Akha oğullarının bana verdiği ödülü benden almak için tehdit ediyorsun. Akhalar, Truvalıların zengin şehirlerinden birini yağmaladığında hiçbir zaman seninki kadar iyi bir ödül almam, ancak savaşta benim ellerim görür işin en fazlasını. İş paylaşmaya geldiğinde senin payın hep fazla olur, bense dövüşüm bittiğinde hakikaten de alabildiğim kadarını alıp şükrederek gemilerime dönmek durumunda kalırım. Bundan dolayı, şimdi Phtia’ya geri döneceğim; gemilerimle eve dönmek benim için daha hayırlı olacaktır, sana altın ve mal toplamak için onursuzca burada kalmayacağım.”
Agamemnon karşılık verdi: “Gideceksen git, kalman için yalvarmayacağım. Burada beni sayan diğer adamlar var, en başta da Zeus, aklın hâkimi. Burada bana senin kadar nefretle dolu başka bir kral yok, her zaman geçimsiz ve kötü niyetlisin. Yiğit olsan bile ne yazar? Seni öyle yapan tanrı değil mi? Evine dön o zaman, gemilerin ve yoldaşlarınla, Myrmidonların başına geç. Ne sen ne de öfken umurumda; ancak şunu da bil ki; Phoibos Apollon, Khryseis’i benden aldığı için onu gemim ve yoldaşlarımla göndereceğim ancak senin çadırına geleceğim ve ödülün Briseis’i alacağım; böylece sen, benim, senden ne denli güçlü olduğumu anlayacaksın ve beni kendileriyle eşit gören veya kıyaslayan diğerleri de korkacaklar.”
Peleusoğlu öfke doluydu, tüylü göğsü içindeki yüreği ikilemde kaldı, kılıcını çekip diğerlerini kenara iterek Atreus’un oğlunu öldürse miydi, kendine hâkim olup öfkesini frenlese miydi? Bu iki düşünce aklında koca kılıcını kınından çıkaracakken Athena gökten aşağı indi (Hera her ikisine de beslediği sevgiden dolayı onu göndermişti.), Peleusoğlu’nu sarı saçlarından kavradı, sadece ona görünerek, zira başka hiç kimse onu göremedi. Aşil afallayarak arkasına döndü, Athena’yı tanır tanımaz gözleri parladı. “Neden buradasın?” dedi, “Kalkan taşıyan Zeus’un kızı? Atreus’un oğlu Agamemnon’un kibrini görmeye mi geldin? Ne olacağını sana söyleyeyim, elbette o bu küstahlığı canıyla ödeyecek.”
Athena cevap verdi: “Beni dinle, gökten inip öfkeni yatıştırmaya geldim. İkiniz için de kaygı duyan Hera gönderdi beni. O vakit, bu kavgayı kes ve kılıcını çekme. İstersen ağzına geleni söyle ona, sövgülerin boşa gitmeyecek. Zira sana söylüyorum, pek tabii ki bu hakarete karşılık üç katı muhteşem hediyeler alacaksın. Bu yüzden kendini tut ve itaat et.”
“Tanrıçam…” diye karşılık verdi Aşil, “Bir adam ne kadar kızgın olursa olsun, iki tanrıçanın emrettiğini yapmak zorunda. Benim için böylesi daha iyi, zira tanrılar ona itaat edenin dualarını duyar.”
Elini kılıcının gümüş kabzası üstüne koydu ve Athena’nın emrettiği gibi kınının içine geri soktu. Athena da Olympos’a diğer tanrıların yanına ve kalkan taşıyan Zeus’un evine geri döndü.
Ancak Peleusoğlu, Atreusoğlu’na tekrar sövmeye başladı zira hâlâ öfke içindeydi. “Ayyaş!” diye bağırdı, “Köpeğe benzer suratınla ve geyik gibi yüreğinle, ne orduyla beraber savaşmaya cesaret edersin ne de seçkin adamlarımızla pusuya yatmaya. Ölümden uzak durduğun gibi, bundan da uzak durursun. Onun yerine sana karşı gelen adamların etrafında dolanıp ödüllerine göz koyarsın. Sen kendi halkını yiyip bitirirsin, zira güçsüz bir ahalinin kralısın sen; öbür türlü, Atreusoğlu, hiçbir kimseyi bundan böyle aşağılayamazdın. Bu sebeple diyorum ki ve büyük bir yemin ediyorum ki -bu asa ile, üzerinde ne yaprak ne dal bitecek olan ne de dağlardaki gövdesini terk ettiği günden bu yana yeni bir tomurcuk verecek olan- ondan yaprağı ve kabuğunu kazıyan baltanın üzerine, bundan sonra Akhaoğulları tanrının emrine hak verenler ve koruyanlar olarak buna katlanacak -kesinkes ant içerim ki- bundan böyle Aşil’i düşkünlükle arayacaklar ve bulamayacaklar. Acı gününde, Hektor’un kanlı elleri ile adamların kırılırken, onlara nasıl yardım edeceğini bilemeyeceksin ve Akhaların en cesurunu aşağıladığın an için hiddetle göğsünü parçalayacaksın!”
Böyle söyleyerek altın kakmalı asasını yere attı ve yerine oturdu Peleusoğlu, diğer taraftaki yerinden Atreusoğlu köpürmeye başlarken. Sonra güzel sözlü Nestor ayağa kalktı; Pylosluların usta konuşmacısı, kelimeleri ağzından baldan tatlı döküldü. Kendi hükümranlığında Pylos’ta doğmuş ve büyümüş iki nesil göçüp gitmişti ve şimdi üçüncü neslin başındaydı o. Bu sebeple, bütün içtenliği ve iyi niyetiyle onlara şöyle hitap etti:
“Gerçekten de…” dedi, “büyük bir dert geldi başına Akha toprağının. Eminim ki Priamos’la oğulları çok memnun olurdu aranızdaki kavgayı duysalar, Truvalılar da yürekten sevinirlerdi, oysaki hem savaşta hem akılda siz en üstünsünüz. İkinizden de yaşlıyım ben, ondan dolayı dinleyin beni. Üstüne üstlük, sizden daha büyük adamların ahbabı oldum ve onlar benim fikirlerime saygısızlık etmediler. Bundan böyle Peirithoos ve Dryas gibi halkının önderi veya Kaineus, Eksadios, tanrısal Polyphemos ve ölümsüzlere emsal Aigeusoğlu Theseus gibi adam göremeyeceğim. Onlar, bu yeryüzünde doğan en kuvvetli adamlardı, en güçlülerdi ve dağ barbarlarının en azılılarıyla savaştıklarında, onları tamamıyla çökertmişlerdi. Ben uzaklardaki Pylos’tan gelip aralarına girdim, zira onlar beni çağırdı ve kendi çıkarım için dövüştüm. Şimdi hayatta olan hiç kimse onlarla başa çıkamaz, ancak onlar benim sözlerimi duyup ikna oldular. Şimdi siz de beni dinleyin, zira bu daha hayırlı bir yoldur. Bundan dolayı Agamemnon, çok güçlü olsan da bu kızı alma, zira Akhaların oğulları bu kızı çoktan Aşil’e verdiler ve sen Aşil, daha fazla kralla uğraşma, zira hiç kimsenin Zeus’un lütfu ile asa taşıyan Agamemnon kadar onuru yoktur. Güçlüsün ve annen de bir tanrıçadır, ancak Agamemnon senden daha güçlüdür zira buyruğunda daha fazla adam var. Atreusoğlu öfkeni kontrol et, sana yalvarıyorum, Aşil’le bu kavgayı bitir, o ki savaş zamanı Akhalar için sağlam bir kaledir.”
Agamemnon yanıtladı: “Efendim, bütün söylediklerin doğru ancak bu adam hâkimimiz ve efendimiz olmayı muhakkak istiyor: Herkesin hâkimi, herkesin kralı ve herkesin önderi, ancak bu zor olacak. Tanrılar onu büyük bir savaşçı yaptıysa bile ona söverek konuşma hakkı da mı verdiler?”
Aşil sözünü keserek, “Adi bir korkak olmam gerekirdi…” diye bağırdı, "her şeyde sana teslim olsaydım. Diğerlerine emret, bana değil, zira sana bundan sonra itaat etmeyeceğim. Üstüne üstlük diyorum ki -söylediklerimi de kafana yerleştir- artık bu kız için ne seninle ne başkasıyla savaşırım, zira alanlar aynı zamanda verenlerdi. Benim gemimin yanında neyim varsa hiçbirini zorla alamazsın. Dene de diğerleri görsünler; eğer ki denersen kargım kanınla kırmızıya boyanacak!”
Böyle öfkeyle atışıp ayağa kalktılar ve Akhaların gemileri yanındaki toplantıyı bitirdiler. Peleusoğlu çadırına ve gemilerine döndü, Meneitios’un oğlu ve yoldaşları ile beraber. Agamemnon ise denize bir gemi indirdi ve yirmi kişilik bir kürekçi takımı seçti. Khryseis’i gemiye kadar geçirdi ve tanrı için de kurbanlık yolladı. Odysseus da kaptan olarak başlarında gitti.
Sonra hepsi binip denize açıldılar. Atreusoğlu herkese arınmalarını buyurdu; onlar da arındı ve kirlerini denize attılar. Sonra, deniz kıyısında boğaları ve lekesiz keçileri kurban olarak adadılar ve kurban kokularının dumanları kıvrıla kıvrıla göğe doğru yükseldi.
Gemide böyle işlerle meşgul oldular. Ancak Agamemnon, Aşil’e yaptığı tehdidi unutmadı, güvendiği ulak ve yoldaşları Talthybios ve Eurybates’i çağırdı. “Gidin!” dedi. “Peleusoğlu Aşil’in çadırına. Elinizle Briseis’i alın ve getirin buraya; eğer ki vermezse daha çok adamla gelip alırım kendim, daha beter olur sonra.”
Onları iyice işleyerek gönderdi, onlar da deniz kıyısı boyunca kederli kederli yürüdüler, ta ki Myrmidonların çadırları ve gemilerine gelinceye dek. Aşil’i, çadırı ve gemileri yanında otururken buldular, ki onları gördüğüne hiç memnun olmadı o da. Karşısında korkarak saygıyla durdular ve hiçbir şey söylemediler, ancak o kim olduklarını biliyordu ve şöyle söyledi: “Hoş geldiniz haberciler, tanrının ve insanların elçileri; yanıma gelin, benim kavgam sizle değildir, sizi Briseis için gönderen Agamemnon’ladır. Patroklos, haydi, getir onu ve onlara ver, ancak kutsal tanrılar, ölümlü insanlar ve Agamemnon’un öfkesinin şiddeti önünde şu iki adam tanığım olsunlar ki eğer insanları felaketten kurtarmak için bana tekrar ihtiyaç olursa beni arayacaklar ama bulamayacaklar. Agamemnon öfkeden kudurmuş ve ne öncesini ne sonrasını görür, Akhalar gemileri yanında sağ salim nasıl dövüşecekler bilmiyor.”
Patroklos, can yoldaşının emrettiğini yaptı. Briseis’i çadırından getirdi ve onu Akhaların gemilerine götüren habercilere verdi -kadın da gitmeye istekli değildi. Ardından Aşil yalnız başına bembeyaz denizin kıyısına gitti, ağlayarak, ucu bucağı olmayan sulara gözlerini dikerek. Ellerini kaldırdı yukarıya, ölümsüz anasına yakararak. “Anam!” diye ağladı, “Beni kısa bir mevsim ömür sürmek için doğurdun. Olympos’ta gürleyen Zeus elbet bu ömrü daha şerefli kılabilirdi. Hiç öyle değil. Atreusoğlu Agamemnon bana alçaklık etti ve ödülümü zorla elimden aldı.”
Konuştukça yüksek sesle ağladı ve denizin derinlerinde yaşlı adamın, babasının yanında oturan anası onu duydu. Derhâl dalgaların dışına, gri bir sis gibi yukarı yükseldi, ağlar dururken o karşısına oturdu, eliyle okşayarak şöyle dedi, “Oğlum, niye ağlıyorsun? Seni üzen nedir? Benden saklama, anlat, bileyim neymiş?”
Aşil derin bir iç çekerek şöyle dedi: “Biliyorsun, çok iyi bildiğin bir şeyi tekrar niye söyleyeyim? Thebe’ye gittik, Eetion’un güçlü şehrine; yağma ettik ve ganimeti buraya getirdik. Akhaoğulları gerektiği şekilde aralarında paylaştı ve güzel Khryseis’i de Agamemnon’un mükâfatı olarak seçtiler ancak Apollon’un rahibi, Khryseis kızını özgürlüğe kavuşturmak için Akhaların gemilerine geldi ve büyük bir kurtulmalık getirdi. Dahası elinde Apollon’un şeritleri sarılı asayı tutarak Akhalara yalvardı, daha çok da önderleri olan Atreus’un iki oğluna.Bütün Akhalar hep bir ağızdan rahibe hürmet edilmesi ve getirdiği kurtulmalığın alınması taraftarı oldu ancak hiddetle konuşan ve rahibi kabaca geri gönderen Agamemnon hiç de hoşnut olmadı. Rahip korkuyla gitti ve onu çok seven Apollon dualarını duydu. Ondan sonra tanrı Argoslular üzerine ölümcül bir ok gönderdi ve insanlar birbiri ardına öldü, Akhaların büyük orduları arasında her yöne giden okları sayesinde. Sonunda bir rüya yorumcusu bütün bilgeliğiyle Apollon’un kehanetlerini açıkladı ve ilk ben çıkıp onu sakinleştirmemiz gerektiğini söyledim. Ancak Atreusoğlu öfkeyle ayağa kalktı ve tehditler savurdu. Akhalar şimdi kızı bir gemiyle Khryses’e götürüyorlar ve tanrıya adaklık armağanlar sunuyorlar ancak haberciler daha biraz önce Brises kızı çadırımdan aldılar, Akhaların bana armağan ettiği. Bundan dolayı, eğer gücün varsa yiğit oğluna yardım et. Olympos’a git ve eğer ki ona konuşmanla veya davranışınla hizmet ettiysen, Zeus’un yardımını rica et. Babamın evinde sık sık övündüğünü duymuştum; ölümsüzler içinde Kronosoğlu’nu felaketten tek başına kurtardığını, diğerleri, Hera, Poseidon ve Pallas Athena onu zincirlere vuracakken. Onu serbest bırakan sendin tanrıça, tanrıların Briareus, insanların Aigaion dedikleri babasından dahi güçlü tam yüz eli olan devi Olympos’a çağırarak. Kronosoğlu yanına tüm haşmetiyle gelip oturunca o, diğer tanrılar korkup bağlamaktan vazgeçmişler onu. Git o zaman ona, bütün bunları hatırlat, dizlerine sarıl ve Truvalılara yardım göndermesi için ikna et. Bırakalım Akhalar gemilerinin arkasına kısılıp sahilde ölüp gitsinler ki, kralları için ne reva göreceklerini ve Agamemnon da Akhaların en önde gelenini aşağılamaya kalktığındaki körlüğü için dizlerini dövebileceğini anlasın.”
Thetis ağlayarak cevap verdi: “Oğlum, yazıktır seni doğurup büyüten bana. Elbet, gemilerinde bütün kederlerden uzakta ömrünü sürmeliydin zira çok kısadır ömrün, yazık ki hem ömrün kısa hem de herkesten fazla derdin var. Vah o zaman, seni doğurduğum güne! Ancak Olympos’un karlı tepelerine gideceğim ve bu olayı Zeus’a anlatacağım, bakalım ricamızı dinleyecek mi? Bu arada sen gemilerinin yanında kal, Akhalara karşı olan kinini besle ve kavgadan uzak dur. Zira Zeus, Okeanos’a Etiyopyalılar arasına şölene gitti dün ve diğer tanrılar da onunla beraber. On iki gün sonra Olympos’a geri dönecek. O zaman, tunç eşikli sarayına gidip yalvaracağım, şüphem yoktur ki onu ikna etmeyi başaracağım.”
Öylece bırakıp gitti, kendisinden alınan kızın kaybı yüzünden hâlâ öfkeli olan Aşil’i. Bu sırada Odysseus, Khryses’e kurbanlıklarla vardı. Limana gelince yelkenleri sarıp geminin ambarına koydular. Ön halatları gevşettiler, yelkeni katladılar ve küreklere asılıp kızı indireceklere yere sürdüler gemiyi. Burada demirleri denize indirdiler ve Apollon için getirilen kurbanı karaya çıkardılar. Khryseis de gemiden çıktı ve Odysseus onu babasına teslim etmek üzere sunağa doğru götürdü. “Khryseis…” dedi, “Kral Agamemnon beni çocuğunu geri getirmem için gönderdi ve de Danaolar adına Apollon’a adaklar adamaya ki, Argoslular üstüne çokça keder getiren tanrıyı yatıştırabilelim.”
Böyle söyleyip kızı onu memnuniyetle geri alan babasına verdi ve kutsal kurbanları tanrının sunağı çevresine düzgünce dizdiler. Ellerini yıkayıp arpa kırmalarını kurbanlar üzerine serpmek üzere aldılar, bu arada Khryses ellerini kaldırıp onların adına yüksek sesle yalvardı. “Beni duy!” diye inledi, “Ey gümüş yaylı tanrı, Khryses ve kutsal Killa’yı koruyan ve Tenedos’u kudretiyle yöneten! Sana yakardığımda daha önce nasıl beni duyduysan ve Akhalar üzerine şiddetle bastırdıysan, tekrar beni duy ve bu korkunç kıranı Danolar üzerinden kaldır.”
Böyle yakardı ve Apollon duasını duydu. Dua ettikten ve arpa kırmalarını serptikten sonra, kurbanların başlarını kaldırıp kestiler ve derisini yüzdüler. Butlarını kestiler, iki kat yağla sardılar, üzerine biraz çiğ et koydular, sonra Khryseis onları odun ateşine koydu ve üzerlerine şarap döktü, genç delikanlılar yanında beş çatallı şişleri ellerinde tutarken. Butlar kızarınca ve içindeki etleri tadınca, kalanları küçük küçük kestiler, parçaları şişlere geçirdiler, pişene dek kızarttılar ve ateşten çektiler. İşlerini bitirip şöleni hazır edince, herkes kendi eşit payını aldı, böylece hepsi memnun kaldı. Yeterince yiyip içince uşaklar karma kabını şarap ve su ile doldurdu ve verdi herkese, tanrı şerefine sunularını yapmak üzere.
Delikanlılar tüm gün boyunca şarkılarla ibadet etti tanrıya böyle, ilahiler söyleyerek ve şen şükran şarkıları tekrarlayarak, tanrı da seslerinden memnun oldu. Ancak, güneş batıp karanlık olduğunda, uyumak için geminin arka halatları boyunca uzandılar ve sabah erkenden gül parmaklı şafak görününce, Akha ordusuna doğru tekrar yol aldılar. Apollon onlara tatlı bir yel gönderdi, onlar da direği dikip ak yelkenlerini yukarı açtılar. Yelkenler şiştikçe rüzgârdan, gemi derin mavi sularda akarak gitti ve hızlandıkça ileri, geminin önünde köpükler çağladı. Akhaların genişçe yayılan ordusuna varınca gemiyi kıyıya çektiler, kumlar üstünde yukarıda ve kuru bir yere, güçlü kızaklar sürdüler altına ve kendi çadırlarına ve gemilerine doğru yöneldiler.
Fakat Aşil gemileri yanında durup, kin beslemeye devam etti. Saygın kurula gitmedi ve savaşa da katılmadı, ancak savaş naraları burnunda tüterek içi içini yedi.
On iki gün sonra ölümsüz tanrılar hep beraber döndü artık Olympos’a, başlarında Zeus’la. Thetis oğlunun ona verdiği görevi unutmamıştı, o yüzden denizin dibinden fırladı ve sabah erkenden göklerin içinde Olympos’a doğru gitti, Kronos’un güçlü oğlunu yalnız başına en yüksek tepelerde oturur bulduğu yere. Geçti, karşısına oturdu ve sol eliyle dizlerine sarıldı, sağ eliyle de çenesini okşarken yalvardı ona, şöyle diyerek:
“Zeus Baba, eğer ki ölümsüzler arasında sana konuşmamla veya davranışımla bir hizmet ettiysem, duamı duy ve ömrü kısa zamanda bitecek olan oğluma bir onur bahşet. Kral Agamemnon ödülünü alarak ve kızı kendine saklayarak, ona bir saygısızlık etti. O zaman onu sen şereflendir Olympos’un akıl efendisi ve Truvalılara bir zafer bahşet, ta ki Akhalar oğluma hakkını verene ve karşılığında üzerine bir servet yükleyene dek.”
Zeus bir süre sessizce oturdu, bir kelime dahi etmeden, ancak Thetis dizlerini hâlâ bırakmayarak ikinci kez yalvardı. “Başınla işaret et.” dedi, “Ya bana mutlak bir söz ver ya da reddet -zira senin korkacak bir şeyin yok- ki bana ne kadar değer verdiğini bileyim.”
Zeus’un canı buna çok sıkıldı ve dedi ki: “Hera ile tartışmaya sokarsa bu iş beni, başım belaya girer, zira beni iğneleyen konuşmaları ile çileden çıkaracak. Şimdi bile bana diğer tanrıların önünde dil uzatır ve beni Truvalılara yardım etmekle suçlar. Haydi şimdi geri dön, Hera farkına varmadan. Bu işi bir düşüneceğim ve istediğin gibi yapacağım. Bak başımı eğiyorum ki bana inanasın. Bu bir tanrıya verebileceğim en ciddi işarettir. Verdiğim sözü almam, ihanet etmem veya dediğim şeyi yerine getirmeden durmam, başımı salladığım zaman.”
Konuşurken, Kronosoğlu kara başını eğdi ve güzelim saçları ölümsüz başında dalgalandı, ta ki koca Olympos sallanıncaya dek.
Bir karara varıp ayrıldılar, böylece Zeus kendi evine, tanrıça ise görkemli Olympos’tan ayrılıp denizin derinliklerine daldı. Tanrılar yerlerinden kalktılar, kralları gelmeden önce. Bir tanesi bile oturup kalmaya cesaret edemedi aralarına geldiğinde, hepsi ayağa kalktı. O da geldi, oturdu tahtına. Ancak Hera, onu görür görmez anladı ki yaşlı deniz adamının kızı gümüş ayaklı Thetis’le beraber ikisi gizlice bir oyun hazırlamaktalar, bu yüzden derhâl yüzüne vurdu. “Düzenbaz!” diye bağırdı, “Hangi tanrıyı işlerine karıştırıyorsun yine? Her zaman arkamdan gizlice bir işler çeviriyorsun ve mecbur kalmadıkça bana hiç söylemiyorsun, planlarının bir kelimesini bile.”
“Hera!” diye yanıtladı tanrıların ve insanların kralı, “Benim her kararımı bilmeyi bekleme. Karımsın, ancak bunları anlamak sana zor gelir. Eğer senin bilmene uygunsa, hiç kimse, tanrı veya insan, yoktur öğrenecek senden önce, ancak bir meseleyi kendime saklıyorsam, ne burnunu sokmalısın ne de soru sormalısın.”
“Kronos’un korkunç oğlu!” dedi Hera, “Ne diyorsun öyle? Ben mi? Burnumu sokup soru mu sordum? Asla. Bıraktım ki her şeyi bildiğin gibi yap. Hâlâ içimde güçlü bir şüphe var lakin yaşlı deniz adamının kızı Thetis seni ikna etmiş, çünkü seninleydi ve dizlerini tutuyordu daha bu sabah. Bu yüzden inanıyorum ki Aşil’e şan ve şeref vermeye, pek çok Akhalıyı da gemilerinde öldürmeye söz verdin.”
“Kadın!” dedi Zeus, “Hiçbir şey elimden gelmez, lakin sen benden şüphelenir ve bulur ortaya çıkarırsın. Bundan da tek kazancın benden uzaklaşmak olacak sonunda. Diyelim ki dediklerin doğru, demek ki ben öyle istedim. Otur ve emrettiğim gibi dilini tut, zira ellerimi bir kez üzerine indirirsem, bütün tanrılar yanında olsa da sana faydaları olmaz.”
Bunun üzerine Hera korktu, dediğim dedik isteklerini dizginledi ve sessizce oturdu. Ancak ilahi varlıklar üzüldüler Zeus’un evinde, ta ki becerikli usta Hephaistos gayret edip anası Hera’yı teskin etmeye başlayıncaya dek. “Buna tahammül edilmez!” dedi. “Eğer ikiniz tartışmaya girişip bir avuç ölümlü için göğe kargaşa getirirseniz, eğer böyle kötü düşünceler üstün gelirse şölenimizde keyif kalmaz. O zaman bırak da anama bir öğüt vereyim -ki kendisi bilir, bu onun için daha iyidir- sevgili babamla barışması için, böylece bir daha onu azarlamaz ve şölenimiz bozulmaz. Eğer göğü inleten Olymposlu hepimizi koltuklarından atmak isterse yapabilir, zira kendisi en güçlüdür, o yüzden ona güzel şeyler söyle de çok geçmeden bize tekrar iyi davransın.”
Konuşurken, iki kâse tatlı nektar alıp anasına verdi. “Aldırma canım anacığım…” dedi, “Elinden geleni yap. Seni çok seviyorum ve dayak yediğini görürsem çok üzülürüm ancak ne kadar üzülürsem üzüleyim sana yardım edemem çünkü kimse Zeus’a karşı gelemez. Bir kere sana yardım etmeye çalışırken, beni ayağımdan yakalayıp fırlatmıştı göğün eşiğinden. Bütün gün sabahtan akşama kadar düştüm, ta ki Limni Adası’na gün ininceye dek. Orada içimde çok az kalan hayatla, Sintiler gelip benimle ilgileninceye dek serildim kaldım.”
Hera buna gülümsedi, bir yandan da oğlunun elinden kâseyi aldı. Hephaistos tatlı nektar aldı karma kabından ve diğer tanrılara da sundu, soldan sağa giderek; kutsal tanrılar koca koca kahkahalarla güldüler, cennet sarayın içinde görünce telaşla koşturup durduğunu.
Böylece tüm gün gecenin batışına dek şölen yaptılar, herkes eşit payını aldı ve memnun kaldı. Apollon lirini çaldı ve Musalar tatlı seslerini yükselttiler birbirlerine karşılıklı söyleyip durarak. Güneşin parlak ışıkları sönünce evlerine, yataklarına döndüler; herkes kendi yerine, aksak Hephaistos’un üstün marifetleriyle onlara yaptığı. Gök gürültüsünün Olymposlu hâkimi, Zeus da gidiverdi her zaman uyuduğu yatağına, gider gitmez de uyudu, altın tahtlı Hera da onun yanında.
KİTAP II
Diğer tanrılar ve ovadaki silahlı askerler mışıl mışıl uyudular ancak Zeus uyanıktı zira Aşil’e onurunu nasıl bahşedip Akhaların gemilerinde çokça insanı nasıl öldüreceğini düşünüyordu. Sonunda Kral Agamemnon’a Uğursuz Düş’ü göndermesinin en iyisi olacağına karar verdi. Sonra onu çağırarak şöyle dedi: “Uğursuz düş, Akhaların gemilerine git, Agamemnon’un çadırına girerek ona şimdi sana emrettiğim gibi kelimesi kelimesine şunları söyle. Akhaları hemen silah altına almasını söyle zira Truva’yı alacak. Artık tanrılar arasında ayrılık kalmadı. Hera herkesi kendi düşüncesine ikna etti ve Truvalıların başına acılar gelecek.”
Düş mesajı alır almaz gitti ve çok geçmeden Akhaların gemilerine vardı. Atreusoğlu Agamemnon’u aradı ve derin bir uykuya sarılmış olarak çadırında buldu. Tepesinde Agamemnon’un heyette en fazla saydığı insan olan, Neleus’un oğlu Nestor kılığında dolandı ve şöyle söyledi:
“Atreusoğlu uyuyorsun demek, sen ki ordunun rahatından sorumlusun, ondandır ki omuzlarında daha nice yükleri olan adam uykusunu azaltmalı. Beni dinle, zira Zeus’tan haberci olarak geldim, o yanında olmasa da senin için endişelenir ve sana acır. Sana Akhaları hemen silah altına almanı emreder, çünkü Truva’yı alacaksın. Artık tanrılar arasında ayrılık kalmadı. Hera herkesi kendi düşüncesine ikna etti ve Zeus’un ellerinde Truvalıların başına acılar gelecek. Bunu hatırla ve uyandığında sakın aklından gitmesin.”
Sonra düş onu bırakıp gitti ve Agamemnon hiçbir zaman gerçekleşmeyecek şeyleri düşünmeye koyuldu. Aynı gün Priamos şehrini alabileceğini düşündü ancak hiçbir fikri yoktu aklındakiler hakkında Zeus’un, o ki hem Danaolar ve hem de Truvalılar için nice sıkı dövüşülen savaşlar planlamıştı. Sonra kutsal mesaj hâlâ kulağında çınlayarak derhâl uyandı, ardından doğrularak oturdu ve o güzelim yepyeni yumuşak gömleğini üzerine giydi, üzerine de ağır yeleğini. Sandallarını güzel ayaklarına bağladı ve gümüş kakmalı kılıcını omuzlarına attı, sonra da babasının ölümsüz asasını aldı ve Akhaların gemilerine doğru yola çıktı.
Şafak Tanrısı, koca Olympos’a doğru yola koyuldu, Zeus ve diğer ölümsüzlere haber vermeye. Agamemnon insanları toplantıya çağırması için çığırtkanları etrafa yolladı, onlar da çağırdılar ve böylece insanlar toplandı. Ancak önce Pylos Kralı Nestor’un gemisinde yaşlıları bir toplantıya çağırdı, kurul toplandığında önlerine kurnazca bir plan koydu.
“Dostlar…” dedi, “Gecenin köründe tanrısal Düş rüyama girdi, yüzü ve endamı Nestor’a benziyordu. Tepemde dolandı ve dedi ki: ‘Atreusoğlu uyuyorsun demek, sen ki ordunun rahatından sorumlusun, ondandır ki omuzlarında daha nice yükleri olan adam uykusunu azaltmalı. Beni dinle, zira Zeus’tan haberci olarak geldim, o yanında olmasa da senin için endişelenir ve sana acır. Sana Akhaları hemen silah altına almanı emreder, çünkü Truva’yı alacaksın. Artık tanrılar arasında ayrılık kalmadı. Hera herkesi kendi düşüncesine ikna etti ve Zeus’un ellerinde Truvalıların başına acılar gelecek. Bunu hatırla ve uyandığında sakın aklından gitmesin.’ Sonra Düş kayboldu ve uyandım. Bu yüzden, Akhaoğullarını şimdi silahlandıralım. Ancak önce onları denemem daha iyi olur, bu amaçla onlara gemileri ile kaçmalarını söyleyeceğim. Fakat sizler onların arasına dalıp ikna edin, gitmelerini engelleyin.”
Sonra oturdu ve Pylos’un kralı Nestor tüm içtenliği ve iyi niyetiyle onlara şöyle hitap etti: “Dostlarım!” dedi, “Argosluların komutanları ve öncüleri, eğer ki başka bir Akhalı bize bu rüyayı anlatsaydı, yalan olduğunu söylerdik ve hiçbir şey yapmazdık. Ancak düşü gören aramızdaki en önde gelendir, bu nedenle insanları silah altına almaya koyulmalıyız.”
Böyle söyleyip kuruldan ayrıldı ve diğer asa taşıyan krallar da Agamemnon’un sözüne uyarak ayağa kalktılar, bu sırada insanlar da haberi almak için hızla ilerlediler. Boş bir kovuktan çıkıp bahar çiçekleri arasına hep beraber üşüşerek uçan arılar gibi akın ettiler, boğum boğum, salkım salkım toplanarak. Gemilerden ve çadırlardan bile koca kalabalıklar döküldü meydana ve uçsuz bucaksız suyun kıyısında sıralandılar. Bu sırada, Zeus’un habercisi, Ulak Tanrı, aralarında koşarak hep ilerlemeleri için kışkırtıyordu onları. Böylece çılgın bir karmaşa içinde apar topar toplandılar, oturacak yer bakınırken insanlar, adımlarıyla toprak inim inim inledi. Dokuz haberci aralarına girip gürültülerini kesmeleri için bağırdı ve krallarını dinlemelerini emretti, ta ki en sonunda herkes tek tek oturup seslerini kesinceye dek. Ardından Kral Agamemnon kalktı, asasını tutarak. Bu asayı Hephaistos yapmış, Kronosoğlu Zeus’a vermişti. Zeus, Argos’u öldüren, yol gösterici ve koruyucu Hermes’e verdi. Hermes, atları kamçılayan Kral Pelops’a, Pelops da halkının önderi Atreus’a. Atreus ölürken çokça sürüsü olan Thyestes’e, Thyestes de sırası gelince Agamemnon’un taşıması için bıraktı, Argosluların ve adaların kralı olsun diye. O da asasına yaslanarak Argoslulara şöyle seslendi.
“Dostlar!” dedi, “Kahramanlar, Ares’in hizmetkârları, tanrıların elleri ağırca üzerime çöktü. Zalim Zeus bana verdiği kutsal sözden dönmeden önce Priamos şehrini yağmalamam gerektiğini söyledi. Ancak beni aldatıp şimdi de bunca insanın kaybından sonra utançla Argos’a geri dönmemi emrediyor. Budur Zeus’un isteği, o ki nice görkemli şehre baş eğdirdi, diğerlerine de yapacaktır, çünkü o herkesten güçlüdür. Bizden sonrakilere acı bir hikâye olur, bir zamanlar çok güçlü ve yiğit olan Akha ordularının kendilerinden sayıca az adamlarla boşu boşuna savaşmaları; ancak şimdilik akıbet belli değildir. Düşünün ki, Akhalarla Truvalılar yüce bir ant içseler ve her bir tarafı saysak -Truvalıları hane sayısı ile bizi onluk bölüklerle-üstlüne üstlük her bir birliğimize bir Truva hane sahibinin şarap sunması istense, sayıca onlardan çok fazla olduğumuz için oldukça çok birliğimize şarap sunacak kimse kalmaz. Ancak şehirlerinde diğer yerlerden gelen pek çok müttefikleri var ve zengin İlyon şehrini yağmalamaktan beni alıkoyan bunlardır. Zeus’un dokuz yılı geçmiştir. Gemilerimizin tahtaları çürümüş, halatları artık sağlam değildir. Karılarımız ve yavrularımız evde gelişimizi merakla bekler, ancak buraya yapmaya geldiğimiz işi tamamlayamayız. Bundan dolayı, haydi şimdi dediğimi hep beraber yapalım: Topraklarımıza geri dönmek için denize açılalım, zira Truva’yı alamayacağız.”
Bu sözlerle yüreklerine işledi kalabalığın, büyük çoğunluğu Agamemnon’un kurnaz planından bihaber. Tanrının bulutlarından çıkan doğu ve güney rüzgârlarının çarptığı İkaros denizinin dalgaları gibi bir ona bir bu yana çalkalandılar veya nasıl batı rüzgârı bir ekin tarlası üzerinde esip de başakları yel altında eğerse. Gemilerine çığlık çığlığa koştular ve ayaklarından çıkan tozlar göğe doğru yükseldi. Gemileri denize sürerken neşeyle bağırdılar, önlerindeki geçitleri temizlediler, altlarındaki destekleri kaldırmaya başladılar, mutlu naralarıyla gök kubbe çınlıyordu, dönmeye öyle can atıyorlardı.
Elbet böyle kaderde olmayan bir biçimde dönmüş olacaklardı Argoslular. Ancak Hera, Athena’ya dedi ki, “Eyvah, kalkan taşıyan Zeus’un kızı, bu olamaz, Argoslular engin denizden topraklarındaki yuvalarına uçup Priamos ve Truvalılara hâlâ Helen’i elde tutma mutluluğunu bırakırlar mı, uğruna evlerinden uzakta kaç Akhalının Truva’da öldüğü? Hemen ordunun içerisine git ve onlarla, birer birer, güzelce konuş ki gemilerini denize sürmesinler.”
Athena, Hera’nın buyruğunu ağırdan almadı. Olympos’un en tepelerinden aşağı fırlayıp hemen Akhaların gemilerine vardı. Orada Zeus gibi akıllı Odysseus’u tek başına durur buldu. Henüz gemilerine el sürmemişti, mahzun ve üzgündü; yanına yaklaşıp şöyle dedi, “Odysseus, Laertes’ın soylu oğlu, bu şekilde kendini gemine atıp topraklarına mı kaçacaksın? Priamos ve Truvalılara hâlâ Helen’i elde tutma mutluluğunu bırakacak mısın, uğruna evlerinden uzakta kaç Akhalının Truva’da öldüğü? Hemen ordunun içerisine git ve onlarla, birer birer, güzelce konuş ki gemilerini denize sürmesinler.”
Odysseus, tanrıçanın sesini tanıyordu, üzerinden yeleğini attı ve koşmaya başladı. Ona refakat eden İthakeli hizmetkârı Eurybates yeleği yakaladı, Odysseus doğruca Agamemnon’a giderken. Odysseus, Agamemnon’dan ata yadigârı, ölümsüz asasını aldı. Bununla Akhaların gemilerine doğru gitti.
Ne zaman bir kralla veya ileri gelenle görüşse yanında durup yumuşakça konuştu. “Efendim…” dedi, “Bu kaçış korkakça ve yakışıksız. Görevinizde kalın ve adamlarınıza da yerlerinde kalmalarını emredin. Agamemnon’un aklındakileri henüz bilmiyorsunuz, o bizi deniyordu ve çok geçmeden öfkesiyle Akhalara çektirecek. Hepimiz kurulda değildik, ne söylediğini duymadık. Bakın, sonra öfkelenip bize fenalık yapmasın, zira kralların gururu meşhurdur ve Zeus’un eli onlarla beraberdir.”
Ancak ne zaman tantana yapan sıradan bir adama rastlasa, ona asasıyla vurarak payladı, şöyle diyerek, “Sersem, çeneni tut ve kendinden daha iyi adamların sözüne kulak ver. Sen korkağın tekisin, asker de değilsin, ne savaşta ne de kurulda adın geçer, hepimiz kral olamayız, çok efendinin olması hoş değildir, tek bir baş olmalı -kurnaz Kronosoğlu’nun kraliyet asasını vererek hepinize karşı yetkili kıldığı tek bir kral.”
Böylece ordunun içinde amirane bir tavırla dolandı durdu, insanlar çadırlarından ve gemilerinden aceleyle çıkıp tekrar meydana geldiler, bir uğultuyla, hani kıyıya çarpan dalgaların ve gürültüyle çalkalanan bir denizin sesi nasılsa.
Herkes yerlerini alıp tek tek oturdu, ancak Thersites hâlâ küstahça konuşmalarına devam etti; çok konuşan bir adamdı ve hepsi de münasebetsizce, fesatlık tüccarlığı yapar, makam sahiplerine dil uzatırdı, söylediği hiçbir şeye aldırmayarak Akhaları kahkahalara boğardı. Şimdiye kadar Truva’ya gelen en çirkin kişiydi; çarpık bacaklı, bir ayağı aksak, omuzları yuvarlak ve sırtı da kamburlaşmıştı. Kafası sivrice ancak tepesinde çok az saç vardı. En fazla Aşil ve Odysseus ondan nefret ederdi, çünkü en çok onlarla dalaşmayı alışkanlık hâline getirmişti. Ancak şimdi tiz öten sesiyle Agamemnon’a ağız dolusu küfürlerine başlamıştı. Akhalar öfkeli ve tiksinmişti, ancak o yine de Atreusoğlu’na uzun uzun sataşmaya devam etti.
“Agamemnon!” diye bağırdı, “Gene ne rahatsız eder seni, daha fazla ne istersin? Çadırların tunç ve güzel kadınla doludur, zira ne zaman bir şehri ele geçirsek seçmesini sana veririz. Daha da fazla altın mı istersin, kimi Truvalının oğlu için kurtulmalık olarak sana getirdiklerinden, ne zaman ben veya başka bir Akhalı esir olarak ele geçirsek? Yahut saklayıp, düşüp kalkacak başka bir genç kız mı? Akhaların kralının onlara bu kadar dert getirmesi iyi değildir. Zayıf korkaklar, adam değil kadın demeli size, haydi eve doğru yelken açalım ve bu adamı Truva’da bırakalım da kendi onur ödülünün üstüne otursun, görsün onun hizmetinde miyiz değil miyiz? Aşil ondan daha iyi bir adamdır ki ona nasıl davrandığını gördünüz -ödülüne el koyup kendine sakladı. Aşil ise uysalca davranıp kavga çıkarmadı. Eğer çıkarsaydı, Atreusoğlu, sen onu bir daha hor göremezdin!”
Böyle ağzına geleni söyledi Thersites fakat Odysseus hemen yanına gidip onu bir güzel payladı. “Düşünmeden konuşan diline dikkat et, Thersites!” dedi. “Ve bir kelime daha etme. Arkanda adam yokken krallara çıkışmaya kalkma. Atreusoğulları ile Truva’ya gelen adamlar içinde senden daha alçak bir yaratık yok. Krallar hakkındaki bu gevezeliği bırak ve ne küfür et onlara ne de eve gitmek konusunda ısrar et. Her şeyin nasıl olacağını henüz bilmiyoruz, Akhaların güzel başarılarla mı yoksa dertlerle mi döneceğini. Sen hangi cüretle Agamemnon’la alay edersin, Danaolar birçok hediye ile onu ödüllendirdi diye? Sana söylüyorum, bu nedenle -ki şüphen olmasın bundan- eğer ki bir daha böyle saçmalıklar söylediğini duyarsam ya kendi başımı verip bundan böyle Telemakhos’un babası olarak anılmayacağım ya da seni alıp anadan doğma soyacağım ve meydandan dışarı döverek atacağım, ta ki gemilere kadar ağlaya ağlaya gidene dek.”
Böyle deyip asası ile sırtına ve omuzlarına vurdu, ta ki Thersites yere düşüp gözlerinden yaşlar akıncaya dek. Altın kakma sırtında kanlı bir şiş bıraktı, ardından korkmuş ve acı içinde oturdu, gözlerinden yaşları sildikçe gülünç görünerek. İnsanlar üzüldüler ona fakat gene de kahkahalarla güldüler ve kimisi yanındakine dönüp şöyle dedi: “Odysseus bundan evvel savaşta ve kurulda pek çok güzel işler yaptı, fakat bu adamın daha fazla boş konuşmasını engellemekten daha iyi bir iş yapmamıştı Argoslulara. Krallara daha fazla küstahlık etmeyecektir bundan böyle.”
İnsanlar konuştu işte böyle. Sonra Odysseus kalktı, elinde asa ile, Athena da haberci kılığında insanlara sessiz durmalarını söyledi, en uzaktakiler de onu duyup öğütlerini dinleyebilsinler diye. Odysseus da bütün samimiyeti ve iyi niyeti ile onlara şöyle seslendi:
“Kral Agamemnon, Akhalar seni insanlar arasında dile düşürmek isterler. Argos’tan çıktıklarında sana vermiş oldukları sözü unuttular, Truva şehrini yağmalayıncaya kadar dönmeyelim diye, çocuklar veya dul kadınlar gibi söylenip durur ve eve doğru yola çıkmak isterler. Şu da doğru ki ümitleri kırılacak kadar zorluk çektiler. Karısından bir ay bile ayrı kalmaya dayanamaz bir adam, güvertesinde rüzgârın ve denizin insafına kalmışken, ama şimdi biz burada kalalı dokuz koca yıl oldu. Bu sebepledir ki, Akhaları sabırsızlandıkları için suçlayamam. Yine de bu kadar uzun bir zamandan sonra eve elimiz boş gidersek kendimizden utanmalıyız -bu yüzden dostlar, birazcık daha sabırlı olun ki Kalkhas’ın kehanetlerinin doğru olup olmadığını öğrenebilelim. O zamandan bu zamana hayatını kaybetmeyen herkesin dün gibi veya daha evvelki gün gibi hatırlaması lazım, biz Priamos ve Truvalılarla savaşmak için o zamana kadar yolumuzda giderken, Akhaların gemileri Aulis’te kalıvermişti. Bir kaynağın çevresinde toplanıp kutsal sunağın üstünde tanrılara kurbanlar sunduk, güzel bir çınar ağacı vardı, altından duru bir su akıntısı gelen. Sonra bir mucize gördük, zira Zeus toprağın altından koca bir yılan gönderdi, sırtında kan kırmızı lekeler olan yılan sunağın altından çınar ağacına sıçradı. Orada yavru serçe kuşlar vardı yuvalanmış, oldukça küçük, en yüksek dalın üzerinde, yaprakların arasından görünüyorlardı; hepsi sekiz tane ve onları yavrulayan ana ile beraber dokuz. Yılan cıvıldaşıp duran bu zavallı yavruları yedi, yaşlı kuşsa yavrularına yana yana uçuştu. Fakat yılan ona doğru yaylandı ve o haykırırken kanadından yakaladı. Hem serçeyi hem de yavrularını yedikten sonra, onu gönderen tanrı alamete çevirdi onu, öyle ki kurnaz Kronosoğlu onu taş etti ve biz de orada oturup olan bitene şaşırdık. O zaman böyle korkunç bir belirtinin kurban merasimimizi yarıda kesmesini gören Kalkhas, hemen tanrının kerametini bildirdi. ‘Nedendir, Akhalar…’ dedi, ‘böyle nutkunuz tutuldu? Zeus bize uzun zaman sonra olacak ve gerçekleşmesi uzun sürecek olan, ancak ünü sonsuza dek sürecek olan bu işareti gönderdi. Yılan sekiz yavruyu ve onları doğuran serçeyi, ki toplam dokuz eder, yediği için biz de dokuz sene Truva’da savaşacağız, ancak onuncuda şehri alacağız.’ Buydu onun söylediği ve şimdi hepsi gerçekleşiyor. Bu yüzden, burada kalın hepiniz, ta ki Priamos’un şehrini alıncaya dek.”
Ardından Argoslular, gürültüleri gemiyi çepeçevre sarana dek bağrıştılar. Gerene’nin şövalyesi Nestor, onlara hitap etti sonra. “Yazıklar olsun size!” diye bağırdı. “Burada durmuş, çocuklar gibi konuşursunuz, erkek gibi savaşmanız gerekirken. Anlaşmamız nerede şimdi, nerede verdiğimiz yeminler? Kararlarımız ateşe mi atılmalı, tanrı şerefine sunduğumuz içkiler ve el sıkışmalarımızla beraber inancımızı teslim ettiğimiz? Burada konuşarak zamanımızı harcıyoruz ve bütün bu tartışmalarla hiçbir ilerleme kaydedemeyeceğiz. Bu yüzden, haydi ayağa kalk Atreusoğlu, sebat ettiğin amacın için. Argoslulara savaşta önderlik et ve bu bir avuç insanı da çürümeye bırak, Zeus’un doğru mu yalan mı söylediğini öğrenmeden önce, Argos’a dönmek için entrikalar çeviren, hem de boşu boşuna. Zira Kronos’un yüce oğlu elbet başaracağımız sözünü verdi, biz Argoslular Truvalılara ölüm ve yıkım getirmek için yelkenleri açınca. Bize olumlu bir işaret verdi, sağ tarafımızda şimşek çaktırarak. Bundan dolayı kimse gitmek için acele etmesin, önce bir Truvalının karısı ile yatmadan ve Helen’in uğruna çektiği zahmet ve acının intikamını almadan. Buna rağmen, eğer her kim tekrar evinde olmak için acele ederse, bırakalım gemisine el atsın da herkesin gözü önünde eceline kavuşsun. Ey kralım, önce düşün ve kulak ver bu öğüdüme, zira sözüm ihmal edilmemeli. Agamemnon, adamlarını kavimlere ve boylara göre ayır, böylece kavimler ve boylar beraberce durup birbirlerine yardım edebilir. Eğer böyle yaparsan ve Akhalar da sana uyarsa, komutanların ve askerlerin hangilerinin cesur, hangilerinin korkak olduğunu bulacaksın, çünkü birbirlerine karşı yarışacaklar. Böylece tanrının buyruğundan mı yoksa adamların korkaklığından mı şehri ele geçiremediğini de anlayacaksın.”
Agamemnon karşılık verdi: “Nestor, konuşmada Akhaoğullarını gene yendin. Zeus Baba, Athena ve Apollon tarafından verilseydi bana on tane daha böyle danışman bunların arasından, Kral Priamos’un şehri kısa zamanda ellerimize düşerdi ve biz de yağmalardık. Ancak Kronosoğlu bana gereksiz kavga ve çekişmelerle acı veriyor. Aşil ve ben bir kız için tartışıyoruz, ki ilk gücendiren bendim bu meselede. Eğer anlaşırsak yeniden, Truvalılar yıkımı bir gün dahi geciktiremeyecekler. Haydi, şimdi sabah kahvaltınızı alın da ordularımız savaşa başlasın. Bileyin mızraklarınızı iyice, hazır edin kalkanlarınızı, besleyin atlarınızı ve gözden geçirin dikkatlice savaş arabalarınızı, çünkü bütün bir gün boyunca cenk edebiliriz, hiç dinlenemeyebiliriz, bir an bile ta ki gece bizi ayırıncaya dek. Kalkanınızı tutan kayışlar terle sırılsıklam olacak omuzlarınızın üstünde, elleriniz mızraklarınızdan yorulacak, atlarınız arabaların önünde soluk soluğa kalacak ve eğer ki kavgadan kaçan veya gemide kalmaya çalışan bir adam görürsem ona kimse yardım edemez, kurda kuşa yem olur ancak.”
Böyle konuştu ve Akhalar tezahüratlarla bağırdı. Nasıl ki güney rüzgârından önce dalgalar yükselir ve yüksek bir burunda patlar, her yönden esen rüzgârın önüne katmasıyla çarpıp hiç durmadan boğuşarak, Akhalar da kalktılar ve her bir yönden gemilerine aceleyle gittiler. Ateş yakıp yemeklerini yediler, her biri bir başka tanrıya adak sunarak ve her birine dua ederek savaştan sağ salim çıkmak için. Erlerin kralı Agamemnon, yüce Kronosoğlu’na yağlı, beş yaşında bir sığır kurban etti ve krallar ile ordunun yaşlılarını davet etti. Önce Nestor ve Kral İdomeneus’u çağırdı, sonra iki Aias’ı ve Tydeus’un oğlunu, altıncı olarak da tanrılar gibi akıllı Odysseus’ı, ancak Menelaos kendiliğinden geldi, zira biliyordu kardeşinin ne çok meşgul olduğunu. Ellerinde arpa kırmalarıyla oturdular sığırın etrafında ve Agamemnon dua etti şöyle: “Zeus, en şanlı, en yüce, göklerde oturup kasırga bulutlarında dolaşansın! Bahşet bize güneşin batmamasını veya karanlığın çökmemesini, ta ki Priamos’un sarayı mahvolup, kapıları ateşle yanıp kül oluncaya dek. Kılıcımla Hektor’un göğsünün üstündeki zırhı delip geçmeyi nasip et ve bütün yoldaşlarının da etrafına cansız yığılıp, geberip gitmelerini.”
Bu şekilde dua etti, ancak Kronosoğlu duasını yerine getirmeyecekti. Kurbanı kabul etti ancak buna rağmen sıkıntılarını giderek artırdı. Dualarını bitirip kurbanın üzerine arpa kırmalarını serptikten sonra, başını arkaya kaldırıp kestiler ve sonra da derisini yüzdüler. Butlarını ayırdılar, iki kat yağla sardılar ve üzerine biraz çiğ et koydular. Bunları parça parça kütüklerin üzerinde pişirdiler, iç taraftaki etleri de şişe takıp pişmeleri için ateşe tuttular. Butlar pişince, içindeki etleri tattılar, kalanını da küçük parçalara kestiler, parçaları şişlere geçirdiler, pişene dek kızarttılar ve ateşten çektiler. İşlerini bitirip şöleni hazır edince yediler ve herkes kendi eşit payını aldı, böylece herkes memnun kaldı. Yeterince yiyip içince Gerene’nin kralı Nestor konuşmaya başladı. “Kral Agamemnon!” dedi. “Burada konuşup durmayalım ve tanrının elimize verdiği bu işi aksatmayalım. Haberciler insanları gemilerinde toplanmaya çağırsın. Biz de ordunun yanına gidip derhâl savaşı başlatalım.”
Böyle konuştu ve Agamemnon da sözlerini dinledi. Hemen insanları meydana toplamaları için habercileri etrafa yolladı. Onlar da çağırdılar ve insanlar da bunun üzerine toplandı. Atreusoğlu’nun etrafındaki komutanlar adamlarını seçip dizdiler, Athena ise ne eskimek ne ölüm bilen kıymetli kalkanını tutarak aralarında dolaştı. Saf altından yüz püskül sallanırdı kalkanda, hepsi ustaca örülmüş ve her biri yüz öküz değerinde. Bununla Akha ordusu içinde coşkuyla bir o yana, bir bu yana koşturdu, ilerlemelerini söyleyerek ve her birinin yüreğine cesaret koyarak, mücadele edip hiç durmadan savaşabilsinler diye. Böylece, savaş, gözlerine gemileriyle evlerine dönmekten daha tatlı göründü. Dağ başında büyük bir orman yangını nasıl şiddetlenir ve parlaklığı ta uzaklardan nasıl görünürse yürüdükçe zırhlarının pırıltısı da tanrının gök kubbesinde öyle parladı.
Kaystros’un sularının civarındaki ovalardaki muazzam kaz, turna veya kuğu sürüleri gibiydiler, oraya buraya kanat çırpan kuşlar nasılsa, öyle uçuşlarıyla iftihar ederek ve konarken bağrışarak ta ki çayırlar çığlıkları ile doluncaya dek. İşte böyle aktı birlikler gemilerden ve çadırlardan Skamandros’un ovalarına. Toprak, insanların ve atların ayaklarının altında çın çın çınladı. Çiçeklerle süslü çayırda bitişik bitişik durdular, yazın yeşeren yapraklar gibi.
Bahar zamanı kovalar sütle dolup taştığında çobanın evinin etrafında sayısız sinek sürülerinin uğuldaması gibi Akhalar da ovaya akın ettiler, Truvalılara saldırıp yok etmek için.
Komutanlar adamlarını bir o yana bir bu yana dizdiler savaş başlamadan önce, otlarken karışan sürülerine kolayca çekidüzen veren keçi çobanları gibi. Sonra aralarına girdi, Kral Agamemnon, gök gürültüsünün efendisi Zeus’unki gibi başı ve yüzü, Ares’inki gibi beli ve Poseidon’unki gibi göğsü ile. Ovadaki sürüye hâkim koca bir boğaya benzer şekilde, Zeus da Atreus’un oğlunu dizi dizi yiğitler arasında emsalsiz kıldı.
Olympos’ta oturan ey Musalar, şimdi söyleyin bana -zira siz tanrıçasınız ve her yerdesiniz, öyle ki her şeyi görürsünüz; bizse bir şey bilmez, sadece duyarız. Danaoların kralları ve komutanları kimdir? Sıradan askerlere gelince, öyle çoktular ki hepsinin tek tek isimlerini sayamam ben on tane dilim olsa, sesim kısılmasa ve kalbim tunçtan olsa bile, eğer ki ey Olymposlu Musalar, kalkan taşıyan Zeus’un kızları, siz onları bana saymadıkça. Ama bütün gemileri ve komutanları sayacağım yine de.
Peneleos, Leitos, Arcesilaus, Prothoenor ve Klonios, Boiotialıların komutanıydı. Bunlar Hyrie ve kayalık Aulis’te otururlardı ve Skhainos, Skolos ve Eteonos'un dağlık alanları ile Thespeia, Graia ve güzel şehir Mykalessos’a sahiptiler. Yanlarında Harmalılar, Eilesioslular, Erytraililar, Eleonlular, Hyleliler ve Peteonlular var; Okalee ve Medeo’da oturanlar var; sonra, Kopailılar, Eutreisliler ve bol güvercinli Thisbeliler; Koroneia’nın ve çimenli Haliartos’un insanları var; Plataia ve Glisas’ta, düzenli Hypothebai’da yaşayanlar, Poseidon’un meşhur korusu ile kutsal Onkheston’un insanları var sonra bağları bol Arne’de, Mideia’da oturanlar, kutsal Nisa ve denizin kıyısındaki Anthedon’da oturanlar var. Yüz yirmi delikanlı binmişti Boiotialılardan her gemiye ve bunlar elli gemiyle çıkmıştı yola. Ares’in oğulları Askalaphos ve İalmenos, Minyoların diyarı Aspledon ve Orkhomenos’ta yaşayan halkı yönettiler. Soylu bir bakire olan Astyokhe, onları Azeus’un oğlu Aktaros’un evinde doğurdu, zira çıkmıştı bir gün kadınlar katına ve Ares’le gizlice beraber olmuştu. Bunlardan otuz tane gemi gelmişti.
Phokislilerin başında yüce Naubolosoğlu İphitos’un oğulları Skhedios ve Epistrophos vardı. Bunlar Kyparissos, kayalık Pytho, kutsal Krisa, Daulis ve Panopeus’ta otururlar. Anemoerialılarla, Hyampolisler var yanlarında, Kephisos Nehri kıyılarında oturanlar, Kephisos’un kaynaklarında yaşayan Lilaialılar. Bunlar beraberinde kırk gemi ile geldi ve Boiotialıların yanında, sollarında birliklerini tanzim ettiler.
Oileusoğlu çevik Aias, Lokrislilere komuta etti. Telamon’un oğlu Aias kadar da iri yarı değil, ufak bir adamdı ve zırhı kendirdendi ancak mızrak atmada tüm Hellenleri ve Akhaları geçerdi. Bunlar Kynos, Opoeis, Kalliaros’ta otururlar; kentleri Bessa, Skarphe, güzel Augeiai’dır, Tarphe ve Boagrios Nehri yakınındaki Thronios’tur. Kırk kara gemiyle gelmişlerdi, Euboie’nin karşısında oturan Lokrislilerindi bu gemiler. Euboie’den gelen Abantlar ateş içindeler, kentleri Khalkis, Eiretria, asmalarıyla zengin Histiaia, denizin kıyısındaki Kerinthos ve kayaya tünemiş Dion’dur. Onlar Karystos ve Styra’da otururlar ve komutanları Ares’in soyundan Elephenor, Khalkodon’un oğlu ve tüm Abantların önderiydi. Onunla beraber geldi çevik ayaklı ve uzun saçlarını arkalarında toplayan cesur savaşçılar, düşmanlarının zırhlarını uzun dişbudak ağacından mızraklarıyla delmek için yanıp tutuşurlardı. Bunlardan kırk gemi geldi.
Yüce Erekhteus’un insanları güçlü şehir Atina’ya sahipti. Toprağın doğurduğu Erekhteus’u, Zeus’un kızı Athena besledi ve Atina’ya yerleştirdi, kendi zengin mabedine. Burada her yıl Atinalı gençler kurbanlık boğa ve koçlarıyla ona ibadet ederler. Komutanları Peteos’un oğlu Menestheus’tu. Savaş arabalarını ve yaya askerleri dizmekteydi; yaşayan hiçbir adam onunla boy ölçüşemezdi. Yalnızca Nestor rekabet edebilirdi, ondan daha yaşlı idi. Bunlardan kırk gemi geldi. Aias, Salamis’ten on iki gemi getirdi ve onları Atinalıların gemileri yanında yerleştirdi.
Argos’un ve sağlam duvarlı Tiryns’in yurttaşları, Hermione ve körfezin kıyısında Asine’de oturanlar, Troizenliler, Eionalılar ve bağlara sahip Epidauroslular, Aigina ve Mases’ten gelen Akhaoğulları; bunlar gür savaş naraları atan Diomedes ve meşhur Kapaneus’un oğlu Sthenelos tarafından komuta edilir. Bunlarla beraber komutada Talaosoğlu Kral Mekisteus’un oğlu Euryalos vardı. Ancak, Diomedes hepsinin komutanıydı. Bunlarla beraber seksen gemi geldi.
Sonra düzenli Mykene’in insanları gelir, zengin Korinthoslular ve güzel Kleonailılar, Orneiai’da, Araithyree’de oturanlar ve Adrestos’un ilk kral olduğu Sikyon’da oturanlar, Hyperesie’nin, yüksek Gonoessa’nın insanları, Pelleneliler, Aigionlular, tekmil Aigialos’ta, geniş Helike dolaylarındaki kişiler. Bunlar Atreusoğlu Kral Agamemnon kumandasında yüz gemi gönderdiler. Hepsi arasında birlikleri en iyi ve sayıca en fazla olandı ve ortalarında da parıldayan tunç zırhı içinde tüm ihtişamıyla kralın kendisi duruyordu -yiğitler içinde en önde geleni- zira o en büyük kraldı ve sayıca en fazla adama sahipti.
Sonra Lakedaimon’da oturanlar, dağ eteklerinde yayılarak, Pharis, Sparta, güvercinlerin buluşma yeri Messe ile Bryseai, Augeia, Amyklai ve deniz kıyısındaki Helos’un insanları, Laas, bir de Oitylos’takiler vardı. Bunlar, Agamemnon’un kardeşi gür savaş naraları atan Menelaos tarafından yönetildi ve diğerlerinden ayrı dizilmiş altmış gemiydi. Aralarına heves içindeki Menelaos’un kendisi gitti adamlarına dövüşmeleri için telkin vermeye, zira Helen’in uğruna çektiği zahmet ve acının intikamına hasretti.
Pylos’ta, Arene’de ve Alpheios Nehri’nin geçtiği yerde, Thryos’ta, güzel Aipy’de, Kyparesseis ve Amphigeneia’da, Pteleos, Helos ve Dorion’da oturanlar. Musalar buluşmuşlardı eskiden Dorion’da, keseceklerdi Trakyalı Thamyris’in şarkısını. Oikhalia’dan gelmişti Thamyris, Oikhalialı Eurytos’un yanından; kendine güvenip övünüyordu, şarkı söylemede Musalardan dahi üstün çıkacağını söylüyordu. Bunun üzerine, Musalar sinirlendi ve onu kör etti. Tanrısal şarkıyı elinden aldılar ve çalgı çalmayı unutturdular ona. Başlarında Gerene’nin şövalyesi Nestor vardı ve doksan gemiyi dizmişti oraya. Yüksek Kyllene Dağı eteğinde oturan Arkadialılar var sonra, Aipytos’un mezarı yanında oturan bu adamlar teke tek dövüşte ustadır, onlar Pheneos’ta, sürüleri bol olan Orkhomenos’ta, Ripe, Stratie ve rüzgârlı Enispe’de otururlar; kentleri Tegee, güzel Mantinee, Stymphelos ve Parrasie’dir. Kumandanları Ankaiosoğlu Kral Agapenor’du ve altmış gemileri vardı. İyi asker olan birçok Arkadialı doluşup geldiler her birine, ancak denizleri geçecek gemileri onlara Agamemnon verdi, zira onlar denizci insanlar değillerdi.
Sonra da Buprasion ve Elis’te oturan adamlar var, yerleri Hyrmine ile deniz kıyısındaki Myrsinos ve Olenie kayalığı ile Alesion arasına konumlanmıştır. Bunların dört lideri vardı ve her birinin de onar gemisi, güvertelerinde de birçok Epeolular; bir takımına Amphimakhos ve Thalpios -biri Kteatos’un oğlu, diğeri Eurytos’un-komuta eder ikisi de Aktor ırkından. Diğer ikisi Amorynkheus’un oğlu Diores ve Augeiasoğlu Kral Agathenes’in oğlu olan Polykseinos.
Dulikhion’da denizaşırı Elis’in karşısında kutsal Ekhinai adalarında oturanlar gelir. Bunlar Ares’in dengi Meges’tir önderleri, Zeus tarafından sevilen yiğit Phyleus bir zamanlar babası ile tartışıp Dulikhion’a yerleşmişti. Onunla kırk gemi geldi.
Cesur Kephallenleri Odysseus komuta ediyordu, İthake’de, ormanlık Neriton Dağı’nda, Krokyleia ve sarp Aigilips’te otururlar. Samos ve Zakynthos da onlarındır, kimi içerlerde kimi adalara karşı kıyılarda oturur. Bunlar Zeus gibi akıllı Odysseus tarafından yönetiliyordu ve onunla on iki gemi geldi.
Aitolialılara Andraimon’un oğlu Thoas kumandanlık ediyordu. Bunlar, Pleuron, Olenos, Pylene ve denizin kenarındaki Khalkis ve kayalık Kalydon’da otururlar. Kral Oineus’un yaşayan oğlu olmadığı ve kendi de öldüğü için, aynı şekilde altın saçlı Meleagros da, Thoas Aitolialıların kralı yapıldı. Thoas’la beraber kırk gemi geldi.
Meşhur mızrağıyla ün salmış İdomeneus var Giritlilerin başında. Bunlar, Knossos ve duvarlarla çevrili Gortyn’de, Lyktos, Miletos ve kireçli Lykastos’ta otururlar. Phaistos ve Rytios en güzel şehirleridir. Yüz kentli Girit’in insanları var bir sürü, hepsi İdomeneus’un buyruğunda, adam öldüren Enyalios’la tanrıya denk Meriones’in buyruğundalar. Bunlarla da seksen gemi geldi.
Heraklesoğlu, hem cesur hem soylu Tlepolemos, Rodos’tan dokuz gemi dolusu yiğit savaşçı getirdi. Üç sıraya dizilen bu Rodoslular; Lindoslular, İelysoslular, sütbeyaz Kameiroslular idi. Astyokhe ve Herakles’in oğlu Tlepolemos’un buyruğundaydılar. Tanrıların büyüttüğü delikanlıların şehirlerini yok edince Herakles, getirmişti Selleis Irmağı kenarındaki Ephyre’den Astyokhe’yi. Ancak Tlepolemos büyüdüğünde, kendi zamanında meşhur bir savaşçıyken yaşlanmış olan babasının dayısı Likymnios’u öldürdü. Sonra kendine donanma kurdu, pek çok insanı topladı ve uzak denizlere kaçtı ancak Herakles’in diğer oğulları ve torunları tarafından kovalandı. Çok zorluk çektiği bir seferden sonra, Rodos’a geldi. Burada insanlar üç topluluğa bölündüler soylarına göre ve hem tanrıların hem de insanların efendisi Zeus tarafından çokça sevildiler, bundandır ki Kronosoğlu onlara büyük bolluk gönderdi.
Nireus da Syme’den üç gemi getirmişti -Kral Kharops ile Agleie’nin oğlu- İlyon’a gelen tüm Danaolar arasında Peleusoğlu’ndan sonra en yakışıklı adamdı- ancak gücü olmayan biriydi ve az adamı vardı.
Nisyros, Krapathos, Kasoslulardaydı sıra şimdi, Eurypylos’un adası Kos’tan, Kalydnai adalarından gelenlerde. Heraklesoğlu Kral Thessalos’un iki oğlu Pheidippos ve Antiphos’tur önderleri. Bunlar otuz gemiyle geldi.
Pelasgların kenti Argos’ta oturanlarda sıra şimdi, Alos, Alope ve Treknis onlarındır. Myrmidon, Hellen ve Akhalar diye bilinen bu halk Phthie’de, güzel kadınlı Hellas’ta otururlar. Elli gemisi vardı Aşil’in komuta ettiği. Ancak savaşta yer almadılar, zira onların başında idare edecek kimse yoktu. İçerlemişti Aşil, Briseis yüzünden. Çünkü Lrynessos ve Thebai surlarını yıkmak için Selepiosoğlu Kral Euhenos’un oğulları Mynes ve Epistrophos’u vurmak için ne sıkıntılar çekmiş, Lrynessos dönüşü de o güzel saçlı kızı kendisine seçmişti. Aşil hâlâ kız için üzülüyordu, ancak yakında onlara tekrar katılacaktı.
Sonra Phylake ve çiçekli çayırların olduğu, Demeter Tanrıça’nın korusu Pyrassos’ta, koyunları bol İton, deniz kıyısındaki Antron ve çayırlar üzerindeki Pteleos’ta yaşayanlar vardı. Cesur Protesilaos hayattayken önderleriydi, ancak şimdi kara toprağın altında. Ardında Phylake’de yanaklarından acıyla yaşlar boşanan karısını bıraktı ve yarım kalmış bir saray. Truva toprağına Akhalar arasında en önde ayak bastığı sıra, bir Dardanoslu savaşçı tarafından öldürüldü. Halkı önderlerine yas tuttuysa da lidersiz kalmamışlardı, çünkü Ares’in soyundan Podarkes onları idare etti. O, Phylakes’un oğlu olan bol koyun sürüsüne sahip İphiklos’un oğlu idi ve Protesilaos’un küçük kardeşi. Ama Protesilaos ondan hem daha büyük hem de daha yiğitti. İnsanlar lidersiz değillerdi ama kaybettikleri önderlerine de matem tuttular. Onunla kırk gemi geldi.
Boibeis Gölü’nün yakınındaki Pherailılar gelir, Boibe, Glaphyrai ve düzenli İaolkos illerinde oturanlar. Pelias kızlarının en güzel kızı Alkestis’ten doğma ve Admetus’un oğlu Eumelos on bir tane gemisiyle önderiydi onların.
Sonra Methone ve Thaumakie’de, Meleboia’da ve sarp Olizon’da yaşayanlar gelir. Bunlar becerikli okçu Philoktetes tarafından yönetildi ve yedi gemileri vardı, her birinde hepsi iyi okçular olan elli kürekçi de. Ancak Philoktetes, Limni Adası’nda acılar içinde yatıyordu, Akhaoğullarının onu bıraktığı yerde zira zehirli bir su yılanı tarafından ısırılmıştı. Orada hasta ve üzgün yatarken pek yakında Argoslular onu çok özleyeceklerdi. Halkı onun yokluğunu çok hissetseler de lidersiz değildiler zira Rhene’nin Oileus’tan doğurduğu gayrimeşru oğlu Medon onları hizaya dizdi.
Trikkeliler, kayalık bölge İthome ile Oikhalieli Eurytos’un şehri Oikhalie’de yaşayanlar da vardı. Bunlar Asklepios’un iki oğlu tarafından komuta ediliyorlardı, şifa alanında yetenekli Podaleirios ve Makhaon. Bunlarla da otuz gemi geldi.
Bir de Ormenion’da, Hypereia Pınarı başında, Asterion’da ve ak zirveli Titanos’ta oturanlar var. Bunlar Euaimon’un oğlu Eurypolos tarafından komuta ediliyordu ve kırk gemiyle geldiler.
Argissa, Gyrtone, Orthe, Elone ve beyaz şehir Oloosson’da oturanların lideri cesur Polypoites’ti. Zeus’un oğlu olan Peirithoos’un oğlu idi zira Hippodameia onu Peirithoos’a doğurmuştu, kıllı dağ azmanlarından öcünü alıp onları Pelion Dağı’ndan Aithikler’e doğru sürdüğü gün. Ancak Polypoites komutada tek başına değildi, çünkü Ares’in soyundan Kaineusoğlu Koronos’un oğlu olan Leonteus da onunla birlikteydi. Kırk gemiyle geldiler.
Guneus yirmi iki gemi getirmişti Kyphos’tan. Onunla gelenler, Ainienler ve yiğit Peraibolar, soğuk Dodone’de yurt kurmuşlar. Bir de Titaresis Irmağı’nın kıyılarını işleyenler var, Peneios’a dökülür bu ırmağın suyu, onun gümüş akıntılarına karışmaz ama yağ gibi üzerinden kayar gider; korkunç antlara tanık Styks Irmağı’nın koludur o.
Magnetlerin komutanı Tenthredon’un oğlu Protheos’tu. Bunlar Peneios Nehri ve Pelion Dağı civarında otururlardı. Çevik ayaklı Protheos liderleriydi ve onunla kırk gemi geldi.
Bunlar Danaoların komutanları ve önderleri idi. O zaman ey Musa, say bana şimdi de Atreusoğullarıyla gelenler arasında en iyi atları ve erleri.
Atlardan, Pheresoğlu’nunkiler en iyi atlardı. Bunlar Eumelos tarafından sürülünce kuşlar kadar hızlıydılar. Aynı yaş ve renkte, boyda da tamamen uyumlu. Gümüş yaylı Apollon onları Pierie’de yetiştirdi, ikisi de kısrak ve savaşta Ares kadar korkutucu. Erler içinde Telamon’un oğlu Aias en üstündü ama Aşil’in öfkesi sürene dek. Zira Aşil ondan çok daha üstündü ve daha iyi atları vardı. Ancak Aşil şimdi gemilerinde uzakta duruyordu, Agamemnon’la olan kavgası yüzünden ve adamları da deniz kenarında zaman öldürdü, disk atarak, mızrak atarak ve okçuluk yaparak. Atları kendi arabaları yanında durdu, nilüfer çiçeği ve yaban kerevizi yiyerek. Arabalar ise efendilerinin çadırlarının yanında öylece dururlar, sımsıkı bağlı. Onları sürenlerse liderleri olmadığı için ordunun etrafında, orada burada gezindi ve savaşmaya gitmedi.
Ordu böylece şiddetli bir ateş gibi ilerledi ve altlarındaki toprak inledi, aynı gök gürültüsünün efendisi Zeus, Arimos dağlarında kızmıştı Typheus’a, Typheus’un ini oradadır derler, şimdi de Zeus kamçılıyordu o toprağı o günkü gibi. Onlar hızla giderken de ovada, toprak altlarında öyle inledi işte.
Şimdi rüzgâr kadar hızlı İris, Zeus tarafından Truvalılara kötü haberi vermesi için gönderildi. Genci yaşlısı toplandı Priamos’un kapılarında ve İris Priamos’un oğlu Polites’in sesi ile konuşarak Priamos’a yaklaştı. Ayağı hızlı Polites Akhaların herhangi bir hücumunu gözetlemek için Truvalıların gözcüsü olarak eski Aisyetes’in mezarının bulunduğu höyüğün tepesinde duruyordu. Ona benzeterek konuştu İris, dedi ki: “İhtiyar, boşuna konuşursun sanki barış zamanı gibi, savaş kapıdayken. Pek çok savaş gördüm, ancak şimdi gelen ordu gibisini hiç görmedim. Şehre saldırmak üzere ovayı aşıyorlar, yapraklar gibi çok, denizdeki kum gibi. İşte sana söylüyorum Hektor, dediğimi yap. Priamos şehrine uzak şehirlerden gelip çeşitli diller konuşan pek çok müttefikimiz yayılmıştır. Bu yüzden her kumandan kendi adamlarına emir verip onları teker teker sıraya dizsin ve savaşa doğru yol alsınlar.”
Böyle konuşunca Hektor onun tanrıça olduğunu anladı ve hemen toplantıyı dağıttı. Erler silahları kapıp gitti, bütün kapılar açıldı ve insanlar çıktı dışarı atla ve yaya, çok büyük bir gürültü içinde.
Şehrin karşısında yüksek bir tepe vardır, ovanın içinde yükselen kendi başına. İnsanlar ona Batieia der, ölümsüzlerse onun kıvrak Myrrhine’nin mezarı olduğunu bilir. Burada Truvalılar ve müttefikleri birliklerini dizdiler.
Priamos’un oğlu parlak miğferli ulu Hektor Truvalıları komuta etti ve fazla sayıda ve savaş için sabırsızlanan en yiğit erler onunlaydı.
Dardanialıların başında cesur Aeneas vardı, Afrodit, tanrıça olmasına rağmen İda Dağı'nın eteklerinde Ankhises'le beraber olup, onu doğurmuştu. Yalnız değildi Aeneas, zira Antenor’un iki oğlu Arkhelokhos ve Akamas yanındaydı, her ikisi de savaş sanatında usta.
İda Dağı’nın ta dibinde Zeleia’da oturanlar vardı, Aisepos’un kara sularını içen ve Truva soyundan olan güçlü adamlar bunlar, Lykaon’un oğlu Pandaros var başlarında, ki ona yay kullanmayı Apollon öğretmişti.
Adresteia ve Apaisos ülkesinde oturanlar gelir sonra, Pityeia ve Tereie’nin sarp eteklerinde oturanlar, başlarında kendirden zırh giymiş Adrestos ve Amphios var. Her türlü falcılığı bilen Perkoteli Mereops’un oğullarıydılar. Mereops onlara savaşta yer almamalarını söyledi, zira kara ölüm tanrıçaları onları sürüklüyordu, ancak onu dinlemediler.
Perkote ve Praktios’ta oturanlar gelir sonra, Sestoslular, Abydoslular ve Arisbe’nin yurttaşları, başlarında Hyrtakes’in oğlu cesur kumandan Asios vardı. Selleis Irmağı kıyılarından, Arisbe’den, güçlü, doru atların getirdiği Hyrtakesoğlu Asios. Bereketli Larissa’da oturan Pelasglı mızrakçıların birliğine Hippothoos önderlik eder, başlarında Ares’in soyundan Teutamosoğlu Lethos’un oğulları Hippothoos ve Pylaios var.
Akamas’la yiğit Peiroos var Trakyalıların başında, hızla akan Hellespontos çevirir topraklarını.
Kikonlu mızrakçıların lideri Keadesoğlu Troizenos’un oğlu Euphemos’tu.
Yeryüzünde en güzel akan nehir olan Aksios Nehri’nin geniş kıyılarındaki Amydon’dan gelen Paionlu okçulara Pyraikhmes komuta etti.
Paphlagonialılar, sürülerce katırın başıboş koşturduğu Enet’ten gelen yiğit Pylaimenes tarafından kumanda ediliyordu. Bunlar Kytoros ve kırsalla çevrili Sesamos’ta otururlar, Parthenios Irmağı çevresinde kurmuşlardır ünlü saraylarını, kentleri Kromna, Aigialos ve yüksek Erythinoi’dur.
Odios ve Epistrophos, gümüş yataklarının olduğu uzak Alybe’den gelen Alizonları komuta ediyordu.
Khromis ve kâhin Ennomos Mysialıların başındadır ancak kâhinlikteki becerileri onu ölümden kurtaramaz, zira nehirde hızlı Aiakos’un torunu onu öldürecek, diğer Truvalıları da öldüreceği gibi.
Phorkys ve soylu Askanios uzak diyar Askania’dan gelen Phrygialıları yönetti ve her ikisi de savaş için yanıp tutuşuyorlardı.
Gygaie Gölü Tanrıçası’yla Talaimenes’in oğulları Mesthles ve Antiphos Maionialıları komuta etti. Tmolos Dağı’nın eteklerinde büyümüş Maionailıların önderiydiler.
Nastes, kaba konuşan Karialıları yönetir. Bunlar, Miletos’ta otururlar, bol yeşilliğiyle Phthiron Dağı’nda, Maiandros kıyılarında, yüksek doruklu Mykale’nin eteğinde. Nomion’un cesur oğulları Nastes ve Amphimakhos’tur önderleri. Amphimakhos, savaşa üzerinde altınlarla geldi, ancak öyle budala ki altınları onu kurtarmaya yetmeyecek zira Aiakos’un çevik torunu tarafından nehirde öldürülecek ve altınlarını da Aşil alacak.
Sarpedon ve Glaukos komuta eder Lykialıları, uzak Lykia ülkelerinden gelmişler, girdaplı Ksanthos’tan gelmişler.
KİTAP III
Her bir bölük kendi komutanı yanında sıralandıktan sonra, yabani kuşlar veya turnalar nasıl uçarlarsa göklerde bağırarak, yağmur ve kış onları Pygmelere ölüm ve felaket getirmek üzere Okeanos’un akıntılarına sürüklediği ve uçarken birbirleriyle dalaştıkları zaman, Truvalılar da işte öyle ilerlediler. Ancak Akhalar sessizce, yürekleri çarparak yürüdüler ve birbirine yakın durmaya çalıştılar.
Güney rüzgârı dağ tepelerine, çobanlar için değil ama hırsızlar için iyi olan sis perdesini yaydığında, kimsenin bir taş atımlık yeri göremediği zamanlardaki gibi, onlar da ovada hızlandıkça ayaklarının altından öyle toz yükseldi.
Birbirlerine yaklaştıklarında, Paris Truvalıların tarafından bir kahraman gibi öne çıktı. Omuzlarında pars derisi, yayı ve kılıcı vardı ve Akhaların en cesurunun onunla teke tek dövüşmesi için meydan okumak maksadıyla ucu tunçtan iki mızrağı salladı. Menelaos onun safların önüne öyle uzun adımlarla geçtiğini görünce memnun oldu; bir aslanın, köpekler ve delikanlılar üzerine çullansalar bile, bir keçi veya boynuzlu geyik gördüğünde yanıp tutuşarak hemen oracıkta yalayıp yutması gibi. Menelaos, Paris’i gördüğüne memnun oldu, çünkü ondan intikam almak istiyordu. Bu yüzden fırladı arabasından silahlarıyla.
Paris, Menelaos’un öne çıktığını görünce ürktü ve ölüm korkusundan adamlarının arkasına sığındı. Bir kimse nasıl dağ başında birdenbire bir yılan görünce korkuyla gerileyip ürperir ve beti benzi atıverirse Paris de Truvalı savaşçıların içine öyle dalıverdi, Atreusoğlu’nun görüntüsünden dehşete kapılmış olarak.
Hektor onu azarladı. “Paris!” dedi, “Alçak Paris, bakması güzel ancak kadın düşkünü ve yalancısın, keşke hiç doğmamış olsaydın veya evlenmeden ölseydin. Ne baş belası olurdun o zaman ne de yüz karası. Akhalar bizimle dalga geçip demeyecek mi bir kahraman gönderdiler güzel görünüşlü ama ne aklı ne de cesareti var! Yoldaşlarını toplayıp enginleri aşmadın mı? Savaşçıların biriyle evli güzel kadını ta uzaklardaki vatanından taşıyıp getirmedin mi; babana, şehrine ve tüm ülkene acı, fakat düşmanlarına sevinç ve kendine sefil bir utanç getirmedin mi? Şimdi ise Menelaos ile karşılaşmaya cesaret edemiyorsun ha! Karısını çaldığın adamın ne menem bir adam olduğunu gör! Lirin ve aşk numaraların, alımlı buklelerin ve güzel hediyelerin nerede olacak bakalım, onun önünde toz içinde yatarken? Truvalılar yüreksiz insanlar, yoksa çoktan onlara yaptığın yanlışlar için taşlarlardı her bir tarafını.”
Paris cevap verdi: “Hektor, beni azarlamaya hakkın var. Bir gemi ustasının kullandığı, kütüğünü istediği gibi yardığı balta kadar sertsin. Onun elindeki balta nasılsa senin küçümsemenin şiddeti de öyle sert. Yine de beni altın Afrodit’in verdiği hediyeler için iğneleme, onlar çok değerli, hiç kimsenin küçümsemesine de izin verme çünkü tanrılar onları istediklerine verirler, isteyenlerin keyfine göre değil. Eğer benim Menelaos ile dövüşmemi istersen, Truvalı ve Akhalara yerlerini almalarını söyle, ikimiz ortada Helen ve onun serveti için savaşalım. Kim galip gelirse ve daha iyi bir adam olduğunu kanıtlarsa kadını ve ona ait ne varsa alsın evine götürsün, ancak diğerleri de barış için kutsal bir anlaşmayla yemin etsin, öyle ki Truvalılar Truva’da kalırken, diğerleri de Akhaların vatanı Argos’taki evlerine geri dönsün.”
Hektor bunu duyunca memnun oldu, Truvalı birliklerin arasına gitti onları durdurmak üzere mızrağının ortasından tutarak ve hepsi emri üzerine oturdu. Ancak Akhalar taşlarla ve oklarla nişan aldılar ona, ta ki Agamemnon onlara şöyle bağırıncaya dek, “Durun Argoslular, atmayın Akhaoğulları! Hektor konuşmak ister.”
Onlar da nişan almayı bırakıp öylece kalakaldılar, Hektor konuştu bunun üzerine. “Benden duyun…” dedi, “Truva ve Akhalılar, uğruna savaş yaptığımız Paris’in ne dediğini. İster ki Truvalılar ve Akhalılar silahlarını yere koysun, o ve Menelaos ortanızda Helen ve serveti için dövüşürken. Kim galip gelirse ve daha iyi bir adam olduğunu kanıtlarsa kadını ve ona ait ne varsa alsın evine götürsün, ancak diğerleri de barış için kutsal bir anlaşmayla yemin etsin.”
Böyle konuşurken o, hepsi sessizce dinlediler ta ki gür savaş naraları atan Menelaos onlara hitap edene dek. “Şimdi de…” dedi, “beni dinleyin, zira en dertli olan benim. Bence Akhalılar ve Truvalılar ayrılsın hemen, Paris’le olan kavgam ve bana yaptığı yanlış yüzünden ne kadar acı çektiğinizi bildiğim için böyle olsun. Bırakalım ölmesi gereken ölsün ve diğerleri artık daha fazla savaşmasın. O zaman iki koyun getirin, beyazı erkek ve karası dişi olan, biri Toprak biri Güneş için, biz de Zeus için üçüncüsünü getireceğiz. Üstüne de Priamos’u çağırın da andı kendi etsin, zira oğulları zorba ve güvenilmez, sonra Zeus’a yapılan yeminler de çiğnenmesin ve boşa gitmesin. Delikanlıların başında yeller eser, fakat yaşlı adam önüne arkasına bakar, her iki taraf için de en adil olanı göz önüne alır.”
Truvalılar ve Akhalılar bunu duyunca sevindiler, zira artık savaşın biteceğini düşündüler. Arabalarını saflara doğru çektiler, üzerlerinden indiler ve silahlarını yere bıraktılar, ordular da biri diğeri yanında aralarında pek az boşluk kalarak durdular. Hektor, koyunları getirmeleri ve Priamos’a da gelmesini rica etmeleri için iki haberci gönderdi, bu arada Agamemnon Talthybios’a gemilerden diğer koyunun getirilmesini söyledi ve o da Agamemnon’un dediğini yaptı.
Bu arada İris, Antenoroğlu’nun karısı olan görümcesi kılığında Helen’e gitti, zira Antenor’un oğlu Helikaon, Priamos’un kızlarının en güzeli Laodike ile evlenmişti. Odasında buldu onu büyükçe bir mor renkte kumaşı dokurken, üzerine Truvalılar ve Akhalılar arasındaki savaşı işliyordu, Ares’in onun uğruna başlarına getirdiği savaşı. İris ona daha da yakınlaşarak şöyle dedi: “Gel buraya evladım, gel de gör Truvalılarla Akhalıların akıl sır ermez işlerini. Şimdiye dek ovalarda mücadele ediyorlardı, savaş arzusuyla delirmiş bir şekilde, ancak şimdi kavgayı bıraktılar ve kalkanlarına yaslanıyorlar, mızraklarını yanlarına saplamış öylece oturuyorlar. Paris ve Menelaos senin için savaşacaklar ve sen de kim galip gelirse onun karısı olacaksın.”
Böyle konuşunca tanrıça, Helen’in yüreği eski kocasının, şehrinin ve ana babasının hasretiyle doldu. Başına beyaz bir örtü atıp aceleyle çıktı odasından ağlayarak, yalnız değildi ama iki hizmetçisi Pittheus’un kızı Aithre ve Klymene de onunlaydı. Doğruca batı kapılarına vardılar.
Halkın en yaşlıları Ukalegon ve Antenor, batı kapılarının oraya oturmuştu; Priamos, Panthoos, Thymoites, Lampos, Klytios ve Ares ırkından Hiketaon ile beraber. Bunlar savaşmak için çok yaşlıydı fakat çok güzel konuşan hatiplerdi ve ormandaki koca bir ağacın dallarında ince ince öten ağustos böcekleri gibi kulede oturuyorlardı. Helen’in kuleye doğru geldiğini gördükleri zaman, birbirlerine usulca şöyle dediler: “Böyle olağanüstü ve tanrısal güzellikteki bir kadın için Truvalılar ve Akhalıların bu kadar uzun zaman acıya katlanmalarına hayret etmemek gerek. Ancak, öyle olsa da bırakalım alıp gitsinler, yoksa bize ve bizden sonraki nesillere dert getirecek.”
Ancak Priamos yanlarına buyur etti sevecenlikle. “Evladım…” dedi. “Gel yanıma otur da eski kocanı, yakınlarını ve arkadaşlarını göresin. Seni hiç suçlamıyorum, senin değil, hep tanrıların yüzünden, onlar suçlanmalı. Akhalarla olan bu korkunç savaşı onlar getirdi. Söyle bana o zaman kimdir oradaki koca yiğit, çok ulu ve iri yarı? Ondan uzun adamlar gördüm ama onun kadar yakışıklı ve asil değillerdi. Bir kral olmalı mutlaka.”
“Efendim…” diye yanıtladı Helen, “Kocamın babası, gözümde aziz ve saygıdeğersin, keşke ölümü seçseydim, oğlunla buralara geleceğime, gelin odamdan, arkadaşlarımdan, sevgili kızım ve yoldaşlarımdan uzaklara. Ancak öyle olmadı, benim kısmetim gözyaşı ve acı. Senin soruna gelince, sorduğun yiğit iyi bir kral ve cesur bir savaşçı olan Atreusoğlu Agamemnon’dur, bir zamanlar kaynımdı benim.”
Yaşlı adam hayret içinde dedi ki: “Ne mutlu Atreus’un oğlu, güzel kısmetli evlat. Görüyorum ki sana tabi oldukça çok sayıda Akhalı var. Ben Phrygia’dayken çok atlı görmüştüm, Otreus ve Mygdon’un halkı Sakarya Nehri kıyılarında kamp kurmuşlardı.
Onların müttefiki olarak onlarlaydım, erkeklere denk Amazonlarla karşı karşıya geldiklerinde ama onlar bile Akhalar kadar çok değillerdi.”
İhtiyar sonra Odysseus’a baktı. “Söyle bana…” dedi, “Şu Agamemnon’dan bir baş kısa ama göğsü ve omuzları geniş olan adam kim? Silahı yerde duruyor ve safların önünde kol geziyor, sanki koyunları düzene sokan kocaman yünlü bir koç gibi.“
Helen de cevap verdi: “O Laertes’in oğlu Odysseus’tur, çok becerikli bir adamdır. Sarp İthake’de doğdu, kurnazlık ve ince hünerin her çeşidinde üstündür.”
Bunun üzerine Antenor dedi ki: “Çok doğru söyledin kadın. Odysseus bir kere buraya senin için elçi olarak gelmişti ve Menelaos da onunla birlikteydi. Onları kendi evimde ağırladım, bu sebeple ikisini de konuşmalarından bilirim. Orada toplanan Truvalıların huzurunda ayağa kalktıklarında, Menelaos daha geniş omuzluydu, ancak oturduklarında Odysseus’un daha asil bir duruşu vardı. Bir süre sonra mesajlarını dile getirdiler ve Menelaos’un konuşması akıcı bir biçimde oldu. Çok fazla bir şey söylemedi zira az ve öz konuşan bir adamdı ama çok açık ve net konuştu, ikisinin arasında genç olanı o olduğu hâlde. Odysseus ise konuşmaya kalktığında ilk başta sessizdi ve gözlerini yerden ayırmadı. Ne oynattı ne de zarifçe salladı asasını, öyle konuşmayı beceremeyen bir adam gibi dümdüz ve gergince durdu -onun sadece kaba bir adam veya aptal olduğunu sanabilirdiniz- ancak sesini yükselttiğinde ve kelimeler derin göğsünden yelin önündeki kar gibi çıktığında, ona dokunacak hiçbir adam yoktu artık ve kimse de neye benzediğini daha fazla önemsemedi.”
Priamos daha sonra Aias’ı gördü ve sordu: “Şu büyük ve heybetli savaşçı kimdir, başı ve omuzları diğer Argosluları aşan?”
“Bu…” diye yanıtladı Helen, “Koca Aias’tır, Akhaların kalesi. Onun yanında Giritlilerin arasında da tanrı gibi görünen İdomeneus duruyor, etrafını da Giritli önderler sarmış. Menelaos sık sık onu evimize misafir olarak aldı, Girit’ten bizi ziyarete geldiğinde. İsmini sayabileceğim pek çok diğer Akhalıyı da görüyorum, ancak ikisi var ki hiçbir yerde bulamıyorum, at eğiticisi Kastor ve güçlü dövüşçü Polydeukes. Onlar kendi annemin evlatları ve benim de öz kardeşlerim. Ya Lakedaimon’u hiç terk etmediler ya da gemilerini getirdikleri hâlde, onlara getirdiğim utanç ve ayıp yüzünden savaşta kendilerini göstermeyecekler.”
Bilmiyordu ki bu kahramanlar çoktan kendi toprakları Lakedaimon’da yerin altında yatıyordu.
Bu arada haberciler kutsal yemin adaklarını getiriyorlardı; iki koyun ve bir keçi tulumu içinde şarap, toprağın hediyesi. İdaios da karma kabını ve altın kâseleri getirdi. Priamos’a gidip dedi ki, “Laomedon’un oğlu, Truvalıların ve Akhaların uluları ovaya gitmeni ve kutsal andı vermeni rica ediyorlar. Paris ve Menelaos, Helen için teke tek dövüşecekler, sonuçta o ve serveti galip gelenle beraber gidecek. Barış için kutsal yemini etmemiz gerekiyor, böylece biz Truva’da kalırken, Akhalar Argos’a, Akhaların yurduna geri dönsün.”
Yaşlı adam bunu duyunca ürperdi, ancak yoldaşlarına atları arabaya koşmalarını söyledi ve onlar da hızlıca yerine getirdiler. Arabaya binip dizginleri ellerine aldı ve Antenor da yanına oturdu, sonra batı kapılarından ovaya doğru sürdüler. Truvalıların ve Akhaların saflarına geldiklerinde, arabadan inip ölçülü adımlarla iki ordunun ortasındaki alana ilerlediler.
Agamemnon ve Odysseus onlarla buluşmak için ayağa kalktı. Beraberindekiler yemin adaklarını getirdiler ve şarabı karma kabında karıştırdılar, önderlerin ellerine su döktüler ve Atreusoğlu kılıcının yanında duran bıçağı çekerek koyunların başından yün kesti. Hizmetkârlar Truvalı ve Akhalı ulular arasında bu yünü pay ettiler ve Atreusoğlu ellerini kaldırdı yukarı doğru, “Zeus Baba!” diye bağırdı, “İda’yı yöneten en şanlı hükümdar ve sen ey güneş, her şeyi gören ve duyan, toprak ve ırmaklar ve de siz yeraltındaki âlemlerde yeminlerini bozanları cezalandıranlar, bu anda tanık olup koruyun ki boşa gitmesin. Eğer Paris Menelaos’u öldürürse, bırakın Helen ve bütün servetini alsın, biz gemilerimizle eve doğru giderken. Ancak eğer Menelaos Paris’i öldürürse, Truvalılar Helen’i ve bütün varlığını geri versin, bir de Akhalara üzerinde anlaşılacak bir karşılık ödesinler ki bundan sonra doğacaklara ibret olsun. Eğer ki Paris öldüğünde Priamos ve oğulları bu karşılığı vermeyi reddederlerse ben de o zaman burada kalıp işi bitirinceye kadar dövüşeceğim.”
Konuşurken bıçağı ile kurbanların boğazlarını kesti ve soluklarını kesip ölmeye bıraktı toprağa, bıçak alıp götürürken güçlerini. Sonra karma kabından kâselere döktüler şarabı ve ebedî tanrılara dua ettiler, Truvalı ve Akhalılar birbirlerine şöyle diyerek, “En yüce ve ihtişamlı Zeus ve siz diğer ölümsüz tanrılar, yeminlerini ilk başta bozanların beyinleri -kendileri ve çocuklarının- bu şarap gibi yere aksın ve karıları da ele köle olsunlar.”
Böyle yakardılar, ancak Zeus onların dualarını şimdilik yerine getirmeyecekti. Sonra Dardanos’un torunu Priamos şöyle konuştu: “Dinleyin beni Truvalılar ve Akhalılar, şimdi ben rüzgârlı İlyon’a geri döneceğim. Oğlum ve Menelaos arasındaki dövüşü kendi gözlerimle görmeye dayanamam zira yalnızca Zeus ve diğer ölümsüzler bilir kimin öleceğini.”
Bunu söyledikten sonra, iki koyunu arabasına atarak koltuğuna yerleşti. Dizginleri eline aldı ve Antenor da yanına oturdu, sonra ikisi İlyon’a geri döndüler. Hektor ve Odysseus alanı ölçtüler ve kimin önce nişan alacağını bulmak için tunç miğferden kura çektiler. Bu arada, iki ordu ellerini havaya kaldırıp şöyle dua ettiler, “Zeus Baba, İda’yı yöneten en şanlı hükümdar, birbirimiz arasındaki bu kavgayı ilk getiren ölsün ve Hades’in evine girsin, diğerleri barış içinde olsun ve yeminlerimize sadık kalsın.”
Yüce Hektor başını yana çevirdi miğferi sallarken ve ilk Paris’in kurası dışarı fırladı. Sonra, güzel Helen’in kocası Paris güzel silahlarını kuşanırken diğerleri tek tek yerlerini aldılar, herkes kendi atının ve silahlarının durduğu yerin yanında. Önce iyi yapılmış baldır zırhlarını bacaklarına geçirdi ve gümüş kopçalarını bileklerine oturttu. Sonra kardeşi Lykaon’un zırhını giyindi ve kendi vücuduna tam oturdu. Gümüş kakmalı tunç kılıcını omuzlarına attı ve sonra da sağlam kalkanını. Güzel başına miğferini geçirdi, o iyi işlenmiş ve tepesinde tehditkâr bir şekilde sallanan at yelesinden tuğu bulunan miğferi. Eliyle de avucuna oturan heybetli mızrağını kavradı. Benzer şekilde Menelaos da kendi silahlarını kuşandı.
Silahları kuşandıktan sonra, her biri kendi adamları ile kuşatılmış olarak, korkunç görünümleriyle açık alana uzun adımlarla yürüdüler ve hem Truvalılar hem de Akhalar onları görünce dehşete düştüler. Ölçülen alanda birbirleri yanında durdular mızraklarını savurarak ve birbirlerine kızgın hâlde. Paris önce hedef alıp Atreusoğlu’nun yuvarlak kalkanına vurdu, ancak mızrak kalkana işlemedi ve ucunu büktü. Sonra Menelaos nişan aldı, Zeus Baba’ya dua ederek. “Kral Zeus!” dedi, “Hiç yoktan bana bela getiren bu adamdan intikamımı almamı sağla. Elimin altında ezmemi nasip et ki asırlar boyunca insanlar misafir olduğu evin sahibine fena işler yapmaktan çekinsin.”
Konuşurken mızrağını hazır etti ve Paris’in kalkanına doğru fırlattı. Kalkanı ve zırhı geçti mızrak ve gömleğini yan tarafından deldi, ancak Paris öbür tarafa dönüp hayatını kurtardı. Sonra Atreusoğlu kılıcını çekti ve miğferinin çıkık kısmına indirdi, fakat kılıç üç dört parçaya ayrılarak düştü ve göğe bakarak inledi Menelaos, “Zeus Baba, tüm tanrılar içinde sen en fenasısın, ben intikamımı alacağıma emindim, fakat kılıç elimde kırıldı, mızrağım boşa fırladı ve onu öldüremedim.”
Böyle diyerek Paris’in üzerine atladı, onu tolgasından yakaladı ve Akhalara doğru sürüklemeye başladı. Çenesinin altına giren miğferin kayışı nefesini tıkıyordu Paris’in, Menelaos onu büyük zaferine doğru sürüklemek üzereydi, eğer ki Zeus’un kızı Afrodit çabucak fark edip sığır derisinden kayışı kesmeseydi… Bu yüzden boş miğfer elinde kaldı. Miğferi Akhalar arasına, yoldaşlarına fırlattı ve tekrar mızrağıyla delip geçmek üzere Paris’e doğru atıldı, ancak Afrodit bir anda onu kaptı (bir tanrı bunu yapabilir), koyu bir bulutun arkasına sakladı ve yatak odasına getirip bıraktı.
Sonra Helen’i çağırmaya gitti ve onu Truvalı kadınlar etrafını sarmış olarak yüksek kulede buldu. O Lakedaimon’da iken ona yün kıyafetler hazırlayan, o zamanlar çok sevdiği yaşlı kadının kılığına girdi. Böylece gizlenerek, güzel kokulu elbisesinden çekip dedi ki: “Buraya gel, Paris yanına gitmeni istiyor, o kendi yatağında, güzelliği ile göz alıcı ve harikulade giyinmiş. Hiç kimse biraz önce dövüşten geldiğini düşünmez, bir oyuna gideceğini veya oyundan gelip oturduğunu düşünür.”
Bu sözlerle Helen’in yüreğini öfkeyle oynattı. Tanrıçanın güzelim gerdanını tanıdığında, hoş göğsünü ve ışıl ışıl parlak gözlerini, ona şaşkınlıkla baktı ve dedi ki: “Tanrıça, beni niye ayartmaya çalışırsın? Beni daha da uzakta Phrygia veya güzel Meionia’da bulduğun bir adama mı göndereceksin? Menelaos daha şimdi Paris’i yendi ve beni geri götürecek. Beni aldatmak için geldin buraya. Git kendin Paris’le otur, böylece de artık tanrıçalıktan çıkarsın, ayaklarının seni geri Olympos’a götürmesine sakın izin verme, onun için kaygılan ve ona iyi bak, seni onun karısı yapıncaya dek veya oldu olacak kölesi -fakat ben? Ben gitmeyeceğim, onu yatağına daha fazla çeşni olamam. Tüm Truvalı kadınların diline düşerim. Hem yüreğimde dinmez acılar var benim.”
Afrodit çok kızmıştı ve dedi ki: “Edepsiz kadın, beni kızdırma! Eğer kızdırırsan, seni kaderine bırakır ve seni sevdiğim kadar nefret de ederim. Truvalılar ve Akhalıları korkunç bir nefretle kışkırtırım ve seni berbat bir son bekler.”
Böyle deyince, Helen dehşete düştü. Örtüsünü üzerine sarıp sessizce yürüdü, tanrıçayı takip ederek ve Truvalı kadınlara fark ettirmeden.
Paris’in evine geldiklerinde, hizmetkârlar işlerinin başına geçti, ancak Helen odasına gitti ve gülmeyi seven tanrıça bir sandalye aldı ve onu Paris’e dönük olacak şekilde koydu. Bunun üzerine Helen, kalkan taşıyan Zeus’un kızı, oturdu ve göz ucuyla bakarak kocasına çıkışmaya başladı.
“Savaştan döndün demek…” dedi, “Keşke benim kocam olan o cesur adamın ellerinde öleydin. Eskiden Menelaos’tan daha güçlü bir adam olduğunu söyler övünürdün, git o zaman ve ona tekrar meydan oku -yok, yine de yapma- onunla teke tek dövüşme zira mızrağıyla çok geçmeden öleceksin.”
Paris cevap verdi: “Karım, beni serzenişlerinle sinirlendirme. Bu sefer Athena’nın yardımıyla Menelaos beni yendi, başka bir zaman ben galip geleceğim zira benim de tarafımda olan tanrılar var. Gel, seninle sevişelim şu yatakta. Şimdiye dek hiç böylesine sevgin dolmamıştı içime -seni Lakedaimon’dan kaçırdığımda ve uzaklara yelken açtığımızda bile- Kranai adasında aşk yatağımızda sohbet ettiğimizde bile, şimdiki gibi sana böyle vurulmamıştım.” Böyle deyip yatağa doğru ilerledi ve Helen de onunla gitti.
Böyle yatakta yattılar beraberce ancak Atreusoğlu kalabalık içinde uzun adımlarla yürüyerek her yerde Paris’i arıyordu ve ne Truvalılardan ne müttefiklerden hiç kimse onu bulamadı. Eğer görselerdi, onu saklamak niyetinde değillerdi zira hepsi ondan ölümden nefret ettikleri kadar nefret ettiler. Sonra erlerin kralı Agamemnon konuştu, şöyle diyerek: “Duyun beni Truvalılar, Dardanoslular ve müttefikleri. Zafer, Menelaos’undur. O yüzden Helen’i bütün servetiyle beraber geri verin ve üzerinde anlaşılacak bir karşılığı da ödeyin ki bundan sonra doğacaklara ibret olsun.”
Atreusoğlu böyle konuştu ve Akhalar onaylayarak bağrıştılar.
KİTAP IV
Şimdi de tanrılar Zeus’la beraber kurulda altın avluda otururken Hera içmeleri için nektar vererek aralarında dolaştı ve altın kupaları ile birbirleri şerefine kadeh kaldırırken aşağıya, Truva kentine baktılar. Kronosoğlu sonra Hera’ya sataşmaya başladı, onu kışkırtmak için onunla şöyle konuştu. “Menelaos’un…” dedi, “tanrıçalar içinde iki iyi dostu var, Argoslu Hera ve Alalkomeneli Athena, ancak onlar sadece öyle oturur ve bakarlar, bu arada Afrodit her türlü tehlikeye karşı korumak için her zaman Paris’in yanındadır. Elbette o Paris’i sadece sonu geldiğine emin olduktan sonra kurtardı zira zafer gerçekten de Menelaos’a aitti. Bütün bunlarla ilgili olarak ne yapmamız gerektiğini düşünmemiz lazım, onları yeni bir savaşa mı koyalım yoksa aralarında barış mı yapalım? Eğer ikincisine katılırsanız Menelaos, Helen’i geri alsın ve Priamos şehri içinde yaşam devam etsin.”
Athena ve Hera memnuniyetsizlik içinde mırıldandılar, yan yana oturup Truvalılar için fenalıklar düşünürken. Athena kaşlarını çattı babasına zira öfke içindeydi ancak yine de bir şey söylemedi fakat Hera kendini tutamadı. “Korkunç Kronosoğlu!” dedi, “Rica ederim, bütün bunların anlamı nedir, söyle? Benim çektiğim sıkıntı hiçbir şey için miydi ve akıttığım terim Priamos ve çocuklarına karşı insanları bir araya toparlarken? İstediğini yap ama diğer tanrıların hepsi senin kararını desteklemeyecek.”
Zeus kızarak cevap verdi: “Şeytan kadın, Priamos ve oğulları sana ne kötülük yaptılar da İlyon şehrinin yağmalanması için böyle öfkeyle bükülürsün? Sana hiçbir şey yetmez de duvarlarını aşıp Priamos’u oğulları ve diğer Truvalılarla beraber çiğ çiğ yemen mi gerekir? Öyleyse istediğin gibi yap ancak bu mesele aramızı iyice açacak bilesin. Şunu da söyleyeyim ve bu söylediğimi de kafana koy, eğer dostlarının bir şehrini yağmalamak istersem ben de bir gün, beni durdurmayacaksın. Kendi isteğim dışında üzülerek sana teslim oluyorum. Güneş ve göğün yıldızları altındaki tüm şehirler arasında, Priamos ve halkı ile beraber İlyon kadar saygı duyduğum başka bir şehir yoktu. Hak ettiğimiz hürmet olarak, ne eşit paylı şölenler sunağımdan eksik oldu ne de yanan yağların kokusu.”
“Benim gözde şehirlerim…” diye karşılık verdi Hera, “Argos, Sparta ve Mykene’dir. Ne zaman onlardan hoşnutsuz olursan yağmalayabilirsin. Onları savunmayacağım ve umursamayacağım. Yapsam bile ve seni durdurmaya çalışsam bile, hiçbir şey elde edemem zira benden çok daha güçlüsün. Ancak ben de tanrıyım ve seninle aynı soydanım. Kronos’un en büyük kızıyım ve sadece bu yüzden değil, senin eşin olduğum ve sen de tanrıların kralı olduğun için de saygıdeğerim. Öyleyse aramızda karşılıklı fedakârlık olsun ve diğer tanrılar da bize uysunlar. Athena’ya kavgada taraf tutmasını söyle ve bırak Truvalıların yeminlerini ilk bozanlar olmalarının ve Akhalara saldırmalarının yolunu bulsun.”
Tanrıların ve insanların babası kulak verdi onun sözlerine ve Athena’ya dedi ki, “Hemen git Truva ve Akha ordularına ve bir yolunu bulup Truvalıların yeminlerini ilk bozanlar olmalarını ve Akhalara saldırmalarını sağla.”
Athena’nın hep yapmaya heveslendiği işti bu, böylece fırladı Olympos’un en yüksek zirvelerinden aşağı. Kurnaz Kronosoğlu nasıl gönderirse denizcilere veya büyük bir orduya işaret olsun diye parlak bir meteor ve onun arkasında daha parlak ışıktan kuyruğu, işte gökte öyle parladı. Truvalılar ve Akhalılar şaşıp kaldılar gördüklerine ve kimisi yanındakine dönerek şöyle dedi, “Ya tekrar savaş ve dövüş sesleri olacak ya da savaşın efendisi Zeus aramızda barış sağlayacak.”
Böyle konuştular aralarında. Sonra Athena, Antenor’un oğlu Laodokos kılığına girdi ve Lykaon’un yiğit oğlu Pandaros’u bulmak üzere Truvalıların saflarına gitti. Aisepos kıyılarından buraya beraber geldiği gözü pek yiğitler arasında dururken buldu onu, yanına gidip şöyle dedi: “Lykaon’un cesur oğlu, sana bir şey desem yapar mısın? Eğer Menelaos’a bir ok göndermeye cesaret edersen, bütün Truvalılardan takdir ve teşekkür kazanacaksın özellikle de Paris’ten -ilk önce seni cömertçe mükâfatlandıracak olan o olurdu, eğer ki senin elinden çıkan bir okla öldürülen Menelaos’u cenaze ateşinin üzerinde görebilse. Haydi nişan al o zaman ve Lykialı Apollon’a dua et, sağlam şehir Zeleie’deki evine döndüğünde onun şerefine ilk kuzuları kurban olarak sunacağına ant iç.”
Budala yüreği ikna oldu ve yayını kılıfından çıkardı. Bu yay, bir kayadan atladığı sıra öldürdüğü yabani bir dağ keçisinin boynuzlarından yapılmıştı; ona pusu kurup göğsüne attığı bir okla öldürmüştü. Boynuzları on altı avuç uzunluğundaydı ve boynuz üstünde çalışan usta ondan bir yay yapmıştı, iyice düzelterek altın uçlar koymuştu. Pandaros yayı gerdikten sonra dikkatlice yere dayadı ve cesur adamları da kalkanlarını onun önüne tuttular, Akhalar üzerine saldırmasınlar Menelaos’u vurmadan önce diye. Sonra sadağın kapağını açıp içinden daha önce hiç kullanmadığı kanatlı bir ok aldı, ölüm acılarıyla yüklü. Oku kirişe yerleştirdi ve okçu Lykialı Apollon’a dua etti, sağlam şehir Zeleie’deki evine döndüğünde onun şerefine ilk kuzuları kurban olarak sunacağına ant içerek. Okun arkasını sığır derisinden kirişe yerleştirdi ve hem okun arkasını hem de kirişi göğsüne okun ucu yaya yanaşıncaya kadar gerdi. Sonra yay yarım daire şeklinde kavis olunca fırlatıp bıraktı ve yay tıngırdayıp kiriş yankılandı ok kalabalığın tepesinde uçup giderken.
Fakat kutlu tanrılar unutmadı seni Ey Menelaos, Zeus’un kızı, yağmanın güdücüsü, senin önünde ilk durandı ve keskin oku engelledi. Bir anne çocuğu tatlı tatlı uyurken bir sineği nasıl kovarsa üzerinden, o da oku etinden öyle kovdu. Çift zırhının üzerindeki kemerin altın tokasının bağlandığı bölgeye yönlendirdi, böylece ok onu sıkıca kavrayan kemere isabet etti. Bundan doğruca geçti ve iyi işçilikle yapılmış zırhtan da, cirit ve okları uzaklaştırmak için derisinin üzerine giydiği alttaki zırhı delip geçti, en çok bunun yararı dokunmuştu ancak buna rağmen ok onun içinden de geçti ve derisini sıyırdı, böylece yaradan akmaya başladı kan.
Nasıl Maionaialı veya Karialı bazı kadınlar, atlara avurtluk olması için bir parça fil dişini kızıla boyarsa, evinde saklamak üzere -pek çok atlı onu taşımak için hevesli olsa da krallara yaraşır bir süstür o- Ey Menelaos, senin biçimli baldırların ve güzel bileklerine kadar bacakların da kanla öyle boyandı.
Kral Agamemnon yaradan akan kanı görünce korktu, cesur Menelaos’un kendisi de öyle, ta ki okun ucunun yaranın dışında olduğunu görünceye kadar. Sonra gücü yerine geldi, fakat Agamemnon, Menelaos’un elini kendi elinin içinde tutarken derin bir iç çekti ve yoldaşları da hep beraber feryat etmeye başladı. “Sevgili kardeşim!” diye ağladı, “Demek bu anlaşmayı sen ölesin diye yaptım kardeşim! Truvalılar yeminlerini çiğnediler ve seni yaraladılar, lakin yeminler, koyunların kanı, sunulan içkiler ve itimadımızı verdiğimiz el sıkışmalar boşa gitmeyecek. Olympos’u yöneten hemen şimdi yerine getirmediyse eğer, bundan sonra yerine getirecek ve bunu pahalıya ödeyecekler hayatlarıyla, karılarıyla ve çocuklarıyla da. Güçlü İlyon’un mahvolduğu gün mutlak gelecek, Priamos ve Priamos’un halkının da, şimdiki ihanetlerinin bedeli olarak Kronosoğlu yüksek tahtından korkunç kalkanı ile onları gölgelediği zaman. Bu mutlak böyle olacak, ancak Menelaos ben sana nasıl yas tutayım, eğer senin sıransa şimdi ölüm? Argos’a geri dönmem lazım gelecek dile düşüp, zira Akhalar hemen eve dönecekler. Priamos ve Truvalılara Helen’i alıkoyma şerefini bırakıp döneceğiz ve senin dileğin yerine gelmeden burada, Truva’da, toprağın altında kemiklerin çürüyecek. Sonra kendini beğenmiş bir Truvalı mezarında tepinip şöyle söyleyecek, ‘Her zaman böyle öç alsa Agamemnon. Ordusunu boşu boşuna getirdi, evine kendi toprağına boş gemilerle döndü ve Menelaos’u da arkada bıraktı.’ Eğer ki biri böyle söylesin, o zaman yerin dibine gireyim daha iyi.”
Ancak ona güven verdi Menelaos ve dedi ki: “Yürekli ol ve insanları telaşa düşürme; ok öldürücü yere saplanmadı zira parlak metalden dış kemer ilk önce engelledi onu ve sonra da onun altındaki zırhım ve de tunç ustalarının benim için yaptığı zırhtan karınlık.”
Agamemnon da cevap verdi: “İsterim ki sevgili Menelaos, öyle olsun, ancak hekim yarana bakacak ve acını dindirmek için üzerine şifalı bitkiler koyacak.”
Sonra Talthybios’e şöyle dedi: “Talthybios, büyük hekim Asklepiosoğlu Makhaon’a söyle, hemen gelip Menelaos’a baksın. Truvalı veya Lykialı bir okçu onu yaraladı, biz perişan olalım ve kendi büyük muzaffer olsun diye.”
Talthybios denileni yaptı ve ordunun oraya Makhaon’u bulmaya gitti. Hemen onu Trike’den buraya onun peşinden gelen cesur savaşçıların ortasında dururken buldu, bunun üzerine ona gidip şöyle dedi: “Asklepiosoğlu, Kral Agamemnon gelip hemen Menelaos’a bakmanı söyledi. Truvalı veya Lykialı bir okçu onu yaraladı, biz perişan olalım ve kendi büyük muzaffer olsun diye.”
Böyle söyledi ve Makhaon heyecanlanıp harekete geçti. Akhaların yayılmış ordusunun içinden geçip gittiler ta ki Menelaos’un yaralandığı ve önderlerin çevresinde toplanmış bir hâldeyken yattığı yere gelinceye kadar. Makhaon çemberin ortasına geçti ve hemen oku kemerden çekti çıkardı, gücüyle eğiliverdi okun ucu geriye. Parlak kemeri çözdü, altındaki zırhı ve tunç ustalarının yaptığı karınlığı, sonra yarayı görünce kanı sildi ve rahatlatıcı ilaçlar koydu, beslediği iyi niyetten dolayı Kheiron’un Asklepios’a verdiği.
Onlar Menelaos’la meşgulken, Truvalılar onlara doğru yürümeye başladılar, öyle ki silahlarını kuşanmış ve dövüşe tekrar hazırdılar.
Agamemnon’u o sıra ne uyuşuk ne de korkmuş ve savaşa isteksiz bulabilirdiniz, aksine, mücadele için çok sabırsızdı. Tunçla bezenmiş arabasını ve soluyan atlarını Peirasoğlu Ptolemaios’un oğlu olan Eurymedon’un nezaretinde bıraktı ve ona hazır beklemesini söyledi, ta ki etrafı dolaşıp onca insana emir vermekten bacakları yoruluncaya kadar, zira saflar arasında yürüyerek dolaştı. Ne zaman öne atılmaya hevesli birini görse yanlarına gidip yüreklendirdi. “Argoslular!” dedi, “Hücumunuzu zerre kadar kesmeyin. Zeus Baba yalancıların yardımcısı olmayacak. Truvalılar yeminlerini ilk bozanlar ve bize saldıranlar, bu yüzden akbabalar tarafından didik didik edilecekler. Şehirlerini ele geçireceğiz ve de karılarıyla çocuklarını gemilerimizde götüreceğiz.”
Ancak savaştan kaçan veya isteksiz birini gördüğünde öfkeyle azarladı. “Argoslular!” diye bağırdı, “Yüreksiz, sefil yaratıklar, utanmıyor musunuz burada böyle korkak geyik yavrusu gibi durmaya, artık ovada koşmaya mecali kalmaz da birbirine sokuluverip mücadele etmezler hani? Bir geyik kadar şaşkın ve ruhsuzsunuz. Kıyıda bekleyen gemilerimizin başına ulaşmalarını mı bekleyeceksiniz Truvalıların, Kronosoğlu’nun sizi korumak için elinizi tutup tutmayacağını görmek için?”
Birlikler arasında emir vere vere dolaştı böyle. Kalabalığı geçerek İdomeneus’un çevresinde silahlanan Giritlilerin olduğu yere geldi, en öndeydi o, bir yaban domuzu kadar azgın, bu sırada da Meriones arkadaki taburları hazırlıyordu. Agamemnon onu gördüğüne memnun oldu ve tatlı tatlı konuştu. “İdomeneus!” dedi, “Sana diğer Akhalara göre çok daha ayrıcalıklı davranırım, savaşta veya diğer işlerde, sofrada da. Prensler en seçkin şarabımı karma kabında kardıkları sıra herkesin belli bir miktar payı vardır, ancak senin bardağını benimki gibi hep dolu tutarlar, canın istedikçe içmen için. Haydi git öyleyse savaşa ve her zaman olmaktan gurur duyduğun adam olarak göster kendini.”
İdomeneus yanıt verdi: “Sana ilk başta söz verdiğim gibi güvenilir bir yoldaşın olacağım. Diğer Akhaları isteklendir de savaşa bir an önce başlayalım, çünkü Truvalılar yeminlerini çiğnediler. Ölüm ve yıkım onların olacaktır, yeminlerini ilk bozanlar ve bize saldıranlar olduklarını bildiğimden.”
Atreusoğlu hoşnut olarak devam etti, ta ki bir ordu dolusu yaya askerin ortasında silah kuşanan iki Aias’la karşılaşana dek. Nasıl bir keçi çobanı yüksek bir noktadan batı yelinin önünde denize yayılan fırtınayı seyrederse -enginler katran gibi karadır ve güçlü bir kasırga ona doğru yaklaşır, böylece korkup sürüsünü bir mağaraya sürer-Aiasların emrindeki korkusuz delikanlılardan oluşan birlikler de öyle savaşmak için koyu bir küme olarak hareket ettiler, kalkanları ve mızrakları ile korkunç görünerek. Kral Agamemnon onları görünce memnun oldu. “Gerek yok…” diye bağırdı, “sizin gibi Argos liderlerine emirler vermeye, zira siz kendiliğinizden adamlarınızı savaşa teşvik edersiniz kudretiniz ve kuvvetinizle. Keşke Zeus Baba, Athena ve Apollon vereydi de hepsi sizin gibi istekli olaydı, Priamos şehri çok yakında ellerimize düşerdi ve yağmalardık biz de.”
Böylece bıraktı onları ve Pylosluların usta hatibi Nestor’a doğru gitti, adamlarını diziyor ve kışkırtıyordu o, yanında Pelagon, Alastor, Khromios, Haimon ve halkının önderi Bias’la beraber. Öncelikle atlılarını arabaları ve atları ile beraber ön saflara yerleştirdi, yaya askerler, cesur erler ve güvendiği diğer adamlar da arkadaydı. Korkakları ortaya yerleştirdi ki, isteseler de istemeseler de savaşsınlar. Emirlerini öncelikle atlılara verdi, karmaşayı önlemek için atlarını ellerinde iyi tutmalarını söyleyerek. “Hiçbir kimse…” dedi, “Gücüne ve iyi at binmesine güvenerek öne geçip Truvalılarla tek başına uğraşmasın aynı zamanda geride de kalmasın, aksi takdirde saldırının tesiri azalır; ancak her biriniz düşmanın arabasıyla karşılaştığında mızrağını fırlatsın; bu en iyisi olacaktır. Eskiler kasabaları ve kaleleri böyle aldılar, kafalarında bu düşünce vardı.”
Böyle emretti yaşlı adam onlara zira pek çok savaşta bulunmuştu ve Kral Agamemnon memnun olmuştu. “Keşke…” dedi, “Bacakların esnek olaydı ve gücün mutlak olaydı muhakemen kadar; ancak insanoğlunun ortak düşmanı yaşlılık, ellerini senin üzerine koymuş, keşke bir başkasının başına geleydi de sen hâlâ genç olaydın.”
Gerene’nin şövalyesi Nestor da cevap verdi: “Atreusoğlu, ben de memnuniyetle güçlü Eurythalion’u katlettiğim zamanki adam olmak isterim, ancak tanrılar bize her şeyi beraber ve aynı zamanda vermez ki! O zamanlar gençtim, şimdi ise yaşlı, ancak hâlâ atlılarımla beraber gidip onlara yaşlıların vermeye hakkı olan öğütleri verebiliyorum. Mızrak atmayı benden daha genç ve güçlü olanlara bırakıyorum.”
Agamemnon keyifli keyifli yoluna gitti ve yakınında Peteos’un oğlu Menestheus’u buldu, olduğu yerde oyalanırken ve onunla beraber savaşta naralar atan Atinalıları. Yanında kurnaz Odysseus da oyalanıyordu, etrafında güçlü Kephallenlerle beraber. Savaş narasını henüz duymamışlardı zira Truva ve Akha birlikleri daha yeni yürümeye başlamışlardı, bu yüzden öylece durup başka bir Akha kıtasının Truvalılara saldırmasını ve savaşı başlatmasını bekliyorlardı. Agamemnon bunu görünce onları azarladı ve dedi ki: “Peteos’un oğlu ve sen diğeri, kurnazlıkta âlim, açıkgöz yürek, neden orada korkudan sinmiş ve diğerlerini bekler durursunuz? Siz ikiniz en önde gidenler olmalıydınız çetin savaşa girmek için, zira siz davetimi en önde kabul edenler olursunuz Akhalı kurul şölen yaptığında. Kızarmış etleri bolca alıp, istediğiniz kadar şarap içerken yeterince memnun olursunuz da şimdi on kıta Akhalı önünüzdeki düşmanla çarpışırken nasıl olur da umursamazsınız!”
Odysseus ona yan yan baktı ve yanıt verdi: “Atreusoğlu, sen ne dersin böyle? Bize nasıl tembel dersin? Akhalar Truvalılarla tam güç savaştayken göreceksin, tabii dikkat edersen eğer, Telemakhos’un babası en öndekilerle savaşa girecek. Boş boş konuşuyorsun!”
Agamemnon, Odysseus’ın öfkelendiğini görünce, ona tatlı tatlı gülümsedi ve sözlerini geri aldı. “Odysseus!” dedi, “Laertes’in soylu oğlu, akıl vermede üstün, senin ne kusurunu bulmaya ne de emir vermeye çalışırım, zira bilirim ki kalbin iyidir ve senle ben aynı taraftayız. Yeter, sana söylediklerimi geri aldım ve şimdi söylenen fena sözleri tanrı da yok saysın.”
Sonra onları bırakıp başka tarafa gitti. Yakınlarda Tydeusoğlu soylu Diomedes’i gördü, arabası ve atları yanında dururken, Kapaneus’un oğlu Sthenelos da beraberinde. Bunun üzerine onu azarlamaya başladı. “Tydeusoğlu!” dedi, “Niye korkudan sinmiş burada durursun savaş başlamak üzereyken? Tydeus hiç çekinmedi, aksine hep adamlarının önündeydi düşmanlara karşı onlara liderlik ederken -en azından onu savaşta görenler öyle der- zira ben kendi gözlerimle hiç görmedim. Derler ki onun gibi biri yoktu. Bir keresinde Mykene’ye geldi, düşman olarak değil de dost olarak, Polyneikes’le beraber adam bulmak için orduya, zira güçlü şehir Thebes’e savaş açmışlardı ve halkımıza onlara yardımcı olacak seçme bir grup adam vermelerini rica ettiler. Mykene’nin erleri almalarına razı oldu onları ancak Zeus hayırsız alametler göstererek onları caydırdı. Bu yüzden Tydeus ve Polyneikes yollarına devam ettiler. Çok yeşillikli ve sazlıklı Aesopus’un kıyılarına kadar varınca, Akhalar Tydeus’u elçileri olarak gönderdi ve böylece Kadmosluların kalabalık hâlde Eteokles’in evinde bir şölen için toplandıklarını öğrendi. Yabancı olduğu hâlde, kalabalığın arasında tek başına olmaktan korku duymadı, aksine onlara çok çeşitli yarışmalarda meydan okudu ve hepsinde de ilk elde yendi, çünkü Athena ona yardım etti hep. Kadmoslular başarısına öfkelendiler ve elli delikanlıdan oluşan bir grup oluşturdular, başlarında iki kaptanla beraber -Haimonoğlu tanrısal kahraman Maion ve Autophones’in oğlu Polyphontes- onun dönüş yolunda pusuda beklemeleri için. Ancak Tydeus her birini katletti, sadece Maion’a dokunmadı, gökten gelen alamete uyarak onu serbest bıraktı. Aitolialı Tydeus işte böyle bir adamdı. Oğlu ondan daha dilbazdır ama babasının dövüştüğü gibi dövüşemez.”
Diomedes hiç cevap vermedi, zira Agamemnon’un azarından utanmıştı ancak Kapaneus’un oğlu konuşmaya başladı ve dedi ki: “Atreusoğlu, yalan söyleme, söyleyeceksen doğru söyle. Biz babalarımızdan bile üstün adamlar olduğumuz için övünürüz, yedi kapılı Thebes’i aldık, surlar daha güçlü ve adamımız daha az olduğu hâlde, zira tanrıların alametlerine ve Zeus’un yardımına güvendik, onlarsa tam bir akılsızlıkla yok oldular, o zaman övünçten yana bir tutma bizi babalarımızla.”
Diomedes sertçe baktı ve şöyle dedi, “Sakin ol dostum, sana söylüyorum. Agamemnon’un Akhaları hücuma teşvik etmesi yanlış değil zira şehri alırsak zafer onun olacak ve yenilirsek de utanç. Bu yüzden yiğitliğimizle kendimizi aklayalım.”
Böyle derken atladı arabasından ve zırhı öyle şiddetli çınladı ki üzerinde, cesur bir adam bile epey korkardı bundan.
Nasıl güçlü bir dalga gümbürderse kıyıda, batı yeli onu hiddetle kamçıladığı zaman -tepesi şahlanır uzakta da kıyıya yığılıverir sonra, sarp kayalar üstünde kavisli tepesini eğip yükseklerden tuzlu köpüklerini her yana sıçratır- sıra sıra dizilmiş Danaolar da kararlı bir biçimde savaşa doğru öyle ilerlediler. Her bir önder kendi adamına emir verdi, ancak adamlarından bir kelime çıkmadı, hiçbiri düşünmedi bile, zira ordu devasa olmasına rağmen sanki dilleri yok gibiydi, sessizce itaat ettiler ve yürüdükçe üzerlerindeki silahlar güneşte ışıl ışıl parladı. Ancak Truvalı birliklerin gürültüsü, zengin bir sürü sahibinin avlusunda meleyen binlerce koyunun gürültüsü gibiydi, zira tek bir söylemi ve dili yoktu bunların, aksine lisanları farklıydı ve değişik yerlerden gelmişlerdi. Kimini Ares, kimini Athena kışkırtıyordu; üç tanrı daha vardı onları kışkırtan: Korku, Bozgun bir de kızgın Kavga, insan öldüren Ares’in yoldaşı. Önce biraz doğrulur o, uzar, yükselir sonra, bakarsın ayakları yerde, başı da göktedir. İnsanları birbirine katan savaşı saldı yine ortalığa, yürüdü insanlara doğru ve sardı ortalığı iniltiler.
Karşılaştıklarında meydanda kalkanlar kalkanlara, mızraklar mızraklara vurdu savaşın şiddetinde. Kabartmalı kalkanlar birbirine çarptı, çok büyük bir uğultu vardı -ölen ve öldürenlerin ölüm ve zafer çığlıkları- dahası yeryüzü kırmızı kana bulandı. Nasıl yağmurla beraber gelirse sel, çılgınca derin kanallar boyunca ta ki kızgın sular bir boğaza gelene dek ve çoban da uzaklardan gelen gürültüyü yamaçtan duyarsa, işte karşı karşıya geldiklerinde orduların kavgası ve gürültüsü de aynen böyleydi.
Önce Antilokhos Truvalıların silahlı bir savaşçısını öldürdü, Thalysios’un oğlu Ekhepolos’u, en ön sıralarda savaşan. Miğferinin taşkın kısmına vurup mızrağı alnına kadar geçirdi; tuncun ucu kemiğini parçaladı ve gözlerini karanlık perdeledi, kule gibi baş aşağı yıkıldı ortasına savaş izdihamının. Düşer düşmez Khalkodon’un oğlu ve gururlu Abantların önderi Kral Elephenor etrafına düşen okların dışına sürüklemeye başladı onu, aceleyle silahlarını almak için. Ancak bu çaba fazla sürmedi, Agenor ölüyü sürüklediğini gördü ve onu tunç uçlu mızrağı ile yan tarafından vurunca -zira eğilirken yan tarafı kalkanı ile korunmadan kalmıştı- öldü gitti. Sonra ölüsü üzerine Truvalılar ve Akhalar arasındaki kavga öfkeyle büyüdü ve birbirleri üzerine kurtlar gibi saldırdılar, birbirlerini karşılıklı tepeleyerek.
Hemen Telamon’un oğlu Aias, Antemion’un oğlu güzel delikanlı Simoeis’i katletti, anasının Simoeis kıyılarında doğurduğu, sürülerine bakmaya gittiği, ana babasının olduğu İda Dağı’ndan aşağı gelirken. Bu yüzden Simoeis adı verilmişti, ancak ana babasına büyütmelerinin karşılığını verecek kadar yaşamadı zira en öndeki savaşçılara doğru gelirken onu sağ memesinin oradan vuran güçlü Aias’ın mızrağı ile zamansızca öldürüldü, mızrak sağdan omzuna doğru geçince bir göl yakınındaki çayırda düz ve uzunca büyüyen ve tepesi dallardan kalınca bir kavak gibi düştü. Hani bir tekerlekçi güzelce bir arabanın tekerine ispit yapabilmek için baltasını köklerine indirir ve suyun kıyısında kuruyup gider ya kavak. Aynı şekilde Aias, Antemionoğlu Simoeis’i yere böyle devirdi. Bunun üzerine Priamos’un oğlu parlak zırhlı Antiphos Aias’a kalabalığın ortasından bir mızrak fırlattı, ancak vuramadı. Fakat Odysseus’ın cesur yoldaşı Leukos’u vurdu kasığından, Simoeis’in ölüsünü öbür tarafa sürüklerken, Leukos ölünün üzerine düştü kolları da iki yana. Odysseus, Leukos’un öldürüldüğünü görünce çok öfkelendi ve ön sıraları tam takım yararak çok yakına geldi, sonra etrafına bakındı ve nişan aldı, böyle yapınca Truvalılar geri çekildi. Kargısı boşa gitmedi, zira babasının kısraklarına baktığı Abydos’tan buraya gelen, Priamos’un gayrimeşru oğlu Demokoon’a saplandı. Yoldaşının ölümüyle kuduran Odysseus, mızrağını onun şakağına indirdi ve tunçtan ucu alnının diğer tarafından çıktı. Sonra gözlerini karanlık bürüdü ve yere ağır ağır düşerken silahı şangırdadı etrafında. Hektor ve öndekiler bunun üzerine geri çekildiler, Argoslular çığlık atıp ölüyü çekerken, aynı zamanda da ileri atıldılar. Ancak Apollon, Pergamos’tan aşağı bakıp Truvalılara bağırdı, zira hiç hoşnut değildi. “Truvalılar!” diye haykırdı “Düşmanın üzerine gidin ve Argoslular tarafından yenilmenize izin vermeyin. Derileri ne taştır ne de demir ki onlara vurunca zarar gelmesin. Hem sonra, güzel Thetis’in oğlu Aşil de dövüşmüyor ama gemilerinin yanında öfkesini büyütüyor.”
Güçlü tanrı onlara şehirden böyle bağırırken, Zeus’un Triton’dan doğan yaman kızı Akhaların ordusu arasına girip ne zaman gevşediklerini görse onları ilerlemeleri için kışkırttı.
Sonra Amarynkeus’un oğlu Diores’in kaderi geldi çattı, zira sağ ayak bileğinin yanından sivri bir taşla vuruldu. Bunu yapan İmbrasos’un oğlu Trakyalıların önderi Peiros’tu, Ainos’tan gelen. Kemikleri de sinirleri de acımasız bir taşla parçalanmıştı. Arkaya doğru düştü yere ve ölüm acısıyla uzandı yoldaşlarına doğru. Ancak onu yaralayan Peiros, üzerine atlayarak mızrağını karnına saplayınca bağırsakları yere boşaldı ve gözlerini karanlık kapladı. Bedenini terk ettiği sıra, Aitolialı Thoas memesinin yanından vurdu mızrakla ve ucu ciğerlerine saplandı. Thoas daha da yakınına gelerek mızrağı göğsünden çıkardı ve kılıcını çekerek karnına sapladı ölsün diye. Ancak silahlarını alamadı, zira Trakyalı yoldaşları ölüsünün etrafında durup uzun mızraklarla uzakta tuttular onu, endamı ve cesaretine karşın, böylece püskürtüldü. İki ölü yan yana yerde uzandı öylece, biri Trakyalıların önderi, diğeri de Epeilerin ve de diğer pek çoğu da etraflarına.
Hiçbir adam hafife alamazdı bu dövüşü, eğer ki sağlam ve yara almamış olarak aralarına girseydi, hem Athena da elinden tutup yol gösterse ve mızraklarla okların fırtınasından korusaydı onu. Zira pek çok Truvalı ve Akhalı, yüzleri yeryüzüne bakar hâlde uzandılar yan yana o gün.
KİTAP V
Ondan sonra Pallas Athena Tydeus’un oğlu Diomedes’in yüreğine cesaret koydu ki diğer Argosluları geçsin ve zaferlerle dolup taşsın. Kalkanı ve miğferinden parlak bir ışık hüzmesi çıkardı onun, aynı yazın Okeanos’un sularında yıkandıktan sonra en göz kamaştırıcı şekilde parlayan yıldız gibi -başı ve omuzlarında bile-böyle parlak bir alev tutuşturdu, ona savaşın en yoğun karmaşasına doğru atılmasını emrederken.
Truvalılar arasında zengin ve şerefli bir adam vardı o zaman, Hephaistos’un rahibiydi ve adı da Dares’ti. Phegeus ve İdaios adında iki oğlu vardı, her ikisi de bütün savaş sanatlarında yetenekli idi. Bu ikisi Truvalıların grubundan ayrılıp öne çıktı ve Diomedes’in üzerine saldırdı, Diomedes yaya iken onlar arabalarından çarpıştı. Birbirlerine yaklaştıklarında, önce Phegeus nişan aldı, ancak mızrağı Diomedes’e saplanmadan sol omzu üzerinden geçti. Sonra Diomedes fırlattı ve mızrağı boşa gitmedi zira, Phegeus’u memesinin yanından vurdu ve onu arabasından düşürdü. İdaios kardeşinin ölüsü yanında kalmaya cesaret edemedi ve arabasından atlayıp kaçmaya başladı, aksi takdirde kardeşinin kaderini paylaşacaktı. Bunun üzerine Hephaistos onu karanlık bir bulut içerisine saklayıp kurtardı ki yaşlı babası büsbütün üzüntüye gark olmasın. Tydeus’un oğlu çekti götürdü atları ancak ve yoldaşlarına onları gemilere götürmelerini emretti. Truvalılar Dares’in iki oğlunu böyle görünce ürktüler, biri kaçar, diğeri arabasının yanında cansız yatar vaziyette. Bu sebeple Athena Ares’i elinden tutup dedi ki: “Ares, Ares, insanların baş belası, şehirleri yıkan kanlı el, Truvalı ve Akhaları kapışmaları içine kendi hâllerine bırakmayalım mı şimdi ve görelim Zeus hangisine zaferi lütfedecek? Haydi gidelim de onun öfkesine mahal vermeyelim.”
Böyle deyip Ares’i savaşın dışına çıkardı ve onu Skamandros’un sarp kıyılarına getirdi. Bunun üzerine Danaolar Truvalıları geriye doğru püskürttü ve her bir önderi bir eri öldürdü. Önce Kral Agamemnon, Halizonların önderi güçlü Odios’u devirdi arabasından. Agamemnon’un mızrağı sırtına saplandı, kaçmaya çalışırken. İki omzunun arasından girip göğsünden çıktı ve yere doğru ağırca düşerken silahları üzerinde şangırdadı.
Sonra İdomeneus, Boros’un oğlu Tarne’den gelen Maeonialı Phaistos’u öldürdü. Arabaya tırmanmaya çalışırken, güçlü İdomeneus sağ omzunu mızrağıyla deldi ve arabasından düşerken ölümün karanlığı üzerini örttü.
İdomeneus’un adamları onu silahlarından soyarken, Atreusoğlu Menelaos Strophios’un oğlu güçlü avcı ve av düşkünü Skamandrios’u öldürdü. Dağdaki ormanlarda yaşayan her türlü vahşi hayvanın nasıl öldürüleceğini Artemis’in bizzat kendisi öğretmişti ona, ancak ne o ne de okçuluktaki meşhur hüneri onu şimdi kurtarabilirdi, zira Menelaos’un mızrağı kaçarken onu sırtından vurdu. Omuzlarının arasından saplanıp göğsüne kadar girdi, böyle baş üstü devrilirken silahları üzerinde şangırdadı.
Meriones de Harmonides’in oğlu olan Tekton’un oğlu Phereklos’u öldürdü, bu adam el becerisi gerektiren her türlü işe yatkın biriydi, o yüzden Pallas Athena onu içtenlikle severdi. Odur Paris’e gemileri yapan da bütün bu belaların başlangıcı olan ve hem Truvalılara hem de Paris’in kendisine bu kötülükleri getiren, zira tanrıların buyruklarına aldırmamıştı. Meriones, kaçarken o arkasından yetişti ve sağ kalçasından vurdu. Mızrağın ucu kemikten geçip sidik torbasına girdi ve ölüm geldi üstüne çığlık atıp dizleri üzerine düşerken.
Daha sonra Meges Antenor’un oğlu Pedaios’u katletti, o gayrimeşru olsa da Theano onu kocasına duyduğu sevgi yüzünden kendi çocuğu gibi büyütmüştü. Phyleusoğlu ona yaklaşıp ensesine sapladı mızrağı, dişleri arasından dilinin altına geçti, böylece soğuk tuncu dişleyerek toprağa cansız serildi.
Euaimon’un oğlu Eurypolos, Hypsenor’u öldürdü, o ki oğluydu soylu Dolopion’un, Skamandrios Nehri’nin rahibi olan ve tanrıymış gibi insanlar tarafından saygı gören. Eurypolos, o önünde kaçarken peşinden gitti, kılıcıyla kolundan vurunca güçlü elini koparıp düşürdü. Kanlı eli yere düştü ve hiçbir kimsenin kaçamayacağı ölümün gölgesi gözlerine düştü.
Böyle öfkeyle devam etti savaş. Tydeusoğlu’nun Akhaların mı Truvalıların mı arasında olduğunu anlayamazdınız. Ovada taşarak setlerini yıkan kış seli gibi çağladı; hani hiçbir engel, hiçbir duvar engelleyemez gökten yağan yağmurlarla kabardığı zaman, öyle çarçabuk ilerler önündekileri katarak ve babayiğit insanların ellerinden çıkan pek çok tarlayı yok eder -aynı bu şekilde kalabalık Truvalı askerler Tydeusoğlu tarafından hezimete uğratıldı ve sayıları çok olmasına rağmen saldırılarına karşı koymaya güçleri yetmedi.
Lykaon’un oğlu onu gördüğü zaman böyle -ovayı tarayıp Truvalıları paldır küldür önüne kattığını- okuyla nişan aldı ve zırhının ön kısmından omzunun yanından vurdu. Ok metalin içinden geçti ve eti parçaladı, bunun üzerine zırh kana bulandı. Lykaon’un oğlu zafer coşkusuyla bağırdı: “Haydi Truvalı atlılar! Akhaların en yiğidi yaralandı ve çok fazla dayanamayacak eğer ki Kral Apollon benimleyse gerçekten Lykia’dan buraya geldiğimde.”
O öyle övündüğü hâlde, oku öldürmedi Diomedes’i, çekip giderek Kapaneus’un oğlu Sthenelos’un arabası ve atlarının oraya yetişti Diomedes. “Sevgili Kapaneus’un oğlu!” dedi, “Arabandan in ve şu oku omzumdan çek.”
Sthenelos arabasından fırlayıp oku yaradan çekti, bunun üzerine gömleğinde oluşan delikten kan fışkırmaya başladı. Sonra Diomedes yakardı şöyle diyerek: “Duy beni, zırh taşıyan Zeus’un yorulmayan kızı! Eğer ki babamı sevip savaşta destek olduysan, şimdi de aynısını bana yap, o adamın bir ok atmalık yakınına gitmemi ve onu öldürmemi sağla. Benden hızlı davranıp yaraladı beni ve şimdi de övünüp durur güneşin ışığını daha fazla görmeyeceğimi söyleyerek.”
Böyle dua etti ve Pallas Athena da onu duydu. Bacaklarını esnek, ellerini ve ayaklarını çevik kıldı. Sonra da yakınına gidip şöyle dedi, “Korkma Diomedes, Truvalılarla savaşmaktan zira yüreğine şövalye ruhlu baban Tydeus’un gücünü koydum. Üstüne üstlük, gözlerinden perdeyi indirdim ki tanrılar ve insanları ayırabilesin. O zaman eğer başka bir tanrı buraya gelip de sana dövüş teklif ederse onunla savaşma. Ancak eğer ki Zeus’un kızı Afrodit gelirse mızrağınla saldırıp yarala onu.”
Athena böyle söyleyip yoluna gitti, Tydeusoğlu da tekrar en öndeki savaşçılar arasında yerini aldı, hem de öncekinden üç kat daha ateşli! Bir dağ çobanın yaraladığı ancak öldüremediği bir aslan gibiydi, koyunlara saldırmak üzere ağılın duvarları üzerinden atlarken. Çoban hayvanı kızdırmıştır, ancak sürüsünü koruyamaz. Sonunda kulübelerin içinde saklanır, terk edildikleri için panikleyen koyunlar da öbek öbek boğulurlar birbiri üstüne ve kızgın aslan ağılın duvarından atlayıp gider. Diomedes de aynen böyle hiddetli bir biçimde Truvalıların arasına girdi.
Halkının önderleri Astynoos ve Hyperion’u öldürdü, birini mızrağını memesinin üzerinden saplayarak, diğerini de köprücük kemiğini kılıcıyla kesip omzunu boynundan ve sırtından ayırarak. İkisini de öylece bırakarak Abas ve Polyidos’un peşine düştü, yaşlı rüya tabircisi Eurydamas’ın oğulları olan. Düşlerini yorumlaması için geri dönmediler ona, zira güçlü Diomedes hayatlarını sona erdirdi. Daha sonra da Ksanthos ve Thoon’u kovaladı, Phainops’un oğulları ki ikisi de babalarının göz bebeğiydiler, zira yaşlılıktan bitkin düşmüş ve mallarını miras alacak başka oğlu olmamıştı. Ancak Diomedes her ikisinin de hayatını söndürdü ve babalarını büyük acılarla baş başa bıraktı, zira onların savaştan sağ salim eve geri döndüklerini göremedi ve akrabaları servetini kendi aralarında bölüştüler.
Sonra Priamos’un iki oğlu Ekhemmon’la Khromios’a vardı, ikisi de bir arabanın üzerindeyken. Sürü bir koruda otlanırken, bir ineğin veya buzağının ensesine kapanan bir aslan gibi üzerlerine sıçradı. Her türlü çabalarına rağmen onları arabalarından dışarı savurdu ve silahlarını üzerlerinden soydu. Sonra da atları gemilere götürmeleri için yoldaşlarına verdi.
Aeneas onun sıraları darmadağın ettiğini görünce, savaşın orta yerinden ok yağmuru içinden geçip Pandaros’u bulmaya çalıştı. Lykaon’un cesur oğlunu bulduğunda şöyle dedi: “Pandaros, nerede yayın şimdi, kanatlı okların ve meşhur okçuluğun, bu konuda burada hiç kimse seninle boy ölçüşemez veya Lykia’da seni yenecek tek bir kişi var mıdır? O zaman Zeus’a doğru kaldır ellerini ve ustaca savaşarak Truvalılara ölüm getiren şu adama bir ok gönder. Pek çok cesur adam öldürdü o.
Lykaon’un oğlu da yanıt verdi: “Aeneas, o Tydeus’un oğlundan başkası değildir. Onu kalkanından, miğferinin önünden ve atlarından tanırım. Tanrı olması da muhtemeldir ancak eğer ki dediğim adamsa, bütün bu tahribatı tanrının yardımı olmadan yapmıyor, karanlık bir buluta bürünen ve onu vurduğum okumu başka yere döndüren. Ona nişan alıp vurmuştum sağ omzundan, zırhının göğüslüğünden geçmişti okum ve onu yeraltındaki dünyaya hemence gönderdiğimden emindim, ancak belli ki onu öldürememişim. Bana kızgın olan bir tanrı olmalı. Üstelik ne atım var ne de arabam. Babamın ahırında on bir tane harika araba durur, ustadan yeni gelmiş, çok yeni, üzerlerine de örtüler serilmiş ve her biri önünde arpa ve çavdar yiyen bir çift at durur. Yaşlı babam Lykaon bana tekrar tekrar söylemişti evdeyken benim arabaları ve atları almam için ki Truvalılara savaşta önderlik edebileyim, ancak onu dinlemedim. Dinleseydim çok daha iyi olurdu, fakat doyana kadar yemeye alışık atları düşündüm ve bu kadar insan kalabalığında kötü beslenmelerinden korktum, bu yüzden onları evde bırakıp İlyon’a sadece yayım ve oklarımı kuşanmış şekilde yaya olarak geldim. Bunlar belli ki işe yaramaz, zira vurdum iki önderi, Atreus ve Tydeus’un oğullarını, kanlarını da akıttığıma emin olsam da onları daha da azgın hâle getirdim şimdi. Yayımı askısından almakla kötülük etmişim, Hektor’a hizmet için kendi Truvalı ekibime İlyon’a dek önderlik ettiğim gün ve eğer ki bir gün evime dönüp kendi toprağımı, karımı ve koca evimi görebilirsem, yayımı kırıp da yanan ateşe atmazsam oracıkta benim kafamı kessinler, benimle öyle dalga geçmekte bu.”
Aeneas cevap verdi: “Daha fazla söyleme! İkimiz araba ve atlarla bu adama karşı gidip gücümüzü denemedikçe işler düzelmeyecek. Bin arabama ve gör Tros’un atlarının nasıl hızlandığını oraya buraya, ovada takipte de kaçarken de. Eğer ki Zeus tekrar Tydeusoğlu’na zafer bahşederse bizi sağ salim şehre getirirler. Tut o zaman şimdi kamçıyı ve dizginleri ben ayakta durup dövüşürken veya sen bu adamın saldırısına karşı koy ben atları idare ederken.”
“Aeneas!” diye karşılık verdi Lykaon’un oğlu, “Dizginleri al ve sen sür. Eğer ki Tydeusoğlu’ndan kaçmak zorunda kalırsak, atlar kendi sürücüsüyle daha iyi gider. Beklediklerinde sesini duyamazlarsa korkabilirler ve bizi savaşa götürmeyi reddedebilirler. Tydeus’un oğlu sonra ikimizi de öldürür ve atları alır. Bu yüzden kendin sür ve ben de mızrağımla hazır beklerim onu.”
Sonra arabaya binip Tydeusoğlu’na doğru tam sürat sürdüler. Kapaneus’un oğlu Stenelos gelirken gördü onları ve Diomedes’e dedi ki: “Tydeusoğlu Diomedes, kendi canımdan sonra gelen, iki tane yiğidin hızla sana doğru geldiğini görüyorum, ikisi de pek kudretli adamlar; biri Lykaon’un oğlu becerikli okçu Pandaros, diğeri babası Ankhises ve anası Afrodit olan Aeneas. Arabaya atla da çekip gidelim. Dilerim ki, hiddetle öne çıkmazsın, yoksa öldürülebilirsin.”
Diomedes kızarak ona baktı ve şöyle dedi: “Kaçmaktan bahsetme, zira seni dinlemeyeceğim! Ben kaçmayı da korkuyu da bilmeyen bir nesildenim ve bacaklarım da henüz yorulmadı. Arabaya binmeye hiç niyetim yok, böylece karşılarına dikileceğim. Pallas Athena benim hiçbir kimseden korkmamı istemez ve biri kaçsa dahi atları her ikisini de geri götürmeyecek. Şunu da söyleyeyim ve söylediğimi kafana koy, eğer ki Athena bana ikisini de öldürme şerefini bahşetmeyi uygun görürse, atlarını burada tut ve dizginleri hızlıca arabanın ispitine bağla, sonra da Aeneas’ın atlarına atlayıp onları Truvalıların saflarından Akhalarınkine sür. Onlar yüce Zeus’un oğlu Ganymedes’e karşılık olarak Tros’a verdiği atların soyundandır, güneşin altında yaşayan ve giden en iyileridir onlar. Kral Ankhises, Laomedon’un haberi olmadan kısraklarıyla çaldı kanından onların ve altı tay dünyaya geldi. Dördü hâlâ kendi ahırındadır, ancak diğer ikisini Aeneas’a verdi. Eğer ki onları alabilirsek büyük bir zafer kazanırız.”
Onlar böyle konuşurken, diğer ikisi onlara yaklaşmışlardı o an ve Lykaon’un oğlu önce konuştu. “Tydeus’un yüce ve güçlü oğlu!” dedi, “Okum seni devirmeye yetmedi, bakalım bir de mızrağımla deneyeceğim.”
Konuşurken de mızrağını hazırladı ve fırlattı. Tydeusoğlu’nun kalkanına isabet etti, tunç ucu parçalayarak ta zırhına kadar geldi. Bunun üzerine Lykaon’un oğlu bağırarak şöyle dedi: “Karnından vuruldun işte, fazla dayanamayacaksın ve savaşın galibi ben olacağım!”
Ancak Diomedes hiç aldırmadan cevap verdi, “Iskaladın, vuramadın ve bu işin sonunu görmeden önce ikinizden biri sert kalkanlı Ares’i kanıyla doyuracak!”
Böyle söyleyerek mızrağını fırlattı ve Athena da onu gözünün yanına, burnuna doğru yönlendirdi. Beyaz dişlerin arasını deldi geçti mızrak. Tunç ucu dilinin kökünden keserek çenesinden çıktı ve devrilirken ağır ağır yere parıldayan silahları etrafında şıngırdadı. Atlar korkudan yana kaçtı, ondan da canı ve gücü çekildi gitti.
Aeneas kalkanı ve mızrağı ile arabasından atladı, Akhaların ölüyü taşımasından korkarak. Gücüne güvenen bir aslan gibi etrafında durdu, önünde kalkan ve mızrağı, dudaklarında da savaş çığlığı, karşısına çıkmaya cesaret eden ilk kişiyi öldürmeye kararlı. Ancak Tydeusoğlu güçlü bir taş buldu, öyle koca ve büyük bir taş ki iki adam ancak taşırdı şimdi. Buna rağmen yardım almadan kolayca yukarı kaldırdı ve Aeneas’ı kasığından, kalçanın eklemle birleştiği “leğen kemiği” denen yerden vurdu. Taş bu eklemi parçaladı ve iki kirişi de kırdı, sivri uçları da bütün etini sıyırdı. Dizleri üzerine düştü yiğit ve ellerini yere dayadı ta ki gecenin karanlığı gözlerine inene kadar. Erlerin kralı Aeneas o an can verebilirdi oracıkta, eğer ki Zeus’un kızı, sürüsünü otlatan Ankhises’ten gebe kalan annesi Afrodit hızlıca fark edip beyaz kollarını sevgili oğlunun üzerine kapamasaydı. Onu güzel giysilerinin kıvrımları ile örterek korudu, Danaolardan biri göğsüne mızrak saplayıp öldürmesin diye.
Böylece sevgili oğlunu savaşın dışına taşıdı. Ancak Kapaneus’un oğlu, Diomedes’in verdiği emirleri unutmamıştı. Kargaşadan uzakta atların dizginlerini arabanın ispitine bağlayarak sağlamlaştırdı. Sonra Aeneas’ın atlarına atlayarak onları Truva saflarından Akha saflarına sürdü. Ondan sonra da en çok anlaştığı için hepsi içinde en değer verdiği seçkin yoldaşı Deiphobos’a gemilere götürmesi için verdi onları. Kendisi de arabasına tekrar atlayıp dizginleri alarak Tydeusoğlu’nu aramak üzere son sürat yol aldı.
Tydeus’un oğlu şimdi de elinde mızrakla Kıbrıslı tanrıçanın peşindeydi zira onun güçsüz olduğunu, Athena veya şehirleri yıkan Enyo gibi insanların savaşlarını yönetenlerden olmadığını biliyordu ve sonunda uzun bir kovalamacadan sonra onu yakaladı, üzerine atladı ve narin elinin etine mızrağını geçirdi. Ona Kharitler’in işlediği güzel kaftanını yırtarak bileği ile avuç içi arasındaki deriyi deldi ucu. Böylece kutsal ölümsüz kanı, tanrıların damarlarından akan özü yaradan aktı, zira tanrılar ne ekmek yer ne şarap içer, bu yüzden bizimki gibi kanları yoktur ve ölümsüzdürler. Afrodit koca bir çığlık attı ve oğlunu düşürdü, ancak Phoibos Apollon onu kollarından yakaladı ve karanlık bir bulutla sakladı, Danaolardan biri göğsüne mızrak saplayıp öldürmesin diye. Diomedes de giderken şöyle bağırdı: “Zeus’un kızı, savaşı ve dövüşü bırak git, ahmak kadınları kandırmak yetmez mi sana? Eğer burnunu sokarsan savaşa, savaşın isminden ürperir hâle gelirsin!”
Tanrıça sersemlemiş olarak, kötü bir vaziyette ayrıldı oradan ve rüzgâr gibi hızlı İris tarafından kalabalıktan uzaklaştırıldı, acı içinde ve güzel teninin rengi atmış bir hâlde. Ateşli Ares’i savaş alanının sol tarafında beklerken buldu, mızrağı ve iki atını bir bulutun üzerine dayamış hâlde. Bunun üzerine kardeşinin önünde diz çökerek, ona atlarını vermesi için yalvardı. “Sevgili kardeşim!” diye ağladı. “Kurtar beni ve tanrıların yaşadığı Olympos’a gitmem için bana atlarını ver. Kötü bir şekilde yaralandım, bir ölümlü, Tydeus’un oğlu tarafından ki o şimdi de Zeus Baba’yla bile savaşacak.”
O böyle konuşurken, Ares ona altınla süslenmiş atlarını verdi. Afrodit arabaya hasta ve üzgün bindi, İris de yanında oturup dizginleri eline aldı o sıra. Atları kamçıladı ve onlar da hiç isteksizlik göstermeyerek uçtular hızlıca ta tanrıların yaşadıkları yüksek Olympos’a varıncaya dek. Orada durdurdu onları, arabadan çözdü ve lezzetli yemlerini verdi. Ne var ki Afrodit, annesi Dione’nun kucağına attı kendini, annesi de kollarını dolayarak okşadı onu, şöyle diyerek: “Hangi tanrısal varlık sana bu şekilde davranıyor, sanki göz göre göre bir kötülük yapmışsın gibi?”
Gülmeyi seven Afrodit de yanıt verdi: “Tydeus’un oğlu kibirli Diomedes yaraladı beni, çünkü tüm insanlıktan fazla sevdiğim sevgili oğlum Aeneas’ı savaş alanının dışına taşıyordum. Savaş artık Truvalılar ve Akhalar arasında değil zira Danaolar dövüşü şimdi de ölümsüzlerle yapmaya başladı.”
“Dayan çocuğum…” dedi Dione, “Elinden geleni yap. Biz Olympos’ta oturanlar insanların elinden çok çektik ve birbirimize de pek çok acılar verdik. Ares, Aloeus’un çocukları Otos ve Ephialtes onu zalim zincirlere vurup da tunç bir küpün içinde on üç ay hapis bıraktığında çok acılar çekti. Çoktan ölüp giderdi o zaman Ares, eğer ki Aloeus’un oğullarının üvey annesi güzel Eeriboia Hermes’e onu kimin kaçırdığını söylemeseydi, ki o sırada zorlu esaretten dolayı çoktan bitap bir hâle gelmişti. Amphitryon’un güçlü oğlu onu üç çatallı okla sağ göğsünden yaraladığında, Hera da çok acılar çekti ve hiçbir şey acısını bastıramadı. Sonra yüce Hades bile çekti, bu aynı kişi, kalkan taşıyan Zeus’un oğlu onu cehennemin kapılarında bir okla vurup kötü bir biçimde yaraladığında. Bunun üzerine Hades koca Olympos’taki Zeus’un evine gitti, öfkeli ve acı içinde, güçlü omzundaki ok ona büyük ızdırap verdi ta ki Paean yaraya rahatlatıcı ilaçlar serperek iyileştirene kadar, zira Hades ölümlü yaratılmamıştı. Olympos’ta oturan tanrıları vurarak işlediği günaha aldırmayanlar, cüretkâr, dikbaşlı ve günahkârlar. Şimdi de Athena, Tydeus’un oğlunu sana karşı kışkırttı, ancak tanrılarla savaşan hiçbir adamın uzun yaşamadığını veya savaştan döndüğünde dizleri üstünde çocuklarıyla çene çalamadığını bilmediği için bir budaladır o. Öyleyse bırakalım da Tydeusoğlu senden güçlü biriyle savaşmaması gerektiğini anlasın. O zaman cesur karısı, Adrastos’un kızı Aigialeia bütün evi uykudan kaldıracak, kendini adadığı eşi, Akhaların en cesuru Diomedes’in ölümüne feryat ederek.”
Böyle söyleyerek, iki eliyle kızının bileğindeki özü sildi, bunun üzerine acısı kayboldu ve eli iyileşti. Ancak bunu gören Athena ve Hera, alaycı konuşmalarıyla Zeus’u iğnelemeye başladılar; Athena ilk önce konuştu. “Zeus Baba!..” dedi. “Bana kızma ama bence Kıbrıslı, Akhalı kadınlardan birini çok sevdiği Truvalılardan biriyle gitmesi için ikna ediyor olmalı ve de bunlardan birini veya diğerini okşadığında narin elini kadının broşunun altın iğnesi ile yırtmış olmalı.”
Tanrıların ve insanların babası gülümsedi ve altın Afrodit’i yanına çağırdı. “Çocuğum…” dedi. “Savaşçı olmak senin işin değil. Bu yüzden evlilikle ilgili güzel işlerine ver kendini ve savaşla ilgili şeyleri de Ares ve Athena’ya bırak.”
Onlar böyle sohbet ederlerken, Diomedes Aeneas’ın üzerine atladı, onun Apollon’un kollarında olduğunu bilmesine rağmen. Zerre kadar korkmadı güçlü tanrıdan, Aeneas’ı öldürmeye ve silahlarını almaya öyle kararlıydı. Üç kere öne atıldı var gücüyle onu öldürmek için ve üçünde de Apollon onun parlak kalkanını itti geriye. Dördüncü kez atıldığında aynı bir tanrı gibi, Apollon ona korkunç bir sesle bağırdı ve dedi ki, “Dikkat et Tydeusoğlu ve çek git! Kendini tanrılarla karşılaştırmayı düşünme, zira yerde yürüyen insanlar kendini bir tutamaz ölümsüzlerle.”
Tydeusoğlu o zaman biraz geri çekildi, tanrının gazabından çekindiği için, Apollon da Aeneas’ı kalabalıktan uzaklaştırıp kendi tapınağının olduğu kutsal Pergamos’a getirdi. Burada, aziz mabedin içinde Leto ve Artemis onu iyileştirdiler, bu sırada gümüş yaylı Apollon da Aeneas’a benzer ve onun silahlarını taşıyan bir silüet ortaya çıkardı. Bunun etrafında Truvalılar ve Akhalar birbirlerinin göğüsleri üstünde kalkanlarını paraladılar, yuvarlak kalkanlarını ve deriyle kaplı hafif nişanlarını birbirlerine vurarak. Sonra Phoibos Apollon, Ares’e şöyle dedi, “Ares, Ares, insanların baş belası, şehirleri yıkan kanlı el, Zeus Baba’yla bile dövüşen Tydeusoğlu’na varıp savaşın dışına atamaz mısın onu? İlk önce Kıbrıslı’ya gidip, bileğinin oradan, elinden yaraladı onu; sonra da bir tanrıymış gibi benim üzerime atladı.”
Sonra da Pergamos’un tepesindeki tahtında oturdu, o sırada katil Ares de Truvalıların saflarına onları kışkırtmaya gitti, Trakyalıların önderi hızlı Akamas kılığında. “Priamos’un oğulları!” dedi. “Halkınızın Akhalar tarafından katledilmesine daha ne kadar izin vereceksiniz? Hepsinin Truva duvarlarına dayanmasını mı bekleyeceksiniz? Hektor kadar çok değer verdiğimiz adam, Ankhises’in oğlu Aeneas ellerinde. Bana yardım edin de savaşın kargaşasından kurtaralım cesur yoldaşımızı.”
Bu sözlerle can ve güç verdi onlara. Sonra Sarpedon sert çıkıştı epey Hektor’a. “Hektor!” dedi. “Nerede yiğitliğin şimdi senin? Eskiden adamların veya müttefiklerin olmadan, sadece kardeşlerin ve kayınlarınla beraber tek başına şehrini koruyabileceğini söylerdin. Hiçbirini burada göremiyorum, aslan karşısındaki köpekler gibi sinmişler, biz müttefiklerin savaşın yükünü yüklenmişiz asıl. Çok uzaklardan geldim ben, Lykia ve Ksanthos’un kıyılarından, karımı, küçük oğlumu ve muhtaçları baştan çıkarabilecek mal varlığımı bırakıp da. Buna rağmen, Lykialı askerlerimin başına geçip bana karşı savaşana karşı koyarım, burada Akhaların elimden alacağı hiçbir şeyim olmadığı hâlde, sense bakarsın öyle, adamlarına karılarını korumaları için dayanmalarını bile buyurmazsın. Ağa takılan adamlar gibi düşmanlarınızın ellerine düşmeyin sonra, güzel şehrinizi de hemen yağma ederler. Bunu gece gündüz aklından çıkarma ve müttefiklerinin önderlerine de korkmadan dayanmaları için yalvar, böylece sana serzenişlerini bitirebilirsin.”
Böyle konuşunca Sarpedon, Hektor’un içi acıdı sözleriyle. Zırhlarıyla kuşanmış şekilde arabasından atladı ve iki mızrağını sallayarak ordunun arasına daldı, adamlarını savaşa kışkırtarak ve korkunç savaş çığlıklarını yükselterek. Sonra harekete geçip tekrar Akhalarla karşı karşıya geldiler, ancak Akhalar birbirlerine yakın ve sıkıca durdular, geriye çekilmediler. Büyükçe bir harman yerinde rüzgâr nasıl samanı uçurursa insanlar elerken -sarışın Demeter tahılla samanı birbirinden ayırmak için üflerken rüzgârı, beyaz saman öbekleri daha da büyür- Akhalar da bulandı öyle atların ayaklarının gök kubbeye yükselttiği toza, sürücüleri savaşa döndürünce atları ve onlar da düşmana tüm güçleriyle karşı koyunca. Ateşli Ares Truvalılara yardım etmek için onları karanlıktan bir perdeyle kapladı ve her yere girdi aralarında, Donaolara yardım eden Pallas Athena’nın savaşı terk ettiğini gören Phoibos Apollon Truvalıların yüreklerine cesaret koyması gerektiğini ona söylediği için. Apollon sonra da zengin mabedinden Aeneas’ı geri gönderdi ve yüreğini cesaretle doldurdu, böylece onu canlı, sağlam ve cesaretli görünce çok sevinen yoldaşları arasında yerini aldı, ancak ona nasıl böyle olduğunu soramadılar, zira Ares ve aralarında dur durak bilmez bir hiddetle köpüren Eris tarafından yaratılan kargaşa ile çok meşguldüler.
İki Aias, Odysseus ve Diomedes, Truvalıların öfkesi ve hücumundan korkmayan Danaoları kışkırttılar. Kronosoğlu’nun dağ başlarına örttüğü bulutlar kadar hareketsiz durdular, hani ortada hiç rüzgâr yokken ve acımasız Boreas’la korkunç patlamaları bütün bulutları her bir yöne dağıtan diğer sert rüzgârlar beraberce uyurkenki gibi, Danaolar Truvalılara karşı işte böyle sağlam ve kararlı durdular. Atreusoğlu aralarına girip onları yüreklendirdi. “Dostlarım!” dedi, “Yiğit erler gibi kendinizi kurtarın ve birbirinizin gözünde yüz karası olmayın çetin savaşın ortasında. Yüz karası olmaktan kaçınanlar öldürülmek yerine daha çok yaşarlar, ancak kaçanlar ne hayatlarını ne de ününü kurtarabilir.”
Böyle konuşurken, mızrağını fırlattı ve ön sıralardan birini vurdu, Truvalıların Priamos’un oğulları kadar saygı duyduğu Aeneas’ın yoldaşı olan Pergaosoğlu Deikoon’du bu, zira hep ön sıralara geçmeye can atardı. Kral Agamemnon’un mızrağı kalkanına çarptı ve içinden geçip gitti, öyle ki kalkan önleyemedi mızrağı. Kemerinden geçip karnının altına girdi ve yere doğru ağırca düşerken silahları üzerinde şangırdadı.
Sonra da Aeneas, Danaoların iki yiğidi Kreton ve Orsilokhos’u öldürdü. Babaları güçlü şehir Phere’de oturan zengin bir adamdı ve yayıla yayıla Pylosluların toprağında akan Alpheios Nehri’nden gelmeydi soyu. Nehir, çok insan yönetmiş Orsilokhos’un babası, o da Diokles’in babasıdır, ki o da her türlü savaş sanatında maharetli ikiz erkek çocukları Kreton ve Orsilokhos’un babasıdır. Bunlar büyüyünce Argos gemileriyle Atreus’un oğulları Menelaos ve Agamemnon uğruna İlyon’a geldi ve burada ikisi de öldü. Dağdaki ormanların kuytu yerlerinde analarının beslediği iki aslan, nasıl çiftliği yağmalayıp koyun ve sığırları almak isterken insan eliyle öldürülürlerse, bunlar da Aeneas tarafından öyle mağlup edilip çam ağaçları gibi yere devrildiler.
Cesur Menelaos üzüldü onların ölümüne ve ön sıralara geçti, parlak tunçla kuşanmış hâlde ve mızrağını sallayarak, zira Ares öyle kışkırtıyordu ki Aeneas tarafından öldürülsün. Ancak Nestor’un oğlu Antilokhos onu görüp öne atıldı, krala bir zarar gelip de bütün emeklerinin boşa gitmesinden korkarak, o yüzden Aeneas ve Menelaos ellerini ve mızraklarını savaşa girişmek için istekle kaldırırken, Antilokhos Menelaos’un yanına dikildi. Aeneas gözü pek olsa da iki yiğidi beraber yan yana karşısında görüp geri çekilince, Kreton ve Orsilokhos’un ölülerini Akhaların saflarına çektiler ve bu iki talihsiz adamı yoldaşlarının ellerine bıraktılar. Sonra da dönüp ön sıralarda savaştılar.
Ares’in dengi Paphlagonialıların önderi Pylaimenes’i öldürdüler. Menelaos arabasında dururken kürek kemiğinden vurdu onu, Antilokhos da arabacısı ve yoldaşı Atymnisoğlu Mydon’u vurdu, atlarını döndürdüğü sıra. Onu bir taşla dirseğinden vurdu ve ak fildişiyle süslü dizginler elinden toprağa düştü. Antilokhos ona doğru atılıp kılıcını şakağına sapladı, bunun üzerine baş aşağı düştü arabadan yere. Orada kafası ve omuzları kuma gömülü hâlde bir süre durdu -zira kumlu toprağa düşmüştü- ta ki atları onu tepip yere dümdüz serinceye dek, Antilokhos onları kamçılayıp Akha ordusuna doğru sürdüğü sıra.
Ancak Hektor onları sıralar arasından gördü ve koca bir çığlık atarak üzerlerine doğru atıldı, güçlü Truva taburları da arkasından. Onları kışkırtıyordu Ares ve korkunç Enyo savaşın acımasız keşmekeşi ile taşarken Ares de Hektor’un bir önüne bir arkasına geçerek korkunç mızrağını sallıyordu.
Diomedes onları görünce titredi içten. Geniş ovayı geçen bir adam denize hızla dökülen büyük bir ırmağın kenarında bulunca kendini nasıl ürkerse -kızgın sularını görüp de korkuyla nasıl geri çekilirse- Tydeusoğlu da işte öyle geri adım attı. Sonra adamlarına şöyle dedi: “Dostlar, Hektor’un mızrağını çok iyi kullandığını mı göreceğiz? Tanrılardan biri onu korumak için hep yanındadır ve şimdi de Ares ölümlü bir adam kılığında onunla beraber. O yüzden yüzünüzü Truvalılara dönün fakat geriye doğru gidin, zira biz tanrılarla savaşa girişmeyiz.”
Böyle derken Truvalılar daha yaklaştı onlara ve Hektor iki adam öldürdü, ikisi de aynı arabada olan savaşta becerikli yiğitler Menesthes ve Ankhialos’u. Telamon’un oğlu Aias acıdı öldüklerine, yakına geldi ve mızrağını doğrultarak Selagos’un oğlu Amphios’u vurdu ki bu adam Paisos’ta yaşayan varlıklı biriydi ve pek çok ekin tarlası vardı, ancak kaderi onu Priamos ve oğullarına yardıma getirmişti. Aias onu kemerinden vurdu, mızrak karnının alt kısmını parçaladı ve ağır ağır yere düştü. Aias sonra silahlarından soymak üzere ona doğru koştu, bu arada Truvalıların ona doğru doğrulttukları mızrakların çoğu kalkanına düştü. Ayağını ölüye dayayarak mızrağını çekti, fakat mızraklar durmadan üzerine yağdığı için omuzlarından güzel silahlarını alamadı. Üstüne üstlük pek çok yiğit Truvalı önder de mızraklarıyla çevresini sardı, o da kalmaya cesaret edemedi, ne kadar ulu, cesur ve yiğit olsa da ölüden uzak tutup geri püskürttüler onu.
Böylece şiddetlendi aralarındaki savaş. O sıra kaderin güçlü eli Herakles’in oğlu hem cesur hem de koca endamlı Tlepolemos’u Sarpedon’la dövüşmeye yöneltti. Böylece biri Zeus’un oğlu diğeri de torunu olan iki adam karşı karşıya geldi ve Tlepolemos konuştu önce. “Sarpedon!” dedi, “Lykialıların danışmanı, ne diye gizlenmeye geldin buraya, sen ki rahatına düşkünsündür? Sana, kalkan taşıyan Zeus’un oğlu diyenler yalan söyler, zira sen onun eski zamanlardaki çocukları gibi ufaksın. Cesur ve aslan yürekli babam Herakles nerede sen neredesin, o ki sadece altı gemi ve yanında da çok az adam olduğu hâlde Laomedon’un atları için buraya gelmiş ve İlyon şehrini yağmalayarak yollarını çöle çevirmişti. Sense bir korkaksın ve adamların ölüp gidiyor. Gücüne ve ta Lykialılardan gelmene rağmen Truvalılara bir yardımın dokunmayacak ve benim elimle alt olup Hades’in kapılarından geçeceksin!”
Lykialıların önderi Sarpedon da cevap verdi: “Tlepolemos, senin baban İlyon’u Laomedon’un çılgınlığından dolayı yok etti, ki ona hizmetlerinin karşılığını ödemeyi reddetmişti. Babana vermedi oraya kadar onlar için geldiği atları. Sana gelince, benim mızrağımla ölümü tadacaksın. Bana şan şeref verirken kendi canını da vereceksin atları soylu Hades’e!”
Sarpedon böyle konuşurken, Tlepolemos mızrağını kaldırdı. Aynı zamanda attılar ve Sarpedon düşmanını boğazının ortasından vurdu, mızrak boydan boya geçip ölümün karanlığını gözlerine indirdi. Tlepolemos’un mızrağı ise Sarpedon’un sol baldırına öyle bir güçle geçti ki etinden geçip kemiğini sıyırdı, ancak babası şimdilik felaketi önledi.
Yoldaşları Sarpedon’u savaşın dışına taşıdılar, yarasından çıkan mızrağın ağırlığıyla çok büyük bir acı içindeyken. Öyle telaşlı ve korkmuştular ki onu taşırken, ayakta yürüyebilmesi için kimse mızrağı baldırından çekmeyi akıl edemedi. Bu sırada Akhalar, Tlepolemos’un ölüsünü taşıdılar, Odysseus’un içi acıdı ve kavgayı çekti canı onları öyle görünce. Zeus’un oğlunun peşinden mi gitse yoksa Lykialı birlikleri katledip sıradan mı geçirse karar veremedi. Ancak Zeus’un oğlunu öldürmek ona nasip değildi. Bu sebeple Athena onu Lykialıların kalabalığına yöneltti. Koiranos, Alastor, Khronios, Alkandros, Halios, Noemon ve Prytanis’i öldürdü, daha da fazlasını öldürürdü eğer ki yüce Hektor onu fark etmeseydi ve Donoalar korku saçarak zırhıyla kaplı bir hâlde savaşın ön taraflarına koşmasaydı. Sarpedon geldiğini görünce memnun oldu ve ona şöyle yalvardı: “Priamos’un oğlu, burada durup Danaoların eline düşmeyeyim. Yardım et bana, madem karımın ve küçük oğlumun yüreklerini sevindirmek için evime dönmeyebilirim, bari senin şehrinin duvarları içinde öleyim.”
Hektor cevap vermedi, ancak Akhaların üzerine saldırmak ve pek çoğunu öldürmek için can attı. Yoldaşları da Sarpedon’u taşıdılar ve Zeus’un koca meşesi altına yatırdılar. Arkadaşı ve yoldaşı Pelagon mızrağı baldırından çekti, ancak Sarpedon bayılıverdi ve gözlerine bir sis indi. Sonra tekrar kendine geldi, zira üzerinde esen kuzey rüzgârının nefesi ona yeni bir can verdi ve derin baygınlıktan geri getirdi onu.
Bu sırada Argoslular, Ares ve Hektor tarafından gemilerine sürülmediler ama onlara da saldırmadılar, zira Ares’in Truvalılarla beraber olduğunu öğrenince geri çekildiler, ancak yüzlerini düşmana dönük tuttular. O zaman Ares ve Hektor tarafından ilk ve son katledilenler kimlerdi? Yiğit Teuthras ve ünlü arabacı Orestes, Aitolialı savaşçı Trekhos, Oinomaos, Oinopsoğlu Helenos ve parlak kemerli Orespios ki onun çok büyük bir varlığı vardı ve diğer bereketli toprağa sahip Boiotialı ile birlikte Kephios gölünün yakınında otururdu.
Tanrıça Hera Argosluların kırıldığını gördüğünde, Athena’ya dedi ki, “Eyvah, kalkan taşıyan Zeus’un kızı, olamaz, İlyon şehrini yağma etmeden dönmeyeceğine dair Menelaos’a verdiğimiz söz geçersiz olacak, eğer ki Ares’in böyle öfkeyle kudurmasına izin verirsek. Derhâl katılalım biz de kavgaya.”
Athena itiraz etmedi ona. Sonra yüce Kronos’un kızı saygıdeğer tanrıça altınlarla süslenmiş atları koşmaya başladı. Hera bütün hızıyla her iki yanındaki demir dingilin üstüne sekiz parmaklıklı tunç tekerleri geçirdi. Tekerlerin ispitleri altından ve aşınmazdı, bunların üstünde de tunçtan çemberler vardı, görünce şaşılacak bir şeydi. Her iki yanda dingili döndüren başlıklarda gümüştendi. Arabanın kendisi altın ve gümüşten örülü şeritlerden yapılmıştı ve bütün çevresinde de çifte korkuluk vardı. Arabanın gövdesinden gümüş bir direk çıkıyordu ucuna altın boyunduruğun bağlandığı, atların boyunlarının altına geçen altın kayışları ile beraber. Sonra da Hera atlarını boyunduruğa bağladı, savaş ve savaş çığlıkları karşısında sabırsızlanarak.
Bu arada Athena kendi elleriyle yaptığı zengin işlemeli giysisini attı üstünden babasının eşiğinin oraya ve Zeus’un gömleğini giyerek savaş için silahlarını kuşandı. Omuzlarına püsküllü kalkanını attı, bozgun bir püskülle çepeçevre kaplanmıştı, üzerinde Kavga, Dayanma ve kan donduran Korku vardı, bir de iğrenç canavar Gorgon’un başı, zalim ve korkunç görünüşlü, kalkan taşıyan Zeus’un alameti. Başına altından, dört sorguçlu, hem önünde hem arkasında tepesi yükselen miğferini geçirdi, yüz şehrin arması ile süslü. Sonra parıldayan arabasına bindi ve sağlam, güçlü ve sert mızrağını kavradı, öfkelendiği yiğitlerin topunu kırıp geçirirdi bununla. Hera atları kamçıladı ve gökyüzünün kapıları kendi ahengiyle gıcırdadı onlar uçarken içinden -Saatlerin yönettiği kapılar, elleri Gök ile Olympos olan- ya onları saklayan koyu bulutları açmak ya da kapatmak için. Bunların arasından tanrıçalar uysal atlarını sürdüler ve Kronosoğlu’nu Olympos’un en tepelerinde tek başına oturur buldular. Hera orada atları durdurdu ve herkesin efendisi Kronosoğlu Zeus’la konuştu. “Zeus Baba!” dedi, “Ares’e bu kadar ileri gittiği için kızmıyor musun? Gör de bak nasıl büyük ve güzel bir Akha ordusunu yok etti ne yazık ki, ne bir hakkı ne de nedeni varken, bu sırada Kıbrıslı ve Apollon rahatça keyfini çıkarıyorlar ve bu adaletsiz deliyi de daha fazla fenalık yapsın diye ayartıyorlar. Umarım, Zeus Baba, kızmazsın bana, eğer Ares’e sertçe bir vurup da savaşın dışına kovalarsam.”
Zeus da yanıt verdi, “Athena’yı sal onun üzerine, zira Athena onu herkesten daha çok cezalandırır.”
Hera onun dediğini yaptı. Atlarını kamçıladı ve atlar seve seve yeryüzü ve gökyüzü arasında uçtular. Bir adamın yüksek bir fenerden denize baktığında görebileceği en uzak nokta ne kadarsa, sesli kişneyen tanrıların atları bir sıçramada o kadar uzağa giderdi. Truva’ya ve iki dalgalı nehir Simoeis ile Skamandros’un birleştiği yere gelince, Hera durup onları arabadan çözdü. Koyu bir bulutun içine sakladı onları ve Simoeis de yemeleri için tanrısal otlar çıkardı. İki tanrıça sonra gittiler, kumrular gibi uçup Argoslulara yardım etmeye can atarak. Güçlü Diomedes’in etrafında toplanan en cesur ve sayıca fazla kalabalığa, aynı aslanlar veya yaban domuzları gibi büyük güç ve sabırla savaşanların oraya geldiklerinde Hera öylece durup sesi elli adamınkine bedel madeni sesli Stentor gibi bağırdı. “Argoslular!” dedi. “Utanın kendinizden, korkak yaratıklar, görünüşte cesursunuz sadece! Aşil savaşırken mızrağı o kadar ölümcüldü ki Truvalılar Dardanos kapılarından çıkmaya cesaret edemediler, ama şimdi şehirden uzaklara çıkmış ve gemilerinizin orada bile savaşırlar.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gomer/ilyada-69428131/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Üst tarafı kız, alt tarafı balık olduğuna inanılan deniz kızı. (e.n.)
2
Fransızcada çekici ve baştan çıkarıcı kadın anlamına gelir. (ç.n.)
3
Yunancada “eve dönüş” anlamına gelir. (ç.n.)
4
Yunancada, “Klasik Yunan şarkıcıları” anlamına gelir. (ç.n.)
5
Yunancada dil bilgisel veya açıklayıcı yorumlar anlamına gelir. (ç.n.)
6
Yunancada kahramanın savaşta en iyi olduğu an. (ç.n.)
7
Yunancada “adam” anlamına gelir. (ç.n.)
8
Yunancada, evinden uzakta olanlara karşı gösterilen Yunanlara özgü misafirperverlik anlamına gelir. (ç.n.)
9
“Asil bir sadelik ve sakin bir yücelik”
10
İncil’de geçer ve “Çalışan kişi emeğinin karşılığını hak eder.” anlamına gelir. Timothy 5:18: “Do not muzzle the ox while it is treading out the grain.” (ç.n.).
11
Butler’ın çok seyrek bulunan ve çok da yardımcı olmayan notları dâhil edilmemiştir.
12
Tanrı ve Tanrıçaların isimleri tekrar Yunancaya çevrilmiştir.