Bostan

Bostan
Şeyh Sadi Şirazi
Bostan edebiyatımızda büyük yere sahip olan Şeyh Sadi Şirazî’nin seyahat edip gördüğü, tanıştığı insanlarla ve âlimlerle sohbetler sonucunda kaleme aldığı hikâyelerden oluşan ölümsüz bir eserdir. Adalet, iyilik, aşk, muhabbet, tevazu gibi insanoğlunun özünü yansıtan bu faziletli duyguların işlendiği, olması gerekenin ne olduğunun nasihat edercesine anlatıldığı, ders niteliğinde nadide bir şaheserdir. Ey büyük adam! Emrin altında olanların gönlünü kırma. Olur ki sen de bir gün onlar gibi emir altında yaşamaya mecbur olursun… Kötülüğe kötülükle mukabele kolay bir şeydir. Mert isen kötülük edene iyilik yap. Eğer sana faydalı bir şerbet lazımsa Sadi’den acı nasihat ilacı al. Sadi’nin nasihati marifet eleğiyle elenmiş: söz, balı ile karıştırılmıştır.

Şeyh Sadi Şirazî
Bostan

Şeyh Sadi Şirazî, İran edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biridir. Asıl adı, Ebu Abdullah Müşerrefettin’dir. 1213 yılında Şiraz’da doğmuştur. Rivayetlere göre hayatının üçte birinde tahsille meşgul olmuş, ikinci üçte birini seyahatle geçirmiş, kalanı da ibadete hasretmiştir. Tahsiline Şiraz’da başlamış, Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde devam etmiş, döneminin büyük bilginleriyle tanışmış, onlardan yararlanmıştır.
Ebu Bekir ve oğlu Sad için Bostan ve Gülistan isimli eserlerini yazmıştır. Gezmeyi çok seven Sadi, Anadolu ve Azerbaycan’ı da dolaşmış, sonunda Şiraz’a dönerek, tenha bir yerde yaptırdığı tekkeye yerleşmiştir. Zamanını okuyup yazarak, ibadet ederek ve ziyaretleri kabul etmekle geçirmiştir.
Sadi, 1292 yılında Şiraz’da vefat etmiştir. Mezarının bulunduğu semt, onun adı ile anılır. Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sadi’nin üslubu basit gibi görünür; fakat kolay kolay taklit edilemez.
Sadi, eserlerini manzum ve mensur olarak kaleme almıştır. Eserlerinin toplamı yirmiyi geçmektedir. Bostan, Gülistan dışında Akl u Aşk, Takrîr-i Dibace, Nasihatü’l-Mülûk ve Hevatim öne çıkan eserlerindendir. Bostan ve Gülistan, İslam ülkelerinde medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, açıklamaları yapılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.
“Ey bizim toprağımıza, mezarımıza uğrayan ziyaretçiler: Azizlerin toprağı için olsun, şu söyleyeceğim sözleri hatırlayın: Sadi, toprak olmuşsa da ne beis var? O, zaten sağlığında da toprak idi. Sadi, rüzgâr gibi dünyayı dolaştıysa da nihayet kendisini kara toprağa teslim etti. Çok geçmeden toprak onu yiyecek; sonra da rüzgâr o toprakları dünyanın her tarafına savuracaktır.
Mana gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadi kadar güzel terennüm etmemiştir.
Böyle bir bülbül ölür de toprağından gül bitmezse hayret ederim.”

    Sadi Şirazî

1. Bölüm
Adalet ve İnsaf Hakkındadır

Zahir Faryabî, Kızılarslan’ı methederken: “Tefekkür onun ayağını öpmek için (onu idrak için) iskemleye benzeyen dokuz feleği ayağının altına koyar.” demiş. Hâlbuki Kızılarslan’ın bir ayağı ötekinden kısa imiş. Zahir’i sevmeyenler: “Şair bu beyit ile sana aksaklık isnat etmiştir.” diyerek Zahir’i katlettirmişler. Şimdi Sadi bu vakaya işaretle ve Zahir’in ruhuna hitap ederek ona dokunuyor ve diyor ki:
Hey Zahir, ne lüzum vardı ki iskemleye benzeyen dokuz göğü Kızılarslan’ın ayağının altına koydun. Hey Zahir, büyüklük ayağını feleklerin üzerine koy deme, belki “ihlas yüzünü toprak üzerine koy!” de…
Padişah’ım! Size gelince nasihatim şunlardır: Taatle yüzünü eşik üzerine koy; çünkü doğruların tuttukları en emin yol budur. Eğer kul isen başını bu kapıya koy. Padişahlık tacını başından çıkar. İbadet ettiğin vakit şahlık libasını giyme. Halis muhlis bir derviş gibi feryada başla. Buyruk sahibi Ulu Tanrı’nın dergâhında, zenginin önündeki fakir gibi inle, şöyle de: “Allah’ım, zengin sensin. Fakirleri besleyen, kuvvet, kudret sahibi sensin. Ben ne memleketler fetheden bir hükümdarım ne de ferman sahibiyim.
Bu dergâhın dilencilerinden birisiyim. Senin lütfun bana yâr ol mazsa benim elimden ne gelir, ne iş yapabilirim? Allah’ım, beni hayra, iyiliğe sen muvaffak eyle. Sen kudret vermezsen benim kimseye bir hayrım dokunmaz.”
Padişah’ım, gündüz padişahlık ediyorsan geceleri dilenciler gibi yana yakıla dua et. Birtakım asiler, zorbalar senin kapında kul iken, sen yine başını ibadet eşiğinden kaldırma. Cenabıhakk’a ibadette kusur etmeyen kul, kullar için ne güzel padişahtır.

Hikâye
Hakikati yakin gözüyle tanıyan din ulularından hikâye ederler ki; Bir veli, bir kaplanın üzerine binmiş, bir yılanı eline almış, kamçı edinmiş, kaplanı süratle sürerdi. Birisi ona dedi: “Hey Tanrı yolunun adamı, bu gittiğin yolda gitmek için bana rehberlik et. Sen ne yaptın ki yırtıcı hayvan sana ram oldu? Adın, saadet yüzüğünün taşına yazıldı.”
Veli cevap verdi: “Kaplan, yılan, fil, herkes bana karşı zebun ise taaccüp etme. Sen de Allah’ın emrini yerine getir, görürsün ki her şey senin emrine ram olur. Bir padişah, Cenabıhakk’ın emrini tutarsa Cenabıhak onun muhafız ve yardımcısı olur. Cenabıhakk’ın, seni sevdiği hâlde düşman elinde bırakması mümkün mü? Yol işte budur. Bu yoldan sapma, yürümeye devam et. İstediğini bul. Sadi’nin sözünden hoşlanan kimseye, onun nasihati faydalı olur.”

Kisra’nın, Oğlu Hürmüz’e Nasihati
İşittim ki, Nuşirevan, ihtizâr hâlinde iken oğlu Hürmüz’e şu öğütleri vermiştir: Fakirlerin gönüllerini gözet. Yalnız kendi rahatını düşünme. Eğer sen, yalnız rahatını düşünecek olursan senin ilinde kimse rahat edemez. Çoban uyumuş, kurt sürüye dalmış! Bunu akıllı insan kabul etmez. Fukara takımını muhafaza et ki, şah, ahali sayesinde taç taşımaktadır. Padişah bir ağaca benzer, kökü ahalidir. Ağaç ise kökünden kuvvet alır. Elinden geldiği kadar halkın gönlünü yaralama. Eğer yaralarsan kendi kökünü baltalamış olursun.
Eğer sana, doğru bir yol lazımsa, padişahların yolu ümit ve korku yoludur. Bir insanda iyilik ümidi, kötülük korkusu olunca akıllılık ona tabiat olur. Eğer bir padişahta bunun her ikisini bulursan; onun ikliminde, mülkünde sığınak bulursun. Çünkü padişah, Cenabıhakk’ın lütfuna ümitvar olduğu için halka merhamet eder. Saltanatı elinden gider diye korktuğu için de halka zarar vermekten korkar.
Bir padişahın tabiatında ümit, korku yoksa o iklimde rahatın kokusu bulunamaz. Öyle bir padişahın mülkünde bulunduğun zaman, ayağın bağlı ise (evli isen) zulme, cefaya razı ol, otur; yok tek at, tek mızrak isen (bekâr isen) başını al başka yere kaç…
Bir iklimde ahaliyi, padişahtan memnun görmezsen; o iklimde refah, saadet arama.
Kafa tutan, kabadayı padişahlardan, kahramanlardan korkma; fakat Allah’tan korkmayandan kork. Bir padişah memleket ahalisinin gönlünü yıkıyorsa, o, memleketin mamur olmasını ancak rüyada görür. Bir memleketin harap, padişahın bednam olması zulümden ileri gelir. Bu sözün hakikatini ancak ince, derin düşünen kimse bulur. Ahali saltanatın yardımcısı olduğu için ahaliyi zulümle öldürmek layık değildir.
Köylüyü, çiftçiyi kendi faydan, saadetin için gözet. Çünkü, ecîr, aldığı ücretten memnun olursa daha çok iş yapar. Hem de kendisinden iyilik gördüğün kimseye kötülük etmek, erlik, insanlık değildir.

Hüsrev Perviz’in, Oğlu Şiruye’ye Nasihati
İşittim ki, Hüsrev Perviz ölürken oğlu Şiruye’ye şu öğütleri vermiştir: Hangi bir işe niyetlenirsen, o işte ahalinin iyiliğini düşün. Eğer herkesin sana muti olmasını istersen, daima adilane ve akilane hareket et. Ahali, zalim padişahtan kaçar ve onun çirkin adını cihana yayar; onu dillere destan eder.
Saltanatını kötü bir temel üzerine istinat ettiren padişah çok geçmeden kendi temelini yıkmış olur. Bir kocakarının ahının yaptığı tahribatı, kılıç çalan bir yiğit yapamaz. Bir dul kadının tutuşturduğu çıranın bütün bir şehri yaktığı çok görülmüştür.
Saltanatta insaf ile hareket eden padişahtan daha bahtiyar, âlemde kim vardır? Öyle bir padişah, nöbeti gelip de şu âlemden göçtüğü zaman herkes ona rahmet okur.
İyilik, kötülük; ikisi de geçer. Kötüsü geçecek, göçecektir; iyisi odur ki, adını iyilikle yâd etsinler.
Halkın başına Tanrı’dan korkanları koy; çünkü mülkü ancak Tanrı’dan korkanlar mamur ederler. Senin menfaatini halkı inciterek temin etmek isteyenler, sana düşman olanlar ve halkın kanını içenlerdir. Halkın ellerini beddua ile göklere açtıran kimseleri, iş başına getirmek hatadır.
Alçak vali, memleketin idaresi ve hazinenin zenginleşmesi böyle icap ediyor diye, halka eza ve cefa eder. Eğer hakkı gözetmezsen o uğurda çalıştığın padişah dahi seni cezalandırır. Bedbaht zalim bir gün ölür gider, fakat Allah’ın laneti onun üzerinde baki kalır.
İyi adam yetiştirip, kullanan padişah kötülük görmez. Eğer kötüyü besliyorsan sen kendine düşmansın. Halka zulmeden kimseyi müsadere ile bırakma; öyle zalimlerin köklerini kazımak lazımdır. Halka zulmeden vali ve diğer memurlara karşı çok titiz ol; o gibilere aman, zaman verme. Zira o kadar semirmiştir ki artık öldürülmesinin zamanı gelmiştir. Kurdun başını, koyunları paralamadan evvel kesmek gerektir. Sonra kesmek, yaptığı zararı ödemez.

Hikâye
Bir tacirin etrafını hırsızlar oklarla çevirmiş, onu esir etmişler. Tacir o sırada şöyle demiştir: Görülüyor ki hırsızlar galip geliyor, istedikleri fenalıkları yapıyorlar. Şu hâlde, padişahın askerleriyle kadınlar arasında ne fark var? Tüccarı aramayan, onların menfaatini korumayan bir padişah, gerek şehre gerek askere refah kapısını kapatmış demektir.
Bir memlekette fena kanun, fena âdet olduğu işitilince akıllılar o şehre artık nasıl giderler? Padişahım, iyi ad sence makbul ise, sana iyi ad lazım ise tüccar ile postacıları iyi tut. Büyükler yolcuları, züvvarı, seyyahları can ile beslerler. Çünkü iyi adı her tarafa götürenler bunlardır.
Hangi memlekette bir garip incinirse o memleket çok geçmeden mahvolur.
Gariplerle görüş, seyyahlar ile dost ol; çünkü bunlar iyi adı yayarlar.
Memlekete gelen misafiri, yolcuyu ağırla. Fakat şerlerinden, fitne fesatlarından da sakın. Ecanipten sakınmak çok iyidir; çünkü dost kıyafetinde düşman olmaları da mümkündür.
Emektarlarının derecesini, rütbesini, maaşını arttır. Çünkü kendi beslediğin insanlardan gadir gelmez. Bir memur eskidikçe, onun yıllarca yaptığı hizmetinin hakkını unutma…
Bir memur ihtiyar olup da işten âciz kalırsa ona karşı kerem göster. “Artık işten kaldı.” diye onu sefil etme. Onun hizmet eli bağlandıysa senin kerem elin bağlı değildir ya!

Hikâye
İşittim ki, Hüsrev, Şebur’un yaptığı resmi artık beğenmeyip onu işten çıkardığı zaman Şebur sükût etmiş. Fakat sonra zarurete düşünce Hüsrev’e şu mealde bir mektup yazmış: “Ey adaletiyle kâinatı ihata eden hükümdar, eğer ben ölür gidersem sen yine faziletinle bakisin. Gençliğimi senin uğrunda çürüttüm, ihtiyarlığımda beni kovma.”
Bir garip ki, başının altında bin bir çeşit fitne, fesat buluna; onu öldürme, incitme, kendi memleketinden, toprağından harice çıkar. Onu memleketinden kovar ve bu nefyi kâfi bir ceza addedip ayrıca cezalandırmazsan doğru bir hareket yapmış olursun. Zira o, cezasını kendisi bulacaktır. Çünkü onun fena huyu, peşinden ayrılmayan bir düşmandır.
Fitneye mail, fesada muktedir insan eğer İranlı ise; onu Yemen’e, Rusya’ya, Rum diyarına nefyederek, halkın başına bela etme. Belki ona kuşluk vaktine kadar aman vermeyip idam eyle. Öyle fitnekârı hudut haricine çıkaracak olursan, gittiği şehrin ahalisi: “Böyle fitneci insan yetiştiren memleket altüst olsun.” diye memleketine beddua eder; lanet savururlar.
İş verecek olursan paranın, servetin kıymetini bilen insana ver. Çünkü müflis, batakçı kimse padişahtan korkmaz. Ona ne söylersen başını eğer, feryat ve figana başlar.
Muhasebecilere hıyanet etmeye meydan verme; üzerlerine bir murakıp dik. Baktın ki muhasebeci ile murakıp uyuştular, hemen ikisini de azlet.
Kendisine iş, para tevdi edilecek kimsenin mahkemeden cezadan, idamdan değil; Tanrı’dan korkar, emanete hıyanet etmez takımdan olması lazımdır.
Bir işe emin sıfatıyla tayin ettiğin kimse Allah’tan değil senden korkuyorsa onu emin tutma. Emin olan Allah’tan korkmalıdır; yoksa azil, hapis ve idamdan değil.
Emin tayin etmiş olduğun kimsenin sık sık hesabına bak. Onu kendi hâline bırakma, çünkü yüz kişiden bir tane emin bulamazsın.
Eskiden birbiriyle sıkı fıkı arkadaş, kafadar olan iki kimseyi bir yere birlikte memur etme; çünkü ne bilirsin ki, el ele verirler; birisi hırsız olur, öteki perde tutar. Hırsızlar birbirlerinden korkar, çekinirlerse aralarından kervan selametle geçer.
Birisini bir vazifeden azlettiğin zaman, aradan biraz geçince kabahatini affet.
Ümit besleyen bir kimsenin ümidini yerine getirmek, bin tane ayağı prangalı mahpusu itlaf etmekten hayırlıdır.
Elinde hitabeti olan kimse işten çıkarılacak olursa meyus olmasın.
İyi bir padişahın, hükmü altında olanlara peder muamelesi yapması gerekir. Bir peder bazen çocuğuna öfkelenir, döver, acıtır; bazen de eliyle gözünün yaşını siler. Padişah da öyle olmalıdır.
Padişahım, düşmana karşı yumuşak, gevşek olursan sana galebe çalar; sert olursan senden herkes usanır. İyisi odur ki, yumuşaklık ile sertlik birlikte olmalıdır. Kan alan kimse gibi olmak lazımdır. O hem yara açar hem açtığı yaraya merhem koyar.
Padişahım, cömert ol, güzel huylu ol, mükrim ol. Cenabıhak sana saçtığı için sen de saç.
Dünyaya gelen ölür gider. Fakat kendisinden sonra iyi ad bırakan, ebedî yaşamış olur.
Kendisinden sonra köprü, mescit, misafirhane, kervansaray gibi hayrat bırakan kimse ölmemiştir.
Bu dünyadan giden, hayat namına bir şey bırakmayan insana, kimse fatiha okumaz.
Adının ebedî olmasını istersen büyüklerin adlarını gizleme; onları hürmetle yâd et.
Senden evvelki padişahlar ne yapmışlar, ne gibi iyilik ile yâd olunmuşlarsa sen de kendi zamanında böyle yap.
Bilirsin ki, geçen padişahlar naz ile yaşadılar, murat sürdüler, zevk ve safa ettiler; sonra hepsini bıraktılar, gittiler. Kimisi iyi, kimisi kötü bir ad bıraktı gitti; sen iyileri taklit et.
Bir suçlu: “Unuttum da yaptım.” diye özür dilerse, özrünü kabul eyle. Aman diyenlere aman ver. Bir suçlu dehalet edecek olursa onu hemen öldürmek, mürüvvete münafidir.
Edilen tembihi, edilen nasihati dinlemezse kulağını çekmek, hapsetmek, ellerini, kollarını bağlamak lazımdır.
Nasihatten anlamayan, zindandan mütenebbih olmayan kimse ise murdar bir ağaçtır. O zaman onun kökünü koparmak lazımdır. Öldürmeden evvel bir kere hapsetmelidir. Zira kesilen bir başı tekrar yerine koymak kabil değildir.
Bir kimseye kızdığın zaman mücazat için acele etme, düşün. Çünkü Bedehşan lalini kırmak kolay ise de, kırılan parçaları toplayıp eski hâline getirmek mümkün değildir.

Padişahın, İşin Sonunu Düşünmesi, Mücazata Ağır Davranması
Umman Denizi’nden gemi ile bir adam çıkageldi. Bu adam denizlerde gezmiş, sahralarda dolaşmış; Arap’ı, Türk’ü, İranlıyı, Rum halkını görmüş; her milletin bilgilerini temiz ruhunda toplamıştı. Elhasıl cihanı elek elek elemiş, bilgiler kazanmış, seferler yapmış; görüşmeyi, konuşmayı öğrenmişti. Vücudu iri yapılı; fakat çok fakirdi. Elbisesinde iki yüz yama vardı. O elbise içinde kav gibi yanmıştı.
Bu adam sahilde bir şehre çıktı. O taraflarda büyük bir padişah vardı. Bu padişah, adını iyilikle çıkarmak ister, fukaraya karşı tevazu gösterir, onları hoş tutardı.
Padişah o seyyahı duyunca sarayına davet etti. Uşaklarına emretti; seyyahı hamama götürdüler, yıkadılar, temizlediler. Sonra padişahın huzuruna çıkardılar.
Seyyah huzura çıkınca tekâpu kıldı, padişahı övdü, el bağladı. Padişahım, fermanın her tarafa yürüsün, diye duada bulundu.
Padişah sordu: “Nereden geliyorsunuz? Şehrimize niçin geldiniz; burada güzelden, çirkinden neler gördünüz?”
Seyyah dedi: “Ey yeryüzünün padişahı, Cenabıhak sana yardımcı, devlet; saadet arkadaş olsun. Padişahım, memleketinde birçok yer gezdim. Ahalisi zulüm görmüş, gönlü incinmiş bir yer görmedim. Bir padişah için, kimsenin incinmesine razı olmamak meziyeti, kâfi bir ziynettir. Bir de padişahımın memleketinde kimseyi sarhoş görmedim. Sarhoşluk şöyle dursun, meyhaneleri yıkılmış gördüm.” Elhasıl seyyah güzel sözler söyledi. Sanki elek elek cevahir saçtı. O kadar hoş şeyler anlattı ki padişah zevkinden elini, kolunu çarpmaya başladı.
Seyyahın güzel sözleri şahın hoşuna gitti. Onu yanına çağırdı; ona ihsan ikram etti. Memleketini beğenip geldiği için ona altınlar, cevherler verdi. Sonra, ona aslını, vatanını sordu.
Seyyah sergüzeştini anlattı ve bu suretle diğer saray erkânından ziyade padişahın teveccühüne mazhâr oldu.
Onu sadrazam yapmak da içinden geçiyordu. Memlekete de böyle bir vezir lazımdır, diye çok düşündü. Yalnız; “Acele etmeyeyim. Belki yanlış bir iş yapmış olurum. Ahali reyimin zayıflığına gülmesin. Evvela onu bir zaman deneyeyim, sonra hünerine göre rütbesini artırayım.” dedi.
Padişahın bu düşüncesi doğru idi. Çünkü tecrübe etmeden iş yapan insanların, birçok kedere uğraması zaruridir. Nasıl ki hâkim, davayı etrafıyla düşünür, sonra hüküm verirse, maiyetindeki âlimlere karşı mahcup olmaz. Yayı elde tutarken, oku atmamışken; atmak lazım mı, değil mi, hedef neresidir, neresi olmalıdır, diye düşünmek lazımdır. Oku attıktan sonra düşünmenin faydası yoktur. İnsan, Yusuf gibi senelerce iffet, nezahetle yaşamalıdır ki, Mısır’a aziz olsun. Çok zaman geçmedikçe bir kimsenin ne olduğunu anlamak imkânsızdır.
Bu suretle padişah, seyyahın ahlakını tetkike, teftişe koyuldu. Neticede onu akil, iyi ahlaklı, edip ve insanların değerini ölçmekte mahir buldu. Bu suretle seyyahın büyük memurlarına faik bulunduğunu anlayan padişah, seyyaha veziriazamdan dahi üstün bir salahiyet verdi.
Seyyah, memleketi öyle akıl, hikmet ve marifet ile idare ediyordu ki emrinde, nehyinde kimsenin kalbini incitmiyordu; dürüst hareketleriyle kusur ve fenalık arayanların dillerini bağladı. Eski vezir, yenisinin bu faaliyeti neticesinde padişahın huzur ve rahat içinde yaşadığını, onun iyiliği sayesinde devletin yükseldiğini görünce üzülmeye başladı. Tenkit edilecek hiçbir nokta bulamıyordu. Çünkü dürüst adam, bakır leğen; fenalık arayan insan, karınca gibidir. Karınca ne kadar uğraşsa bakır leğene gedik açamaz.
Padişahın, güneş yüzlü iki kölesi vardı. Bunlar daima Padişahın hizmetinde bulunuyorlardı. Bunlar huriler, periler kadar güzel idiler. Birisi sanki güneş, ötekisi ay idi.
Bu iki köle güzellikte tamamen birbirinin dengi idi. Sanki birisi hakiki insan, ötekisi onun yanında aksi idi.
Bu köleler ilim, marifet sahibi yeni vezirin tatlı sözlerini işittikçe, onun sözleri bu fidan boylu köleler üzerinde tesir bırakıyordu; güzel ahlakını gördükçe tabii olarak onu sevmeye mecbur oldular.
Gitgide yeni vezirin de gönlü onlara aktı, onları sevmeye başladı. Şu kadar ki, dar görüşlü insanlar gibi kötülükle sevmiyordu. Belki bunların cemallerine âşık oldu. Öyle bir hâle geldi ki; ancak onların yüzünü gördüğü zaman rahatın ne demek olduğunu hissederdi.
Arkadaş, sana nasihatim olsun; eğer kadrinin, şerefinin yüce kalmasını istersen pak yüzlülere gönül bağlama. Ara yerde bir garaz olmasa bile, mehabet ve hürmetine ziyan verir.
Derken eski vezir, yeni vezirin o iki köleye gönül verdiğini hissetti ve hemen padişaha arz etti. Şöyle dedi: “Padişahım, bilmem ki bu yeni vezir kimin nesidir, necidir, adı nedir? Şu memlekette rahat ve saadetle yaşamak istemiyor. Evet, mücerreptir; çok gezenler böyle laubali olurlar. Çünkü bu gibiler, bir devletin nan ve nimetiyle beslenmiş değildirler. Nan ve nimetin kıymetini bilmezler. İşittim ki şehvetperest imiş. Efendimizin kölelerine göz koymuş, efendimize hıyanet ediyormuş. Böyle hayasız, aşağılık insan, padişahımın vezirliğine yakışmaz! Bunun vezarette bulunması, saltanatınıza leke getirir. Bu fenalığı işitince hemen arz etmeye mecbur oldum. Arz etmeseydim efendimin nimetini unutmuş olurdum. Hem de bu arzımı şüphe ve zan üzerine yapmadım. Bana yakin hasıl olmayınca söylemedim. Şunu da ilaveten arz ederim ki kölelerimden biri, bu yeni veziri bu kölelerden birisini kucaklarken gözleriyle gördüğünü bana söyledi. İşte, işin olup bitenini arz ettim. Üst tarafı padişahımın reyine, iradesine kalmıştır. Padişahım arzu ederse benim gibi tecrübe buyurabilirler.”
İyilik bulmayası eski vezir, işi bu kadar çirkin surette anlatır. Böyle anlatması da tabiidir. Çünkü kötülük düşünen insanlar ufacık bir tutamak bulunca büyüklerin kalplerini ateşe verirler. Ufak bir şeyle ateşi yakmak ve sonra onunla büyük odunları tutuşturmak kabildir.
Bu haber padişaha öyle bir hararet verdi ki ateş üzerinde kaynayan tencereye döndü. Yeni vezirin kanını hemen dökmek istedi. Fa kat aklı, vicdanı karşısına çıktı; ona, dur, diye işaret etti ve şu sözleri söyledi: “Bir insanın kendi yetiştirdiği birisini öldürmesi mertlik değildir. Adalet ve lütuftan sonra zulüm çok soğuk kaçar. Kendi yetiştirdiğin kimseyi incitme. Senin aman okunu tutan kimseyi sen ok ile vurma. Birisinin kanını zulüm ile içecek isen onu boş yere nimet ile besleme. Onun hünerleri sence layıkıyla malum olmadıkça divanda ona bir mevki vermemiştin. Şimdi de suçu tahakkuk etmedikçe düşman ağzına bakarak onu cezalandırma.”
Birisini öldürmeden evvel zindana atmak muvafıktır. Çünkü kesilen başı bitiştirmek mümkün değildir. Ferman, rey, şevket sahibi padişahların, insanların zahmetinden aciz göstermeleri caiz değildir.
Tahammülden boş, gurur ile dolu başa, padişahlık tacı haramdır. Sana cenk zamanında sebat göster demem; belki, öfkelendiğin zaman yıkılma, gazaba kapılma derim. Aklı olan her kimse tahammül eder; fakat maksat hışma mağlup olmayan akıldır.
Öfke bir kere askerini pusudan hücum ettirince ortada ne insaf kalır ne Tanrı korkusu kalır ne de din.
Feleğin altında öfke gibi bir dev görmedim. Bunun dehşetinden cinler, melekler bile ürküp kaçarlar.
Padişah, gazabını yenerek eski vezirden duymuş olduğu sırrı kimseye açmadı. Çünkü hâkimler: “Ey akil, gönül, sırların zindanıdır; söyleyince onu kaçırmış olursun, bir daha zincire çekemezsin.” demişlerdir.
Padişah, o akıllı sayılan yeni vezirin işini teftişe ve tarassuda başladı. Neticede, onun reyinde bozukluk gördü. Bir gün yeni vezir kölelerden birine bakınca kölenin bıyık altından güldüğünü gördü. Vezirin bakışı, kölenin gülüşü, ara yerdeki sevişmeyi gösteriyordu. Çünkü iki kimsenin canı ile aklı birleşince dudaklar kımıldamadan birbirleriyle konuşurlar. Sonra göz bakmaya doymaz; didara doyum olmaz. Nasıl ki susaklık yani istiska illetine tutulan kimse Dicle Nehri’ni içse doymaz…
Padişah, yeni vezir ile köle arasındaki birliği görünce suizannı katileşti. Bu hâl kanına dokundu, gazabı arttı. Böyle olmakla beraber, gazaba mağlup olmayarak yine akilane davrandı. Ona yavaşça şu sözleri söyledi: “Seni ben akıllı sanıyordum. Memleketimizin esrarına seni emin ittihaz ettim. Bilmedim ki sen sersem, medhe değil, zemmedilmeye layık insan imişsin, sana tapşırdığım vezaret senin yerin değilmiş. Fakat bu işte kabahat sende değil bendedir. Tabiidir ki soysuz insan beslersem sarayımda hıyanet edeceği muhakkaktır.”
Padişahın bu tahkiri üzerine, o çok bilen yeni vezir başını kaldırdı, şöyle dedi: “Ey iş bilen ulu şahım, benim eteğim kabahatten temiz olunca kötülük düşünen insanların isnat edecekleri fenalıktan korkmam. Sarayı hümayununa karşı hıyanet fikri, asla gönlümden geçmemiştir. Bu hıyaneti bana kim isnat etmiştir bilemem?..”
Cevap olarak padişah şöyle dedi: “Sana söylediğim şeyleri, düşmanların, yüzüne karşı söylemeye hazırdır. İşi açıklayayım: Bunu bana eski vezirim söyledi. İşte hakkında söylenen budur. Bir diyeceğin varsa söyle.”
Yeni vezir parmağını dudağına götürdü, güldü, şöyle dedi: “Eski vezir benim hakkımda ne söylese taaccüb edilemez. Beni kendi yerinde gören bir hasut, benim fenalığımdan başka ne söyler? Efendim beni ona tercih edince tabiidir ki o benim düşmanım olmuştur. O beni kıyamete kadar sevemez. Nasıl sevebilir ki; ben aziz oldukça o zelil yaşayacaktır. Padişahım, eğer bendenizi dinlerseniz temsil tarikiyle bir hikâye arz edeyim. Bilmem hangi kitapta gördüm. Birisi şeytanı rüyasında görmüş. Bakmış ki selvi gibi boyu, huri gibi çehresi var. Yüzü güneş gibi ziya saçıyor. Yanına gitmiş, demiş: ‘Bu ne hâl, melek bile bu kadar güzel olamaz. Mehtap kadar güzel bir yüzün varken niçin dünyada çirkinlikle dillere düşmüşsün? Herkes seni korkunç sanır. Hamam kapılarında seni çirkin bir surette resmederler. Hatta sarayın nakkaşı, saray divanhanesinde seni asık, ekşi, iğrenç bir surette nakşetmiştir.’
Bu sözleri işitince bedbaht şeytan inlemiş, feryat etmiş, şöyle demiş: ‘Hey âdemoğlu, benim için yapılan resimler, benim hakiki resmim değildir. Ben hakikatte gördüğün gibi güzelim. Fakat ne çare ki kalem düşman elindedir. İnsanların beni çirkin resmetmelerine gelince, ben onların büyük ataları olan Âdem’i cennetten attırdım. Onların bana hınçları var. Onun için beni böyle resmederler.”
İşte padişahım, ben temizim, masumum; ne çare ki beni kıskanan, bir maksadı mahsus ile beni kötü bildirmiştir. Benim mansıbım onun şerefini ihlal edince onun mekrinden yüz fersahlık yere kaçmam lazımdır.
“Padişahım, ben şu dakikada sizin gazabınızdan korkuyorum ama bîgünah olduğum için cesaretle söz söylüyorum. Çarşı ağası, çarşıyı dolaşırken okkası dirhemi eksik olan korkar. Kalemimden çıkan söz doğru olunca kusur bulmak için cihan toplansa umurumda olmaz.”
Padişah yeni vezirin cesaretli sözlerine şaştı ve onu bir el işaretiyle susturarak: “Ne suçlular var ki riya ile, hilekârlık ile yaptığı suçtan kendisini kurtarmaya çalışır. Sana isnat edilen hıyanet cürmünü yalnız düşmanından işitmekle kalmadım, ben de gözümle gördüm. Sarayımda bu kadar insan varken, hiçbirine bakmıyor, yalnız kölelerime bakıyorsun.” dedi.
Vezir güldü, şöyle dedi: “Söylediğiniz söz doğrudur ve doğruyu gizlememelidir. Ben o kölelere ara sıra bakıyorum, bunu inkâr edemem. Bu işte, ince bir nokta var. Müsaadenizle o noktayı arz edeyim: Padişahımızca malumdur ki zavallı bir fakir bir zengini görünce bakar, içini çeker. İşte ben o fakire benzerim, köle de o zengine benzer. Padişahım, vaktiyle ben de genç idim. Ne çare ki gençliğin kıymetini bilmedim. Gençliğimi boş yere geçirdim. Gençliğime olan hasretimden dolayı durmadan ona bakıyorum, bakmaktan kendimi alamıyorum. Ben bugün gençliğimi kaybetmişim. O ise gençliğe, güzelliğe tamamen malik ve sahip bulunuyor. Ben bakmayayım da kim baksın? Vaktiyle benim de gül gibi çehrem vardı. Güzellikte vücudum billur gibi idi. Benim de onunki gibi gece renkli kıvırcık saçlarım vardı. Giyindiğim kaftan vücudumun nazikliğinden utanır, buruşurdu.
Şimdi pir oldum, saçlarım ağardı, pamuk oldu. Vücudum kurudu, iğ oldu. Artık bu vücuda bir kefen dokumak lazımdır. Vaktiyle ağzımda iki sıra inci vardı. Bu dişler gümüş tuğladan yapılmış bir duvar gibi duruyordu. Birisi kalmadı, birer birer döküldü. Şimdi eski bir kale duvarına benziyor.
Şu hâlde bu güzel gençlere nasıl bakmayayım? Onlara bakıp telef olan ömrümü anıyorum.
Yazıklar olsun, değerli günler geçti, gitti. Bu ömür de bir gün ansızın sona erecektir.”
O âlim yeni vezirin güzel sözlerini padişah beğendi. Erkânı devlete hitap ile şöyle dedi: “Bundan daha güzel söz söylemek muhaldir; bundan daha tatlı lafız, bundan daha değerli mana aramayın. Güzel civanlara, böyle özür beyan edecek kimseler baksınlar. Başkaları için bakmak doğru değildir.”
Sonra padişah döndü, yeni vezire şöyle dedi: “Eğer akilane hareket etmeseydim; hasımın sözleriyle seni incitecektim. Acele ederek kılıca el atan adam, sonra pişman olarak elinin arkasını dişleriyle ısırıp durur.
Sakının, garazkâr kimselerden söz dinlemeyin; çünkü onun sözüyle iş yaparsan pişman olursun.”
Neticede padişah yeni vezirin mansıbını, şerefini, malını artırarak onu taltif etti. Fena söyleyenler sayesinde padişahın adı iyilik ile ülkesinde yayıldı. Adaletle, keremle yıllarca saltanat sürdü; nihayet o da göçtü. Fakat dillerde iyi adı kaldı.
Böyle dindar padişahlar din gücü ile devlet topunu çelmiş olurlar. Bugün öyle padişahlardan kimse yoktur. Varsa ancak Ebû Bekir Bin Sad hazretleridir; ondan başka yoktur.
Padişahım, sen bir cennetlik ağaçsın. Gölgen bir yıllık yola kadar yayılmıştır. Talihim uğurlu olsun da başıma Hüma kuşunun gölgesi düşsün diye arzu ederim. Bu arzuma vâkıf olan akıl karşıma çıktı, bana şöyle dedi: İnsana devleti, hüma kuşu vermez. İkbal, devlet istiyorsan bu padişahın gölgesine gel.
Allah’ım, sen bize acımışsın da halkın üzerine bu gölgeyi sen yaymışsın.
Bu devlete köle gibi duacıyım. Ya Rabbi, bu gölgeyi ebedî kıl.

Zayıflara Merhamet Hakkında
Şerî şerîfin hükmü olmadıkça su içmek caiz olmaz. Fakat fetvayı şerif olunca kan dökmek caizdir. Böyle değil mi?
Bir kimsenin katline şeri şerîf fetva verince, onu katletmekten hiç korkma. Şu kadar var ki, eğer onun çoluğu çocuğu varsa onu öldürme, çoluğuna çocuğuna bağışla. Onlara rahat eriştir; çünkü suç, o haksızlık eden adamındır. Biçare kadınların, çocukların ne günahı var?
Ne kadar kuvvetli olsan, askerin de çok olsa, durup dururken düşman iklimine asker çekme. Çünkü o senin düşmanın olan hükümdar, müstahkem bir kaleye kaçar. Ona mukabil, günahı, kabahati olmayan iklime zarar erişir.
Hapishanede bulunanları sık sık teftiş et. Aralarında suçsuz kimselerin bulunması da mümkündür.
Memleketinde bir tacir öldüğü zaman malına el sürme. Böyle mala el sürmek, alçaklıktır. Hem de ölen tacirin malını zapt edecek olursan memleketimizde akrabası: “Zavallı adam gurbet elde öldü. Bıraktığı malı zalim padişah zapt etti.” diye ağlar, inlerler.
Yetimlerin ağlamasından, dertli gönlün ahından sakın.
Kötülük yapma, iyi adını kötüye çevirme. Nice elli yılda hasıl olan iyi adı, bir çirkin hareket mahveder.
İyilikle ebedî nam bırakan değerli insanlar, halkın malına el uzatmamışlardır.
Dünya padişahı da olsa, bir zenginden para, mal aldı mı, o padişah değil dilencidir.
Hür ve asil insan zaruretten ölür, bir âcizin malına tenezzül ederek onunla karnını doyurmaz.

Ahaliye Şefkat Hakkında Hikâye
İşittim ki, adil bir padişahın bir kaftanı vardı. İki yüzü de astardı. Birisi ona: “Ey bahtiyar padişah, Çin kumaşından bir kaftan diktirsen olmaz mı?” dedi.
Padişah şöyle cevap verdi: “Elbise insanın vücudunu örtmek, insanı rahat ettirmek içindir. Bu kaftan da o işi görüyor. Bundan fazlasını ararsan süs hâlini alır. Ben halktan haracı, kendimi tahtımı süslemek için almıyorum. Eğer kadınlar gibi ipekli süslü elbiseler yaptırır, kadınlaşırsam; erlik yaparak düşmanımı nasıl defedebilirim. Vakıa içimden türlü hırslar, arzular geçmektedir. Fakat unutmayalım ki hazine benim için değildir. Hazineler asker içindir; yoksa eğlence, süs için değildir. Padişahından hoşnut olmayan asker, memleketin hududunu muhafaza etmez.
Düşman (hırsız), köylünün eşeğini alır götürürse padişah ne hakla aşar vergisi alabilir?
Düşman, köylünün eşeğini; padişah da haraç diyerek parasını alırsa, o taht, o taç nasıl yükselir?
Düşkünlere zorbalık etmek, mürüvvete münafidir. Karıncanın elinden taneyi kapan kuş, alçaktır.
Ahali ağaç gibidir. Beslersen, iyi tımar edersen, istediğin kadar meyve alabilirsin. Sakın zalimlik edip de ağacı kökünden çıkarma. Çünkü zararına mucip olur. Kendi zararına iş gören kimse ise ahmaktır.
Hâkimiyeti altında bulunanları incitmeyen insanlardır ki, gençlikten, talihten müstefit olurlar. Zulüm gören ahalinin inleyerek ettiği bedduadan kork. Bir ili, bir memleketi yumuşaklık ile tutmak, almak mümkün ise kimsenin burnunu kanatmamaya çalış. Erlik hakkı için, yeryüzünün baştan başa saltanatı, yere damlayan bir damla kana değmez.”

Hikâye
İşittim ki, güzel huylu Cemşit, bir çeşme başının üstüne şunu yazdırmış: Bizim gibi nice kimseler, bu çeşme başında oturmuş, din lenmiş; sonra gözlerini kapayarak gitmişler. Mertlikle, kuvvetleriyle dünyayı tuttular. Fakat aldıkları yerleri mezara beraber götüremediler. Süleyman Aleyhisselamın tahtı akşam, sabah rüzgârlar tarafından sevk edilmez miydi? Nihayet görmedin mi ki, o taht rüzgâr gibi uçtu gitti. Asıl bahtiyar insan, ilim ve adalet ile şöhret kazanan kimsedir. Her gelen, gider. Ne ekti ise onu biçer. İnsana iyi, kötü addan başka bir şey kalmaz. Düşmana galip geldiğin zaman canına kıyma; ona, mağlubiyet acısı kâfidir. Düşmanının, etrafında minnetle pervane gibi dolaşması, eteğini onun kanına bulaştırmaktan daha iyidir.

Padişahların Dostlarını, Düşmanlarını Tanımaları Hakkında
İşittim ki, asil Dârâ bir av eğlencesi esnasında askerlerinden uzak düşmüş. O sırada bir at çobanı, Dârâ’ya doğru koşarak gelmeye başlamış. Dârâ, tanımadığı bu adamın kendine doğru gelmekte olduğunu görünce içine şüphe girmiş ve kendi kendine: “Bu bir düşman olsa gerektir. Şunu yanıma yaklaştırmayayım, oklayayım, olduğu yerde dikilikalsın.” demiş. Keylere mahsus yayını kurup nişan almış, bir vuruşta o gelen kimseyi yok etmek istemiş…
Dârâ’nın yayını kurduğunu, okunu atmaya hazırlandığını gören çoban: “Ey İran’ın şahı, zamanın fena gözü senden uzak olsun, düşman değilim. Bana kıyma, ben şahımın atlarını besliyorum. Bu iş için şu çayırda bulunuyorum.” diye haykırmış.
Çobanın haykırması üzerine Dârâ müsterih olmuş ve gülerek: “Hey düşüncesiz adam, sana bir mübarek melek yardım etti. Yoksa yayı kurmuştum. Öldüğün gün idi.” demiş.
Çoban gülmüş ve şöyle cevap vermiş: “İnsan iyiliğini gördüğü insanlara, doğru yolu göstermek mecburiyetindedir. Haddim olmayarak nasihat olmak üzere söylüyorum. Bir padişahın dostunu düşmanından ayırt edememesi, o padişah için iyi bir şey değildir. Büyükler öyle yaşamalıdırlar ki her küçüğün kim olduğunu bilmelidirler. Sen beni sarayda kaç kere görmüş, atlardan, otlaklardan sormuştun. Şimdi huzurunuza muhabbet ve hürmetimi arz için geliyorum. Yine de beni düşmandan fark edemediniz. Hâlbuki ben çoban kulunuz, istenilen bir atı yüz bin atın içinden derhâl bulup çıkarırım. Demek ki çobanlığım akıl ve fikir iledir. Sen de benim gibi ol, sürünü, atını muhafaza buyur.”
Dârâ, çobandan bu nasihati dinlemiş ve onu taltif etmiş; kendi kendinden de utanmış ve bu nasihati, insan, kalbine yazmalı, demiş. Bir ülkede padişahın tedbiri çobanlardan aşağı olursa o ülkenin mahvü perişan olmasından korkulur.

Padişahlara Ahalinin Hâllerine Vâkıf Olmanın Lüzumu
Padişahım, sen adalet isteyenlerin iniltisini nasıl duyabilirsin ki, karyolanın cibinliği Zühal yıldızına bitişiktir.
Öyle uyu ki, adalet isteyen birisi kapına gelecek olursa feryadını işitebilesin. Zamanında birisi gelir de bir zalimden şikâyet ederse, bilmiş ol ki o şikâyet, senden sanadır. Çünkü onun zulmü senin zulmün demektir. Köpek, yolcunun eteğini paraladığı zaman; eteği paralayan köpek değil, belki öyle bir köpeği besleyen nadan kimsedir.
Sadi, sen söz söylemede cesursun. Kılıç elinde iken çal. Adalet iklimini aç, adalet etmeyenleri adalete çağır.
Sadi, bildiğini söyle, zira hak söz söylenmelidir. Sen ne rüşvet kabul edersin ne de dalkavuksun.
Sadi, bir kimseden bir şey çekmek fikrinde isen kitabında hikmete, hakikate yer verme; değil isen ne istersen söyle.

Hikâye
Irak’ta cebbar bir padişah, sarayının kemeri altında bir fakirin şöyle dediğini duydu: Padişahım, sen de bir kapıya ümit bağlamışsın. O hâlde kapıda bekleyenlerin muratlarını yerine getir. Gönlünün dertli olmasını istemezsen dertlilerin gönüllerini ıstıraptan kurtar. Adalet isteyen mazlumların gönüllerinin perişan olması; padişahı memleketten attırır, tahtından indirir. Sen öğleye kadar serin sarayında uyu; zavallı garip, güneşin altında, sıcakta kavrulsun. Bu olur mu? Padişahtan adalet istemeye cesaret edemeyen insanın hakkını yarın kıyamet gününde Cenabıhak alacaktır.

Eski Padişahların Ahaliye Şefkatleri
Akıl ve irfan sahibi büyüklerden biri, Ömer bin Abdülaziz’e dair bir hikâye nakletmiştir. Hikâye şudur: Ömer’in parmağında, bir yüzük taşı vardı ki cevahirciler ona kıymet takdirinde âciz kalmışlardır. O dünyayı aydınlatan yıldızı, geceleyin görsen gündüz aydınlığından yapılmış bir inci zannedersin.
Bir sene kuraklık oldu. İnsanların bedir gibi yüzleri hilale döndü. Ömer, insanlarda rahat, kuvvet kalmadığını görünce, kendisinin rahat içinde olmasını, mürüvvete münafi gördü. Evet, halkın ağzında zehir gören bir insanın boğazından nasıl tatlı su geçer?
Ömer gariplere, yetimlere acıdı. O, yüzüğü gümüş para karşılığında sattırdı; parasını fakirlere, muhtaçlara verdiler. O para onları bir hafta idare etti.
Yüzüğün satıldığını duyanlar, Ömer’e: “Böyle bir şey bir daha ele geçmez. Niçin sattırdın?” diye itirazda bulundular.
İşittim ki, Ömer ağlamış ve gözyaşları, balmumu gibi sararmış yanağından aşağı akarken şöyle demiş: “Fakrüzaruret ile bir şehrin gönlü yaralı iken, padişahın süs hevesinde olması çirkin bir şeydir. Ben taşsız bir yüzük taksam olur; fakat halkın gönlünün mağmum, mahzun olması münasip değildir.”
Erlerin, kadınların rahatını kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutluluk ne saadet…
Vicdanlı insanlar, başkalarını kederlendirerek elde edilen zevke rağbet etmezler.
Padişah tahtında rahat uyursa fakirin rahat uyuyacağını aklım kesemez. Bilakis, padişah geceleri uyanık kalırsa, halk rahat ile, safa ile uyur.
Cenabıhakk’a hamdolsun, bu dediğim güzel âdet ahlak, Atabek Ebû Bekir Bin Sad’da mevcuttur. Pars ikliminde mehveş civanların boylarından başka, halkı derde uğratan bir fitne yoktur.

Hikâye
Dün gece bir mecliste hanendeler beş beytimi terennüm ediyorlardı. Beyitler şunlardır: Hayatımda bir dün gece rahat ettim. Çünkü ay yüzlü güzelim kucağımda idi. Onu uyku sarhoşu gördüm. Ona: “Ey yakışıklı, boyu servileri utandıran dilber, ey cihan fitnesi (ey güzelliğiyle cihanı altüst eden) dilber; nergislerini bir dakikacık olsun tatlı uykundan yıka, gül gibi gül, bülbül gibi öt, lal renkli şarabı getir.” dedim.
Ben böyle deyince, o canan, uyku mahmuru gözlerini süzerek bana baktı: “Sadi, ne söylüyorsun? Bana hem fitne diyor hem de uyuma diye tembih ediyorsun. Bilirsin ki, parlak fikirli padişahımızın zamanında artık fitneyi kimse uyanık göremez.” dedi.

Hikâye
Eski padişahların menkıbeleri arasında rivayet edilir ki: Kardeşi Sâd Zengî’nin yerine tahta geçen Tikle’nin zamanında kimse kimseden incinmemiş. Bu padişahın başka meziyeti olmayıp da yalnız bu meziyeti olsa kâfidir.
Bir gün Tikle, evliyadan bir zata şöyle demiş: Ömrüm boş yere geçti. Bu saltanat, bu taht hep geçip gider. Asıl saltanatı kazanan fakirlerdir. İstiyorum ki saltanattan vazgeçeyim. Bir tarikata intisap ile bir köşeye çekilip ibadet ile meşgul olayım. Hiç olmazsa şu kalan beş günlük ömrümü boş yere geçirmeyeyim.”
Muhatabı olan parlak fikirli zat, Tikle’den bu sözü işitince kızmış ve şöyle cevap vermiş: “Ey şah, ne diyorsun? Bu fikirden vazgeç. İbadet halka hizmetten başka bir şey değildir. İbadet tespih, seccade, hırka demek değildir. Tahtında otur, padişahlık eyle. Fakat ahlakın, tevazuun fakirler gibi olsun. Sadakatle, sevgi ile hizmet et. Şeyhler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma. Tarikatta kadem, yani vazifeyi ifaya hakkıyla çalışmak, ibadete hasrıvücut etmek lazımdır. Dem (lafügüzaf) lazım değildir. Çünkü fiiliyat olmazsa lafın kıymeti olmaz.”
Kalbin safasına malik büyükler, kaftanların altına böyle hırka giyerlerdi.

Hikâye
İşittim ki, Anadolu sultanı, ilim ehlinden bir iyi zatın huzurunda ağlamış; ona dert yanarak şöyle demiş: “Düşmana karşı kudretim yok. Şu kale ile şu şehirden başka elimde bir şey kalmadı. Çok çalıştım, istedim ki benden sonra oğlum da bu illere sahip olsun. Vaktiyle hükmettiğim yerlere hükmetsin. Ne çare ki soysuz düşman bende kudret bırakmadı. Kolumun kuvvetini, gücünü bitirdi. Ne tedbir yapayım ne çare bulayım? Kederden canım eriyip gidiyor.”
Âlim zat, sözleri dinledikten sonra kızmış ve bu ağlamak, lüzumsuz yere ağlamaktır, demiş. Ağlamak lazım ise senin aklına, gönül bağladığın arzuya ağlamak gerektir. Kardeş, sen kendini düşün. Ömrünün çoğu hem de en iyi kısmı geçip gitmiştir. Kalan ömrün için kalan mülkün sana elverir. Sen öldükten sonra yerine birisi gelir. Bu gelen kim olursa olsun, akıllı olsun, akılsız olsun; ne olursa olsun, kendisini kendi düşünsün.
Mademki ölüm var, mademki her şeyi bırakıp gitmek var; şu cihana kılıç çekip cenk etmek, cenk ile onu elde etmek ve sonra bırakıp gitmek zahmetine değmez. İran şahlarından Feridun’a bak, Dahhak’a bak, Cem’e bak ve gör; İran şahlarından hangisinin tahtına, mülküne zeval ermemiştir. Bâki saltanat; ancak Tanrı’ya mahsustur. Dünyadaki bu beş günlük hayata, ikamete mağrur olma. Ahiret için ne tedbirin varsa onu düşün.
Hangi bir padişahtan arta kalan altın, gümüş, hazine, mal ondan az sonra telef olur? Fakat hangi bir kimseden cari bir hayır kalırsa, herkes daima onun ruhuna Fatiha okur. Büyük, o kimsedir ki iyi adı kala. Böyle kimseye ölmemiş nazarıyla bakılabilir.
Padişahım, kerem ağacı dikip yetiştirmeye bak. Zira ondan meyve almak mümkün olur.
Padişahım, kerem et, lütuf ve ihsanda bulun. Yarın mahşerde divan kurulunca herkesin derecesi ihsanına göre olur.
Padişahım, her kimin ayağı ibadet ve taatte ileri ise Hak dergâhında onun derecesi de ileridir. Nefsine hıyanet eden, ibadet ve taatte bulunmayan kimse mahşer günü mahcup olur; Tanrı’dan bir şey dileyemez. Çünkü bir iş görmeden ücret istenilmek âdet değildir.
Gafil kimseleri kendi hâllerine bırak, yarın pişman olurlar. Çünkü tandır kızgın iken ekmeği pişirmemiştir.
Ekin ekmiş olanlar, harman vakti mahsul kaldırırken; ekmemiş olanlar, ne kadar gevşeklik etmiş olduklarını anlayacaklardır.

Hikâye
Şam vilayetinin içerilik bir yerinde, akıllı bir kimse vardı. Bu zat bir mağara içinde yaşardı. Sabrederek o karanlık yeri yurt edinmiş, kanaat hazinesi içinde yaşıyordu.
O kimsenin adı Hudadost idi. Görünüşte insan, fakat hâl ve harekette melekti.
Büyükler onun kapısına baş koymuşlardı. Çünkü onun başı büyüklerin kapısından içeri girmezdi.
Ârif odur ki, kendi nefsinden hırsı, tamahı bir tarafa atmayı ister. Bir kimseye nefsi; “Haydi bana yiyecek bul.” diye hükmedecek kadar mütehakkim ise o nefis onu köy köy, zelilane dolaştırır.
O akıllı ihtiyarın bulunduğu vilayette zalim bir padişah vardı. Bu padişah, en ziyade zayıflara, âcizlere zulmederdi. Gördüğü zayıfın kolunu bükerdi. Bu zalim, cihanı yakıcı, merhametsiz, zebunküş idi.
O taraf ahalisi onun yüzünden meyus ve mustarip yaşıyordu. Ahalinin bir kısmı da onun zulmünden, öyle bir zalimin hükmü altında bulunmak hacetinden kurtulmak için şuraya buraya dağılmışlar;
gittikleri yerlere onun kötü adını yaymışlardı. Hicret etmeyip kalanlar ise birtakım kalpleri yaralı fukara takımı idi. Ona gece gündüz lanet okurlardı. Zalim denilen melun nereye el uzatırsa orada neşve ve şetaret namına bir şey kalmazdı.
Bu zalim padişah, ara sıra Hudadost’un ziyaretine gelirdi. Fakat Hudadost onun yüzüne bakmazdı.
Bu zalim, bir gün Hudadost’a şöyle dedi: “Ey mübarek adam; beni gördükçe yüzünü ekşiterek benden nefret etme. Bilirsin ki, ben seni severim. Bana karşı düşmanlığının sebebi nedir? Şu vilayetin padişahı olmadığımı farz edeyim. Fakat şerefçe bir fakirden de aşağı değilim. Beni başkalarına tercih et, bana hürmet et, demiyorum. Yalnız, başkalarıyla nasıl görüşüyorsan benimle de öyle görüşmeni isterim.”
Akıllı âbid, bu sözleri işitince kızdı ve şöyle cevap verdi: “Senin yüzünden halk perişan olmuştur. Ben halkı perişan edenleri sevmem. Sen benim sevdiklerime düşmansın. Binaenaleyh, beni sevdiğine ihtimal vermem. Gelip muhabbetle benim elimi öpeceğine; git, benim sevdiklerimi sev. Seni Cenabıhak da sevmez. Seni düşman tutar, o hâlde ben seni sevmediğim hâlde, nasıl sevdim derim?
Hudadost’un derisini yüzseler, Tanrı’nın düşmanıyla dost olmak istemez.
O taş yürekli insanın uyumasına şaşarım ki halk ondan mustarip olarak uyumadığı hâlde, o uyur.”

Fakirlerin Rahatını Gözetmek Hakkında Hikâye
Ey büyük adam; küçüklere karşı zorbalık yapma. Çünkü cihan bir kararda kalmaz. Bu zayıfın kolunu bükme; çünkü kudret bulacak olursa insanı ağlatır. Kimsenin ayağını kaydırma, kimseyi yıkmaya çalışma; çünkü ayağın kayarsa elinden tutup kaldıran bulunmaz.
Ey büyük adam, düşmanı küçük görme; çünkü şu koca dağlar ufacık taşlardan vücuda gelmiştir. Görmez misin, karıncalar birleşince yır tıcı aslanı zebun ederler. Bir saç telinin, bir sap ibrişim kadar metaneti yoktur. Fakat birkaç tel bir araya gelince zincirden daha sağlam olur.
Hazine toplamadan ziyade, dostların gönüllerini topla. İnsanları sıkıntıya sokmaktansa hazinenin boş kalması daha iyidir.
Kimsenin işini ayağa bırakma. Olur ki birkaç kere onun ayağına düşersin. Ey âciz, sen de güçlüğe karşı tahammül göster. Olur ki, bir gün, ondan daha kuvvetli olursun. Cebbar olan kimseden intikam almak için bütün himmetini sarf et. Zira himmet kolu, kuvvet elinden daha kuvvetlidir.
Mazlumun kurumuş dudağına söyleyin, gülsün; çünkü zalimin dişi, nasıl olsa sökülecektir.
Sabahleyin davul sesiyle uyanan büyük adam, bekçinin gecesinin nasıl geçtiğini ne bilir?
Kervan halkı, ancak kendi yüklerini ve denklerini düşünür. Sırtı yağır eşeğe kimsenin içi yanmaz.
Tut ki, düşkünlerden değilsin. Bir düşkün görünce niçin durur, yardım etmezsin?
Buna dair sana başımdan geçen bir hâli anlatmaya mecburum. Çünkü, sırası gelince söz söylememek de kusur sayılır.

Kudret Zamanında Âcize Merhamet Hakkında Hikâyeler
Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki âşıklar aşkı unuttular. Gök, yere öyle bahil oldu ki ekinler, hurma ağaçları dudaklarını ıslatamadılar. Ne kadar eski pınar varsa kaynamaz oldu. Öksüzün gözyaşından başka su kalmadı.
Bir pencereden göğe doğru bir duman yükselecek olsa, bu bir dul kadının ahı idi. Yoksa gökyüzünde duman namına bir şey yoktu; bulut görülmez oldu.
Ağaçların yaprakları kalmamıştı, zavallı ağaçlar çıplak fakirlere dönmüştü. Kolları kuvvetli babayiğitlerde takat kalmamıştı. Dağlarda yeşillik, bahçelerde balçık görünmez oldu. Çekirgeler bostanları, insanlar da çekirgeleri yediler.
Hâl bu minvalde iken bir gün, yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki paralı, zengin, şan ve şeref sahibi; hem de vücutlu bir insandı.
Hâlini görünce şaştım, ona sordum: “Güzel huylu dostum ne oldun, ne felakete uğradın? Gördüğüm hâlin sebebini söyle.” dedim.
Dostum kızdı, bağırdı ve şöyle dedi: “Sebebini bilmiyorsan ne gaflet. Biliyorsan niçin soruyorsun? Görmüyor musun ki felaket son dereceyi bulmuştur. Ne gökten yere yağmur iniyor ne yerden göğe ah edenlerin feryadı çıkıyor.”
Cevap olarak dedim: “Biliyorum, pekâlâ. Fakat kıtlıktan ne korkun var? Zehir, tiryak olmayan yerde adamı öldürür. Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan helak olsa sana ne? Dünyayı tufan kaplasa kaza ne?”
Bir âlim olan dostum, âlimin cahile bakması gibi bana manidar bir bakışla baktı ve şöyle dedi: “Sahilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbi, müsterih olmaz. Benim yüzüm yokluktan sararmamıştır. Beni fakirlerin kederi sarartmıştır. Akıllı insan ne kendi azasında ne de başkasının azasında yara görmek ister. Tanrı’ya hamdolsun yaram yok; fakat başkalarında yara görünce vücudum tir tir titriyor. Hastanın yanında oturan bir insan sıhhatte de olsa keyifli olabilir mi?
Zavallı fakirin bir şey yemediğini görünce yediğim her lokma zehir zıkkım oluyor.
Dostları zindanda bulunan bir kimse, gülistanda nasıl eğlenir?”

Hikâye
İşittim ki, bir gece, halkın yanık yüreğinden çıkan bir ah, bir ateş hâlini alıp Bağdat’ın yarısını yakmış. O sırada birisi: “Çok şükür, bu yangın bizim dükkânımıza zarar vermedi.” demiş.
Cihan görmüş birisi ona şöyle demiş: “Ey idraksiz adam, sen yalnız kendini mi düşünürsün? Koca bir şehir yansın da senin evin kurtulsun, hoşuna gider mi? İnsanların açlıktan karınlarına taş bağladıklarını gören kimse, eğer taş yürekli değilse midesini doldurmaz.
Bir fakirin açlıktan kan yuttuğunu gören bir zengin, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner? Hastanın sahibi sağlamdır, sıhhattedir deme. Çünkü o da kederinden, o hasta gibi kıvrım kıvrım kıvranmaktadır. Merhametli yolcular konak yerine vardıkları zaman, yolda kalanlar gelip yetişmeyince uyumazlar. Diken taşıyan kimsenin eşeği çamura battığı zaman, padişahların gönlü mustarip olur.
Mesut olmak isteyen ârif için (anlayışlı adam için) Sadi’ nin bir sözü kâfidir: “Anlayana sivrisinek saz.”
Dinlersen, sana bir nasihat vereyim: “Diken ekersen gül biçemezsin.”

Adalet ile Semeresi, Zulüm ile Akıbeti
Eli altındaki ahaliye zulmeden Acem şahlarından haberin var mı? Ne o şevket kaldı ne o şahlık kaldı ne o köylülere yapılan zulüm kaldı. Zalimin yanlış bir iş yaptığını seyret. Zulmeti, zulmü kaldı; fakat kendisi defolup gitti. O, zulüm ile cihanda ebedî kalacağını sanıyordu; hâlbuki iş tersine çıktı; kendi gitti, zulmü kaldı.
Adil insana ne mutlu. Mahşer günü arşıâlânın gölgesinde rahat edecektir.
Hangi bir kavme Cenabıhak lütfedecek olursa; onlara akıllı, fikirli, adaletli padişah verir. Bilakis hangi ülkeyi viran etmek isterse saltanatı bir zalimin eline bırakır.
Zalimden iyiler sakınırlar; çünkü o, Cenabıhakk’ın bir gazabıdır.
Ey padişah, büyüklüğü Cenabıhak’tan bil. Ona şükret. Çünkü şükretmeyenin, nimeti elinden gider. Bu mülke, bu mala şükredersen; zevalsiz mala, zevalsiz mülke erişirsin. Padişah iken zulmedersen, padişahlığın elden gidince, dilencilik edersin.
Bir memlekette zayıf kavim eziyet görüyorsa oranın padişahına uyku haramdır.
Halkı, bir hardal tanesi kadar incitme. Çünkü halk sürü, padişah çobandır. Eğer halk padişahtan zulüm, tecavüz görüyorsa o padişah çoban değil kurttur. Feryat, öyle padişahtan!
Zalim padişah, halka kötülük düşündüğü için kötü ölümle ölür.
Ahaliye zulmeden padişah, fena bir akıbete düçar olur; zira yanlış düşünmüş ve kötü hareket etmiştir.
Ahaliye yapılan zulüm geçer gider; fakat padişahın fena adı ölmez.
Arkandan lanet edildiğini istemezsen iyi ol. Ta ki sana kimse kötü demesin.

Biri Adil, Öteki Zalim İki Kardeş Hikâyesi ve Sonları
İşittim ki, şark tarafından babaları bir, iki kardeş vardı. Bunlar kılıç kullanmayı, ordu idaresini bilir; kabadayı, fil vücutlu, iyi fikirli âlim kimseler idiler.
Babaları baktı ki bunlar cenkçi yaman yiğitler. Ülkesini ikiye ayırdı. Yarısını birine, yarısını da diğerine verdi. Padişahın böyle yapmaktan maksadı, vefatından sonra oğullarının, ben padişah olacağım, yok sen değil ben olacağım, diye birbirleriyle muharebe etmemelerini temin etmekti.
Padişah, memleketi iki oğluna pay ettikten bir müddet sonra, tatlı canını Allah’a verdi. Ecel onun ümit ipini büzdü, eli işten kaldı.
Şehzadelerden her biri kendi hislerine kanaat ediyordu. Her birinin hazinesi, askeri hesapsızdı.
Bu şehzadelerden her biri, kendi görüşüne göre bir yol tuttu. Birisi, öldükten sonra hayır ile anılmak için adalet yolunu tuttu. Diğeri de zengin olmak için zalimane hareket etti.
Âdil şehzade lütuf ve ihsanı kendisine âdet edindi; fakirlere, muhtaçlara paralar veriyordu. Misafirhaneler, tekkeler, zaviyeler yaptırdı; askere iyi baktı, fakirler için yemekhaneler açtırdı. Hazine boş; fakat askerlerin keseleri dolu idi.
Evet, bir memlekette yaşamak kolay, hoş olunca herkes oraya koşar.
Ebû Bekir Bin Sad’ın zamanında Şiraz’da olduğu gibi, her haneden zevk ve sefa sesleri yükselirdi.
O Ebû Bekir Bin Sad ki akıllı, güzel huylu bir padişahtır. Ümidinin dalı meyveli olsun.
Gelelim hikâyeye: O, ad kazanmak isteyen küçük şehzade, güzel huylu, iyi işli idi. Halkının gönlünü alıyor, sabah akşam Cenabıhakk’a şükrediyordu. Karun gelse o memlekette korkusuz yürür, gezerdi. Çünkü padişah âdil, ahali ise toktu. Onun zamanında kimsenin gönlüne diken değil, bir gül yaprağı bile dokunmamıştı.
Saltanattaki kuvvetiyle diğer padişahlara tefevvuk etti. Etrafındaki büyükler, hep onun fermanına muti oldular.
Gelelim diğer şehzadeye: Bu şehzade, tahtını, tacını yükseltmek için ahali ve köylüden çok vergi aldı. Tüccarların mallarına göz koydu. Âcizleri bin bir belaya uğrattı. Fakat fakirlere değil asıl kendisine düşmanlık etti. Artıracağım diye ne verdi ne de yedi. Fakat akıllı insan bilir ki o iyi bir şey yapmıyordu. Cebir ile altınları topluyor, askerlere bir şey vermiyordu. Bunun neticesinde askerler bizar olup dağılıverdiler. İkliminde zulüm yapıldığını duyan tüccarlar alışverişi kestiler. Ekin ekilmez oldu. Ahali perişanlıkla kıvrandı. İkbal, saadet ondan dostluğu kesince zaruri olarak düşman başkaldırdı, yerine yürüdü, ilini bastı, feleğin darbesi onun kökünü kazıdı. Düşman atlarının tırnakları yurdunun tozunu göğe çıkardı.
Bu hâlde kimden vefa umabilir ki, kendisi hiçbir ahdine vefa etmemişti. Kimden vergi, para isteyebilirdi ki, ahali kaçmıştı.
O kara gönüllü herif kimden iyilik umar ki, beddua onun peşini bırakmıyordu. Ezelde şaki olarak yaratıldığı için iyilerin dediklerini tutmamıştı.
İyiler toplandılar, onun ilini, yurdunu, saltanatını zapt eden düşmana: “Sen bahtiyar ol. Zira, o bedbaht, zalim olduğu için sonu gelmedi. Düşünüşü gevşek, sezişi yanlıştı. Adaletle olacak şeyi, zulümde aradı.” dediler.
Mezkur iki kardeşin birisinden iyi ad, ötekinden kötü ad kaldı. Kötülerin sonları iyi olmayacaktır.

Hikâye
Birisi, bir dalın üzerine binmiş, kökünü kesiyordu. Bahçıvan gördü, şöyle dedi: “Bu herif bana değil, kendisine kötülük ediyor. Dinlersen her nasihat yerindedir.”
Nasihat ziyan vermez. Dinlersen, sana bir nasihat vereyim: “Gücüne dayanıp kuvvetine güvenip zayıfları yıkma. Yarın kıyamet gününde bir arpa değmeyen bir fakir, koca bir padişahı çeker, ulu mahkemeye götürür. O gün büyük kalmak istiyorsan burada küçükleri kendine düşman yapma. Çünkü bu saltanat geçince o dilenci dediğin insan kahır ile eteğine yapışır. Zayıflara zulümden el çek, seni yıkacak olursa utanırsın. Küçüklerin elleriyle yıkılmak, hür ve asil insanlar nazarında insanı utandırır. Doğruların arkasından eğri gitme. Doğru söz istersen Sadi’den dinle.”

Hâllerine Razı Olan Fakirlerin Gönül Hoşluğu
Saltanattan daha yüksek bir mansıp olamaz deme; o rütbe, fakirin derecesinden daha üstün değildir. Yükü hafif insanlar rahat yürürler. Doğru söz budur. Ârifler bu sözü kabul ederler. Eli boş kimse yalnız ekmek kaygısı çeker. Padişah ise sırtında koca bir iklimin kaygısını taşır. Fakir, akşam ekmeğini elde edince Şam padişahı gibi huzur ile uyur.
Kaygı, sevinç her ikisi de geçer. İnsan ölünce ikisi de savuşur gider. Mademki ölüm var, ha birisinin başında taç olmuş ha birisinin boynunda vergi yükü bulunmuş.
Birisi Zühal’e kadar yükselse, birisi de zaruretten zindana girse, ölüm kapısından içeri girince müsavi olurlar. Ecel her ikisinin üzerine saldırınca birbirinden tanınmaz olurlar.
Padişahlık baş belasıdır. Dilencinin adına bakma, asıl padişah odur.

Çürümüş Bir Kafa ile Bir Âbidin Hikâyesi
İşittim ki, bir kere Dicle kenarında bir çürümüş kafa bir âbide şöyle demiş: “Ben, buyruğunu yürütmede ileri gidenlerden biri idim. Başımda büyüklük tacı vardı. Felek bana yardım etmiş, nusret arkadaşım olmuştu.
Devlet gücüyle Irak iklimini zapt ettim, az geldi. Kirman vilayetine de göz diktim. Fakat, Kirman’ı almadan kirmanlar (kurtlar) başımı yediler. Hey akil kişi, kulağından gaflet pamuğunu çıkar ki benim gibi ölmüş, çürümüş bir kafanın nasihati kulağına girsin.”

İyi İş ile Kötü İş ve Bunların Neticeleri
İyi işli kimseye kötülük uğramaz. Kötülük edenin yoluna iyilik gelmez. Kötülük kaynatanın başı, kötülük yolunda gider. Akrep gibi ki, deliğinde az bulunur, deliğine dönmesi az olur. Eğer sende kimseye fayda vermek hissi yoksa, ha sen ha mermer taş, ikiniz birsiniz.
A benim güzel huylu dostum; faydasız kimseyi taşa benzetmekle hata ettim. Çünkü taşın da, demirin de, tuncun da faydası vardır. Böyle kimsenin gebermesi iyidir, gebersin. Zira taşın bile bir meziyeti, bir değeri vardır. Her insan hayvandan iyi ve şerefli değildir. Zira vahşi hayvanlar, kötü bir insana müreccahtır. Fakat kötü insan, hayvandan aşağıdır.
Bir insan yemekten, uyumaktan başka bir şey bilmiyorsa, böyle insan hayvandan nasıl efdal olabilir?
Yol bilen yaya, yol bilmeyen ve kılavuzu olmayan atlıdan evvel menzile varır. İyilik tohumunu eken, muhakkak huzur ve saadet harmanını elde eder.
Ben ömrümde işitmedim ki, kötü bir adamın uğruna iyilik gelmiş olsun.

Zalim Bir Kâhyanın Hikâyesi
Bir kâhya vardı. Öyle yedi bela idi ki, onun korkusundan erkek aslan, dişi aslan olurdu.
Derken, bu herif kuyuya düştü. İnsanlar hakkında kötülük düşünen daima kötülük görür. Bu kâhya da oraya düşünce âciz ve ıstırap içinde kaldı. Kuyu içinde gece sabaha kadar uyumuyor; “Can kurtaran yok mu?” diye haykırıyordu, inim inim inliyordu.
Kuyunun yanından geçmekte olan birisi onun başına bir taş attı, kafasını yardı ve şöyle dedi:
“Nasılsın? Şimdiye kadar sen bir kimsenin imdadına koştun mu ki şimdi imdatçı arıyorsun. Daima insaniyetsizlik tohumunu ektin; işte şimdi de meyvesini topluyorsun. Senin yaralı canına kim merhem koyacak? Sen dertli gönülleri hiç düşünüyor muydun? Sen daima bizim yolumuza kuyu kazıyordun. Şimdi, kazdığın kuyuya kendin düştün. İnsanlar kuyuyu iki maksatla kazdırırlar; iyi huylu insan susamışlara su temin etmek, kötü adam da halkı o kuyuya yuvarlamak için.
Kötülük ediyorsan iyilik umma. Ilgın ağacı yemiş vermez. Sonbaharda arpa eken, hasat vaktinde buğday alamaz. Zakkum ağacını can ile beslesen ondan meyve yiyeceğini ümit etme. Ağu ağacı hurma vermez. Bir ağacı ektin mi onun meyvesini bekle.”

Doğru Sözlü Birisi ile Haccac-ı Zalim’in Hikâyesi
Naklederler ki, bir ihtiyar adam, Haccac’ı Zalim’e hürmet etmedi, ona karşı mücadele yolunu tuttu. O ne dediyse sözünü delil ile çürüttü. Haccac kızdı, celladına emretti: “Çabuk, siyaset derisini yay, şunun boynunu vur, kanını dök!” dedi. Çünkü âdettir. Zalim kimse söz ile başa çıkamazsa hemen suratını asar, cenge başlar.
Adam evvela güldü, sonra ağladı.
Haccac, adamın hâline şaştı: “Niye güldün, niçin ağladın?” dedi.
Adam şöyle cevap verdi: “Güldüm, çünkü toprağa zalim olarak değil mazlum olarak gireceğim. Ağladım çünkü dört tane küçük çocuğum var.”
Birisi Haccac’a şöyle dedi: “Ya emir, şu ihtiyardan ne istiyorsun? Vazgeç, bakınız, birkaç can ona dayanıyor; onun sayesinde geçiniyorlar. Şimdi bu kadar insanı öldürmek münasip değildir. Büyüklük yap, bağışla, kerem göster. Kendisine acımazsan yavrucaklarına acı. Sen kendi ailene düşmanlık ediyorsun. Çünkü bir aileye böyle bir cezayı reva görüyorsun. Bu kadar gönüle dağ basarak yara açarsan yarın kıyamet gününde ceza görürsün.”
Haccac nasihat dinlemedi, adamcağızın kanını döktü. Cenabıhakk’ın fermanından kim kaçabilir?
Bir büyük zat bu acıklı hadiseden müteessir olup o geceyi ıstırap içinde geçirdi ve o gece, maktulü rüyada gördü. “Nasılsın, nasıl can verdin?” dedi.
Maktul şöyle dedi: “Celladın siyaseti bir dakika için-de bitti. Fakat Haccac kıyamete kadar cezasını çekecektir.”
Mazlum uyumaz. Onun ahından kork. Sabah vakti yana yana ettiği bedduadan çekin. Temiz kalpli mazlumun geceleyin ciğeri yanarak ‘ya Rabbi’ demesinden sakın. Şeytan kötülük etti. İyilik görmedi. Kötü tohumdan iyi meyve gelmez. Biriyle mücadele ederken onu şerefsiz mevkiye düşürecek sözler söyleme. Onun kötülükleri hakkında ifşaatta bulunma. Çünkü senin de ne gizli fenalıkların vardır.
Yumruklaşmada çocuklar ile başa çıkacak kudrette değilsen, aslan yürekli erlerin yanında, nara atıp meydan okuma.

Hikâye
Birisi oğluna şöyle nasihat verdi: “Çocuğum; aziz, muhterem olmak istersen akıllı insanların nasihatlerini tut; küçüklere cefa etme. Bir gün senden daha büyüğü gelir ve başına bela olur. Hey aklı eksik! Bir gün karşına bir kaplan çıkıp seni parça parça edeceğinden korkmaz mısın?”

Hikâye
Çocukluğumda yumruğum kuvvetliydi. Uşakları, kendimden küçükleri incitirdim. Bir gün benden kuvvetli birisinin yumruğunu yedim, bir daha zayıflara eziyet etmedim.

Düşkünleri Okşamak Hakkında
Sakın gafletle uyuma ki, millet reisinin gözüne uyku haramdır. Daima halkı düşün, onlarla meşgul ol. Zamanın sana gelip getireceğinden kork.
Garazdan hâli olan nasihat, derdi gidermede ilaç gibidir.

Hikâye
Nakleder ki, Acem şahlarından biri iplik çıbanı çıkarmış ve bu yüzden iğ gibi incelmişti. O kadar zayıf düşmüş ki, emri altındaki vücutlu insanlara haset edermiş. Satranç tahtasında şah, her ne kadar adlı şanlı ise de zayıflayınca payitahttan aşağı olur.
Padişahın nedimelerinden birisi, padişahın önünde yer öptü: “Padişahımın saltanatı daim olsun.” duasından sonra, şöyle arz etti: “Bu şehirde mübarek nefesli birisi var. Âbidlikte eşi yoktur. Her kim mühim bir iş için yanına giderse onun nefesi sayesinde maksadı hasıl olur. Bu âbid ömründe uğursuz bir iş yapmamıştır. Gönlü nurlu, ağzı kuvvetli, duası makbuldür. Ferman buyurun, gelsin, dua etsin. Belki Tanrı merhamet eder de bu hastalıktan kurtulursunuz.”
Padişah emretti; hademenin büyüklerinden birkaç kişi gittiler; o ayağı uğurlu ihtiyarı davet ettiler.
İhiyar âbid geldi. Fakirane bir libas giyinmişi. Elbisesi değersiz; fakat içindeki insan pek değerliydi.
Âbidin geldiğini şaha arz ettiler.
Padişah ihtiyara şöyle dedi: “Ey akıllı zat, bana dua buyur. Çünkü iğne gibi iplik illetine müptelayım.”
İki büklüm olmuş ihtiyar, padişahın sözünü işitince kızdı ve biraz dikçe bir sesle: “Cenabıhak adalet edenlere merhamet eder.” dedi. “Sen de merhamet et ki Allah’ın merhametine nail olasın. Benim duam sana nasıl fayda eder ki, mazlum esirler zindanda zincirler içindedir. Sen halka acımazsan devlet ve saltanat huzurunu bulamazsın. Evvelce yapmış olduğun hatalardan tövbe etmeli, sonra iyilerden dua istemelisin. Mazlumların bedduası arkadan ayrılmazken, iyilerin duası sana nasıl müessir olur?”
Acem şahı bu sözleri işitince utandı, kızdı, müteessir oldu ve nihayet kendi kendine: “Kızmamalıyım; ihtiyar doğru söyledi.” dedi. Emretti; ne kadar mahpus varsa salıverdiler.
Bundan sonra ihtiyar iki rekât namaz kıldı. Elini kaldırdı, dua etti: “Ey gökleri yücelten Tanrı! Ona gücenmiş, onu derde salmıştın. Şimdi onunla barış, onu kurtar.” dedi.
İhtiyar duayı bitirmeden, daha eli duada iken, düşkün hasta iyi oldu, ayağa kalktı. Ayağında artık ip görünmeyen tavus gibi sevincinden âdeta uçacaktı. Emretti, hazinesinde ne kadar cevahir varsa ihtiyarın ayağına, ne kadar altın varsa başına saçtılar.
İhtiyar o cevahirden eteğini çekti birisini almadı ve padişaha şöyle dedi: “Batıl uğruna hakkı gizlemek yaraşmaz. Ben vazifemi yaptım. Bir daha iplik çıbanı çıkarmamak istersen zulüm ipinin ucuna yapışma. Bir kere nasılsa düştün, bir daha ayağın kaymasın, düşmemeye çalış.”
Ey kitabımı okuyanlar, Sadi’den şu doğru sözü dinleyin: “Düşen kimse her vakit kalkamaz.”

Bekası Olmayan Saltanat ve Devlet Hakkında
Ey oğul, dünya ebedî kalır bir mülk değildir. Dünyadan vefakârlık umulmaz.
Seher vakti, akşam vakti Süleyman’ın tahtı yel üzerinde gezmez miydi? Sonucu ne oldu? Saltanatını yel götürmedi mi?
Şu hâlde ilim ile adalet ile geçen padişahlar bahtiyardırlar. Halkın rahatı için kim çalışırsa devlet topunu o çelmiş olur.
Padişahların toplayıp bıraktıkları değil beraber götürdükleri (hayır için sarf ettikleri) işe yarar.
İnsanların ıstırapları mukabilinde mesut olan insanlar, şu yaşadıkları üç beş gün içinde ne safa sürebilirlerse onunla kalırlar.

İşin Zevali, Mülkün İntikali Hakkında Hikâye
İşittim ki, Mısır’da büyük bir beyin ömrünün gününe ecel asker sürmüş. O parlak yanağındaki güzellik gitmiş, gün sonunda sararan güneşe dönmüş.
Mısır’ın ukala ecele ilaç olmadığını bildirdikleri için “Eyvah! Beyimiz ölecek!..” diye dövünüp duruyorlarmış.
Her taht, saltanat zevale varır. Zeval görmeyen bir saltanat varsa Allah’ın saltanatıdır.
İşittim ki, ömrü gününün geceye yaklaştığını gören bey, kesik kesik, titrek bir sesle şöyle demiş:
“Mısır’da benim gibi aziz birisi yoktu. Fakat netice bu olunca anladım ki ortada bir şey yokmuş.
Cihanı yığdım, meyvesini yiyemedim. Şimdi hepsini bıraktım; âciz fakirler gibi gidiyorum.”
Aklı başında olan insan dünyayı kendisi için toplar. Hem yer hem bağışlar.
Bir işe çalış ki öldükten sonra seninle beraber kala. Çünkü senden geriye kalan senin değildir. Sen yalnız onun hasretini ve ziyan korkusunu çekersin. Zengin adam, hayatını eriten döşekte (ölüm yatağında) bir elini uzatır, birini çeker. O zaman söylemeye kudreti olmadığından fikrini sana eliyle anlatmak ister. Yani: “Bir elini lütuf ve ihsan ile uzat; öteki elini de zulümden, hırstan, tamahtan çek.” demek ister.
Arkadaş! Şimdi elinden gelirken iyilik yap. Yoksa yarın kefeni yırtıp elini çıkaramazsın.
Ay, Ülker, Güneş nice zaman parlayacak; sen ise lahit yastığından başını kaldıramayacaksın.

Kızılarslan’ın Bir Âlim ile Hikâyesi
Kızılarslan, sarp bir kaleyi zapt etti. Öyle kale ki, Elvent Dağı ile boy ölçüşürdü; kimseden korkusu, bir şeye ihtiyacı yoktu. Yoluna gelince, gelin hanımların zülfü gibi, büklüm büklüm idi.
Bu kale, nadir bulunur bir bahçenin üzerinde idi. Sanki lacivert bir tabak içinde bir yumurta idi.
İşittim ki, huzura mübarek bir zat, uzak yoldan, şahın yanına gelmiş, dolaşmış, hünerli gayet fasih, iş bilir, hakim, güzel konuşur, çok bilen birisi imiş.
Kızılarslan, ona sormuş: “Çok yerler gezmişsinizdir. Böyle muhkem bir kaleyi nerede gördünüz?”
O zat gülmüş: “Hoş kaledir.” demiş. “Fakat bence muhkem değildir. Senden evvel birtakım kudretli padişahların ellerine geçmedi mi? Onlar burada bir zaman oturup sonra bırakarak gitmemişler mi? Senden sonra da diğer padişahların ellerine geçmeyecek mi? Senin ümidinin ağacından onlar da yemiş yemeyecekler mi?”
Pederinin zamanını, saltanatını yâd eyle de gönlünü teselli et. Felek pederini bir köşeye öyle oturttu ki bir pula hükmü geçmez oldu. Her şeyden, herkesten ümidini kesince, Cenabıhakk’ın lütfuna bağlandı.
İyi düşünen insanın yanında dünya çer çöp gibi değersizdir. Çünkü her zaman başka kimseye mekân olmuştur.”

Hikâye
Acem ilinde bir meczup, Kisra’ya şöyle demiş: “Ey Cem mülkünün vârisi! Eğer saltanat, taht Cem’e kalsaydı, sana nasıl nasip olurdu?
Karun’un bütün hazinelerini ele geçirsen ancak bağışladığın kısmını götürmüş olursun; kalanı burada kalır.”
Ne zaman ki Alparslan canını, onu vermiş olan Allah’a verdi; şahlık tacını oğlunun başına giydirdiler onu da tahtından alıp toprağa gömdüler.
Evet, dünya felaket oklarına nişangâh olduğu için oturup duracak yer değildir. Buraya gelen kalmaz, gider.
Alparslan’ın oğlu tahta çıktıktan sonra, bir gün, ata binmiş gidiyordu. Bir akıllı divane onu gördü, şöyle dedi “Baş aşağı olası, yıkılası. Bu dünya saltanatı ne tuhaf şeydir. Babası gibi, oğlu da ayağı üzengide (gitmek üzere). Dünya böyledir, çabuk geçer. Zaman vefasız, sebatsızdır. İhtiyar birisi gününü bitirince bir talihli, beşikten başını kaldırır.”
Cihana gönül verme ki, sana yabancıdır. Çalgıcıya benzer. Her gece başka bir evde geceler.
Her gece başka birisinin koynunda yatan kadın, dilber de olsa aşka, gönül vermeye layık değildir.
Bu yıl, köy senin iken iyilik yap; çünkü gelecek yıl köy başkasının olacaktır.
Bir hakim, Keykubad’a: “Saltanatına zeval ermesin.” diye dua etti.
Büyük bir zat bu duaya kusur buldu: “Hakim olan zatın böyle söylemesine şaşarım. Dediği şey muhaldir. Hakime yaraşmaz bir sözdür. Feridun gibi, Dahhak gibi, Cem gibi Acem şahlarından hangisinin saltanatına zeval ermemiştir? Kimse burada ebedî kalmıyor. Kalmayınca bunu istemek manasızdır.” dedi.
Duayı etmiş olan hakim cevap olarak şöyle dedi: “Hakim olanlar akla, fikre, mantığa uymaz söz söylemezler. Ben o duayı ettimse onun için ebedî ömür istemedim; hayra muvaffak olmasını temenni ettim. Eğer padişahımız âbid, salih yaşar; doğru yolu bilir, hak sözü işitirse, bu dünya mülkünden yüz çevirince, otağını öbür mülkte kurar. Şu hâlde padişahımın saltanatı zevale uğramamış, belki bu âlemden öbür âleme intikal etmiş olur.”
Bir padişah, âbid ise ölümle onun bir şeyi eksilmez.
O öbür dünyada da padişahtır.
Hazinesi, fermanı, ordusu, şevketi, şanı olan, her istediğini elde eden, güzel yaşayan bir padişah, eğer iyi huylu ise o her zaman mesut ve bahtiyardır. Eğer fakirlere karşı zalimane hareket ederse süreceği sefa ancak bu yaşadığı üç beş güne münhasır kalır. Firavun, kötülüğü bırakmadığı için mezarının başına kadar saltanat sürebildi.

Gör Padişahının Hikâyesi
İşittim ki, Gör padişahlarından birisi, zor ile köylünün eşeklerini angaryaya tutturdu. Zavallı eşekler yem verilmediğinden, ağır yükler altında bir iki gün içinde telef olurdu.
Kendisini beğenen bir alçağın evinin damı, başkalarının damından yüksek ise aşağı damlara işer. Süprüntü atar.
İşittim ki, o zalim padişah bir kere av için şehirden dışarı çıkmış; bir av görmüş, atını dörtnala sürmüş; bu süratle akşam olmuş; yanındaki insanlardan uzak düşerek yalnız kalmış. Yol iz bilmediği için şaşırmış. Nihayet bir köy görerek oraya inmiş.
Köyde insan tanır, adam sarrafı eski hocalardan bir ihtiyar varmış. Çocuğuna şöyle diyormuş: “Oğlum, yarın şehre gideceksin, ama sakın eşeği beraber götürme. Yayan git. Çünkü taht üzerinde değil, tabut üzerinde görmek istediğim şu uğursuz, bedbaht padişah, şeytana kul olmuş, beline kul kemerini bağlamış; zulmünün elinden halkın feryadı göklere yetişmiştir. O günahkâr, pis, murdar herif gebermedikçe, cenazesinin arkasından lanetler savrularak cehenneme gitmedikçe; şu koca iklimde onun yüzünden kimsenin gözü rahat, huzur, ferah görmeyecektir.” (Senin de eşeğini zapt edeceği muhakkaktır.)
Çocuk şöyle dedi “Muhterem babacığım yol uzak, hem çetin; yayan gidemeyeceğim. Fakat eşeği vermek de istemem. Aklın fikrin fazla, reyin parlaktır. Bir çare bul. Hem eşeği götüreyim hem de almasınlar.”
Baba biraz düşündükten sonra, şöyle dedi: “Buldum oğlum buldum: Eline bir taş al; hayvanın başına, koluna sırtına birkaç kere vur. Başı, kolu kanasın; sırtı yağır olsun. Böyle yapacak olursan padişah böyle eşeği beğenmez. Ben bu çareyi Hızır Aleyhisselam’dan öğrendim. Sana vakasını anlatayım: “Vaktiyle bir zalim padişah vardı. Denizde gördüğü gemileri gasp ederdi. Hızır Aleyhisselam, Musa Aleyhisselam ile arkadaş olarak bir gemiye bindiler. Gemici bunları sevdi. Bunlardan gemi ücreti almadı. Biraz açılınca Hızır Aleyhisselam bir balta buldu. Geminin orasını burasını balta ile kırdı; gemiyi çirkin bir hâle getirdi. Sonra, zalimler o gemiyi çevirdiler; fakat beğenmediler, bıraktılar. Gemi yoluna devam etti. İşte Hızır, zahirde fenalık gibi görünen o işi, geminin selameti için yapmıştır.”
Çocuk, babasının emrine itaat etti. Bir taş aldı. Zavallı eşeği iyice dövdü. Eşeğin kolu, kanadı kırıldı; ayağı topalladı (Bu, birinci vakadır.).
Çocuğun babası eşeği bu hâlde görünce: “Oğlum, işte maksat hasıl oldu. Şimdi istediğin yoldan gidebilirsin.” dedi.
Bunun üzerine çocuk, topal eşekle kervana katıldı. Fakat eşeğe acıyor, padişaha ağzına gelen küfürleri savuruyordu.
Oğlan yola çıktı, babası köyde kaldı. Adamcağız yüzünü göğe tuttu: “İlahi, doğruların seccadesi için olsun, bana şu zalimin kahra uğradığını görecek kadar zaman ver. Eğer, ben onun helak olduğunu görmezsem, mezarımda toprak üzerinde gözüme uyku girmez.” diye yalvardı ve: “Gebe kadın, şeytan kadar habis bir insan doğuracağına, bir yılan doğursa daha hayırlıdır.” dedi.
Zulmeden erden, kadın çok daha hayırlıdır. İnsan inciten kimseden köpek daha hayırlıdır.
Kadın yapılı, kadın kılıklı ahlaksız çocuk, ahlaksızlık ederse kendinedir. O bile kötülük eden insandan daha hayırlıdır.
Bir mal düşmanının elinde sağlam bulunacağına, senin elinde kırık olarak bulunsun, daha iyidir.
O sırada padişah, güçlü kuvvetli, koşan, yol açan, yol çeken bir eşek gördü. Derken birisi geldi, eline bir taş aldı, eşeğe öyle vurdu ki biçare eşeğin kemiğini kırdı (Bu, ikinci vakadır.).
Padişah bu hâli görünce kızdı. Şöyle dedi: “Hey, delikanlı! Bu hayvancağızın ağzı dili yok, niye ona böyle zulmediyorsun? Eğer kuvvetli isen kendini göstermek için âcizlerin üzerinde kuvvetini deneme.”
Padişah sözü levent gencin hoşuna gitmedi, kızdı, padişaha bağırdı: “Sanane… Dövdümse, eşeğimi dövdüm, senin atına bir şey yaptığım yok. Yürü, eşeğime karışma. Ben bu işi nahak yere yapmıyorum. Sen işin aslını bilmiyorsun. Nene lazım, haydi işine git. Nice insanlar var ki sence mazur değildir. Fakat hakikati görecek olsan yapılan işin maslahata muvafık olduğunu öğrenir, ona hak verirsin.”
Delikanlının cevabı, padişahın canını sıktı: “Söyle bakalım. İşin neden doğru imiş, anlat. Aptal olduğun malum. Zira sarhoşsun desem, değilsin. O hâlde divanesin.”
Delikanlı söze başladı, şöyle dedi: “Hey cahil, sus. Sen Hızır Aleyhisselam hikâyesini işitmemiş misin? Ona kimse ne divane ne de sarhoş diyor. Niçin birtakım biçarelerin içinde bulundukları bir gemiyi kırdı?”
Padişah şöyle bir cevap verdi: “Hey zalim insan. Bilir misin Hızır o işi niçin yaptı? Bak sana anlatayım. O denizlere hâkim, zalim bir padişah vardı. Onun korkusundan gönüller keder deryası olmuştu. İnsanlar onun elinden feryat figan ediyorlardı. Cihan onun elinden deniz gibi coşup köpürmekte idi. Binaenaleyh, Hızır Aleyhisselam o yaptığı işi, zalim padişah gemiyi almasın diye, maslahat icabı olarak yaptı. Çünkü bir mal, bir meta sağlam olarak düşman elinde bulunacağına, çatlak, kusurlu olsun da sahibinin elinde bulunsun.”
Açık fikirli köylü güldü ve şöyle cevap verdi: “O hâlde hey bey, ben haklıyım. Ben, boş yere eşeğin ayağını kırmıyorum. Belki bu işi, zalim padişahımızın şerrinden korkarak yapıyorum. Eşeğim obada kalsın, benim olsun. Aksak olsun, topal olsun, topallaya topallaya iş görsün… Tek padişahın eline geçip de angarya yük çekmesin.”
Tuh böyle devlete, tuh böyle saltanata ki kıyamete kadar laneti mucip olmaktadır. Gebe kadın yılan doğursun, böyle şeytan sıfatlı insan doğurmasın!
Zalim şunu bilmelidir ki yaptığı zulmü biçare fakire değil kendi nefsine yapmıştır. Çünkü yarın o iyiliğin, kötülüğün hesabı görülecek günde, fakir o zalimin yakasına, sakalına yapışacaktır. Mazlum, bütün günahlarını o zalimin boynuna yükletecek zalim ise utancından başını kaldıramayacaktır.
Tut ki, bugün onun yükünü çekiyor. Yarın o zalim, eşeklerin yüklerini nasıl çekecektir?
Hakikaten bedbaht kimdir, diye soracak olsan, derim ki rahatını başkasının zahmetinde, meşakkatinde arayan kimsedir.
Sevincini halkın ıstırabında arayan zalim; ancak şu beş günlük dünyadan sürdüğü safa ile kalır.
Zulmü yüzünden insanların ıstırap içinde uykuya daldıkları ölü gönüllü (duygusuz) zalim, bir kere uykuya dalarsa bir daha uyanmasın; bu daha hayırlıdır.
Padişah gerek birinci vakadaki ihtiyarın gerek bu ikinci vakadaki delikanlının sözlerini dinledi, bir şey söylemedi. Atını bağladı. Başını eyer keçesinin üzerine koydu. Uyumak istedi, fakat bir türlü uyuyamadı. Bütün gece yıldızları saydı. Merak, endişe uykusunu kaçırmıştı.
Seher kuşu ötmeye başlayınca gecenin perişanlığını unuttu.
Beri taraftan süvariler bütün gece at koşturdular, iz sürdüler. Nihayet padişahın izini buldular. Geldiler, padişahı o meydanda at üzerinde gördüler. Atlarından indiler, yayan olarak koştular huzura geldiler, yerlere eğildiler. Askerin dalgalanmasından yer deniz gibi oldu.
Büyükler oturdular, sofralar kuruldu, yediler, içtiler, eğlenceli bir âlem geçirdiler. İçlerinde birisi vardı ki padişahın eski dostlarındandı ve gece arkadaşı, gündüz nedimi idi: “Padişahım, dün gece ahali (köylü) zati şahanelerine ne yemek çıkardılar? Çok merak ettik. Bütün geceyi endişe içinde geçirdik.” dedi.
Padişah, başına gelen türlü serzenişleri, bedduaları açıktan söylemedi. Başını o nedimin kulağına doğru götürdü, yavaşçacık kulağına şöyle dedi: “Dün gece kimse önüme bir tavuk ayağı getirmedi; fakat eşek ayağı endazeyi geçti.” (Eşek ayağına çok cefalar yapıldı.)
Padişah içmeye başladı, sarhoş oldu. Dün geceki köylü aklına geldi. Emretti köylüyü aradılar, buldular. Elini kolunu bağlayıp getirdiler, tahtının dibine attılar.
Kara gönüllü padişah, keskin kılıcını çekti. Zavallı köylü, kaçma imkânını bulamadı. Anladı ki hayatının son dakikasıdır, hayattan ümidini kesti; aklına geleni söylemeye başladı.
Hayattan meyus olanlar güzel sözler söyler. Görmez misin ki kalemin ucu kalemtıraş ile kesilince kalemin dili daha çevik olur.
Köylü baktı ki hasmından kaçmak mümkün değil; başını kaldırdı. Tirkeşini boşaltmaya başladı: “Padişahım, kabirde yatılacak gece, köyde yatılmaz!” dedi. “Sana bedbaht, kötü diyen, senin zulmünün elinden feryat eden yalnız ben değilim. Binlerce insan hep benim gibi diyor. Şimdi beni öldürürsen bir tek insanı öldürmüş olursun. Senin zamanın merhametsizlikle dolmuş, zulmün cihanı tutmuştur. Niçin bana kızıyorsun? Söylüyorlar. Sana yalnız benim sözüm mü ağır geldi? Elinden gelirse bütün insanları öldür. Seni zemmetmem ağırına gittiyse insaf et de zemme sebep olan şeylerin kökünü kazı. Mademki zulmediyorsun, adının ileride iyilikle anılacağını umma.
Sözüm gücüne gidiyorsa böyle sözleri icap ettirecek işler yapma. Senin için bir çare var: Zulümden çekil. Yoksa, biçare insanı öldürmek, çare sayılmaz. Hayatımdan beş gün kalmış. Bunun da ancak bir iki günü belki rahat geçecek. Farz et, şimdi beni öldürdün, ben büyük bir şey kaybetmiş olmam. Fakat sen kaybedersin. Çünkü kanıma girmiş olursun. Zamanı kötülükle geçen zalim kalmaz ölür gider; fakat üzerindeki lanet ebedî olarak kalır. Mazlumlar senin zulmünden uyumuyorlar. Bilmem ki senin gözün nasıl uyuyor? Dinlersen sana iyi bir nasihat vereyim; dinlemezsen muhakkak pişman olursun.
Bilmiş ol ki, bir padişah ne zaman makul olur; huzuruna çıktığı halk takımı onu divanhanesinde överlerse o zaman makul olur. Çıkrık çeviren anneler, nineler bir padişaha lanet okurken, resmî meclistekilerin padişahı övmelerinin faydası yoktur.”
Köylü, başı üzerinde kılıç olduğu hâlde, canını kader okuna nişan ederek yukarıdaki sözleri söyledi, bitirdi.
Bu söz üzerine padişah, gaflet sarhoşluğundan ayıldı; mübarek melek onun kulağına yavaşçacık seslendi: “Bu ihtiyardan siyaset elini çek. Hoş, öldürsen ne olur? Binlerce kişiden bir tanesini öldürmüş olursun.”
Padişah bir zaman başını yakasına çekti, başını göğsüne doğru eğdi. Sonra, elini salladı: “Affettim!” diye haykırdı, yerinden kalktı. Kendi elleriyle onun bağlarını çözdü, başını öptü, onu kucakladı ve büyük bir memuriyete tayin etti.
İhtiyarın ümit dalı meyve verdi. Padişah ile köylünün hâli dillerde destan oldu. Tabi, iyi olan kimse, doğruların izinden gider. Sakın, ayıp arayan cahilin arkasından gitme. Akıllı insanlardan güzel ahlak öğren.
Hâlini, etvarını, gidişini düşmandan dinle; çünkü fenalığın, dostun gözünde iyi görünür. Seni methedenler, dostun değildirler; seni kınayanlar senin dostlarındırlar. Hastaya şeker vermek günahtır; onun için acı ilaç faydalıdır. Serzenişi hoş tabiatlı dostlar değil, ekşi suratlı insanlar daha iyi yaparlar. Bundan daha iyi nasihati sana kimse söylemez. Aklın sana yâr ise bir işaret kâfidir.

Memun ile Cariyesinin Hikâyesi
Hilafet sırası Memun’a eriştiği zaman ay yüzlü bir cariye satın aldı. Bu cariyenin yüzü güneşe, teni gül fidanına benziyordu. Şivesi, işvesi de akilane idi.
Elini âşıklarının kanlarına batırmış, onun için parmaklarının uçları hünnap rengini almıştı.
Sofuları baştan çıkaran rastıklı kaşları, güneşe mukabil kudret yayı (kavs-i kuzah) gibi idi.
Gece oldu. Memun halvete girdi. Fakat o huri yavrusu bebecik, Memun’a ram olmadı. Memun çok hiddetlendi. Cariyesinin başını Cevzâ gibi iki parça etmek istedi.
Cariye, Memun’un kızdığını anlayınca: İşte başım, kes at. Fakat benimle yatma!” dedi.
Memun sordu: “Ne yaptım da seni incittim, benim nemi beğenmedin?”
Cariye: “Beni öldürsen, ikiye biçsen seni istemem,” dedi. “Ağzının kokusuna dayanamıyorum. Kılıç bir kere öldürür, ok bir kere saplanır. Fakat ağız kokusu insanı mütemadiyen öldürür.”
Cariyeden bu sözü işiten Memun acındı, incindi. Bütün gece bu ağız kokmasının çaresini düşündü, uyuyamadı. Sabah olunca, gerek Bağdat’ta gerek başka memleketlerde bulunan tekmil ukalayı, hükemayı, etıbbayı toplattı. Aralarında muhtelif şeyler üzerinde, fakat arada ağız kokması hakkında da mübahaseler yaptırdı. Bu sayede sezdirmeyerek ağız kokusunu gidermek için en mühim ilacı öğrendi, kullandı, ağız kokusu geçti.
Memun evvela cariyesinin sözüne kızmıştı. Fakat o söz üzerine tedavi ile o fena kokudan kurtulduğu, ağzı gonca gül gibi güzel kokulu olduğu için cariyenin sözünden memnun oldu. Cariyeye sarayda büyük bir mevki verdi. Onun hakkında: “Bu benim ayıbımı yüzüme karşı söyledi; bu benim dostumdur.” derdi.
Bence: “Senin yolunda şöyle bir kuyu vardır.” diyen adam senin hayırhahındır.
Yolunu şaşırmış bir kimseye: “İyi gidiyorsun.” demek, büyük zulümdür.
Çok kere olur ki, kendisine ayıbı söylenilmeyen kimse cahillik ayıbını hüner sayar.
Bir kimseye sekmunya[1 - Sekmunya-Sekemunya: Bir nevi müshil otudur ki bin göz otu da derler.] lazım ise ona: “Bal tatlıdır, şeker emsalsizdir.” demeyin.
Bir eczacı bir gün ne güzel söylemiş: “Sana şifa lazım ise acı ilaç iç.”
Eğer sana faydalı bir şerbet lazımsa Sadi’den acı nasihat ilacı al. Sadi’nin nasihati marifet eleğiyle elenmiş, söz balı ile karıştırılmıştır.

Zalim Padişah ile Sadık Dervişin Hikâyesi
İşittim ki, bir fakir, bir padişah huzurunda doğru bir söz söylemiş, bu söz o büyük padişaha dokunmuş, onu incitmiş. Padişah da azametini, kudretini göstermek için, fakiri zindana attırmıştı. Dostlarından biri hapishanedeki fakire gizlice: “A kardeş, sen de o sözü söylememeliydin.” demiş.
Buna karşı fakir: “Cenabıhakk’ın emrini tebliğ etmek ibadettir. Zindandan korkmam, çünkü zindan bir saatlik bir iştir!” cevabını vermiş.
Fakir ile dostunun bu konuştuklarını birisi duymuş ve hemen padişaha yetiştirmiş.
Padişah gülmüş: “Zavallı, yanlış düşünüyor; ‘zindan bir saatlik iştir,’ diyor. Bilmiyor ki, o hapishanede ölecektir.” demiş.
Bu söz de padişahın kölelerinden birisi tarafından fakirin kulağına fısıldanmış. Fakir o köleye şöyle demiş: “Tarafımdan padişaha söyle. De ki, ben hiç müteessir değilim. Bence zaten dünyanın kendisi bir saatliktir, ziyade değildir. Beni elimden tutup hapisten çıkaracak olsan sevinmem. Başımı kesecek olsan ona da gam yemem. Senin hazinen varsa, buyruğun her yerde yürüyorsa; ben de aile derdi, mahrumiyet ve ıstırap içinde, korku, mihnet içinde bunalmış kalmışsam, ölüm kapısından içeri girdiğimiz zaman bir hafta içinde müsavi oluruz. Şu beş günlük dünya devletine gönül verme. Halkın gönlünün dumanıyla kendini yıkma. Senden evvel, senden daha fazla kazananlar bulunmadı mı? Onlar, zulmederek cihanı yıkmadılar mı? Öyle yaşa ki, öldüğün vakit seni tahsin etsinler, iyilikle ansınlar, mezarına lanet savurmasınlar.
Kötü âdet koymamaya çalış; çünkü kötü âdetler için herkes bu âdeti çıkarana lanet olsun, der.
Kudret, kuvvet sahibi bir kimse, yücelikte en son noktayı bulsa, akıbet mezar toprağı onu altına almıyor mu?”
Padişah, ihtiyarın sözlerine kızdı: “Şu ihtiyarın dilini ensesinden çıkarın.” dedi.
Hakikatleri bilen ihtiyar cevap verdi: “Padişahım, senin bu sözlerinden de korkmam. Dilsizlikten de gam yemem. Çünkü, Cenabıhak gönülden geçen şeyleri de bilir. Gerek zaruret çekeyim gerek zulüm göreyim sonum hayır olsun, ikisinin de ehemmiyeti yoktur.”
Arkadaş! Sonun iyi olursa çektiğin matem güveyilik yerine geçer.

Hikâye
Bir yumrukçu vardı. Zavallı adam talihsizdi, zaruret içinde yaşıyordu. Açlıktan ölme derecesine gelmişti. Yumruk ile para kazanmak muhal olduğundan, karnını doyurmak için sırtı ile çamur taşırdı. Bu zaruretten çok müteessir oluyordu.
Bazen coşar, zebunları öldüren felek ile cenk eder; bazen de talihine küser ve yeise düşerdi. Halkın tatlı geçimlerini görür, boğazına acı sular tıkanırdı, zehirlenirdi. Bazen bu perişan hâline ağlar: “Bundan daha acı hayatı kim görmüştür? Ne adamlar var ki bal şerbeti içiyorlar, tavuk etleri, kuzu etleri yiyorlar. Bana gelince ekmeğime bir yaprak tereyi bile katık edemiyorum. Adalet gözüyle bakılırsa ben çıplak kalayım, kedi kürk giysin! Bu doğru bir şey değildir. Ne olurdu, bu çamur işiyle uğraşırken ayağım köklüce bir defineye batmış olaydı! Ne olurdu felek bir cilve edeydi de elime bir hazine geçseydi. Ben de bir zaman yaşasaydım, felekten murat alaydım, murat süreydim. Üzerimden bu mihnet tozunu silkeleyeydim!” der, dururdu.
İşittim ki, bir gün yumrukçu, toprak kazıyormuş. Kazarken toprakta dura dura dağılmış, üzerindeki dişler düşmüş bir çene kemiği çıkmış.
Kemik, yumrukçuya hâl diliyle şöyle nasihatte bulunmuş: “Efendi, fakrüzarurete tahammül et. Yarın toprak altında ağzın hâli bu değil midir? Sonucu böyle birdir. Zamanın iyi yahut kötü geçmesini hoş gör. Çünkü zaman bizsiz pek çok dönecektir.”
Çürümüş çene kemiğinin karşısında bu duygularla sarsılan yumrukçu, gönlündeki kederi bir tarafa bıraktı; kendi kendine şöyle bir hitapta bulundu: “Ey akılsız, tedbirsiz nefis! Fakrüzaruret yükünü çek. Kendini öldürme. Eğer bir kul, başı üzerinde yük taşırsa, diğer birisinin de şan ve şerefle başı göğe değerse, her ikisinin de hâli başkalaştığı zaman, birincinin başındaki yük, ötekinin şan ve şerefi geçer gider. Bu dünyada keder de sevinç de ebedî kalmaz. Ebedî kalan şey, işin cezası ile iyi adıdır.
Ey padişah! Ne taht kalır ne taç kalır, yalnız kerem kalır. Eğer iyi bahtlı isen lütuf ve ihsanda, keremde bulun. Sana ancak bu kalır. Saltanatına, mansıbına, maiyetinde bulunan insanlara güvenme. Çünkü senden evvel, senin gibi çokları geçmiş, senden sonra da nice senin gibileri gelecektir.
Devlet sahibi insan, dinin emirleri dâhilinde hareket etmeye gayret eder. Çünkü dünya nasıl olsa geçer gider. Saltanatının karmakarışık olmasını istemezsen saltanatla beraber dini düşünmek lazımdır. Mademki dünyayı bırakıp gideceksin, altınları saç, müstahaklarına ver. Nasıl ki Sadi de böyle yapıyor. Altını olmadığı için inci saçıyor.”

Nasihat Kabul Etmeyen Kimseye Karşı Sükût Etmek Hakkında Hikâye
Naklederler ki, bir zalim, bir iklime padişah olmuştu. Onun zamanında insanların günleri, gecesi gibi idi.
Geceleyin onun korkusundan uyku haram idi. Bütün gün iyiler onun elinden dert ve belada idiler. Gece olunca, temiz insanlar ellerini kaldırır, ona beddua ederlerdi.
Birtakım insanlar o zamanın bir şeyhine gittiler. O zalim padişahın elinden zari zari ağladılar: “Ey âlim, güzel reyli zat. Rica ederiz, bu padişahın yanına git, ona nasihat ver, Allah’tan kork de!” dediler.
Şeyh, cevap verdi: “Yazık değil mi, onun yanında Allah adını anayım? Çünkü o, bu mübarek adın anılmasına ve Tanrı’ya ait sözlerin söylenmesine layık değildir.”
Hocam, bir kimseyi, haktan bir kenara çekilmiş görürsen öyle kimsenin yanında hak sözünü ortaya koyma.
Alçak insanlara ulûm ve fünundan bahsedilirse ulûm ve fünuna yazık olur. O gibilere ulûm ve fünundan bahsetmek, daneyi çorak yere ekmek gibidir.
“O gibilere nasihat kâr etmeyince, sana düşman olur. Canıgönülden incinir, seni de incitir.”
Padişahım, senin adaletin hak üzere yürümektir. Bundan dolayı huzurunda kemali cesaretle haktan bahsedilebilir.
Ey temiz düşünceli padişah, ben sana hak ne ise onu söyledim. Çünkü, Allah adamının huzurunda, haktan bahsetmek kabildir.
Yüzük taşındaki mührün bir hassası var, basılır. Fakat muma basılırsa çıkar; katı taşa basılırsa çıkmaz.
Zalim kimse benden canıgönülden incinse taaccüp etmem; çünkü o hırsızdır, ben bekçiyim. Sen de insaflı, adaletli bir bekçisin. Cenabıhakk’ın hıfzıhimayesi de senin bekçin olsun.
Sayende rahat ediyoruz. Bize minnet yükletsen hakkın var; fakat yükletme. Çünkü hakikatte minnet, fazla ihsan, şükür, Cenabıhakk’a mahsustur.
Yüce Tanrı seni halkın hizmetine memur etmiş, seni başkaları gibi aylak bırakmamıştır. Herkes çalışma meydanında koşuyor; fakat devlet topunu herkes çelemiyor.
Sen cenneti çalışma ile kazanmadın; belki Cenabıhak sende cennet ehlinin ahlakını yaratmıştır.
Gönlün aydın ve müsterih olsun. Devletin payidar, derecen yüce, yaşaman hoş, gidişin doğru, ibadetin beğenilmiş, duan kabul edilmiş olsun.

Padişahların Reyi, Memleket İdaresi, Ayini Saltanat, Asker Çekme Kanunu
Düşmana müdara ile iş bitiyorsa; müdara, muharebeden daha iyidir. Kuvvet ile düşmanı kahretmek mümkün değilse ona ihsan, inam ederek cemileler göstererek fitne kapısını kapatmak lazımdır. Düşmanın zarar vermesinden korkuyorsan ihsan nüshasıyla onun dilini, ağzını bağla.
Düşman askerlerini taciz etmek için kale etrafına demir diken dökecek yerde, altın dök. Çünkü ihsan, keskin dişi kesmez eder.
Tedbirle, yüze gülmeyle cihanı yenmek mümkündür. Isıramadığın eli öp.
Düşmana hoş görün, onu okşa, kendine dost yap. Fakat sonra, fırsat bulduğun zaman derisini yüz.
Kemendinden İsfendiyar’ın bile kurtulamadığı Rüstem, tedbir ile tutulmuş, bağlanmıştır.
Düşman az bile olsa sakın, ihtiyatlı bulun. Çünkü sel suyu, damla damla yağmurun toplanmasından hasıl olur.
Düşmana kaş çatarak onu ürkütme. Çünkü zayıf ise de dost olması daha iyidir.
Bir kimsenin düşmanı dostundan çok olursa; onun düşmanı memnun, dostu mahzun olur.
Kendi kuvvetinden fazla düşman askerine vurma, hücum etme. Çünkü neşter üzere yumruk vurulmaz.
Hasmın zayıf, sen daha güçlü, kuvvetli isen düşmanı ezmeye heves etme. Âcize karşı kuvvet göstermek mertlik değildir. Fil kadar kuvvetli, aslan pençeli de olsan, bence sulh, cenkten daha iyidir.
Sulhu devam ettirmek için bütün çareler müfit olmazsa o zaman eli kılıca vurmak caiz olur.
Düşman sulh isterse baş çevirme. Mutlaka cenk isterse o zaman da atının dizginini büküp yüz çevirme. Cenk kapısını düşman bağlarsa senin şerefin, mehabetin on bin misli artar.
Düşman cenk ayağını üzengiye korsa (cenk isterse) kıyamette Cenabıhak senden hesap sormaz.
Birisiyle arada kin, adavet hasıl olursa onunla cenk için hazırlan. Çünkü kin tutan kimseye dostluk göstermek hatadır.
Alçak kimseye mülayemetle, tatlılıkla söylersen kibri artar. O zaman Arap atlarıyla, yiğit insanlar ile düşmanın tozunu havaya savur.
Düşman âciz kalarak kapına gelir; dostluk isterse gönlünden kini, başından öfkeyi çıkar. Düşmanın tatlılıkla ve akilane bir tavırla sana müracaat ederse onu sert ve gazaplı bir şekilde karşılama!
Düşman aman dilerse kerem göster, keremden şaşma, lütfet. Fakat mekrinden, hilesinden de emin olma!
İhtiyarların reyinden, tedbirinden çıkma. Çünkü yaşlılar çok iş tecrübe etmiştirler. Tunç kaleleri gençler kılıçla, ihtiyarlar akıl ve tedbir ile temelinden yıkıp zapt ederler.
Filleri yıkan, aslanları mağlup eden gençler; ihtiyar tilkinin hilesini bilmezler.
Muharebe üzerinde ordunun merkezinde bulunurken, kaçmayı da aklından çıkarma. Çünkü ne bilirsin ki zafer kime nasip olacaktır.
Muharebede asker bozulacak olursa tek başına müdafaa ve mücadele hevesine düşme, canını ateşe atma sen de bir tarafa kaç.
Ordunun kenarında isen bir tarafa savuşmaya çalış. Orta yerde kalmış isen düşmanlardan birinin elbisesini giyin, düşman neferi gibi görünmeye çalış; bu suretle kendini kurtarmaya bak.
Sen maiyetinle beraber bin kişi, düşman da iki yüz kişi olsa gece olunca düşman memleketinde durma. Çünkü geceleyin pusudan çıkan elli kişi, beş yüz kişi kadar heybetlidir.
Geceleyin yola devam etmek istersen ilk evvel pusu yerlerinden sakın.
Düşman ile aranızda bir günlük yol kalınca dur, orada çadır kur. O hâlde düşman sana tecavüz edecek olursa gam yeme. Efsariyab (Alper Tunga) da olsa beynini çıkar. Bilmez misin ki düşman o bir günlük yolu katedinceye kadar kuvveti hayli yıpranır. İşte o zaman sen o yorgun askere hücum et. Bu suretle cahil düşman kendisine zulmetmiştir.
Düşmana hücum ettiğin zaman düşman bayrağını yıkmaya gayret et. Bayrak yıkılınca bir daha toplanamazlar.
Düşman bozulduğu zaman onu uzun uzadıya takip etme; olmaya ki, yardımcı kuvvetinden uzak düşesin. Hem de düşmanı çok kovduğun zaman büyük kuvvetin geride kalır. Sizin azlığınızdan düşman süvarileri üzerinize atılırlar. Atların ayaklarından çıkan tozlar bulutlar teşkil eder. Düşman etrafınızı kargılar, kılıçlar ile kuşatır.
Düşman bozulduğu zaman askerin ganimet sevdası ile düşmanın arkasına düşüp gitmesin. Çünkü böyle yapılacak olursa şahın arkası boş kalır. Muharebelerde ordunun canı ise şahtır. Binaenaleyh ordunun şahı muhafazası cenge girmesinden çok hayırlıdır.

Sulh Zamanı Askeri Okşamak
Bir dilaver, bir yürekli asker, bir kere kükreyip düşmana saldıracak olursa hâline göre onu terfi ettirmek lazımdır. Böyle celadet gösteren yiğitler terfi ettirilirse ikinci defa da canlarını ölüme atar; harpten korkmazlar.
Askeri sulh hâlinde hoş tut ki sıkıntı zamanında işe yarasın. Cenkçi yiğitlerin bugün ellerini öp; yoksa düşman kösünü çalmaya başladığı zaman el öpmenin faydası yoktur.
İşi düzgün olmayan asker, muharebe gününde nasıl kendisini ölümlere atar? Düşmanın tecavüzüne karşı memleketi asker ile askeri de para ile muhafaza et. Bir padişahın askerlerinin kalpleri rahat, karınları tok ise düşmanına galip olacağı muhakkaktır.
Askerler kendi başlarının diyetini yiyorlar. Yazıktır onlara. Sıkıntı eziyet çektirmemek lazımdır…
Padişahlar, hazineyi askere sarf etmeyelim, yazıktır, derlerse, askerler de: “Beyhude kılıca el atmayalım, bu uğurda hayatımızı feda etmeyelim, yazıktır.” derler.
Eli boş, işi gücü inlemek olan asker muharebe gününde ne kadar yiğitlik yapabilir?

İş Tecrübe Etmiş Yiğitleri Takviye Hakkında
Düşmanla cenge, yürekli insanları gönder; aslanlarla cenge aslanları gönder.
Cihan görmüş insanların reyi ile iş gör; eski kurt av avlamasını çok iyi bilir. Kılıç çalan gençlerden korkma; çok bilen ihtiyardan kork. Cihan görmüş insan, akıllı olur; zira soğuğu, sıcağı çok tatmıştır. Talihi yâr olan değerli gençler, ihtiyarların reylerinden baş çevirmezler.
Memleketinin mamur olmasını istiyorsan büyük işleri yeni yetişenlere verme. Cenklerde çok bulunmuş insandan başkasını askere kılavuz yapma. Büyük işleri küçüklere buyurma; çünkü örsü yumruk ile kırmak kabil değildir. Ahaliyi okşamak, askeri idare etmek oyuncak değildir.
Zamanında büyük işlerin başarılmasını istersen iş görmemişlere iş buyurma. Av köpeği kaplandan yüz çevirmez; fakat cenk görmemiş aslan, tilkiden ürker kaçar.
Kucakta beslenmiş insan muharebe görünce korkar; fakat güreş tutarak, av avlayarak, top oynayarak yetişen genç, cenkçi olur. Hamamda, ılıcada zevk ve sefa ile yetişen çocuk, muharebe kapısını açık gördüğü zaman korkar.
İki kişinin yardımıyla ata binen kimseyi, bir çocuk bile vurabilir.
Muharebeden kaçmak isteyeni, eğer düşmanı öldürmemişse sen öldür.
Muharebe gününde kadın gibi muharebeden baş çeviren kimseden, ahlaksız çocuklar bile daha iyidirler.

Hikâye
Oğlunun cenk için tirkeşini takındığını gören Gürgin Pehlivan, oğluna şu güzel sözleri söylemiştir:
“Kadınlar gibi çabuk kaçacaksan harbe gidip de yiğitlerin yüzleri suyunu dökme. Bir süvari cenkte arkasını gösterecek olursa yalnız kendisini değil bütün yiğitleri öldürmüş olur. Hakiki kahraman odur ki cinsleri bir, dilleri bir, aynı sofrada yemek yiyen iki dostun cenk halkasına birlikte düştükleri zaman muharebenin ciğergâhında canıgönülden çalışır, çarpışır ve kardeşi düşman eline esir düşmüş iken kendisi okun önünden kaçmaya tenezzül etmez. Zaten bir ordunun askerleri de böyledir.
Cenge girenler birbirlerine yâr değilse, birbirini korumak fikrinde değilse, öyle askerden hayır gelmez. Askerlerde öyle bir hâl görecek olursan oradan kaçmayı ganimet bil.”

Hüner Sahiplerini Okşamak
Ey memleketler fethetmek isteyen padişah! İki sınıf insanı besle, hoş tut. Bu sınıflardan birisi cenk için hazırlanan erlerdir; diğeri rey, fikir, tedbir sahibi insanlardır.
Ancak âlimleri, kılıç çalan kahramanları besleyen padişahlar, devlete nail olurlar.
İnsanlar için iki büyük meziyet var: “Biri kalem, diğeri kılıç sahibi olmak. Bu iki meziyetten hiçbirine sahip olmayan birisi ölürse öldüğüne acıma. Kalem kullananları, kılıç çalanları iyi tut! Onlara riayet et. Çalgıcı makulesine meyletme, onlar kadın taifesi gibidir. Hayır gelmez.
Düşman cenge hazırlanırken beri tarafta çengilere cenk çaldırmak, sakilere bayılmak erkeklik değildir.
Devletli insanlar için oyun da fenadır. Oturup da oyun ile meşgul olan devletlilerin devletleri, bir oyunla ellerinden gitmiştir.”

Her Hâlde Düşmandan Sakınmak Hakkında
Düşman cenk açtığı zaman kork demem; belki düşmanın sulh hâlinde bulunduğu zaman daha ziyade kork derim. Çünkü nice insanlar vardır ki gündüz sulh ayetini okur; fakat gece olunca uykuda bulunanların üzerlerine hücum ederler.
Cengâver yiğitler zırhlarıyla toprak üzerinde uyurlar. Döşek kadınların hâbgâhıdır. Kılıç çalan yiğitler çadır içinde bile, kadınların evde uyudukları gibi çıplak uyumazlar.
Düşmanın amansız, habersiz hücum etmesi ihtimaline binaen de daima gizli gizli harbe hazırlanmalısın.
Sakınmak, ihtiyatlı bulunmak iş bilen yiğitlerin işidir. Karakol, ordunun tunçtan yapılmış duvarıdır, surudur.

Düşmanları Rey ve Tedbir ile Defetmek Hakkında
Fenalık düşünen, fakat düşündüğü fenalığı yapmaya kudreti olmayan iki düşman arasında emin, rahat oturmak akıl işi değildir. Çünkü eğer o iki düşman ittifak edecek olurlarsa o zaman kısa elleri, uzun olur.
İki düşmanın varsa, iptida ve hile ile birisini meşgul et. O rahat otururken ötekinin kökünü kazı.
Bir düşman muhakkak harp etmek isterse onun kanını akilane bir surette dökmek için git; onun düşmanı ile dost ol. Bu suretle onun gömleği vücuduna zindan olur.
Düşman askerinin arasına muhalefet düşecek olursa sen kılıcı kınına koy.
Kurtlar birbirlerine düştükleri zaman, aralarından koyunlar rahat geçerler.
Bir düşman diğer düşman ile uğraşacak olursa sen dostlarınla huzur-u kalp ile muhabbet et.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/seyh-sadi-sirazi/bostan-69428092/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sekmunya-Sekemunya: Bir nevi müshil otudur ki bin göz otu da derler.
Bostan Şeyh Sadi Şirazi

Şeyh Sadi Şirazi

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bostan edebiyatımızda büyük yere sahip olan Şeyh Sadi Şirazî’nin seyahat edip gördüğü, tanıştığı insanlarla ve âlimlerle sohbetler sonucunda kaleme aldığı hikâyelerden oluşan ölümsüz bir eserdir. Adalet, iyilik, aşk, muhabbet, tevazu gibi insanoğlunun özünü yansıtan bu faziletli duyguların işlendiği, olması gerekenin ne olduğunun nasihat edercesine anlatıldığı, ders niteliğinde nadide bir şaheserdir. Ey büyük adam! Emrin altında olanların gönlünü kırma. Olur ki sen de bir gün onlar gibi emir altında yaşamaya mecbur olursun… Kötülüğe kötülükle mukabele kolay bir şeydir. Mert isen kötülük edene iyilik yap. Eğer sana faydalı bir şerbet lazımsa Sadi’den acı nasihat ilacı al. Sadi’nin nasihati marifet eleğiyle elenmiş: söz, balı ile karıştırılmıştır.

  • Добавить отзыв