Gülistan

Gülistan
Şeyh Sadi Şirazi
Şeyh Sadi Şirazî’nin en önemli eserleri arasında yer alan Gülistan insanlara öğüt ve ahlak niteliği taşıyan hikâyelerden oluşan bir şaheserdir. Adil olmayı, dürüstlüğü, hoşgörüyü nasihat eden öykülere yer verilen kitapta, erdem sahibi olmanın vurgusu yapılmıştır. Vefa denilen şey ya esasen bu âlemde yoktur, kuru bir adı vardır yahut bu zamanlarda vefa eden kimse yoktur. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse yoktur ki sonunda beni nişan almasın. Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sokma. Ekşi yüzlü kimsenin yanında ihtiyaçtan bahsetme çünkü onun fena huyundan incinirsin. Derdini öyle bir kimseye aç ki yüzünden hiç olmazsa peşin olarak huzur bulasın.

Şeyh Sadi Şirazî
Gülistan

Şeyh Sadi Şirazî, İran edebiyatının önemli şair ve yazarlarından biridir. Asıl adı, Ebu Abdullah Müşerrefettin’dir. 1213 yılında Şiraz’da doğmuştur. Rivayetlere göre hayatının üçte birinde tahsille meşgul olmuş, ikinci üçte birini seyahatle geçirmiş, kalanı da ibadete hasretmiştir. Tahsiline Şiraz’da başlamış, Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nde devam etmiş, döneminin büyük bilginleriyle tanışmış, onlardan yararlanmıştır.
Ebu Bekir ve oğlu Sad için Bostan ve Gülistan isimli eserlerini yazmıştır. Gezmeyi çok seven Sadi, Anadolu ve Azerbaycan’ı da dolaşmış, sonunda Şiraz’a dönerek, tenha bir yerde yaptırdığı tekkeye yerleşmiştir. Zamanını okuyup yazarak, ibadet ederek ve ziyaretleri kabul etmekle geçirmiştir.
Sadi, 1292 yılında Şiraz’da vefat etmiştir. Mezarının bulunduğu semt, onun adı ile anılır. Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sadi’nin üslubu basit gibi görünür; fakat kolay kolay taklit edilemez.
Sadi, eserlerini manzum ve mensur olarak kaleme almıştır. Eserlerinin toplamı yirmiyi geçmektedir. Bostan, Gülistan dışında Akl u Aşk, Takrîr-i Dibace, Nasihatü’l-Mülûk ve Hevatim öne çıkan eserlerindendir. Bostan ve Gülistan, İslam ülkelerinde medreselerde ders kitabı olarak okunmuş, açıklamaları yapılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.
“Ey bizim toprağımıza, mezarımıza uğrayan ziyaretçiler! Azizlerin toprağı için olsun şu söyleyeceğim sözleri hatırlayın: Sadi, toprak olmuşsa da ne beis var? O, zaten sağlığında da toprak idi. Sadi, rüzgâr gibi dünyayı dolaştıysa da nihayet kendisini kara toprağa teslim etti. Çok geçmeden toprak onu yiyecek; sonra da rüzgâr o toprakları dünyanın her tarafına savuracaktır.
Mana gülistanı açıldı açılalı hiçbir bülbül Sadi kadar güzel terennüm etmemiştir.
Böyle bir bülbül ölür de toprağından gül bitmezse hayret ederim.”
    Sadi Şirazî


1. Bölüm
İktidar Sahiplerinin Âdetleri Hakkındadır

Hikâye
İşittim ki bir padişah bir masumun öldürülmesini emretmiş.
Zavallı, canından ümidi kesince kendi diliyle padişaha sövmeye, hakkında fena sözler söylemeye başlamış. Çünkü hükema: “Her kim canından el yursa gönlünde olanı söyler.” demiş.
Zaruret vaktinde kaçmaya imkân kalmayınca el, keskin kılıcın ucunu tutar. Mağlup kedinin, köpeğe hücum ettiği gibi insan da yere düşünce ağzına geleni söyler.
Padişah, esirin söylendiğini görünce sormuş:
“Bu ne söylüyor?”
İyi huylu vezirlerden birisi: “Cennet; öfkesini tutanlar, suçlunun suçundan geçenler için hazırlanmıştır.” demiş. Bu söz üzerine padişah acımış, onun kanının sevdasından vazgeçmiş.
Birinci vezirin zıddı başka bir vezir, işe karışmış ve “Bizim gibilere padişah huzurunda yalan söylemek yakışmaz. Padişahım, o size sövdü, fena sözler söyledi.” demiş.
Bu ikinci vezirin sözünden padişahın canı sıkılmış ve “Bana onun yalanı senin doğru sözünden daha makbul geldi.” demiş. “Çünkü onun sözü iyiliğe müteveccih idi; seninki ise kötülüğe mebnidir.”
Hükema: “İş bitiren yalan, fitne koparan doğrudan iyidir.” demiş.
Her kim ki, padişah onun sözünü dinler; dediğini yaparsa o adam iyilikten başka bir şey söylemesin. Söyleyecek olursa ona yazıklar olsun.
Feridun sofasının (salonunun) duvarında şu mazmunda beyitler yazılmıştı:
“Kardeş, dünya kimseye kalmaz. Gönlünü cihanı yaratan Tanrı’ya bağla, işte o kadar. Dünya mülküne itimat etme. Çünkü dünya senin gibi çok kimseyi beslemiş; sonunda öldürmüştür. Mademki pak olan can çıkıp gidecektir, ha taht üzerinde ölmüşsün ha toprak üzerinde…”
Hikâye
Horasan padişahlarından biri olan Sebütenkin’in oğlu, Sultan Mahmud Gaznevî’yi vefatından yüz sene sonra rüyada, tekmil vücudu dökülmüş, toprak olmuş, yalnız gözleri yuvalarında dönüyor ve bakıyor bir hâlde görmüş.
Tekmil hükema bu rüyanın tabirinde âciz kalmışlar. Yalnız, bir derviş, padişaha arz-ı tazîmât ettikten sonra tabir edip demiş ki: “Gözleri hâlâ bakıyor, çünkü mülkü başkalarının elindedir. Hasret çekiyor, mülküm ne oldu, kimlerin elindedir, diye bakıyor.”
Nice adlı sanlı kimseleri toprağın altına gömmüşler. Bugün, onların varlığından yer üzerinde bir nişan kalmamıştır. O zayıf, nahif ihtiyarı, Sultan Mahmud’u toprak altına teslim ettiler. Toprak onu öyle yedi ki ondan kemik bile kalmadı. Nuşirevan öldüğü ve çok zaman geçtiği hâlde adaleti sebebiyle mübarek adı diridir. Arkadaş “filan öldü” diye tellâllar nida etmeden iyilik yap ve ömrü ganimet bil.
Hikâye
İşittim ki bir padişahın şehzadelerinden birisi kısa boylu, gösterişsiz imiş. Öbür kardeşleri ise uzun boylu, güzel yüzlü imişler.
Bir gün padişah o kısa boylu oğluna onu beğenmediğini sezdiren manalı bir bakışla bakmış. Zeki şehzade işi anlamış. Babasına lazım gelen hürmeti ifadan sonra şöyle demiş:
“Şah baba! Akıllı kısa, cahil uzundan daha iyidir. Boyca her büyük olanın kıymette daha iyi olması lazım gelmez. Koyun paktır; fil murdardır.
Yer üzerindeki dağların en küçüğü Tur’dur; fakat Cenabıhakk’ın indinde kadir ve mertebece diğer dağlardan daha büyüktür.
İşittin mi bir gün bir zayıf âlim, bir şişman ahmağa şunu demiş: “Arap atı zayıf ise de tavlı eşekten daha iyidir.”
Şehzadenin sözüne babası gülmüş, devlet erkânı beğenmişler, fakat kardeşleri yürekten incinmişler.
Bir insan söz söylemedikçe ayıbı, hüneri gizli olur. Her ormanı boş sanma; içinde bir kaplanın uyumuş olması pek mümkündür.
İşittim ki o sırada çetin bir düşman padişaha yüz göstermiş, harp ilan etmiş. İki ordu karşı karşıya gelmişler. Meydanda ilk evvel atını oynatan, o şehzade olmuş ve düşmana hitaben şöyle demiş:
“Ben o kimse değilim ki cenk gününde arkamı görmüş olasın. Kanlı toprak arasında bir baş görürsen işte o benim (yani başımı verir, dönmem). Harbe giren kendi kanıyla oynar. Kaçacak olursa ordunun kanıyla oynamış olur.”
Şehzade bunu söyledikten sonra düşman askerine hücum etmiş. İşe yarar yiğitlerden birkaçını öldürmüş. Sonra dönüp babasının huzuruna gelerek yer öpmüş ve “Muhterem baba,” demiş. “Şahsım sana hakir görünmüştü. Sakın şişmanlığı hüner saymayasın. Muharebe meydanında da ince belli Arap atı işe yarar, besili öküz bir şey yapamaz.”
Nakletmişler ki düşman çok, bunlar az imişler. Askerin bir kısmı kaçmak istemiş. Şehzade “Yiğitler, çalışın, ta ki kadınlar elbisesi giymeyesiniz.” diye haykırmış.
Şehzadenin bu sözü üzerine süvarilerin hiddeti, şiddeti artıp bir uğurdan hamle etmişler.
İşittim ki hemen o gün içinde düşmanı mağlup etmişler.
Bunun üzerine padişah şehzadenin başını, gözünü öpmüş, onu kucaklamış. Ona karşı hüsnünazarını her gün biraz daha arttırmış. Nihayet onu veliaht yapmış.
Kardeşleri kıskanmışlar, yemeğine zehir koymuşlar.
Çardaktan bu suikastı gören kız kardeşi pencerenin kanatlarını birbirine vurmuş.
Zeki çocuk işi anlayarak yemekten elini çekmiş ve “Hünerliler ölsün de hünersizler onların yerlerini tutsunlar, bu olmayacak bir iş.” demiş.
Dünyada hüma kuşu kalmasa dahi baykuşun gölgesi altına kimse gelmez.
İşi padişaha duyurmuşlar. Padişah diğer oğullarını çağırtıp lazım geldiği surette cezalandırmış. Sonra memleketi çocukları arasında taksim etmiş, her birine memnun olacak bir parçayı vermiş. Bu suretle fitne yatışmış. Münazaa kalkmış.
Zira hükema demişler ki: “On derviş bir kilimde uyurlar, iki padişah bir iklime sığamaz.”
Allah adamı, bir ekmeğin yarısını yerse yarısını fakirlere verir.
Bir padişah yedi iklime malik iken diğer iklimi de zapt etmek arzusunda bulunur.
Hikâye
Birtakım Arap haramileri bir dağ başında yerleşmiş, kervanın yolunu kapatmışlardı.
O civardaki memleketlerin ahalisi, onların hilelerinden korkmuş, üzerlerine giden hükûmet askeri de yenilmişti. Çünkü sarp, varılması müşkül bir dağ başını ele geçirmişler ve orasını kale gibi kendilerine sığınak edinmişlerdi. O taraflardaki memleketlerin durendiş büyükleri bunların mazarratını def için istişare yaptılar ve “Bu tayfa, bu hâl üzere biraz daha kalırsa artık onlar ile başa çıkılmaz.” dediler.
Yeni kök salan bir ağacı bir adam zorlarsa yerinden çıkarabilir; fakat o ağacı bir zaman, hâli üzere bırakırsan birçok pehlivan getirsen dahi onu kökünden koparamazsın. Pınar başını bel ile kapatmak mümkündür. Su çoğalınca fille dahi geçilemez.
İstişare neticesinde bir gözcü gönderip fırsatı gözetmeye karar verdiler.
Gözcü bunları gözetliyordu; nihayet bir gün bunlar bir kavmin üzerine sürülmüş, gitmiş ve yerleri boş kalmıştı. Gözcü geldi, haber verdi. Derhâl başından birtakım işler geçmiş, cenklerde bulunmuş yiğitler gönderdiler. Bu yiğitler dağdaki hendeklerde saklandılar. Nihayet gece oldu, hırsızlar döndüler; uzak yerlere gitmişler, ganimet getirmişlerdi. Silahlarını çıkardılar. Ganimet eşyasını bir tarafa koydular.
Bunların başına ilk hücum eden düşman, uyku idi. Çörek şeklindeki güneş batmış, karanlığa girmişti. Sanki Yunus Peygamberi balık yutmuştu.
Gece, üç saat kadar bir zaman geçince yiğitler pusudan çıktılar, onların ellerini arkalarına bağladılar. Sabah vakti padişahın huzuruna getirdiler.
Padişah bunları görünce hepsinin katline ferman buyurdu.
Nasılsa bunların aralarında henüz gençliğin ilk çağlarında bir delikanlı vardı. Henüz başlayan gençliğinin meyvesi yeni yetişmişti. Yanağında bahçesinin yeşilliği yeni bitmişti.
Vezirlerden birisi padişahın tahtının ayağını öptü, şefaat yüzünü yere koydu ve “Bu çocuk hayat bahçesinden henüz meyve vermemiş, yeni başlayan gençliğinden bir fayda görmemiştir. Onun kanını bağışlamakla bendelerinin minnettar buyrulmasının efendimin kerem ahlakından rica ederim.” dedi.
Padişah bu sözden yüzünü ekşitti, bu söz onun yüce reyine muvafık gelmedi ve şöyle dedi:
“Soysuz kimse iyilerin terbiyesini alamaz. Kabiliyetsiz kimseyi terbiyeye çalışmak, kubbe üzerinde ceviz durdurmak gibidir.
Bunların çoluk çocuklarını, kavim ve kabilesini kesmek daha makul; köklerini, temellerini kazımak, çıkarmak daha iyidir; çünkü ateşi söndürüp korunu bırakmak, yılanı öldürüp yavrusunu muhafaza etmek akıllıların işi değildir.
Bulutlar abıhayat yağdırsa dahi söğüt dalından asla meyve yiyemezsin. Soysuz kimse ile vaktini geçirme; çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.”
Vezir bu sözü dinledi, ister istemez beğendi; padişahın güzel reyini takdir ile hakikaten böyledir diye tasdik etti ve “Allah mülkünü daim etsin, padişahın buyurduğu mahzı hakikattir.” dedi. “Ancak bu çocuğun o kötülerle arkadaşlığı devam etseydi onların terbiyelerini alacak ve onlardan birisi olacak idi.
Hâlbuki o henüz çocuk denecek kadar gençtir. O güruhun isyan ve tuğyanından ibaret huyları onun tabiatında henüz yerleşmemiştir. Ümit ederim ki iyilerle bir arada bulunarak güzel bir terbiye alır ve akıllı insanların ahlakını benimser.
Peygamberimizin bir hadisinde ‘Ne kadar doğan çocuk varsa Müslüman yaradılışı ile doğar; fakat ebeveyni onu hâli fıtride bırakmayarak Yahudi, Nasrani veya Mecusi yapar.’ buyurmuştur.
Hazreti Lût (musahhah nüshada: Nuh’un oğlu)’un zevcesi kötülerle arkadaş olduğu için hanedanı nübüvvetten olmak şerefini kaybetti.
Hâlbuki Ashabı Kehf’in köpeği birkaç gün iyilerin arkasına düştü, insan şerefi kazandı.”
Vezir bunu söyledi ve padişahın nedimlerinden birtakımı da şefaat hususunda ona yardım etti.
Nihayet padişah: “Doğru bulmadım ama hadi affettim.” dedi ve sözüne şöyle devam etti:
“Bilir misin Zal, kahraman Rüstem’e ne dedi? Dedi ki: Düşmanı ehemmiyetsiz, âciz saymak doğru değildir; çünkü çok gördük ki küçük bir kaynağın suyu çoğaldıkça deveyi yüküyle beraber almış götürmüştür.”
Hülasa vezir çocuğu aldı, evine götürdü. Naz ve nimetle besledi, terbiyesi için edip bir üstat tayin etti. Ona, güzel konuşmayı, güzel cevap vermeyi, padişahın huzurunda bilinmesi lazım gelen her türlü adabı öğrettiler. Çocuk pek iyi yetişti ve herkes artık onu çok beğeniyordu.
Bir gün vezir, padişahın huzurunda çocuğun ahlakından, evsafından biraz bahis ile: “Akıllı insanların terbiyesi ona tesir etmiş, eski cehaleti tabiatından zail olmuştur.” dedi.
Padişah bu sözü işitince gülümsedi ve şöyle dedi:
“Kurt yavrusu, insanlar arasında büyüse de sonunda kurt olur!”[1 - Gürk zade akıbet gürk şevet.]
Bunun üzerinden bir iki yıl geçti; oğlan büyüdü. Mahalle çapkınlarından birtakımları o hırsız oğlana yanaştılar. Onunla arkadaşlığa karar verdiler.
Oğlan bir fırsat düşürdü; veziri, iki oğlu ile birlikte öldürdü. Bitmez tükenmez parayı, malı kaldırdı. Hırsızlar, mağarasında babasının yerine geçti, oturdu; asi oldu.
Padişah, bu vakayı işitince hayretinden ellerini dişleriyle ısırdı, şöyle dedi:
“İnsan kötü demirden nasıl iyi kılıç yapar? Ey akıllı zat, bilmiş ol ki alçak kimse terbiye ile adam olmaz. Misal istersen yağmura bak ki yağmurun tabiatı latif, temiz olduğundan ihtilaf yoktur; böyle olmakla beraber, yağan yağmurun tesiriyle bahçede lale, çorak yerde çer çöp biter.
Çorak yer sümbül bitirmez. Boş yere oraya ümit tohumu ekip zayi etme. Kötülere iyilik etmek iyilere kötülük etmek gibidir.”
Hikâye
Sultan Oğulmış’ın sarayının kapısında bir çavuş oğlunu gördüm; aklı, zekâsı, anlayışı, sezişi ne kadar methedilse ondan ziyade idi. Hem de o küçük çağında alnında büyüklük asarı göründü.
Akıl ve zekâsından dolayı başının üstünde büyüklük yıldızı parladı.
Hülasa o çocuk, padişahın hüsnünazarına mazhar oldu; çünkü surette cemali, hakikatte kemali var idi. Hükema şöyle demişlerdir:
“Zenginlik hüner iledir, mal ile değil; büyüklük akıl iledir yaş ile değil.”
Akran ve emsali o çocuğu kıskandılar, onu bir hıyanet ile itham ettiler, idam edilmesi için boş yere çalıştılar.
Dost, dostu hakikaten severse düşman ne yapabilir?
Padişah çocuğa sordu:
“Bunların sana düşman olmalarına sebep nedendir?”
Çocuk cevaben: “Sayei devletinizde herkesi memnun ettim; fakat hasudu memnun edemiyorum. Çünkü o ancak benim saadetimin ve efendimin ikbal ve devletinin zevaliyle memnun olur.” dedi.
“Kimsenin gönlünü incitmemek elimden gelir; fakat hasuda ne yapayım ki o kendiliğinden ıstırap içindedir.
Hey hasut sana diyorum, sen öl ki kurtulasın; çünkü haset öyle bir hastalıktır ki ölümden başka bir şeyle ondan kurtulmak mümkün değildir.
Bedbahtlar, bahtiyarların saadetinin, mevkiinin zevalini arzu ederler. Yarasa gözlü kimse, gündüz görmezse güneşin ne günahı var? Doğrusunu ister misin, güneşin kararmasından ise öyle bin gözün kör olması daha iyidir.”
Hikâye
Hikâye ederler ki bir Acem şahı halkın malını gasp ederdi. Ahaliye eza ve cefaya başlamıştı. Bu zulüm o dereceye vardı ki nihayet birçoğu onun zulmünün fenalıklarından öteye beriye dağıldılar, onun cevrinin şiddetinden gurbet yollarını tuttular. Halk azalınca memleketin şevketi de azaldı; hazine boş kaldı. Düşmanlar her taraftan zorladılar.
Her kim musibet gününde feryadına yetişecek bir kimse istiyorsa sen ona: “Arkadaş, selamet günlerinde cömertliğe çalış.” de. Para ile alınmış, kulağı halkalı köleyi okşamazsan kaçar gider. Sen lütfet, lütfet ki yabancılar senin kulağı halkalı kölen olsunlar.
Bir gün o padişahın meclisinde Şehname kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhâk’ın saltanatının zevali ve Ferîdun’un saltanata nail olması hakkında idi.
Vezir padişaha sordu: “Ferîdun’un hazinesi, malı mülkü, kölesi, kulları, uşakları, başında damları yok iken nasıl oldu da padişah oldu?”
Padişah cevap verdi: “İşitmişsindir birtakım halk ona hararetle taraftar oldular, başına toplandılar, onu kuvvetlendirdiler. Böylece padişah oldu.”
Bunun üzerine vezir: “Mademki halkın toplanması padişahlığa sebep oluyormuş, o hâlde sen niçin halkı dağıtıyor, perişan ediyorsun? yoksa sen padişah olmak istemiyor musun?” dedi.
Askeri, can ile beslemek lazımdır. Çünkü sultan, asker sayesinde hüküm sürer.
Padişah: “Dağılan asker ve ahalinin toplanması için ne yapmak lazımdır?” diye sordu.
Vezir cevap verdi: “Padişah kerim olmalıdır, ta ki halk onun etrafında toplansın. Merhametli olmalıdır ki, herkes onun sayesinde emin, müsterih olarak yaşasın. Sende ise ikisi de yoktur.”
Zalim insan padişahlık edemez. Nasıl ki kurt, çobanlık yapmaz; zulüm temelini atan padişah da kendi saltanat duvarının temellerini kazmış olur.
Nasihatçı vezirin sözleri padişahın tabına hoş gelmedi: “Bağlayın şunu!” dedi. Veziri zindana yolladı. Çok geçmeden padişahın amcası, oğulları saltanat davasına kalkıştılar ve ordu tertip ederek babalarının mülkünü istediler.
Padişahın zulmünden bıkarak şuraya buraya dağılmış olan ahali öbür tarafa geçtiler; oraya kuvvet verdiler. Nihayet saltanat padişahın elinden çıktı. Diğerlerine geçti.
Bir padişah ahaliye zulmederse dostu bile felaket gününde onun kuvvetli düşmanı olur. Sen halk ile hoş geçin ve düşmanının cenginden korkma; çünkü adil bir padişah için ahalisinin hepsi askerdir.
Hikâye
Bir padişah, acemi bir köle ile gemiye binmişti. Köle deniz görmemiş, geminin mihnetini tecrübe etmemişti. Ağlamaya, inlemeye başladı. Tir tir titriyordu. Onu avutmak için çok uğraştılar; bir türlü sakinleşemiyordu. Padişahın keyfi kaçtı. Herkes âciz bir vaziyette iken gemide bulunan bir hâkim, padişahın huzuruna çıktı. “Müsaade buyurursanız ben onu sustururum.” dedi.
Hâkim emretti, köleyi denize attılar. Köle birkaç kere suya battı çıktı, sonra saçından yakaladılar, onu gemiden tarafa çektiler.
Köle gemiye yaklaşınca iki eliyle geminin dümenine asıldı; oradan gemiye çıktı. Bir köşede uslu uslu oturdu. Hâkimin yaptığı iş padişahı hayrete düşürdü. “Bu işte hikmet nedir?” diye ona sordu.
Hâkim cevap verdi: “Köle evvelce suya batmayı tatmamıştı. İşte huzur ve saadet de böyledir, bir felakete düçar olmayan kimse onun kıymetini bilemez.”
Ey tok kimse! Sana arpa ekmeği hoş görünmez. Hâlbuki sence çirkin olan o arpa ekmeği benim sevdiğimdir. Cennet hurilerine “Araf” cehennemdir. Fakat cehennem halkına soracak olsan Araf için cennettir, derler.
Birisi var yârini sinesine sarmış; birisi var acaba yâr gelir mi diye gözlerini kapıya dikmiş. Bu ikisi arasında ne kadar büyük fark var!
Hürmüz Tâcdar’a: “Babanın vezirlerinden ne fenalık gördün ki hepsini bağlattın, zindana gönderdin?” dediler.
Cevap verdi: “Hepsi mucip olacak bir fenalık görmedim; fakat baktım ki benden son derece korkuyorlar ve kendilerine karşı verdiğim söze katiyen itimat etmiyorlar; kendi zararlarından korkarak canıma kastederler diye korktum ve bu bapta hükemanın sözüyle amel ettim.” Hükema şöyle demişler:
“Ey akıllı kimse, birisi senden korkuyorsa sen onun gibi yüz kişiyle cenk edip başa çıkacak kudrette olsan bile yine ondan kork. Görmez misin kedi, âciz kalınca tırnağıyla kaplanın gözünü çıkarır; görmez misin yılan, çobanı görünce bu adam taşla başımı ezecektir korkusuyla çobanın ayağını sokar.”
Hikâye
Arap meliklerinden birisi hem ihtiyar hem de hasta idi. Hayatından ümidini kesmişti. Derken bir atlı geldi, huzura girdi, müjde verdi: “Efendimin devleti sayesinde filan kaleyi fethettik. Düşmanlar esir oldular; o tarafın tekmil ahali ve askerleri efendimizin fermanına muti oldular.” dedi.
Melik bu sözü işitince içini çekti: “Bu müjde bana değil, düşmanlarıma, yani benden sonra tahta kimler geçecek ise onlaradır.” dedi.
“Gönlümden bir türlü çıkmak bilmeyen bir muradım vardı; yazık ki kıymetli ömrüm o muradımın meydana gelmesini beklemekle geçti. O muradım hâsıl oldu; fakat ne fayda!.. Geçen ömrüm geri gelmeyecek.
Ecel eli, göç davulunu çaldı. Her iki gözüm, başa veda ediniz; ayaklarım, bileklerim, kollarım, hep birbirinize veda ediniz. Düşmanların benim için istedikleri ölüm geldi, başıma kondu. Ey dostlarım, bakınız, hayatım cahillikle geçti. Ben bir gün gelip de öleceğimi düşünmedim ve layıkı veçhile günahlardan sakınmadım. Siz bu hâlime bakın.”
Hikâye
Bir sene Demişk Camii’nde meftun Yahya Peygamber’in baş ucunda itikâfa girmiştim.
Benî Tamin Arap meliklerinden insafsızlıkla meşhur birisi kabr-i şerifi ziyarete geldi; namaz kıldı, dua etti, hacet diledi.
Gerek fakir gerek zengin herkes bu kapının toprağının bendesidir. Hem de zengin olanlar daha muhtaçtırlar.
Namazdan sonra yüzünü bana döndü: “Dervişlerin himmeti var, onların Cenabıhak ile gerçek işleri var. Bana gönülden himmetinizi yoldaş ediniz; çetin bir düşmanım var. Ondan endişeler içindeyim.” dedi.
Cevap olarak: “Kavi düşmandan zahmet görmek istemiyorsan zayıf ahaliye merhamet eyle.” dedim.
Zorlu pazılar, kuvvetli pençelerle zavallı bir âcizin kolunu kırmak hatadır.
Düşkünlere, biçarelere acımayan kimse korksun; çünkü bir kere yıkılacak olursa kimse elinden tutup onu kaldırmaz. Her kimse kötülük tohumunu eker de iyilik biçeceğini umarsa yanlış fikre saplanmış, saçma bir hayale bağlanmış olur. Kulaktan pamuğu çıkar, halkın dileklerini dinle, halka adalet göster. Şayet göstermeyecek olursan unutma ki bir adalet günü vardır.
Âdemoğulları bir vücudun azaları gibidirler. Çünkü aynı cevherden yaratılmışlardır.[2 - Beni Âdem âzay yekdiğerindeKi der âferineş zi yek gevherend.]
Vücudun bir yerinde bir dert, bir ağrı hâsıl olursa diğer azanın kararı kalmaz. Onlar da rahatsız olurlar.
Sen ki başkalarının mihnetinden keder duymuyorsun, sana ihsan adım vermek yakışmaz.
Hikâye
Bağdat’ta duası kabul olan bir derviş zuhur etti. Haccacı Zâlim’e haber verdiler. Haccac onu çağırdı. “Bana bir hayırlı dua et.” dedi.
Derviş, “Yarabbi Haccac’ın canını al.” dedi.
Haccac: “Derviş, Allah için söyle, bu nasıl duadır?” dedi.
Derviş: “Bu, hem senin için hem de tekmil Müslümanlar için hayırlı bir duadır.” dedi.
Ey eli altındakileri inciten yüksek elli kimse! Ne vakte kadar böyle pervasızca zulüm edebileceksin. Cihandarlık ne işine gelir; senin ölmen daha iyidir; çünkü insanları incitiyorsun.
Hikâye
İnsafsız meliklerden birisi bir âbide sordu:
“İbadetlerden hangisi efdaldir?”
Âbit cevap verdi: “Senin için öğleye kadar uyumak efdaldir; çünkü uyuduğun müddetçe halkı incitmezsin…”
Bir zalimi öğle vakti uyumuş gördüm de “Bu fitnedir, fitnenin uyumuş olması iyidir.” dedim.
Uykusu uyanıklığından iyi olan kötü yaşayışlı kimsenin gebermesi iyidir. Fitne uyumuştur. Allah onu uyandırana lanet etsin.
Hikâye
İşittim ki padişahlardan birisi bir gece sabaha kadar işret etmiş. Son derece sarhoş bir hâlde, şöyle diyormuş:
“Bize cihanda şu dakikadan daha hoş bir zaman yoktur; çünkü iyiyi, kötüyü düşünmediğimiz gibi kimseden de kaygımız yoktur.”
Mevsim kış mevsimi imiş. Çıplak bir derviş açıkta saray civarında yatıyormuş. Padişahın sözünü işitip şöyle demiş:
“Padişahım, ikbalce âlemde eşin yoktur. Tutayım ki kimseden kaygın yok; fakat bizim için kaygılanmaz mısın?”
Dervişin sözü padişahın hoşuna gitmiş. İçinde bin altın bulunan bir keseyi pencereden dışarı uzatmış ve “Derviş, aç eteğini.” demiş.
Derviş: “Eteği nereden bulayım ki elbisem yoktur.” demiş.
Bu söz üzerine padişahın merhameti artmış, bir kat hilat ile beraber altın kesesini dervişe göndermiş.
Derviş az vakit içinde o parayı telef etmiş, tekrar saraya gelmiş.
Âşığın gönlünde sabır, kalburda su durmadığı gibi kalenderlerin avucunda da para durmaz.
Derviş, padişaha öyle bir zamanda gelmiş ki padişahın onunla görüşmeye, onun hâlini sormaya vakti yokmuş. Mabeyinciler dervişin gelişini, hâlini padişaha arz etmişler.
Padişah kızıp yüzünü ekşitmiş. Böyle olması da tabiidir; çünkü zekâ ve tecrübe sahibi insanlar demişler ki: Padişahlar çok zaman memleketin mühim işleriyle meşgul olurlar, himmetlerini büyük şeylere sarf ederler; öyle vakitlerde adi işler için avamın kendilerini işgal etmelerine kızarlar.
Münasip zaman gözetmeyen kimseye padişahın nimeti haram olsun. Söylemek için zamanı müsait görmedikçe söyleme; çünkü hem kadrin kıymetin zail olur hem de sözün güme gider.
Padişah, dervişin hâlini anlayınca: “O kadar parayı az müddette telef etmiş olan bu müsrif, yüzsüz dilenciyi kovun. O bilmiyor mu ki beytülmal hazinesinde hakiki fakirlerin hakları vardır; yoksa hazine, şeytanların kardeşleri olan müsrifler için yemlik değildir.” demiş.
Parlak bir günde, gündüzün, kâfurî mum yakan ahmağı çok geçmeden görürsün ki kandiline koyacak yağ bulamaz.
Nasihat etmeye muktedir bir vezir demiş ki: “Padişahım, bence bu gibi kimselerin nafakalarını günü gününe vermek daha münasiptir. Böyle olursa israf yapamaz; fakat onları terbiye için dahi olsa efendimizin buyurduğu veçhile onu kovmak, bir daha ona bir şey vermemek muvafık değildir. Çünkü bir kısmı bunu hasisliğe hamleder. Sonra birisine bir kere bir şey verip ümide düşürmek arkasından onu meyus ederek incitmek himmet sahiplerine yaraşmaz.”
İnsan ya lütuf ve ihsan kapısını açmamalı ve kimseyi tamaha düşürmemeli; yahut açtıktan sonra huşunetle kapatmamalıdır.
Hicaz ilinde Kâbe yolunda susayanların acı su etrafına toplandıklarını kimse görmemiştir. Her nerede tatlı bir çeşme bulunursa insanlar, kuşlar, karıncalar, onun etrafına toplanırlar.
Kuş, dane bulunan yere gelir; hiçbir şey bulunmayan yere gitmez.
Hikâye
Eski padişahlardan birisi memleketi idarede gevşeklik ederdi. Askere de sıkıntı çektirirdi.
Derken çetin bir düşman yüz gösterdi; askerleri de ondan yüz çevirdiler.
Padişah hazineyi askerlerden diriğ ederse askerler de kılıca el vurmayı ondan esirgerler. Eli boş, işi ah ve feryat olan kimse harp zamanı nasıl kahramanlık gösterebilir?
Padişahlarına vefasızlık eden o askerlerden birisinin benimle dostluğu vardı. Onu ayıpladım ve “Azıcık hâlinin fenalaşmasıyla eski efendisinden yüz çeviren ve senelerce yediği nimetin hukukunu unutan kimse insan değildir, nimeti inkâr eden soysuzdur, haknâşinastır.” dedim.
Asker şöyle dedi: “Hâlimi sana anlatırsam beni mazur görürsün. Atım arpasız kalmak, eyer keçesi rehinde bulunmak yakışır mı? Padişah askere paraca bahillik ederse ona askerin canı ile cömertlik etmesi mümkün müdür?”
Askere altın ver ki asker başını versin. Eğer askere altın vermezsen başını alır başka diyara gider.
Karnı tok yiğit şiddetle saldırır, karnı aç ise şiddetle kaçar.
Hikâye
Vezirlerden birisi mazul oldu, dervişlere katıldı. Dervişlerin sohbetinin bereketi ona tesir etti; gönül perişanlığından kurtuldu. Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne mazhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve “Akillerin indinde mazul olmak meşgul olmaktan daha iyidir.” dedi.
Bir müddet sonra padişahın tekrar teveccühüne mazhar oldu. Yine onu iş başına çağırdı. Fakat vezir kabul etmedi ve “Akillerin indinde mazul olmak, meşgul olmaktan daha iyidir.” dedi.
Çekilip selamet köşesinde oturanlar köpeklerin dişlerini, insanların ağızlarını bağladılar. Kâğıdı yırttılar, kalemi kırdılar, kusur bulan insanların ellerinden, dillerinden kurtuldular…
Vezir kabul etmeyince padişah ona: “Memleketin işlerini vaktiyle düşünmek için bize akıllı, işin üstesinden gelir bir vezir lazımdır. Kimi biliyorsunuz, bize tavsiye ediniz.” dedi.
Vezir şöyle cevap verdi: “Akıllı, fikirli insan, kendisini böyle işe atmayandır.”
Hüma kuşu kemik yediği ve canlı mahluku incitmediği için tekmil kuşlardan eşreftir…
Karakulağa demişler ki: “Niçin arslanın peşinde dolaşıp duruyorsun?”
Karakulak şöyle cevap vermiş: “Onun avının fazlasını yiyorum ve onun şevketi sayesinde düşmanların şerlerinden emin olarak yaşıyorum.”
Bunun üzerine: “Pekâlâ.” demişler; “Onun himayesine, gölgesine girdiğini ve onun nimetiyle geçindiğini ikrar ediyorsun, niçin ona daha fazla yaklaşmıyorsun, eğer fazla yaklaşacak olursan seni has bölüğüne alır ve halis muhlis bendelerinden sayar.”
Karakulak cevap vermiş: “Evet onun nimetiyle besleniyor, sayesinde düşmanlarımdan emin olarak yaşıyorum. Bununla beraber onun hırçınlığından emin değilim.”
Ateşe tapan birisi ateşi yüz yıl söndürmeden yaksa o ateşe düştüğü dakikada ateş onu yakar.
Padişaha nedim olan kimse bazen altın bulursa da bazen de başı gider.
Hükema demişler ki: “Padişahların günü gününe uymaz. Tabiatları daima değişir. Bundan sakınmak lazımdır. Bazen selam versen incinirler, bazen sövsen hilat verirler.”
Yine hükema demiş: “Çok zarafet, nedimler için hüner ise de hakimler için ayıptır.”
Sen kadrini, kıymetini, vekarını muhafazaya çalış; oyunu, zarafetini nedimlere bırak.
Hikâye
Arkadaşlarımdan birisi kendisine yâr olmayan talihinden şikâyet etti ve dedi ki: “Ailem çok, kazancım az; zaruret yüküne tahammül edemiyorum. Çok kere düşünüyorum, başka iklime gideyim; çünkü orada nasıl yaşasam, kimse benim iyime, kötüme vâkıf olmaz.
Gurbet ilde nice kimseler aç yatar; fakat kim olduğunu kimse bilmez. Çok can dudağa gelir, kimse ona ağlamaz.
Bununla beraber gitmek de istemiyorum; çünkü düşmanlarım arkamdan gülecek, namusumla oynayacak; ailem için bir şey kazanmak ümidiyle gittiğimi mürüvvetsizliğime, hamiyetsizliğime hamledecek ve şöyle diyecekler:
‘Şu hamiyetsize bakın, böyle insan hiçbir zaman bahtiyarlık yüzünü göremez. Yalnız kendisinin istirahatını düşündü; karısını, çocuklarını zaruretler içinde bıraktı.’
Muhasebe ilminde, size malum olduğu üzere, bir şeyler bilirim. Eğer senin yüksek mevkiin sebebiyle ve tavsiyenle kalbimin rahatlığını mucip olacak bir vazifeye geçecek olursam ömrüm oldukça sana minnettar olurum.”
Onun bu teklifine karşı ben: “Dostum,” dedim, “padişah işinde iki şey var: Birisi ekmek ümidi, diğeri can korkusu. Bu ümit ile o korkuya düşmek ise akıllı işi değildir.”
Arazinin, bahçenin harcını ver diye fakirin evine kimse gelmez. Ya gönül perişanlığına, kedere razı ol; yahut böbreğini karganın önüne koy.
Refikim dedi ki: “Bu söz benim hâlime muvafık değildir ve benim sualime cevap olamaz. ‘Her kim hıyanete çalışırsa hesapta eli titrer.’ dediklerini duymadınız mı?”
Doğruluk Allah’ın rızasını muciptir. Doğru yolda gidenlerden azanları görmedim.
Hükema demiştir ki: “Dört kimse dört kimseden korkar ve can yürekten incinir: Harami padişahtan, hırsız bekçiden, fasık gammazdan, fahişe muhtesipten.”
Hesabı temiz olanın teftiş ve murakkabeden ne korkusu olur?
Azil zamanında düşmanın sana bir şey yapmaması için memuriyet zamanında ulu orta gitme.
Kardeş! Sen temiz ol, kimseden korkma. Çırpıcılar kirli olan elbiseyi taşa çarparlar.
Ona dedim ki: “Şu tilkinin hikâyesi senin hâline münasiptir: Bakmışlar ki tilkinin birisi düşe kalka kaçıyor.
Birisi ona sormuş: ‘Ne afet, ne felaket var ki bu kadar korkuya sebep oldu?’
Tilki demiş ki: ‘Develeri angaryaya tutuyorlarmış diye işittim.’
Tilkiye demişler: ‘Ahmak! Senin deve ile ne münasebetin, deveye ne müşabehetin var?’
Tilki cevap vermiş: ‘Susunuz. Eğer hasutlar, garezkârlar benim için bu devedir, derler de yakalanırsam benim deve olmadığımı anlatarak beni kurtarmak için kim çalışır? Iraktan tiryak gelinceye kadar yılan sokan ölür gider.”
“Sen de hakikaten faziletli ve dindarsın; fakat hasutlar pusuya girer; haksız davacılar bir bucakta oturur, gözetirler. Eğer bunlar senin güzel ahlakının hilafını anlatırlar ve sen padişahın divanına çıkarılarak suale, itaba maruz olursan, o sırada senin lehinde kim söz söyleyebilir? Binaenaleyh ben onu münasip görüyorum ki kanaat mülkünü bekleyesin, büyüklük fikrini bırakasın. Nitekim, akıllılar şöyle demişlerdir:
Denizden istifade çoktur; fakat selameti istersen selamet denizin içinde değil kenarındadır.”[3 - Bederya der menafi bişümarestEğer hâhi selamet derkenarest.]
Refikim bu sözü işitince mükedder oldu, yüzünü ekşitti. Sitemle karışık sözler söylemeye başladı ve dedi ki: “Bu ne akıl, bu ne fikir, bu ne anlayış, bu ne buluştur! Hükema ne doğru söylemiştir: ‘Dostlar zindanda işe yararlar, dostlukları o zaman anlaşılır; yoksa sofra başında tekmil düşmanlar dost görünürler.’
Sen servet, saadet içinde iken dostluktan bahsedenleri, kardeşimsin diyenleri hakiki dost sanma. Hakiki dost; perişanlık, zaruret, felaket zamanında el tutan kimsedir.”
Baktım ki müteessir oluyor ve benim nasihatimi sadakatsizliğime hamlediyor, aramızda bulunan muarefeye binaen divan sahibinin yanına gittim. Arkadaşımın hâlini anlattım. Onu küçük bir vazifeye tayin ettiler.
Aradan bir müddet geçince kabiliyetini, işi iyi idare ettiğini, güzel düşündüğünü gördüler; beğendiler. Vazifesi yükseldi.
Daha yüksek bir memuriyete nakledildi. Saadetinin yıldızı durmadan terakki ediyordu. Nihayet elde edilmesi istenilen rütbelerin en yükseği olan vezaret rütbesine nail ve padişahın yakınlarından olarak parmakla gösterilir oldu. Ayan ve ekâbirin itimatgâhı, müracaatgâhı oldu. Onun bu yüksekliğine sevindim, dedim.
Hayatın, arzuya uygun olarak geçmezse müteessir olma, sabret. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır.
Bir işi bağlanmış görünce çözülmez, açılmaz diye düşünme; mustarip, mahzun olma; çünkü abıhayat zulmet içindedir.
Ey musibete düçar olan kimse, mahzun olma.
Cenabıhakk’ın nice gizli lütufları vardır.
O sırada tesadüfen birtakım dostlar ile Mekke’ye sefer ettim.
Mekke’yi ziyaretten dönüşümde o dostum iki konaklık yerden karşıladı. Hâlini perişan gördüm. Mazul olduğunu anladım. Zira devlet adamı bir dost, ancak azledildiği zaman dostlarını görme hevesine düşer.
Mesnet ve devlet meşguliyetleri arasında tanıdıklarını aramazlar. Çaresizlik ve fakirlik zamanında dert yanmak için dostlarının yanına gelirler. Onu böyle fakir ve perişan bir hâlde görünce: “Bu ne hâldir?” dedim.
Dedi ki: “Senin vaktiyle söylediğin çıktı. Birtakım insanlar bana hasetle bir hıyanet isnat ettiler.
Padişah işi etrafıyla tahkik etmedi. Eski dostlarım, merhametli arkadaşlarım hakkı müdafaa etmediler, sustular, eski arkadaşlık hukukunu unuttular.”
Görmez misin ki mansıp, ikbal ve rütbe sahibinin karşısında herkes onu överek el bağlar, durur.
Eğer zaman, bir mansıp ve ikbal sahibini yıkacak olursa herkes ayağını onun başı üzerine koyar.
“Sözü kısa keseyim; türlü ukubete giriftar oldum. Nihayet bu hafta ‘Hacılar geliyor.’ diye müjde gelince bu müjde şerefine beni ağır zincirden çıkardılar. Fakat kendime mahsus olan malımı, mülkümü hazine namına zapt ettiler.”
Dedim: “Evvelce benim nasihatimi kabul etmedin. Ben demiştim ki padişah işi deniz yolculuğu gibidir. Hem faydalı hem korkuludur. O, tılsımlı hazineyi açmak için uğraşmaya benzer ki ya hazineyi elde edersin, yahut tılsımın tesiriyle ölürsün.”
Tüccar, ya sahilde iki eliyle altınları kucağına çeker; yahut bir gün dalga onu ölü olarak bir sahile atar. Fazla söyleyerek kalbinin yarasını deşmek, hem de üstüne tuz ekmek istemedim. Sözümü şu iki beyit ile bitirdim:
“Bilmedin mi ki kulağına insan nasihati girmezse ayağını zincirde görürsün?”
Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: “Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sokma.”
Hikâye
Birkaç ahbabım vardı. Bunlar görünüşte iyi insanlar idiler.
Büyüklerden birisi bunların haklarında fazla hüsnüzanda bulundu. Bunlara tayınat bağladı. Nasılsa içlerinden birisi dervişlerin hâllerine yakışmayacak bir harekette bulundu. Bundan dolayı o zatın hüsnüzannı bozuldu ve bunların tayınları kesildi.
Bir suretle bunların tayınlarını tekrar bağlatmak istedim. O büyük zatı görmeye, ona hürmetlerimi takdim etmeye gittim. Kapıcı beni içeri bırakmadı ve bana cefa etti. Kapıcıyı mazur gördüm; çünkü hükema demiştir ki:
“Bir vasıta olmadıkça beyin, vezirin, sultanın kapısının etrafında dolaşma. Zira köpek ile kapıcı bir soydandır. Bir garibi görünce köpek onun eteğine, kapıcı da yakasına yapışır.”
Bu sırada o büyük zatın yanında bulunan şerefli zatlar benim hâlime vâkıf oldular ve beni izaz, ikram ile huzura götürdüler. Huzurda bana en yukarı bir yer gösterdilerse de tevazuyla aşağı bir yere oturdum.
“Ben kusurlu bir kul olduğum için beni bırak, bendeler sırasına oturayım.”dedim.
Ben böyle deyince o muhterem zat: “Allah Allah bu nasıl sözdür?” diye bana iltifatta bulundu ve şöyle dedi:
“Eğer sen benim başım, gözüm üzerinde otursan ben senin nazını çekerim; çünkü sen nazı çekilecek bir zatsın.”
Hulâsaikelâm, oturdum. Öteden beriden konuştuk. Nihayet söz sırası bizim ahbapların işledikleri hataya geldi. Şöyle dedim:
“Evvelce ihsanı, inamı sebkeden velinimet ne cürüm gördü ki bendelerini nazarında hakir tutuyor? Kulun cürmünü gördüğü hâlde, ekmeğini eskisi gibi vermek büyüklüğü, lütfu Cenabıhakk’a mahsustur.”
Bu söz valinin çok hoşuna gitti ve dostlarımın tayınlarının eskisi gibi verilmesini ve kaç gün tatile uğramış ise onun da ilave edilmesini emirle maişetleri esbabını temin buyurdu.
O zatın lütfuna teşekkür ettim, lazım gelen hürmeti yaptım ve böyle bir tasdia cesaretimden dolayı özür dileyerek huzurundan çıkarken şu sözü söyledim:
“Kâbe, hacetler kıblesi olduğu cihetle nice fersahlık yerlerden halk onu görmeye gelir. Senin gibi büyük zatlar bizim gibi fakirlerin tasdilerine tahammül etmelidirler. Çünkü meyvesiz ağaca kimse taş atmaz.”
Hikâye
Bir melikzade, babasından miras olarak birçok hazineye malik oldu. Kerem elini açtı, sahaveti bütün manasıyla icra etti. O bitmez tükenmez sanılan hazineyi askere ve ahaliye saçtı.
Öd ağacından yapılan bir tabla güzel kokmaz. Kokmadığı için de burun ondan güzel bir koku alıp da rahat edemez. O öd ağacını ateş üzerine koy ki amber gibi koksun. Sana büyüklük lazım ise ihsan inam et. Çünkü daneyi saçmazsan bitmez.
İdare ve tedbir hususunda kâfi derecede ehliyete sahip olmayan vezirlerden birisi ona nasihate başladı ve dedi ki: “Senden evvelki padişahlar bu kadar parayı çalışarak kazanmış ve lüzumlu bir gün için saklamışlar. Bu hâle devam etme; zira önümüzde müşkül zamanlar, arkamızda düşmanlar var. Hazineyi böyle dağıtırsan lüzumu zamanında âciz kalırsın.
Eğer halka bir hazineyi dağıtacak olursan her aile reisine pirinç kadar bir şey düşer. Niçin halkın her birinden her gün bir arpa miktarı gümüş almıyorsun? Her gün sana bir hazine hâsıl olur.”
Melikzade yüksek yaradılışına uymayan bu sözden yüzünü ekşitti, veziri cezalandırdı ve şöyle dedi: “Hak Teala Hazretleri, yemek ve ihsan etmek için beni bu memlekete malik kılmıştır. Bekçi değilim ki bekleyeyim.
Karun’un kırk ev dolusu hazinesi varken öldü gitti, iyi bir adı kalmadı. Fakat Nuşirevan ölmedi, çünkü iyi bir ad bıraktı.”
Hikâye
Nuşirevan (lakabı “Adil”) için bir av yerinde bir avı kebap edeceklermiş, fakat tuz yokmuş. Bir parça tuz getirmek üzere uşaklardan birini köye göndermişler. Nuşirevan, uşağı çağırıp “Tuzu para ile al, ta ki köyden tuz almak hükûmetçe bir âdet olup köy harap olmasın.” diye tembih etmiş.
Nuşirevan’ın yanında bulunanlar: “Bir parça tuzdan ne fenalık çıkar?” demişler.
Nuşirevan: “Zulmün esası cihanda evvela az imiş. Sonra her gelen bir parça arttırmakla bugünkü dereceyi bulmuştur.” demiş.
Eğer ahalinin bahçesinden padişah bir elma yerse uşakları, ağacı kökünden çıkarırlar.
Birisinden yarım yumurta almak suretiyle padişah, zulmü reva görecek olursa padişahın askerleri bin tavuğu şişe geçirirler.
Hikâye
İşittim ki bir vali, sultanın hazinesini mamur etmek için ahalinin evini yıkarmış. Hükemanın şu sözlerinden haberi yokmuş. Hükema demiş ki: “Her kim halkın gönlünü elde etmek için Cenabıhakk’ı gücendirirse Cenabıhak o halkı onun üzerine musallat kılar. Onun dünyadan kökünü kaldırır.”
Kalbi mahzun, hatırı mecruh bir kimsenin gönlünün tütünü zalimi öyle yakar ki ateş, üzerliği o nispette yakamaz.
Derler ki tekmil hayvanların reisi aslan, canlıların en aşağısı da merkeptir. Mamafih akıllılar: “Yük çeken eşek, adam paralayan aslandan hayırlıdır.” derler.
Zavallı eşeğin her ne kadar idraki yoksa da yük çektiği için değeri vardır. Yük taşıyan öküzler, eşekler, adam inciten insanlardan daha iyidir.
O valinin kötü huylarından bir kısmı padişahın malumu olmuş; ona işkence edilmesini emretmişti.
Ahalinin gönlünü aramazsan padişah senden razı ve memnun olmaz. Eğer Cenabıhakk’ın lütuf ve ihsanını istersen Allah’ın kullarına iyilik et.
Vaktiyle o validen zulüm görmüş olanlardan birisi ona rastlamış, hâlinin perişanlığını görüp şöyle demiş:
“Kolunun kuvvetine ve mansıbına güvenen her kimse halkın malını sebepsiz yere alıp saltanatla yiyemez. İri kemiği boğazdan geçirip yutmak kabildir; fakat o kemik göbeğe inince insanın karnını yırtar.
Kötü yaşayışlı zalim, ölür gider; fakat üzerindeki lanet ebedî olarak kalır.”
Hikâye
İnsanları incitmekten zevk alan birisi salih bir adamın başına bir taşla vurmuş. Dervişin o zalimden intikam almaya kudreti yokmuş. Derviş, başına vurulan o taşı alıp saklamış.
Bir gün gelmiş, padişah o zalime kızıp onu bir kuyuya attırmış.
Derviş gelmiş, o saklamış olduğu taşı onun başına atmış.
Zalim demiş ki: “Kimsin; bu taşı benim başıma niçin vurdun?”
Derviş: “Ben filancayım, bu taş da filan tarihte benim başıma vurmuş olduğun taştır.” demiş.
Zalim: “Bu kadar zamandan beri neredeydin?” demiş.
Derviş cevap vermiş: “Mansıbından korkarak yanına uğramıyordum. Şimdi seni kuyuda görünce fırsatı ganimet bildim.”
Bir münasebetsiz adi kimseyi bahtiyar, mesut görünce akıllılar ona itiraz etmez, hoş görürler. Mademki keskin, yırtıcı tırnağı yoktur, öyleyse kötüler ile cenkleşme. Her kim polat kollu birisiyle pençeleşirse kendisinin gümüş gibi narin bileğini incitmiş olur. Sabret, felek o kötünün, polat kolunun elini bağlayınca o zaman istediğin gibi onun beynini çıkarırsın.
Hikâye
Padişahlardan birisinin korkunç bir illeti vardı ki o illetin adını tekrarlamak caiz değildir.
Yunan tabiplerinden bir cemaat, müttefikan dediler ki bu derdin devası ancak şu sıfatlarla mevsuf bir insanın ödü olabilir.
Padişah emretti, her tarafa arayıcılar çıktılar, o sıfatlarla mevsuf bir insan aradılar. Araya araya bir köylü çocuğunu buldular ki tabiplerin dedikleri sıfatlar onda tamamıyla mevcut idi.
Padişah, çocuğun anasını, babasını çağırttı, onlara birçok para, mal, mülk vererek onları razı etti.
Sonra padişah işi kadıya havale ile çocuğun katli için fetva istedi.
Kadı, padişahın vücudunun selameti için ahaliden birisinin kanını dökmek caizdir, diye fetva verdi. Çocuğu meydana getirdiler. Cellat geldi. Çocuğun boynunu vurmak için kılıcını çekti, hazırlandı, işaret bekledi. Tam o sırada çocuk gözlerini göğe dikti. Gülerek kendi kendine bir şeyler söylendi.
Çocuğun gülmesi padişahın dikkatini celbetti: “Çocuk! Bu gülecek zaman mıdır?” diye sordu.
Çocuk şöyle cevap verdi: “Padişahım, çocukların nazı anasına, babasına geçer; davayı kadıya götürürler; adaleti padişahlardan isterler. Gel gelelim şimdi benim anam babam dünyanın fâni malları için beni ölüme teslim ettiler; kadı kanımın dökülmesi için fetva verdi; padişah ise kendi sıhhatini benim ölümümde görüyor. Allah’tan başka, bir penahım kalmadı. Onun için göğe baktım; onun adaletini, merhametini istedim ve bana acıyacağını bildiğim için sevindim, güldüm…” dedi.
“Senin elinden kime feryat edeyim? Senden yine sana şikâyetle adalet istiyorum.”
Çocuğun bu sözünden padişah müteessir oldu, gözleri doldu: “Benim ölmem böyle bir bigünahın kanının dökülmesinden evladır!” dedi. Çocuğu kucakladı, başını, gözünü öptü. Ona hadsiz hesapsız para, mal, mülk verdi, onu azat etti.
Bu hikâyeyi nakledenler derler ki padişah hemen o hafta içinde o dertten şifa buldu.
Nil Nehri’nin kenarında bir filci beyit söylüyordu. Henüz hatırımdadır, diyordu ki: Ayağının altındaki karıncanın hâlini anlamazsan, bilmiş olasın ki filin ayağı altında senin hâlin gibidir.
Hikâye
Amr İbni Leys’in kölelerinden birisi kaçmıştı. Arkasından adamlar gittiler, tuttular, getirdiler; huzura çıkardılar.
Vezirlerden birisinin o köleye garezi vardı: “Padişahım, diğer kölelerin böyle bir harekette bulunmaması için bunun idamı lazımdır.” dedi.
Bu söz üzerine köle, başını yere koydu ve şöyle dedi:
“Padişahım, sen benim velinimetimsin. Hakkımda verilen hangi hükmü beğenirsen layıktır, razıyım. Kölenin ne diyeceği olur, söz efendisinindir.”
Köle söze devam ile dedi ki: “Yalnız şu kadar var ki bu hanedanı alişanın nimetiyle beslenmişim, istemem ki yarın kıyamette benim kanımdan dolayı size bir muaheze vaki olsun. Eğer bu kulunuzu öldürmek istiyorsanız şeri şerife tatbik ile öldürünüz, ta ki kıyamette muaheze olunmayasınız.”
Padişah sordu: “Katlinin şeri tatbik edilmesi nasıl olur?”
Köle dedi ki: “Müsaade buyurunuz ben şu veziri öldüreyim, katil olayım, o zaman kısas suretiyle katlimi ferman buyurursunuz ve hakkıyla öldürtmüş olursunuz.”
Padişah güldü, vezire hitap ile “Ne dersin?” dedi.
Vezir cevap verdi: “Padişahım muhterem pederinizin kabri şerifi sadakası için olsun şu haramzadeyi af buyurunuz, ta ki belaya sokmasın. Kabahat bendedir ki hükema sözlerini nazarı dikkate almadım.” Hükema şöyle demiştir:
“Kesek taş atanlarla cenk edecek olursan cehaletle kendi başını kırmış olursun. Düşmana karşı ok attığın zaman düşün ki sen de onun karşısına oturmuş hedeftesin.”
Zevzen padişahının bir hocası (defterdarı) vardı. Ahlakı güzel, değerli bir zat idi. Herkese tevazu ile hürmet ederdi. Kimseyi arkasından çekiştirmezdi.
Nasılsa bir hâli padişahın hoşuna gitmedi. Tekmil malını müsadere ettirdi. Kendisini de hapse atıp işkence edilmesini emretti.
Ona işkenceye memur olan çavuşlar vaktiyle ondan iyilikler gördükleri, teşekküre borçlu oldukları için kendisine eziyet, işkenceler değil; iyi muamele eder ve zorlamayı, itap etmeyi reva görmezlerdi.
Düşman ile sulh hâlinde bulunmak istersen o seni arkadan zemmettikçe sen onu yüzüne karşı takdir, tahsin et.
Fena dilli bir kimsenin sözü nihayet onun ağzından çıkar. Acı söz istemezsen onun ağzını tatlı yapmaya çalış.
Padişahın fermanı mucibince birçok işkenceye maruz olduktan sonra cezasının kalan kısmını da zindanda geçiriyordu.
O taraflardaki padişahlardan birisi o hoca hakkında mahremi bulunan bir kimseye mektup gönderdi. Mektubunda şöyle diyordu: “Oranın padişahı böyle büyük bir zatın kadrini bilmedi, ona hürmetsizlikte bulundu. Bu bize ağır geldi. Eğer hoca hazretleri (Tanrı onun sonunu hayretsin) bizim tarafa iltifat buyuracak olursa hatırına son derece riayet edilecektir ve bu memleketin büyükleri onu görmeye muhtaçtırlar. Mektubun cevabını muntazırız.”
Mektup gizlice hocaya verildi; hoca mektuba vâkıf olunca işin sonundaki vehameti düşündü. Münasip gördüğü veçhile kısa ve ele geçtiği zaman töhmeti mucip olmayacak bir cevap yazıp gönderdi.
Zevzen padişahının adamlarından birisi bu işi öğrendi; padişaha bildirdi ve “Hapsettirmiş olduğunuz filanca, etraftaki padişahlar ile mektuplaşıyor.” dedi.
Padişah kızdı ve bu işin meydana çıkarılması için emir verdi.
Mektup götüren kimseyi tuttular, mektubu okudular. Yazmış ki: “Büyüklerin hakkımdaki hüsnüzanları değerimden çok fazladır. O tarafa gidersem hüsnükabul ile şeref bulacağım yazılmış. Bunu kabul etmeye imkân yoktur; çünkü bu hanedanın nimetiyle beslenmişim. Azıcık infialden dolayı velinimete vefasızlık edemem.”
Hükema demiş ki: “Senin hakkında her zaman kerim olan bir kimse eğer ömründe bir kere sitem ederse mazur gör.”
Hocanın hakşinaslığını padişah beğendi, onu affetti; hilat giydirdi, paralar verdi ve “Hata ettim, senin gibi bigünahı incittim.” diye özür diledi.
Hoca şöyle dedi: “Padişahım, kulunuz da bu işte bir hata görmüyorum. Belki başıma böyle nahoş bir iş gelmesi takdiri ilahîde varmış. O işin sizin elinizde vukua gelmesi pek iyi oldu; çünkü üzerimde çok nimetiniz, lütfunuz, ihsanınız vardır, size minnettarım.”
Eğer halktan bir zarar erişirse incinme; çünkü halktan ne rahat erişir ne de mihnet erişir.
Düşmanın düşmanlığını, dostun dostluğunu Allah’tan bil; çünkü her ikisinin de kalbi Cenabıhakk’ın yed-i tasarrufundadır.
Atılan ok yaydan geçer; fakat akıllı insan oku yaydan bilmez; yayı tutan insandan bilir.
Hikâye
Arap meliklerinden birisi mukarreplerine der ki: “Filancanın aylığı her kaç ise iki kat yapınız; zira saraya devam ediyor ve fermana fevkalade riayetkârdır. Diğer hizmetkârlar ise eğlence ve oyun ile meşgul oluyor ve hizmette tembellik, gevşeklik gösteriyorlar.
Ariflerden bir zat bunu işitti ve coşup vecde geldi.
Sebebini sordular:
“Cenabıhakk’ın dergâhında kullanılan derecelerin artması da böyledir.” dedi.
Bir kimse padişahın hizmetine iki sabah devam ederse, üçüncüsünde padişah ona lütuf ile bakar.
İhlas ile ibadet edenler de Cenabıhakk’ın âsitânından elbette meyus dönmezler.
Büyüklük buyruk kabul etmektedir. Buyruk tutmamak mahrumluğun delilidir. Kimde doğruların siması varsa eşikten ayrılmaz hizmet eder.
Bir zalimi hikâye ederler ki fakirlerin odunlarını zulüm ile alır ve zenginlere cebren verirmiş.
Ariflerden bir zat o zalime tesadüf edip şöyle demiş:
“Sen bir yılansın, ki kimi görsen sokarsın, yahut baykuşsun, ki nerede otursan viran edersin.
Senin gücün bize yeterse gaybı bilen Cenabıhakk’a yetmez. Yer ehline cebretme ta ki göğe beddua akmasın.”
Zalim bu sözden incinmiş, suratını asmış. Ona iltifat etmemiş, böbürlenmiş.
Aradan çok geçmeden, bir gece o zalimin odun ambarı yanmış. Yalnız odunları değil konağı, nesi var nesi yok hepsi de yanmış. Zalim yumuşak döşekten kızgın külün üzerine düşmüş.
Tesadüfi olarak evvelce ona nasihat eden zat oradan geçerken ona rastlamış. Bakmış ki ahbaplarını, hempalarını toplamış onlarla hasbihâl ederek: “Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma nereden sıçradı.” diyormuş.
O zat: “Fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin dumanından.” demiş.
Yaralı gönüllerin tütününden sakın, çünkü gönül yarası nihayet tesir eder; elinden geldiği kadar bir gönlü perişan etmemeye çalış, çünkü bir ah cihanı altüst eder.
Keyhüsrev’in tacında şu kıtanın mazmunu yazılıydı:
“Nice yıllar, nice uzun ömürler halk, yeryüzünde başımızı çiğneyerek gelip geçecektir. Saltanat denilen şey elden ele bize kadar geldiği gibi böylece bizden sonra başkalarının ellerine de geçecektir.”
Hikâye
Birisi pehlivanlıkta birincilik kazanmıştı.
Bu ilimde 360 ağır oyun bilir ve her gün birisiyle güreş tutardı. Birçok şakirtler vardı. İçlerinden birisini gönlü sevdi, ona 359 oyun öğretti, geriye kalan bir oyun için şakirdi: “Usta onu da öğretsene.” dedikçe ustası, “Peki, peki” diye onu atlatırdı. Çocuk sanatta, kuvvette son dereceyi buldu, karşısına kimse çıkamaz, zoruna kimse dayanamazdı.
Nihayet o dereceyi buldu ki bir gün padişahın huzurunda: “Ustam büyüğümdür, üzerimde hakkı var. Bu iki noktadan dolayı fazileti haizdir. Benden üstündür, yoksa kuvvette ondan aşağı değilim, sanatta da ona müsaviyim.” dedi.
Çocuğun bu terbiyesizliği padişahın hoşuna gitmedi. “Ustan ile güreşmelisin.” emrini verdi.
Geniş bir meydan tayin ettiler. Devlet erkânı, saltanat ayanı, meşhur pehlivanlar oraya toplandılar.
Çocuk meydana bir sarhoş fil gibi geldi. Öyle bir dehşetle geldi ki eğer karşısındaki demir dağ olsaydı yerinden koparırdı. Ustası anladı ki genç çırak kuvvetçe ondan üstündür; ondan saklamış, ona öğretmemiş olduğu oyun ile ona sarıldı. Çocuk bunu bilmiyordu. Nihayet usta onu iki eliyle kaldırdı, başından yukarıya götürdü ve yere vurdu.
Orada mevcut insanlardan bir gürültüdür koptu.
Padişah emretti, ustaya bir hilat giydirdiler, bahşişler verdiler; çocuğu ise azarladı, kınadı: “Seni yetiştiren ustana vefasızlık ettin. Onu yenmeye kalkıştın, onu da başaramadın.” dedi.
Çocuk: “Padişahım, ustam beni zor ile kuvvet ile yıkmadı, belki benden esirgemiş olduğu bir oyun ile yıktı.” dedi.
Ustası cevap verdi: “Evet o oyunu böyle bir gün için saklıyordum. Hükema demiş ki: Dostuna o kadar kuvvet verme ki sana düşman olacak olursa seni mağlup edemesin.”
Büyüğü ile mücadeleye kalkışan küçük öyle yere serilir ki bir daha kalkamaz.
Kendi beslediği kimseden cefa gören adamın ne dediğini duymadın mı?
“Vefa denilen şey ya esasen bu âlemde yoktur, kuru bir adı vardır; yahut bu zamanlarda vefa eden kimse yoktur. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse yoktur ki sonunda beni nişan almasın.”
Hikâye
Tek başına yaşayan bir derviş bir sahra köşesinde oturmuştu. Tesadüfen padişah oraya uğradı.
Derviş kanaat mülkünde dünyadan el etek çekmiş olduğu cihetle başını kaldırmadı ve padişaha göz ucu ile olsun bakmadı.
Padişah saltanatın taşkınlığı icabı olarak kızdı ve “Bu hırka giyen insanlar hayvan gibidirler, kabiliyet ve insanlık onlarda yoktur.” dedi.
Vezir, dervişin yanına gelip: “Derviş bana bak, yeryüzünün padişahı senin önünden geçti. Niçin hürmet etmedin, niçin edep şartını yerine getirmedin?” dedi.
Derviş şöyle cevap verdi: “Padişaha söyle ki hizmeti, hürmeti, kendisinden para pul uman kimseden beklesin. Bir de şunu söyle; padişahlar ahalinin muhafazası için o mevkiye gelirler, yoksa ahali padişahlara tapınmak için yaratılmış değildir.”
Her ne kadar devlet ve saltanat sayesinde mal, mülk, para padişahların elinde ise de onlar fakirlerin bekçisidirler.
Koyun çoban için değildir. Belki çoban koyunlara hizmet içindir.[4 - Gusfend berayi çuban nistBelki çuban berayi hizmeti ust.]
Bugün birini muradına ermiş, diğer birini de kendi kendine didinir, gönlü yaralı görürsün. Biraz sabret, göreceksin ki o hayal peşinde koşan kimsenin beynini toprak yiyecektir. Ölüm gelince şahlık, bendelik farkı zail olur.
Birisi bir ölünün mezarını açacak olsa zengin mi, fakir mi, fark edemez.
Dervişin sözü padişaha doğru ve sağlam geldi “Dile benden ne dilersen.” dedi.
Derviş: “Senden onu isterim ki bir daha buraya gelip de beni rahatsız etme.” dedi.
Padişah, dervişe “Bana nasihat et.” dedi.
Derviş şu beyitin mazmununu söyledi:
“Bugün elinde nimetin varken fırsat bil. Çünkü bu devlet, bu mülk elden ele gider.”
Hikâye
Vezirlerden birisi Zünnun-i hazretleriyle görüştü. “Bana himmet buyur, gece gündüz padişahın işi ile meşgulüm, iyiliğini umuyorum; fakat darılıp itap etmesinden korkuyorum.” dedi.
Zünnun ağladı ve “Eğer ben senin padişahtan korktuğun gibi Allah’tan korksaydım sıddıklar zümresinden olurdum.” dedi.
Eğer rahat, meşakkat düşüncesi olmasaydı derviş göğe uçardı.
Eğer vezir, padişahtan korktuğu gibi Allah’tan korksa idi melek olurdu.
Hikâye
Bir padişah suçsuz bir kimsenin katli için emir verdi.
Adamcağız şöyle dedi: “Padişahım bana karşı vukua gelen bir öfke ile kendine zulmetme.”
Padişah “Nasıl olur?” dedi.
Adam cevap verdi: “Şu katil işi benim için bir nefes içinde olur biter; fakat bunun günahı ebediyen boynunda kalır.”
Bu hayat, şu dünyada duruş, sahra rüzgârı gibi eser geçer. Acılık, tatlılık, yakışıklılık, çirkinlik hepsi geçer gider. Zalim sanır ki bize zulmediyor. Hayır, bize olan o zulüm durmaz geçer; fakat onun boynunda ebedî kalır.
Padişaha nasihati tesir etti. Onu affetti ve özür diledi.
Hikâye
Nuşirevan’ın vezirleri memleket işlerinden mühim bir iş hususunda istişare ediyorlardı. Her birisi kendi bilgisine göre birer rey beyan ediyordu. Bu hususta padişah da düşündü, bir fikir söyledi.
Büzüremihr, padişahın reyini bütün reylere tercih etti.
Vezirler tenhada Büzüremihr’e sordular: “Padişahın reyinde ne meziyet gördün ki bu kadar hakim zatların fikirlerine tercih ettin?” dediler.
Büzüremihr şöyle cevap verdi: “İşin sonu belli değil herkesin reyi Cenabıhakk’ın iradesine bağlıdır. Bir reyin doğruluğu, yanlışlığı ancak neticede anlaşılacak. Şu hâlde padişahın reyine uymak münasiptir; çünkü eğer yanlış çıkarsa biz de ona uymuş olduğumuzdan onun itabından emin olmuş oluruz.”
Padişahın reyine muhalif rey aramak kendi kanı ile el yıkamak gibi olur. Eğer padişah gündüzken şimdi gecedir derse “Evet efendim doğru söylediniz, işte ay ile ülker.” demek lazımdır.
Hikâye
Aleviler gibi saçlarını örmüş bir şeyyad Hicaz kafilesiyle şehre (belki maksat Şiraz şehridir) geldi. “Aleviyim, hacdan geliyorum.” dedi. Bir de, ben söyledim, diyerek padişaha bir kaside takdim etti. Padişah ona ihsan verdi, iltifat etti.
Padişahın nedimlerinden birisi o sene seferden gelmişti. “Ben onu Kurban Bayramı’nda Basra’da gördüm… hacı nasıl olabilir?” dedi.
Nedimlerden diğer birisi de: “Onun babası Malatya’da Nasrani idi. Alevi nasıl olabilir?” dedi.
Takdim ettiği kasideyi de Enverî divanında buldular.
Padişah emretti: “Şu herife bir kötek çekin; sonra sürün, çıksın gitsin. Bu kadar yalanı niçin söyledi?” dedi.
Padişah güldü ve “Tekmil ömründe bundan daha…”
Şeyyad: “Ey yeryüzünün padişahı, bir söz daha söyleyeyim eğer doğru olmazsa ne ceza buyurursan layığım.”
Padişah: “O nedir, söyle bakalım.” dedi.
Şeyyad şu mazmunu söyledi:
“Sana bir garip, bir külek yoğurt getirse iki ölçeği su, bir ölçeği ayrandır. Benden saçma, yalan bir söz işittinse gücenme, çünkü seyyahlar çok yalan söylerler.”
Padişah güldü ve “Tekmil ömründe bundan daha doğru söz söylememişsin.” dedi. Ve onun istediği şey ne ise verilsin, diye emir verdi.
Hikâye
Hikâye ederler ki vezirlerden birisi maiyetindekilere acır, hepsinin iyiliğini istermiş. Bu vezir, nasılsa padişahın gazabına uğrayıp hapsedilmiş.
Herkes onu kurtarmak için çalışmış. Ona işkence için tayin edilen kimseler iyi muamele ederlermiş. Bir taraftan da büyükler padişaha onun güzel ahlakını söylerlermiş.
Nihayet padişah, onun hatasını affetmiş.
Ariflerden bir zat bu hâle vâkıf olunca şöyle demiş:
“Dostların gönlünü elde etmek için babadan kalma bostanın satılması yerinde bir hareket olur.
İyilik düşünen dostların tenceresini kaynatmak için ev içinde yanabilen şeylerin yanması lazımdır.
Kötülük düşünen kimseye iyilik yap. Çünkü köpeğin ağzının lokma ile kapatılması uygun olur.”
Hikâye
Harun Reşid’in oğullarından birisi pek öfkeli olarak babasının huzuruna geldi. “Filan çavuşun oğlu anneme sövdü.” dedi.
Harun, devlet erkânına sordu: “Ona ne ceza vermek lazımdır?”
Erkânın birisi, “Onu katletmek lazımdır.” öteki, “Dilini kesmek lazımdır.” başka birisi de, “Malını müsadere ve kendini nefyetmek lazımdır.” dediler.
Bu sözleri dinledikten sonra Harun şöyle dedi: “Çocuğum! Onu affetmek daha kerimâne bir hareket olur. Eğer affetmezsen, sen de onun annesine söv, amma o nasıl söyledi ise öyle söyle, sakın fazla söyleme; çünkü o zaman intikam haddini geçmiş ve senin tarafından zulüm yapılmış olur.”
Kükremiş fil ile cenk eden kimse, ukalaya göre mert değildir. Asıl mert odur ki öfkelendiği vakit dahi hakikatten ayrılmaz.
Birisine bir kötü huylu kimse sövdü, o adam tahammül etti ve “Sonun hayır olsun, hay Allah iyiliğini versin.” dedikten sonra “Ben senin dediğinden daha berbat bir kimseyim; çünkü bilirim ki sen benim ayıbımı benim kadar bilmezsin.” dedi.
Birtakım büyüklerle bir gemiye binmiştim. Arka tarafımdan bir sandal battı ve iki kardeş bir girdaba düştüler.
Büyüklerden birisi, gemiciye “Şu iki kardeşi kurtar, her birisi için sana elli altın vereyim.” dedi.
Gemici suya atıldı. İki kardeşten birini kurtardı. Öteki helak oldu.
Ben bu hâli görünce: “Zavallının ömrü kalmamış, ondan dolayı evvela ötekini kurtarmakla onu kurtarmaya geciktiniz.” dedim.
Gemici güldü. “Sözün doğrudur.” dedi; “Fakat benim gönlüm ilk önce bunu kurtarmak istedi. Çünkü bir zaman çölde kalmıştım, bu beni bir deveye bindirdi. Hâlbuki ötekinden kamçı yemiştim.”
Bu sözü işitince: “Cenabıhak ne kadar doğru söylüyor.” dedim. “İyilik eden de kötülük eden de kendisi için yapmış olur.”
Elinden geldiği kadar bir kimsenin gönlünü incitme, çünkü bu yolda çok dikenler bulunur.
Zavallı bir fakirin bile işini yap, çünkü senin de görülecek işlerin bulunur.
Hikâye
İki kardeş vardı: Birisi padişah hizmetinde idi, zengin olmuştu. Öteki elinin emeğiyle ekmek yerdi; fakir kalmıştı.
Bir kere zengin, fakire dedi ki: “Niçin padişah hizmetine girmezsin ki bu eziyetten kurtulasın?”
Fakir, zengine cevap verdi: “Sen niçin iş güç tutmuyorsun ki padişah hizmetinde bulunmak zilletinden kurtulasın?”
Hükema demiş ki: “Kendi ekmeğini yiyip oturmak, altın kemer bağlayıp hizmet için bir mahlukun karşısında ayakta durmaktan hayırlıdır.”
Kızgın demiri el ile yoğurup hamur etmek, beyler önünde el bağlamaktan daha iyidir.
Kıymetli ömür iki düşünce ile geçiyor: Yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim?
Ey alçak karın, bir ekmek ile kanaat et ki hizmetkâr olup başkalarının önünde yerlere kadar eğilmeyesin.
Hikâye
Birisi Nuşirevan’a şu müjdeyi verdi: Yüce Allah filan düşmanını dünyadan kaldırdı.
Nuşiveran: “Beni bırakacağını duydun mu, işittin mi, ölüme sevinilir mi?” dedi.
“Düşmanın ölmesiyle benim için sevinmek olmaz, çünkü bizim hayatımız da ebedî değildir.”
Hikâye
Hükemadan birtakım kimseler, Kisra’nın huzurunda bir iş hakkında konuşuyorlardı. Onların en büyüğü olan Büzüremihr ağzını açmıyordu.
Hakimler, Büzüremihr’e “Niçin sen de bu hususta fikrini söylemiyorsun?” dediler.
Büzüremihr cevap verdi: “Vezirler, hekimler gibidirler. Tabip, ilacı ancak hastaya verir. Görüyorum ki reyleriniz pek doğrudur. Şu hâlde benim söylemem hikmete münafi olur.”
Bir iş benim müdahalem olmaksızın meydana geliyorsa benim o iş hakkında söz söylemem doğru olmaz, eğer görsem ki bir âmâ yolda gidiyor, önünde bir kuyu var, o zaman susarsam günah işlemiş olurum.
Hikâye
Mısır iklimi Harun Reşid’in idaresine geçince: “Azgın Firavun Mısır mülküne mağrur olarak tanrılık davasına kalkışmıştı. Onu tahkir için Mısır mülkünü kölelerimin en aşağısına vereceğim.’’ dedi. Huseyb isminde ahmak bir kölesi vardı. Mısır valiliğine onu tayin etti.
Mezkur kölenin aklının dirayetinin derecesini anlatmak için derler ki: Birtakım Mısır ekincileri şikâyete geldiler ve dediler ki: “Nil kenarında pamuk ekmiştik yağmur vakitsiz geldi, pamuklarımız telef oldu.”
Huseyb: “İyi yapmamışsınız, yün ekmeliydiniz.’’ dedi.
Bu vakayı işiten bir âlim şöyle dedi: “Eğer servet ilim ile artsaydı cahilden daha fakir kimse olmazdı. Hâlbuki cahillere öyle rızıklar erişiyor ki yüz âlim onlara şaşakalıyor.
Baht, devlet iş bilmekle değildir. Tanrı vergisidir. Nice akılsız, beyinsiz kimselerin makbul; nice akillerin hakir, hor olduğu bu dünyada çok görülmektedir.
Kimyacı, kaygı, keder, mihnet, meşakkat içinde ölmüş; ahmak bir kimse viranede define bulmuştur.”
Hikâye
Padişahın birine bir Çin cariyesi getirmişlerdi. Bir sarhoşluk sırasında ona yaklaşmak istedi. Kız, teslim olmadı. Hükümdar kızdı. Cariyeyi, bendelerinden siyah bir Arap’a bahşetti.
Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı gökte denecek derecede öyle çirkin bir hâli vardı ki Hz. Süleyman’ın mührünü çalan cin, onun çehresinden ürker ve onun koltukları katran gibi kokardı.
Sanki Yusuf’ta güzellik tamam olduğu gibi çirkinlik de bunda sona ermişti.
Ondaki çirkin yüzü ne tasavvur etmek ne de anlatmak mümkündür. Koltuğu, Allah korusun, temmuz güneşi karşısında iaşeden daha murdar kokardı.
Anlatırlar ki Arap nefsini tutamaz, şehveti galip gelerek kızın bikrini izale eder.
Sabah olunca ayılan hükümdar cariyeyi arar, bulamaz.
Akşam olup biteni anlatırlar, kızar; Arap’la cariyenin ellerini ve ayaklarını sağlamca bağlayıp kaleden aşağı atmalarını emreder.
İyi huylu vezirlerden biri hürmetle huzura gelerek der ki:
“Diğer hizmetkâr kullarınız inam ihsanımıza alışık oldukları için Arap’ın bu hususta bir kabahati yoktur.”
Hükümdar sorar: “Bir gece sabrederek dokunmasaydı ne olurdu?”
Vezir cevap verir: “Efendimiz işitmediniz mi şöyle söylemişlerdir: Susuzluktan yanmış, tutuşmuş bir kimse, abıhayat çeşmesine yetiştiği zaman zannetme ki kükremiş filden korkar.
Karnı aç olan mezhepsizin boş bir evdeki sofra başında ramazanı düşüneceğine akıl inanır mı?”
Bu latife padişahın hoşuna gitti. “Arap’ı sana bağışladım amma cariyeyi ne yapayım?” diye sordu.
Vezir cevap verdi: “Cariyeyi de Arap’a bağışlayın ki onun artığı ona yaraşır.”
Onu hiçbir zaman dostluğa da layık görme ki beğenilmedik bir yere gidebilir.
Ağzı kokmuş bir kimsenin artığı olduğu zaman, susamış bir insanın gönlü, abızülâli dahi istemez.
Turunç, pislik içine düşse bir daha padişahın eli ona değer mi?
Bardak, çıbanlı bir kimsenin ağzına değmiş olsa susamış bir insan ondan su içebilir mi?
Hikâye
İskenderi Rumî’ye: “Maşrık ile Mağrip diyarını nasıl fethettin?” demişler. “Hâlbuki senden evvelki padişahların hazineleri, malları, ömürleri, askerleri seninkinden daha çoktu. Böyle iken onlara bu kadar fütuhat müyesser olmadı.”
İskender şöyle cevap vermiş: “Cenabıhakk’ın yardımıyla her fethettiğim memleketin reayasını incitmedim ve geçmiş padişahların adlarını iyilikten başka bir şeyle anmadım.”
Büyüklerin adlarını çirkin bir surette yâd eden kimseye ukala, büyük demezler.
Baht, taht, emir, nehiy, vurma, tutma mademki geçen şeylerdir, hepsi hiçtir. Geçmişlerin iyi adını zayi etme ki senin adında iyi payidar kalsın.

2. Bölüm
Dervişlerin Ahlakı Beyanındadır

Hikâye
Büyüklerden biri bir zahide sormuş: “Filan âbit hakkında birtakım fena sözler söylüyorlar. Sen onu nasıl bilirsin?”
Zahit cevap vermiş: “Görünüşte fena bir şey görmüyorum! İçyüzüne gelince görünmeyen şeyi bilmem.”
Her kimi zahit kıyafetinde görürsen kalbinde ne olduğunu bilmezsen dahi, onu zahit bil; iyi adam zannet. Çünkü polis ev içerisine karışmaz.
Hikâye
Bir dervişi gördüm, Kâbe’nin eşiğine başını koymuş ağlayarak şöyle niyaz ediyordu: Ya Gafur, Ya Rahim sen bilirsin ki pek zalim, pek cahil olan insan kulluk vazifesini sana layık bir surette ifa edemez.
Sana ibadette kusur ettiğim için özür dilemeye geldim. İbadetime güvenmiyorum.
Asiller günahtan tövbe ederler. Arifler ibadetten istiğfar ederler.
Âbitler, ibadetlerinin mükâfatını isterler; tacirler, mallarının bahasını isterler. İlahî, ben kulun ümit getirdim; taat getirmedim. Dilenmeye geldim; ticarete gelmedim. Bana, sana yakışanı yap; bana yakışanı yapma.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/seyh-sadi-sirazi/gulistan-69428077/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Gürk zade akıbet gürk şevet.

2
Beni Âdem âzay yekdiğerinde
Ki der âferineş zi yek gevherend.

3
Bederya der menafi bişümarest
Eğer hâhi selamet derkenarest.

4
Gusfend berayi çuban nist
Belki çuban berayi hizmeti ust.
Gülistan Şeyh Sadi Şirazi

Şeyh Sadi Şirazi

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Şeyh Sadi Şirazî’nin en önemli eserleri arasında yer alan Gülistan insanlara öğüt ve ahlak niteliği taşıyan hikâyelerden oluşan bir şaheserdir. Adil olmayı, dürüstlüğü, hoşgörüyü nasihat eden öykülere yer verilen kitapta, erdem sahibi olmanın vurgusu yapılmıştır. Vefa denilen şey ya esasen bu âlemde yoktur, kuru bir adı vardır yahut bu zamanlarda vefa eden kimse yoktur. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse yoktur ki sonunda beni nişan almasın. Şimdi sana bir nasihat daha edeyim: Eğer iğne acısına dayanamazsan parmağını akrebin deliğine sokma. Ekşi yüzlü kimsenin yanında ihtiyaçtan bahsetme çünkü onun fena huyundan incinirsin. Derdini öyle bir kimseye aç ki yüzünden hiç olmazsa peşin olarak huzur bulasın.

  • Добавить отзыв