Ölü Canlar

Ölü Canlar
Nikolay Vasilyeviç Gogol
“Küçük insanlar”ın yazarı olarak adlandırılan Gogol; Rus toplumunun 19. yüzyıla denk düşen dönemlerinde var olan birey ve toplum ilişkisini, gerçekçi çözümlemelerle eserlerine dâhil etmiş ve Rus realizminin öncüleri arasındaki yerini almıştır. "Ölü Canlar", yazarının elinde ayrıntılarla ince ince işlenen ve uzun bir yazım sürecini kapsayan başyapıtlardandır. Yayımlanmasının üzerine edebiyat çevreleri tarafından övgü ve yergilerin hedefi olan eser; 19. yüzyıl Rusyası’nın günlük yaşamının, sokaktaki insanının ve onların tecrübe ettiği ruh hâllerinin sayfalara yansımasıdır. Gogol, "Ölü Canlar"da bir yüzü toplumu dönük olan; yalnızca görünene değil, eylemlerin arkasına da açılan bir ayna konumundadır. Yazar, başkahramanı Çiçikov’un okuyucunun hoşuna gidip gitmeyeceğinden kuşkuludur zira Çiçikov; bütün yaşamını yalnızca zengin olma arzusu uğruna feda ederek daima bir yerlere yetişmek çabasıyla Rusya sokaklarında koşturan, sıradan insanın tipidir. Onun karmaşık iç dünyası, bütünüyle anlaşılamaz değildir; nihayetinde Çiçikov, yazım sürecinde Gogol’un geçirdiği ruhsal krizlerin ortağı ve en yakın tanığıdır. "Ölü Canlar", üç cilt olarak yazılmak üzere planlanır; Çiçikov’a biçilen ömür, üç ciltlik bir süreçtir. Lakin ilk ciltteki kahramanların olumsuz özellikler göstermesi yazarı rahatsız eder; ikinci ciltte de Çiçikov, yüce gönüllü bir insana dönüşemez. Bu bir ceza mıdır, bilinmez; ikinci cildin yaprakları, tüm el yazmaları, yazar tarafından ateşe atılır. Çiçikov; belki de umut vadeden bir insan tipine dönüşecekken Gogol’un yaktığı ateşin alevlerine mahkûm kalır. Asla yazılamayan üçüncü cilt ise siz okuyucuların engin yaratıcı gücüne bırakılır. Elinizdeki kitabı okuyan her zihin, kendi Çiçikov’unu yaratacaktır. "Benim de uzun bir süre garip kahramanımla el ele yürümeme, olağanüstü bir hızla geçip giden hayatını herkesin gördüğü gülüşler ve kimsenin göremediği esrarengiz gözyaşları arasından izlememe karar verilmiş."

Nikolay Vasilyeviç Gogol
Ölü Canlar

Nikolay Vasilyeviç Gogol, 1809 yılında Ukrayna’da doğdu. Annesi bir asker ailesinden geliyordu, babası ise amatör olarak şiir ve tiyatro oyunları yazan bir küçük soyluydu. Nijena’da açılan Yüksek Bilimler Askerî Lisesine başladı ve burada altı yıl okudu. Lisedeyken edebiyatın yanında tiyatro da ilgisini çekti, piyeslerde rol aldı. 1828’de bitirme sınavını geçtikten sonra kısa süreli olarak memuriyet görevinde bulundu. 1831’de Dikanka’nın ilk bölümünü, 1832’de ikinci bölümünü yayımladı. Bu eserle Rusya ve Slav dünyasında büyük ün kazandı. 1835 yılında Mirgorod ve Arabeski adlı eserlerini yayımladı. Yazdığı tek perdelik tiyatro eserleri de dâhil olmak üzere, içinde memuriyet ve askerlik geçen bazı eserleri, sansür nedeniyle yeniden kaleme alındı. Son olarak 1842’de Ölü Canlar adlı uzun romanına yönelik Petersburg Sansür Komitesi incelemesi gereğince Gogol, romanın Yüzbaşı Kopeykin’in Uzun Öyküsü bölümünü yeniden elden geçirmek durumunda kaldı. Ruhsal ve fiziksel sağlığı giderek bozulmaya başlayan ve zaman zaman maddi sorunlar da yaşayan Gogol, 21 Şubat 1852’de öldü. Bazı eserlerinde gerçekçiliğin dışına çıkan, doğa dışı fantastik tipler ve olaylar yazan Gogol, aynı zamanda Müfettiş ve Ölü Canlar gibi eserlerinde gerçekçiliğin şaheserlerini kaleme almıştır.
Eserleri: İki Soylu Kişinin Öyküsü, Masallar, Müfettiş, Palto, Ölü Canlar, Burun, Bir Delinin Hatıra Defteri, Portre, Eski Zaman Beyleri, Taras Bulba, Fayton, Kumarbazlar, Dava, Evlenme, Petersburg Hikâyeleri, Dikanka.

Ecem Kaya, 1997 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. 2020 yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Hâlen, çoğunlukla edebiyat alanında serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.

BİRİNCİ CİLT

BİRİNCİ BÖLÜM
N. vilayetinin merkezindeki bir otelin avlu kapısından içeri; bekâr yarbay emeklilerinin, kurmay yüzbaşıların, yaklaşık yüz cana sahip toprak beylerinin, kısacası yalnızca orta sınıf beyefendilerinin binebildiği oldukça güzel, küçük bir yaylı araba girdi. Arabada yakışıklı olmayan ama çirkin de gözükmeyen bir bey oturuyordu. Ne çok kilolu ne de zayıftı; yaşlı denemeyeceği gibi pek genç de sayılmazdı. Şehre gelişi hiç ses getirmedi, bununla beraber özel bir şey de olmadı. Yalnızca, otelin karşısındaki meyhanenin kapısında dikilen iki Rus köylüsü, yolcudan çok arabayla ilgilenerek birkaç söz ettiler. Biri diğerine: “Şu tekerlere bak!” dedi. “Ne dersin, bu tekerlerle Moskova’ya kadar gidilir mi gidilmez mi?” diye sordu. “Gidilir.” diyerek cevap verdi diğeri. “Ama bence Kazan’a kadar gidemez, ne dersin?” diye tekrarladı. “Kazan’a gidemez.” dedi. Konuşma böylece son buldu. Sonra araba otele yaklaşınca beyaz çizgili, oldukça dar ve kısa pantolonlu, altından tabanca şeklindeki bronz bir tula iğnesiyle tutturulmuş plastronu[1 - Geleneksel olarak soluk gri desenli ipekten yapılmış, geniş, sivri kanatlı bir boyun bandı ya da kravat. (ç.n.)] görünen, modaya uygun frakını giymiş genç bir adamla karşılaştı. Genç adam arkasına döndü, arabayı şöyle bir gözden geçirdi, rüzgârdan neredeyse uçup gidecek kasketini eliyle tuttu ve yola koyuldu.
Araba avlu kapısından içeri girince beyefendiyi, bir meyhane hizmetçisi ya da Rus meyhanelerindeki deyişiyle “polovoy” karşıladı. O denli canlı ve hareketli bir adamdı ki yüzünü bile görmek mümkün değildi. Elinde peçeteyle, üzerinde arka kısmı neredeyse ensesine kadar çıkmış, pamuktan yapılma uzun redingotuyla, saçlarını şöyle bir savurarak hızlıca koştu ve beyefendiyi, Tanrı’nın ona bu geceyi geçirsin diye verdiği odayı göstermek için yukarıdaki ahşap kata hızlıca götürdü. Oda herkesçe bilindik bir odaydı. Zira otel de öyleydi; yani tam olarak günlük iki ruble karşılığında yolcuların her köşesinden kuru erik gibi gözüken hamam böceklerinin çıktığı, sessiz sakin fakat yolcularla alakalı en ufak ayrıntıyla ilgilenen, olağanüstü meraklı birinin yerleştiği yan odanın kapısının her daim bir komodinle kapatıldığı bir odaydı. Otelin dış cephesi de tıpkı içi gibiydi: Oldukça uzun, iki katlı bir binaydı; alt katın sıvası yapılmamıştı, kötü hava koşullarından ve pislikten kararmış koyu kırmızı tuğlalarıyla kendi hâline bırakılmıştı; üst katın her yeri sarı renkle boyanmıştı. Altta hamut,[2 - Bir yükü atın boynu ve omuzlarına dağıtmak için kullanılan at koşumunun bir parçası. (ç.n.)] ip ve ekmek satan küçük dükkânlar vardı. Bu dükkânlardan köşede olanında ya da daha doğrusu köşedeki dükkânın penceresinde bakırdan yapılma sbiten[3 - Rus mutfağından limon kabuğu, bal, reçel, kekik, nane, tarçın, karanfil, kakule, Hindistan cevizi, yenibahar ve benzer baharatlarla hazırlanan bir sıcak içecek. (ç.n.)] semaveri ve tıpkı semaver gibi kıpkırmızı bir yüz duruyordu. Bu yüz öyle kırmızıydı ki içlerinden birisinin katran gibi simsiyah sakalı olmasaydı pencerede iki tane semaver var sanılabilirdi. Yolcu, odasını gözden geçirdiği sırada eşyalarını getirdiler. İlk yolculuğu olmadığı belli olan biraz yıpranmış beyaz deri bavulu, üzerine gocuk giymiş, kısa boylu arabacı Selifan ve üzerinde daha önce belli ki efendisinin eskisi, bol bir redingot giymiş biraz sert bakışlı, oldukça iri dudaklı, iri burunlu, otuzlu yaşlarındaki uşak Petruşka getirdi. Bavulun ardından, Karelya huş ağacından yapılma, küçük bir maun sandık, çizme kalıbı ve mavi bir kâğıda sarılmış, kızarmış tavuk getirildi. Tüm bunlar taşınınca arabacı Selifan, arabayla ilgilenmek üzere atların yanına yöneldi. Uşak Petruşka ise daha önceden paltosunu ve kendine has kokusunun sindiği çeşitli uşak kıyafetlerinin bulunduğu çuvalı; oldukça küçük, karanlık bir köpek kulübesini andıran odaya yerleştirmeye başlamıştı. Alçak, üç ayaklı yatağını odanın duvarına dayamış; otelin sahibinden yalvar yakar almayı başardığı Rus gözlemesi gibi yassı, sert ve belki de yine Rus gözlemesi gibi yağlı, şilteye benzer küçük bir şeyi yatağın üzerine seriyordu.
Arabacı ve uşak bu işlerle uğraştığı sırada, bey ortak salona gitti. Her yolcu bu ortak salonları oldukça iyi bilir. Yağlı boyayla boyanmış, pipo dumanından üst kısımları kararmış ve alt kısımlarının ise çeşit çeşit yolcunun; daha çok da pazarların kurulduğu gün gelip ünlü “birkaç bardak çaylarını” içen yerli tüccarların sırtlarını dayayarak kirlettiği hep o aynı duvarlar, aynı isli tavan, garsonun üzerinde tıpkı deniz kıyısındaki kuşlar gibi bir yığın çay fincanının olduğu tepsiyi kıvraklıkla sallayarak yıpranmış muşambanın üstünde koşuşturduğunda kıpırdayıp şıngırdayan, her yerinden cam sarkan aynı avize, bütün duvarlarda yağlı boyayla yapılmış aynı tablolar… Kısacası bütün salonlar gibiydi burası da. Yalnızca tek bir fark vardı ki o da tablolardan birinde resmedilen perinin, sanıyorum ki okuyucunun bu dünyada asla göremeyeceği kadar büyük memeleriydi. Ne var ki doğanın buna benzer cilveleri, Rusya’ya ne zaman ve nereden getirildiği bilinmeyen çeşitli tarihî tablolarda bulunur. Bazı zamanlarda bizim sanatsever asilzadelerimiz bile tavsiye üstüne bu tabloları İtalya’dan getirtmiştir. Bey, başından kasketini çıkardı ve boynundaki capcanlı renkteki yün atkısını çözdü. Bu tarz atkıları evli beylere eşleri kendi elleriyle örerler, nasıl bağlayacaklarına dair oldukça ayrıntılı talimatlar verirler; bekârlara ise bu atkıları kim örüyor bilemem, bunu ancak Tanrı bilir; ben böyle bir atkı hiç takmadım ki. Bey, atkısını çıkardıktan sonra yemek sipariş etti. Ona meyhanelere özgü, gelip giden yolcular için saklanan birkaç haftalık börekle lahana çorbası, beyinli bezelye, sisli lahana, kızarmış tavuk, salatalık turşusu ve her daim servis edilmeye hazır tatlı ve tuzlu börek gibi çeşitli yemeklerden getirdiler. Bütün bu yiyecekler ona ısıtılmış ya da öylece soğuk bir şekilde getiriliyordu. Garsona meyhaneyi önceden kimin işlettiği, şimdi kimin işlettiği, iyi kâr yapıp yapmadığı, patronların büyük bir alçak olup olmadığı gibi yığınla saçma soru soruyordu. Garson, diğer garsonlar gibi “Ah, hem de çok büyük bir dolandırıcıdır beyim!” diye cevapladı.
Kültürlü Avrupa’da olduğu gibi kültürlü Rusya’da da garsonla konuşmadan hatta bazen onlara tuhaf şakalar yapmadan yemek yiyemeyen oldukça fazla sayıda saygın insan vardır. Ne var ki yolcu yalnızca boş sorular sormakla kalmıyordu. Olağanüstü ayrıntılı bir şekilde şehrin valisinin, meclis başkanının, savcısının kim olduğunu soruşturuyordu. Kısacası önemli tek bir devlet memurunu bile atlamamıştı ama daha da ayrıntılı olarak hatta belki de büyük bir ilgiyle, bütün önemli toprak beylerini de soruşturuyordu. Kimin kaç tane canı vardı? Şehirden ne kadar uzakta yaşıyordu hatta karakterleri nasıl ve şehre ne sıklıkla geliyorlardı? Vilayetin durumunu; ilde ateşli salgın hastalıkların, ölümcül sıtma nöbetlerinin, çiçek hastalığının ve buna benzer şeylerin olup olmadığını dikkatle soruşturuyor ve bunları basit bir meraktan çok daha öte görülecek bir titizlikle soruyordu. Bu beyin ağırbaşlı bir tavrı vardı ve büyük bir gürültüyle sümkürüyordu. Neden böyle yaptığı bilinmez ama burnundan boru sesine benzer bir ses çıkıyordu. Belli ki oldukça masum gözüken bu hareket ona meyhanedeki garsonun saygı duymasını sağlıyordu, öyle ki bu sesi her duyduğunda saçlarını savurur, daha saygılı bir şekilde doğrulur ve başını yere eğerek: “Bir şeye ihtiyacınız var mı efendim?” diye sorardı.
Bey, yemekten sonra bir fincan kahve içti ve Rus meyhanelerinde yumuşak yün yerine daha çok tuğla ve kaldırım taşına benzer bir şeylerle doldurulmuş gibi gelen yastığa sırtını vererek divana oturdu. Sonra esnemeye başladı ve kendisini uyuduğu odasına götürmelerini buyurdu, orada da kesintisiz iki saat boyunca uyudu. Uyanınca meyhanedeki garsonun ricası üzerine güzergâhını polise bildirmek amacıyla bir parça kâğıda rütbesini, adını ve soyadını yazdı. Garson merdivenlerden inerken kâğıtta yazanları heceleyerek okudu: “Müsteşar Pavel İvanoviç Çiçikov, toprak beyi, iş için geldi.” Garson henüz kâğıtta yazanları heceleyerek okuduğu sırada, Pavel İvanoviç Çiçikov şehirde gezintiye çıktı. Şehir çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu zira diğer vilayetlerden aşağı kalır bir yanının olmadığını fark etmişti. Taş evlerin sarı boyaları göz alıcıydı, daha mütevazı ahşap evlerse koyu griydiler. Evler bir, bir buçuk ve iki katlıydı, hepsinin vilayetteki mimarların zevklerine göre yapılmış çok güzel asma katları vardı. Bu evler yer yer tarla gibi geniş sokakların, sonu gelmeyen çitlerin arasında kaybolmuş, yer yer bir yığın hâlinde bir arada bulunuyorlardı. Burada daha çok insan ve hareketlilik vardı. Yağmurdan neredeyse boyası akmış, üzerinde çörekler ya da çizmeler olan bir başka yerde mavi pantolon resmedilmiş, Arşavlı bir terzinin adı yazan, kasket satan bir dükkânda “Yabancı Vasiliy Fedorov” ibaresi bulunan; bir başka yerdeyse kasket takmış, bizim tiyatroda sahneye en son çıkan oyuncular gibi giyinmiş iki oyuncunun bulunduğu bir bilardonun resmedildiği tabelalara rastlanılıyordu. Oyuncular istekalarıyla hedef almış, kolları ileriye doğru bükülmüş ve sanki az önce zıplamış gibi bacakları eğilmiş biçimde tasvir edilmişlerdi. Hepsinin altında da “İşte Müessesemiz” yazıyordu. Bazı yerlerde öylece sokağa konmuş, üzerinde fındık, sabun ve sabuna benzer kurabiyelerin olduğu masalar vardı. Üzerine çatalların saplandığı kocaman balık resimleri olan bir aşevi de vardı. Bunların hepsinden çok daha fazla dikkat çeken şey ise artık kararmış iki başlı devlet kartelasının yerini alan “meyhane” sözcüğüydü. Kaldırımlar berbat hâldeydi. Üçgen biçimindeki, yeşil yağlı boyayla oldukça güzel boyanmış desteklerle aşağıdan tutturulan incecik ağaçların olduğu şehir bahçesinde gezindi. Ne var ki bu ağaçlar sazlıklardan daha uzun olmamasına rağmen gazetelerde şöyle süslü bir haber yazılmıştı: “Belediye başkanımız sayesinde; kavurucu sıcakların olduğu günlerde serinlik veren, uzunca dallanıp budaklanmış gölgelikli ağaçların bulunduğu bahçemiz, şehrimize zenginlik katmıştır.” Ve şöyle devam ediyordu: “Vatandaşların kalplerinin, duyulan aşırı minnettarlıktan kaynaklanan titrek atışlarını ve sayın başkanımıza duydukları şükranın bir göstergesi olarak gözlerinden sicim gibi akan yaşları görmek çok duygulandırıcıydı.” Eğer gerekirse manastıra, devlet dairelerine ve valinin yanına en kısa yoldan nasıl gidileceğini polise sorduktan sonra, şehrin ortasından akan nehri görmek için yola koyuldu. Yoldaki direğe tutturulmuş afişi otele gittiğinde şöyle güzelce okumak için kopardı, ahşap kaldırımdaki güzel kadını büyük bir dikkatle izledi. Onun ardından askerî üniformalı bir genç elinde bohçasıyla yürüyordu. Ve hiçbir yerini unutmamak için bir kez daha çevreyi gözden geçirdikten sonra merdivenlerinde meyhanenin garsonuyla biraz oyalandığı oteldeki odasına doğru yola koyuldu. Çay içtikten sonra masanın başına geçti, mum getirilmesini buyurdu, cebinden afişi çıkardı, muma doğru tuttu ve sağ gözünü biraz kısarak okumaya başladı. Afişte ilgi çekici bir şeyler yazıyordu. Kotzebue’nun dramasının sahneleneceği, Rolla rolünü G. Paplyovin, Kora rolünü ise genç kız Zyablova’nın oynayacağı yazıyordu, diğer oyuncular pek de önemli değildi ne var ki afişteki her şeyi hatta parter[4 - Çok katlı tiyatro, sinema gibi yerlerde, sahnenin bulunduğu ilk kata ve burada bulunan koltuklara verilen ad. (ç.n.)] fiyatlarını bile okudu ve afişin şehir yönetiminin basımevinde basıldığını öğrendi. Sonra, başka bir şey yazılıp yazılmadığını öğrenmek için afişin diğer tarafını çevirdi ama hiçbir şey bulamayıp gözlerini ovuşturdu, afişi düzgünce katlayıp eline geçen her şeyi içine koymayı alışkanlık edindiği sandığına koydu. Anlaşılan o ki gün; bir porsiyon soğuk dana eti, bir tas ekşi lahana çorbası ve engin Rusya’nın bazı yerlerinde de söylendiği üzere “ölü gibi” derin bir uykuyla sona erdi.
Ertesi gün tamamen ziyaretlere ayrıldı. Çiçikov, kentin bütün yüksek rütbelilerini ziyaret etmeye koyuldu. Önce tıpkı Çiçikov gibi ne kilolu ne de zayıf olan, boynunda Aziz Anna Nişanı bulunan ve hatta yıldız nişanı almasının an meselesi olduğu söylenen valiye saygılarını sunmak için gitti. Vali çok iyi bir insandı, hatta bazen tül üzerine nakış bile işlerdi. Sonra vali yardımcısına gitti, ardından savcıya, meclis başkanına, emniyet müdürüne, mültezime,[5 - Açık artırma usulüyle, belirli eyaletleri kiraya verme yetkisi olan kişi. (ç.n.)] devlet fabrikalarının müdürlerine… Ne yazık ki dünyadaki bütün nüfuzlu kişileri hatırlamak biraz zordur ancak memnuniyetle söyleyebilirim ki Çiçikov, ziyaretler konusunda olağanüstü bir titizlik gösteriyordu. Hatta sağlık işleri müfettişi ve şehir mimarını bile ziyaret etti.
Sonrasında, başka kimleri ziyaret etmesi gerektiğini düşünerek uzun süre arabasında oturdu. Artık şehirde ziyaret etmediği memur kalmamıştı. Şehrin bütün nüfuzlu kişilerini ustalıkla pohpohlamıştı. Valiye laf arasında şehre girince kendini cennete gelmiş gibi hissettiğini, yolların her yerde kadife gibi olduğunu ve böyle bilge kişileri tayin eden yöneticilerin büyük övgülere layık olduğunu ima etmişti. Emniyet müdürüne şehirdeki polislerle ilgili oldukça gurur okşayıcı laflar etmişti, henüz yalnızca beşinci dereceden devlet memurları olan vali yardımcısı ve meclis başkanına bile iki kere yanlışlıkla “ekselansları” demiş, bu da onların çok hoşuna gitmişti. Bunun sonucunda vali, tam da o, evindeki davete katılmalarını istemiş, öteki memurlardan da kimi yemeğe kimi iskambil oynamaya kimiyse çay içmeye davet etmişti.
Çiçikov, belli ki kendisi hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Eğer konuşursa da belirgin bir alçak gönüllülükle, genel konulardan bahsediyor ve böyle durumlarda biraz edebî konuşuyordu. Bu dünyada önemsiz bir solucan olduğunu, merak edilmeye layık olmadığını, yaşamında birçok şey görüp geçirdiğini, memuriyetinde hakikat uğruna çok şey çektiğini, hatta hayatına kasteden birçok düşmana sahip olduğunu, şimdiyse sonunda huzura kavuşmayı arzulayarak hayatını geçirecek bir yer aradığını ve buraya gelince şehrin ileri gelenlerine saygılarını takdim etmeyi zorunlu bir borç olarak gördüğünü söylüyordu. İşte çok hızlı bir şekilde valinin davetinde kendini göstermekten kaçınmayan şehirdeki yeni kişiyle ilgili öğrenilen her şey bu kadardı. Bu davete hazırlanması iki saatten fazla zamanını almıştı ve kıyafetine daha önce hiç görülmediği kadar çok özenmişti. Yemeğin ardından biraz uyuduktan sonra banyosunun hazırlanmasını buyurdu ve olağanüstü uzun bir süre yanaklarını diliyle içeriden destekleyerek sabunla ovaladı, ardından meyhane görevlisinin omuzundaki havluyu alıp iki defa görevlinin suratına nefesini verdikten sonra kulaklarından başlayarak yüzünün her tarafını havluyla kuruladı. Sonra aynanın karşısında plastronunu taktı, burnundan sarkan iki tel kılı kopardı ve hemen yaban mersini kırmızısı frakını giydi.
Böylece giyindikten sonra arabasına binip alabildiğine geniş bir caddeden gelen cılız aydınlatmaların pencereden bir görünüp bir kaybolan ışıkları arasından geçti. Ne var ki valinin evi sanki balo varmışçasına aydınlatılmıştı. Fenerleri yanan arabalar, giriş kapısının önünde iki jandarma, uzaklardan gelen arabacıların bağrışmaları… Kısacası her şey olması gerektiği gibiydi. Çiçikov salona girince bir anlığına gözlerini kapamak zorunda kalmıştı çünkü mumlardan, lambalardan ve kadınların elbiselerinden gelen parlaklık korkunçtu. Her şey ışıl ışıldı. Siyah fraklar, tıpkı yazın sıcak temmuz vakitlerinde, açık pencerenin önünde ihtiyar kalfa kadının vurup parçalara ayırdığı ışıl ışıl parıldayan beyaz şekerin üstüne konan sinekler gibi kâh tek başına kâh bir küme hâlinde, bir görünüp bir kayboluyordu. Bütün çocuklar kadının etrafına toplanmış, çekici kaldıran sert elinin hareketlerini merakla izliyorlardı ve hafif havanın kaldırdığı sinekler sanki ev sahibi onlarmış gibi cesurca uçuyor, ihtiyarın pek iyi görmemesinden ve güneşin de gözünü rahatsız etmesinden faydalanarak bir sürü hâlinde şekerlere konup havalanıyorlardı. Bolluk ve zenginlik içindeki, adımbaşı her türlü yemeğin bulunduğu yaz mevsiminde şeker parçalarını yemek için değil; yalnızca kendilerini göstermek, üzerinde bir ileri bir geri uçuşmak, ön veya arka ayaklarını birbirine sürtmek, ya kanatlarının altını kaşımak ya da ön ayaklarının ikisini birden uzatıp kafalarının altına sürtmek, dönüp tekrar uçmak ve sonra yeni bir can sıkıcı sürü hâlinde tekrar konmak içindi.
Çiçikov, etrafa şöyle bir bakınmaya fırsat bulamadan vali onu kolundan yakalayıp eşiyle tanıştırdı. Konuk burada da davranışını değiştirmedi. Rütbesi ne çok yüksek ne de çok düşük olan, orta yaştaki birisi için oldukça güzel iltifatlarda bulundu. Dansa kalkan çiftler herkesi duvar diplerine kadar itince Çiçikov, ellerini arkasında kavuşturup birkaç dakika oldukça dikkatli bir şekilde onları izledi. Bazı hanımefendiler modaya uygun, çok güzel giyinmişlerdi, bazılarıysa kasabada bulabildikleriyle yetinmişlerdi. Her yerde olduğu gibi buradaki erkekler de iki gruba ayrılıyordu. Bunların ilki hanımefendilerin etrafında dört dönen zayıf erkeklerdi. Aralarından bazılarını Petersburglulardan ayırmak çok zordu. Onlar gibi ölçülü ve zevkle taranmış favorileri ya da sinekkaydı tıraş edilmiş oval yüzleri vardı; yine tıpkı onlar gibi hanımefendilerin yanında savsakça oturuyorlar, Fransızca konuşuyorlar ve kadınları Petersburg’daki gibi güldürüyorlardı. Bir diğer erkek grubu ise şişman ya da Çiçikov gibi ne zayıf ne de şişman olanlardan oluşuyordu. Bunlar diğerlerinin tam tersine hanımlara göz ucuyla bakıyor ve onlardan kaçınıyorlardı, yalnızca vali görevlilerinin olduğu tarafa henüz yeşil vhist[6 - 18 ve 19. yüzyıllarda yaygın olarak oynanan klasik bir İngiliz hile kartı oyunu. (ç.n.)] masasını kurup kurmadıklarına bakıyorlardı. Suratları şişkin ve yuvarlaktı, hatta bazılarında siğil ve çiçek bozuğu vardı. Saçları ne perçemli ne bukleli ne de Fransızların “Bana bakın hele!” tarzındaydı. Saçlarını ya çok kısa kestirmişler ya da uzatmışlardı, yüz hatlarıysa çok daha yuvarlak ya da sert görünüyordu. Şehirdeki en saygın memurlardı bunlar.
Heyhat! Şişmanlar bu dünyada işlerini nasıl yapacaklarını zayıflardan daha iyi bilirler. Zayıflar daha çok özel görevleri yerine getirirler ya da yalnızca oraya buraya gidip gelirler. Hayatları oldukça kolay, rahat ve tamamen emniyetsizdir. Şişmanlarsa her daim sabit görevlerde bulunurlar, bir yere oturdular mı emniyetli ve sağlam otururlar, böylece çok geçmeden oturdukları yer çatırdar ve altlarında ezilirler ama silinip gitmezler. Dış görünüşlerinde şatafatı sevmezler. Frakları zayıflarınki gibi tam oturmaz üstlerine; buna karşılık, sandıkları Tanrı vergisi lütuflarla doludur. Üç seneye varmadan zayıfın elinde rehin verilmemiş tek bir can bile kalmaz, şişmansa rahattır. Bir bakmışsın şehrin bir ucunda karısı için ev, sonra şehrin diğer ucunda bir başka ev, şehre yakın bir köy, en sonunda da bütün araziyi almış. Tanrı’ya ve hükümdara hizmet etmiş, herkesin saygısını kazanmış şişman en sonunda emekliliğe ayrılır, başka bir yere taşınır; şanlı, misafirperver bir toprak beyi olur ve yaşamaya, çok güzel yaşamaya başlar. Onun ardından zayıf vârisleri yerini alır, Rus alışkanlığıyla, babadan kalma bütün mal mülkü har vurup harman savurur. Çiçikov’un çevresindekileri izlerken aklından bu tarz düşüncelerin geçtiğini saklaması imkânsızdı ve en sonunda, neredeyse aralarındaki bütün yüzler ona tanıdık geldiği için şişmanların arasına girdi. Bu yüzlerin arasında kapkara, gür kaşlı ve sol gözünü sanki “Başka bir odaya gidelim kardeşim, orada sana bir şeyler söyleyeceğim.” dermiş gibi kırpıştıran ancak buna karşılık ciddi ve sessiz bir insan olan savcı; kısa boylu ama nüktedan ve felsefe yapmayı seven posta müdürü ve oldukça sağduyulu ve nazik bir insan olan meclis başkanı da bulunuyordu. Hepsi de Çiçikov’u sanki eski bir tanıdığıymış gibi selamladı, ne var ki o pek de hoş olmayan bir şekilde yana eğilerek selamlarına karşılık verdi. Burada oldukça nazik ve saygılı bir toprak beyi olan Manilov’la ve kendisini görür görmez ayağına basan, sonra da “Affedersiniz.” diyen, biraz hantal görünen Sobakeviç’le de tanışmıştı. Hemen eline iskambil kartlarını tutuşturdular, o da nazik bir selamlamayla aldı kartları. Yeşil masanın başına geçtiler ve akşam yemeğine kadar kalkmadılar. Bir işe kendinizi kaptırıp gittiğiniz her seferinde olduğu gibi muhabbet de oyun başlar başlamaz kesildi. Posta müdürü çok geveze birisi olsa da eline kartları alır almaz yüzü düşünceli bir hâl almış, alt dudağını üst dudağıyla kapamış ve tüm oyun boyunca öylece kalakalmıştı. Kartları atarken elini masaya sertçe vuruyor, kart eğer kızsa “Haydi bakalım ihtiyar kocakarı!” eğer papazsa “Haydi bakalım Tambov[7 - Rusya’nın batısında bulunan ve Tambov yönetim biriminin merkezi olan kent. (ç.n.)] köylüsü!” diyordu. Meclis başkanıysa “İşte şimdi tuttum bıyığından! Şimdi tuttum!” diyordu. Bazen kartları masaya vurarak atarken “Ah be, karo atmak oldu mu şimdi!” sesleri yükseliyor, bazen de kendi aralarında verdikleri isimleri kullanıyorlardı: “Sinek olmaz, kurt derler buna! Seni gidi kurt yeniği! Pike! Maça beyine bak!” Oyunun sonunda, her zamanki gibi oldukça yüksek sesle tartışıyorlardı. Bizim konuğumuz da tartışıyordu ama bunu öyle olağanüstü bir ustalıkla yapıyordu ki onun tartıştığını fark etseler de bunun hoş olduğunu düşünüyorlardı. Hiçbir zaman “Oynasanıza.” demez, “Buyurun oynayınız.” ya da “Sizin ikilinizi kırma onuruna eriştim.” gibi şeyler söylerdi. Rakipleriyle herhangi bir şeyde daha da fazla uyuşmak adına her seferinde onlara koku verilmesi için iki menekşe konulmuş gümüş tütün kutusunu uzatıp ikram ediyordu. Konuğun dikkati özellikle yukarıda bahsedilen toprak beyleri Manilov ve Sobakeviç üzerindeydi. Meclis başkanını ve posta müdürünü bir kenara çekip bu toprak beyleriyle ilgili sorular sormuştu. Misafirin yönelttiği birkaç soru onun yalnızca meraklı değil aynı zamanda oldukça titiz olduğunu da göstermişti çünkü ilk önce bu toprak beylerinin kaçar tane canı olduğunu, malikânelerinin durumlarını, sonra da isimlerini ve babalarının isimlerini sormuştu. Kısa sürede herkesi kendine hayran etmeyi başarmıştı. Henüz yaşı geçmemiş, her gülümsediğinde kıstığı şeker gibi tatlı gözleri olan toprak beyi Manilov, ondan oldukça etkilenmişti. Çiçikov’un elini uzun süre sıktı ve söylediğine göre şehir karakolundan yalnızca on beş verst uzaktaki köyünü ziyaret edip onu onurlandırmasını ısrarla rica etti. Çiçikov bu ricaya, başını oldukça nazik bir şekilde eğerek ve içtenlikle elini sıkarak bu ricayı büyük bir hevesle yerine getirmeye hazır olmakla kalmayıp bunu kutsal bir görev olarak gördüğünü söyleyerek karşılık verdi. Sobakeviç de özellikle Rus topraklarında bahadırların soylarının tükenmeye başladığı şu zamanlarda, eşine rastlanılması zor olan devasa boyutlardaki çizmeli ayaklarını hafifçe birbirine vurduktan sonra kısaca, “Bana da uğrayın.” dedi.
Çiçikov ertesi gün yemek ve davete katılmak için emniyet müdürünün evine gitti. Öğleden sonra saat ikiden gece saat üçe kadar “vhist” oynadılar. Çiçikov bu sırada, az biraz patavatsız birkaç kelam ettikten sonra ona “sen” diye hitap etmeye başlayan, otuzlu yaşlarındaki toprak beyi Nozdrev ile tanıştı. Nozdrev, emniyet müdürü ve savcıya da “sen” diye hitap ediyor ve dostça davranıyordu ama oyunun başına geçtiklerinde emniyet müdürüyle savcı onun koyduğu bahisleri ve attığı her bir kartı olağanüstü bir dikkatle takip ediyorlardı. Çiçikov ertesi günü, konuklarını üzerindeki biraz yağlı gömleği ve iki hanımefendiyle karşılayan meclis başkanının evindeki davette geçirdi. Sonra vali yardımcısının davetine, mültezimin düzenlediği büyük ziyafete, savcının evindeki küçük olmasına rağmen kalabalık görünen öğle yemeğine ve şehrin önde gelenlerinden birisinin sabah ayininden sonra atıştırmalıklar ikram ettiği, yine öğle yemeği sayılabilecek davetine gitti. Kısacası tek bir saatini bile otelde oturarak geçirmedi, oraya yalnızca uyumak için gidiyordu. Gittiği her yerde, her konuda söyleyecek bir şey buluyor, kendini deneyimli bir sosyete gibi gösteriyordu. Konu ne olursa olsun her zaman muhabbete dâhil oluyordu. At çiftliğinin mi konusu açılmıştı, hemen at çiftliğinden bahsediyordu; cins köpeklerinden mi konu açılmıştı, hemen dikkate değer bir düşüncesini paylaşıyordu; devam ettirilen mali bir soruşturmayla ilgili mi konuşuluyordu, hukuktan da anladığını gösteriyordu; bilardodan mı laf açılmıştı, o bilardoda asla ıskalamazdı; erdemden mi bahsediliyordu, bu konuda da oldukça iyi, hatta gözlerinde yaşlarla konuşurdu; konu sıcak şarap yapımı mıydı, bununla da ilgili hatırı sayılır bir bilgiye sahipti; bahsi geçen gümrük gardiyanları ve memurlarıysa sanki bir zamanlar o da bu meslekleri icra etmiş gibi onlar hakkında da fikirlerini dile getiriyordu. Ama en mükemmeli de nasıl iyi davranacağını ve kendini nasıl ifade edeceğini oldukça iyi biliyordu. Ne yüksek ne de alçak, tam da olması gerektiği gibi bir ses tonuyla konuşuyordu. Kısacası nereden bakarsanız bakın oldukça düzgün bir adamdı. Bütün memurlar bu yeni gelen kişiden memnunlardı. Vali onun iyi niyetli biri, savcı iş bilir biri, jandarma albayı bilgili, meclis başkanı yetkili ve saygın biri, emniyet müdürü hatırı sayılır ve nazik, emniyet müdürünün eşi çok kibar ve sevecen biri olduğunu söylüyordu. Hatta birilerinin iyi yönlerinden çok nadir bahseden Sobakeviç bile, şehirden oldukça geç bir vakitte dönüp kıyafetlerini çıkardıktan sonra sıska karısının yanına yatınca ona: “Valinin evindeki davete katıldım canım, emniyet müdürünün evindeki öğle yemeğine de gittim ve orada Pavel İvanoviç Çiçikov adında bir müsteşarla tanıştım. Mükemmel bir adam!” demişti. Buna karşılık karısı ise “Hımm!” demiş, onu ayağıyla itmişti.
Bu konukla ilgili oldukça gurur okşayıcı düşünceler oluşmuştu o şehirde. Bu düşünceler de konuğun garip bir özelliği ve iş yeri ya da okuyucunun hemen şimdi öğreneceği, oranın yerlilerinin dediği gibi pasaj ortaya çıkıp neredeyse bütün şehri şaşkınlığa uğratana dek sürüp gitmişti.

İKİNCİ BÖLÜM
Konuk şehre geleli bir hafta geçmişti. Her bir davete, öğle yemeğine katılıyor ve bu şekilde, dendiğine göre oldukça hoş zaman geçiriyordu. En sonunda şehir dışında ziyaretlerde bulunmaya ve söz verdiği üzere, toprak beyleri Manilov ve Sobakeviç’e de uğramaya karar verdi. Bu kararı almaya onu iten çok daha esaslı bir neden, çok daha ciddi, yüreğine dokunan bir mesele vardı. Ama bütün bunları okuyucu eğer bu sona yaklaştıkça daha da genişleyecek ve açılacak oldukça uzun öyküyü sonuna kadar okumaya sabredebilirse zamanı geldiğinde yavaş yavaş anlayacaktır. Arabacı Selifan’a sabah erkenden atları belirli arabalara koşması, Petruşka’ya evde kalıp odalara ve bavullara göz kulak olması emredilmişti.
Okuyucu için kahramanımızın bu iki köylüsüyle tanışmak fuzuli olmayacaktır. Bu iki köylü o kadar da önemli değiller, hatta ikinci ya da üçüncü dereceden kişiler bu uzun hikâyenin ana akışında bulunmazlar bile; yalnızca kimi yerlerde, onlara şöyle bir değinilip geçilir ama yazar her şeyi etraflıca anlatmayı çok sever ve Rus olmasına rağmen tıpkı bir Alman gibi özenli olmak istemektedir. Zaten onları anlatmak çok fazla yer ve zaman almayacaktır çünkü okuyucunun şimdiden bildiği şeylere, yani Petruşka’nın daha önce efendisinin kullandığı, üzerine biraz bol gelen kahverengi bir redingot giymesine, kendi sınıfındaki insanlara ait alışkanlıklarıyla oldukça büyük dudağı ve burnu olmasına eklenecek pek bir şey yok. Pek konuşkan bir mizacı yoktu, daha çok sessizdi. Hatta eğitime yani içeriğinin onu çok zorlamayacağı kitapları okumaya oldukça soylu bir eğilimi vardı. Bir âşığın serüveni olsun, alfabe kitabı ya da bir dua kitabı olsun onun için hiç fark etmez, hepsini aynı ilgiyle okurdu. Eline bir kimya kitabı geçse ona bile hayır demezdi. Onun ne hakkında okuduğu değil; okuma eyleminin kendisi, daha doğrusu harflerden bazı zamanlar ne anlama geldiğini bilmediği herhangi bir sözcüğün oluştuğu okuma süreci hoşuna giderdi. Daha çok sofada, yatakta ya da yassı ekmek gibi incecik olmuş, perişan hâldeki şiltede uzanarak okurdu. Okumaya karşı duyduğu tutku dışında, diğer karakteristik özelliklerini oluşturan iki alışkanlığı daha vardı: Kıyafetlerini değiştirmeden üzerinde redingotuyla olduğu gibi uyumak ve gittiği her yere kendine özgü o kokuyu, yaşanılan yere huzur veren kendi kokusunu götürmek. Böylelikle daha önce hiç kimsenin kalmadığı ıssız bir odada bile on yıl boyunca birileri yaşamış gibi hissettirmek için yalnızca oraya yatağını sermesi, paltosunu ve pılı pırtısını getirmesi yeterliydi. Çiçikov oldukça ihtiyatlı ve hatta bazı durumlarda oldukça zor beğenen bir adamdı. Sabahın erken vakitlerinde taptaze havayı içine çektikten sonra yüzünü buruşturur, başını sallayarak: “Ah be kardeşim! Çok mu terliyorsun sen ne? Bari banyoya girseydin.” derdi. Petruşka hiçbir cevap vermez ve orada herhangi bir işle uğraşmaya çalışırdı. Ya elindeki fırçayla efendisinin asılı frakının yanına gider ya da yalnızca ortalığı toparlardı. Sustuğu sıralarda ne düşünürdü? Belki de içinden “Aynı şeyi günde kırk kere tekrarlamaktan bıkmadın bir türlü.” derdi. Efendisinin ona nasihatler verdiği sıralarda bu kölenin ne düşündüğünü tahmin etmek zordur. Ancak Tanrı bilir! İşte Petruşka’yla ilgili ilk baştan söylenebilecek şeyler bunlardır. Arabacı Selifan ise bambaşka biriydi… Ama yazar, deneyimlerinden yola çıkarak okuyucuların alt sınıf ile ilgilenmeye pek de istekli olmadığını bilerek bu tabakaya ait insanlarla uğraştırmaktan büyük hicap duyar. İşte Ruslar böyledir. Kendilerinden yalnızca tek bir sınıf üstte olan kişiyle yakın olmaya can atar ve bir kont ya da prensle selamlaşmak bile sıkıca kurulmuş bütün dostane ilişkilerden daha iyi gelir onlara.
Yazar, müsteşar olan kahramanından bile şüphe eder. Onunla belki de saray müsteşarı tanışabilir ama general rütbesine ulaşanlar, Tanrı bilir, nasıl ayaklarının dibinde dolananlara o küçümseyici bakışlardan atarlarsa ona da böyle yapacaklardır. Her iki türlü de acıklıdır, ne var ki artık kahramanımıza geri dönmemiz gerek. Gerekli emirleri akşamdan vermiş, sabah çok erken vakitte uyanmış, yüzünü yıkamış, yalnızca pazar günleri yaptığı gibi (o gün de bir pazar günüydü) tepeden tırnağa ıslak süngerle her yerini ovalamış, sinekkaydı tıraş olmuş yanakları tıpkı parlak bir atlasa benzemişti. Parlak kırmızı bir frak ve ayı postundan paltosunu giymiş, meyhane hizmetçisinin kâh bir koluna kâh diğer koluna girerek merdivenlerden inmiş ve arabasına binmişti. Araba otelin avlusundan sokağa gümbürtüyle çıktı. Sokaktan geçen papaz şapkasını çıkardı, gömlekleri kirlenmiş birkaç çocuk: “Bu yetimlere sadaka verin beyim!” diyerek ellerini uzattılar. Arabacı, bu çocuklardan birisinin arabaya asılmaya niyetlendiğini fark edince kırbacını savurdu ve araba taşların üstünden hoplaya zıplaya ilerlemeye devam etti. İleride kaldırımın da her türlü işkencenin de son bulduğu gibi yakında biteceğini gösteren çizgi çizgi, inip kalkan parmaklığı görmek insanın içini rahatlatıyordu. Birkaç kere daha başını arabanın tavanına sertçe vurduktan sonra Çiçikov nihayet yumuşak toprağa geçmişti.
Şehir henüz geride kalmıştı ki daha önce yazdığımız gibi alışıldığı üzere yolun her iki tarafında saçmalıklar belirmeye başlamıştı. Küçük toprak tümsekleri, köknarlar, kısa ve seyrek genç çam ağacı çalıları, ihtiyarlamış yabani fundaların yanık gövdeleri ve buna benzer bir sürü saçmalıklar… Bir ip gibi dizilmiş köyler vardı. Oymalı ahşaplarla kapatılmış gri çatıları ve altında motif işlenmiş gibi saçak süslemeleriyle, eski odunlara benzeyen evler vardı. Birkaç köylü, âdet olduğu üzere sırtlarında koyun postundan gocuklarıyla avlu kapısının önündeki peykelere oturmuş, esniyorlardı. Dolgun suratlı, göğüslerinin altından bağlanmış kıyafetleriyle kadınlar, yukarıdaki pencerelerin arkasından bakıyorlardı, aşağıdaysa buzağılar ya da domuzların ablak suratları görünüyordu. Kısacası bildik bir manzaraydı. On beşinci versti geçince Manilov’un söylediğine göre burada onun köyünün olması gerektiğini hatırladı ama on altıncı versti geçtiklerinde görünürde köy falan yoktu. Neyse ki karşıdan iki köylü geliyordu. Zamanilovka köyünün uzakta olup olmadığını sorduklarında köylüler şapkalarını çıkardı, bunların daha zeki görünen keçi sakallı olanı cevap verdi:
“Zamanilovka değil de Manilovka olmasın?”
“Ha evet, Manilovka.”
“Manilovka! Bir verst daha gidip sağa dönmeniz gerek.”
“Sağa mı?” diye sordu arabacı. “Evet, sağa.” dedi köylü. “O yol doğrudan Manilovka’ya çıkar. Zamanilovka diye bir köy yok. Yani Manilovka derler o köye, Zamanilovka diye bir köy yoktur buralarda. Sonra tam tepenin üstünde taştan yapılmış, iki katlı bir bey evi göreceksin. Yani beyin kendisi oturur o evde. Manilovka köyü orasıdır işte, Zamanilovka diye bir köy burada hiç yoktur, olmamıştır da.”
Manilovka köyünü arayıp bulmaya koyuldular. İki verst daha gittikten sonra köy yolundaki bir dönemece denk geldiler ama iki, üç hatta dört verst gitseler de görünürde taştan yapılma iki katlı bir ev yoktu. Çiçikov tam da orada eğer bir arkadaşı onu on beş verst ötedeki köyüne davet ettiyse bu köyün muhakkak otuz verst ötede olduğu anlamına geldiğini hatırladı. Manilovka köyü, konumu itibarıyla size çekici gelebilir. Beyin evi gelip geçenlerin görebileceği yerde, yani tepede, nereden esmek isterse istesin çevresi dört bir yandan açık bir şekilde tek başına duruyordu. Evin bulunduğu tepenin yamacındaki çimenler biçilmişti. Bu yamaçta leylak çalılarının, sarı akasya ağaçlarının bulunduğu iki-üç İngiliz çiçek tarhı seriliydi. Tepesindeki ince yapraklarını uzatmış beş-altı huş ağacı küçük kümeler oluşturmuştu. Bunların ikisinin altında yassı, yeşil kubbeyle kapatılmış, maviye boyanmış sütunlarında “Münzevi Düşünce Manastırı” yazan kameriye[8 - Bahçelerde yazın oturmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılı süslü çardak. (ç.n.)] görünüyordu. Aşağıda, Rus toprak beylerinin İngiliz bahçeleri kadar bakımsız olmasa da üzeri yeşilliklerle örtülmüş bir gölet vardı. Boylu boyunca kararmış yamacın eteklerinde ve kısmen yamaçta, kahramanımızın, nedendir bilinmez hemen atılıp başlayıp iki yüz kadarını saydığı kütüklerden yapılmış eski kulübeler vardı. Bu kulübelerin arasında hiçbir yerde ne tek bir ağaç ne de yeşillik yetişmişti, çevrede yalnızca bir tomruk görünüyordu. Elbiselerinin eteklerini güzelce kıvırıp her tarafından beline sokmuş, gölette dizlerine kadar suyun içinde yürüyen; iki sopaya bağladıkları, içine iki yengeçle bir çamça balığı takılmış yırtık ağı sürükleyen iki köylü kadın bu manzaraya canlılık veriyordu. Kadınlar kendi aralarında tartışıyor ve bir şeyler yüzünden birbirlerine küfrediyor gibi görünüyorlardı. İleride yan tarafta iç bunaltıcı, mavi bir çam ormanı vardı. Hava da ormanın iç bunaltıcı oluşuna katkı sağlıyordu. Hava ne açık ne de kapalıydı, yalnızca garnizon askerlerinin, -o da sadece barış zamanları- pazar günleri sarhoş olduklarında üstlerine geçirdikleri eski üniformalarında rastlanan açık gri bir renk vardı gökyüzünde. Bu tablonun tamamlanması için, o bilindik çapkınlık işleri yüzünden kafasıyla diğerlerinin beyinlerine kadar delik deşik etmesine rağmen havanın değişeceğini önceden haber veren horozu da unutmamak lazım. Horoz avaz avaz bağırıyor, eskimiş hasırlar gibi açtığı kanatlarını çırpıyordu. Avluya yaklaşırken Çiçikov girişte, üzerinde yün kumaştan yapılma yeşil redingotuyla, yaklaşan arabayı daha iyi görebilmek için elini alnına kaldırıp gözlerine siper ederek duran ev sahibini fark etti. Araba girişe yaklaştıkça ev sahibinin gözleri daha neşeyle bakmaya, gülümsemesi de yüzüne gitgide daha fazla yayılmaya başlamıştı. Çiçikov arabadan atlayınca “Pavel İvanoviç!” diye bağırdı en sonunda. “Demek nihayet hatırladınız bizi!”
İki ahbap birbirlerini sertçe öptüler, Manilov da misafirini odaya götürdü. Onlar şilteyi, antreyi ve yemek odasını oldukça kısa bir sürede geçecek olsalar da biz bu zamanı ev sahibiyle ilgili bir şeyler anlatmak için kullanalım. Ama yazar buna girişmenin pek de kolay olmadığını itiraf etmelidir. Büyük insanların karakterini betimlemek çok daha kolaydır. Bütün boyayı boca edersin tuvale; kavurucu, kapkara gözler, incecik kaşlar, kırışık dolu bir alın, omuzlarda siyah ya da ateş gibi kıpkırmızı bir manto… İşte portre tamamdır. Ancak dış görünüşleri birbirine çok benzeyen, dünyada çokça bulunan bütün bu beyefendilere bakarsanız belli belirsiz birçok özellikleri olduğunu görürsünüz. Bu insanların betimlenmesi, portre ressamları için oldukça zordur. Onların en ince, neredeyse görülmesi imkânsız özelliklerini gözler önüne sermek için dikkat kesilmeniz ve gözlem yapma ilminin hilelerini oldukça ilerletmeniz gerekir.
Manilov’un nasıl bir karaktere sahip olduğunu yalnız Tanrı bilir. Şu atasözleriyle anılan insanlar vardır: Kendi hâllerinde, etliye sütlüye karışmaz, ne alandan ne satandan olur. Belki de Manilov da bu tür bir insandı. İlk bakışta boylu boslu bir adamdı. Yüz hatları hoştu ama bu hoşlukta haddinden fazla tatlılık var gibiydi. Davranış ve tavırlarında yaltakça bir yakınlık vardı. Çekici bir gülümseyişi, sarı saçları ve mavi gözleri vardı. Onunla konuşmaya başladığınızda daha ilk andan “Ne kadar da hoş ve iyi kalpli bir adam!” demeden edemiyordunuz. Bir dakika sonra hiçbir şey söylemez, sonraysa “Nasıl biri olduğunu şeytan bilir!” der ve yanından uzaklaşırdınız. Uzaklaşmazsanız da inanılmaz bir can sıkıntısı hissederdiniz. Ondan herhangi bir insana sataştığınızda neredeyse hepsinden işitebileceğiniz, sert, hatta mağrur hiçbir söz duymayı bekleyemezdiniz. Herkesin bir tutkusu vardır. Kimi tazıları sever kimi büyük bir müzik hayranı olduğunu ve müziğin bütün derinliklerini mükemmel bir şekilde duyumsadığını sanır kimiyse yemek yemeye bayılır; kimi boyunu aşan işlere girişir kimi daha dar düşünceli olma isteğiyle uyur ve ahbaplarına, tanıdıklarına ve hatta tanımadıklarına gösteriş olsun diye hassa yaveriyle gezinse nasıl olurdu diye hayallere dalar kimi öyle hırslıdır ki inanılmaz bir şekilde, karo asının ya da ikilisinin ucunu kıvırmayı ister kimiyse yine aynı amaçla işlerini düzene sokmak için istasyon şefine ya da arabacıya sinsice yaklaşır. Kısacası herkesin kendine has tutkusu vardır ama Manilov’un yoktu. Evdeyken oldukça az konuşur, çoğunlukla düşüncelere dalardı ama ne düşündüğünü yine Tanrı bilir. Ev işleriyle ilgilendiği söylenemezdi, hatta tarlaya bile hiç gitmemiştir. Bütün işler kendi kendine yapılırdı. Çiftlik kâhyası “Efendim, şunu şöyle yapsak iyi olurdu.” dediğinde genellikle, oldukça mütevazı, nazik ve tahsilli sayıldığı orduda görev aldığı vakitlerden kalma alışkanlığıyla, piposunu tüttürerek “Evet, iyi olur.” diye cevap verirdi. “Evet, hem de çok iyi olur.” diye tekrar ederdi. Bir köylü, ensesini kaşıyarak yanına gelip “Efendim, izin verin çalışmaya gideyim, para kazanmam gerek.” dediğinde “Haydi git bakalım.” diye cevap verirdi yine piposunu tüttürerek ve köylünün içki içip sarhoş olmaya gittiği aklına bile gelmezdi. Bazı zamanlar evin girişinde durur, avluya ve havuza bakarak birdenbire evin altından bir geçit açtırsa ya da havuzun, köylüler için gerekli olan ufak tefek her türlü şeyi satabilecekleri dükkânların olacağı, iki kıyısını birbirine bağlayacak taş bir köprü inşa ettirse ne kadar da güzel olurdu diye konuşmaya başlardı. Bunlardan bahsettiği sırada gözleri olağanüstü tatlılaşır, yüzünde çok hoş bir ifade belirirdi. Ne var ki bütün bu planları neticesiz kalırdı. Çalışma odasında daima, iki senedir devamlı okuduğu, on dördüncü sayfasına işaret koyduğu bir kitap dururdu. Evinde her daim bir eksiklik bulunurdu. Misafir odasında çok şık, ipek bir kumaşla kaplanmış, hiç de ucuza mal olmadığı belli olan, mükemmel mobilyalar vardı ama henüz iki koltuğu eksikti ve üzerleri yalnızca hasırla örtülmüştü. Ne var ki ev sahibi birkaç yıl boyunca konuklarına, “Bu koltuklara oturmayın, henüz hazır değiller.” uyarısında bulunmuştu. Bir diğer odadaysa evlendikten sonraki ilk günlerde “Canım benim, yarın gidip bu odaya geçici de olsa bir koltuk koymak gerek.” demesine rağmen hiç mobilya yoktu. Akşamları masanın üstüne üzerinde şık bir sedef kalkanla, üç antik figürün olduğu, koyu bronzdan, mükemmel bir şamdan getirirler; yanına da bakırdan, bir yana doğru eğilmiş, kırık bir diğer şamdanı koyarlardı ve ne ev sahibi ne eşi ne de çalışanlar bunu hiç mi hiç fark etmezlerdi. Manilov’un karısı ise… Ne var ki birbirlerinden oldukça hoşnuttular. Sekiz yıldan uzun süredir evliliklerini devam ettirseler de hâlâ birbirlerine küçük bir parça elma, şeker ya da ceviz getirir ve sevgilerini belli eden dokunaklı, sevecen bir ses tonuyla “Aç bakalım ağzını bir tanem, şunu ye.” derlerdi. Sonra da ağız tabii ki oldukça zarif bir şekilde açılırdı. Doğum günleri için sürprizler hazırlanırdı. Kürdan için bir çeşit boncuklu kılıf, bunlardan biriydi. Sık sık divanda otururken birden, nedendir bilinmez Manilova piposunu, karısı da elinde ne iş varsa bırakır, birbirlerini öyle baygın ve uzun uzun öperlerdi ki bu sırada küçük bir saman sigarasını içip bitirmek mümkündü. Kısacası çok mutluydular. Tabii ki de evde devamlı öpüşmeler ve sürprizler dışında birçok değişik uğraşın ve sorulacak birçok sorunun olduğu söylenebilir. Örneğin neden mutfakta aptalca ve anlamsız yemekler pişiriliyordu? Kiler neden bomboştu? Anahtarlar neden hırsız bir kadına verilmişti? Hizmetliler neden hep pasaklı ve sarhoşlardı? Bütün uşaklar neden hiç durmadan uyuyor ve kalan vakitlerinde de oyalanıp duruyorlardı? Ama bütün bunlar önemsiz konulardı ve Manilova iyi eğitim görmüştü. Ancak bilindiği gibi yatılı okullarda çok daha iyi eğitim alınırdı. Yine yatılı okullarda bilindiği gibi insani erdemi üç ana özellik oluştururdu: Mutlu bir aile hayatı için gerekli olan Fransızca, eşinle hoş dakikalar geçirmek için piyano ve sonuncusu da para çantaları ve başka sürprizler dikmek, yani ev hanımlığı. Ne var ki özellikle de günümüzde yöntemlerde çeşitli gelişmeler ve değişiklikler vardır. Tüm bunlar daha çok sağduyuya ve yatılı okulların özüne bağlıdır. Diğer yatılı okullarda ilk sırada piyano, sonra Fransızca, en son ev hanımlığı gelir. Bazen de ev hanımlığı, yani sürprizlerin dikilmesi önce gelir, sonra Fransızca, en son da piyano. Birçok farklı yöntem vardır. Manilova hakkında bir şeyler daha söylemekten zarar gelmez ama itiraf edeyim, hanımefendiler hakkında bir şeyler söylemekten çok korkarım, hem birkaç dakikadır misafir odasının kapısının önünde dikilip yol vermek için birbirlerini razı etmeye çalışan kahramanlarımıza dönme vaktidir.
Çiçikov, “Lütfettiniz, benim için böyle huzursuz olmayınız, önden buyurun.” diyordu.
Manilov eliyle kapıyı göstererek:
“Hayır, Pavel İvanoviç. Hayır, siz misafirsiniz.”
Çiçikov ise “Hayır, zahmet etmeyin lütfen. Zahmet etmeyin. Lütfen geçiniz.” diyordu.
“Hayır, affınıza sığınıyorum, böylesine iyi, tahsilli bir misafirin arkamdan gelmesine izin veremem.”
“Niçin tahsilliymişim? Lütfen buyurunuz.”
“Rica ederim, önden buyurun.”
“Nedenmiş o?”
Manilov tatlı bir tebessümle, “Nedenini sorgulamayın canım!” dedi.
Nihayet iki dost yan dönüp birbirlerini biraz sıkıştırarak kapıdan geçtiler.
“İzin verin size karımı takdim edeyim.” dedi Manilov. “Canım benim! Pavel İvanoviç burada!”
Çiçikov, Manilov ile birlikte kapıda selam vermek için eğilirken daha önce hiç mi hiç fark etmediği hanımefendiyi gördü. Kadın güzeldi, yüzüne uygun bir şekilde giyinmişti. İpek kumaştan yapılmış, soluk renkli uzun sabahlığı üzerine oldukça güzel oturmuştu. Küçük, ince bileği masanın üzerine aceleyle bir şey fırlattı ve köşeleri işlemeli patiska mendili avucunun içinde sıktı. Oturduğu divandan doğruldu, Çiçikov hoşnut bir şekilde kadının eline yaklaştı. Manilova biraz peltek bir şekilde Çiçikov’un gelişine çok sevindiklerini ve kocasının onu anmadan tek bir gün bile geçirmediğini söyledi.
“Evet.” diye ekledi Manilov. “Karım da bana hep ‘Ee, senin şu dostun gelmeyecek mi?’ diye sorardı. ‘Bekle canım, gelecek.’ derdim ben de. Nihayet ziyaretinize mazhar olduk. Gerçekten de bize büyük zevk verdiniz. Bayram ettik. Gönlümüzü hoş ettiniz…”
Çiçikov konunun Manilov’un gönlünü hoş etmeye kadar ulaştığını duyunca biraz mahcup oldu ve mütevazı bir şekilde ne herhangi bir şöhrete ne de bir rütbeye sahip olduğunu söyledi.
“Hepsine de sahipsiniz.” diye sözünü kesti Manilov yine o aynı tatlı tebessümüyle. “Hepsine sahipsiniz hatta daha fazlasına…”
“Şehrimizi nasıl buldunuz?” diye ekledi Manilova. “Burada hoş vakit geçirdiniz mi?”
“Çok hoş, harika bir şehir.” diye cevapladı Çiçikov. “Ve hoş vakit geçirdim. Buranın halkı oldukça nazik.”
“Peki, valimizi nasıl buldunuz?” dedi Manilova.
“Çok saygıdeğer ve nazik bir insan değil mi sizce de?” diye ekledi Manilov.
“Gerçekten de öyle.” dedi Çiçikov. “Çok saygıdeğer bir insan. Tam da işinin ehli! Böyle insanların daha fazla bulunmasını istemek gerekir.”
Manilov keyiften gözlerini, patisiyle kulağını hafifçe kaşıyan bir kedi gibi neredeyse tamamen kısmış, bir tebessümle:
“Herkesi nasıl da kabul eder, ne kadar da nazik bir insandır bilirsiniz.” dedi.
“Çok ince ruhlu ve hoş bir insandır.” diye devam etti Çiçikov. “Ve ne kadar da hünerlidir! Bu kadarını ben bile tahmin edemezdim. Çeşit çeşit desenleri ne de güzel nakşeder! Bana kendi diktiği para kesesini göstermişti. Çok az hanımefendi böyle güzel nakış işleyebilir.”
Manilov yine gözlerini kısarak:
“Peki ya vali yardımcısı? Çok tatlı biri öyle değil mi?” dedi.
“Çok ama çok saygıdeğer bir insandır.” diye cevapladı Çiçikov.
“İzniniz olursa size şunu sorayım: Emniyet müdürünü nasıl buldunuz? Çok hoş bir insan, öyle değil mi?”
“Olağanüstü hoş bir insan. Hem de öyle zeki öyle tahsilli ki! Savcı, meclis başkanı ve onunla gece geç vakitlere kadar vhist oynamıştık. Çok saygıdeğer biri.”
“Peki, emniyet müdürünün karısı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye ekledi Manilova. “Sevimli bir kadın değil mi?”
“Tanıdığım kadınlar arasında en saygıdeğerlerinden birisi olabilir.” diye cevapladı Çiçikov.
Ardından meclis başkanı ve posta müdürü de atlanmadı ve böylelikle şehirdeki saygıdeğer görünen neredeyse bütün memurlardan bahsedildi.
Nihayet soru sorma sırası Çiçikov’a gelince:
“Zamanınızı hep köyde mi geçirirsiniz?” dedi.
“Çoğunlukla köyde.” diye cevap verdi Manilov. “Ama bazen yalnızca tahsilli insanlarla görüşmek için şehre gideriz. Bilirsiniz, hep içe kapalı yaşarsanız yabanileşirsiniz.”
“Evet, doğru.” dedi Çiçikov.
“Tabii eğer komşularınız iyiyse örneğin nezaketten, iyi davranışlardan muhabbet edebileceğin birisiyse ruhunu harekete geçirecek bir çeşit bilimle ilgileniyorsa, insanın ruhunun süzülüp gitmesini sağlıyorsa…” diye ekledi Manilov. Cümlenin sonunda bir şeyler daha söylemek istedi ama söylediklerinin birbirini tutmadığını fark edince sadece elini şöyle bir sallayıp devam etti: “O zaman köyler ve inzivaya çekilmek çok daha hoş olurdu. Ancak böyle birisi yok tabii… Burada yalnızca Vatan Evladı’nı okuyoruz.”
Çiçikov inzivaya çekilmekten, doğa manzarası izlemekten ve zaman zaman herhangi bir kitabı okumaktan daha güzel bir şey olamayacağını söyleyerek bu fikre tamamen katıldı.
“Ancak biliyor musunuz, düşüncelerini paylaşacak bir arkadaşınız olmazsa…” diye ekledi Manilov.
“Ah, doğru hem de çok doğru!” diye lafını kesti Çiçikov. “Dünyanın bütün serveti arkadaştır. Ne demiş bir bilge? ‘Paran olmasın, muhabbet edecek iyi arkadaşların olsun.’ ”
Manilov, yüzünde becerikli bir sosyete doktorunun hastasını memnun etmek için hazırladığı şurubu tatlandırırkenki ifadesiyle:
“Hem biliyorsunuz, Pavel İvanoviç! O zaman bir tür ruhani zevk alıyorsunuz… Örneğin şu an kader sizinle konuşma ve hoş sohbetinize dâhil olma şansını bana verdiğinde aldığım zevk gibi…”
“Bağışlayın ancak hoşsohbet de nereden çıktı? Önemsiz bir insanım ben, daha fazlası değil.” diye cevapladı Çiçikov.
“Ah! Pavel İvanoviç, izin verirseniz açık sözlü olayım. Sizin sahip olduğunuz meziyetlerin bir parçasını elde etmek için bütün servetimin yarısını memnuniyetle verirdim!”
“Aksine benim açımdan sizin meziyetlerinizin çok daha üstün olduğunu söyleyebilirim…”
İçeri giren hizmetli, yemeğin hazır olduğunu haber etmeseydi bu iki ahbabın hislerini dökmeleri nereye varacaktı bilinmez.
“Kusurumuza bakmayın.” dedi Manilov. “Eğer parke döşeli salonlarda ya da başkentlerde yediğiniz türden yemeklerimiz yoksa bizi bağışlayın. Bizde yalnızca Rus âdetlerine uygun olarak lahana çorbası var ancak bütün içtenliğimizle hazırladık. Kusurumuza bakmayın.”
Burada bir süre daha ilk kimin gireceği üzerine tartıştılar ve en sonunda Çiçikov yana kayarak yemek odasına girdi. Yemek odasında, Manilova’nın artık uzun sandalyeler üstünde olsa da masanın başına oturtulacak yaşta iki oğlu vardı. Başlarında kendilerine saygıyla ve tebessümle eğilerek selam veren öğretmenleri duruyordu. Ev sahibesi kendi çorba kâsesinin başına oturdu, misafir de onunla Manilov’un arasına geçti, hizmetli de çocukların boyunlarına mendillerini bağladı.
Çiçikov çocuklara bakarak:
“Ne kadar da tatlılar. Kaç yaşındalar?” dedi.
“Büyüğü sekiz yaşında, küçüğüyse daha dün altı yaşına bastı.” dedi Manilova.
Manilov, uşağın bağladığı mendili çenesinden çıkarmaya çalışan büyük çocuğa dönerek:
“Femistoklius!” dedi.
Çiçikov, kısmen Yunanca olan ve Manilov’un nedendir bilinmez, sonuna “lius” harflerini koyduğu bu ismi duyunca kaşlarını hafifçe yukarı kaldırdı ama o sırada yüzünü ifadesiz tutmaya çalıştı.
“Femistoklius, söyle bakalım, Fransa’nın en güzel şehri hangisidir?”
Bu sırada öğretmen bütün dikkatini Femistoklius’a yöneltti, çocuğun gözlerini oymak istiyor gibi görünüyordu ama Femistoklius nihayet “Paris.” dediğinde tamamen rahatladı ve başını salladı.
“Peki, bizim en güzel şehrimiz hangisidir?” diye bir kez daha sordu Manilov.
Öğretmen tekrar dikkat kesildi.
“Petersburg.” diye cevap verdi Femistoklius.
“Başka?”
“Moskova.” diye yanıtladı.
“Akıllı yavrum benim!” dedi Çiçikov. “Peki, söyle bakalım…” diye devam etti şaşkınlık dolu bir bakışla Manilova’ya bakarak: “Bu yaşta ne kadar da bilgili! Bu çocuğun çok iyi yerlere geleceğini söylemem gerek!”
“Ah, siz daha tanımıyorsunuz onu. Olağanüstü keskin bir zekâsı vardır. Küçük olan Alkid ise o kadar da hızlı düşünemez ama şimdi küçük bir böcek ya da herhangi bir haşere gördü mü birden dikkat kesilir ve peşlerinden koşuşturmaya başlar. Onu diplomat yapacağım.”
Sonra tekrar büyük oğluna dönerek:
“Femistoklius, elçi olmak ister misin?” diye lafına devam etti.
Femistoklius bir yandan ağzındaki ekmeği çiğneyip bir yandan da başını sağa sola sallarken:
“İsterim.” diye cevap verdi.
Bu sırada daha geride duran uşak, geleceğin elçisinin burnunu sildi ve çok da iyi yaptı yoksa bizim elçinin sümük damlaları çorbasına karışıp gidecekti. Masada huzurlu bir hayatın zevkinden konu açıldı, ev sahibesinin şehir tiyatroları ve oyuncularıyla alakalı düşünceleri yarıda kesildi. Öğretmen konuşanları oldukça dikkatli bir şekilde izliyor, güleceklerini anladığı anda ağzını açıp gülmeye gayret ediyordu. Öğretmen büyük ihtimalle kıymet bilen bir insandı ve iyi davranışlarından ötürü ev sahibine borcunu böyle ödemek istiyordu. Ne var ki bir keresinde yüzü pek sert bir hâl aldı ve karşısındaki çocuklara bakarak masaya sertçe vurdu. Tam da yerinde bir davranıştı çünkü Femistoklius, Alkid’in kulağını ısırıyordu. Alkid ise gözleri kapalı, ağzı açık bir şekilde en perişan hâliyle katıla katıla ağlamaya hazırdı ki ağlamasının onu yemekten kolayca mahrum bırakabileceğini hissedip ağzını önceki şekline getirdi ve gözlerinde yaşlarla, iki yanağını da yağ içinde bırakan koyun kemiğini kemirmeye başladı. Ev sahibesi sık sık Çiçikov’a: “Hiçbir şey yemiyorsunuz, neredeyse tek lokma almadınız.” diyordu. Buna karşılık Çiçikov her seferinde: “Çok teşekkürler ancak doydum, hoş bir sohbet herhangi bir yemekten çok daha güzeldir.” diye cevap veriyordu.
Artık masadan kalkmışlardı. Manilov pek bir hoşnuttu, misafirinin sırtına elini koymuş, böylelikle onu misafir odasına götürmeye hazırlanıyordu ki Çiçikov birden oldukça ciddi bir tavırla, onunla çok önemli bir konuyu konuşmak istediğini söyledi.
“Öyleyse izninizle çalışma odama geçelim.” dedi Manilov ve onu, mavileşmiş ormana açılan pencerelerle donatılmış küçük odasına götürdü. “İşte benim köşem.”
Çiçikov etrafa göz gezdirerek:
“Hoş bir oda.” dedi.
Oda gerçekten de çok hoştu. Duvarlar grimsi mavi bir boyayla boyanmıştı; dört sandalye, bir koltuk ve üzerinde daha önce de bahsettiğimiz üzere sayfasına işaret konmuş kitapların, karalanmış birkaç kâğıdın ve en çok da tütünün olduğu masa vardı. Tütün her tarafa yayılmıştı. Kâğıt paketlerin, tütün kutusunun içinde olduğu gibi masanın üstüne de dökülen bir yığın tütün vardı. Her iki pencerenin önü de oldukça düzgün bir şekilde ve özenle dökülmüş pipo külüyle doluydu. Ev sahibinin zamanını böyle geçirdiği belliydi.
“Buyurun, şu koltuklara oturun.” dedi Manilov. “Daha rahat edersiniz.”
“İzin verirseniz sandalyeye oturayım.”
Manilov tebessümle:
“İzninizle ısrar edeceğim. Bu koltuğumu, misafirlere tahsis ettim. İsteseniz de istemeseniz de oraya oturmanız gerek.”
Çiçikov oturdu.
“Size pipo ikram edeyim.”
Çiçikov güler yüzle, hüzünlüymüş gibi görünerek:
“Hayır, içmiyorum.” diye cevapladı.
Manilov aynı güler yüzlülük ve hüzünle:
“Neden?” dedi.
“Alışkın değilim, korkuyorum. Hasta ediyor derler.”
“İzin verirseniz bunun bir ön yargıdan ibaret olduğunu söylemeliyim. Hatta pipo içmenin enfiye çekmekten daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Bizim askerdeki alayda çok iyi, oldukça tahsilli bir teğmen vardı. Masa başında hatta müsaadenizle söylüyorum özel yerlerde bile piposunu ağzından hiç düşürmezdi. İşte o, kırk yaşını geçmesine rağmen Tanrı’ya şükür şimdiye kadar daha sağlıklı olamazdı.”
Çiçikov, doğada engin akıllar için bile açıklanamaz, bunun gibi birçok şeyin gerçekten de var olduğunu söyledi.
Çiçikov garip ya da neredeyse garip bir ses tonuyla:
“Ama önce şunu sormama izin verin…” dedi ve ardından nedendir bilinmez arkasına bakıp durdu. Manilov da aynı şekilde bakıyordu. “Sayım kâğıdını[9 - Nüfus sayımı sırasında oluşturulan serf listesi. (ç.n.)] ne kadar zaman önce gönderdiniz?”
“Uzun süre geçti. Doğrusunu söylemek gerekirse hatırlamıyorum.”
“O zamandan bu yana kaç köylünüz öldü?”
“Bilmemin imkânı yok. Bunu sanıyorum kâhyaya sormak gerek. Hey, buraya bak! Kâhyayı çağır, bugün burada olması lazım.”
Kâhya geldi. Henüz kırk yaşına varmamış, yüzü tıraşlı, üzerinde redingotu olan, yüzündeki tombulluğa bakılırsa çok huzurlu bir yaşam sürüyor gibi görünen bir adamdı. Derisinin sarımsı rengi ve küçük gözleri kuş tüyünden yatağın ne demek olduğunu çok iyi bildiğini gösteriyordu. Onu görür görmez efendisinin diğer bütün kâhyaları gibi yaşadığı anlaşılıyordu. Önceleri yalnızca evdeki okuma yazma öğrenme çağında olan bir çocuktu, sonra efendinin gözdesi olan oda hizmetçisi Agaşka’yla evlenmiş, kendisi önce hizmetçi sonra da kâhya olmuştu. Kâhya olduktan sonra ise diğer tüm kâhyalar gibi davranmıştı. Köydeki varlıklı insanlarla zamanını geçirmiş, yoksulların sırtına daha fazla yük bindirmiş, sabah saat dokuzda uyanıp semaveri bekleyip çay içmişti.
“Şimdi beni dinle dostum! Sayım yapıldığından bu yana kaç köylümüz öldü?”
Kâhya bir yandan hıçkırıp bir yandan da eliyle ağzını bir kalkan gibi kapatarak:
“Kaç kişi mi? O zamandan bu yana çok köylü öldü.” dedi.
“Evet, itiraf edeyim ben de öyle düşünmüştüm.” diye atıldı Manilov. “Evet, çok fazla köylü öldü!” Çiçikov’a dönüp “Gerçekten çok fazla.” diye ekledi.
“Peki, bir sayı vermeniz gerekirse ne derdiniz?” diye sordu Çiçikov.
“Evet, kaç kişi?” diye atıldı Manilov.
“Kaç kişi diyebiliriz? Kaç kişinin öldüğü belli değil, hiç kimse saymadı ki!”
Manilov, Çiçikov’a dönerek:
“Evet, öyle. Ben de çok kişinin öldüğünü düşünmüştüm ama kaç kişinin öldüğü hiç belli değil.”
“Siz sayın lütfen, sonra da hepsinin tam bir listesini çıkarın.” dedi Çiçikov.
“Evet, tam bir liste olsun.” dedi Manilov.
Kâhya, “Başüstüne!” dedi ve oradan uzaklaştı.
Kâhya uzaklaşırken Manilov:
“Bu liste size neden lazım?” diye sordu.
Bu soru Çiçikov’u biraz zorlamış gibi görünüyordu, yüzünde gergin bir ifade belirmişti, hatta kızarmıştı bile. Söylemek istediklerini kelimelerle rahatça ifade edemeyecek olmasından kaynaklanan bir gerginlikti bu. Aslında Manilov daha önce hiç işitmediği böyle garip ve alışılmadık şeyleri sonunda duymuştu.
“Neden diye sormuştunuz sanırım. Şöyle ki köylüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov, duraksadı ve cümlesinin devamını getiremedi.
“Yalnız izin verin size şunu sorayım: Toprak köylüsü mü yoksa topraksız köylü mü satın almak istiyorsunuz?”
“Hayır, benim istediğim öyle köylüler değil. Ölüleri satın almak istiyorum…” dedi Çiçikov.
“Nasıl? Affedersiniz… Kulağım biraz ağır işitir, çok garip bir şeyler duydum sandım…”
“Ölmesine rağmen nüfus sayımında canlı kabul edilen köylüleri satın almak istiyorum.” dedi Çiçikov.
Manilov durduğu yerde ağzındaki pipo çubuğunu yere düşürdü ve ağzı birkaç dakika boyunca açık kaldı. Arkadaşlığın iyiliklerinden bahseden bu iki dost, aynanın her iki tarafında karşılıklı asılmış iki portre gibi birbirlerinin gözlerine bakarak bir süre hareket etmediler. Nihayet Manilov pipo çubuğunu yerden aldı ve Çiçikov’un dudaklarında alaycı bir gülümseme olup olmadığına ya da şaka yapıp yapmadığına bakmak için aşağıdan yüzüne bir bakış attı ama Çiçikov hiç de öyle görünmüyordu, aksine yüzü her zamankinden daha ciddiydi. Sonra misafiri, birdenbire aklını mı kaçırdı diye düşündü ve korkuyla ona baktı ama Çiçikov’un bakışları oldukça netti, aklını kaçıran insanların gözlerinde dolaşan o vahşi, rahatsız edici parıltıdan eser yoktu. Her şey düzgün ve yerli yerindeydi. Manilov ona nasıl davranıp ne diyeceğini bilemiyor, ağzında kalan dumanı çok ince bir şerit şeklinde dışarı üflemekten başka bir şey aklına gelmiyordu.
“Sonuç olarak, gerçekte yaşamayıp yasaya uygun olarak hayatta sayılan köylüleri bana vermeyi, devretmeyi düşünür müsünüz bilmek isterim. Ya da siz bunun adına ne demek isterseniz.”
Manilov öyle utanmış ve aklı karışmıştı ki Çiçikov’a bakakalmıştı.
“Tereddüt ediyorsunuz sanırım, öyle değil mi?” dedi Çiçikov.
“Ben mi? Hayır, öyle değil ama anlayamıyorum. Affedersiniz… Sizinki gibi her bir hareketinizde belli olan yüksek bir eğitim almadım, kendimi ustaca ifade de edemem. Belki de burada… Söylediğinizin altında başka bir şey gizliyorsunuz… Belki de üslubunuzu güzelleştirmek için yapıyorsunuzdur bunu, öyle değil mi?”
“Hayır, gerçekten de ölen köylülerden bahsediyorum.” dedi Çiçikov.
Manilov şaşırıp kalmıştı. Bir şeyler yapması gerektiğini, soru sorması, ne olursa olsun herhangi bir soru sorması gerektiğini hissediyordu. En sonunda dumanı bu sefer ağzından değil burun deliklerinden bir kez daha dışarı çıkardı.
“Eğer bir mahzuru yoksa Tanrı’nın izniyle satın alma işlemine başlayabiliriz.” dedi Çiçikov.
“Nasıl yani? Ölü canları satın almak için mi?”
“Ah, hayır! Sayım listesinde de gösterildiği gibi canlı olduklarını yazacağız. Hiçbir şekilde kanun dışına çıkmamaya alışkınım. Bunun yüzünden başım çok ağrıdı gerçi ama af buyurun görev benim için kutsaldır. Kanunun önünde eğilirim.”
Bu son sözler Manilov’un hoşuna gitmişti ama bu işin asıl anlamını hiç mi hiç kavrayamamıştı. Herhangi bir cevap vermek yerine piposunu öyle sert bir şekilde içine çekti ki tıpkı bir fagot[10 - Çift kamışlı ve tek parçalı, ahşaptan yapılma, üflemeli bir çalgı. (ç.n.)] gibi hırıldamaya başladı. Bu eşi benzeri görülmemiş görevden bir anlam çıkarmaya çalışıyor gibi görünüyordu ama piposunun hırıltısından başka hiçbir şey duyulmuyordu.
“Şüpheye düşmüş olabilir misiniz acaba?”
“Ah! Bağışlayın ancak hiç mi hiç şüphe duymuyorum. Sizi eleştiren hiçbir şey düşünmüyorum ama şunu eklememe izin verin: Bu girişim ya da daha fazlasını ifade etmek gerekirse bu ticaret Rusya’nın kurallarına ve halkın geleneklerine ters düşmez mi?”
Tam da bu sırada Manilov başını hafifçe hareket ettirip Çiçikov’a yüzünün bütün hatlarını göstererek oldukça imalı bir şekilde baktı. Birbirine bastırılmış dudakları yüzüne öyle derin bir ifade katıyordu ki karman çorman bir işle uğraşan çok zeki bir bakan dışında hiç kimsede eşine rastlanılmazdı.
Ama Çiçikov yalnızca, bu girişimin ya da ticaretin halkın geleneklerine ve Rusya’nın kurallarına aykırı olmadığını söyledi. Birkaç dakika sonraysa hazinenin bundan kazanç bile sağladığını ekledi zira yasaya uygun olarak vergi elde edeceklerdi.
“Ne düşünüyorsunuz?”
“İyi olacağını düşünüyorum.”
“Öyle diyorsanız işler değişir. İsteğinizi kabul ediyorum.” dedi Manilov. Oldukça rahatlamıştı.
“Şimdi geriye bir tek fiyatta anlaşmak kaldı.”
“Fiyat mı?” dedi Manilov bir kez daha ve duraksadı. “Çeşitli nedenlerden yaşamını kaybetmiş insanlar için para almaya kalkacağımı düşünüyorsunuz herhâlde. Eğer böylesine fantastik bir istekle bana geldiyseniz o zaman ben de onları size hiçbir karşılık almadan veriyor, satın alma ücretlerini de üstleniyorum.”
Bütün bu olayların anlatıcısı, Manilov’un sarf ettiği bu sözlerin ardından misafirin çok memnun olduğunu söylemeden geçerse büyük bir sitemle karşılaşacağını düşünmektedir. Ne kadar ağırbaşlı ve makul bir insan olsa da neredeyse tıpkı bir keçi gibi yerinden sıçrayacaktı ve bilindiği gibi bu yalnızca en güçlü sevinç anlarında yaşanan bir şeydir. Oturduğu koltukta öyle sert döndü ki yastığın yün kumaşını yırttı. Manilov ise onu şaşkınlıkla izliyordu. Zorlama bir minnettarlıkla öylesine teşekkür ediyordu ki Manilov kızarıp bozuluyor, başını iki yana sallıyordu. Nihayet bu yaptığının hiç önemli olmadığını, gönlünden geçenleri, ruhunun istediğini göstermenin iyi olduğunu, hayatını kaybetmiş köylülerinse hiçbir değeri olmadığını söyledi.
Çiçikov onun elini sıkarken:
“Çok da değersiz değiller.” dedi. Tam o sırada derince bir nefes vermişti. İçi rahatlamış gibi görünüyordu. Sonra büyük bir heyecan içinde:
“Değersiz dediğiniz şeyle bana, akrabaları ve sülalesi olmayan birine ne büyük bir iyilik yaptınız bir bilseniz! Ben ne zorluklara göğüs germedim ki? Tıpkı azgın dalgaların arasındaki bir barka[11 - Büyük sandal. (ç.n.)] gibi… Ne baskılara göğüs germedim ne acılar tatmadım ki? Peki, ne için? Doğrudan şaşmamak, vicdanımı temiz tutmak, çaresiz dullara ve talihsiz yetimlere el uzatmak için!” Bu sırada gözlerinden akan yaşları mendiliyle siliyordu.
Manilov çok duygulanmıştı. Bu iki ahbap, uzun süre birbirlerinin ellerini sıkıp hiçbir şey söylemeden birbirlerinin gözlerine baktılar. İkisinin de gözlerinde yaşlar belirmişti. Manilov kahramanımızın elini bırakmayı hiç mi hiç istemiyordu ve öyle sert sıkıyordu ki Çiçikov elini nasıl kurtaracağını bilemiyordu. Nihayet yavaşça elini çekip satın alma belgelerini en kısa sürede hazırlamasının, bizzat kendisinin şehre gelmesinin iyi olacağını söyledi. Sonra şapkasını aldı ve vedalaşmaya hazırlandı.
Manilov birden kendine gelip neredeyse korkan bir hâlde:
“Ne o? Hemen gitmek mi istiyorsunuz?” dedi.
Tam bu sırada odaya Manilova girdi. Manilov hüzünlü bir şekilde:
“Lizanka, Pavel İvanoviç bizi bırakıyor!” dedi.
“Çünkü Pavel İvanoviç’i usandırdık.” diye cevapladı Manilova.
“Hanımefendi! Tam da burada (tam o sırada elini kalbine koymuştu) evet, tam da burada sizinle geçirdiğimiz zamanın güzellikleri, yaşamaya devam edecek! Ve inanın ki benim için sizinle değil aynı evde, komşunuz olarak bile yaşamaktan daha büyük bir mutluluk kaynağı olamaz.”
Bu fikirden çok hoşlanan Manilov:
“Biliyor musunuz Pavel İvanoviç; sizinle böyle aynı çatı altında yaşasak ya da herhangi bir karaağacın gölgesinde bir şeyler hakkında filozofluk etsek, gülüşsek ne güzel olurdu!”
Çiçikov iç çekerek:
“Ah! Cennette yaşıyormuşum gibi gelirdi bana!” dedi. “Elveda, hanımefendi!” diye devam etti Manilova’nın eline yaklaşarak. “Elveda, saygıdeğer dostum! Ricamı unutmayın!”
“Ah! Hiç merak etmeyin!” diye cevapladı Manilov. “Birkaç gün sonra tekrar görüşeceğiz.”
Hepsi yemek odasına gittiler.
Çiçikov, tahtadan yapılma kollarıyla burnu olmayan oyuncak süvariyle oynayan Alkid ve Femistoklius’a bakarak:
“Elveda, sevgili çocuklar!” dedi. “Elveda, minik çocuklarım. Size hediye getirmediğim için beni bağışlayın çünkü dünyaya geldiğinizi bile bilmiyordum ama bir dahaki sefere kesinlikle getireceğim. Sana kılıç getireceğim, ister misin?”
“İsterim.” diye cevapladı Femistoklius.
Çiçikov, Alkid’e doğru eğilerek:
“Sana da bir trampet getireceğim, öyle değil mi?” diye devam etti.
Alkid başını eğip fısıldayarak:
“Tırımpit.” diye cevapladı.
“Güzel, sana da trampet getireceğim. Öyle güzel bir trampet getireceğim ki hep şöyle ses çıkaracak: Turrr… ru… tra-ta-ta, tata-ta… Elveda canlarım! Elveda!” Sonra onları başlarından öptü ve yüzünde çocukların arzularını, masumiyetini bildiğini gösteren bir tebessümle Manilov ile karısına döndü.
Herkes artık giriş kısmına geldiğinde:
“Burada kalın, Pavel İvanoviç! Hava nasıl da kapandı baksanıza.” dedi Manilov.
“Küçük bulutlar var sadece.” diye cevapladı Çiçikov.
“Sobakeviç’e giden yolu biliyor musunuz?”
“Bunu size sormak istemiştim.”
“İzin verin arabacınıza tarif edeyim.” Bu sırada Manilov arabacıya gayet nazik bir şekilde yolu tarif etti, hatta bir kere “siz” diye bile hitap etti.
Arabacı iki dönemeci geçip üçüncüden dönmeleri gerektiğini duyunca:
“Buyurun yola koyulalım efendim.” dedi ve Çiçikov da parmak ucunda yükselen ev sahiplerinin mendil sallamaları ve veda edişleri eşliğinde oradan ayrıldı.
Manilov uzaklaşan arabayı bakışlarıyla takip ederek uzun bir süre giriş kapısının önünde durdu ve araba artık gözden kaybolmaya başladığında o hâlâ ayakta dikiliyor, piposunu tüttürüyordu. Nihayet içeri girdi, sandalyeye oturdu, misafirini az da olsa mutlu edebildiği için sevinç duyarak düşüncelere daldı. Sonra düşünceleri belli belirsiz başka konulara kaydı. Dostluğun insana verdiği mutluluğu, arkadaşıyla herhangi bir nehrin kıyısında yaşasaydı ne güzel olacağını düşünüyordu. Sonra bu nehrin üzerine bir köprü; üstünde bütün Moskova’yı görebileceğin, tepe köşkü kadar yüksek, akşamları açık havada çay içip hoş konulardan sohbet edebileceğin devasa bir ev inşa edeceklerdi. Sonra Çiçikov ile birlikte güzel kupa arabaları içinde, hoşça karşılandıkları bir cemiyete gireceklerdi ve sözde onların dostluklarını öğrenen çar, onlara generallik verecekti. Manilov en sonunda kendisinin bile ne düşündüğünü bilemez hâle gelmişti. Çiçikov’un tuhaf ricası, birdenbire onun bütün hayallerini kesip attı. Onun ricası bir türlü aklına oturmamıştı. Kafasında evirdi çevirdi ama yine de bir açıklama bulamadı ve akşam yemeğine kadar orada, öylece oturup piposunu tüttürdü.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Çiçikov, oldukça memnun bir şekilde, uzun süredir ana yolda giden arabasında oturuyordu. Çiçikov’un merakının ve yöneliminin nelerden oluştuğu bir önceki bölümde oldukça açıktı, bu nedenle bütün bedeni ve ruhuyla düşüncelere dalıp gitmesinde şaşılacak bir şey yok. Aklındaki varsayımlar, tahminler ve düşüncelerin çok hoş oldukları yüzünden belli oluyordu zira ikide bir memnun bir gülümseyişin izleri beliriyordu. Bu düşüncelerle meşgulken arabacısının, Manilov’un çalışanlarının karşılamasından ne kadar memnun olduğuna hiç mi hiç dikkat etmemişti. Arabacı da sağ tarafa koşulmuş, semirmiş ata oldukça önemli uyarılarda bulunuyordu. Bu semirmiş at, kurnaz mı kurnazdı. Yalnızca arabayı çekiyormuş gibi yapıyor; doru bir atla jüri üyesinden alındığı için adını Üye koydukları İzabel ve dondaki[12 - Atların değişik bir sarı renkteki örtücü kılları. (ç.n.)] diğer at ise arabayı çekmek için bütün güçlerini sarf ediyorlardı. Bizim semirmiş atın, bundan ne kadar zevk aldığı da gözlerinden belli oluyordu. Selifan, kamçısını kaldırıp tembel atın üzerinde şaklatarak: “Sen kurnazlık etmeye devam et! Ben senden daha da kurnazım!” dedi. “İşini de nasıl iyi bilirsin sen, pantolonlu Alman seni![13 - Almanları sevmeyen Rusların, onlara garip gelen Alman kıyafetlerini hatırlatarak kullandıkları, aşağılama anlamı taşıyan bir söz. (ç.n.)] Doru olan nasıl da uysal, görevini nasıl da eksiksiz yapıyor. Ona memnuniyetle fazladan bir ölçek yemek vereceğim çünkü çok uysal bir at. Üye de öyle… Ne o? Ne diye öyle sallıyorsun kulaklarını? Konuştuğumda beni dinle aptal hayvan! Sana kötü şeyler öğretecek değilim ya cahil! Şu sürünüşe bak hele!” dedi. Bu sırada “Ah barbar, ah! Lanet Bonapart seni!” diyerek bir kez daha şaklattı kırbacını. Daha sonra hepsine “Haydi bakalım, koçlarım benim!” diye bağırdı ve cezalandırmak için değil de onlardan memnun olduğunu göstermek için üçünü de kırbaçladı. Onları hoşnut ettikten sonra bir kez daha semirmiş ata döndü: “Yaptıklarını gizlediğini sanıyorsun herhâlde? Hayır, sana saygı gösterilsin istiyorsan doğru düzgün davran. Bak, yanlarına gittiğimiz toprak beyinin adamları nasıl da iyilerdi. İyi insanlarla memnuniyetle konuşurum. İyi insanlar her zaman dostum, ahbabım gibidir. Eğer iyi bir insansa onunla memnuniyetle çay da içerim yemek de yerim. İyi insana herkes saygı duyar. Bak, bizim beyimize nasıl da saygı duyuyorlar çünkü devlette görev almış, müsteşar olmuş…”
Böyle konuşmaya devam eden Selifan en sonunda soyut kavramlara dalıp gitmişti. Eğer Çiçikov, onun konuşmalarına kulak kabartsaydı kendisiyle ilgili birçok ayrıntıyı öğrenebilirdi ama onun aklı kendi konularıyla meşguldü. Çok güçlü bir gök gürültüsü onu kendine getirip etrafına bakınmak zorunda bıraktı. Bütün gökyüzünü yağmur bulutları kaplamıştı, tozlu posta yoluna yağmur damlaları saçılmaya başlamıştı. Ardından bu sefer çok daha şiddetli ve yakından bir gök gürültüsü duyuldu; bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur önce yan taraftan, ardından bir sağdan bir soldan, sonra da yönünü değiştirip yukarıdan yağmaya başlamış; arabanın üzerinde trampet çalıyordu.
Artık Çiçikov’un yüzüne yağmur damlaları geliyordu. Bu yüzden yol manzarasını izlediği iki küçük yuvarlak pencerenin deriden yapılma perdelerini kapatmak ve Selifan’a daha hızlı gitmesini söylemek zorunda kalmıştı. Konuşması tam ortadan kesilen Selifan da acele etmesi gerektiğini anlamış; oturduğu yerin altından gri çuhadan, süprüntü bir kumaş çıkarıp beceriksizce üstüne örtmüş, elindeki dizginleri sıkmış ve verdiği öğütlerle tatlı bir şekilde gevşeyen atlarına bağırmıştı. Ama Selifan, iki mi yoksa üç mü dönemeç geçtiklerini hatırlamıyordu. Yolları kafasında canlandırıp hatırlayınca çok fazla dönemeci geride bıraktığını anladı. Rus insanı, belirleyici anlarda ne yapması gerektiğini uzunca ölçüp biçmeden bulduğu için ilk kavşaktan sağa dönerken: “Haydi bakalım saygıdeğer dostlar!” diye bağırdı ve döndüğü yolun nereye gideceğini düşünmeden atları dörtnala sürdü. Ne var ki yağmur çabuk dineceğe benzemiyordu. Yolu kaplayan toz, hızlıca çamura dönüştü; atlar her geçen dakika arabayı daha da zor çekiyordu. Sobakeviç’in köyünü uzun bir süre görmediği için Çiçikov, endişelenmeye başlamıştı. Hesaplamasına göre şimdiye kadar çoktan köye varmış olmalıydı. Etrafına bakıyordu ancak hava zifirî karanlıktı. En sonunda başını arabanın arka kısmından uzatarak:
“Selifan!” diye seslendi.
“Buyurun efendim?” diye cevapladı Selifan.
“Bak bakalım, köy gözüküyor mu?”
“Hayır efendim, hiçbir yerde yok!”
Selifan bunu söyledikten sonra kırbacını sallayıp bir şarkı tutturdu ancak bu bir şarkıdan çok uzunca, sonu gelmek bilmeyen bir şeydi. İçinde yok yoktu: Rusya’nın her yerinde atları yönlendirip canlandıran bütün bağırışlar, dilinin ucuna ilk gelen her türlü sıfat… Bu sıfatlar öyle bir seviyeye ulaştı ki en sonunda onlara “sekreterler” demeye başladı.
Bu sırada Çiçikov arabanın her yerinin sallanıp onu sarstığını fark etti, bu yüzden yoldan çıkıp belki de tarlada gittiklerini düşündü. Selifan da aynı şeyi düşünmüş olacak ki ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
“Dolandırıcı adam! Hangi yoldan gidiyorsun sen?” dedi Çiçikov.
“Bu havada yapacak bir şeyim yok beyim! Bu karanlıkta kamçımı bile göremiyorum!” diye cevapladı Selifan. Bunu söyledikten sonra araba öyle bir yana yattı ki Çiçikov, iki eliyle tutunmak zorunda kaldı. Tam da o anda Selifan’ın sarhoş olduğunu anladı.
“Dikkat et! Dikkat et! Devireceksin!” diye bağırdı.
“Hayır efendim, devirir miyim ben hiç!” dedi Selifan. “Devirmenin iyi bir şey olmadığını ben kendim de biliyorum, bu yüzden hiç devirmem.” diye ekledi. Sonra arabayı yavaşça çevirdi, çevirdi ve bir kez daha çevirdi… En sonunda araba tamamen yan yattı. Çiçikov, elleri ve bacakları üzerine çamura düştü. Selifan atları durdurdu, zaten yorgunluktan kendileri duracaklardı. Böylesine umulmadık bir kaza, Selifan’ı çok şaşırtmıştı. Efendisi çamurda debelenip ayağa kalkmaya çalıştığında Selifan aşağı inmiş, iki elini beline dayamış, arabanın önünde duruyordu. Biraz düşündükten sonra “Gördün mü, nasıl da devrildi!” dedi.
“Kunduracı gibi sarhoşsun!” dedi Çiçikov.
“Hayır efendim, sarhoş olur muyum hiç! Sarhoş olmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. Arkadaşla muhabbet ettik çünkü iyi insanla muhabbet edilebilir, birlikte bir şeyler atıştırdık, bunda kötü bir şey yok. Meze atıştırmaktan zarar gelmez, iyi insanla bir şeyler atıştırılabilir.”
“En son sarhoş olduğunda ne demiştim ben sana? Ha? Unuttun mu?” dedi Çiçikov.
“Hayır asil beyefendi, unutmam mümkün mü? Ben işimi iyi bilirim. Sarhoş olmanın kötü bir şey olduğunu biliyorum. İyi bir insanla muhabbet ettim çünkü…”
“Seni öyle döverim ki iyi bir insanla muhabbet etmek nasılmış görürsün!”
“Siz nasıl lütfederseniz öyle yapın efendim.” diye cevapladı her şeye razı gelen Selifan. “Kırbaçlayacaksanız kırbaçlayın. Hiç itiraz etmem. Yaptığım şey yüzünden ne diye dövmeyeceksiniz ki? Efendimin iradesindedir. Köylü şımarıklık yaptığında kırbaçlamak gerek, düzeni sağlamak gerek. Beceriksizlik yaptıysam kırbaçlayacaksınız tabii ki. Ne diye kırbaçlamayacakmışsınız?”
Çiçikov bu fikirlere ne cevap vereceğini bilemedi. Ama bu sırada talih, onlara merhamet etmeye karar vermiş gibi görünüyordu. Uzaklardan bir köpeğin havlaması işitildi. Sevinen Çiçikov, atları koşturmayı emretti. Rus arabacıların görüşleri yerine sezgileri vardır; bu nedenle gözlerini kapatıp arabayı bazen dörtnala sürseler de her daim bir yerlere varırlar. Selifan karanlıkta hiçbir şey görmeden atları doğruca köye öyle bir sürdü ki anca arabanın oku duvara çarpıp da gidecek yeri kalmadığında durdu. Çiçikov, sağanak yağmurun arasından yalnızca çatıya benzer bir şey gördü. Selifan’ı avlu kapısını aramaya gönderdi. Eğer Rus topraklarında, kapıcılar yerine parmaklarıyla kulaklarını kapatmasını gerektirecek kadar yüksek sesle havlayan atılgan köpekler olmasaydı hiç şüphesiz daha uzun bir süre aramaya devam ederlerdi. Tek bir pencerede ışık, bir an için görünüp kayboldu ve duvara kadar yolculara avlu kapısını gösteren sisli bir şerit hâlinde uzayıp gitti. Selifan kapıyı çaldı, kısa sürede küçük kapı açılınca içeriden kuşaklı kaftanıyla bir adam göründü ve efendiyle hizmetçi, hırıltılı bir kadın sesi duydular.
“Kim çaldı kapıyı? Ne istiyorsunuz?”
“Yolcuyuz, anneciğim. İzin ver, burada geceleyelim.” dedi Çiçikov.
“Şu kıvraklara bak hele!” dedi ihtiyar kadın. “Hem de gece vakti gelmişler! Burası han değil ki! Malikânenin sahibesi yaşar burada.”
“Ne yapalım anneciğim, yolumuzu kaybettik. Bu vakitte bozkırda gecelemek olmaz ki!”
“Evet, hava karardı, tekin değil.” diye ekledi Selifan.
“Kapat çeneni, aptal!” dedi Çiçikov.
“Tamam ama siz kimsiniz?” dedi ihtiyar kadın.
“Soyluyum, anneciğim.”
“Soylu” kelimesi, ihtiyar kadını biraz düşündürmüş gibiydi.
“Bekleyin hanımıma sorayım.” dedi ve birkaç dakika sonra elinde fenerle geri döndü.
Avlu kapısı açıldı. Diğer pencereden bir ışık görünüp kayboldu. Avlu kapısına yanaşan araba, karanlıkta seçilmesi güç olan küçük bir kulübenin önünde durdu. Pencereden sızan ışık, kulübenin yalnızca bir yarısını aydınlatıyordu; önünde doğrudan yine aynı ışığın düştüğü küçük bir su birikintisi de görünüyordu. Yağmur ahşap çatıya gürültüyle yağıyor, altına konmuş fıçının içine sanki bir dere geçiyormuş gibi şırıltıyla akıyordu. Bu sırada köpekler, her türden sesler çıkarıyorlardı. Birisi başını kaldırmış, sanki Tanrı bilir bunun için maaş alıyormuş gibi tutkuyla, ağır ağır uluyordu; diğeriyse zangoç gibi aceleyle havlıyordu, bu ikisinin arasında postacı zili ya da kıpır kıpır bir soprano gibi çınlayan minik bir yavru köpek vardı ve nihayet iri yarı bir köpeğin bas sesi de duyuldu. İhtiyar bir köpek olmalıydı çünkü konser bütün hızıyla devam ederken şarkı söyleyen bir kontrbas gibi hırıltılı sesler çıkarıyordu. Herkes başını yukarıya kaldırmış, tenorlar yüksek notalara çıkmak için büyük bir istekle parmak uçlarına yükselmiş; o ise tek başına tıraşsız çenesini kravatına gömmüş, neredeyse yere kadar çömelmiş, oradan camları titretip zangırdatan notaları çıkarıyordu. Böyle müzisyenlerden oluşan köpeklerin havlayışlarına göre buranın hatırı sayılır bir köy olduğu söylenebilirdi ama sırılsıklam olup üşüyen kahramanımız yataktan başka bir şey düşünmüyordu. Henüz araba tam olarak durmamıştı ki aşağı atladı, sendeleyip neredeyse düşecekti. Kapıdan bir kez daha, öncekinden daha genç olmasına rağmen yine de ona benzeyen bir kadın çıktı. Onu odasına götürdü. Çiçikov etrafa şöyle bir bakış attı. Odanın, her tarafında eskimiş, çizgili duvar kâğıtları olan duvarında kuş tabloları asılıydı; pencerelerin arasında kararmış çerçeveleri kıvrılmış yaprak görünümlü, eski, küçük aynalar vardı. Her bir aynanın arkasına ya bir mektup ya eski bir iskambil destesi ya da çorap konmuştu. Duvarda, kadranında çiçek resimleri olan bir saat vardı. Odadaki diğer şeylere bakmaya dayanacak gücü kalmamıştı. Gözlerinin sanki bal sürülmüş gibi yapıştığını hissetti. Bir dakika sonra evin hanımı içeri girdi. Alelacele giyinmiş gibi duran, kafasında gecelik takkesi, boynunda pazen kumaştan atkısıyla ihtiyar bir kadındı. Kıt gelen ürünlerden ve zarara uğramaktan yakınan, başını bir yana eğen ama bu sırada komodinin çekmecesinde renk renk minik cüzdanların içinde bozuk para biriktiren küçük bir malikâne sahibesi olan kadınlardan biriydi. Çamaşırlar, gecelikler, yün iplikler ve daha sonra elbisesi; bayram bazlaması ya da pryanik[14 - Hamuruna zencefil katılarak yapılan ünlü Rus kurabiyesi. (ç.n.)] pişirirken yanacak ya da kendi kendine yırtılacak olursa bir yenisine çevrilecek sökük pelerin kumaşları dışında hiçbir şey yokmuş gibi görünen komodindeki cüzdanların birine tam, diğerine yarım, üçüncüsüne ise çeyreklik rubleleri ayırmıştı. Ama elbiseler ne yanar ne de kendi kendine yırtılırdı, ihtiyar kadın çok tutumluydu. Bu nedenle sökük pelerin kumaşı öylece durur; sonra da çeşit çeşit, eski püskü eşyayla birlikte yeğenlerinin torunlarına vasiyet edilirdi.
Çiçikov, bu beklenmedik ziyaretleriyle onu rahatsız ettikleri için özür diledi.
“Önemli değil, önemli değil.” dedi evin sahibesi. “Tanrı tam da bu saatte sizi bize getirdi! Öyle bir yağmur yağıyor ki yolu karıştırır insan… Yoldan geliyorsunuz, karnınızı doyurmak gerek ama gecenin bu vaktinde yemek yapmak da olmaz.” diye ekledi. Evin sahibesinin lafı, garip bir tıslamayla kesildi. Bu ses konuğu korkutmuştu. Sanki bütün oda yılanlarla doluymuş gibi bir ses geliyordu ancak yukarı bakınca rahatladı zira sesin nereden geldiğini anlamıştı: Duvar saatinin çalası gelmişti. Bu tıslamayı hemen ardından bir hırıltı takip etti ve en sonunda saat bütün gücüyle, sanki birisi sopayla çömleğe vuruyormuşçasına bir ses çıkararak ikiyi vurdu; ardından sarkaç tekrar sakince bir sağa bir sola sallanmaya devam etti.
Çiçikov ev sahibesine hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığını, hiçbir şey için endişelenmemesi gerektiğini, bir yatak dışında hiçbir şey istemediğini söyleyerek teşekkür etti. Yalnızca nereye geldiklerini ve toprak beyi Sobakeviç’e daha ne kadar yolları kaldığını merak ederek sordu ihtiyar kadına. Ancak kadından, böyle bir ismi hiç duymadığı ve böyle bir toprak beyinin olmadığı cevabını aldı.
“En azından Manilov ismini hiç duymadınız mı?” dedi Çiçikov.
“Manilov da kim?”
“Toprak beyi, anneciğim.”
“Hayır, hiç duymadım. Böyle bir toprak beyi yok.”
“Toprak beyleri kimlerdir?”
“Bobrov, Svinin, Kanapatyev, Harpakin, Trepakin, Pleşakov.”
“Varlıklı insanlar mıdır?”
“Hayır, hiç varlıklı değiller. Kiminin yirmi kiminin otuz canı var. Yüz canı olanı bulamazsın.”
Çiçikov buranın çok ücra bir yer olduğunu anladı.
“Burası şehre yakın mı bari?”
“Altmış verst yol vardır. Yazık, karnınızı doyurmak için size verecek hiçbir şeyim yok! Çay içmez miydiniz beyim?”
“Teşekkürler anneciğim. Yatak dışında hiçbir şey gerekmez.”
“Doğru, böyle bir yolculuktan sonra güzelce dinlenmek gerekir. İşte buraya, şu divana yat. Hey, Fetinya! Kuş tüyü şilte, yastık ve çarşaf getir. Tanrı nasıl bir zamanda yolladı sizi? Öyle bir gök gürültüsü var ki tüm gece ikonanın önünde mum yaktım. Ah be yavrum, sen de domuz gibi olmuşsun, her tarafın çamur içinde! Nerede kirlendin böyle?”
“Tanrı’ya şükür sadece çamura bulandım, böğrümü kırmadığıma müteşekkir olmam gerek.”
“Ah azizler aşkına! Ne korkunç! Sırtını ovmamı ister misin?”
“Teşekkürler, teşekkürler. Hiç zahmet etmeyin, yalnızca hizmetli kızlara kıyafetlerimi yıkayıp kurutmasını buyurun yeter.”
Ev sahibesi kapıdan içeri elinde mumla giren, az önce kuş tüyü şilteyi getirip, iki yanına eliyle vurup, odanın her tarafına kuş tüyü saçan kadına dönerek:
“Duydun mu Fetinya? Kaftanını al, merhum efendinin kıyafetlerine yaptığımız gibi ateşin önünde kurut, sonra da çitileyip sopayla güzelce döv.”
Fetinya kuş tüyü şiltenin üzerine çarşafı serip yastıkları yerleştirirken:
“Emredersiniz hanımım!” dedi.
“İşte, yatağınız hazır!” dedi ev sahibesi. “Hoşça kal beyim, iyi geceler. Başka bir şey lazım mı? Belki sen de geceleri topuklarını kaşıtmaya alışkınsındır. Benim merhum kaşıtmadan hiç uyuyamazdı.”
Ama konuk, topuklarının kaşınmasını reddetti. Ev sahibesi dışarı çıkar çıkmaz hızlıca kıyafetlerini çıkardı, hem iç çamaşırlarını hem de üstündekileri Fetinya’ya verdi, o da Çiçikov’a iyi geceler dileyip bütün bu ıslak zırhı götürdü. Yalnız kalınca neredeyse tavana değen yatağına keyifle baktı. Görünen o ki Fetinya yatak sermede usta sayılırdı. Bir sandalyeye çıkıp yatağına tırmanınca yatak neredeyse yere kadar çöktü; ağırlığıyla yanlara itilen tüyler, bütün köşelerden uçuştu. Mumu söndürüp basma yorganına sarındı, yan tarafa döndüğü gibi de uykuya daldı. Ertesi gün oldukça geç bir saatte uyandı. Pencereden giren güneş ışıkları tam gözüne geliyordu; dün duvarlarda ve tavanda sakince uyuklayan sinekler, başına üşüşmüştü şimdi. Birisi dudaklarına, diğeri kulağına kondu; üçüncüyse tam da gözüne konmaya çalışıyordu. İhtiyatsız davranıp burun deliğine yakın bir yere konan bir diğer sineği Çiçikov, içine çekmiş; bu onun sertçe aksırıp tıksırmasına, sonra da uyanmasına neden olmuştu. Odaya şöyle bir göz gezdirince yalnızca kuş tablolarının asılı olmadığını fark etti. Aralarında Kutuzov’un ve Pavel Petroviç zamanındaki gibi dikilmiş kırmızı kol kapaklı üniforma giymiş ihtiyar bir adamın portresi vardı. Saat yine tısladı ve onu vurdu. Kapıda bir kadın yüzü belirdi, sonra hemen saklandı zira Çiçikov daha iyi uyuyabilmek için tamamen soyunmuştu. Gördüğü yüz, ona biraz tanıdık gelmişti sanki. Onun kim olabileceğini hatırlamaya çalıştı ve nihayet onun ev sahibesi olduğunu hatırladı. Gömleğini giydi, artık kuruyup temizlenen kıyafetleri yanında duruyordu. Üstünü giyinip aynaya yaklaştı ve tekrar öyle bir gürültüyle aksırıp tıksırdı ki o sırada pencerenin yanındaki hindi -pencere yere çok yakındı- o garip diliyle hızlıca bir şeyler söyledi ona, herhâlde “Çok yaşa!” demişti. Buna karşılık olarak Çiçikov ise ona “Aptal!” diye cevap verdi. Pencereye doğru gidip önündeki manzaraya baktı. Pencere doğrudan kümese bakıyordu sanki, en azından önündeki dar avlu, kuşlar ve türlü türlü kümes hayvanıyla doluydu. Sayısız hindi ve tavuk vardı; aralarında bir horoz, ibiğini hafifçe sallayarak ve sanki birisini dinliyormuş gibi başını yana eğerek mevzun adımlarla bir aşağı bir yukarı geziniyordu. Bir domuz ailesi de vardı orada, bir çöp yığınını eşelerken yolunun üstündeki bir civcivi de mideye indirdi ve hiç farkına varmadan karpuz kabuklarını her zamanki gibi silip süpürmeye devam etti. Bu küçük avlu ya da kümes tahta bir çitle kapatılmıştı; çitin ardında da içinde lahana, soğan, patates, pancar ve daha bunun gibi birçok çiftlik sebzelerinin ekili olduğu bir bostan uzanıyordu. Yer yer içinde elma ağaçlarının da olduğu meyve ağaçları dikilmişti, saksağanlardan ve bir yerden diğerine uçan bulutumsu serçe sürülerinden korumak için bir ağ ile örtülmüştü. Yine bu amaçla uzun sırıklar hâlinde, kollarını biçimsiz bir şekilde iki yana açmış korkuluklar dikilmişti; bunlardan birisi bizzat ev sahibesinin takkesini takmıştı. Bostanın ardından köylülerin her tarafa saçılmış, doğru düzgün bir sokak oluşturmayan kulübeleri geliyordu ama Çiçikov’a göre buranın sakinleri refah içindelerdi zira her bir evin harap olmuş tahta çatıları yenisiyle değiştirilmişti; yamuk hiçbir kapı yoktu, köylülerin üstü örtülü ambarlarına baktığındaysa bazı yerlerde bir bazı yerlerde iki tane, neredeyse yeni yük arabasının durduğunu fark etti. “Bu köy hiç de küçük değilmiş.” dedi ve en kısa zamanda ev hanımıyla tanışıp muhabbet etmek istedi. Ev sahibesinin başını uzattığı kapının aralığına bir göz attı ve onun çay masasının başında oturduğunu görünce neşeli ve sevecen bir şekilde yanına gitti.
Yerinden biraz doğrulan ev sahibesi:
“Merhaba beyim. İyi uyudunuz mu?” dedi. Düne nazaran çok daha güzel giyinmişti. Üzerinde siyah bir elbise vardı, başında artık gecelik takkesi yoktu ama boynunda yine aynı atkı sarılıydı.
Çiçikov koltuğa yerleşirken:
“İyi uyudum, iyi.” dedi. “Siz nasılsınız anneciğim?”
“Kötüyüm babacığım.”
“Neden?”
“Uykusuzluktan. Belimin her tarafı ağrıyor, bacağımın da şu yukarısı öyle sızlıyor ki.”
“Geçer anneciğim, geçer. Görünürde bir şey yok.”
“Tanrı verse de geçse. Domuz yağı sürdüm, terementi de sürdüm. Çayınızı neyle içersiniz? Sürahide meyve suyu var.”
“Ekmek ve meyve suyu iyi olur anneciğim.”
Sanıyorum ki artık okuyucu, Çiçikov’un sevecen görünmesine rağmen Manilovlarla olduğundan çok daha rahat ve içli dışlı bir şekilde konuştuğunu fark etmiştir.
Bizim Rus topraklarındaki insanlar, yabancılara başka bir konuda yetişemeseler de davranış becerisinde Rusların onların çok daha ilerisinde olduğunu söylemem gerekir. Diğer insanlara davranış şeklimizin bütün ayrıntılarını ve inceliklerini saymak mümkün değildir. Fransızlar ya da Almanlar tüm bu özelliklerimizi ya da aralarındaki ayrımı asırlardır anlayamamışlardır. Hem milyonerlerle hem de küçük bir tütün tüccarıyla, ilkine içten içe yalakalık yapsalar da aynı dil ve ses tonuyla konuşurlar. Bizde böyle değildir: Bizimkiler öyle akıllıdır ki üç yüz canı olan toprak beyine nazaran, iki yüz canı olanla tamamen farklı konuşurlar, yine aynı şekilde beş yüz canı olan toprak beyiyle konuşması sekiz yüz canı olanından da farklıdır; kısacası bu sayı milyona ulaşana kadar ses tonu gitgide değişir. Örneğin bir kalem odası düşünelim ama burada değil, Kafdağı’nın ardındaki bir devlette; bu kalem odasında da bir müdür olduğunu düşünelim. Emrindeki çalışanlarının arasında otururkenki hâline bakalım isterim: Korkudan tek bir kelime bile edemezler! Yüzünden ne okunmaz ki: Hem gurur hem soyluluk! Kap eline fırçayı çiz, al sana Prometheus! Kartal bakışlıdır, sarsılmaz, mevzun bir şekilde yürür. Bu aynı kartal odadan çıkar çıkmaz koltuk altına sıkıştırdığı belgelerle keklik gibi aceleyle kendi müdürünün odasına gider. İnsanların arasında, örneğin bir davette eğer kendisinden daha yüksek rütbeli kimse yoksa Prometheus yine aynı Prometheus’tur ama ondan yüksek rütbeli birisi varsa Prometheus öyle bir başkalaşım geçirir ki böylesi Ovidius’un bile aklına gelmez. Bir sineğe, hatta sinekten bile daha küçük bir şeye, bir kum taneciğine dönüşür! Onu görseniz “Hayır, bu İvan Petroviç değil.” dersiniz. “İvan Petroviç daha uzun boyluydu; bu adamsa kısa boylu, incecik bir şey. Derin, güçlü bir sesle konuşur, hiç gülümsemezdi ama bu da nedir böyle? Kuş gibi ötüşüp durmadan gülüyor!” İyice yaklaşınca görürsünüz ki bu gerçekten de İvan Petroviç’tir. “Yok artık!” diye düşünürsünüz kendi kendinize. Neyse, biz kendi kahramanımıza geri dönelim. Çiçikov, daha önce gördüğümüz gibi ev sahibesiyle içli dışlı konuşmaya karar vermişti; bu nedenle eline çay fincanını alıp içine meyve suyu ekledi ve şöyle konuşmaya başladı:
“Anneciğim, ne güzel bir köyünüz var. Kaç can vardır bu köyde?”
“Seksenden azdır, yavrum.” dedi ev sahibesi. “Şanssızlık ki çok kötü bir dönemdeyiz, hele geçen sene öyle bir kıtlık vardı ki Tanrı korusun.”
“Ama köylüleriniz güçlü kuvvetli görünüyor, kulübeleri de sağlam. Soyadınızı bahşeder misiniz? Dün öyle yorulmuşum ki… Gece vakti de gelince…”
“Koroboçka, onuncu dereceden sekreterim.”
“Çok memnun oldum. Peki adınız ve baba adınız?”
“Nastasya Petrovna.”
“Nastasya Petrovna mı? Ne güzel bir isim. Öz teyzemin, annemin kız kardeşinin adı da Nastasya Petrovna.”
“Peki sizin adınız nedir?” diye sordu ev sahibesi. “Tahsildarsınız herhâlde.”
Çiçikov hafifçe gülümseyerek:
“Hayır anneciğim, ufak tefek işler için geziyoruz işte.” diye cevapladı.
“Ah, demek tüccarsınız! Çok yazık; balım vardı, bir tüccara öyle ucuza sattım ki! Siz olsaydınız size satardım.”
“Ben bal satın almazdım zaten.”
“Ne satın alırsınız? Kenevir mi yoksa? Çok az kenevirim kaldı, toplam yarım pud[15 - Yaklaşık olarak 16.38 kilograma denk gelen ağırlık ölçü birimi. (ç.n.)] var.”
“Hayır anneciğim, başka bir çeşit mal alırım ben. Söyler misiniz, hiç köylünüz öldü mü?”
“Ah beyim, tam on sekiz köylü öldü!” dedi ihtiyar kadın içini çekerek. “Ölenlerin hepsi de çok iyi insanlardı, hepsi işçiydi. Onlar öldükten sonra yenileri geldi tabii ama hepsi de öyle ufak ki! Tahsildar da gelmiş canlar için vergi ödememi söylüyor. İnsanlar ölmüş, sanki hâlâ yaşıyorlarmış gibi öde diyor. Geçen hafta da demircim yandı, öyle becerikli bir demirciydi ki tesviye zanaatını da bilirdi.”
“Yangın mı çıktı yoksa anneciğim?”
“Tanrı öyle beladan korusun bizi, yangın çıksa daha kötü olurdu; demircinin kendisi yandı be yavrum. Nasıl olduysa içten yanmış, haddinden fazla içki içmiş, içinden mavi bir alev yükselmiş, yanıp kül olmuş, kömür gibi kararmış. Ne usta bir demirciydi! Şimdi hiçbir şeye binip gidemiyorum, atları nallayacak kimse yok.”
“Tanrı ne isterse o olur anneciğim!” dedi Çiçikov içini çekerek. “Tanrı’nın bilgeliğine karşı hiçbir şey denmez… Onları bana verir misiniz Nastasya Petrovna?”
“Kimi beyim?”
“İşte, bu ölen köylüleri diyorum.”
“Vermek mi? Ama nasıl vereyim?”
“Öyle işte. Ya da satın bana. Onlar için size ödeme yaparım.”
“Ama nasıl olur? Gerçekten de hiçbir şey anlamadım. Toprağın altından kazıp çıkarmak mı istiyorsun onları?”
Çiçikov, ihtiyar kadının olan biteni pek de kavrayamadığını ve işin aslını ona anlatmak gerektiğini fark etti. Birkaç kelimeyle bu canların naklinin ya da satın alımının yalnızca kâğıt üzerinde kalacağını, onların canlı gibi kayda geçirileceğini açıkladı.
İhtiyar kadın gözlerini fal taşı gibi açıp Çiçikov’a bakarak:
“Ne diye lazım onlar sana?” dedi.
“Orası beni ilgilendirir.”
“Ama onlar ölüler.”
“Canlı olduklarını kim söyledi? Ölü oldukları için size zararları da var, onlar için vergi ödüyorsunuz, şimdiyse sizi bu uğraştan ve para kaybından kurtaracağım. Anlıyor musunuz? Sizi sadece bunlardan kurtarmakla kalmayıp bir de on beşer lira ödeyeceğim. Ee, şimdi anladınız mı?”
Ev sahibesi biraz duraksayıp:
“Doğrusu, bilemedim.” dedi. “Ne de olsa hayatımda hiç ölü canları satmadım ki!”
“Ee, tabii ki satmadınız! Daha önce onları birilerine satsaydınız garip olmaz mıydı? Ya da onlardan başka bir hayır mı bekliyorsunuz?”
“Hayır, öyle bir düşüncem yok. Onlardan ne hayır gelecek bana? Onların ölü olması benim için işleri zorlaştırıyor.”
“Bu kocakarı da kalın kafalı herhâlde!” diye düşündü Çiçikov kendi kendine.
“Dinleyin, anneciğim. İyice düşünüp taşının. Onlar için sanki canlılarmış gibi vergi ödemeye devam ederseniz iflas edeceksiniz…”
“Ah, hiç açma o konuyu!” diye atıldı ev sahibesi. “Üç hafta önce yüz elli rubleden fazla para ödedim. Tahsildara da rüşvet verdim.”
“Görüyorsunuz ya anneciğim. Bir düşünün, bir daha tahsildarlara rüşvet vermeniz gerekmeyecek çünkü artık ben ödeyeceğim, siz değil. Bütün yükümlülüğü üstüme alıyorum. Hatta bütün masraflarını kendim ödeyeceğim, anlıyor musunuz?”
İhtiyar kadın kara kara düşünmeye başladı. Kârlı bir işmiş gibi geliyordu ona ancak oldukça yeni ve eşi benzeri görülmemiş bir şeydi; bu yüzden tüccarın kendisini kazıklamasından korkmuştu. Gecenin bir vakti, Tanrı bilir nereden gelmişti.
“Ee anneciğim, anlaştık mı?” dedi Çiçikov.
“Doğrusu hayatımda hiç merhum satmadım daha önce. Canlıları satmışlığım var, papaza yüzer rubleden iki kız satalı üç yıl oluyor, pek bir memnundu kızlardan. Öyle iyi işçilerdi ki peçete bile dokuyorlardı.”
“Canlılarla ilgilenmiyorum, Tanrı baksın onlara. Ben ölüleri soruyorum sana.”
“İlk başta zarara uğrarım diye korkuyorum. Beni kandırıyor olabilirsiniz, onlar… Onlar daha fazla para ediyor olabilir.”
“Dinleyin anneciğim… Siz de neymişsiniz! Nasıl daha fazla para edebilirler ki? Ne de olsa baksanıza, hepsi toprağın altında gömülü. Anlıyor musunuz? Kül olup gitmişler. Herhangi işe yaramayan bir şeyi alın, örneğin basit bir çaput, onun bile bir değeri vardır. En azından kâğıt fabrikaları satın alır onları, ölülerse size hiçbir şekilde lazım değil. Şimdi kendiniz söyleyin, size lazım mı onlar?”
“Orası doğru tabii. Hiçbir şey için lazım değiller ama beni düşündüren tek şey de onların ölü olması.”
Sabrı taşmaya başlayan Çiçikov:
“Off, amma odun kafalı bir kadınmış!” dedi içinden. “Gel de baş edebilirsen et bu kadınla! Lanet ihtiyar, ter içinde bıraktı beni!” O sırada cebinden mendilini çıkarıp gerçekten de alnındaki terleri silmeye başladı. Ne var ki Çiçikov boş yere sinirlenmişti. Ev sahibesinin yerinde başka biri, saygıdeğer biri, hatta bir devlet adamı da olsa konu iş oldu mu o da Koroboçka gibi olurdu. Kafasına bir fikir girdi mi ondan asla vazgeçmezdi; ne türden gün gibi apaçık kanıtlar sunarsan sun, hepsi duvardan seken bir lastik top gibi ondan geri dönerdi. Çiçikov terini silip ihtiyar kadını yolundan döndürmenin mümkün olup olmadığını görmek için başka bir şey denemeye karar verdi.
“Anneciğim, siz ya söylediklerimi anlamak istemiyorsunuz ya da öylesine, sırf bir şeyler söylemek için konuşuyorsunuz… Size para veriyorum. Kişi başı on beşer ruble banknotu! Anlamıyor musunuz? Ne de olsa para bu! Para ağaçta yetişmiyor! İtiraf edin, balı ne kadara satmıştınız?”
“Bir pudunu on iki rubleye sattım.”
“Bu kadar da günaha girilmez ama anneciğim. On ikiye satmamışsınızdır.”
“Yemin olsun sattım.”
“Gördünüz mü? Bal işte bu! Belki de yaklaşık bir yıl boyunca özenle, gayretle, uğraşla topladınız bu balı; arıları gezdirdiniz, bütün kış onları mahzende beslediniz; ölü canlarsa bu dünyadan değiller. Asla çaba göstermeniz gerekmedi, Tanrı’nın iradesiyle bu dünyadan göçüp gittiler, sizi de maddi zarara uğrattılar. Burada on iki ruble için emek verdiniz, gayret ettiniz ama ölü canlar için hiçbir şey yapmanıza gerek yok, bedavadan hem de on iki değil on beş ruble alacaksınız, gümüş değil hepsini mavi banknotlardan alacaksınız.” dedi Çiçikov; böylesine güçlü, ikna edici savlardan sonra, ihtiyar kadının nihayet ikna olacağından artık neredeyse emindi.
“Doğru.” diye cevapladı ev sahibesi. “Benim gibi bir dul için hiç alışılmadık işler bunlar! İyisi mi ben biraz daha bekleyeyim belki başka tüccarlar da gelir, başka bir fiyat verirler.”
“Ayıp, ayıp anneciğim! Çok ayıp! Ne dediğinizi bir düşünsenize! Onları kim alır ki? Onları ne için kullanacak?”
“Belki denk gelir de ev işlerinde gerekirler…” diye itiraz etti ihtiyar kadın ama cümlesini tamamlamadı, ağzını kapatıp buna ne cevap vereceğini bilmek isteyerek Çiçikov’a korkuyla baktı.
“Ölüler ve ev işleri mi? Ah ama siz de nereye götürdünüz işi! Yoksa geceleri bostanınızda durup serçeleri mi korkutacaklar?”
“Tanrı korusun! Ne korkunç şeyler söylüyorsun öyle!” dedi ihtiyar kadın, istavroz çıkararak.
“Başka nereye koyacaksınız ki? Hem kemikleri ve mezarı, hepsi size kalacak, bu alışveriş yalnızca kâğıt üstünde olacak. Ee, ne diyorsunuz? Bir cevap verin artık.”
İhtiyar kadın yine kara kara düşünmeye başladı.
“Ne düşünüyorsunuz, Nastasya Petrovna?”
“Doğrusu aklımı toparlayamıyorum, en iyisi size kenevir satayım.”
“Ne keneviri? Bağışlayın ama ben sizden tamamen başka bir şey istiyorum, siz kenevir kakalamaya çalışıyorsunuz! Kenevir de kenevir! Bir sonraki geldiğimde de kenevir alırım. Şimdi oldu mu Nastasya Petrovna?”
“Ah Tanrı’m, istediğiniz ürün öylesine garip ki görülmemiş şey!”
O anda Çiçikov’un sabrı artık tamamen sınırı geçmişti, öfkeye kapılarak sandalyesini devirdi ve ihtiyar kadına lanet okuyup şeytanın adını kullandı.
Şeytan lafı ev sahibesini olağanüstü korkuttu.
“Ay, hatırlatma şunu, Tanrı korusun!” diye bir çığlık koparttı. Bembeyaz kesilmişti. “Üç gündür bütün gece kâbuslarıma giriyor. Geceleyin dua ettikten sonra birdenbire canım kart falı açmak istedi, belli ki Tanrı bana ceza olsun diye onu gönderdi. Öyle iğrenç görünüyordu ki boynuzları öküzünkinden daha uzundu.”
“Kâbusunuzda bir değil, on tane şeytan görmediğinize şaşırırım. İyilik seven Hristiyan birisi olarak zavallı dula bir yardımım dokunsun, ihtiyaçları karşılansın istedim… Köyünüzle birlikte siz de mahvolun, geberin!”
İhtiyar kadın Çiçikov’a korkuyla bakarak:
“Ah, ne ağır sözler bunlar!” dedi.
“Size diyecek başka bir laf bulamıyorum! Kötü bir şey söylemek gibi olmasın ama kuru otun üstüne yatıp ne kendi yiyen ne de başkasına yediren sokak köpeği gibisiniz. Sizden farklı bir çiftlik ürünü satın almak istemiştim çünkü devlet ihaleleri de yönetiyorum…” diyerek Çiçikov burada yalan söylemişti, devamını düşünmeden öylesine söylese de beklenmedik bir şekilde işe yaramıştı. Devlet ihaleleri Nastasya Petrovna’yı oldukça etkilemişti, neredeyse yalvaran bir sesle:
“Ne diye celallendiniz? Bu kadar sinirli olduğunuzu daha önceden bilseydim, size hiç mi hiç itiraz etmezdim.”
“Sinirlenirim tabii ki! Fındık kabuğunu doldurmayacak bir şey için sinirleniyorum hem de!”
“Tamam, onları size on beş rubleden vermeye hazırım! Yalnız, bakın şu ihale konusunda eğer olur da çavdar ya da karabuğday unu, karabuğday kırığı, dana eti alacak olursanız lütfen beni kırmayın.”
Çiçikov üç farklı şerit hâlinde yüzüne akan terini silerken:
“Hayır anneciğim, kırmam.” dedi. Şehirde köylülerin satışı için yetkili kılabileceği bir yakını ya da vekili olup olmadığını sordu.
“Olmaz mı? Papaz var. Kiril’in babası, oğlu mecliste çalışır.” dedi Koroboçka.
Çiçikov onu vekil tayin eden bir mektup yazmasını istedi, sonra da Koroboçka’ya güçlük çıkmaması için bu mektubu kendisi yazmaya karar verdi.
Bu sırada Koroboçka kendi kendine şöyle düşündü:
“Devlet için un ve hayvanı benden satın alsa ne güzel olurdu. Bu adamın gözüne girmek gerek. Dün akşamdan biraz hamur artmıştı, gidip Fetinya’ya söyleyeyim de o hamurdan krep yapsın. Mayasız bir hamur yoğurup yumurtalı börek pişirsek de iyi olur, çok lezzetli olur, yapması çok zaman da almaz.”
Ev sahibesi, böreklerin pişirilmesi ve bir ihtimalle buna eklemek istediği başka ev işi yemekler ve hamur işlerini yaptırmak için odadan çıktı; Çiçikov ise sandığından gerekli belgeleri çıkarmak için geceyi geçirdiği misafir odasına gitti. Misafir odasında her taraf çoktan toparlanmış, kuş tüyü şilte kaldırılmıştı; divanın önünde üstü örtülü bir masa vardı. Sandığını çıkarıp masanın üstüne koydu, biraz dinlendi çünkü nehrin içine düşmüş gibi kan ter içinde kalmıştı. Çorabından gömleğine kadar üzerindeki her bir kıyafet sırılsıklamdı. Çiçikov biraz iç çekip sandığı açarken “Of, lanet ihtiyar beni mahvetti!” dedi. Yazar, bu sandığın içini ve tasarımını bile öğrenmek isteyecek meraklı okuyucular olduğundan emindir. Onları neden sevindirmeyelim ki? İşte bu sandığın içi şöyle: En ortada sabunluk, arkasında usturalar için altı-yedi tane dar bölme vardı. Sonra kumluk ve mürekkep hokkası için köşeli bir bölme, bunların arasında tüy kalemler ve mühür mumları ya da daha uzun şeyler için oyuklar; daha sonra hatıra kalsın diye ziyaret ettikleri yerlerin, tiyatro ve bunun gibi yerlerden aldığı biletlerin, ölüm ilanlarını koyduğu kapaklı ve kapaksız, daha kısa, birçok bölme vardı. Bu sandığın üst kısmı bütün bölmeleriyle tamamen çıkarılabilir ve altında bir yığın kâğıdın konduğu bir boşluk vardır, sonra para koymak için hiç çaktırmadan yana doğru açılıp kapanan başka bir bölme gelir. Sandığın sahibinin bu bölmeyi açıp kapaması bir saniyeden kısa sürdüğü için herhâlde orada ne kadar para bulunduğunu söylemenin imkânı yoktur. Çiçikov, tüy kalemin ucunu açıp mektubu yazmaya başladı. Tam o sırada ev sahibesi içeri girdi. Çiçikov’un yanına oturup:
“Ne güzelmiş sandığın.” dedi. “Herhâlde Moskova’dan aldın.”
Çiçikov yazmaya devam ederken:
“Evet, Moskova’dan.” diye cevap verdi.
“Biliyordum işte! Orada hep iyi mallar olur. Üç sene önce kız kardeşim oradan çocukları için kışlık çizmeler getirtmişti; öyle sağlam ki hâlâ giyiyorlar.” dedi ve sandığın içine şöyle bir göz atıp: “Ah, burada ne kadar çok mühürlü kâğıdın varmış senin!” diye devam etti. Gerçekten de sandığın içinde çok sayıda mühürlü kâğıt vardı. “Bir sayfasını da bana hediye etsen ya! Hiç kâğıt kalmadı elimde, mahkemeye bir dilekçe yazmak gerekiyor ama yok işte.”
Çiçikov, ihtiyar kadına bu kâğıtların dilekçe için kullanılacak türden olmadıklarını; yalnızca köylü alıp satma işlemleri için kullanıldığını açıkladı. Ne var ki kadını yatıştırmak için bir rublelik kâğıttan verdi. Mektubu yazdıktan sonra imzalaması için ona uzattı ve ölen köylülerin küçük bir listesini istedi. Ev sahibesi hiçbir liste tutmamış, neredeyse bütün köylüleri ezbere bilir gibi görünüyordu. Çiçikov bütün isimleri saymasını istedi. Bazı köylülerin soyadları, hatta lakapları onu biraz şaşırtmıştı; bu yüzden bu isimleri duyunca önce duraksıyor, sonra yazmaya başlıyordu. Özellikle Pyotr Savelyev Neuvajay Korıto isimli biri onu çok şaşırtmıştı. “Ne uzunmuş!” demeden edememişti. Diğerinin ismine Korovi Kirpiç sözleri iliştirilmişti, bir başkasının ismiyse oldukça kolaydı: Koleso İvan. Yazmayı bitirince burnundan derin bir soluk aldı ve baştan çıkaran bir kızartma kokusu duydu.
“Buyurun, yemek yiyelim.” dedi ev sahibesi.
Çiçikov masaya şöyle bir göz attı ve üstünde mantarlar, börekler, krepler, çörekler, gözlemeler ve içinde çeşit çeşit dolguları olan pideler: soğanlı, haşhaşlı, peynirli, kaymaklı ve daha aklına ne gelirse…
“Yumurtalı, mayasız börek!” dedi ev sahibesi.
Çiçikov yumurtalı mayasız böreğe uzandı ve yarısından fazlasını o anda yutup böreği övdü. Aslında börek zaten lezzetliydi ama ihtiyar kadınla aralarında geçen bütün yaygara ve numaralardan sonra daha da lezzetli gelmişti.
“Krep de ister misin?” dedi ev sahibesi.
Çiçikov buna karşılık olarak üç krep birden aldı, eritilmiş yağa batırıp ağzına götürdü, dudakları ve ellerini mendile sildi. Bu hareketi üç kez tekrarladıktan sonra ev sahibesinden arabasını hazırlamalarını buyurmasını istedi. Nastasya Petrovna hemen Fetinya’yı gönderdi, dönüşte de biraz daha sıcak krep getirmesini buyurdu.
Çiçikov sıcak kreplere uzanırken:
“Krepleriniz çok lezzetliymiş anneciğim.” dedi.
“Evet, hamur işini güzel yaparım.” dedi ev sahibesi. “Ama şöyle bir sorun var. Ürün kötü, un da öyle tatsız ki…”
Çiçikov’un kasketini eline aldığını görünce “Ne bu acele beyim?” dedi. “Arabanıza henüz atlar koşulmamıştır.”
“Koşulmuştur anneciğim, koşulmuştur. Hemen gitmem lazım.”
“O hâlde lütfen bizim şu ihale işini unutmayın.”
“Unutmam, unutmam.” dedi Çiçikov dışarı çıkarken.
“Domuz yağı satın almayacak mısınız?” dedi ev sahibesi peşinden giderken.
“Almaz olur muyum? Alacağım ama daha sonra.”
“Noel zamanı elimde domuz yağım olur.”
“Alırım alırım, her şeyden alırım, domuz yağı da alırım.”
“Belki kuş tüyü de lazım olur. Filipus perhizine doğru kuş tüyü de olur elimde.”
“Güzel, güzel.” dedi Çiçikov.
Ev sahibesi ön kapıdan çıkınca:
“İşte bak, araban daha hazır değil.” dedi.
“Hazırlanır şimdi. Siz bana ana yola nasıl ulaşırım, onu söyleyin.”
“Nasıl anlatsam ki?” dedi ev sahibesi. “Anlatmak zor olur, çok fazla dönemeç var. En iyisi ben size yolu göstermesi için yanınıza bir kız vereyim. Kızın oturması için arabanızda yer vardır herhâlde?”
“Olmaz olur mu?”
“O hâlde kızı vereyim yanına; o yolu bilir, yalnız sakın ha kızı kaçırma! Tüccarın biri başka bir kızımı daha önce kaçırdı zaten.”
Çiçikov kızı kaçırmayacağını temin etti ve rahatlayan Koroboçka avluda ne olup bittiğine bakmaya başladı; elinde ahşap bir bal çanağıyla kilerden çıkan hizmetçi kızla, avlu kapısında görünen köylü adama gözünü dikti ve her şey yavaş yavaş çiftlik yaşamının önceki hâline geri döndü. Ama neden Koroboçka ile bu kadar uğraşıyoruz ki? Koroboçka’ymış, Manilova’ymış, çiftlik hayatı mıymış, değil miymiş, bırakalım bunları! Bu dünya böyle kötüdür işte. Neşe eğer üstünde uzun süre durursan bir anda hüzünlü bir şeye dönüşür ve işte o zaman insanın aklına neler neler gelir, Tanrı bilir. Belki de şöyle bile düşünebilirsin: Koroboçka gerçekten de insan varlığının sonsuz merdiveninde bu kadar altta mı bulunur? Gerçekten de dökme demirden yapılan merdivenli, parlak bakırları, maun ağacı ve halıları olan, hoş kokulu aristokrat evinin onu çevreleyen ulaşılmaz duvarları arasında, parlak zekâsını ve kabul gören düşüncelerini göstermek için, sonu getirilmemiş kitabının ardında nüktedan sosyeteyi beklerken esneyen kız kardeşi Manilova’yla bir uçurum kadar fark mı vardır? Bu kabul gören düşünceler de moda yasalarına göre bütün bir hafta boyunca şehirde dolaşan düşüncelerdir. Yani iş bilmezlik yüzünden boş verilmiş ve dağılmış evinde ve malikânesinde ne olup bittiğiyle ilgili değil de Fransa’da nasıl bir devrimin hazırlığının yapıldığı, en son modada Katolikliğin hangi yöne gittiğiyle ilgili düşüncelerdir bunlar. Neyse, boş verelim bunları! Ne diye bunları konuşalım ki? Ne diye tasasız, neşeli ve kaygısız anlarımızda konu birdenbire, kendiliğinden başka bir tarafa yönelir? Henüz gülümseyişimiz yüzümüzden silinmemişken bambaşka bir insan oluruz, yüzümüzde başka bir ışık parlamaya başlar…
Çiçikov nihayet hazırlanan arabasının geldiğini görünce:
“İşte arabam!” diye bağırdı. “Seni aptal, niye bu kadar oyalandın? Belli ki dünkü sarhoşluğun geçmedi hâlâ.”
Selifan hiç cevap vermedi.
“Elveda, anneciğim! Hani, kızınız nerede?”
Ev sahibesi, üzerinde evde boyanmış kumaştan elbisesiyle kapının önünde duran on bir yaşındaki kıza seslendi:
“Hey, Pelageya!”
Çıplak ayakları taptaze çamura öyle bir bulanmıştı ki ayağına çizme giymiş sanabilirdiniz.
“Beye yolu gösteriver.”
Selifan, tek ayağını beyinin kullandığı basamağa atıp çamur bulaştıran kızın arabaya çıkmasına yardım etti; kız da arabanın tepesine kadar çıkıp arabacının yanına oturdu. Ardından Çiçikov da aynı basamağa basıp ağırlıktan sağa yatmış arabaya bindi, nihayet yerleştikten sonra:
“Ah, şimdi oldu! Elveda anneciğim!”
Atlar yola koyuldu.
Selifan yol boyunca çok ciddiydi ve bir kabahat işlediğinde ya da sarhoşluktan sonra olduğu gibi yaptığı işe oldukça dikkat ediyordu. Atlar olağanüstü temizdi. Atlardan birinin, neredeyse her zaman kırık bir şekilde geçirildiği için derisinin altından kıtıkları[16 - Minder, yastık vb. doldurmak için kullanılan parça. (ç.n.)] görünen hamutu ustaca dikilmişti. Arabacı bütün yol boyunca suskundu; sadece atları kamçılıyor, onlara hiç öğüt vermiyordu. Belli ki benekli at nasihat dolu sözler işitmek istiyordu çünkü geveze arabacı kamçısını elinde tembelce tutuyor, bu kamçı atın yalnızca sırtını okşuyordu. Ancak asık dudaklarından yalnızca tekdüze birkaç tatsız haykırış işitiliyordu: “Ah, karga seni! Esne dur bakalım!” diyor, başka bir şey söylemiyordu. Doru atla Üye de bir kez bile “nazik” ve “saygıdeğer” denmemesinden hoşnut değildi. Benekli at dolgun ve geniş yerlerinde hoş olmayan darbeler hissediyordu. Kulaklarını biraz sallayarak “Görüyor musun, nasıl da vuruyor!” diye düşünüyordu kendi kendine. “Nereye vuracağını nasıl da biliyor! Doğrudan sırtımı kamçılamıyor, daha hassas yerlerimi seçiyor, ya kulaklarıma ya da karnıma sallıyor kamçısını.”
Selifan kamçısıyla açık yeşil, taptaze tarlaların arasındaki yağmurdan kararmış yolu göstererek arkasında oturan kıza:
“Sağdan mı gidiyoruz?” diye sordu.
“Hayır hayır, göstereceğim ben.” diye cevapladı kız.
“Ne taraftan?” dedi Selifan biraz daha yaklaşınca.
Kız eliyle göstererek:
“İşte şu taraftan.” diye cevapladı.
“Ah be, sen de!” dedi Selifan. “Orası sağ taraf işte. Sağını solunu bilmiyor daha!”
Çok güzel bir gün olsa da yol öyle bir çamura bulanmıştı ki arabanın tekerleğinin her bir yanı çamur olmuş, tekerin üstünü keçe gibi örtmüş, araba da oldukça ağırlaşmıştı. Bir de toprak killi olduğu için olağanüstü yapışkandı. Bu yüzden öğleden önce köy yolundan çıkamadılar. Yanlarındaki kız olmasaydı oradan çıkmak daha zor olacaktı çünkü yol, çuvalın içinden saçılan yengeçler gibi dört bir yana ayrılmıştı ve Selifan kaybolsa kimse onda suç bulamazdı. Kısa süre sonra kız, ilerideki kararan yapıyı eliyle gösterip:
“İşte ana yol!” dedi.
“Peki, bu yapı ne?” diye sordu Selifan.
“Han.” dedi kız.
“Eh, artık kendimiz gideriz.” dedi Selifan. “Sen de doğruca eve dön.”
Durup kızın arabadan inmesine yardım ederken dişlerinin arasından:
“Ah, karabacak seni!” dedi.
Çiçikov kıza bakır bir metelik verdi, o da arabada oturmaktan oldukça memnun bir şekilde evinin yolunu tuttu.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Çiçikov, hana yaklaşan arabanın iki nedenden ötürü durdurulmasını buyurdu: Bir yandan atların dinlenmesini diğer yandan bir şeyler yiyip karnını doyurmayı istiyordu. Yazar, böyle insanların iştah ve midelerine imrendiğini itiraf etmeyi gerekli görür. Yazar için, Petersburg’da ya da Moskova’da yaşayan, zamanlarını “Yarın ne yesek?”, “Yarından sonraki gün öğle yemeğine ne hazırlasak?” diye düşünerek geçiren, bu öğle yemeğinden sonra da ağzına bir hap atan ensesi kalın beyefendiler, hiçbir anlam ifade etmez. İstiridye, deniz örümceği ve tuhaf tuhaf hayvanları bir çırpıda yutar, sonra da doğruca Karlsbad’a ya da Kafkasya’ya giderler. Hayır, bu beyefendiler yazarda hiçbir kıskançlık uyandırmazlar. Ancak istasyonların birinde jambon, diğerinde domuz, diğerindeyse bir dilim mersin balığı ya da fırınlanmış soğanlı salam sipariş ederler, sonra da hiçbir şey yememiş gibi canları istediğinde masanın başına geçer, sütlü çığa balığı çorbasını hüpürdete hüpürdete içer, kulebyakayı[17 - Genellikle somon ya da mersin balığı, pirinç ya da karabuğday, haşlanmış yumurta, mantar, soğan ve dereotu ile doldurulmuş bir Rus böreği. (ç.n.)] mideye indirirler. İşte bu beyefendilerin iştahı, insanı kıskandıran bir Tanrı vergisidir! Ensesi kalın beyefendilerin hepsi, orta hâlli beyefendilerin midesine sahip olabilmek için hemen o anda ipotekli ya da ipoteksiz, yabancı ülkelerin ve Rusların tekniklerine göre ıslah edilmiş köylülerinin ve topraklarının yarısını hemen o an vermeye hazırdırlar. Ama ne yazık ki hiçbir para, ıslah edilmiş ya da edilmemiş hiçbir toprak, orta hâlli bir beyefendinin midesine sahip olmaya yetmez.
Kararmış ahşaplı han, Çiçikov’u eski kilise şamdanlarına benzeyen tahta sütunların üzerindeki dar, misafirperver sundurmasının altına aldı. Han, biraz daha büyük boyutlu bir Rus kulübesi gibiydi. Pencerenin etrafında ve çatının altındaki yaş ağaçları oyarak yapılmış motifli kornişler, hanın kararmış duvarlarına bir canlılık katıyordu. Panjurların üstüne çiçekli testiler resmedilmişti.
Dar, ahşap merdivenle yukarı tırmanıp geniş antreye çıkınca gıcırdayarak açılan kapının önünde “Buradan buyurun!” diyen, alacalı basma entari giymiş, şişman bir kadınla karşılaştı. Yol kenarlarındaki ahşaptan yapılma küçük hanlarda karşılaşılan bütün eski ahbaplar buluşmuştu odanın içinde. Özellikle de buz kesmiş semaver; dış yüzü kazınmış pürüzsüz, çam ağacından yapılma duvarlar; köşede fincan ve çaydanlıkların konduğu üçgen dolap; ikonaların önünde mavi ve kırmızı kurdelelerle duvara asılmış yaldızlı, porselen yumurta kapları; kısa süre önce yavrulamış bir kedi; iki yerine dört göz, yüz yerineyse bir tür bazlama gibi bir şey gösteren ayna ve son olarak, ikonanın yanında kokulu ot ve koklamak isteyeni hapşırtmaktan başka bir işe yaramayan karanfil tutamı.
Çiçikov ayakta dikilen kadına:
“Körpe domuz var mı?” diye sordu.
“Var.”
“Yaban turplu ve smetanalı[18 - Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen bir çeşit ekşi krema türü. (ç.n.)] mı?”
“Evet, ikisi de var.”
“Getir bakalım!”
İhtiyar kadın bir yerleri kurcalamaya gitti, tabak ve kuru ağaç kabuğu gibi ayağa kalkacak kadar kolalanmış peçete getirdi; sonra sararmış kemik saplı, çakı gibi incecik bir bıçak, iki dişli bir çatal ve masada doğru düzgün durmayan bir tuzluk getirdi.
Kahramanımız her zaman olduğu gibi şimdi de yaşlı kadınla konuşmaya başladı ve hanı kendisi mi işletiyor ya da başka bir sahibi mi var, handan ne kadar kâr elde ediyor, oğulları onunla mı yaşıyor, büyük oğlu evli mi bekâr mı, karısı büyük bir çeyizle gelmiş mi ve kayınbabası bundan hoşnut mu, düğüne az sayıda hediye geldiği için kızgın mı gibi birçok soru sordu. Kısacası hiçbir şeyi atlamamıştı. Çevrede hangi toprak beylerinin olduğunu öğrenmek istediğini söylememize gerek yoktur herhâlde. Birçok toprak beyi olduğunu öğrendi: Blohin, Poçitayev, Mılnoy, Albay Çeprakov, Sobakeviç. “Ah! Sobakeviç’i tanıyor musun?” diye sordu. İhtiyar kadın, yalnız Sobakeviç’i değil Manilov’u da tanıyordu. Manilov’a, Sobakeviç’e göre daha nazik davranılırdı çünkü Manilov hana gelir gelmez kızarmış tavuk ve dana eti sipariş eder, kuzu eti varsa ondan da ister, hepsinin tadına bakardı. Sobakeviç ise tek bir şey sipariş eder, hepsini silip süpürür, hatta ek olarak hiçbir para vermeden yediği yemekten biraz daha vermelerini isterdi.
Bir yandan yutacak son bir lokma kalan körpe domuz etini yiyip bir yandan ihtiyar kadınla bu şekilde konuşurken yaklaşan arabanın teker seslerini duydu. Pencereden bakınca üç güzel atın çektiği, hafif yaylı bir arabanın hanın önünde durduğunu gördü. Arabadan iki adam indi. Biri sarışın, uzun boyluydu; diğeriyse esmer ve daha kısaydı. Sarışın olan koyu lacivert bir Macar ceketi, esmer olansa yalnızca kısa bir kaftan giymişti. Uzaktan içi boş, lime lime olmuş ipten koşumları olan dört atın çektiği başka bir araba da sallana sallana geliyordu. Sarışın olan hemen merdivenlerden yukarı çıktı, bu sırada esmer olan orada durmuş, uşakla konuşurken ardından gelen arabaya el sallayarak arabanın içinde bir şeyler arıyordu. Sesi Çiçikov’a tanıdık gelmişti. Çiçikov, esmer adama bakarken sarışın olan el yordamıyla kapıyı bulup açmıştı. Uzun boylu, zayıf ya da kupkuru denebilecek yüzlü, kızıl bıyıklı bir adamdı. Yanmış yüzüne bakılırsa dumanın ne olduğunu biliyor denebilirdi, barut dumanı olmasa da tütün dumanıydı bu. Çiçikov’u saygılı bir şekilde selamladı, o da aynı şekilde karşılık verdi. Birkaç dakikada muhabbet etmeye başlayıp birbirlerini iyice tanıyabilirlerdi çünkü zaten bir başlangıç yapılmıştı ve ikisi de aynı anda yoldaki tozun dünkü yağmurla birlikte yıkanıp gitmesinden duydukları hoşnutluğu belirtmişlerdi, artık serinlikte hoş bir şekilde seyahat edebileceklerdi. Bu sırada esmer olan, başındaki kasketi çıkarıp masanın üstüne fırlattı; parmaklarını siyah, gür saçlarının arasından hırçın bir şekilde geçirdi. Bu orta boylu, kıpkırmızı yanaklı, kar gibi beyaz dişli, katran gibi simsiyah saçlı ve favorili, yakışıklı bir adamdı. Kanlı canlı, yüzünden sağlık akan biriydi.
Çiçikov’u görünce kollarını açarak:
“Vay, vay, vay!” diye bağırdı birden. “Seni buraya hangi rüzgâr attı?”
Çiçikov, Nozdrev’i tanımıştı. Savcının davetinde birlikte yemek yemeleri ve birkaç dakika konuşmaları böylesine içli dışlı olmasına yetmiş olacak ki Çiçikov’a “sen” diye hitap etmişti ancak o, buna vesile olacak hiçbir şey yapmamıştı.
Nozdrev, sorusuna cevap verilmesini beklemeden.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu, sonra da devam etti: “Ben de panayırdan geliyorum kardeşim. Tebrik et beni. Tam anlamıyla soyuldum! İnanır mısın, hayatımda hiç bu kadar ütülmemiştim. Küçük burjuvaların arabasıyla geldim! İşte, pencereden kendin bak!”
Bunu söylerken Çiçikov’un başını öyle bir eğdi ki neredeyse pencerenin çerçevesine kafasını vuracaktı. “Görüyor musun? Ne süprüntü ama! Güç bela, sürüne sürüne gidiyordu lanet araba, ben de onun arabasına bindim.” Nozdrev bunları söylerken parmağıyla arkadaşını işaret etti. “Siz hâlâ tanışmadınız mı? Eniştem Mijuyev! Bütün sabah sizden bahsettik. Bak, dedim kesin Çiçikov’la karşılaşacağız, görürsün. Ah kardeşim, bugün nasıl mahvoldum bir bilsen! İnanır mısın, yalnız tırısa alıştırılmış dört atımı değil her şeyimi kaybettim. Ne kösteğim ne saatim kaldı geriye…”
Çiçikov ona baktı, gerçekten de ne bir kösteği ne de saati vardı. Hatta favorilerinden biri diğerinden daha seyrek ve kısa görünüyordu. “Cebimde yalnız yirmi rublem daha olsaydı…” diye devam etti Nozdrev. “Yirmi ruble, daha fazlası değil! İşte o zaman kaybettiğim her şeyi geri almakla kalmaz, vallahi otuz bin rubleyi de cebime atardım.”
“O zaman da böyle söylüyordun, sana elli ruble verdiğim anda da hepsini kaybettin.” dedi sarışın olan.
“Kaybetmezdim! Tanrı şahidim kaybetmezdim! Aptallığımdan kaybettim. Lanet yedilinin üstüne daha önceden ek para koysaydım, kasadaki bütün parayı cepleyebilirdim.”
“Ancak cepleyemedin.” dedi sarışın olan.
“Cepleyemedim çünkü ek parayı vaktinde koyamadım. Senin şu binbaşı iyi mi oynuyor sence?”
“İyi oynasın ya da oynamasın, seni yendi ya sen ona bak.”
“Aman ne önemli!” dedi Nozdrev. “Ben onu hep yenerim. İki katı paraya oynasın o zaman görürüz nasıl oynadığını! Ama Çiçikov kardeşim, ilk günlerde neler neler içtik bir bilsen! Panayır gerçekten mükemmeldi. Oradaki tüccarlar bile bu kadar çok kişinin geldiğini hiç görmedik diyorlardı. Köyden getirdiğim her şeyi oldukça kazanç getirecek bir fiyata sattım. Ah, kardeşim, neler neler içtik! Şimdi bile hatırlayınca… Lanet olsun! Yani orada olmaman çok yazık… Şehirden üç verst ötede bir süvari alayı düşün. İnanır mısın, şehirde toplasan anca kırk kadar subay vardı; sonra öyle bir içmeye başladık ki kardeşim… Onuncu dereceden Üsteğmen Potseluyev… Öyle iyi bir adam ki! Kardeşim, adamın bir bıyığı var ki! Bordoya, boz bulanık diyor. ‘Boz bulanık getir buraya kardeşim!’ diye sesleniyor. Teğmen Kuvşinnikov… Ah kardeşim, ne tatlı adam ama! Tam bir hovarda diyebilirim. Hep birlikteydik onunla. Ponomarev bize öyle şaraplar verdi ki! Onun tam bir dolandırıcı olduğunu söylemem gerek, onun dükkânından hiçbir şey alınmaz. Şaraba her türlü pisliği karıştırıyor: Sandal ağacı, yanık mantar hatta mürver bile katıyor namussuz. Ama sonra uzaktaki, özel dediği odadan bir şişe şarap getirirse kendini cennette buluveriyorsun. Orada içtiğimiz şampanyaların yanında valininkiler de neymiş? Basit bir kvas[19 - Esmer ya da normal çavdar ekmeğinin mayalanması ile üretilen bir Rus içeceği. (ç.n.)] gibi gelir. Kliko değil de Kliko Matradura gibi bir şeydi adı, iki kat daha fazla Kliko demekmiş. Bir şişe de Bonbon denen bir Fransız şarabı içtik. Kokusu mu? Gül gibi, mükemmel kokuyordu. Neler neler içmedik ki! Bizden sonra bir prens gelmiş, dükkândan şampanya alması için birilerini göndermiş, bütün şehirde tek bir şişe bile kalmamış, hepsini subaylar içip bitirmiş. İnanır mısın, ben öğle yemeği sırasında on yedi şişe şampanya içtim. Hem de tek başıma!”
“On yedi şişe içemezsin.” dedi sarışın olan.
“Vallahi içtim!” diye cevapladı Nozdrev.
“İstediğini söyle, ben de sana on şişe bile içemezsin diyorum.”
“İçip içmediğim üzerine iddiaya var mısın?”
“Nesine?”
“Şehirden aldığın tabancayı koy ortaya.”
“İstemiyorum.”
“Koy işte, ne olacak!”
“Koymak istemiyorum.”
“Gerçi tabancasız kendini şapkasız kalmış gibi hissedersin sen. Ah Çiçikov kardeş, kısacası senin de orada olmaman çok yazık oldu. Teğmen Kuvşinnikov’un yanından hiç ayrılmazdın. Onunla ne iyi anlaşırdın! Bizim şehrimizdeki vali ve her bir kuruşun hesabını tutan pintiler gibi değil o. Bu adam, kardeşim, hem galbik[20 - Bir tür Rus iskambil oyunu. (ç.n.)] hem de bançişkayı[21 - Bir tür Rus iskambil oyunu. (ç.n.)] iyi oynar, yani ne ararsan var! Ah be Çiçikov, ne diye gelmedin ki sanki? Seni gidi domuz, hayvan yetiştiriyor sanki! Öp beni haydi canım benim, canımdan çok seviyorum seni! Mijuyev, şu rastlantıyı görüyor musun? Birbirimizle hiçbir alakamız yok aslında. O buraya Tanrı bilir nereden gelmiştir, ben de burada yaşıyorum… Hem de ne çok araba var burada kardeşim, en gros.[22 - Fransızca: Çok sayıda. (ç.n.)] Talihim de döndü. İki kutu pomat, porselen fincan ve gitar kazandım, sonra bunları koyup tekrar oynadım, lanet olsun ki hepsini kaybettim. Ah, çapkın Kuvşinnikov’la bir tanışsaydın! Onunla neredeyse bütün balolara gittik. Balodaki kadınlardan biri öyle güzel giyinip kuşanmıştı ki elbisesinde tüller, fırfırlar ve Tanrı bilir başka neler vardı neler! İçimden sadece ‘Lanet olsun!’ demiştim. Kurnaz Kuvşinnikov, kadının yanına oturup Fransızca öyle güzel iltifatlar etti ki… İnanır mısın, hiçbir kadını kaçırmaz avucundan. Buna ‘çilek toplamak’ adını vermiş. Harika balıklar getirdik. Arasından birini yanımda getirdim. İyi ki hâlâ elimde para varken satın almayı akıl etmişim. Sen nereye gidiyorsun şimdi?”
“Birinin yanına gidiyorum.” dedi Çiçikov.
“Aman, boşver onu! Bana gel!”
“Hayır, olmaz, işim var.”
“Ne işiymiş o? Hemen de uydurdun! Ah, sen yok musun İvanoviç!”
“Gerçekten de işim var, gitmem lazım.”
“Bahse varım yalan söylüyorsun! Kime gidiyormuşsun bakalım?”
“Sobakeviç’e gidiyorum.”
Tam o anda Nozdrev; yalnızca gülerken ağzındaki şeker kadar beyaz dişlerinin her birini gösteren, yanaklarını titretip hoplatan genç ve sağlıklı insanlar gibi öyle yüksek sesle kahkaha attı ki bu kahkaha iki kapı yandaki komşuyu, dipteki odada daldığı uykudan uyandırıp gözlerini fal gibi açtırır ve ona, “Hiç oldu mu bu şimdi?” dedirtirdi.
Bu gülüşten biraz hoşnutsuz olan Çiçikov:
“Bunda gülünecek ne var?” dedi.
Ama Nozdrev bütün gücüyle gülmeye devam ederken şöyle dedi:
“Of, acı bana yoksa gülmekten çatlayacağım vallahi!”
“Bunda komik bir şey yok. Ona söz verdim.” dedi Çiçikov.
“Onun yanına gidersen kesinlikle hoşnut kalmazsın. Çok pinti bir adamdır o! Senin karakterini bilirim ben, orada güzel bir şişe Bonbon bulacağını düşünüyorsan çok fena hayal kırıklığı yaşarsın. Dinle kardeşim; Sobakeviç’i boş ver, bize gidelim! Öyle bir balık var ki bende! Ponomarev yerlere kadar eğilerek ‘Bu balık yalnızca sizin için; bütün panayırı gezin, bunun gibisini bulamazsınız!’ demişti. Ne var ki o korkunç bir dolandırıcıdır. Onun gözlerine bakarak ‘Bizim tüccarla siz, ikiniz de dolandırıcısınız!’ dedim ben de. Sakalını sıvazlaya sıvazlaya güldü namussuz. Kuvşinnikov’la her gün dükkânında kahvaltı ederiz. Ah kardeşim, sana söylemeyi unuttum. Beni bırakmayacaksın biliyorum ama on bin ruble de versen neyi unuttuğumu söylemem.” dedi ve pencereye gidip bir elinde bıçak diğerinde ekmek kabuğuyla arabadan bir şeyler çıkardığı sırada hemencecik ucundan kesebilmenin mutluluğuna erdiği balık parçasını tutan adamına, “Hey, Porfiri! Yavru köpeği getir!” diye bağırdı. Sonra Çiçikov’a dönerek “Öyle güzel bir köpek ki!” diye devam etti. “Çalıntıdır, sahibi kendi isteğiyle vermedi. Hvostırev’le değiş tokuş ettiğim doru atı hatırlarsın ya, sahibine onu verdim…”
Ancak Çiçikov, ömründe ne doru atı ne de Hvostırev’i görmüştü. Bu sırada onlara doğru yaklaşan ihtiyar kadın:
“Efendim! Bir şeyler yemek istemez misiniz?” dedi.
“İstemem. Ah kardeşim, nasıl âlem yapmıştık ama! Bir kadeh votka getir bakalım. Neli votkan var?”
“Anasonlu.”
“Getir bakalım anasonluyu.” dedi Nozdrev.
“Bana da bir kadeh getir!” dedi sarışın olan.
“Tiyatroda bir aktris vardı ki köpoğlu, kanarya gibi şakıyordu! Yanımda oturan Kuvşinnikov, ‘İşte kardeşim! Çilek toplama zamanı geldi!’ dedi. Elli kadar baraka vardı sanıyorum. Fenardi[23 - 1820’li yıllarda meşhur bir akrobat ve hokkabaz. (ç.n.)] dört saat boyunca değirmen gibi döndü durdu.”
Bu sırada ihtiyar kadının elinden hafifçe eğilerek getirdiği votka kadehini aldı. Elinde yavru köpekle Porfiri’nin içeri girdiğini görünce “Ah, getir onu buraya!” diye bağırdı. Porfiri tıpkı efendisi gibi vatkalı, kısa bir kaftan giymişti ama onunki biraz daha yağlıydı.
“Onu yere koy!” dedi.
Porfiri yavru köpeği yere bıraktı, o da dört bacağını açıp yeri kokladı.
Nozdrev, hayvanı sırtından tutup havaya kaldırarak:
“İşte yavru bu!” dedi. Yavru, oldukça acıklı bir şekilde uludu.
Nozdrev yavru köpeğin karnına özenle baktıktan sonra Porfiri’ye dönerek:
“Yalnız sana söylediğim şeyi yapmamışsın, köpeği taramamışsın.”
“Hayır, taradım.”
“Bu pireler ne o zaman?”
“Bilemem. Arabadan geçmiştir belki de.”
“Yalan söylüyorsun, yalan! Taramamışsın işte. Bence senin pirelerin de geçmiştir hayvana, aptal. Şuna bak Çiçikov! Kulaklarına bak, bir dokunsana kulaklarına.”
“Gerek yok, iyi bir cins köpek olduğu belli oluyor.” diye cevap verdi Çiçikov.
“Olsun canım, dokun bir kulaklarına!”
Çiçikov, sırf adamı memnun etmek için kulaklarını okşadıktan sonra:
“Evet, güzel bir köpek olacak.”
“Burnu nasıl soğuk, hissediyor musun? Dokunsana.”
Çiçikov onu kırmak istemediğinden köpeğin burnuna dokundu.
“İyi koku alır.”
“Gerçek bir mordaş.”[24 - Kısa boylu, büyük kafalı bir köpek cinsi. (ç.n.)] diye devam etti Nozdrev. “Uzun süredir bir mordaşım olsun diye yanıp tutuşuyordum. Porfiri, götür onu!”
Porfiri yavru köpeği karnından kaldırıp arabaya taşıdı.
“Dinle Çiçikov, şimdi muhakkak bana gelmelisin, topu topu beş verst yol gideceğiz, göz açıp kapatıncaya kadar varırız eğer istersen oradan da Sobakeviç’e gidebilirsin.”
Çiçikov içinden, “Sahiden de Nozdrev’e gidebilirim. Diğerlerinden aşağı kalır bir yanı yok ki! Hem bir de iskambilde her şeyini kaybetmiş. Her şeyi göze almış gibi duruyor. Karşılığında hiçbir ücret vermeden bir şeyler koparabilirim ondan.”
“Tamam, gidelim.” dedi Çiçikov. “Ama çok tutma beni, zamanım çok kısıtlı.”
“İşte bu! Çok güzel oldu, gel buraya, öpeceğim seni.” diye karşılık verdi ve Nozdrev’le Çiçikov öpüştüler. “Mükemmel, üçümüz birlikte gideriz!”
“Hayır, beni sayma lütfen.” dedi sarışın olan. “Eve gitmem gerek.”
“Mümkün değil, bırakmam kardeşim.”
“Vallahi karım çok kızar. Artık beyefendinin arabasıyla gidersiniz.”
“Hayır, hayır, hayır! Aklından bile geçirme!”
Sarışın olan, ilk bakışta inatçı bir karaktere sahip gibi görünen insanlardandı. Bu insanlar siz daha ağzınızı açamadan tartışmaya hazır gibidirler. Ona açıkça karşıt görünen hiçbir düşüncede hemfikir olmazlar, aptal birine asla akıllı demezler, asla başkasının elinde oyuncak olmazlar; en sonunda yumuşak başlı olur, daha önce reddettiği her şeyi kabul eder, aptala akıllı der ve başkasının elinde daha önce hiç görülmediği kadar güzel bir oyuncağa dönüşürler. Yani onurlu başlarlar, alçak bir şekilde bitirirler.
Nozdrev, sarışın olanın düşüncesine “Saçma!” diye cevap verdi, başına kasketini geçirdi ve sarışın da onların arkasından yollandı.
“Votkanın parasını ödemediniz beyim…” dedi ihtiyar kadın.
“Tamam anneciğim, tamam. Baksana enişte! Sen öder misin lütfen? Cebimde tek bir kuruş bile kalmadı.”
“Ne kadar tuttu?” dedi enişte.
“Toplam yirmi kapik tuttu beyim.” dedi ihtiyar kadın.
“Yalan söylüyorsun, yalan. Elli kapik[25 - Yirmi kapiklik gümüş, Nozdrev’in vermeyi teklif ettiği elli kapikten daha değerlidir. (ç.n.)] ver, yeter ona.”
“Az oldu beyim.” dedi ihtiyar kadın ancak parayı memnuniyetle aldı, bir de aceleyle onlara kapıyı açtı. İhtiyar kadın zarar etmemişti çünkü votkaya ederinin dört katı kadar para istemişti.
Arabaya bindiler. Çiçikov’un arabası, Nozdrev’le eniştesinin arabasıyla yan yana gittiği için üçü, yol boyunca rahatça konuşmaya devam edebildiler. Nozdrev’in küçük bir kaleskaya[26 - Dört tekerlekli, hafif, bir tür gezinti arabası. (ç.n.)] koşulan cılız atları da onları ağır aksak takip ediyordu. Porfiri de yavru köpekle birlikte bu kaleskaya binmişti.
Yolcuların kendi aralarındaki muhabbet, okuyucu için pek ilgi çekici gelmeyeceğinden en iyisi hikâyemizde son kez rol oynamayacak olan Nozdrev hakkında bir şeyler söyleyelim.
Nozdrev’in yüzü, okuyucuya az da olsa tanıdık gelir sanırım. Herkes birçok kez böyle bir insanla karşılaşmıştır. Onlara hep patavatsız derler, çocukluk ve okul zamanlarında iyi bir arkadaş olarak anılırlar ama bu sırada sık sık dayak da yerler. Yüzlerinden her daim açık, dolaysız ve atılgan biri oldukları bellidir. İnsanlarla hemen tanışır, göz açıp kapayıncaya kadar karşılarındakine “sen” diye hitap etmeye başlarlar. Arkadaşlıkları sonsuza dek sürecekmiş gibi düşünür, neredeyse her seferinde aynı günün akşamındaki bir davette bir arkadaşlarıyla kavgaya tutuşurlar. Her zaman geveze, hovarda, pervasız, göz önünde olan insanlardır. Nozdrev günümüzde otuz beş yaşındadır ama on sekiz ve yirmi yaşındaki hâli gibidir. Aklı fikri gezmektedir. Evlilik onu hiç mi hiç değiştirmemiştir. Karısı, Nozdrev’in hiç ihtiyacı olmayan iki çocuğunu da geride bırakarak vefat etmiştir. Gerçi o zaman çocuklara, pek alımlı bir dadı bakıyordu. Bir günden fazla oturamazdı evinde. Hassas burnu onlarca verst ötedeki gidilecek her türlü panayırın ve balonun kokusunu alırdı; göz açıp kapayıncaya kadar oraya gider, yeşil bir masanın başında kavga edip olay çıkarırdı zira her bir iskambil tiryakisi de böyledir. Kart oyunlarında, ilk kısımda da gördüğümüz gibi pek de günahsız ve temiz oynamaz; çeşit çeşit hile ve incelikleri bilir, bu nedenle kart oyunu da sık sık başka bir oyunla sona ererdi. Ya tekmelenir ya da o güzel, gür favorilerini yoldurtur; bu nedenle bazı zamanlar eve tek bir seyrek favoriyle dönerdi. Ama sağlıklı ve dolgun yanakları öyle güzel yaratılmıştı, öyle verimliydi ki favorileri kısa sürede tekrar uzar, öncekinden bile güzel olurdu. Hepsinden daha tuhaf olanıysa dövüştükleri arkadaşlarıyla bir süre sonra karşılaştıklarında hiçbir şey yaşanmamış gibi konuşmalarıdır ki bu yalnızca Rus topraklarında mümkündür.
Nozdrev bir bakımdan belayı hep kendine çeken bir insandı. Başına hiçbir olayın gelmediği tek bir toplantı bile yoktu. Muhakkak başına iş açardı. Ya jandarmalar koluna girerek onu salondan dışarı çıkarır ya da arkadaşları bunu yapmak zorunda kalırlardı. Eğer bu yaşanmazsa yine de hiç kimsenin başına gelmeyecek şeyler yaşardı. Ya bir büfede zilzurna sarhoş olur, yalnızca güler ya da en sonunda kendini de utandıracak dehşet yalanlar uydururdu. Hiç ihtiyacı olmamasına rağmen uydururdu bu yalanları. Birden mavi ya da pembe tüyleri olan bir atı olduğunu söyler, bunun gibi zırvaları dinleyenler de oradan ayrılır, “Of be kardeşim, yine masal okumaya başladın sen de!” derlerdi. Çoğu zaman ortada hiçbir neden yokken yakınlarını aşağılamayı arzulayan insanlar vardır. Örneğin rütbesi bile olan asil görünüşlü, göğsü yıldızlı[27 - Kral Stanislav tarafından verilen, kendi adıyla anılan, oldukça prestijli bir nişan. (y.n.)] biri elinizi sıkıp sizinle ufkunuzu açan, derin konularda muhabbet etmeye başlıyor; sonra bir bakmışsınız, gözünün önünde sizi aşağılıyor. Ve bunu sanki ufkunuzu açan, derin konularda muhabbet eden, göğsü yıldızlı biri gibi değil de oldukça düşük dereceden bir sicil memuruymuş gibi yapıyor. Bu nedenle hayretler içinde kalıyor ve yapacak başka bir şey de olmadığı için omuz silkiyorsunuz. İşte bu garip arzu, Nozdrev’de de vardı. Kim ona yaklaşırsa hemen zarar veriyordu. Akla hayale gelmedik aptalca şeyler uydurur, evliliklerini bitirir, ticari anlaşmaları mahvederdi ve kendini hiç de onların zarar verdiği bu insanların düşmanı olarak görmezdi. Tam tersine, eğer onlarla bir kez daha rastlaşırlarsa arkadaşça yaklaşır hatta, “Ne namussuz adamsın! Bir kere bile uğramadın bana.” derdi. Nozdrev birçok ilişkisinde çok yönlü biriydi, yani on parmağında on marifet vardı! Bir dakikada dünyanın öbür ucu da olsa istediğiniz her yere sizinle gitmeyi, sizin istediğiniz herhangi bir işe girmeyi, siz ne isterseniz onu değiştirmeyi önerirdi. Silah, köpek, at; hepsi değiş tokuş konusuydu ama bunu herhangi bir şey kazanmak için yapmazdı. Bu; onun yerinde duramayan, atılgan ve cevval karakterinden kaynaklanıyordu. Eğer panayırda şansı yaver gider, saf bir adama denk gelir de onu oyunda yenerse daha önce dükkânlarda gözüne kestirdiği bir yığın şey alırdı. Hamutlar, tütsüler, dadı için başörtüleri, aygır, kuru üzüm, gümüşten yapılmış el yüz yıkama kabı, Hollanda tuvali, taneli un, tütün, tabancalar, ringa balığı, tablolar, bileme aleti, çömlekler, çizme, porselen tabak… Artık parası neye yeterse! Ne var ki bunları evine götürdüğü çok nadirdir. Neredeyse hemen aynı gün bütün bu eşyalar şanslı başka bir kumarbazın olurdu. Hatta bu eşyalara bazen tütün kesesiyle piposu ve ağızlığı da eklenir; başka bir sefer ise dört atını, arabasını ve arabacısını bile verir; bu nedenle efendi, üzerinde kısa redingotu ya da kaftanıyla arabasını kullanabileceği bir arkadaşını arar dururdu. İşte Nozdrev böyle bir insandı! Belki de Nozdrev’in çok basmakalıp bir karaktere sahip olduğunu, artık onun gibi insanların olmadığını söyleyenler olabilir. Heyhat! Böyle söyleyenler haksızlık ederler. Nozdrev, uzun süre bu dünyadan göçüp gitmeyecek. Her yerde aramızda olacak, belki de başka bir kaftan giyecek ama düşüncesiz, açık fikirli olmayan insanlar, başka bir kaftan giyen adamı farklı biri sanacaklar.
Bu sırada üç araba da Nozdrev’in evinin kapısının önüne yanaşmışlardı. Evde onların gelişi için hiçbir hazırlık yapılmamıştı. Yemek odasının ortasında ahşap bir merdiven duruyor; iki köylü de üstüne çıkmış, bir türlü sonu gelmeyen bir şarkı tutturmuş, duvarları badana ediyordu; zeminin her tarafına boya sıçramıştı. Nozdrev hemen köylülerin ve merdivenin dışarı çıkarılmasını buyurdu ve başka buyruklarını da iletmek için aceleyle odadan çıktı. Misafirler, Nozdrev’in aşçıya yemekte ne yapması gerektiğiyle ilgili buyruklarını işittiler; artık az biraz açlık hissetmeye başlayan Çiçikov, bunu duyunca saat beşten önce masanın başına geçmeyeceklerini anladı. Nozdrev geri dönünce misafirlerini, her şeyin olduğu köyünü gezdirmeye götürdü ve iki saat içinde neredeyse her şeyi gösterdi; artık gösterecek pek bir şey kalmamıştı. İlk önce bakla kırı[28 - Atın vücudunda kırlaşma başladığı zaman aldığı renk. (ç.n.)] ve kahverengi iki kısrağın, bir de doru aygırın olduğu ahıra bakmaya gittiler. Aygır pek bir gösterişsizdi ama Nozdrev’in yeminler ederek söylediğine göre, onun için tam on bin ruble harcamıştı.
“Buna on bin ruble vermemişsindir.” dedi enişte. “Tek başına o kadar etmez.”
“Vallahi de on bin verdim.” dedi Nozdrev.
“İstediğin kadar yemin et!” diye cevapladı enişte.
“İddiaya var mısın?” dedi Nozdrev.
Enişte, iddiaya girmek istemedi.
Sonra Nozdrev, daha önceden güzel atların bulunduğu boş ahır bölmelerini gösterdi. Bu ahırda; eski inanışa göre atların yanında tutulması gereken, atlarla iyi anlaşıyor gibi görünen ve onların göbeklerinin altında tıpkı kendi evindeymiş gibi rahatça gezinen bir de keçi gördüler. Ardından Nozdrev onlara, eski bir tasmayla bağlanmış kurt yavrusunu gösterdi. “İşte kurt yavrusu! Onu bilerek çiğ etle besliyorum. Tam anlamıyla vahşi olsun istiyorum!” dedi. Sonra da gölete bakmaya gittiler. Nozdrev’in dediğine göre içinde öyle büyük balıklar yüzüyormuş ki iki kişi bir tanesini zar zor çekip çıkarırmış. Ne var ki Nozdrev’in akrabası bu konuda da şüphelenmeyi eksik etmedi. “Sana mükemmel bir çift köpek göstereceğim Çiçikov. Şu tazının butlarına bak, insanı hayret ettirir! Yüzü nasıl da sivri baksana, iğne gibi!” dedi Nozdrev ve onları dört bir yanı çitlerle çevrili, çok güzel, minik bir eve götürdü. Avluya girdiklerinde her cinsten köpekle karşılaştılar. Hem uzun hem kısa tüylü, mümkün olan her renkte köpek vardı burada: kızılımsı kahverengi ve siyah, yarı alacalı, alacalı kahverengi, alacalı kızıl, kara kulaklı, boz kulaklı… Burada hepsi adını, verilen emirlerden almıştı: Vur, Söv, Uç, Yak, Kır, Dövüş, Haşla, Kavur, Ok, Balina, Ödül, Velinimet. Nozdrev, onların arasında tam bir aile babasıydı; köpek kurallarına uygun olarak hepsi kuyruklarını havaya kaldırıp doğrudan misafirlere doğru fırladılar ve onlara selam vermeye başladılar. Aralarından on tanesi, patilerini Nozdrev’in omuzlarına koydu. Söv, aynı dostluğu Çiçikov’a da gösterdi; ön ayaklarını omuzuna koydu ve onu tam da dudağından yaladı. Bu yüzden Çiçikov hemen tükürdü. İnsanı hayrete düşüren butları olan köpeklere de baktılar, gerçekten güzel köpeklerdi. Sonra kör ve Nozdrev’in dediğine göre ölmesine çok az kalmış ama bundan iki yıl öncesine kadar çok güzel olan bir Kırım köpeğine de baktılar; köpek, gerçekten de kördü. Ardından su değirmenine baktılar. Bu değirmenin, bir iğin[29 - Ağaçtan yapılmış, pamuk, yün ve benzeri şeyleri eğirmekte kullanılan, ortası şişkin, iki ucu sivri bir araç. (ç.n.)] üzerinde hızlıca dönen üst değirmen taşının yerleştirildiği ve Rus köylüsünün tuhaf bir şekilde “uçan” olarak ifade ettiği parçası eksikti.
“Az ileride bir demirci olacaktı!” dedi Nozdrev.
Biraz ilerlediler; gerçekten de bir demirci vardı, oraya da baktılar.
“İşte bu tarlada…” dedi Nozdrev parmağıyla göstererek. “Öyle çok tavşan olur ki toprak görünmez. Bir tanesini arka ayağından elimle yakalayıp çekmiştim.”
“Ama tavşanı elinle yakalayamazsın ki!” dedi enişte.
“Yakaladım işte, yakaladım!” diye cevap verdi Nozdrev. Sonra Çiçikov’a dönerek “Şimdi sana topraklarımın sınırını göstereceğim.” dedi.
Nozdrev, misafirlerini bir sürü tümseğin olduğu tarlasından geçirdi. Misafirler nadasa bırakılmış ve tırmıklanmış ekin tarlasından geçmek zorunda kalmışlardı. Çiçikov, kendisini yorgun hissetmeye başlamıştı. Adımlarını sıklıkla suların içinde atıyorlardı. Önceleri adımlarını dikkatle atıyorlardı ama sonra bunun hiçbir işe yaramadığını görüp nerede çamur az nerede fazla, hiç oralı olmadan doğrudan yürümeye başladılar. Uzun bir mesafeyi katettikten sonra gerçekten de tahta bir direk ve dar bir hendekten oluşan sınırı gördüler.
“İşte sınır!” dedi Nozdrev. “Bu tarafta gördüğün her şey benim; hatta şu taraftaki, maviliğe bürünen bütün orman ve onun ardındaki her şey de benim.”
“Bu orman ne zaman senin oldu?” diye sordu enişte. “Herhâlde yakın zamanda satın aldın? Çünkü orman senin değildi.”
“Evet, yakın zamanda aldım.” diye cevapladı Nozdrev.
“Ormanı bu kadar hızlı almayı ne zaman başardın?”
“Alalı üç gün kadar oldu. Lanet olasıca, çok da pahalıydı.”
“Ama sen o sıralarda panayırda değil miydin ki?”
“Ah be Sofron! Hem panayıra gidip hem de toprak satın alınamaz mı sanki? Ben panayırdayken kâhyam aldı burayı.”
“Tabii, kâhyan alabilir!” dedi enişte ama şüpheyle başını sallıyordu.
Misafirler aynı iğrenç yoldan eve geri döndüler. Nozdrev onları çalışma odasına götürdü ne var ki burada genelde çalışma odalarında bulunan kitap ya da kâğıt gibi şeyler görünmüyordu; yalnızca duvarda asılı bir kılıç ve biri üç yüz diğeri de sekiz yüz rublelik iki tüfek asılıydı. Enişte bunlara göz gezdirip başını salladı. Sonra içlerinden birinin üstüne yanlışlıkla “Saveliy Sibiryakov Usta” ismi kazınmış Türk hançerleri gösterildi misafirlere. Ardından laterna[30 - Laterna: İçerisinde yüklenmiş müzikler olan, kolunun çevrilmesiyle çalınan, ayaklı ve sandık biçiminde bir org türü. (ç.n.)] gösterildi. Nozdrev bu laternayı çevirip bir şeyler çalmaya başladı. Laternada çalan şarkı çok hoştu ama bu şarkının ortasında herhâlde bir şey oldu çünkü mazurka[31 - Bir tür Leh dansı ve bu dansın müziği. (ç.n.)] durdu, Marlborough Savaşa Gitti şarkısı çalmaya başladı; sonra da aniden bilindik bir vals işitildi. Nozdrev laternayı çevirmeyi çoktan bırakmıştı ama bir düdük, oldukça canlı bir şekilde, hiç mi hiç susmak istemeden uzun bir süre tek başına ötüp durdu. Sonra pipolarını gösterdi: ahşap, toprak, lüle taşı, daha önce tüttürülmüş, tüttürülmemiş, süet kaplanmış, kaplanmamış… Yakın zamanda kumarda kazandığı kehribar ağızlıklı çubuğuyla, bir posta merkezinde kendisine tepeden tırnağa âşık olan, söylediğine göre elleri superflu[32 - Nozdrev’in bu kelimeyi kullanması tamamen anlamsızdır. (ç.n.)] kadar -bu kelime onun için mükemmelliğin en üst noktası anlamına geliyordu herhâlde- incecik bir kontesin diktiği tütün kesesini gösterdi. Tuzlanmış balıktan biraz yedikten sonra saat beş gibi masanın başına geçtiler. Görüldüğü üzere yemek, Nozdrev’in hayatında önemli bir yer işgal etmiyor; büyük bir rol oynamıyordu. Masadaki yemeklerin bazıları yanmış bazılarıysa hiç pişmemişti. Belli ki aşçı canının istediğine göre yemek yapıyor, eline geçen ilk şeyi yemeğin içine atıyordu. Önünde biber mi vardı, hemen katıyordu yemeğe; lahana mı geçti yoksa, onu da katıyordu; süt, jambon ve bezelyeye mi denk geldi, koy gitsin! Yani eline ne geçerse koy gitsin, yemek sıcak olsun da nasıl olsa lezzeti tutturulurdu. Buna karşılık Nozdrev, şaraba düşkündü. Henüz çorbalar servis edilmemişti ki misafirlerine büyük bardaklarda Porto şarabı ve yüksek kalite Santernes ikram etti çünkü il ve ilçelerde basit Santernes şarabı yoktur. Ardından Nozdrev, feldmareşalin içtiklerinden bile daha güzel bir şişe Madeira şarabı getirilmesini buyurdu. Madeira insanın ağzını yakıyordu çünkü iyi Madeira seven toprak beylerinin damak zevkini bildiklerinden, içine rom boca ederler, bazen de Rus midesinin kaldıracağını umut ederek çar votkası eklerler. Sonra Nozdrev, dediğine göre Bourgogne ve Champagne’nin bir arada olduğu özel şişeyi de getirmelerini buyurdu. İki bardağa da hem sağdakine hem soldakine hem eniştesinin hem Çiçikov’un bardaklarına gayretle doldurdu içkiyi. Ancak Çiçikov, Nozdrev’in bardakları sırayla doldururken kendisininkine pek de doldurmadığını fark etti. Bu onu dikkatli olmaya sevk etti; Nozdrev, konuştuğu ya da eniştesinin bardağını doldurduğu sırada içkisini hemencecik tabağa boşaltmaya başladı. Kısa bir süre sonra masaya Nozdrev’in dediğine göre tadı birebir erik şarabına benzeyen üvez şarabı getirildi ama hayret verici şekilde tüyler ürpertici bir tadı vardı. Daha sonra başka bir yüksek alkollü likör içtiler. Bu likörün öyle bir adı vardı ki hatırlamak bile neredeyse imkânsızdı, hatta ev sahibi de birkaç kez onu başka bir isimle anmıştı. Yemek çoktan bitmiş, şarapların tadına bakılmıştı ama misafirler hâlâ masanın başında oturuyorlardı. Çiçikov, Nozdrev’le asıl meseleyi eniştesi henüz buradayken konuşmayı hiç istemiyordu. Ne de olsa enişte bir yabancıydı ve bu mesele, baş başa ve dostane bir konuşmayı gerektiriyordu. Ne var ki eniştenin tehlikeli olduğundan da şüpheliydi çünkü sandalyesinde oturup, her saniye burnuyla tabağını gagalayıp tıka basa yemek yiyordu. Enişte de kendisinin pek güvenilir bir hâlde olmadığını fark edince nihayet eve gitmeye yeltendi ama bunu öyle tembel ve uyuşuk bir sesle söyledi ki Rusların da dediği gibi, ayakları geri geri gidiyordu.
“Yok, yok! Bırakmam!” dedi Nozdrev.
“Hayır, üzme beni dostum, gerçekten gitmem lazım.” dedi enişte. “Beni çok üzüyorsun.” diye de ekledi.
“Saçmalık bu! Tam da iskambil oynamaya hazırlanıyorduk.”
“Siz oynayın kardeşim, ben duramam, karım dırdır eder. Ona panayırı anlatmam gerek. Gerçekten kardeşim, hoşnut etmem lazım onu. Hayır, tutma beni!”
“Hay senin karına da! Sanki birlikte yapacak çok önemli işleriniz var!”
“Hayır kardeşim! O öyle saygıdeğer ve sadıktır ki… Öyle hizmet eder ki… İnan gözüm doluyor. Hayır, tutma beni, şerefli bir adam olarak gidiyorum. Bu konuda seni içtenlikle temin ederim.”
Çiçikov, Nozdrev’e sessizce:
“Bırak gitsin, ondan hayır gelmez!” dedi.
“Doğru diyorsun! Yemin ederim böyle kılıbıklıktan hiç hoşlanmıyorum.” dedi Nozdrev. Yüksek sesle ekledi: “Hadi defol git, sümsük herif, karınla diz dize otur.”
“Hayır kardeşim, bana sümsük diyerek hakaret etme.” diye cevap verdi enişte. “Hayatımı ona borçluyum. Gerçekten de öyle iyi kalpli ve tatlıdır, öyle şefkat gösterir ki… Ağlayasım geliyor. ‘Panayırda ne gördün, her şeyi anlat!’ der bana. Gerçekten öyle tatlı ki!”
“Haydi git, saçma sapan yalanlarını anlat ona! İşte kasketin de burada.”
“Hayır kardeşim; ondan bu şekilde bahsetmemelisin, kalbimi kırıyorsun. O kadar tatlıdır ki o!”
“Öyleyse pılını pırtını topla da git hemen karının yanına!”
“Tamam kardeşim, gidiyorum. Kalamadığım için üzgünüm. Burada olmaktan çok mutlu olurdum ama yapamam.”
Enişte artık arabaya bindiğini, evin avlu kapısından uzaklaştığını ve önünde bomboş tarladan başka hiçbir şey olmadığını fark etmeden uzun bir süre daha özür dilemeye devam etti. Karısı panayırla ilgili bir şey dinleyemeyecek diyebiliriz herhâlde.
Nozdrev, pencerenin önünde durup uzaklaşan arabaya bakarak:
“Ne pis herif ama!” dedi. “Nasıl sürüne sürüne gidiyor! Şu arabaya bağlı atı hiç de fena değil, uzun süredir almak istiyorum onu. Ama bu adamla anlaşmanın imkânı yok. Sünepe, tam bir sünepe!”
Odaya gittiler. Porfiri mumları getirdi ve Çiçikov ev sahibinin elinde nereden geldiği belli olmayan bir deste kart gördü.
Nozdrev destenin kenarına parmaklarıyla bastırıp bükünce destenin kâğıt paketi çatladı ve sıçrayıp yere düştü.
“Ee, kardeş… Zaman geçirmek için üç yüz rubleyle banka benim!”
Ama Çiçikov ne dediğini duymamış numarası yaptı ve sanki aniden hatırlamış gibi:
“Ah! Unutmadan söyleyeyim. Senden bir ricam olacak.”
“Ne ricası?”
“Önce ricamı yerine getireceğine söz ver.”
“Ama ne ricasıymış bu?”
“Yahu sen bir söz ver!”
“Söz.”
“Gerçekten mi?”
“Gerçekten.”
“Ricam şu: Henüz sayım kâğıdından adı silinmemiş, ölü birçok canın vardır herhâlde?”
“Evet, var. Neden sordun?”
“Onları bana ver, benim üzerime geçir.”
“Neden?”
“Bana lazımlar.”
“Ne için lazımlar?”
“Lazımlar işte… İşim var onlarla, lazımlar yani.”
“Belli ki bir iş peşindesin sen. İtiraf et, neyin peşindesin?”
“Neyin peşinde olacakmışım? Böyle bir hiç için bir şeyin peşine düşülmez ki.”
“O zaman sana neden lazımlar?”
“Of, ne meraklısın! Senden basit bir şey istiyorum, sense her şeye burnunu sokuyorsun!”
“Ama neden söylemek istemiyorsun?”
“Bilsen ne olacak? Böyle bir hayalim var benim de işte.”
“Ama hâlâ söylemiyorsun, vermem bak!”
“Hiç de dürüst bir şey değil bu yaptığın. Söz verip sonra da cayıyorsun!”
“Sen bilirsin, neden lazım olduğunu söylemezsen onları sana vermem.”
Çiçikov “Ona ne söylemek gerek?” diye düşündü ve bir dakikalık akıl yürütme sonrasında ölü canların sosyetede itibar sahibi olması için gerektiğini, artık malikânesinin olmadığını, bu yüzden hiç değilse ölü canları olsun istediğini söyledi.
Nozdrev sözünü bitirmesine fırsat vermeden:
“Yalan söylüyorsun, yalan! Yalan söylüyorsun kardeşim!” dedi.
Çiçikov’un kendisi de pek ustaca bir yalan kıvıramadığını, oldukça zayıf bir bahane öne sürdüğünü fark etmişti.
“Tamam, her şeyi doğrudan anlatacağım.” dedi yerinden doğrularak. “Yalnız rica ederim, kimseye söyleme. Evlenmeyi düşünüyorum ama gelinin annesiyle babası çok kibirli insanlar. Nereden bulaştım bu işe! Kızlarının evleneceği kişinin üç yüzden az canı olamazmış, benim de yaklaşık yüz elli can eksiğim var…”
“Yalan söylüyorsun! Yalan!” diye bağırdı bir kez daha Nozdrev.
“Şu kadarcık bile yalanım yok.” dedi Çiçikov, başparmağını serçe parmağına koyup minicik bir kısmını göstererek.
“Kellemi ortaya koyarım ki yalan söylüyorsun!”
“Alınıyorum ama! Ben de neymişim yahu! Neden muhakkak yalan söylediğimi düşünüyorsun?”
“Ne de olsa tanıyorum seni. Büyük bir dolandırıcısın sen. İzin ver, sana dostça bir şeyler söyleyeyim! Eğer senin müdürün olsaydım gördüğüm ilk ağaçta sallandırırdım seni.”
Bu laflar Çiçikov’u kırmıştı. Herhangi bir kaba söz ya da hakaret edici hitap, hiç hoşuna gitmezdi. Eğer karşıdaki oldukça yüksek bir mevkiye sahip değilse kendisiyle hiçbir şekilde laubali konuşulmasına bile izin vermezdi. Bu nedenle şimdi çok kırılmıştı.
“Tanrı şahidim ki sallandırırdım.” diye tekrarladı Nozdrev. “Derdim seni kırmak değil, sana açıkça ve dostane bir şekilde söylüyorum sadece.”
“Her şeyin bir sınırı var.” dedi Çiçikov, onuruna yediremeyerek. “Eğer böyle laflarla caka satmak istiyorsan kışlaya git. Onları hediye etmek istemiyorsan sat o zaman.” diye ekledi.
“Satmakmış! Seni tanırım ben, sen ne alçaksın; onları pahalıya alır mısın hiç!”
“Aman sen çok iyi bir şeysin sanki! Şuna bak! Pırlanta mı satacaksın yoksa?”
“Olan ortada. Seni tanırım ben.”
“Merhamet et be kardeşim! Nereden çıktı sendeki bu Yahudilik? Bana onları para bile almadan öylece vermen gerekirdi.”
“Şimdi beni dinle. Sana pinti biri olmadığımı kanıtlamak için bu canlar karşılığında hiçbir ücret almayacağım. Benden bir aygır satın al, onları üste bedava vereceğim.”
Bu öneriye şaşıran Çiçikov:
“Yapma yahu, ben aygırı ne yapayım?” dedi.
“Ne yapayım da ne demek? O aygır için on bin ruble ödedim, sana dört bine veririm.”
“Ama ne yapayım ben bu aygırı? Aygır çiftliği işletmiyorum ki!”
“Dinle, anlamıyorsun beni. Şimdi yalnızca üç bin ruble alacağım senden, geri kalan bin rubleyi de daha sonra ödeyebilirsin.”
“Aygıra ihtiyacım yok benim, sende kalsın!”
“Şu kahverengi kısrağı al bari.”
“Kısrağa da ihtiyacım yok.”
“Daha önce yanımda gördüğün kısrak ve kır atı sana yalnız iki bine veririm.”
“Ama benim ata da ihtiyacım yok ki.”
“Satarsın o hâlde. Gittiğin ilk panayırda onlar için bu fiyatın iki kat fazlasını verirler sana.”
“İki kat fazlasını vereceklerinden bu kadar eminsen en iyisi sen sat onları.”
“Vereceklerinden eminim ama sen kâra geç istiyorum.”
Çiçikov bu niyetinden dolayı ona teşekkür etti, kısa ve net bir şekilde hem kır atı hem de kahverengi kısrağı reddetti.
“Köpeği al bari! Sana öyle bir köpek vereceğim ki tüylerin ürperecek! Bıyıklı, sert, dik tüylü bir köpek. Fıçıya benzeyen yuvarlak kaburgaları inanılır gibi değil, patileriyle hafif hafif basar toprağa.”
“Ne yapacağım ben köpeği? Avcı değilim ki ben.”
“Senin de köpeklerin olsun istiyorum. Dinle eğer köpek istemiyorsan benim laternayı al, mükemmel bir laternadır. Şerefli bir insan olarak söylüyorum, bin beş yüz ödedim bu laternaya; sana dokuz yüz rubleye veririm.”
“Laternayı ne yapacağım? Alman değilim ki ben, sokak sokak gezip para mı dileneceğim?”
“Bu Almanların taşıdığı laternalardan değil. Org bu, bak hele bir! Her yeri maundan. Biraz daha göstereyim sana!”
Bu sırada Nozdrev, Çiçikov’un eline yapışıp onu başka bir odaya sürüklemeye başladı ve Çiçikov, ne kadar ayak direse de laternayı zaten gördüğünü söylese de yine de Marlborough’un seferini anlatan şarkıyı bir kez daha dinlemek zorunda kaldı. “Para vermek istemiyorsan dinle: Sana laternayı ve ne kadar ölü canım varsa hepsini vereyim, sen de bana arabanı ve üstüne de üç yüz ruble ver.”
“Ee, ben neye binip gideceğim?”
“Sana başka bir araba veririm. Ahıra gidelim de arabayı göstereyim sana! Bir boyatırsan harika olur.”
“Şeytan ele geçirmiş bu adamı.” diye düşündü Çiçikov ve ne olursa olsun herhangi bir araba, laterna ya da fıçı gibi yuvarlak, inanılmaz kaburgalı ve hafif patili hiçbir köpek satın almamaya karar verdi.
“Araba, laterna ve ölü canlar! Hepsi birlikte!”
“İstemiyorum.” dedi Çiçikov bir kez daha.
“Neden istemiyorsun?”
“İstemiyorum, işte o kadar!”
“Sen de neymişsin be! Seninle yakın arkadaş olunmaz vallahi! Senin ikiyüzlü bir adam olduğun belli oldu işte!”
“Aptal mıyım ben? Bir düşün. Bana hiç mi hiç lazım olmayan bir şeyi neden almak isteyeyim ki?”
“Lütfen sus artık. Artık seni tam olarak tanıdım. Tam bir alçaksın sen! Dinle şimdi, iskambil oynayalım ister misin? Bütün ölüleri ortaya koyarım, laternayı da.”
“İskambil oyunlarının sonu hiç belli olmaz.” dedi Çiçikov ve bu sırada Nozdrev’in elindeki kartlara göz ucuyla baktı. Kartlar çok yapay gelmişti gözüne, insanda şüphe uyandırıyorlardı.
“Neden belli olmasın ki?” dedi Nozdrev. “Belli olmayacak bir şeyi yok! Talih senin tarafındaysa yığınla para kazanabilirsin. İşte burada! Talihin burada!” dedi, Çiçikov’u alevlendirmek için elindeki kartları karıştırarak. “Ne talih ama! Ne talih! Atalım bakalım kartı! Bütün paramı kaybettiren yine aynı lanet dokuzlu! Kaybedeceğimi hissetmiştim ama yine de gözlerimi yumup kendi kendime: ‘Şeytan alsın seni, at gitsin lanet olasıca kartı!’ diye düşündüm.”
Nozdrev konuşurken Porfiri bir şişe getirdi. Ama Çiçikov, iskambil oynamayı reddettiği gibi içki içmeyi de reddetti.
“Ne diye oynamak istemiyorsun sanki?” dedi Nozdrev.
“Çünkü canım istemiyor. İtiraf edeyim, pek de meraklısı değilim şu iskambilin.”
“Neden değilsin?”
Çiçikov omuzlarını kaldırıp:
“Değilim işte.” dedi.
“Ne pis adamsın!”
“Ne yapalım yani? Beni de Tanrı böyle yaratmış.”
“Düpedüz sümsüksün sen! Önceden düzgün bir adam sanırdım seni ama daha nasıl davranılacağını bile bilmiyormuşsun. Seninle yakınınmış gibi konuşulmazmış… Hiçbir samimiyet, içtenlik yokmuş sende! Aynı Sobakeviç gibi alçağın tekisin!”
“Ne diye azarlıyorsun beni? İskambil oynamıyorum diye suçlu muyum yani? Böyle saçma sapan bir şey için eli titreyen bir adamsan sat o zaman bana ölü canlarını.”
“Zırnık koklatmam! Bedavaya verecektim ama artık hiçbir şey alamazsın benden! Dünyaları versen de satmam artık. Seni düzenbaz, hilekâr pislik! Bundan böyle seninle işim olmaz! Porfiri; ahıra git, onun atlarına yulaf vermesinler, yalnız saman yesinler.”
Çiçikov bu son sözleri beklemiyordu.
“Bir daha gözüme görünmesen iyi edersin!” dedi Nozdrev.
Böylesine bir kavgaya rağmen misafir ve ev sahibi birlikte yemek yediler ancak bu kez masada ağdalı isimleri olan hiçbir şarap yoktu. Yalnızca ekşi mi ekşi bir şişe Kıbrıs şarabı vardı. Yemekten sonra Nozdrev, Çiçikov’u yatağının serildiği yan odaya götürerek:
“İşte yatağın! İyi geceler dilemek istemiyorum sana!”
Nozdrev’in gidişiyle tek başına kalan Çiçikov, kendini berbat hissetti. İçten içe hayıflandı, Nozdrev’i ziyarete gelip zamanını boş yere harcadığı için kendini azarladı. En çok da Nozdrev’e ölü canlar konusunu bir çocuk, bir aptal gibi dikkatsizce açtığı için azarlıyordu kendini. “Hiç de Nozdrev’le konuşulacak iş değildi bu… Pis herif! Yalan söyleyebilir, söylediklerime bire bin katar, kim bilir neler uyduracak. Bir de dedikodu yayılacak… Çok kötü oldu bu, çok kötü! Tam bir aptalım!” dedi Çiçikov kendi kendine. Gece rahat bir uyku çekemedi. Küçücük, kıpır kıpır haşereler inanılmaz acı verici bir şekilde ısırıp durmuştu Çiçikov’u, o da bütün avucuyla ısırılan yerlerini “Size de lanet olsun, Nozdrev’e de!” diyerek kaşıyordu. Sabah erkenden uyandı. İlk iş sabahlığını giydi, çizmelerini ayağına geçirdi, avludan geçerek ahıra yöneldi ve Selifan’a hemen arabayı hazırlamasını buyurdu. Avludan geri dönerken sırtında tıpkı onunki gibi sabahlığı, dişlerinin arasında piposuyla Nozdrev’le karşılaştı.
Nozdrev, onu dostça selamladı ve gecesinin nasıl geçtiğini sordu.
“Pek iyi değil.” diye cevap verdi Çiçikov, oldukça soğuk bir şekilde.
“Ben de kardeşim.” dedi Nozdrev. “Bütün gece öyle iğrenç bir kâbusla cebelleştim ki anlatması bile çok zor. Dünkü yiyip içtiklerimizden sonra ağzımın tadı tuzu da kalmamış. Düşünsene, rüyamda dayak yiyordum! Hem de kimden? Hayatta tahmin edemezsin. Üsteğmen Potseluyev ve Kuvşinnikov’dan.”
“Seni gerçekte dövseler ne güzel olurdu!” diye içinden geçirdi Çiçikov.
“Vallahi de! Öyle acıyordu ki! Bir uyandım ki aslında lanet olası pireler ısırıyormuş her yerimi. Neyse, haydi git şimdi giyin, ben de birazdan yanına geleceğim. Şu alçak kâhyayı paylamam lazım önce.”
Çiçikov, giyinip elini yüzünü yıkamak için odadan çıktı. Yemek odasına girdiğinde masada çay takımı ve rom şişesi hâlâ duruyordu. Odada dünkü öğle ve akşam yemeğinin artıkları vardı; döşemeler, hiç süpürülmemişti herhâlde. Yerde ekmek kırıntıları, hatta masa örtüsünde sigara külleri bile vardı. Kısa süre sonra üzerinde, kıllarının göründüğü göğsünü açıkta bırakan sabahlıktan başka hiçbir şey olmayan ev sahibi geldi. Bir elinde piposunu diğer elinde yudumladığı çay fincanını tutarken berber tabelalarındaki saçları yapıştırılmış ve kıvırtılmış ya da taranmış beyefendilerden hoşlanmayan ressamlar için çok iyi bir model olurdu.
“Ee, ne düşünüyorsun?” dedi Nozdrev bir süre sustuktan sonra. “Ölü canlar için iskambil oynamak istemiyor musun?”
“Daha önce de söyledim ya kardeşim, oynamayacağım. Satacaksan alırım.”
“Satmak istemiyorum, arkadaşlığa sığmaz. Böyle şeylerden kâr sağlamam. İskambildeyse işler değişir. Taliya[33 - Bir tür iskambil oyunu. (y.n.)] oynayalım bari!”
“Oynamayacağım dedim ya!”
“Takas etmek istemez misin?”
“İstemem.”
“Dinle bir; gel, dama oynayalım. Kazanırsan bütün canlar senindir. Nüfus sayımından silinmesi gereken bir sürü ölü canım var ne de olsa! Hey, Porfiri; damayı getir buraya!”
“Boş yere uğraşıyorsun, oynamayacağım.”
“İskambil oyunu değil ki bu. Damada şans da hile de yok! Her şey maharetine bağlıdır. Hatta seni önceden uyarayım, hiç oynamasını da beceremem, bana avans vermen gerekebilir.”
“Onunla dama oynasam mı ki?” diye düşündü Çiçikov. “Pek kötü de oynamam hani! Hem damada hile yapmak zordur.”
“Tamam, öyle olsun, oynayalım.”
“Canları yüzer rubleden verelim!”
“Nedenmiş o? Elli ruble yeter.”
“Olmaz, elli ruble ne işe yarar ki? Üstüne orta kalitede bir yavru köpekle, altın saat kordonu ekliyorum.”
“Tamam, kabul!” dedi Çiçikov.
“Kaç avans vereceksin bana?” dedi Nozdrev.
“Nasıl yani? Hiç vermeyeceğim tabii ki.”
“En azından fazladan iki hamle hakkım olsun.”
“Olmaz, ben de kötü oynuyorum zaten.”
Nozdrev dama taşıyla hamlesini yaparken:
“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.
Çiçikov da hamlesini yaparken:
“Uzun süredir damaya elimi bile sürmemiştim!” dedi.
Nozdrev hamlesini yaparken bir kez daha:
“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.
Çiçikov hamlesini yaparken:
“Çoktandır dama oynamıyordum!” dedi.
Nozdrev hamlesini yaparken aynı anda bir diğer dama taşını da koluyla iterek:
“Biliriz biz o kötü oynuyorumlarınızı!” dedi.
“Çoktandır dama oynamı… Hey, hey! Bu nedir kardeşim? O taşı geri çek!” dedi Çiçikov.
“Hangi taş?”
“Şu taşı işte!” dedi Çiçikov ve tam da o sırada gözünün önünde dama tahtasına sızıyormuş gibi duran bir başka taşı fark etti; bu taş nereden çıkmıştı, bir tek Tanrı bilir.
“Hayır!” dedi Çiçikov masadan kalkarak. “Seninle oyun falan oynanmaz! Bir anda üç taş birden oynanmaz!”
“Üç tane mi? Yanlışlıkla olmuş. Biri istemeden oynamış yerinden. Geri çektim onu, pardon.”
“Peki diğeri nereden çıktı?”
“Hangi diğeri?”
“Şu dama tahtasına sokulan işte!”
“Yok artık! Hatırlamıyorsun sanki!”
“Hayır kardeşim, bütün hamleleri saydım ve hatırlıyorum. O taşı şimdi ilerlettin. Onun yeri işte şurası!”
“Nasıl yani? Neresiymiş yeri?” dedi Nozdrev yüzü kızararak. “Bakıyorum da uydurmaya da başladın!”
“Hayır kardeşim, sen uyduruyorsun ama pek de başarılı olamadın.”
“Beni ne sanıyorsun sen?” dedi Nozdrev. “Hile yapıyorsun mu diyorsun sen bana?”
“Sana bir şey yapıyorsun demiyorum ama seninle bundan böyle bir daha oyun oynamam diyorum.”
“Hayır, şimdi bırakamazsın!” dedi Nozdrev alevlenerek. “Oyun çoktan başladı!”
“Bırakabilirim çünkü dürüst bir insan gibi oynamıyorsun.”
“Hayır, yalan söylüyorsun! Benimle böyle konuşamazsın!”
“Hayır kardeşim, asıl sen yalan söylüyorsun!”
“Hile yaptığım yok benim! Başladığın oyunu bitirmeden bırakamazsın!”
Çiçikov soğukkanlılıkla:
“Beni oynamaya zorlayamazsın!” dedi ve dama tahtasına yaklaşıp taşları dağıttı.
Nozdrev bir anda parladı ve Çiçikov’a o kadar yaklaştı ki misafir, iki adım gerilemek zorunda kaldı.
“Oynamak zorundasın! İstediğin kadar karıştır taşları, bütün hamleleri hatırlıyorum. Hepsini eski yerine koyacağız.”
“Hayır, kardeşim. Bu iş bitti, seninle bir daha oynamam.”
“Oynamak istemiyorsun, öyle mi?”
“Seninle oyun oynanmaz, bunu kendin de görüyorsun.”
“Hayır, açıkça söyle, oynamak istiyor musun istemiyor musun?” dedi Nozdrev daha da yaklaşarak.
“İstemiyorum!” dedi Çiçikov ve olur da işler iyice kızışır diye her ihtimale karşı iki elini kaldırıp yüzüne siper etti.
Aldığı bu önlem oldukça yerinde olmuştu çünkü Nozdrev, elini kaldırmıştı. Kahramanımızın hoş ve tombul yanağında neredeyse izi silinmez bir leke bırakacaktı ama o, bu vuruştan ucuz kurtuldu, Nozdrev’in iki elini sıkıca tuttu.
“Porfiri, Pavluşka!” diye sinirden kudurmuş gibi bağırdı Nozdrev, ellerini kurtarmaya çalışarak.
Nozdrev’in bağırdığını duyan Çiçikov, bu cazip sahneye onların şahit olmaması adına ve öylece durmak saçma geldiği için Nozdrev’in ellerini bıraktı. Bu sırada içeri Porfiri ve iri yarı bir genç olan Pavluşka girdi; onunla herhangi bir kavgaya girmek, zararına olurdu.
“Oyunu bitirmek istemiyor musun yani?” dedi Nozdrev. “Bana açıkça söyle!”
“Oyunu bitirmenin imkânı yok.” dedi Çiçikov ve pencereden dışarı baktı. Dışarıda tamamen hazır hâldeki arabasını gördü, Selifan da kapıya gelmeye hazır gibi görünüyordu ama odadan çıkmak mümkün değildi. Kapının önünde iri yarı iki köylü, aptal serf duruyordu.
Nozdrev alev alev yanan yüzüyle:
“Demek oyunu bitirmek istemiyorsun, öyle mi?” diye tekrar etti.
“Edepli, dürüst bir insan gibi oynasaydın bitirirdim. Ama artık olmaz.”
“Artık olmaz öyle mi? Alçak! Kazanamayacağını görünce cayıyorsun, olmaz!” dedi, sonra Porfiri ve Pavluşka’ya dönüp “Vurun şuna!” diye bağırdı gözü dönerek. O da eline kiraz ağacından yapılma çubuğu aldı. Çiçikov, bembeyaz kesilmişti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama dudaklarının hiç ses çıkarmadan kıpırdadığını hissediyordu.
Nozdrev, kiraz ağacından yapılma çubuğuyla sanki zapt edilmez bir kaleyi ele geçirmek ister gibi gözü dönmüş, kan ter içinde öne atılarak:
“Vurun şuna!” diye bağırdı. Büyük bir hücum sırasında kontrol altında tutulması emredilen, delice cesaretiyle ünlenmiş, atılgan bir teğmen birliğine nasıl “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırıyorsa öyle bağırmıştı. Ama teğmen çoktan bir savaş coşkunluğu içindeydi, sarhoş olmuş gibiydi; gözünün önüne hep Suvorov geliyor, onun gibi yüce bir işe girişiyordu. İleri atılırken “Haydi çocuklar, ileri!” diye haykırdı. Bu sırada iyice düşünülmüş hücum planına zararı dokunduğunu; bulutlara kadar ulaşan, zapt edilmez kale duvarının mazgallarından üzerlerine dönmüş milyonlarca tüfek namlusunun güçsüz birliğini tüy gibi havaya savurduğunu ve yaygaracı gırtlağına saplanmaya hazırlanan korkunç bir merminin ıslık çalarak yaklaştığını hiç fark etmiyordu. Ama Nozdrev kaleye saldıran, kontrolü kaybetmiş atılgan teğmene benzese de saldırdığı kale hiç de zapt edilmez gibi durmuyordu. Aksine, kale öyle korkuyordu ki yüreği ağzına gelmişti. Kendini korumak için almayı aklına koyduğu sandalyeyi de o iki köylü çoktan elinden çekip aldığı için gözlerini yummuş, yarı ölü bir şekilde ev sahibinin Çerkez çubuğunun tadına bakmaya hazırlıyordu kendini; Tanrı bilir, daha başına neler gelecekti! Ama talih kahramanımızın yüzüne güldü de yanlarına, omuzlarına ve vücudunun hiçbir edepli yerine zarar gelmedi. Birden beklenmedik bir şekilde şıngırdayan zil sesleri, evin giriş kısmına uçar gibi gelen at arabasının tekerlerinin tıkırtısı, arabayı çeken üç atın ağır hırıltıları ve zorla nefes alışları duyuldu. Odadaki herkes gayriihtiyari pencereden dışarı baktılar: At arabasından üzerinde, yarı askerî redingotu olan, bıyıklı biri indi. Giriş kısmında birilerine bir şeyler sorduktan hemen sonra hâlâ korkudan kendine gelememiş ve bir ölümlü için yaşanabilecek en sefil durumda bulunan Çiçikov’un olduğu odaya girdi. Elinde bir çubuk tutan Nozdrev’e ve bu kötü hâlinden yavaş yavaş sıyrılmaya başlayan Çiçikov’a şaşkınlıkla bakan yabancı:
“Bay Nozdrev’in hanginiz olduğunu öğrenebilir miyim acaba?” dedi.
Nozdrev adama yaklaşarak:
“Öncelikle kiminle konuşma onuruna nail olduğumu öğrenebilir miyim?”
“Komiserim.”
“Ne için gelmiştiniz?”
“Bana ulaştırılan tebligatı, size iletmek için geldim. Hakkınızdaki dava sonuçlanana kadar gözaltında kalacaksınız.”
“Bu ne saçmalık! Ne davasından bahsediyorsunuz?” dedi Nozdrev.
“Toprak beyi Maksimov’u, sarhoş hâlde sopayla dövdüğünüz için açılan davadan bahsediyorum.”
“Yalan söylüyorsunuz! Ömrümde Maksimov’u hiç görmedim ben!”
“Saygıdeğer beyefendi! Bir subay olduğumu bildirmek isterim. Bu şekilde yalnızca uşağınızla konuşabilirsiniz, benimle değil!”
Tam da o anda Çiçikov, Nozdrev’in ne cevap vereceğini beklemeden hemencecik şapkasını başına taktı; komiserin arkasından dolanıp giriş kapısına gitmeyi başardı, arabasına bindi ve Selifan’a atları dörtnala koşturmasını buyurdu.

BEŞİNCİ BÖLÜM
Ancak kahramanımız adamakıllı korkmuştu. Arabasının son sürat gitmesine, Nozdrev’in köyünün uzun süre önce tarlaların, eğimlerin ve tepeciklerin ardında gözden kaybolmasına rağmen Çiçikov yine de birinin onu kovalayacağından korkarak ikide bir dönüp arkasına bakıyordu. Güçlükle nefes alıyordu ve elini göğsüne koyduğunda kalbinin kafesteki bir bıldırcın gibi çırpındığını fark etti. “Ah, mahvedeceklerdi beni! Bak sen şu işe!” dedi kendi kendine. Bu arada Nozdrev’e her türlü ağır lafı ediyordu, hatta aralarında küfür sayılabilecek sözler de vardı. Yapacak bir şey yok. O bir Rus’tu, hem de kalbi kırılmış bir Rus. Bu işin şaka götürür bir yanı da yoktu. “Kim ne derse desin, emniyet müdürü yetişmeseydi belki de bir gün daha hayatta kalamayacaktım! Sudaki kabarcık gibi geride hiçbir iz, gelecek kuşaklar için ne bir servet ne de onurlu bir isim bırakmadan ölüp gidecektim!”
Kahramanımız, gelecekteki soyuna çok önem verirdi.
“Ne iğrenç bir beydi!” diye düşündü Selifan. “Daha önce hiç böyle bir bey görmemiştim. Yani tam yüzüne tükürülecek biri! Bir insana yemek vermesen de olur ama atları beslemek lazım çünkü atlar yulafı sever. Yulaf onların yiyeceğidir. Örneğin, onlar için yulaf neyse bizim için erzak odur; o da bizim yiyeceğimizdir.”
Atlar da Nozdrev hakkında iyi şeyler düşünmüyor gibiydiler. Yalnızca doru atla Üye değil, benekli at da keyifsizdi. Beneklinin payına her zaman en kötü yulaf düşerdi ve Selifan da yalağına yemini koymadan önce her seferinde “Ah, namussuz seni!” derdi ona ama yine de yalnızca saman değil yulaftı yediği; yulafını keyifle çiğner, özellikle de Selifan ahırda değilken sık sık uzun başını, yediklerinin tadına bakmak için arkadaşlarının yalağına uzatırdı. Şu an yalnızca saman vardı… Hiç iyi değildi, hiçbiri hâlinden memnun değildi.
Ama kısa sürede bütün memnuniyetsizlikleri hiç de beklenmedik bir kargaşayla kesildi. Üzerlerine doğru altı atın çektiği bir araba gelmesi ve arabadaki hanımların yanı başlarında attıkları çığlıklar, arabacı da dâhil olmak üzere herkesi kendine getirmişti. Diğer arabacı da küfür ve tehdit savuruyordu: “Ah, pis herif! Sana sağa çevir diye bağırıyorum, aptal! Sarhoş musun nesin?”
Selifan hatalı olduğunu fark etmişti ama Rus insanı, başkalarının önünde hatalı olduğunu kabul etmeyi sevmediği için burnu havada cevap verdi: “Peki sen ne diye dörtnala sürüyorsun arabayı? Gözlerini meyhanede mi bıraktın yoksa?”
Bu lafların ardından diğer arabanın koşumlarından kurtulmak için arabayı geri aldı ama işler hiç de istediği gibi gitmedi, bütün koşumlar birbirine dolandı. Benekli, iki yanındaki yeni arkadaşlarını merakla kokluyordu. Bu sırada diğer arabada oturan hanımlar, bütün olan biteni yüzlerinde korkuyla izliyorlardı. İçlerinden biri yaşlı; diğeri on altı yaşlarında, küçük, oldukça güzelce taranmış, altın sarısı saçları olan genç bir kızdı. Taze bir yumurtaya benzeyen şirin, oval yüzünde saydam bir parıltı vardı. Kâhya kadının, taptazeyken esmer eline alıp güneşe tuttuğunda içinden parlak ışıklar süzülen bir yumurtaya benziyordu. Zarif kulakları da içinden sızan ısıtıcı güneş ışığıyla kızarmıştı. Korkudan açık kalan ağzı ve gözlerindeki yaşlar, onu öyle şirin gösteriyordu ki kahramanımız atlar ve arabacılar arasındaki keşmekeşe hiç mi hiç dikkat etmeden birkaç dakika bu kıza bakakalmıştı. Diğer arabacı “Arabanı çeksene kuş beyinli!” diye bağırdı. Selifan dizginleri geriye çekti, diğer arabacı da aynısını yaptı. Atlar geri geri gittiler, sonra koşumlar tekrar birbirlerine dolandı. Bu sırada benekli at, yeni bir arkadaş edinmekten öylesine memnundu ki hiç umulmadık talihin onu düşürdüğü bu durumdan kurtulmak istemiyordu. Başını yeni arkadaşının boynuna yaslamış, kulağına bir şey fısıldıyor gibiydi; muhtemelen saçma sapan şeylerdi söyledikleri çünkü diğer at durmadan kulaklarını sallıyordu.
Şanslarına, yakınlardaki bir köyün insanları toplandı da böylesine bir karışıklıktan kurtuldular. Bu tarz bir manzara, Almanlar için gazete ya da kulüp nasılsa köylüler için de tam anlamıyla bir lütuf olduğu için kısa sürede arabanın etrafına yığınla insan gelmişti ve köyde, yalnızca ihtiyar kadınlarla küçük çocuklar kalmıştı. Birbirine dolaşan koşumlar çözüldü, benekli atın kafasına atılan birkaç fiske geri geri gitmeye zorladı onu; kısacası atlar birbirlerinden uzaklaşıp ayrıldılar. Ama diğer atlar arkadaşlarından ayrılacakları için duydukları üzüntüden mi yoksa sadece aptallıklarından mı bilinmez; arabacı onları ne kadar kırbaçlarsa kırbaçlasın hiç kıpırdamıyor, mıhlanmış gibi öylece duruyorlardı. Köylülerin gösterdikleri ilgi olağanüstü bir seviyedeydi artık. Her biri tavsiye vermede birbiriyle yarışıyor, “Andryuşka yürüsene, şu sağ taraftaki dizgini tut hele! Mityay dayı da şu kahverengi ata binsin! Bin, Mityay dayı!” diyorlardı. Bir deri bir kemik, uzun boylu, kızıl sakallı Mityay dayı; kahverengi atın sırtına bindi, bu hâliyle köyün çan kulesine ya da kuyudan su çekmeye yarayan çengele benziyordu. Arabacı atları kamçılıyordu ama ne bu ne de Mityay dayının ata binmesi bir işe yarıyordu. “Dur, dur!” diye bağırdı köylüler. “Koşumlanan ata bin Mityay dayı, kahverengi ata da Minyay dayı binsin!”
Kömür gibi kapkara sakallı, pazar yerinde tir tir titreyenler için içinde sbiten demlenen devasa semaverler gibi göbekli, geniş omuzlu Minyay dayı; kahverengi ata hevesle oturunca at neredeyse yere çökecekti. “Şimdi oldu işte!” diye bağırdı köylüler. “İyice kızıştır şunu! Kamçıla, şu bacaklarını açıp sivrisinek gibi yere mıhlananı!”
Ancak işlerin istedikleri gibi gitmediğini görünce Mityay dayı ve Minyay dayı kahverengi ata birlikte bindiler, diğerine de Andryuşka oturdu. Nihayet sabrı taşan arabacı, kahverengi ata binmiş Mityay dayıyla Minyay dayıyı kovdu; iyi ki de kovdu çünkü atlardan uzunca bir yolu canları çıkana kadar koşmuşlar gibi buhar yükseliyordu. Atlara soluklanmaları için bir dakika verdi, onlar da sonra kendiliğinden yürümeye başladılar. Bütün bu karmaşa boyunca Çiçikov, tanımadığı genç kızı, pürdikkat izlemişti. Birkaç kez onunla konuşmaya çalıştıysa da başarılı olamamıştı. Hanımlar oradan ayrılırken incecik yüz hatlı, o güzel baş ve zarif endam; bir hayalet gibi gözden kayboldu ve bir kez daha geriye yol, araba, okuyucunun tanıdığı üç at, Selifan, Çiçikov, civardaki ayna gibi dümdüz ve engin tarlalar kalmıştı. Yaşamın olduğu her yerde ister duygusuz, hayatlarında çeşitli sorunları olan fakirler, sefil hâldeki düşük rütbeliler arasında; ister tekdüze, soğuk, keyifsiz ve sıkıcı yüksek rütbeliler arasında, hayatında bir kere olsun karşısına çıkacak, onda şimdiye kadar hissetmediği duygular uyandıracak bir olay gelmiştir insanın başına. Hayatımızın her yerine işlenen hüznün arasından; ışık saçan altın koşumlu, pırıl pırıl camlı, göz kamaştıran atların çektiği bir arabanın dörtnala giderkenki harikulade görüntüsü karşısında; daha önce çiftçilerin yük arabalarından başka bir araba görmemiş, kulakları sağır olmuş fakir köylülerin, ellerinde kasketleriyle ağızları beş karış açık, öylece dikildikleri gibi parıldayan bir neşe geçip gider hızlıca. İşte tıpkı bu şekilde sarışın kız da hikâyemize beklenmedik bir şekilde girdi ve gözden kayboldu. Çiçikov’un yerinde o sırada yirmili yaşlarında, süvari, öğrenci ya da hayata yeni atılmış bir genç olsaydı vay hâline! Aklında ne fikirler uyanır, içi nasıl kıpır kıpır eder, ona neler neler söylemezdi! Uzun bir süre olduğu yerde donup kalır; yolu, geç kaldığı için onu bekleyen azarı, kendisini, görevini, dünyayı, var olan her şeyi unutup boş yere uzakları seyreder dururdu.
Ama kahramanımız orta yaşlıydı, ihtiyatlı ve soğuk bir mizacı vardı. O da düşüncelere dalmıştı ama onun düşünceleri içgüdüsel değildi, hatta oldukça sağlam düşüncelerdi. “Çok güzel bir kızdı!” dedi tütün kutusunu açıp enfiyesini çekerken. “Ama onu bu kadar güzel yapan şey neydi ki? Belli ki yatılı bir okuldan ya da enstitüden yeni çıkmıştı. Onda henüz kadınlara özgü bir şeyler, yani tatsız özelliklerin hiçbiri yoktu. Çocuk gibiydi, onun için her şey çok kolaydı. Düşündüğünü söyler, gülmek istediği zaman gülerdi. Bu kızın içinden her şey çıkabilirdi; bir mucizeye de dönüşebilirdi, iğrenç bir kadına da! Hem de ne iğrenç! Aman anneciğiyle teyzecikleri onunla ilgilenmeye başlamasınlar! Bir yılda onu öyle şeylerle doldururlar ki öz babası gelse tanıyamaz onu. Nereden geldiği belli olmayan bir kibir ve resmiyet çöker üstüne, verilen talimatlara göre hareket etmeye başlar; kiminle, nasıl ve ne kadar konuşması gerektiğine kafa yorar; her an gerektiğinden fazla bir şey söylemekten korkar ve en sonunda da hayatı boyunca yalan söyler ve kim bilir nasıl bir yaratığa dönüşür!”
Çiçikov bir süre sustuktan sonra: “Kimin kızıydı acaba? Babası kimdir? Saygıdeğer, zengin bir toprak beyi midir; yoksa memuriyetten yüklüce bir para elde etmiş, sevilip sayılan biri mi? Bu kızın iki yüz bin rublelik drahoması[34 - Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para ya da mal. (ç.n.)] varsa çok hem de çok güzel bir parça sayılabilirdi. Düzgün bir adamı mutlu etmeye yeterdi bu.” dedi. İki yüz bin ruble kafasında öyle çekici bir şekilde canlanmıştı ki arabanın etrafındaki uğraşlar devam ederken arabacıya, götürdükleri kızın kim olduğunu sormadığı için içten içe hayıflanıyordu. Ne var ki çok geçmeden Sobakeviç’in görünmeye başlayan köyü, onun bu düşüncelerini dağıttı ve her zamanki konusuna geri döndü.
Köy ona oldukça büyük görünmüştü; sağda ve solda birer kanat gibi açılmış, biri daha açık diğeriyse daha koyu, huş ve çam ağaçlarından oluşan iki orman vardı. Bu ormanların arasında asma katlı, kırmızı çatılı ve koyu gri ya da daha doğrusu soluk renkli duvarları olan ahşap bir ev görünüyordu. Ev, askerlerin ve Alman göçmenlerin kaldıkları yerlere benziyordu. Evin inşası sırasında mimarla ev sahibinin zevkinin devamlı çatıştığı belli oluyordu. Belli ki mimar kılı kırk yaran biriydi ve her şeyin simetrik olmasını istiyordu, ev sahibiyse rahatına düşkündü. Bunun sonucunda da evin bir tarafındaki bütün pencerelerin üstüne tahtalar çakılarak kapatılmış ve onların yerine, büyük ihtimalle çok daha fazla işine yarayacak olan karanlık kiler için küçük bir pencere kalmıştı. Mimar ne kadar çırpınırsa çırpınsın alınlık[35 - Yapılarda cephe süsü. (ç.n.)] da evin ortasına denk gelememişti çünkü ev sahibi yan taraftaki bir kolonun çıkartılmasını buyurmuş, bu yüzden de daha önceden kararlaştırıldığı gibi geriye dört değil üç kolon kalmıştı. Avlu sağlam ve aşırı kalın ahşap çitlerle çevrilmişti. Belli ki toprak beyi dayanıklı olsun diye epey bir uğraşmıştı. Ahırlar ve mutfak için öyle ağır ve kalın tomruklar kullanılmıştı ki bir asır boyunca ayakta durabilirlerdi. Köylülerin ahşap kulübeleri de şaşkınlık verecek kadar iyi yapılmıştı. Düz duvara yontulmuş obruklar, oymalı motifler ya da başka bir işleme yoktu ama gerektiği gibi pek sağlam inşa edilmişlerdi. Hatta oradaki kuyu bile yalnızca değirmen ve gemi yapımında kullanılan sapasağlam tomruklardan yapılmıştı. Kısacası Çiçikov’un gördüğü her şey dayanıklı, sağlamdı ve sarsılmaz, hantal bir düzen içindeydi. Araba evin girişine yaklaşırken Çiçikov pencereden neredeyse aynı anda iki yüz birden gördü. Kafasına bir başlık takmış, salatalık gibi zayıf, uzun bir kadın yüzü ile Moldova kabakları gibi yuvarlak, tombul bir erkek yüzüydü. Rus topraklarında “gorlyanka” denen bu kabaktan, yirmili yaşlarındaki delikanlıların süsü ve eğlencesi olan iki telli, hafif bir balalayka yapılırdı; delikanlılar bembeyaz göğüslü, bembeyaz boyunlu genç kızlara göz kırpıp ıslık çalarak hafif hafif tıngırdatırdı balalaykalarını. Bu iki yüz de hemencecik kaybolup gitti. Giriş kapısından, üzerinde dimdik duran mavi yakalı gri kabanıyla uşak çıktı; Çiçikov’a, daha sonrasında ev sahibinin de geldiği sofaya kadar eşlik etti. Misafirini görünce kesik kesik, “Buyurun!” dedi ve onu evin içine götürdü.
Çiçikov göz ucuyla Sobakeviç’e bakınca ev sahibi bu sefer ona orta boy bir ayı gibi geldi. Bu benzerliği tamamlamak için tam bir ayı postu renginde frakı, uzun kolları, uzun pantolonu vardı; adımlarını yana açarak atar ve devamlı başkalarının ayaklarına basardı. Yüzünün rengi yanıp kavrulmuş bakır beş kapiklikler gibiydi. Dünyada, doğanın süslemek için çok az zaman harcadığı, eğe ya da burgu gibi hiçbir alet kullanmadan yalnızca baltayı omuzunun üzerinden kaldırıp vurarak yaptığı bazı insanlar vardır. Baltasını bir vurdu mu burun ortaya çıkar, bir kez daha vurur, dudaklar oluşur, büyük bir matkap ucu da kazıp gözleri çıkarır ortaya ve başka hiçbir yerini kazımadan “Yaşıyor!” diye gönderi-verilir dünyaya. İşte Sobakeviç’in de böyle sağlam ve hayret verici kaba bir görünüşü vardı. Aşağı eğik bir şekilde tuttuğu boynunu hiç oynatmazdı, bu yüzden konuşan kişiye çok nadir bakardı ama gözü her zaman ya sobanın köşesinde ya da kapıda olurdu. Çiçikov, yemek odasına gittiklerinde ona bir kez daha yan gözle baktı. Ayı! Tam bir ayıydı! Adının Mihail Semyonoviç olması da çok garip bir benzerlikti. Başkasının ayağına basma alışkanlığını bildiğinden Çiçikov, kendi adımlarını oldukça dikkatli seçti ve Sobakeviç’in önden gitmesi için ona yol verdi. Ev sahibi, kendisi de bu kusurunun farkında olacak ki: “Size rahatsızlık vermedim ya?” diye sordu. Ama Çiçikov henüz böyle bir rahatsızlık vermediğini söyleyerek teşekkür etti.
Misafir odasına girdiklerinde Sobakeviç koltuğu gösterip bir kez daha “Buyurun!” dedi. Koltuğa oturan Çiçikov duvarlara ve üzerinde asılı olan tablolara göz gezdirdi. Hepsi yiğit Yunan komutanlarının tam boy gravürleriydi: Kırmızı pantolonu ve üniforması, burnunun üstündeki gözlüğüyle Mavrokordatos, Miaoulis ve Kanaris[36 - Yunanların Türk boyunduruğundan kurtulmak için verdikleri ulusal savaş dönemindeki komutanları. (ç.n.)] resmedilmişti. Tüm bu kahramanların öyle kalın baldırları ve olağanüstü bıyıkları vardı ki insanı bir titreme alıyordu. Güçlü kuvvetli Yunanların arasında nereden ve ne diye çıktı bilinmez; çok zayıf, incecik komutan Bagration, aşağısında minik bayraklar ve toplarla, dapdar bir çerçeve içinde öylece duruyordu. Onu, tek bir bacağı günümüzdeki kurumlu salon beyefendilerinin gövdelerinden daha kalın olan, kadın bir Yunan kahraman Bobelina[37 - Aynı savaşta yer alan kadın çeteci kahraman. (ç.n.)] izledi. Kendisi de oldukça sağlıklı ve sağlam olan ev sahibi, odasını da tıpkı kendisi gibi insanlarla süslemek istemişti. Bobelina’nın yanında, tam da pencerenin dibinde, içinde Sobakeviç’e çok benzeyen, beyaz benekli, bir karatavuğun göründüğü bir kafes asılıydı. Misafir ve ev sahibinin suskunluğu henüz iki dakika sürmemişti ki misafir odasının kapısı açıldı; içeri oldukça uzun boyu, kafasında ev boyasıyla tekrar boyanmış kurdeleli başlığıyla ev sahibesi girdi. Kafasını palmiye gibi dimdik kaldırmış, oldukça ağırbaşlı bir şekilde girmişti odaya.
“Bu da benim Feoduliya İvanovna’m!” dedi Sobakeviç.
Çiçikov, kadının neredeyse dudaklarına yapıştırdığı elini öpmek için uzandı; üstelik kadının elinin de salatalık salamurasıyla yıkandığını fark etmişti.
“Tanıştırayım canım, Pavel İvanoviç Çiçikov! Kendisiyle vali ve posta müdürünün evinde tanışma şerefine nail olmuştum.”
Feoduliya İvanovna da başıyla kraliçeyi oynayan aktrisler gibi bir hareket yapıp “Buyurun!” diyerek Çiçikov’dan oturmasını istedi. Sonra kendisi de divana oturdu, yünlü merinos kumaşından şalını üstüne aldı ve bir daha ne gözünü ne de kaşını oynattı.
Çiçikov bir kez daha gözlerini yukarı dikti; kalın baldırlı, upuzun bıyıklı Kanaris’e, Bobelina’ya ve kafesteki karatavuğa baktı.
Neredeyse koca bir beş dakika boyunca herkes sessizliğini korudu; bu sessizliği, sadece karatavuğun ahşap kafesin dibindeki buğdayları ararken vurduğu gagasından çıkan tıkırtı bozuyordu. Çiçikov, bir kez daha odada şöyle bir göz gezdirdi; her şey olağanüstü sağlam ve hantaldı, ev sahibiyle aralarında tuhaf bir benzerlik vardı; misafir odasının bir köşesinde ceviz ağacından yapılma, dört bacaklı, şişkin ve garip görünen bir çalışma masası duruyordu; tıpkı bir ayı gibiydi! Masa, koltuk, sandalyeler… Hepsi de ağır ve huzursuz görünüyordu; yani her bir eşya, her bir sandalye “Ben de Sobakeviç’im!” ya da “Ben de Sobakeviç’e çok benziyorum!” diyor gibiydi.
Hiç kimsenin bir konuşma başlatmaya niyeti olmadığını gören Çiçikov:
“Geçtiğimiz perşembe meclis başkanı İvan Grigoryeviç’le sizden bahsettik. Çok güzel zaman geçirdik doğrusu.” dedi.
“Evet, o zamanlar onun evine gitmemiştim.” diye cevapladı Sobakeviç.
“Ne şahane bir adam!”
“Kim şahane?” dedi Sobakeviç sobanın köşesine bakarak.
“Başkan.”
“Size öyle gelmiş olabilir. Daha yeni mason olmuş, eşine rastlanmadık bir aptaldır o.”
Çiçikov böylesine sert laflara biraz şaşırsa da toparlandıktan sonra konuşmaya devam etti:
“Tabii ki her insanın bir kusuru vardır ama yine de vali harika biri!”
“Vali mi harika biri?”
“Evet, öyle değil mi?”
“Dünyada ondan daha büyük bir haydut yoktur!”
“Nasıl yani? Vali mi haydut?” dedi Çiçikov. Valinin nasıl haydut olabileceğini bir türlü anlayamamıştı. “İtiraf edeyim, böyle bir şey aklımın ucuna dahi gelmemişti.” diye devam etti Çiçikov. “Ancak izin verin şunu belirteyim, davranışları hiç de haydut gibi değildir, hatta tam tersine onu çok yumuşak bile bulabilirsiniz.”
Tam o sırada kanıt olması için valinin kendi elleriyle diktiği para kesesini bile gösterdi ve yüzünün şefkatli ifadesinden övgüyle söz etti.
“Tam da bir haydudun yüzü!” dedi Sobakeviç. “Eline bir bıçak tutuşturup yola bırakın da görün bakalım, tek bir kapik için nasıl da bıçaklıyor insanları! Yardımcısı da ona benziyor aynı, Ye’cüc ve Me’cüc[38 - İncil’de haydutluk yapan halkların elebaşları. (ç.n.)] gibiler.”
Çiçikov içinden “Hayır, birbirleriyle geçinemiyorlar.” diye düşündü. “Onunla emniyet müdürü hakkında konuşayım, sanırım arkadaşıydı.”
“Ne var ki benim en çok hoşlandığım emniyet müdürü oldu. Ne kadar da doğru, dürüst bir adam; yüzünden bile iyi kalpli bir insan olduğu anlaşılıyor.”
“Dolandırıcı!” dedi Sobakeviç oldukça soğukkanlılıkla. “Bir şeyler satar, sizi dolandırır, sonra da oturur sizinle yemek yer! Onların hepsini bilirim ben. Bütün şehir onlar gibi dolandırıcılarla dolu. Bir dolandırıcı diğeriyle oturur, bir diğer dolandırıcıyı çekiştirirler. Hepsi haindir onların! Düzgün tek bir kişi var aralarında, o da savcı; gerçi doğrusunu söylemek gerekirse domuzun tekidir.”
Böylesine övgü dolu birkaç kısa sözün ardından Çiçikov, diğer memurlar hakkında hiçbir şey söylememesi gerektiğini fark etti; Sobakeviç’in hiç kimseyi sevmediğini ve onlardan iyi bir şekilde bahsetmeyeceğini anladı.
“Haydi canım, yemeğe geçelim.” dedi karısı Sobakeviç’e.
“Buyurun!” dedi Sobakeviç.
Misafir ve ev sahipleri mezelerin bulunduğu masaya geçip olması gerektiği gibi birer kadeh votka içtiler, Rus diyarının enginliğinde her bir şehir ve köyde yaptıkları gibi çeşit çeşit salamuralar ve başka nimetlerden de atıştırdılar. Sonra tıpkı bir kaz gibi kıvrıla kıvrıla yürüyen ev sahibesinin ardından yemek odasına geçtiler. Küçük masaya dört servis açılmıştı. Dördüncü servisin sahibi kısa sürede ortaya çıktı; bir kadın mı, kız mı, akraba mı, evin bir çalışanı mı yoksa yalnızca evde yaşayan biri miydi; söylemesi zordu. Yaklaşık otuzlu yaşlarında, başı açık, üzerine alacalı bir kıyafet giymiş bir kadındı. Bu dünyada bir nesne gibi, cismin üzerindeki yabancı bir benek ya da leke gibi yaşayan insanlar vardır. Hep aynı yerde oturur, başlarını hep aynı biçimde tutarlar, onları neredeyse bir mobilya olarak saymaya hazırsınızdır ve ömürlerinde ağızlarından tek bir söz bile çıkmadığını düşünürsünüz; hizmetçi kızların odasında ya da kilerde görün bir de onları. Of ki ne of!
Sobakeviç lahana çorbasından bir kaşık alıp yemek için çorbanın yanında servis edilen, koyun midesinin karabuğday lapası, beyin ve paçayla doldurulmasıyla hazırlanan nyaniyadan koca bir parça kopardıktan sonra:
“Bugün lahana çorbası çok güzel olmuş canım!” dedi. Sonra Çiçikov’a dönerek “Bunun gibi nyaniyayı şehirde bulamazsın, orada neler neler koyuyorlardır içine!” diye ekledi.
“Ama valinin evinde masa pek güzel yemeklerle donatılmıştı.” dedi Çiçikov.
“Peki, bütün o yemekleri neyden yaptılar biliyor musun ki? Bilsen boğazından geçmezdi.”
“Yemekleri nasıl pişirdiklerini bilmiyorum, o konuda bir şey söyleyemem ama domuz köftesi ve balık buğulaması enfesti.”
“Size öyle gelmiştir. Ne de olsa pazardan alıyorlar malzemelerini. Valinin, bir Fransız’ın yanında yetişmiş hinoğlu aşçısı gider alışverişe, ona kedi etini tavşan eti diye yuttururlar.”
“Of! Ne nahoş şeyler söylüyorsun!” dedi karısı Sobakeviç’e.
“Onlar böyle yapıyorlarsa bu benim suçum değil ki ama canım. Bizim Akulka’nın, affınıza sığınarak söylüyorum, bulaşık leğenine attığı artıklardan çorba yapıyorlar! Evet çorba! Hepsini çorbaya koyuyorlar!”
“Masanın başına geçince hep böyle şeyler anlatıyorsun!” diye itiraz etti bir kez daha karısı Sobakeviç’e.
“Ama ne yapayım canım, bunu yapan ben değilim ki! Ama sana doğrudan söylüyorum, böyle pis şeyleri yemem ben. Bana şekere bulanmış kurbağa da verseler ağzıma koymam onu, istiridyeyi de öyle; istiridyenin neye benzediğini bilirim ben.” dedi Sobakeviç. Sonra da Çiçikov’a dönerek devam etti: “Koyun etinden de alın lütfen. Pirinç lapalı koyun kaburgası! Bey mutfaklarında pazarda dört gün boyunca sürünen koyunlardan yapılan yahnilerden değildir bu! Bunların hepsi Alman ve Fransız doktorların uydurması! Onları bunun için sallandırmak lazım! Açlıkla iyileştirme diye bir diyet uydurmuşlar! Onların zayıf Alman doğaları, Rus midesiyle başa çıkabilir sanıyorlar! Hayır, hepsi onların uydurması, hepsi…” derken tam o anda Sobakeviç sinirle başını salladı. “Eğitim, eğitim diye dürtüp duruyorlar insanı. Ne eğitimmiş be! Başka bir şeyler daha söylerdim de masanın başında hoş olmaz. Benim evimde öyle az yenmez. Eğer domuz pişirildiyse bütün domuz masaya getirilir, koyunsa bütün koyun, kazsa bütün kaz! En fazla iki çeşit yemek yerim ama canım ne kadar isterse o kadar yerim.”
Sobakeviç tabağına koyduğu koyun kaburgasının yarısını mideye indirdi, kalan kemikleri de geriye hiçbir şey kalmayana dek kemirip bitirerek onun bu söylediklerini onayladı.
“Evet, ağzının tadını iyi biliyor.” diye düşündü Çiçikov.
“Benim evimde böyle olmaz.” dedi Sobakeviç ellerini mendile silerken. “Benim evimde Plyuşkin’in evindeki gibi olmaz. Sekiz yüz canı var ama benim çobandan daha kötü yaşayıp yemek yiyor!”
“Kim bu Plyuşkin?” diye sordu Çiçikov.
“Dolandırıcının teki. Öyle pintidir ki aklın almaz. Hapishanedeki tutuklu ondan daha iyi yaşam sürer. Bütün adamları açlıktan ölüp gitti.” diye cevapladı Sobakeviç.
“Gerçekten mi?” diye merakla atıldı Çiçikov. “Gerçekten de bir sürü adamı öldü mü diyorsunuz?”
“Sinek gibi ölmüşler!”
“Demek sinek gibi ha! İzninizle sormak isterim. Sizden ne kadar uzakta yaşıyorlar?”
“Beş verst ötede.”
“Beş verst demek!” diye haykırdı Çiçikov, hatta kalbinin hızla çarptığını hissetmişti. “Sizin avludan çıkarsak evleri sağ tarafta mı yoksa sol tarafta mı kalıyor?”
“O köpeğin evine giden yolu bile bilmemenizi öneririm!” dedi Sobakeviç. “Herhangi bir edep dışı yere gitmek, onunkine gitmekten daha uygundur.”
“Yok canım, öylesine sordum. Her yeri merak ederim de ben, ondan yani.” diye cevapladı Çiçikov.
Koyun kaburgasını her biri tabaktan büyük olan vatruşkalar[39 - Rus mutfağında lor peynirli, mayalanmış ekmek. (ç.n.)] izledi; sonra da bir dana büyüklüğündeki, içi yumurta, pirinç, ciğer ve mideye oturacak çeşit çeşit şeyle doldurulmuş hindi geldi. Böylelikle yemek bitti ama masadan kalktıklarında Çiçikov, kendini bir pud daha ağır hissetti. Misafir odasına geçtiler, bir fincan tabağının içinde reçel duruyordu. Ne armut ne erik ne de herhangi bir yemişten yapılmışa benziyordu ama misafir de ev sahipleri de bu reçele el sürmemişti. Ev sahibesi reçeli bölüştürmek için birkaç fincan tabağı getirmeye gitti. Onun gidişini fırsat bilen Çiçikov koltukta uzanmış, böylesine doyurucu bir yemeğin ardından homurdanıp istavroz çıkararak ikide bir kapattığı ağzından belli belirsiz sesler çıkaran Sobakeviç’e döndü ve şöyle dedi:
“Sizinle bir iş hakkında konuşmak istiyordum.”
Elinde fincan tabağıyla geri dönen ev sahibesi:
“İşte reçeliniz geldi. Ballı turp reçeli!” dedi.
“Onu sonra yeriz.” dedi Sobakeviç. “Şimdi sen odana geç, biz Pavel İvanoviç’le fraklarımızı çıkarıp biraz dinlenelim.”
Ev sahibesi kabarık yastıklar getirmeye kalktı ama Sobakeviç, “Önemli değil, koltukta dinleniriz.” dedi, kadın da odadan çıktı.
Sobakeviç, Çiçikov bahsettiği için ne olduğunu duymaya hazırlanarak başını hafifçe eğdi.
Çiçikov konuyu çok uzak yerlerden anlatmaya başladı, genel olarak Rus Devleti’ne değindi ve büyük bir gururla vatanının genişliğinden bahsetti, hatta Antik Roma monarşisinin bile bu kadar yüce olmadığını, yabancıların da haklı olarak buna şaşırdıklarını söyledi. Sobakeviç, bütün bunları başını eğerek dinliyordu. Ve şanına hiç kimsenin yaklaşamayacağı bu devletin mevcut durumunda, yaşamları son bulan canların sayımının yaptığını, ne var ki yeni nüfus sayımına dek hâlâ yaşıyor olarak kabul edilmesinin birçok önemsiz ve yararsız belgenin ortaya çıkmasına neden olarak yük olduğunu ve hâlihazırda karmaşık olan devlet mekanizmasının bu yükle birlikte daha da karmaşıklaşmaması gerektiğini de ekledi. Sobakeviç bütün bunları başını eğerek dinliyordu. Bu konunun yasalara aykırı hiçbir yanı yoktu ancak toprak beylerinin bu yaşamı sona eren canlar için, sanki yaşıyormuş gibi vergi ödemesi, birçoğu adına gerçekten de külfetliydi ve o, Sobakeviç’e duyduğu özel bir hürmetten dolayı onun üzerindeki bu ağır yükümlülüğün bir kısmını üstlenmeye hazırdı. Çiçikov asıl konuyu oldukça dikkatli bir şekilde ifade ediyordu. Bu canlara ölü değil, var olmayan diyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nikolay-gogol/olu-canlar-69428056/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Geleneksel olarak soluk gri desenli ipekten yapılmış, geniş, sivri kanatlı bir boyun bandı ya da kravat. (ç.n.)

2
Bir yükü atın boynu ve omuzlarına dağıtmak için kullanılan at koşumunun bir parçası. (ç.n.)

3
Rus mutfağından limon kabuğu, bal, reçel, kekik, nane, tarçın, karanfil, kakule, Hindistan cevizi, yenibahar ve benzer baharatlarla hazırlanan bir sıcak içecek. (ç.n.)

4
Çok katlı tiyatro, sinema gibi yerlerde, sahnenin bulunduğu ilk kata ve burada bulunan koltuklara verilen ad. (ç.n.)

5
Açık artırma usulüyle, belirli eyaletleri kiraya verme yetkisi olan kişi. (ç.n.)

6
18 ve 19. yüzyıllarda yaygın olarak oynanan klasik bir İngiliz hile kartı oyunu. (ç.n.)

7
Rusya’nın batısında bulunan ve Tambov yönetim biriminin merkezi olan kent. (ç.n.)

8
Bahçelerde yazın oturmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılı süslü çardak. (ç.n.)

9
Nüfus sayımı sırasında oluşturulan serf listesi. (ç.n.)

10
Çift kamışlı ve tek parçalı, ahşaptan yapılma, üflemeli bir çalgı. (ç.n.)

11
Büyük sandal. (ç.n.)

12
Atların değişik bir sarı renkteki örtücü kılları. (ç.n.)

13
Almanları sevmeyen Rusların, onlara garip gelen Alman kıyafetlerini hatırlatarak kullandıkları, aşağılama anlamı taşıyan bir söz. (ç.n.)

14
Hamuruna zencefil katılarak yapılan ünlü Rus kurabiyesi. (ç.n.)

15
Yaklaşık olarak 16.38 kilograma denk gelen ağırlık ölçü birimi. (ç.n.)

16
Minder, yastık vb. doldurmak için kullanılan parça. (ç.n.)

17
Genellikle somon ya da mersin balığı, pirinç ya da karabuğday, haşlanmış yumurta, mantar, soğan ve dereotu ile doldurulmuş bir Rus böreği. (ç.n.)

18
Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen bir çeşit ekşi krema türü. (ç.n.)

19
Esmer ya da normal çavdar ekmeğinin mayalanması ile üretilen bir Rus içeceği. (ç.n.)

20
Bir tür Rus iskambil oyunu. (ç.n.)

21
Bir tür Rus iskambil oyunu. (ç.n.)

22
Fransızca: Çok sayıda. (ç.n.)

23
1820’li yıllarda meşhur bir akrobat ve hokkabaz. (ç.n.)

24
Kısa boylu, büyük kafalı bir köpek cinsi. (ç.n.)

25
Yirmi kapiklik gümüş, Nozdrev’in vermeyi teklif ettiği elli kapikten daha değerlidir. (ç.n.)

26
Dört tekerlekli, hafif, bir tür gezinti arabası. (ç.n.)

27
Kral Stanislav tarafından verilen, kendi adıyla anılan, oldukça prestijli bir nişan. (y.n.)

28
Atın vücudunda kırlaşma başladığı zaman aldığı renk. (ç.n.)

29
Ağaçtan yapılmış, pamuk, yün ve benzeri şeyleri eğirmekte kullanılan, ortası şişkin, iki ucu sivri bir araç. (ç.n.)

30
Laterna: İçerisinde yüklenmiş müzikler olan, kolunun çevrilmesiyle çalınan, ayaklı ve sandık biçiminde bir org türü. (ç.n.)

31
Bir tür Leh dansı ve bu dansın müziği. (ç.n.)

32
Nozdrev’in bu kelimeyi kullanması tamamen anlamsızdır. (ç.n.)

33
Bir tür iskambil oyunu. (y.n.)

34
Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para ya da mal. (ç.n.)

35
Yapılarda cephe süsü. (ç.n.)

36
Yunanların Türk boyunduruğundan kurtulmak için verdikleri ulusal savaş dönemindeki komutanları. (ç.n.)

37
Aynı savaşta yer alan kadın çeteci kahraman. (ç.n.)

38
İncil’de haydutluk yapan halkların elebaşları. (ç.n.)

39
Rus mutfağında lor peynirli, mayalanmış ekmek. (ç.n.)
Ölü Canlar Николай Гоголь

Николай Гоголь

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Küçük insanlar”ın yazarı olarak adlandırılan Gogol; Rus toplumunun 19. yüzyıla denk düşen dönemlerinde var olan birey ve toplum ilişkisini, gerçekçi çözümlemelerle eserlerine dâhil etmiş ve Rus realizminin öncüleri arasındaki yerini almıştır. "Ölü Canlar", yazarının elinde ayrıntılarla ince ince işlenen ve uzun bir yazım sürecini kapsayan başyapıtlardandır. Yayımlanmasının üzerine edebiyat çevreleri tarafından övgü ve yergilerin hedefi olan eser; 19. yüzyıl Rusyası’nın günlük yaşamının, sokaktaki insanının ve onların tecrübe ettiği ruh hâllerinin sayfalara yansımasıdır. Gogol, "Ölü Canlar"da bir yüzü toplumu dönük olan; yalnızca görünene değil, eylemlerin arkasına da açılan bir ayna konumundadır. Yazar, başkahramanı Çiçikov’un okuyucunun hoşuna gidip gitmeyeceğinden kuşkuludur zira Çiçikov; bütün yaşamını yalnızca zengin olma arzusu uğruna feda ederek daima bir yerlere yetişmek çabasıyla Rusya sokaklarında koşturan, sıradan insanın tipidir. Onun karmaşık iç dünyası, bütünüyle anlaşılamaz değildir; nihayetinde Çiçikov, yazım sürecinde Gogol’un geçirdiği ruhsal krizlerin ortağı ve en yakın tanığıdır. "Ölü Canlar", üç cilt olarak yazılmak üzere planlanır; Çiçikov’a biçilen ömür, üç ciltlik bir süreçtir. Lakin ilk ciltteki kahramanların olumsuz özellikler göstermesi yazarı rahatsız eder; ikinci ciltte de Çiçikov, yüce gönüllü bir insana dönüşemez. Bu bir ceza mıdır, bilinmez; ikinci cildin yaprakları, tüm el yazmaları, yazar tarafından ateşe atılır. Çiçikov; belki de umut vadeden bir insan tipine dönüşecekken Gogol’un yaktığı ateşin alevlerine mahkûm kalır. Asla yazılamayan üçüncü cilt ise siz okuyucuların engin yaratıcı gücüne bırakılır. Elinizdeki kitabı okuyan her zihin, kendi Çiçikov’unu yaratacaktır. "Benim de uzun bir süre garip kahramanımla el ele yürümeme, olağanüstü bir hızla geçip giden hayatını herkesin gördüğü gülüşler ve kimsenin göremediği esrarengiz gözyaşları arasından izlememe karar verilmiş."

  • Добавить отзыв