Pollyanna

Pollyanna
Eleanor H. Porter
Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.

Eleanor H. Porter
Pollyanna

Romandaki Başlıca Kişiler
POLLYANNA (pollyanna): Öksüz bir kızcağız
Bayan POLLY HARRINGTON (poli haringtın): Pollyanna’nın teyzesi
JENNIE (ceni): Pollyanna’nın ölmüş annesi
NANCY (nensi): Polly Teyze’nin hizmetçisi
Bayan SKOW (sno): Yoksul bir komşu kadın
MILLY (mili): Bayan Snow’nun kızı
JOHN PENDLETON (con pendltın): Orta yaşlı bir adam; eskiden Jennie’yi sevmiştir.
SALLY MINER (sali mayner): Otelde garson kız
JIMMY BEAN (cimi bin): Kimsesiz bir çocuk
Dr. CHILTON (çiltın): Kasabanın hekimi
Dr. MEAD (mîd): Ünlü bir hekim
Bayan HUNT (hant): Hasta bakıcı kadın

Olay, XX. yüzyılın başlarında Amerika’da geçer.

POLLYANNA GELİYOR!
O haziran sabahı Bayan Polly Harrington telaşla mutfaktan içeri girdi. Oysa, böyle davranmak hiç de âdeti değildi. O hep aceleci olmamakla övünür, davranışlarının yavaşlığından dolayı kıvanç duyardı. Öyleyken, o gün nedense pek hareketliydi, pek de telaşlı görünüyordu.
Nancy, yıkadığı tabakları çalkalarken, şaşırarak başını kaldırdı. Buraya geleli daha ancak iki ay olmuştu ama bu süre, hanımının telaşı hiç sevmediğini öğrenmesine yetmişti.
“Nancy!”
Hizmetçi kız, elindeki sürahiyi kurulamaya devam ederek, neşeyle: “Buyurun, efendim?” dedi. Bayan Polly’nin sesi sertleşmişti:
“Nancy, ben bir şey söylerken sen de elindeki işi bırakıp beni dinleyeceksin, anlaşıldı mı?”
Kızcağız utançla kızardı. Önce elindeki sürahiyi, kurulama bezini bir kenara bıraktı. Sonra masanın üzerine yan yatmış duran sürahiyi çarçabuk düzeltip: “Peki, efendim!” dedi. “Baş üstüne, efendim. Bu sabah bulaşık yıkarken elimi çabuk tutmamı emretmiştiniz, ben de onun için siz konuşurken işime devam ettim, efendim.”
Hanımı kaşlarını çatarak: “Yeter!” diye söylendi. “Senden laf ebeliği değil, dikkat istemiştim.”
Nancy, hanımının böyle konuşmasına üzülmüştü; içini çekmemek için kendini zor tuttu. Acaba bu kadına hiçbir zaman kendini beğendiremeyecek miydi? İşte bunu çok merak ediyordu. Daha önce hiçbir yerde çalışmamıştı. Hastalıklı annesi ondan daha küçük üç çocukla birdenbire dul kalınca Nancy de annesiyle kardeşlerine bakabilmek için çalışmak zorunda kalmıştı. Kızcağız on kilometre kadar uzaktaki kasabalarından buraya gelmişti. Onun için Bayan Polly Harrington sadece büyük Harrington köşkünün hanımıydı. Harringtonların da şehrin en eski, en zengin ailelerinden biri olduğunu biliyordu. Yalnız, bütün bunlar genç kızın iki ay önceki düşünceleriydi. Şimdi ise hanımını sert, asık yüzlü, somurtkan bir kadın olarak tanıyordu. Bu kadın, kapı şöyle biraz hızlı vurulunca, yere bir şey düşünce hemen kaşlarını çatıveriyor, başka zamanlarda da gülmeyi hiç aklına getirmiyordu.
“Nancy, sabah işini bitirince, tavan arasında merdiven başındaki küçük odayı güzelce süpür, temizle, portatif karyolayı kur. Önce sandıkları dışarı çıkaracaksın.”
“Peki, efendim. Sandıkları dışarı çıkarıp nereye koyayım?”
Bayan Polly: “Ön tarafa koy!” dedi, biraz düşündükten sonra tekrar konuşmaya başladı: “Yeğenim Polly Anna Whittier buraya gelecek, bundan sonra ona ben bakacağım. Hazırlayacağın odayı ona vereceğim. Yeğenim on bir yaşındadır.”
Nancy, kendi kardeşlerinin eve nasıl neşe getirdiklerini düşünerek, sevinçle söylendi:
“Buraya mı küçük bir kız gelecek, Bayan Harrington? Aman ne iyi!”
“İyi mi dedin?” Bayan Polly sert bir sesle konuşmuştu. “Eh, doğrusu bu kıza bakmak pek benim harcım değil ama elimden geleni yapacağım. Çünkü ben iyi bir insanımdır; üstelik, akrabalık görevlerimi de hiç ihmal etmem.”
Genç kız kızardı.
“Elbette, efendim.” dedi. “Şey… Burada küçük bir kızın bulunması hayatınızı renklendirir, ışık verir diye düşünmüştüm de.”
Hanım soğuk, kuru bir sesle karşılık verdi:
“Teşekkür ederim. Yalnız, şu anda, ışığa, renge ihtiyacım olduğu düşüncesini benimseyemeyeceğim.”
Nancy, eve yerleşecek olan küçük, kimsesiz yabancıyı rahat ettirmek uğruna gerekeni yapmayı düşündüğü için korkuyla sordu:
“Ama, kardeşinizin çocuğunu yanınıza almayı istiyorsunuz değil mi?”
Bayan Polly kurumlu kurumlu çenesini havaya kaldırarak: “Doğrusunu istersen, Nancy” dedi, “Kız kardeşim evlenmek densizliğinde bulundu, zaten bir yığın çocukla dolu olan bu dünyaya hiçbir işe yaramayacak çocuklar getirdi; onun çocuğuna neden benim bakmam gerektiğini bir türlü anlayamıyorum. Ama, demin de söyledim ya, ben ödevimi bilen bir kadınım. Her neyse… Sen dikkat et Nancy, köşede bucakta bir şey kalmasın.”
Bayan Polly sözlerini bitirir bitirmez her zamanki sert tavrıyla mutfaktan dışarı çıktı.
Nancy, yarısı ıslak kalmış sürahiyi yeniden eline alırken: “Peki, efendim, baş üstüne efendim.” dedi.
Bayan Polly odasına gitti, iki gün önce gelen mektubu bir kere daha okudu. Bu mektup onun için hiç beklenmedik, can sıkıcı bir şey olmuştu. Uzak Doğudaki bir şehrin damgasını taşıyan mektup şöyleydi:

Efendim,
Sayın Papaz John Whittier’in iki hafta önce öldüğünü üzülerek size bildirmek zorundayım. John Whittier’in on bir yaşında bir kızı vardı. Babası ölünce kimsesiz kaldı. Bildiğiniz gibi kendisi buradaki küçük misyoner kilisesinin papazı olduğundan birkaç kitabından başka da bir şeyciği yoktu.
Yanılmıyorsam, John Whittier sizin ölen kız kardeşinizin kocasıydı. Dostum bana aileniz arasındaki anlaşmazlıktan da söz etmişti sanıyorum. Bu arada kendisi ölürse, kardeşinizin hatırı için çocuğu yanınıza alıp büyütmek isteyeceğinizi de söylemişti. İşte bu sözlerden cesaret alarak size bu mektubu yazıyorum.
Mektubum elinize geçer geçmez bana bir karşılık göndermenizi rica edeceğim. Çünkü burada bir karı-koca var, yakında Batı’ya gidecekler. Çocuğu yanınıza almak isterseniz, onlar Boston’a kadar götürüp oradan da Bellingsville trenine yerleştirecekler. Bu teklifi kabul ederseniz, Pollyanna’nın yola çıkacağı, oraya varacağı günü, saati de ayrıca bildireceğim. Saygılarımla,
    Jeremiah O. White.
Bayan Polly, kaşlarını çatarak, kâğıdı katladı sonra hırsla zarfa soktu. Bu mektuba karşılığını bir gün önce göndermiş, çocuğu elbette yanına almak isteyeceğini bildirmişti. Şimdi de elinde zarfla koltuğunda otururken geçmiş günlerin anıları gözlerinin önünde canlandı.
Kız kardeşi Jennie’nin, yirmi yaşındayken, ailesinin ısrarlarına aldırmadan papazla evlenmek konusundaki direnmelerini hatırladı. O zamanlar Jennie ile evlenmek isteyen bir başkası daha vardı. Son derece zengin, aklı başında bir adamdı bu… Jennie’nin evlenmek istediği papaz ise çok genç, tecrübesizdi. Ailesinin beğendiği damat adayının olgun, bol para sahibi olmasına karşılık genç papazda ülkülerle dolu bir beyinden, aşkla dolu bir kalpten başka bir şey yoktu. Ama, Jennie, zengin adamı bırakıp yakışıklı papazla evlenmiş, bir din yayıcının karısı olarak güneye gitmişti.
İşte iki aile arasındaki gerginlik daha o günlerde başlamıştı. Bayan Polly o günlerde daha on beş yaşında bir kızdı ama olayları gayet iyi hatırlıyordu. Ablası evinden ayrıldıktan sonra aile onunla ilgisini kesmişti. Baştan Jennie, her şeye rağmen bıkmadan usanmadan eve sık sık mektup göndermişti. Bir süre sonra da ilk çocuklarının öldüğünü, son doğan çocuğuna iki kız kardeşinin adlarını verdiğini, yazmıştı. Böylece, Jennie’nin kızının adı Pollyanna oluyordu. İşte Jennie’den gelen son mektup bu oldu. Bir iki yıl sonra da doğudaki küçük şehirlerden birinden gelen, papazın imzasını taşıyan, çok acıklı kısa bir mektup Jennie’nin ölüm haberini eve ulaştırmıştı.
Bundan sonra da zaman durmamış, tepenin üzerindeki evde oturanlara yenilikler, değişiklikler getirmişti. Bayan Polly, penceresinden ta uzaklara, ufkun derinliklerine doğru uzanan vadiye bakarken bu yirmi beş yılın getirdiği değişiklikleri düşünüyordu.
Kadıncağız şimdi kırk yaşındaydı. Annesinin, babasının, kardeşlerinin ölümünden sonra dünyada yapayalnız kalıvermişti. Yıllardan beri de bu kocaman evin, babasından kalan büyük servetin tek sahibiydi. Dostları zaman zaman ona acıdıklarını belirtmişler, yalnızlıktan kurtulması için yanına bir arkadaş alması gerektiğini hatırlatmışlardı. Bayan Polly, dostlarının gösterdiği yakınlığı umursamadığı gibi, onların öğütlerini de yerine getirmeyi düşünmemişti. Yalnızlıktan hiç de şikâyetçi olmadığını, hatta tek başına yaşamaktan hoşlandığını her fırsatta söylüyordu. Yalnız, şimdi durum değişecekti…
Bayan Polly birdenbire asık bir yüzle yerinden kalktı. İyi yürekli bir insan olması ona kıvanç veriyordu. Yalnız, üzerine düşen görevin ne olduğunu anlamakla kalmamış, bunu yerine getirecek gücü de kendinde bulmuştu. İşte bu çok önemliydi.
Bunları düşünürken, içinden: “İyi, hoş ama, şu Pollyanna da ne gülünç bir ad ya!” diyordu.

BAHÇIVAN TOM BABA
Nancy, tavan arasındaki odayı süpürürken kıyıda köşede toz kalmasın diye büyük bir çaba gösteriyordu. Evet, hanımına çok bağlıydı, onun isteklerini kelimesi kelimesine yerine getirmeye bakardı ama, onun da bir insan olduğunu, zaman zaman kusurlar işleyebileceğini unutmamak gerekir. Kızcağız, ucu sivri temizleme sopasıyla yeri silerken bir yandan söyleniyor, sopayı hırsla itip kakarak hırsını ondan alıyordu.
“Ah, keşke bu odanın değil de şu kadının ruhunun köşelerindeki pislikleri kazıyıp temizleyebilseydim! Onun böyle bir temizliğe ne kadar ihtiyacı var! Zavallı yavrucağa kışın soba kurulmayan, şimdi de hamam gibi sıcak duran bu odayı vermek doğru mu ya? Koca evde başka boş oda mı yok? Böyle bir karar vermek de nerden aklına geldi? Ona göre çocukların hiç değeri yok!”
Nancy bunları düşünürken öfkeyle elindeki bezi öyle kuvvetli sıkmıştı ki parmakları acıdı. Öyleyken, gene de öncekinden daha öfkeli bir hâlde söylenmeye koyuldu: “Bence, değeri olmayan kimseler asıl bu gibi kadınlar!”
Nancy bunları söyledikten sonra bir süre sessiz sedasız işine devam etti. Yapılması gereken işleri tamamladıktan sonra boş odaya öfkeyle bir göz atarak gene kendi kendine söylendi:
“Neyse, bitti! Hiç değilse, benim payıma düşen iş bitti. Bu odada ne kir var ne de eşya. Evinden uzak, sevgiyle, özlemle dolu zavallı çocuğa da öyle uyuyor ki!”
Nancy söylene söylene dışarı çıktı. Öfkesinden ne yapacağını bilmiyordu. Kapıyı olanca gücüyle çekti, sonra hemen kendini toparlayıp korkuyla dudağını ısırdı.
“Eyvah!” dedi. Sonra hemen korkusunu yendi, inatla ayağını yere vurdu. “Duyarsa duysun!” diye mırıldandı. “İnşallah duymuştur.”
O gün öğleden sonra Nancy bahçeye çıktı. Yıllar yılı burada çalışıp yabani otları temizlemiş, çiçek tarhlarını kabartmış olan emektar bahçıvan Tom’u buldu. Gören var mı, yok mu diye son bir defa büyük eve bir göz attıktan sonra: “Bay Tom, Bay Tom!” diye söze başladı. “Küçük bir kızın Bayan Polly ile yaşamak üzere buraya geleceğinden haberiniz var mı?”
Yaşlı bahçıvan büyük bir güçle belini doğrulturken suratını buruşturdu: “Bir ne geliyor?” diye sordu.
“Bir küçük kız geliyor. Bayan Polly’nin yanında kalacak.”
Tom, öfkeyle kızın yüzüne baktı.
“Hanımla alay etmek cesaretini nereden buluyorsun? Güneşin batı yerine doğudan batacağını söylemek kadar gülünç bir şey bu. Bari bunu da söyle de alayın tam olsun!”
“Hayır, Bay Tom, alay etmiyorum. Kızın geleceğini bana hanımın kendisi söyledi. Yeğeniymiş. On bir yaşındaymış…”
Yaşlı adamın şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Bir ara düşündü. Sonra, gözlerinin bakışı yumuşadı.
“Belki de Bayan Jennie’nin küçük kızıdır bu. Evet, mutlaka odur. Aman, Nancy, bu ihtiyar hâlimde daha neler göreceğim!”
“Bayan Jennie kimdi, Bay Tom?”
Adamcağız heyecan içinde anlatmaya başladı:
“Bayan Jennie cennetten inmiş bir melekti. Ama hanımla bey onu ancak ailenin büyük kızı olarak görüyorlardı, gökten inme bir melek olduğunun farkında değillerdi. Yıllarca önce evlenip buralardan ayrıldığı zaman yirmi yaşındaydı. Zavallının en son doğan bebeğinden önceki çocuklarının hepsi ölmüş. Demek buraya gelecek olan kız o zavallı yavrucak.”
“On bir yaşındaymış.”
“Evet, öyle olmalı.”
Nancy başını çevirip omuzlarının üstünden bir kere daha eve baktıktan sonra öfkeyle: “Kızcağızı böyle bir odaya almak ne ayıp!” diye söylendi.
Bahçıvanın kaşları çatıldı, alnı kırıştı. Arası çok geçmeden yüzünde garip bir gülümseme belirdi.
“Bayan Polly evin içinde bir çocukla ne yapacak çok merak ediyorum.”
Nancy de bu sözleri bekliyormuş gibi, birden: “Ben asıl çocuğu merak ediyorum!” dedi. “Bayan Polly ile ne yapacak?”
Tom güldü.
“Galiba sen Bayan Polly’yi pek sevmiyorsun.”
“İlahi Bay Tom, sanki Bayan Polly’yi çok seven biri var mıdır?”
Bahçıvan gene garip bir tavırla güldü. Yeniden çalışmaya başlarken, alçak sesle:
“Anlaşılan sen Bayan Polly’nin aşk hikâyesini duymamışsın.”
“Aşk hikâyesi mi dediniz? Bayan Polly’nin mi? Bunu hiç kimse duymamıştır. Böyle bir şey duyan olmamıştır elbette.”
Tom başını salladı:
“Duyan oldu, oldu! Hem, sevgilisi bu şehirde oturuyor.”
“Peki, kim bu adam?”
Bahçıvanın yüzü eve doğru dönmüştü. Dimdik duran vücudunda, bulanık mavi gözlerinde yıllarca bu aileye severek, isteyerek hizmet etmiş olmanın verdiği gururla: “İşte onu açıklayamam.” dedi. “Böyle bir sırrı açıklamak bana hiç yakışmaz.”
Nancy gene ısrarla söylendi:
“Bayan Polly’yi seven varmış… Olacak şey mi bu!”
Bahçıvan üzgün üzgün başını salladı.
“Sen Bayan Polly’yi benim kadar iyi tanıyamazsın. O bir zamanlar gerçekten çok güzeldi. Hoş, istese şimdi de güzel olabilir ya.”
“Bayan Polly mi güzel olabilir?”
“Evet. O güzel saçlarını böyle sımsıkı toplayacak yerde eskisi gibi gevşetip kabartsa, süslü, çiçekli şapkalar, işlemeli beyaz elbiseler giyse bak gör herkes nasıl hayran olur! Nasıl güzelleşir! Hem, Bayan Polly yaşlı değil ki.”
Genç kız derin derin içini çekerken:
“Yaşlı değil mi? Öyleyse yaşlılığı vakitsiz benimsemiş desenize.”
“Evet. Sevgilisiyle darıldıktan sonra böyle oldu. O günden beri de sanki yemek yerine devedikeni yiyor. Sözleri, davranışları öylesine incitici, acı ki, insan böyle düşünmekten kendini alamıyor.”
“Çok doğru söylüyorsunuz, Bay Tom. Bir kimse ne kadar uğraşırsa uğraşsın onu memnun edemez. Evdekileri geçindirmek için çalışmak zorunda kalmasaydım, burada bir an bile durmazdım. Gene de günün birinde dayanamayıp patlayacağım. Bu benim için bir ayrılık fırtınası olacak!”
Yaşlı bahçıvan, genç kızın sözlerine karşı çıkmak istiyormuş gibi başını salladı:
“Biliyorum, yavrum. Önceleri ben de öyle düşünüyordum. Elbette… Ama hiç de doğru bir iş yapmış olmazsın, yavrucuğum. Sen benim sözümü dinle, sakın böyle bir şeye kalkışma.”
Yaşlı bahçıvan sözlerini bitirince gene çömeldi, yeniden işine koyuldu. O sırada içeriden sert bir ses duyuldu:
“Nancy?..”
Nancy telaşla içeriye doğru koşarken: “Geliyorum, efendim!” diye seslenmeyi de unutmadı.

BİR YANLIŞLIK
Günlerden bir gün, beklenen telgraf geldi: Ertesi gün -25 Haziran günü- saat dörtte Pollyanna’nın Beldingsville’e varacağı bildiriliyordu.
Bayan Polly kaşlarını çatarak telgrafı okuduktan sonra hemen yukarıya, tavan arasındaki küçük odaya bakmaya çıktı. Bakındıkça kaşları daha da çok çatılıyordu.
Odada her şeyi hemen hemen tamamlanmış küçük bir yatak, dümdüz arkalı iki sandalye, bir küçük lavabo, aynasız bir masa, bir de yazı masası vardı. Duvarlar resimsiz, pencereler perdesizdi. Güneş bütün gün damın üzerine vurduğu için oda bir fırın gibi sıcaktı. Pencerelerin tel kafesleri daha takılmamış olduğu için camlar açılmamıştı. Bir sinek, pencerelerden birinin önünde öfkeli öfkeli vızıldayıp duruyordu.
Bayan Polly sineği öldürdü, pencereyi aralayıp sineğin ölüsünü dışarı attı. Sonra sandalyelerden birini düzeltti, kaşlarını da biraz daha çattı, iyice asılmış bir yüzle odadan dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra mutfağın önüne gelmiş, şöyle diyordu:
“Pollyanna’nın odasında bir sinek buldum, Nancy. Bir ara pencereler açık kalmış olmalı. Ismarladığım tel kafesler gelinceye kadar pencerelerin kapalı kalmasına özellikle dikkat edeceksin. Yeğenim yarın dörtte geliyor. Onu istasyonda senin karşılamanı istiyorum. Timothy’ye söylersin, seni açık arabayla istasyona götürür. Telgrafta yeğenim ‘açık sarı saçlı, kırmızı çizgili basma entarili, hasır şapkalı’ diye anlatılmış; onun hakkında bildiklerim de bu kadar. Sanırım ki onu bulman için bu bilgi yeterlidir.
“Elbette, efendim, ama siz de…”
Bayan Polly, Nancy’nin yüzünden onun ne demek istediğini anlamıştı.
“Hayır, ben gitmeyeceğim. Sonra, sert bir sesle ekledi: İstasyona ben niye gidecekmişim, değil mi ya?”
İşte böylece küçük Pollyanna’yı rahat yaşatmak için yapılan hazırlıklar da sona ermişti.
Ertesi gün tam dörde yirmi kala, Nancy ile arabacı Timothy beklenen küçük misafiri karşılamak üzere istasyona gittiler. Timothy bahçıvan Tom’un oğluydu. Çok iyi huylu, yakışıklı bir gençti. Nancy buraya yeni geldiği hâlde iki gencin arasında çarçabuk içten bir dostluk kurulmuştu. Yalnız, bugün Nancy üzerine aldığı elçilik görevine kendini öylesine kaptırmıştı ki, her zamanki gibi durmadan konuşacak yerde, sessiz sedasız duruyor, bir an önce istasyona varmak için sabırsızlanıyordu. İstasyona geldikten sonra da aynı sessizlik içinde trenin gelmesini bekledi. İçinden durmadan Pollyanna’nın tarifini tekrarlıyordu: “Sarı saçları, kırmızı çizgili basma entarisi, hasır şapkası var…”
Bir yandan da Pollyanna adındaki çocuğun nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, onu önceden hayalinde canlandırmaya çalışıyordu. Yanında tembel adımlarla ağır ağır yürümekte olan Timothy’ye dönüp:
“Onun hesabına Tanrı’ya yakarıyorum.” dedi. “İnşallah sessiz, laftan anlayan bir çocuktur, bıçakları yere düşürüp kapıları çarpmaz.”
Timothy garip bir gülüşle: “Dediğin gibi çıkmazsa hepimizin hâli kim bilir nice olur!” dedi. “Düşünsene bir kere: Bayan Polly’yle yaramaz bir çocuk! Bak işte tren geliyor!”
Nancy, küçük istasyondaki kalabalığın birdenbire arttığını görünce heyecanlandı, korkuyla sarsıldı. Trenden inecek yolcuların hepsini görebilmek için kendine iyi bir yer seçmeye çalışırken: “Ah Timothy,” diye ağlamaklı bir sesle haykırdı: “Bana öyle geliyor ki, gelmem çok saçma bir iş oldu. O çocuğu hiç tanımıyorum ki ben.”
Nancy, çok geçmeden küçük Pollyanna’yı gördü. Çok canlı, küçük bir kızdı bu; yüzü çilliydi, başının iki yanında kalın upuzun sarı örgü saçları sallanıyor, kırmızı çizgili elbisesinin içinden vücudu pek ince görünüyordu; cana yakın bir tavırla birini arıyormuş gibi bakınıyordu. Nancy çocuğu tanımıştı ama heyecandan dizleri öylesine titriyordu ki bir adım daha atacak cesareti kendinde bulamadı. Birkaç saniye öylece kaldı. En sonunda heyecanını biraz yatıştırınca küçük kızın yanına gitti. Pollyanna ise hâlâ bakmıyor, kendisini karşılamaya gelen var mı, yok mu diye araştırıyordu.
Nancy: “Siz Bayan Pollyanna’sınız, değil mi?” diye sorar sormaz bir çift ufak kol birden kendisini sımsıkı sardı. Kuvvetli, cana yakın bir ses ta kulağının içinde konuşmaya başladı:
“Sizi gördüğüme öyle, öyle sevindim ki bilemezsiniz! Evet, ben Pollyanna’yım. Sizin beni karşılamaya gelmenize de ayrıca çok sevindim. Zaten geleceğinizi biliyordum.”
Nancy: “Biliyor muydunuz?” diye sordu. Pollyanna’nın onu daha önce nereden tanımış olabileceğini bir türlü kestiremediği için şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Pollyanna’nın, ona birdenbire sarılmasıyla yana kayan şapkasını düzeltirken: “Demek biliyordunuz?” diye mırıldandı.
Pollyanna, bir yandan utanç, bir yandan şaşkınlık içinde ne yapacağını bilmez bir hâlde duran Nancy’yi tepeden tırnağa dikkatle süzdükten sonra, gülümseyerek: “Evet,” dedi. “Doğrusunu isterseniz yol boyunca sizi gözlerimin önünde canlandırmaya çalıştım, nasıl bir insan olduğunuzu düşündüm durdum. Şimdi ise sonuçtan sevinç duyuyorum. Tam benim düşündüğüm gibisiniz, buna da ayrıca çok sevindim.”
Bu sözler hizmetçi kızı öylesine şaşırtmıştı ki Timothy yanlarına gelince bir kurtarıcıya kavuşmuş gibi sevindi, hemen: “Bu bey Timothy’dir.” diye onu tanıttı. “Belki taşınacak sandığınız vardır, diye düşündük de.”
Pollyanna pek ciddi bir şekilde başını sallayarak: “Evet, var.” dedi. “Hem de çok yeni bir sandığım var. Yardımseverler Derneği’nden verdiler. Ne güzel, değil mi? Çantamda da bir kâğıt var. Onu da Bay Gray verdi, size teslim etmemi tembih etti. Bay Gray, Bayan Gray’in kocasıdır. Karı koca Grayler Peacoin Garrin’in karısıyla akraba oluyorlar. Beni buraya kadar onlar getirdi. İkisi de öyle iyi insanlar ki anlatamam!”
Pollyanna, elindeki çantayı açıp içini iyice karıştırdıktan sonra bulduğu kâğıdı Nancy’ye uzatarak “Buyrun” dedi. “İşte bu.”
Nancy derin derin içini çekti. Onun yerinde olup bu sözleri duyan başka herhangi bir kimse de derin derin içini çekmekten başka bir şey yapamazdı. Sonra yan gözle Timothy’ye baktı. Delikanlının gözleri de uzaklara dalmıştı.
Pollyanna’nın sandığını arabanın arkasına yerleştirdiler, üçü de arabanın önüne kurulup yola çıktılar. Küçük kız, Nancy ile Timothy’nin arasına sıkışmış oturuyordu. Arabaya yerleşirlerken de durmadan soru sormuş, sorulanlara karşılık vermiş, kısacası, hiç durmadan, dinlenmeden konuşmuştu.
Arabanın tekerlekleri dönmeye başlayınca da: “Aman ne iyi!” diye yeniden söze başladı. “Böyle araba ile gezmeyi öyle severim ki! Yolumuz kısa mı? İnşallah uzundur. Uzun değilse de sevinirim ya, çünkü o zaman bir an önce evimize varabileceğiz demektir. Ah ne güzel sokaklar bunlar! Ben zaten biliyorum buraları. Babam söylemişti.”
Pollyanna birdenbire sustu. Çok duygulu bir kız olan Nancy, hiç belli etmeden, çocuğun yüzüne bakınca onun küçük çenesinin titrediğini, o güzel çocuksu gözlerinin yaşlarla doluverdiğini gördü. Fakat bir dakika sonra Pollyanna kendini toplamış, neşeli görünmeye çalışarak yeniden konuşmaya başlamıştı:
“Babam bütün bunları bana anlatmıştı. Yalnız, her şeyden önce size üzerimdeki elbisenin niçin siyah değil de kırmızı olduğunu açıklamam gerekiyor. Hem Bayan Gray de her şeyden önce bu açıklamayı yapmamı tembih etmişti. Bayan Gray yas tutmam gerektiği bir zamanda kırmızı elbiseyle karşınıza çıkmama pek şaşacağınızı düşünüyordu. Bir yakınını kaybeden her Hristiyan gibi siyah giymem gerekirken giymeyişimin nedeni şu: Siz de bilirsiniz ya, Hristiyan dinini yaymak için çalışan din adamlarına, yani misyonerlere, yardım olsun diye fıçılar içinde eşya gönderirler. Bize de son gelen fıçıdan kibar bir hanımın çok giymekten dirsekleri açılmış, önü lekeli, eski kadife ceketinden başka siyah bir giyecek eşyası çıkmadı. Bu ceket de o kadar eskiydi ki, Bayan Carr bunu benim giymemin doğru olmayacağını söyledi. Yardımseverler Derneği’nde çalışan hanımlardan birkaçı aralarında para toplayıp bana siyah bir elbiseyle bir de siyah şapka almayı düşündüler ama ötekiler buna karşı koydu. Bu parayı kiliseye halı almak için topladıkları paraya katmanın daha doğru olacağını ileri sürdüler. Zaten Bayan White da çocukları çok sever ama onların siyahlar giymelerini hiç istemez.”
Nancy ancak Pollyanna soluk almak için durduğu zaman konuşma fırsatını buldu.
“Önemi yok.” dedi. “Burada her şey düzene girer sanıyorum.”
“Böyle düşünmenize çok sevindim. Ben de aynı kanıdayım. Siyahlar içinde sevinebilmek sanırım ki çok zor olacaktı.”
Pollyanna’nın sesi gene titremeye başlamıştı. Nancy, kıza şaşkın şaşkın bakarken o devam etti:
“Evet, babam da annemle daha başka yakınlarımızın yanına, yani cennete gitti. Daha önceden de buna sevinmemi söylemişti. Yalnız, babamın bu sözlerini yerine getirebilmek sırtımdaki kırmızı elbiseye rağmen çok zor oluyor. Babama öylesine muhtacım ki! Bu ihtiyacı duymamak da elimde değil. Annemin de bütün öteki yakınlarımızın da cennette Tanrıları, bir sürü melekleri olduğu hâlde benim burada Yardımseverler Derneği üyelerinden başka kimsem yok… Bu durumda, babamın özlemini çekmemeye imkân var mı? Neyse, bundan sonra her şey değişir belki. Babamın yokluğunu da eskisi kadar duymam sanıyorum. Çünkü bundan sonra yanımda hep siz bulunacaksınız. Sizin varlığınız beni o kadar sevindiriyor ki, bilemezsiniz, Polly teyze! Ah, öyle seviniyorum ki…”
Nancy’nin bu zavallı kimsesiz yavrucağa karşı duyduğu yakınlığın yerini birdenbire müthiş bir korku almıştı.
“Aman, Bayan Pollyanna.” diye kekeleye kekeleye konuştu. “Ah, siz çok müthiş bir yanlışlık yaptınız. Ben, adı Nancy olan biriyim yalnız. Teyzeniz Bayan Polly değilim ben!”
Küçük kız bu açıklamadan duyduğu şaşkınlığı gizlemeden:
“Siz teyzem değil misiniz? Sahi, değil misiniz?” diye sordu.
“Hayır. Demin de söylediğim gibi, ben ancak Nancy’yim. Teyzenizle de birbirimize hiç benzemeyiz.”
Timothy gülmekle konuşmak arasında garip bir ses çıkardı. Gözlerinde alaycı ışıklar yanıp söndü. Nancy’nin bu neşe dolu bakışlara karşılık verecek hâli yoktu. Korkunç bir çıkmaza girmişti.
Pollyanna: “İyi ama, Öyleyse siz kimsiniz?” diye sordu. “Yardımseverler Derneği’ndekilerin de hiçbirine benzemiyorsunuz.”
Bu defa Timothy kahkahalarla güldü.
Nancy: “Aylık karşılığında ev işi yapan bir hizmetçi kızım ben.” dedi. “Ütü, çamaşır dışında evin bütün işlerini ben yapıyorum. Çamaşırla ütüyü de Bayan Durgen yapıyor.”
“Ama bir Polly teyze de var, değil mi?”
Bunu sorarken Pollyanna’nın sesi korkuyla titremişti.
Timothy: “Kendi varlığınızdan ne derece eminseniz, teyzenizin varlığına da aynı şekilde inanabilirsiniz!” diyerek arabaya girdi.
Pollyanna rahatlamış bir hâlde derin bir soluk aldı. Bir dakika kadar hiç kimse konuşmadı. Sonra sessizliği gene küçük kız bozdu. Ağır ağır konuşmaya başlamıştı ama konuştukça açılıyordu.
“Teyzem varsa mesele kalmadı demektir. Hem, biliyor musunuz, beni karşılamaya gelmenize çok sevindim. Çünkü bu sayede eve gidinceye kadar teyzemi merak edeceğim. Bu arada sizi de tanımış oldum.”
Nancy kızardı.
Timothy tatlı bir gülüşle: “Çok zekice yapılmış bir övgü bu.” dedi. “Küçük Hanım’a teşekkür etsene, Nancy.”
Nancy birden silkinerek kekeledi:
“Ben mi? A, evet. Bayan Polly’yi düşünüyordum da dalmışım.”
Pollyanna da başını salladı.
“Ben de bunu düşünüyordum. Teyzemi öyle merak ediyorum ki! Biliyor musunuz, yeryüzünde tek yakınım o. Başka kimsem yok. Onun da yakın zamana kadar varlığından haberim yoktu. Sonra bir gün babam anlattı. Yüksek bir tepenin üzerinde çok güzel büyük bir evde oturuyormuş.”
Nancy: “Evet, orada oturuyor.” dedi. “Şöyle bakarsanız, evi siz de görebilirsiniz. Ta şu uzaktaki tepenin üzerinde duran yeşil benekli büyük ev.”
“Ah, ne kadar güzel! Çevresinde de ne kadar çok ağaç var! Her yan da yemyeşil üstelik. Ben bir evin çevresinde bu kadar çok yeşillik bulunabileceğini hiç düşünmemiştim. Polly teyzem gerçekten çok zengin mi, Nancy?”
“Evet, Küçük Hanım, çok zengin.”
“Ne kadar sevindim! Bir insanın parasının olması çok güzel bir şeydir elbette. Ben şimdiye kadar White ailesinden başka hiçbir zengin aile tanımamıştım. Whitelar hatırı sayılacak derecede zengin kişilerdir. Evlerinin bütün odalarında halı var. Her pazar da dondurma yerler. Teyzem de pazar günleri dondurma yer mi?”
Nancy, başını iki yana salladı. Dudakları büzüldü. Gülen gözleri Timothy’nin gözlerinin içine baktı.
“Hayır, Küçük Hanım, ben onun sofrasında bir kere bile dondurma gördüğümü hatırlamıyorum. Kim bilir belki de dondurma sevmiyordur.”
Pollyanna’nın yüzü ekşidi.
“Sevmiyor mudur? Ah, ne fena! Nasıl olur da bir insan dondurma sevmez, anlamıyorum. Neyse, ben buna da sevinebilirim. Çünkü yenilmeyen dondurma insanın midesini ağrıtmaz. Yenilmeyen dondurma tıpkı Bayan White’ın evindeki dondurmalar gibidir, insanlara hiç dokunmaz. Ben Bayan White’ın evinde o kadar çok dondurma yemiştim ki! Bana bir şey yapmadı. Her neyse… Polly teyzemin evinde halı vardır, değil mi?”
“Evet efendim, halı var.”
“Her odada mı?”
Nancy birdenbire tavan arasındaki çıplak sevimsiz odayı hatırladığı için asık bir yüzle: “Hemen hemen her odada halı var.” dedi.
Küçük kız sevinçle ellerini çırparak: “Aman ne iyi, ne iyi!” diye haykırdı. “Çok sevindim. Halıları öyle de severim ki! Bizim halımız yoktu. Bir keresinde misyonerler fıçıdan çıkan iki küçük kilimi bize vermişlerdi. Bir tanesinin üzeri mürekkep lekeleriyle doluydu. Bayan White’ın resimleri de vardı. Çok güzel resimlerdi bunlar. Güllerin, diz çökmüş kızların, çayırda otlayan kuzuların, ormanda uyuyan aslanların resimleri… Siz de resim sever misiniz?”
“Bilmem ki, Küçük Hanım, bunu hiç düşünmedim.”
“Ben severim. Bizim evde resim de yoktu. Biliyor musunuz, yardım sandıklarından hiç resim çıkmaz. Bir keresinde nasılsa iki tane çıkmıştı. Bir tanesi öyle güzeldi ki babam bunu satıp bana pabuç almıştı. Öbürünün ise daha duvara asmadan, üzerindeki boyalar döküldü. Yolda gelirken camı kırılmıştı. O zaman çok ağlamış, üzülmüştüm ama şimdi ‘İyi ki öyle güzel eşyamız yoktu.’ diye düşünüp seviniyorum, çünkü böylece Polly teyzeminkileri daha çok sevebileceğim… Daha önceden iyi şeyler görmeye alışmadığım için demek istiyorum. Aman, ne güzel, ne şahane bir ev bu!”
Araba köşkün köşesini dönüyordu. En sonunda evin önünde durdukları zaman, küçüğün sandığını çıkarırken, Nancy bir fırsatını bulup delikanlının kulağına eğildi:
“Sakın ha, işi bırakmaya kalkışayım demeyesin Timothy. Üste para da versen ben çıkmam.”
Delikanlı gülerek: “İşten çıkmak mı?” dedi. “Yok canım! Sen kovsan da ben gitmem. Bu çocuk buradayken her Tanrı’nın günü evin içinde insan sinemaya gitmiş kadar eğlenecek.”
Nancy öfkeli öfkeli: “Eğlenmek, eğlenmek ha?” diye mırıldandı. “Bu güzelim çocuk için eğlenceden çok daha başka şeyler olacaktır. Hele teyze yeğen bir çatı altında yaşamaya başlasınlar da bak, o zaman görürüz. Çocukcağızın başı sıkışınca sığınacak bir kucak bulması gerekiyor. İşte o sığınak ben olacağım. Timothy, göreceksin bak, onu nasıl koruyacağım!”
Nancy sözlerini bitirdikten sonra Pollyanna’yı geniş merdivenlerden eve doğru götürdü.

POLLY TEYZE
Teyze, yeğenini karşılamak üzere, kalkmak zahmetine katlandı. Nancy ile küçük kız oturma odasının kapısında belirince başını önündeki kitaptan kaldırdı, buz gibi soğuk bir tavırla uzattığı elinin her bir parmağında da sanki kocaman harflerle “görev” kelimesi yazılıydı.
“Hoş geldin, Pollyanna. Nasılsın? Ben…”
Daha fazla konuşmaya fırsat bulamadı, çünkü Pollyanna bir rüzgâr gibi odayı geçmiş, hemen kendini teyzesinin kucağına atmış, hıçkırıyordu.
“Ah teyzeciğim, ah teyzeciğim! Beni yanınıza almak istemenize nasıl sevindim, bilemezsiniz. Yardımsever bayanlardan sonra Nancy’nin yanına, sizin yanınıza gelmek ne demektir, bunu bilemezsiniz.”
Bayan Polly, boynuna kenetlenmiş olan küçük parmakları açmaya çalışıp boynuna sarılan minik kollardan kurtulmaya uğraşırken: “Elbette.” dedi. “Yalnız, yardımsever bayanlarla tanışmak onuruna sahip olamadım.”
Sonra kapıda durmakta olan Nancy’ye ters ters bakarak: “Şimdilik sana ihtiyacım yok Nancy, gidebilirsin.” dedi. “Pollyanna, lütfen sen de kendini topla. Doğru dürüst ayakta dur bakayım. Daha yüzünü bile pek göremedim.”
Pollyanna sinirli sinirli gülerek doğruldu, teyzesi kendisini iyice görebilsin diye biraz geri çekildi.
“Hayır, göremediniz elbette.” diye mırıldandı. “Zaten yüzümün de pek görülecek hâli yok ya… Çillerden görülmüyor ki. A, durun, önce size siyah yerine niçin kırmızı basma elbise giydiğimi, beyaz noktalı siyah kadife ceketi anlatmalıyım. Babamın sözlerini Nancy’ye anlattım.”
Bayan Polly yeğeninin sözünü kesti.
“Neyse, sen şimdi babanın sözlerini bırak, bunların bizim için önemi yok. Yanılmıyorsam, bir sandığın var, değil mi?”
“A, evet Polly teyze, yardımsever bayanlar bana güzel bir sandık almışlardı. Yalnız, içinde bir şey yok… Bana ait olan demek istiyorum. Son günlerde yardım sandıklarından küçük kızların işine yarayacak bir şey pek çıkmıyordu. Yalnız babamın kitapları vardı. Bayan White gelirken onları da yanıma almam gerektiğini söylemişti. Ben de öyle yaptım. Biliyor musunuz, babam…”
Teyze, sert bir tavırla yeğeninin sözünü kesti.
“Pollyanna, seninle aramızda bir meseleyi halletmemiz gerekiyor. Hem de derhâl. Bana ikide bir babandan söz etmeyeceksin, anlaşıldı mı?”
Küçük kız titreyerek içini çekti:
“Yani, Polly teyze, şey… Demek istiyorum ki…”
Polly teyze küçük kızın daha fazla konuşmasına fırsat vermedi.
“Şimdi yukarıya, senin odana çıkacağız.” dedi.
“Sandığını çıkarmışlardır bile. Sandığın varsa yukarı çıkarmasını söylemiştim Timothy’ye. Hadi bakalım, Pollyanna, peşim sıra yürü bakalım.”
Pollyanna hiç konuşmadan teyzesinin arkasından yürüdü. Gözleri yaşarmıştı ama çenesi dimdik yukarıdaydı. İçinden şöyle düşünüyordu: “Neyse babamdan konuşmamı istememesine sevindim. Belki de böyle daha kolay olur. Teyzem de onun için babamın adını duymak istemiyordur.”
Küçük kız, teyzesinin sert davranışını iyi kalpliliğe yorduktan sonra rahatladı. Gözlerindeki yaşlar kurudu; istekli, meraklı bakışlarla çevresine bakınmaya başladı.
Şimdi merdivendeydiler. Önündeki teyzesinin siyah ipekli eteği hışırdayarak yerleri süpürüyordu. Onun arkasında açık bir kapının ardından soluk renkli halılar, ipekli kumaşla kaplı koltuklar görünüyordu. Ayağının altında görülmemiş derecede güzel bir halı uzanıyordu. Halının tüyleri yosun kadar yumuşaktı. Her yandan, bürümcük kadar ince perdelerden, duvarlardaki yaldızlı çerçevelerden güneş, gözlerinin içine gülüyordu.
Pollyanna, kendinden geçmişti; sanki bir masal ülkesindeymiş gibiydi.
“Ah, ah, Polly teyze!” diye mırıldandı. “Ne sevimli bir ev burası! Bu kadar zengin olduğunuz için kim bilir ne seviniyorsunuzdur!”
Teyzesi o sırada merdivenin üst başına çıkmıştı, başını sert bir tavırla geriye çevirdi:
“Pollyanna!” diye bağırdı. “Doğrusu şaşırttın beni! O ne biçim söz öyle?”
Bu defa şaşırmak sırası Pollyanna’ya gelmişti:
“Neden, teyzeciğim? Haklı değil miyim?” diye sordu.
“Değilsin ya. Tanrı’nın bana vermek lütfunda bulunduğu bir nimetle övünmek gibi bir günah işlemem sanırım. Zengin olmak bana asla gurur vermez.”
Polly teyze bunları söyledikten sonra döndü, sofayı geçti, tavan arasına çıkan merdivene doğru yürümeye başladı. Çocuğu tavan arasındaki odaya yerleştirmeyi kararlaştırdığına şimdi daha da sevinmişti.
Başlangıçta çocuğu kendinden ne kadar uzak bir odaya yerleştirirse o kadar iyi olacağını düşünmüştü. Aynı zamanda, çocuk dikkatsizlikle değerli eşyayı kırıp dökmesin diye ona böyle evin uzak bir köşesini vermeyi doğru bulmuştu. Şimdi ise onu doğru yola yöneltmek, alçak gönüllü olmayı öğretmek amacıyla tavan arasında yatırmak istiyordu. Kıza basit, gösterişsiz bir oda ayırdığına şimdi daha çok seviniyordu.
Pollyanna’nın küçücük ayakları merakla heyecanla teyzesinin peşinden gidiyordu. Merak dolu mavi gözleri, daha büyük bir heyecanla bir bakışta her yanı birden görmek istiyor, bu masal evinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birden görmek için bakınıyordu. Birazdan çözülecek olan bilmeceyi şimdiden çözmeye çabalıyordu. Bilmece de şuydu: Acaba şu, insanın içini heyecanla dolduran kapılardan hangisinin arkasında kendi odasını, perdelerle, resimlerle, halılarla dolu o güzelim odayı bulacaklardı?
Derken, teyzesi bir kapı daha açtı, bir merdiven daha çıktılar.
Burada görülecek pek bir şey yoktu. Bir yanda bomboş bir duvar uzanıyordu. Merdivenin üst başındaki gölgeli karanlık yer ta ilerilere kadar uzanıyor, karanlık köşelerde tavanla yer birleşiveriyordu. O karanlık köşelerde sayısız sandıklar, kutular vardı. İçerisi pek sıcaktı. Buranın havası insanı bunaltıyordu. Pollyanna farkında olmadan başını yukarı kaldırdı. Bu odada soluk almak bile çok güçtü.
Küçük kız daha sonra teyzesinin sağdaki bir kapıyı açtığını gördü.
“İşte, Pollyanna, burası senin odan. Sandığın da burada. Anahtarın yanında mı?”
Pollyanna dalgın dalgın başını salladı. Mavi gözleri iri iri açılmış, çevresine ürkek ürkek bakınıyordu.
Teyzesi kaşlarını çattı.
“Pollyanna, ben sana bir şey sorunca sadece başını sallamanı değil, konuşarak karşılık vermeni isterim, anlaşıldı mı?”
“Peki, Polly teyze.”
Bayan Polly üzeri havlularla dolu askı ile su ibriğine bakarak: “Burada sana gerekli olan her şey var sanırım.” dedi. “Unutma, akşam yemeği saat altıda hazır olur.”
Yaşlı kadın sözlerini bitirince, odadan çıkıp aşağıya indi.
Teyzesi odadan çıkınca, Pollyanna, bir an olduğu yerde durup onun arkasından bakakaldı. Sonra bomboş duvara, bomboş pencerelere göz gezdirdi. En sonunda da daha kısa bir süre önce, kendi evceğizinde karşısında duran sandığına baktı. Ona doğru yürümek istedi. Önünü göremeden, el yordamıyla yürüyen körler gibi kendini sandığının yanına attı. Dizlerinin üstüne yere çöktü, yüzünü elleriyle örttü.
Birkaç dakika sonra Nancy yukarı çıktığı zaman onu bu durumda buldu. Hemen yere diz çökerek çocuğa sarıldı.
“Vah, yavrum, vah! Seni bu hâlde bulmaktan öyle korkuyordum ki bilemezsin.”
Pollyanna:
“Ben çok kötü yürekli bir insanım!” diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Tanrı’nın, meleklerin babama benden daha çok ihtiyaçları olduğuna kendimi bir türlü inandıramıyorum!”
“Hayır, onların ihtiyacı seninki kadar değildi elbette.”
“Ah, Nancy!”
Küçük kızın gözlerinde beliren korku gözyaşlarını birdenbire kurutuvermişti.
Nancy, şaşırmış bir hâlde, titrek bir sesle: “Ah, Küçük Hanım, ben gerçekte böyle bir şey söylemek istemedim.” dedi. “Nasılsa ağzımdan kaçtı. Hadi gel, anahtarı bulalım da sandığından elbiselerini çıkaralım.”
Pollyanna anahtarı Nancy’e uzatırken gene ağlamaya başladı.
“Sandıktan çıkarılacak pek bir şey de yok ya.”
“Daha iyi ya. O zaman eşyanı daha çabuk yerleştirebiliriz.”
Nancy’nin bu sözleri üzerine küçük kızın yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi:
“Gerçekten öyle!” diye neşeli bir şekilde konuşmaya çalıştı. “İşte buna sevinebilirim, değil mi?”
Nancy titrek bir sesle: “Şey, elbette…” dedi. Şaşkın şaşkın küçük kıza bakıyordu. Ne söylediğinin farkına bile varmadan: “Şey, elbette…” diye mırıldandı. Sonra da becerikli elleriyle kitapları, yamalı iç çamaşırlarını, bir iki biçimsiz elbiseciği sandıktan çıkardı.
Pollyanna biraz kendine gelmiş, cesaretlenmişti. Sevinç içinde oradan oraya koşuyor, elbiselerini dolaba asıyor, çamaşırlarını göze taşıyor, kitaplarını masanın üzerine yerleştiriyordu. Biraz sonra da neşeli bir sesle: “Burası çok güzel bir oda olacak değil mi?” diye sordu.
Nancy’nin ağzından hırıltıyı andıran garip bir ses çıktı. Kızın sorduğuna karşılık vermek gücünü kendinde bulamamıştı. Başını sandığın içine daldırmış, bir şeyler yapıyordu. Pollyanna da yazı masasının önünde durmuş, dalgın dalgın, bomboş, çıplak duvara bakıyordu. Biraz sonra gene o konuştu.
“Burada aynanın bulunmamasına da sevinebilirim değil mi? Çünkü ayna olmayınca çillerimi de göremem.”
Nancy’nin dudaklarından garip bir ses çıktı. Pollyanna sesi duyup ondan yana bakıncaya kadar Nancy kendini toparlamış, başını gene sandığa daldırmıştı.
Pollyanna birkaç dakika sonra pencerelerden birinin önünde durup neşeli bir çığlık atarak ellerini çırptı.
“Ah Nancy, bak! Bunu daha önce görmemiştim. Şu ağaçlara, evlere, şu güzelim kilise kubbesine, gümüş gibi parlayan ırmağa bak! Bu güzellik varken insanın canı resim görmek istemez ki. Şimdi teyzem bana bu odayı verdi diye öyle sevindim ki bilemezsin!”
Bu sözler üzerine Nancy’nin gözlerinden yaşlar boşalınca Pollyanna neye uğradığını anlayamadı. Hemen onun yanına koştu.
“Nancy, Nancy’ciğim, ne oldu? Yoksa burası senin odan mıydı?” diye korkarak sordu.
Nancy hıçkırıklarını önlemek için yutkundu, sonra öfkeyle söylendi:
“Benim odam mı dedin? Ya sen gerçekten gökten inmiş bir meleksin ya da öyle insanlar var ki… Hay Allah, tövbeler olsun! Şimdi de zil çaldı.”
Nancy bu anlaşılmaz garip konuşmasından sonra ayağa kalktı, odadan fırladı, gürültüyle merdivenden aşağı indi.
Pollyanna odasında yalnız kalınca hemen pencereden görünen manzaraya, gerçek “tablo”ya koştu. Bir süre dışarısını seyretti, sonra eliyle camın çerçevesine şöyle bir dokundu. Odanın bunaltıcı sıcağına artık dayanamayacaktı.
Derken, bir de baktı ki parmaklarının altında pencere açılıvermiş. Hemen yarı beline kadar dışarı sarktı, dışarıdaki tertemiz, şeker gibi havayı içine çekmeye başladı. Daha sonra öbür pencereye koştu. Minicik çevik parmakları o pencereyi de hemen açıverdi.
Bu sırada küçük kızın burnunun dibinden kocaman bir sinek geçti, gürültüyle vızıldayarak odanın içinde uçmaya başladı. Derken, bir sinek daha içeri girdi. Onun arkasından bir başkası girdi. Pollyanna aldırış bile etmiyordu. Şimdi başka bir şey düşünüyordu o.
Açık pencerenin önünde dalları çok geniş, uzun bir ağaç vardı. Bu uzun dallar, karşısındakine sarılmak üzere açılmış kollara benziyorlardı.
Pollyanna, gevrek gevrek gülerek: “Galiba bu işi başarabileceğim.” diye mırıldandı.
Pencerenin kasasına bastı, oradan ağacın pencereye en yakın dallarından birine geçti, bir maymun çevikliğiyle daldan dala zıplaya zıplaya aşağıya inmeye başladı. Ağacın en son dalı Pollyanna gibi ağaçlara tırmanmaya alışkın olan bir çocuğu bile korkutacak kadar yüksekteydi. Pollyanna buna pek aldırmadı. Kuvvetli küçük kollarıyla ağaca sımsıkı sarılıp sallandı, sallandı. Sonra da kendini yumuşak otların üzerine bırakıverdi.
Yerden kalkıp çevresine şöyle bir bakınınca evin arka tarafında bulunduğunu anladı. Önünde kocaman bir bahçe, bahçenin arkasında yüksek bir tepenin doruğu kocaman bir kaya, ona bekçilik eden bir çam ağacı, o çam ağacına giden dimdik daracık bir yol vardı. Bahçenin bir köşesinde yaşlı bir adam çalışıyordu.
O dakikada Pollyanna için o dik tepeye tırmanmaktan daha güzel, daha zevkli bir şey olamazdı. Yalnız, onu kimse görmemeli, nereye gittiğini anlamamalıydı. Dikkatli adımlarla, yaşlı bahçıvanın görmesine meydan vermeden, hızlı hızlı yürüdü, dönemeci geçti.
Artık kimse onu geri döndüremezdi. Büyük bir istekle yeşil başaklarla kaplı tarlaların arasından koşup tepeye giden dik yolu tırmanmaya başladı. Hem yürüyor hem de yolun pencereden göründüğü kadar kısa olmadığını, tepeye varmak için daha bir hayli yol yürüyeceğini düşünerek için için seviniyordu.
***
On beş dakika kadar sonra Harrington Köşkü’nün taşlığındaki büyük duvar saati altıyı vurdu. Arkasından, Nancy’nin yemek saatini bildiren gongu duyuldu. Duvardaki saat altıncı defa çalarken Nancy’nin gongu da çalmaya başlamıştı. Kız her zaman, bir kronometre şaşmazlığıyla, tam saatin altıncı vuruşunda gongu vurmayı âdet edinmişti.
Aradan bir, iki, üç dakika geçti. Bayan Polly sofrada sabırsızlanmaya, öfkeyle terliklerini yere vurmaya başlamıştı. Kadıncağız biraz daha bekledi. Sonra hızla sandalyesinden kalkıp taşlığa çıktı. Sabırsızlandığını gizlemeyi aklına bile getirmeden, bir iki dakika kadar gözlerini merdivenlere dikip yukarısını dinledi. Yeniden yemek odasına döndüğünde kesin kararını vermişti.
Yerine otururken, sert bir sesle: “Nancy!” diye söze başladı. “Yeğenim sofraya geç kaldı. Hayır, hayır, onu çağırman gereksiz. Kendisine yemek saatini bildirmiştim. Bu davranışının cezasını çekmesi gerekiyor. Sofraya zamanında gelmeyi öğrensin. Aşağıya inince ona sütle ekmek ver, mutfakta yesin.”
“Peki, efendim.”
Bereket ki Bayan Polly bunları söylerken hizmetçisinin yüzüne bakmadı. Doğrusu, bu pek isabetli bir şey oldu, çünkü Nancy’nin hanımına ne kadar içerlediği yüzünden okunuyordu.
Nancy yemekten sonra hemen ilk fırsatta merdivenden yukarı koştu, doğruca tavan arasına çıktı. Küçük odanın kapısını açarken kendi kendine “Demek zavallı çocuk sütle ekmek yiyecekmiş, ha?” diye söylendi. “Zavallı yavrucak ağlaya ağlaya uyuyakalmadıysa.”
Nancy içeri girip de odada kimseyi bulamayınca üzüntüsünün yerini korku aldı.
“Neredesin, Pollyanna? Nereye gittin?” diye heyecanla bağıra bağıra, ufacık odanın içinde dört dönmeye başladı.
Dolabın içine, karyolanın altına baktı; su dolu sürahi ile sandığın içine varıncaya kadar aramadığı yer bırakmadı. Pollyanna’yı odada bulmaktan umudunu kesince de gelişindekinden daha büyük bir hızla aşağıya indi. Doğruca bahçeye, Tom’un yanına gitti.
“Bay Tom, Bay Tom! O zavallı çocuk kayboldu! Mutlaka geldiği yere (yani gökyüzündeki cennete) uçmuştur. O meleklerin sofrasında onların yemeklerinden yerken, kendisine sadece sütle ekmek verilmesi emredilmişti.”
Yaşlı adam ellerini gözlerine siper etti, batmakta olan güneşe baktı. Bir yandan da: “Gitmiş mi? Cennete mi?” diye sorup duruyordu. Sonra, gözleri uzaktaki bir noktaya takıldı, bir an kıpırdamadan o yana baktı. Dudaklarında gizli anlamlı bir gülümseyişle: “Sahi, Nancy!” dedi. “Küçük kız gerçekten bu gece gökyüzüne çıkmak istemişe benziyor. Şuraya bak.”
Tom’un parmağı uzakta, kıpkırmızı gökyüzünün önünde çizgileri daha da keskin görünen sarp, büyük bir kayanın en sivri noktasında, rüzgârdan neredeyse uçacakmış gibi duran incecik bir gölgeyi gösteriyordu.
Nancy: “Bana onu gösterdiğinize göre küçük kız bu gece gökyüzüne gitmeyecek demektir.” dedi. “Kuzum Bay Tom, hanım beni çağırırsa lütfen bulaşıkları unutmadığımı, şöyle biraz hava alıp döneceğimi söyleyiverin.”
Nancy sözlerini bitirir bitirmez o dik yolu tırmanmaya başladı. Son bir defa da başını arkaya çevirip omuzlarının üstünden eve doğru baktı.

SEVİNME OYUNU
Nancy büyük kayanın en sivri noktasından aşağıya inen çocuğa yaklaşırken, soluk soluğa: “İnan olsun ki, Pollyanna, beni çok korkuttun!” diye söylendi.
“Seni korkuttum mu? Ya, vah vah!.. Ama, sen hiçbir zaman benim uğruma kendini bu kadar sıkıntıya sokmamalısın, Nancy. Önceleri babam da Yardımseverler Derneği’ndekiler de tıpkı senin gibi beni merak ederlerdi. Sonra, benim hiçbir yerimi incitmeden geri döndüğümü göre göre duruma alıştılar.”
Nancy, küçük kızın elini koltuğunun altına sokup yokuştan aşağı hızla indirmeye başladı. Heyecanı daha geçmemişti.
“İyi ama, ben senin dışarı çıktığını görmedim. Başkaları da görmemiş. Kuzum, sen pencereden uçarak mı dışarı çıktın?”
Pollyanna, tatlı bir gülüşle: “Aşağı yukarı öyle oldu.” dedi. “Yalnız bir farkla: Yukarı değil de aşağıya uçtum. Ağaçtan yere indim.”
Nancy birden heyecanla doğruldu:
“Ne, ne yaptın?”
“Ne yapacağım! Odamın penceresinin önündeki ağaca atlayıp ağaçtan yere indim.”
Nancy yeniden hızlı hızlı yürümeye başlamıştı.
Bir yandan da: “Aman yarabbi!” diye söyleniyordu. “Teyzen bunları öğrenince, kim bilir ne diyecek! Doğrusu, bunu bilmek isterdim.”
“Gerçekten bilmek ister miydin? Öyleyse ben sana sonra hepsini anlatırım.”
Pollyanna böyle konuşunca iyi yürekli Nancy büsbütün telaşlandı:
“Ha-yır, ha-yır!” diye kekeleyerek konuştu. “Teyzenin neler dediğini benim öğrenmemin hiç önemi yok. Hayır, lütfen bunu bana anlatma, yalvarırım anlatma, Küçük Hanım!”
Nancy, böylece küçük kızı hiç değilse azarlanmaktan kurtarmak istiyordu.
“Biliyor musun, ayağımızı çabuk tutmamız gerekiyor. Ben eve gidince daha bir yığın bulaşık yıkayacağım.”
Pollyanna hiç düşünmeden: “Ben de sana yardım edebilirim.” dedi.
“Ah, Pollyanna, ne diyorsun!..”
Bir dakika kadar ikisi de konuşmadı. Ortalık iyice karışmıştı. Küçük kız yeni arkadaşının koluna girdi, ona iyice sokuldu, fısıltıyı andıran alçak bir sesle: “Beni merak etmene şimdi biraz da sevindim.” dedi. “Meraklanmasaydın, şu anda yanımda olmayacaktın.”
Nancy tatlı bir sesle: “Ah, benim sevgili yavrum!” dedi. “Kim bilir karnın da ne kadar acıkmıştır! Oysa teyzen bu akşam benim yanımda sütle ekmek yemeni emretti. Yemek saatinde sofrada bulunmaman onu biraz gücendirdi de.”
“Yemek saatinde sofrada olmama imkân yoktu, çünkü o dakikalarda ben buradaydım.”
Nancy, boğazında düğümlenen hıçkırığı gizlemeye çalışarak: “Teyzen bunu bilmiyordu elbette.” dedi. “Ama, ben senin sadece sütle ekmek yemenin kararlaştırılmasına pek üzüldüm.”
“Oysa ben buna hiç üzülmedim. Tam tersine, sevindim.”
“Sevindin mi? Peki ama, neden?”
“Çünkü bir kere sütle ekmek yemeyi pek severim. Sonra, yemeğimi seninle birlikte yiyeceğim diye de ayrıca seviniyorum. Kuzum, bunların sevinmeyecek bir yanı var mı?”
Nancy, küçük kızın tavan arasındaki o sevimsiz odayı beğenmek için nasıl kendini zorladığını hatırlayınca gözleri yaşardı.
“Her şeyde sevinmeye yarayacak bir özellik bulmakta güçlük çekmiyorsun, Küçük Hanım.”
Pollyanna hafifçe güldü:
“Zaten oyunun aslı da bu ya.”
“Oyun mu dedin? Ne oyunu, kuzum?”
“Sevinmek oyunu.”
“Kuzum, neler söylüyorsun sen böyle?”
“Sevinmek oyununu bilmez misin? Bu oyunu bana babam öğretmişti. O zamandan beri, yani çok küçük yaştan beri, hep bu oyunu oynuyorum. Yardımseverler Derneği’ndekilere de oyunu anlatmıştım. İçlerinden kimisi de benim gibi bu oyuna alışmıştı.”
“Peki, nasıl bir oyun bu, bana da anlatsana. Benim zaten oyunlar hakkında pek bilgim yoktur.”
Pollyanna gene güldü. Bu, bir gülüşten çok, bir iç çekmeye benziyordu. Küçük kızın minik yüzü, alaca karanlık olduğundan daha ince, daha düşünceli görünüyordu. Sevinme oyununun hikâyesini anlatmaya başladı: “Bu oyuna din adamlarına gönderilen sandıkla gelen bir çift koltuk değneğiyle başlamıştık.”
“Koltuk değneği mi?”
“Evet. Ben sandıktan bir bebeğin çıkmasını istemiştim. Babam da din adamlarına yardım eden derneğe durumu yazmıştı. Gene de sandıktan oyuncak bebek yerine koltuk değneği çıktı. Bunları gönderen hanım, oyuncak bebek bulunmadığını, belki küçük bir çocuk için faydalı olur diye düşündüğü için bu koltuk değneklerini sandığa koyduğunu yazmıştı. İşte biz de sevinme oyununa o değneklerin geldiği gün başladık.”
“Kusura bakma ama ben bunda oyuna benzer bir şey göremiyorum.”
“A, niçin? Sevinme oyununun özelliği karşımıza çıkan her şeyin sevinilecek bir yanını bulmaktan ibaret.”
“İyi söylüyorsun ama, Küçük Hanım, bir oyuncak bebek beklerken onun yerine bir çift koltuk değneğiyle karşılaşmanın sevinilecek nesi var, bunu anlayamadım. Bu bana, tersine, pek üzüntü verecek bir durum gibi göründü.”
Pollyanna ellerini çırparak: “İşte şimdi oyunun en can alıcı noktasına geldin!” diye sevinçle haykırdı. “Ama, bana da ilk kez anlattıkları zaman senin gibi düşünmüştüm. Oyunun can alıcı noktasını babamdan öğrendim.”
“Öyleyse sen de bana öğretiver şunu, n’olur!”
“Bak, mesele şu: Koltuk değneklerine gerçekten ihtiyacın olmadığını düşünerek sevineceksin. Görüyorsun ya, oynamasını bilirsen çok zevkli bir oyun bu. Üstelik çok da kolay.”
“Şimdiye kadar birçok inanılmaz şey duymuştum ama, bu hepsini geçti.”
“Yanılıyorsun, Nancy. Bu oyunun hiç de inanılmaz bir yanı yok. Çok da güzel bir oyun. Biz hep oynardık. Hem, oyun ne kadar zor olursa zevki de o derece artıyor. Ama, bazen de bu oyunu oynamak gerçekten güçleşiyor. Mesela babanın cennete gittiği, dünyada seninle ilgilenecek Yardımseverler Derneği’nden başka kimsen kalmadığı zamanlar bu oyunu oynayabilmek çok zor oluyor.”
Nancy kıza hak verdi.
“Evet. Bir de evin ta tepesinde, içinde eşya diye bir şey bulunmayan oda bozuntusu ufacık bir aralığa atılıverirsen, sevinme oyununu oynamak büsbütün zorlaşır.”
Pollyanna içini çekerek mırıldandı:
“Gerçekten öyle. Özellikle kendimi pek yalnız hissettiğim, çevremde güzel şeyler görmeyi istediğim bir sırada böyle bir odada tek başına kalmak beni adamakıllı üzmüştü ama sonradan, aynada çillerimi görmekten nasıl nefret ettiğimi hatırlayınca, hele penceremin önündeki o güzelim manzarayı da görünce durum değişti. Bu küçücük odada bile beni sevindirecek şeylerin bulunduğuna inanıverdim. İşte görüyorsun ya, insan kendini sevindirecek şeyler buldukça o kötü düşünceler de kendiliklerinden yok oluveriyorlar, tıpkı sandıktan beklediğimiz bebek hikâyesi gibi.”
Nancy, boğazını tıkayan yumruyu yutkunarak gidermeye çalışırken küçük kız, her şeyden habersiz, anlatıyordu:
“Genellikle, hepsi bu kadar uzun sürmez. Çoğu zamanlar, ben farkına varmadan, zihnim onunla ilgilenir. Bu oyunu oynamaya öylesine alışmışımdır ki oyunu oynamadığım dakika var mı, bilemiyorum.
İnanın bana, gerçekten çok güzel bir oyun bu. Babam da benim gibi bu oyunu çok severdi. Yalnız, sanırım ki, bundan sonra oyunu oynayabilmek epey güç olacak. Çünkü bu oyunu birlikte oynayacak kimsem kalmadı.”
Pollyanna sözlerini bitirirken sesi titremeye başlamıştı. Bu hâli de çabuk geçti. Kendine güveni olan bir insan havasına bürünüverdi.
“Belki de Polly teyze benimle bu oyunu oynamak ister.”
Nancy küçük kıza bir şey söylemedi ama, içinden: “Aman yarabbi! Bayan Polly oyun oynayacak ha!” diyordu. Sonra, çocuğa döndü:
“Bak Küçük Hanım. Benim bu oyunu iyi oynayabileceğimi aklına hiç getirme sakın. Yalnız, oyunu bilmesem de seninle seve seve oynayabilirim. Buna söz veriyorum.”
Bu sözler üzerine Pollyanna genç hizmetçinin koluna iyice asıldı, ona biraz daha sokuldu.
“Ah, Nancy, bu çok güzel bir şey olacak! Ne kadar da eğleneceğiz, değil mi?”
Mutfağa girerlerken, Nancy içindeki kuşkuyu daha fazla saklamayı gereksiz buldu.
“Valla, bilmem ki, belki böyle olur. Yalnız, dedim ya, benden pek bir şey bekleme, Küçük Hanım. Elimden geldiği kadar çaba harcayıp bu oyunu öğrenmeye çalışacağım.”
Pollyanna mutfakta önüne konan sütle ekmeği iştahla yedi. Sonra, Nancy’nin isteğine uyarak, Polly teyzesinin oturduğu büyük odaya gitti.
Bayan Polly yeğeninin içeri girdiğini fark edince soğuk bir tavırla başını elindeki kitaptan kaldırıp:
“Yemeğini yedin mi, Pollyanna?”
“Evet, yedim, Polly teyze.”
“Daha geldiğin gün seni mutfağa gönderip sütle ekmek yiyerek karnını doyurmak zorunda bıraktığıma gerçekten çok üzüldüm.”
“Peki ama niçin üzüldünüz, teyzeciğim? Ben buna çok sevindim. Sütle ekmeği de Nancy’yi de seviyorum. Bunun için kendinizi üzmeniz gereksizdi.”
Polly teyzenin koltukta gevşemiş vücudu birden doğrulup dimdik oldu. Gözleri şaşkınlıkla fal taşı gibi açıldı.
“Pollyanna, kızım, sen bu saatte çoktan yatağına yatmış olmalıydın. Bugün çok yoruldun. Yarın ise işimiz çok. Burada günlerini nasıl geçireceğini kararlaştırıp bir program hazırlamamız gerekiyor. Ondan sonra da getirdiğin elbiseleri gözden geçirmeliyiz. Sana neler almam gerektiğini ancak bu şekilde kararlaştırabilirim. Şimdi git. Nancy sana mum verecek. Mumu çok dikkatli tutup odana git. Sabah kahvaltısı yedi buçuktadır. Tam kahvaltı saatinde aşağıya inmeyi de lütfen unutma. Hadi, iyi geceler!”
Pollyanna içten gelme bir sevgiyle kollarını teyzesinin boynuna doladı, derin derin içini çekerek mırıldandı:
“Buraya geldiğimden beri çok güzel vakit geçirdim, teyzeciğim. Ben şimdiden biliyorum, sizinle bir arada yaşamak bana mutluluk getirecek. Zaten daha buraya gelmeden önce de aynı şeyi düşünmüştüm. Size de iyi geceler, teyzeciğim.”
Pollyanna bunları söyledikten sonra yüzünde pek mutlu bir ifadeyle koşarak odadan çıktı.
O gittikten sonra Bayan Polly de kendi kendine söylenmeye başlamıştı:
“Hey Ulu Tanrı’m! Ne acayip çocuk bu! Kendisine ceza verdim diye sevindi. Üstelik kendimi de hiç üzmemeliymişim! Ayrıca, benim yanımda da mutlu olacakmış. Bakın hele şu yumurcağa!”
Bayan Polly başını yeniden kitabına doğru eğerken kaşlarını çatmıştı.
On beş dakika kadar sonra ise tavan arasındaki küçük odada küçük kimsesiz kız başını çarşafların arasına sokmuş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu:
“Babacığım, sevgili babacığım! Benim melekler arasında yaşayan melek babacığım. Oyunumuzu oynamadığımı biliyorsun. Benim gibi sen de şu evin en yüksek yeri sayılan odada karanlıkta, üstelik yapayalnız kalsaydın bunun sevinecek bir yanını bulamazdın. Bari yanımda Nancy ya da Polly Teyze, hiç değilse Yardımseverler Derneği’nden biri bulunsaydı…”
Pollyanna bunları düşünürken Nancy de mutfakta bir yandan harıl harıl işlerini tamamlamaya çalışıyor, bir yandan da söyleniyordu:
“Pek saçma bir oyun! Bebek beklerken bir çift koltuk değneği alınca sevinme oyununu oynamak bu zavallı küçüğü gerçekten sevindirecekse ben de sıkıntıya katlanıp bu oyunu oynayacağım. Hiç kimse engel olamaz bana.

POLLYANNA TEYZESİNİ ŞAŞIRTIYOR
Ertesi sabah Pollyanna saat yediye doğru uyandı. Odasının pencereleri batıyla kuzeye karşı olduğundan, içeriye güneş girmemişti ama küçük kız gökyüzünün berrak mavi renginden o gün havanın pek güzel olacağını anladı.
Küçük oda şimdi biraz serindi, içeriye de devamlı olarak temiz hava giriyordu. Pollyanna, dışarıda cıvıl cıvıl öten kuşlarla konuşup dost olmak için pencereye fırladı. Kuşları seyrederken teyzesinin de giyinmiş, kuşanmış, gül fidanlarının arasında gezindiğini gördü. Hemen telaşla pencereden ayrıldı, çarçabuk giyindi. Teyzesinin yanına gidecekti.
Tavan arasından aşağıya inen merdiveni hızla, uçar gibi indi. İki kapıyı da ardına kadar açık bırakmıştı. Büyük odayı, ikinci katı hızla geçti. Daha sonra da açık duran ön kapıyı itti. Bahçede koşmaya başladı.
Polly teyze, güllerin arasında, sırtı kamburlaşmış yaşlı adamla birlikte, bir gül fidanının üzerine doğru eğilmiş bir şeyler söylüyordu. Pollyanna sevinçten, heyecandan bir kuş gibi cıvıldayarak onun boynuna sarıldı:
“Teyzeciğim, sevgili Polly teyzeciğim, bu sabah yaşadığım için öyle sevinçliyim ki!”
Bayan Polly, boynuna asılan küçük kızın ağırlığına rağmen dimdik durmayı başararak, sert bir sesle: “Pollyanna!” diye çıkıştı. “Senin günaydın’ın bu mudur? Sabahlan büyüklerini böyle mi selamlarsın sen?”
“Hayır, teyzeciğim. Yalnız, çevremde çok sevdiğim kimseler bulunduğu zamanlar sakin duramam. Demin sizi pencereden gördüm, Yardımseverler Derneği’nin bir üyesi değil de benim gerçek, özbeöz teyzem olduğunuzu düşününce sevinçten çıldıracak gibi oldum. Uzaktan öylesine güzel, öylesine iyi bir insan gibi duruyorsunuz ki bir anda hemen yanınıza gelip boynunuza sarılmaktan başka bir şey düşünemedim.”
Yaşlı bahçıvan birdenbire küçük kızla teyzesine arkasını döndü. Bayan Polly her zamanki gibi kaşlarını çatmak istedi ama bu sefer nasılsa başaramadı. Ona hiç de yakışmayan bir şaşkınlık içinde: “Pollyanna, sen, şey… Ben, Thomas…” diye mırıldandı. “Bu sabah için bu kadar konuşma yeter, Thomas, o gül fidanları için söylediklerimi anladın, değil mi?”
Sonra, sorduklarına bahçıvanın karşılık vermesine fırsat bırakmadan, acele, sık adımlarla oradan uzaklaştı.
Pollyanna bahçıvanla yalnız kalmıştı.
“Siz her zaman bahçede mi çalışırsınız?” diye sordu.
Adam döndü. Dudakları titriyordu. Gözleri yaşlarla doluydu.
“Evet, Küçük Hanım.” Sanki görünmez bir kuvvetin etkisi altındaymış gibi farkına varmadan buruşuk elini yavaş yavaş kaldırdı, parlak saçlı minik başın üzerine koydu: “Annenize ne kadar benziyorsunuz, Küçük Hanım! Onu tanıdığım zaman sizden bile küçüktü. O zaman da ben bahçede çalışırdım.”
Pollyanna bir an soluk alamadı. Dalgın bir tavırla: “Gerçekten annemi tanıyor muydunuz?” dedi. “Onu bana biraz anlatır mısınız?”
Küçük kız, sözlerini bitirir bitirmez hiç düşünmeden toprağın üstüne, bahçıvanın yanı başına çöküvermişti.
Tam bu sırada evden bahçeye doğru perde perde yayılan bir gonk sesi duyuldu, daha ses kesilmeden Nancy soluk soluğa koşarak yanlarına geldi.
“Pollyanna!” diye haykırdı, sonra kızı ellerinden tuttuğu gibi ayağa kaldırdı. “Pollyanna, kahvaltı gongudur bu. Yemek saatlerinde de hep gong çalar. Nerede olursan ol, bu sesi duyar duymaz eve koşman gerektiğini unutmamalısın. Koşmazsan… Evet, koşmazsan, burada seni sevindirecek bir şey bulabileceğini sanmıyorum.”
Nancy ile Pollyanna, el ele tutuşmuşlar, konuşa konuşa yürüyorlardı. Evin önüne geldikleri zaman hizmetçi kız, tıpkı yaramaz bir civcivi kümese sokuyormuş gibi, Pollyanna’yı içeri itti.
Sabah kahvaltısının ilk beş dakikası tam bir sessizlik içinde geçti. Derken, Bayan Polly, salonda oradan oraya uçuşan iki sineğin ipek kanatlarına bakarak sert bir sesle sordu:
“Nancy, bu sinekler de nereden çıktı?”
“Bilmem ki, efendim. Mutfakta bir tane bile yoktu.”
Nancy, bir gece önce küçük kızın odasındaki açık pencereleri hatırlayamayacak kadar heyecanlı olduğundan bunları pek içten söylemişti.
Bu sırada Pollyanna, sevimli bir tavırla: “Belki de bunlar benim sineklerimdir, Polly teyze.” diye söze karıştı. “Sabahleyin bir sürü sinek yukarıda toplu hâlde eğleniyordu.”
Nancy mutfaktan yemek salonuna durmadan öteberi taşıyordu. Şimdi de elinde haşlanmış sosis dolu tabakla içeri girmişti. Konuşmanın geri kalan kısmını duymamak için elinde sosis tabağıyla hemen dışarıya çıktı.
Polly teyze şaşkın şaşkın: “Senin sineklerin mi, Pollyanna?” diye sordu. “Ne demek istiyorsun? Nereden geldi o sinekler?”
“Ah, Polly teyze, dışarıdan geldiler, pencereden. Birkaçını içeri girerken görmüştüm.”
“Görmüş müydün? Yani tel kafesleri bulunmayan pencereleri açtığını mı anlatmak istiyorsun?”
“Evet, Polly teyze. O pencerelerin tel kafesleri yoktu ki.”
Pollyanna bunları söylerken Nancy gene içeri girmişti. Yüzünde üzgün bir ifade vardı. Hanımı sert bir sesle: “Nancy!” diye emretti. “Elindekileri hemen masanın üzerine bırak da Pollyanna’nın odasına çık. Ne kadar kapı, pencere varsa hepsini kapa. Sabah işlerini bitirince de sinek öldüreceği al, odaların hepsini gez, ne kadar sinek varsa hepsini öldür. Gözlerini dört aç, bir tek canlı sinek kalmasın.”
Bayan Polly, bunları söyledikten sonra yeğenine döndü:
“Pollyanna, o pencereler için tel kafes ısmarlamıştım.” dedi. “Bunun kendisi için kaçınılmaz bir görev olduğunu biliyordu elbette. Yalnız, bana öyle geliyor ki, Pollyanna, sen görevini unutmuşa benziyorsun.”
“Görev mi?”
Küçük kızın gözleri merakla açılmıştı.
Teyzesi: “Elbette ya!” dedi. “Hava sıcak, onu biliyorum. Yalnız, o tel kafesler gelinceye kadar pencereleri açmamak da senin görevindi. Bunu kabul etmen gerekiyor. Pollyanna, sinekler, yalnız sinir bozucu, pis olmakla kalmazlar, sağlık bakımından da son derece tehlikeli yaratıklardır. Kahvaltıdan sonra sana bu konuda yazılmış küçük bir kitap vereceğim, okursun.”
“O kitabı okumamı mı istiyorsunuz, Polly teyze? Ah, teyzeciğim, okumayı öyle severim ki!”
Bayan Polly gürültülü bir şekilde içini çekti. Sonra dudaklarını kenetledi. Pollyanna, teyzesinin sertleşmiş yüzüne bakarak pek tatlı bir sesle mırıldandı:
“Görevimi unuttuğuma çok üzüldüm, Polly teyze. Özür dilerim. Pencereleri de bir daha açmam.”
Teyzesi bir şey söylemedi, kahvaltının sonuna kadar da hiç konuşmadı. Yemekten sonra oturma odasına geçti. Biraz sonra elinde küçük bir kitapla yeğeninin yanına döndü.
“Demin söylediğim kitap işte bu. Hemen odana çıkıp okumanı istiyorum Pollyanna. Yarım saat sonra da ben odana gelip öteberine bakacağım.”
Pollyanna, kitabın kapağındaki büyük sinek başına neşeyle bakarak, sevinçle haykırdı:
“Çok çok teşekkür ederim, Polly teyze!”
Bir dakika sonra zıplaya zıplaya odadan çıktı, kapıyı büyük bir patırtıyla kapadı.
Bayan Polly, kaşlarını çatmış, kararsız bir hâlde kapıdan yana baktı. Sonra düzgün adımlarla her zamanki kibirli havasıyla yürüdü, kapının yanına gitti, tokmağı çevirdi. Başını kapıdan dışarı uzattı. Pollyanna çoktan gözden kaybolmuştu. Ta yukarıdan, tavan arasına giden merdivenden ayak sesleri geliyordu.
Tam yarım saat sonra, Bayan Polly, yüzünün o keskin çizgilerinin her birinde “görev” kelimesi yazılıymış gibi ciddi bir ifadeyle merdivenden yukarı çıkıp çocuğun odasına girdi.
Pollyanna, teyzesini içten gelen bir coşkunlukla karşıladı:
“Ah, Polly teyze!” diyordu. “Ben ömrümde bu kitaptan daha güzel bir şey görmedim! Onu okuyayım diye bana verdiğiniz için de öyle sevindim ki! Hem, biliyor musunuz, sineklerin ayaklarında bu kadar çok şey taşıyabileceklerini de hiçbir zaman düşünmemiştim.”
Bayan Polly: “Yeter!” diye yeğeninin sözünü kesti. “Şimdi şu getirdiğin elbiseleri çıkar da ben bir göreyim bakalım. Senin işine yarayamayacak gibi olanları Sullivanlara vereceğim.”
Pollyanna’nın yüzünü birdenbire derin bir nefret duygusu kaplamıştı. Elindeki kitabı sandalyenin üzerine bırakarak dolaba doğru yürüdü. Bir yandan da konuşuyordu:
“Sanırım ki siz de Yardımseverler Derneği’nin üyeleri gibi elbiselerimi beğenmeyeceksiniz. Ne yapayım! Son gelen üç, dört yardım sandığından daha çok erkek çocuk eşyası ile büyüklerin işine yarayacak öteberi çıkmıştı. Ha, Polly teyze, misyonerlere gelen yardım sandıklarından ara sıra size de gönderirler mi?”
Küçük kız bunları söyler söylemez teyzesinin yüzünün öfkeyle allak bullak olduğunu fark edince hemen şunları ekledi:
“Elbette hayır, değil mi, Polly teyze? Zengin insanların böyle yardım sandıklarına ihtiyaçları olmayacağım unutmuştum. Ama, biliyor musunuz, ben bu odada bulunduğum zamanlar sizin zengin olduğunuzu unutuveriyorum.”
Polly teyzenin dudakları öfkeyle aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Pollyanna ise söylediği sözlerin taşıdığı anlamdan habersiz, telaşla konuşmaya devam etti:
“Şunu demek istiyordum, teyzeciğim: Siz misyonerlerin yardım sandıklarını görmedikçe onlar hakkında tam bir bilginiz olamaz. Yalnız, ben size şu kadarını söyleyeyim: İnsan bu sandıklarda asla istediğini bulamıyor. Oyunumuzu oynamak da sandıklar geldiği zamanlar zorlaşırdı. Babamla ben…”
Pollyanna birdenbire sustu. Teyzesine babasından söz etmesinin yasak olduğunu tam zamanında hatırlamıştı. Telaşla dolaba doğru koştu, o biçimsiz, sevimsiz elbiselerini kavrayıp teyzesine getirdi. Boğazında düğümlenen hıçkırığı gizlemeye çalışırken: “Elbiselerimin hiçbiri iyi değil.” dedi. “İşte bakın, hepsi burada.”
Teyze, daha ilk bakışta, bu elbiselerden hiçbirinin çocuğun bedenine uymadığını anlamıştı. Bu eski kumaş yığınını parmaklarıyla inceledi, sonra bir kere de çamaşırlara göz atmak için dolaba doğru yürüdü.
“En iyilerini sırtıma giydim, Teyze…”
Bayan Polly bu sözleri duymazlıktan geldi. Yamalı, eski çamaşırları da bir bir gözden geçirdikten sonra sordu:
“Okula gidiyordun elbette, değil mi?”
“Evet, gittim. Evde babam… Şey yani… Özel dersler aldım.”
Bayan Polly: “Sonbaharda da buradaki okula gitmeye başlayacaksın.” dedi. “Hangi sınıfa girebileceğini de okulun müdürü Bay Holl karar verecek. Yalnız, okula gitmeden önce her gün bana yarım saat yüksek sesle kitap okuman gerekiyor.”
“Okumayı gerçekten çok seviyorum, teyzeciğim. Siz beni dinlemek istemeseniz de ben kendi kendime yüksek sesle okuyabilirim. Hem, buna sevinmek için çaba göstermem de gerekmiyor, çünkü okumayı, hele büyük harflerle yazılmış kelimeleri okumayı çok seviyorum.”
Bayan Polly, yüzünü ekşiterek: “Müzik biliyor musun bari?” diye sordu.
“Çok az. Ben müziği çok severim ama kendi çaldıklarımı değil. Birazcık piyano çalmasını öğrenmiştim. Bayan Gray’den… Lisede öğretmenlik yapıyordu… Bana da… Her neyse, ders almamla almamam arasında hiçbir fark olmadı diyebilirim.”
Bayan Polly, yeğenine bakmadan, konuştu:
“Sana müziğin temel noktalarını öğretmek benim görevim. Dikiş dikmesini biliyorsun elbette, değil mi?”
Pollyanna tasalı bir tavırla içini çekerek: “Evet, efendim” dedi. “Dikişi bana Yardımseverler Derneği üyeleri öğretmişlerdi. Ama, dikiş öğrenirken çok büyük zorluklarla karşılaştım. Bayan Jones ilik yaparken iğneyi başka türlü tutmam gerektiğini ileri sürerdi; Bayan White etek bastırmayı teyel dikişinden önce öğrenmem gerektiğini söylerdi; Bayan Harrison ise yama yapmanın hiç de doğru bir iş olmadığını ısrarla kabul ettirmeye çalışırdı. Ben de bu birbirine zıt düşünceler arasında dikiş öğrenmeye çalışıyordum.”
“Artık bu çeşit zorluklarla karşılaşmayacaksın, Pollyanna. Çünkü dikiş dersini de benden alacaksın. Yemek pişirmesini bildiğini de pek sanmam. Yoksa, biliyor musun?”
“Yeni yeni öğrenmeye başlamıştım. Şimdi pek bir şey bilmiyorum. Çünkü o hanımların yemek konusundaki düşünceleri dikişte olduğundan daha çeşitli, birbirinin zıddıydı. Önce ekmek yapmasını öğreteceklerdi ama iki hanımın yemek pişirme usulü birbirininkine hiç benzemiyordu. Bu yüzden, aralarında uzun uzadıya tartıştılar, haftada bir gün birinin, bir gün de öbürünün evinde yemek dersi almamı kararlaştırdılar. Bu da pek iyi sonuç vermedi. Ancak kakaolu şekerleme ile incirli pasta yapmayı öğrenebildim. Sonra sonra da yemek derslerini bıraktık.”
“Demek kakaolu şekerleme ile incirli pasta yapmasını biliyorsun, öyle mi? Yemek konusunda daha çok bilgi edinmen için de bir çare düşüneceğim elbet.”
Bayan Polly birkaç dakika hiç konuşmadan düşündü. Sonra ağır ağır konuşmaya başladı:
“Her sabah dokuzda bana gelirsin, yarım saat kitap okursun. Bana gelmeden önce bu odayı toplayacaksın. Çarşamba, cumartesi günleri sabah saat dokuz buçuktan sonra mutfağa gider, Nancy’den yemek pişirmesini öğrenirsin. Öteki günler öğleden önce benimle dikiş dikeceksin. Öğleden sonraları ise müzik derslerini yapmaya bol bol zaman bulacaksın. Hiç vakit kaybetmeden sana bir piyano öğretmeni bulmalıyım.”
Bayan Polly sözlerini bitirir bitirmez ayağa kalkmıştı. Pollyanna dehşet içinde haykırdı:
“İyi ama, Polly teyze, yaşamak için zaman bırakmadınız ki bana!”
“Yaşamak mı dedin, çocuğum? Ne demek istiyorsun yani? Sanki bu dediklerimi yapmak yaşamak değil mi?”
“Bütün bu işleri yaparken soluk alacağım, hareket edeceğim elbette ama yaşamak denmez ki buna. İnsan uykudayken de soluk alıp verir. Ama, o zaman da yaşıyor muyuz? Bana kalırsa yaşadığımız zamanlar istediklerimizi yaptığımız zamanlardır. Dışarıda oyun oynamak, kendi kendime kitap okumak, tepelere tırmanmak, bahçede Bay Tom’la içeride Nancy ile konuşmak, dün gelirken önlerinden, aralarından geçtiğim o güzelim evler, sokaklar üzerine araştırmalar yapmak… İşte bunları yapabilmeye yaşamak derim ben, Polly teyze. Sadece soluk almak yaşamak değildir ki.”
Bayan Polly şaşkın şaşkın basını kaldırarak: “Sen çok garip bir çocuksun, Pollyanna!” dedi. “Oyun oynamaya da zaman bulacaksın elbette. Yalnız, şunu hiç unutma: Senin eğitimine, okumana dikkat etmek nasıl benim görevimse, çalışıp benim çabalarımı boşa çıkarmamak, yapılanları nankörce ziyan etmemek de senin görevindir.”
Küçük kız, şaşırarak: “Polly teyze,” diye mırıldandı. “Ben size nankörlük edebilir miyim hiç? Her şeyden önce sizi çok, pek çok seviyorum. Sonra siz Yardımseverler Derneği’nin bir üyesi değil, benim gerçek teyzemsiniz.”
“Peki öyleyse, yavrum, bugünden tezi yok, sana yapılan iyiliklere layık olmaya çalışmalısın.”
Bayan Polly kapıya doğru yürüdü. Odadan çıkmış, merdivenden aşağı inmeye başlamıştı. Tam bu sırada arkasından ürkek bir ses duyuldu:
“Affedersiniz ama, Polly teyze, elbiselerimden hangilerini yoksullara verilmek üzere ayıracağımızı söylemediniz.”
Bayan Polly yorgun yorgun içini çekti:
“Sana söylemeyi unuttum, Pollyanna. dedi. “Bugün öğleden sonra Timothy bizi şehre götürecek. Getirdiğin elbiselerin hiçbirini benim yeğenim giyemez. Onlardan birini giyip dışarı çıkmana izin verirsem görevimi yapmamış olurum.”
Bu defa da iç çekme sırası Pollyanna’ya gelmişti. Sık sık tekrarlanan bu “görev” kelimesinden nefret edecekti galiba. Yalvaran bir sesle: “Polly teyzeciğim.” dedi. “Acaba… Şey… Acaba yani bu ‘görev’ dediğiniz şeyin size sevinç verecek bir yanını bulamaz mısınız?”
Bayan Polly büyük bir şaşkınlık içinde başını kaldırıp yukarıya baktı.
“Ne?” diye sordu. Sonra birdenbire yanakları kıpkırmızı kesildi, merdivenden aşağıya koşar gibi hızla inmeye koyuldu. “Saygısızlık etme, Pollyanna!” diye haykırdı.
Küçük kız, tavan arasındaki o ufacık, sıcak odada, bir sandalyeye oturmuştu. Beyninin içinde “görev” kelimesi durmadan daireler çizerek dans ediyordu. Pollyanna içini çekti, sonra kendi kendine söylendi : “Saygısızlık bunun neresinde acaba? Bunu bir türlü anlayamadım. Görev dediği şeyin sevinilecek bir yanını bulamaz mı diye sormuştum yalnız teyzeme.”
Pollyanna yerinden hiç kıpırdamadan dakikalarca sessiz sedasız oturdu. Yatağının üzerine yığılmış, o zavallı paçavra yığınlarına, yani elbiselerine, acı dolu gözlerle uzun uzun baktı. Sonra ağır ağır yerinden kalktı, elbiselerini dolaba taşıdı. Bir yandan da kendi kendine: “Şimdi her şeyi anlıyorum.” diyordu. “Bunun sevinmeye çalışılacak bir yanı yok. Görev ancak tam olarak yapılırsa insan sevinebilir demek.”

“DAMDA BİRİ VAR!”
O gün saat bir buçukta Timothy, hanımıyla yeğenini, evden bir kilometre kadar uzakta, birkaç büyük mağazanın bulunduğu semte götürdü.
Teyze ile yeğenin girdiği mağazada küçük Pollyanna’ya yeni elbiseler seçmek işi mağazada çalışanları enikonu heyecanlandırmıştı. Bayan Polly de bu işi bitirince bayağı rahatladı. Sanki incecik bir kabuk bağlamış yanardağın üzerinden geçmiş de sağlam toprak parçasına kavuşmuş gibiydi. Teyze ile yeğene hizmet edenler işlerini bitirdikleri zaman hepsinin yüzleri kıpkırmızı olmuş, şakakları terlemişti ama ondan sonra tam bir hafta arkadaşlarına Pollyanna’yı anlatacaklar, küçük kızın tuhaflıklarıyla onları gülmekten katıltacaklardı.
Pollyanna da içinden gelen bir gülümsemeyle alışverişin sona ermesini bekliyordu. Heyecanını çıraklardan birine anlatırken şöyle demişti:
“Sizi misyoner sandıkları, Yardımseverler Derneği üyelerinden başka giydirecek kimseniz yoksa o zaman anlarsınız doğrudan doğruya bir mağazaya girip bedeninize uymadığı için uzatıp kısaltmak ihtiyacı duyulmadan elbiseler almanın değerini.”
O gün akşama kadar alışverişle vakit geçirdiler. Onun arkasından akşam yemeğini zevkle yediler. Pollyanna daha sonra Tom Baba ile bahçede tatlı tatlı konuştu. En sonra da Bayan Polly bir komşuya gittiği için bulaşıklar yıkandıktan sonra Nancy ile arka balkonda uzun uzun konuşma imkânını buldu.
Tom Baba, Pollyanna’ya annesini bol bol anlatmış, kızcağız da bundan pek memnun kalmıştı. Nancy ise Pollyanna’ya on kilometre uzaktaki küçük çiftliği, orada annesiyle kardeşlerinin nasıl yaşadıklarını anlattı. Bayan Polly izin verirse bir gün onu alıp çiftliğe götüreceğine dair söz verdi.
“Kardeşlerimin çok güzel adları var. Algernon, Florabelle, Estelle. Ben kendi adımı hiç sevmiyorum.”
“Aman, Nancy, neler söylüyorsun! Adını neden sevmiyorsun bakalım?”
“Benim adım başkalarının adları gibi güzel değil de ondan . Biliyor musunuz, ben annemin ilk çocuğuyum. Kadıncağız o zamanlar içinde güzel adlar bulunan romanları yeni yeni okumaya başlamışmış.”
“Sen ne dersen de, ben Nancy adını çok seviyorum. Çünkü o adı sen taşıyorsun.”
“Ama, Küçük Hanım’cığım, Clarissa Mabelle’i de Nancy kadar severdin sanırım. Yalnız, arada bir fark olacaktı. O zaman ben de kendimi mutlu hissedecektim. Bu ada bayılırım ben.”
Pollyanna bir kahkaha attı.
“Üzülme. Adın Hepzibah olmadığı için de ayrıca sevinmelisin.”
“Hepzibah mı dedin?”
“Evet ya… Bayan White’ın küçük adı Hepzibah’tır. Kocası onu ‘Hep’ diye çağırdıkça fena hâlde kızarmış. Kadıncağız kocasının ‘Hep’ dedikten sonra ‘Hepşu!’ diyeceğini düşünürmüş. Bu düşüncenin gerçekle hiçbir ilgisi yoktu elbette ama zavallıcık çok üzülüyordu.”
Nancy’nin üzgün çehresi tatlı bir gülümseyişle aydınlandı.
“Gerçekten, çok tuhaf. Biliyor musun, bundan sonra beni Nancy diye çağırdıkları zaman Hep’i hatırlayıp güleceğim. Evet, yanılmıyorsam adımın Hepzibah olmadığına seviniyorum.”
Nancy durdu. Gözlerini küçük kıza çevirip bir an düşünür gibi yaptı, sonra büyük bir sevinçle: “Ah, Pollyanna!” diye haykırdı. “Şimdi lütfen bana doğruyu söyle. Demin sevinme oyununu oynamıyor muydun?”
Pollyanna da gülümsedi: “Ya, görüyor musun, Nancy?” dedi.“İşte bak hiç farkında olmadan oyunu sana da oynattım. Görüyorsun ya, insan sevinmek için nasıl da bahaneler arıyor! Zaten, sana bir şey söyleyeyim mi, insan şöyle iyice düşünürse her şeyin bir sevinilecek yanını bulabilir. Ama, sabırla araştırırsan, elbette.”
O akşam Pollyanna, sekiz buçukta, yatmak için odasına çıktı. Pencerelerin kafesleri daha gelmediği için yatak odası kızgın bir fırından farksızdı. Küçük kız sımsıkı kapatılmış iki pencereye özlem dolu gözlerle uzun uzun baktı. Pencereleri açmaya elleri bir türlü varamadı. Ağır ağır soyundu. Üzerinden çıkardıklarını büyük bir dikkatle astı, gece duasını okudu, mumunu söndürüp yatağa girdi.
Sıcaktan kaynayan çarşafların içinde boyuna bir yandan öbür yana dönerek, uyumaya çalıştı. Çok uykusu gelmişti ama sıcaktan uyuyamıyordu ki. Böyle, gözlerini kapayamadan, ne kadar zaman yattı bilmiyordu. Bir süre sonra sessizce karyoladan inip odasının kapısını açtı. Sanki yatağına girdiğinden beri saatler geçmiş gibi geliyordu.
Dışarıda, tavan arasının büyük bir kısmını meydana getiren boşlukta her şey kadife gibi yumuşak bir karanlığa bürünmüştü. Yalnız çatının doğuya bakan kısmındaki küçük pencereden içeri sızan ay ışığı gümüş bir dil gibi karanlığa doğru uzanmaktaydı. Küçük kız o korkunç karanlıktan ürkmeyi aklına bile getirmeden, telaşlı adımlarla önce o gümüş yola, sonra da pencerenin önüne yürüdü.
Dışarısı peri masallarındaki o sihirli ülkeleri andıran büyüleyici bir güzelliğe bürünmüştü. Pollyanna dışarıda, bu güzelliğin yanı sıra, sıcaktan yanmış elleri, yanakları serinletecek temiz havanın da bulunacağını düşündü.
Cama biraz daha yaklaştı. O zaman pencerenin hemen biraz aşağısında teyzesinin yazlık salonunun çinko kaplı geniş damını gördü. Yüreği, bir anda, önüne geçilmez bir istekle kabardı. Ah, şimdi o damın üzerinde olabilseydi!
Başını geriye çevirdi, korkuyla, odasına şöyle bir göz attı. Odasıyla yatağı arasında zifiri karanlık bir çöl vardı sanki. İnsan ancak kollarını açıp çevresini yoklaya yoklaya el yordamıyla yürürse odayı, yatağı bulabilirdi. Ama, dışarısı öyle miydi ya? Hemen pencerenin önündeki o geniş çinko damda ay ışığı, serinlik, gecenin o tadına doyum olmaz tatlı havası vardı. Ah, ne olurdu sanki Pollyanna’nın yatağını o güzelim dama kursalardı! Bu havada dışarıda yatanlar da vardı pekâlâ. İşte mesela veremden ağır hasta yatan Joel Hartley duvarda uyumuyor muydu?
Pollyanna birdenbire çatıdaki çivilerde asılı duran bir sürü beyaz torbayı hatırladı. Nancy bu torbaların içinde temizlenip kaldırılmış kışlık giyeceklerin bulunduğunu söylemişti.
Pollyanna, ürkek adımlarla torbalara yaklaştı. İçlerinden en büyük olanını seçti, çividen çıkarıp koluna astı. Bu torba pek yumuşak, kalınca idi, pekâlâ şilte olarak kullanılabilirdi. Torbanın içinde Bayan Polly’nin ayı balığı derisinden yapılmış paltosu vardı. Küçük kız, torbalardan biraz daha incesini ikiye katlayıp yastık, bir üçüncüsünü de örtü olarak kullanmak üzere ayırdı. Son aldığı torba o kadar hafif, inceydi ki içi boştu sanki.
Pollyanna, torbaları kavrayıp, ay ışığının içeri sızdığı pencerenin önüne gitti. Camı yukarı kaldırdı. Önce elindekileri birer birer dama attı sonra da kendisi aşağıya atladı. Dışarıdan camı gene kapamayı ihmal etmedi, çünkü o küçük sineklerin ayaklarında neler taşıyabildiklerini unutmamıştı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/elinor-porter/pollyanna-69428071/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Pollyanna Элинор Ходжман Портер

Элинор Ходжман Портер

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.

  • Добавить отзыв