Mansfield Park

Mansfield Park
Jane Austen
Fanny Price, ailesinden istediği ilgiyi pek görememiş, içine kapanık, utangaç, ürkek bir kızdır. Hiçbir zaman da değişmez bu özellikleri. Fakir ailesinin küçük evinde nasıl ise evlatlık olarak gittiği zengin teyzesinin malikânesinde de hep olduğu gibidir. Gelgelelim bu özellikleri sayesinde sivrilir Fanny yeni girdiği varlıklı çevrede. Ancak kolay olmamıştır bu. Evin reisi Sör Thomas Bertram, her ne kadar anlayışlı olsa da yokluğunda bile otoritesini hissettirmektedir. Teyze Mrs. Norris işgüzar ve fırsatçıdır. Evin kızları Maria ve Julia karakter olarak kendisine oldukça zıttır. Ona destek olan tek kişi ise Edmund’dır. “Sevgili Sör Thomas, sizi gayet iyi anlıyorum. Her zamanki cömertliğinizi ve hassasiyetinizi takdir ediyorum. İnsanın, sorumluluğunu üstlendiği bir çocuğun geleceğini güvence altına almak için elinden geleni yapması gerektiği konusunda da sizinle tamamen hemfikirim. Ben de bu konuda elimden geleni yapacağım. Çocuksuz biri olarak neyim varsa kız kardeşlerimin çocuklarına kalmayacak mı? Mr. Norris’in de bu konuda bana destek olacağından eminim. Çok konuşan, fikrini açıklayan biri olmadığımı bilirsiniz. Eften püften meselelerin gözümüzü korkutmasına izin vermeyelim. Kıza iyi bir eğitim vererek sosyeteye girmesini sağlayalım. Eminim ki kimseye daha fazla yük olmadan iyi bir yuva kurabilir. Bu sayede yeğenimiz bu çevrede yaşamanın avantajlarından yararlanarak büyüyebilir. Kuzenleri kadar güzel olacağını sanmıyorum. Hatta bundan emin olduğumu bile söyleyebilirim. Yine de sosyeteye iyi koşullarda takdim edilmesi durumunda, en azından sağlam bir yuva kurma şansını yakalayabilir. Oğullarınızı düşündüğünüzü biliyorum. Ancak böyle bir şeyin gerçekleşmesinin ihtimal dâhilinde olmadığının, kardeş gibi büyüyeceklerinin farkında değil misiniz? Her şeyden önce ahlaken mümkün değil! Böyle bir şeyi ne duydum ne de gördüm!"

Jane Austen
Mansfield Park

1
Otuz yıl kadar önce, topu topu yedi bin paunt geliri olan Huntingdon’lı Miss Maria Ward, Northampton Bölgesi’ndeki Mansfield Park Malikânesi’nin sahibi Sör Thomas Bertram’ın dikkatini çekme, bu sayede baronetin eşi olma, güzel bir evin ve iyi bir gelirin keyfini sürme fırsatını yakalamıştı. Tüm Huntingdon, kızın ne kadar şanslı olduğunu konuşuyordu. Avukat olan amcası bile yeğeninin böylesi bir evliliğe layık olmadığını, en az üç bin paunt daha geliri olması gerektiğini kabul ediyordu. Bu yükselişin, Maria’nın iki kız kardeşine de yararı dokunacaktı. En az Miss Maria kadar güzel olan Miss Ward ve Miss Frances de girdikleri bu yeni çevre sayesinde kız kardeşlerininki kadar güzel bir evlilik yapabileceklerinden kuşku duymuyorlardı. Ancak hiç şüphe yok ki dünyadaki büyük servet sahibi erkeklerin sayısı, bu serveti hak edecek hoş kadınların sayısından azdı. Geçen beş yılın ardından Miss Ward, eniştesinin pek de zengin olmayan arkadaşı Peder Norris’le evlenmeye razı olurken, Miss Frances’in akıbeti çok daha beter oldu. İşin aslı, Miss Ward’un kısmeti, pek de fena sayılmazdı. Sör Thomas, sevgili dostuna büyük bir memnuniyetle, Mansfield’da kalacak yer ve iş vermişti. Bu sayede Bay ve Bayan Norris, yılda bin paunda yakın bir gelirle hayat arkadaşlığına başlamış oldu. Miss Frances ise ailesinin tepkisini göze alarak, eğitimsiz, beş parasız ve kimsesiz bir deniz subayıyla evlendi. Daha kötü bir seçim yapamazdı herhâlde. İlkeli ve gururlu bir adam olan Sör Thomas Bertram, doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapma ve çevresindeki herkesi saygın bir konumda görme isteği nedeniyle Leydi Bertram’ın kız kardeşi için elinden geleni yapmaya hazırdı. Ancak kocasının, herhangi bir şekilde yardımının dokunabileceği bir mesleği yoktu. Dahası Sör Thomas Bertram onlara yardım etmenin bir yolunu aradığı sırada, kız kardeşler arasında büyük bir kavga kopmuştu. Bu kavga, tarafların karakterinin ve düşüncesiz bir şekilde gerçekleştirilmiş bir evliliğin yol açtığı sıkıntıların doğal sonucuydu. Miss Price, bir işe yaramayacağı belli olan, nafile itirazlarla uğraşmamak adına, evlenene dek ailesine bu konudan hiç söz etmemişti. Tembel ve sakin bir mizaca sahip olan Leydi Bertram, kız kardeşini hayatından silerek bu konuyu aklından çıkarma niyetindeydi. Ancak çok daha telaşlı ve tez canlı olan Mrs. Norris, kız kardeşine ne kadar büyük bir budalalık ettiğini, bu hatasının sonuçlarına katlanması gerekeceğini anlatan uzun ve öfke dolu bir mektup kaleme almadan rahat edemedi. Kırılan ve öfkelenen Mrs. Price, kardeşlerine sert bir cevap mektubu yazdı. Mektupta, kendisine hâkim olamayarak, Sör Thomas’ın kibri konusunda da atıp tutması, kardeşler arasındaki köprülerin, uzunca bir süreliğine atılmasına yol açtı.
Evlerinin uzaklığının yanında, bulundukları çevrelerin de çok farklı olması nedeniyle sonraki on bir yıl boyunca birbirlerinden tek bir haber alamadılar. Bunun tek istisnası, Mrs. Norris’in zaman zaman sinirli bir şekilde gelerek kız kardeşinin bir çocuğunun daha olduğunu söylemesiydi. Sör Thomas’ın, Mrs. Norris’in bunu nereden öğrendiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Bu şekilde geçen on bir yılın ardından Mrs. Price, gururun ve kırgınlığın, daha doğrusu kendisine faydası dokunabilecek tanıdıkları kaybetmenin bedelini daha fazla ödeyemeyeceğinin farkına vardı. Geniş ve giderek büyümeye devam eden bir aile, malulen emekli edilmesine rağmen, sakatlığı arkadaşlarından ve içkiden uzak kalmasını engellemeyen bir koca ve ihtiyaçlarını karşılayamayan düşük bir gelir, Mrs. Price’ı, bir zamanlar hiç düşünmeden sildiği akrabalarının dostluklarını yeniden kazanmak zorunda olduğunu düşünmeye yöneltti. Böylece Leydi Bertram’a duyduğu pişmanlık ve üzüntüyü anlatan, okuyanda bir barışma isteği uyandıran, acıklı bir mektup yazdı. Dokuzuncu çocuğunu doğurmaya hazırlanıyordu. İçinde bulunduğu koşullardan dert yanıyor, doğacak çocuğuna destek olmaları için yalvarıyor, laf arasında, hâlihazırdaki sekiz çocuğunun geleceğinin güvenceye alınması konusunda da önemli bir rol oynayabileceklerini söylüyordu. En büyük çocuğu on yaşında bir oğlandı. İyi huylu, dünyayı tanımak isteyen bir çocuktu ancak elinden maalesef bir şey gelmiyordu. Acaba Batı Hindistan’daki mülklerinin idaresi konusunda Sör Thomas’ın ona bir yardımı dokunur muydu? Ne görev olursa olsun itirazsız kabul ederdi. Sör Thomas böyle bir şeye ne derdi? Çocuğu doğuya göndermenin bir yolu var mıydı?
Mektup işe yaradı ve kız kardeşlerin tekrar barışmasını sağladı. Mrs. Norris, Sör Thomas’ın tavsiye ve temennilerinin yanı sıra Leydi Bertram’ın gönderdiği para ve bebek bezlerini de içeren bir mektup kaleme aldı.
Bu daha başlangıçtı. On iki ay içerisinde Mrs. Price mektubun çok daha büyük faydalarını görmeye başladı. Mrs. Norris çevresindekilere, zavallı kız kardeşini ve ailesini aklından çıkaramadığını, yapmakta oldukları yardımların kız kardeşinin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğini, zavallı Mrs. Price’ı, çocuklarından birinin yükünden ve masrafından tamamen kurtarmaktan başka çareleri olmadığını söylüyordu. Dokuz yaşına giren, yani zavallı annesinin sunabileceğinden çok daha fazla ilgiye ihtiyaç duyacağı bir çağda bulunan en büyük kızlarının bakımını üstlenmeleri nasıl olurdu? Yapacakları bu iyiliğin yanında, çocuğun vereceği sıkıntının ve çıkaracağı masrafın adı bile anılmazdı. Leydi Bertram bu teklifi hiç düşünmeden kabul etti. “Sanırım daha iyisini yapamayız.” dedi, “Birisini göndererek çocuğu aldıralım.”
Sör Thomas hemen razı olmadı. Tereddütleri vardı. “Bu ciddi bir sorumluluk.” diyordu, “Bu yaşta bir çocuğu alırken her şeyi dikkatlice hesaba katmalıyız. Aksi hâlde ailesinden ayırmakla çocuğa iyilik değil, kötülük etmiş oluruz.” Bir yandan da kendi çocuklarını düşünüyordu. İki oğlunun kuzenlerine âşık olma ihtimali vardı. Mrs. Norris, Sör Thomas’ın ağzını açmasına fırsat vermeden, olası tüm itirazları peşinen cevapladı: “Sevgili Sör Thomas, sizi gayet iyi anlıyorum. Her zamanki cömertliğinizi ve hassasiyetinizi takdir ediyorum. İnsanın, sorumluluğunu üstlendiği bir çocuğun geleceğini güvence altına almak için elinden geleni yapması gerektiği konusunda da sizinle tamamen hemfikirim. Ben de bu konuda elimden geleni yapacağım. Çocuksuz biri olarak neyim varsa kız kardeşlerimin çocuklarına kalmayacak mı? Mr. Norris’in de bu konuda bana destek olacağından eminim. Çok konuşan, fikrini açıklayan biri olmadığımı bilirsiniz. Eften püften meselelerin gözümüzü korkutmasına izin vermeyelim. Kıza iyi bir eğitim vererek sosyeteye girmesini sağlayalım. Eminim ki kimseye daha fazla yük olmadan iyi bir yuva kurabilir. Bu sayede yeğenimiz bu çevrede yaşamanın avantajlarından yararlanarak büyüyebilir. Kuzenleri kadar güzel olacağını sanmıyorum. Hatta bundan emin olduğumu bile söyleyebilirim. Yine de sosyeteye iyi koşullarda takdim edilmesi durumunda, en azından sağlam bir yuva kurma şansını yakalayabilir. Oğullarınızı düşündüğünüzü biliyorum. Ancak böyle bir şeyin gerçekleşmesinin ihtimal dâhilinde olmadığının, kardeş gibi büyüyeceklerinin farkında değil misiniz? Her şeyden önce ahlaken mümkün değil! Böyle bir şeyi ne duydum ne de gördüm! Hatta bunun önüne geçmenin en güvenli yolu, birlikte yetişmeleridir. Büyüyüp güzel bir kız olduğunu ve Tom veya Edmund’ın, kızı ilk kez bundan yedi yıl sonra gördüğünü düşünsenize! Asıl o zaman bir haylazlık yapmalarından korkmak gerekir. Kızın bizlerden uzakta, yoksulluk ve sefalet içerisinde büyümüş olduğu fikri bile yufka yürekli oğullarınızdan birinin kıza âşık olmasına yetecektir. Oysa şimdiden birlikte büyümelerini sağlarsanız, bir melek kadar güzel olsa dahi ona kardeş gözüyle bakacaklardır.”
Sör Thomas, “Söylediklerinizde gerçeklik payı büyük.” diye diye karşılık verdi, “Üstelik kuruntularımla herkesin onay verdiği bir planın gerçekleştirilmesine engel olmak bana düşmez. Benim dikkat çekmek istediğim tek konu, Mrs. Price’a gerçekten yararı dokunacak, bize de yakışacak bir şey yapmak istiyorsak, kızın bir hanımefendi olarak yetişmesine set vuracak her türlü koşulun ortaya çıkmasını engellememiz, en azından engellemeye gayret etmemiz gerektiğidir.”
“Sizi çok iyi anlıyorum!” diye haykırdı Mrs. Norris, “Her anlamda müşfik ve düşünceli bir insansınız. Bu konuda fikir ayrılığına düşmeyeceğimize eminim. Bu kıza sevgili çocuklarınıza duyduğum sevginin yüzde birini bile duymam, kendi çocuğummuş gibi görmem söz konusu bile olmasa da çok iyi bildiğiniz gibi sevdiklerimin iyiliği için elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım. Bu çocuğu ihmal edecek olursam, kendimden nefret ederim. Sonuçta kız kardeşimin çocuğu… Önümde bir dilim ekmeğim varken, onun aç kalmasına razı olabilir miyim hiç? Sevgili Sör Thomas, hatalarım elbette vardır ama kalbim sevgiyle doludur. Yoksul bir insan da olsam, kendimden kısar, gene de cimrilik etmem. Dolayısıyla bir itirazınız yoksa yarın zavallı kız kardeşime bir mektup yazarak teklifimizi ileteceğim. Bir karara varılır varılmaz da sizi herhangi bir zahmete sokmadan, çocuğun Mansfield’a gelmesini bizzat sağlayacağım. Bilirsiniz, kendi sıkıntılarıma pek aldırış etmem. Dadıyı Londra’ya yollayacağım. Orada saraçlık yapan kuzeninin yanında kalır. Çocuğu da oraya getirip dadıya teslim etmelerini söyleriz. Portsmouth’tan Londra’ya, bir posta arabasıyla, o yöne giden herhangi güvenilir birinin gözetiminde kolayca gelebilir. Eminim ki o yöne giden saygın bir tüccarın eşini veya başka birilerini bulabiliriz.”
Sör Thomas’ın, dadının kuzeninin evine habersiz gidilmesi haricinde bir itirazı olmadı. Bu sorunun da daha masraflı ancak çok daha saygın bir randevu ayarlanarak çözülmesiyle birlikte her şey düşünülmüş ve kararlaştırılmış oldu. Herkes planladıkları iyiliğin hazzını yaşıyordu. Elbette herkes eşit derecede hoşnut değildi. Sör Thomas çocuğu gerçek anlamda ve sonuna dek korumaya kararlıydı. Mrs. Norris’in ise çocuğun bakımı için tek kuruş harcamaya niyeti yoktu. Koşuşturma, konuşup durma, iş bitiricilik gibi konularda kimse Mrs. Norris’in eline su dökemezdi. İnsanlara cömert davranmaları gerektiği konusunda nutuklar atmakta üstüne yoktu. Öte yandan paraya merakı da insanları yönetmeye merakı kadar büyüktü. Bir yandan kendi parasını biriktirirken bir yandan da çevresindekilerin parasını harcamayı çok iyi becerirdi. Umduğundan daha düşük gelirli bir erkekle evlendiği için tutumluluk konusunda katı kurallar benimsemiş ve mecburiyetten kaynaklanan bu önlemler, bakması gereken bir çocuğunun da olmaması nedeniyle zamanla alışkanlığa dönüşmüştü. Eğer çocuğu olsaydı, belki de Mrs. Norris bu kadar cimrilik etmeyebilirdi. Ancak böyle bir derdi yoktu ve tutumlu davranmasının önünde bir engel bulunmuyordu. Böylece hiç harcamadıkları paraları yıldan yıla artıyordu. Takıntı hâline getirdiği böyle bir ilkesi varken, kız kardeşine de içten bir sevgi duymazken, bu pahalı iyiliği organize etmiş olmaktan kendisine paye çıkarmak dışında bir amacı olamazdı. Bununla birlikte o kadar kendini bilmez bir kadındı ki bu konuşmaların ardından papaz evine dönerken dünyanın en cömert ablası ve teyzesi olmanın sevincini hissedebiliyordu.
Konu tekrar açıldığında, düşünceleri de iyiden iyiye ortaya çıktı. Leydi Bertram’ın öylesine sorduğu, “Çocuk geldiğinde nerede kalacak? Sizde mi yoksa bizde mi?” sorusu üzerine kızın sorumluluğunu üstlenmenin kendisini aşacağını söyledi. Sör Thomas şaşırmıştı. Şimdiye dek kızın papaz evinde kalmasının daha uygun olduğunu, böylece çocuğu olmayan teyzesine de yârenlik edebileceğini düşünüyordu. Meğerse tamamen yanılıyormuş. Mrs. Norris çok üzgün olduğunu ancak bu koşullarda kızın kendi yanlarında kalmasının mümkün olmadığını söylüyordu. Zavallı Mr. Norris’in giderek kötüleşen sağlığı bunu imkânsız kılıyordu. Mr. Norris’in bir çocuğun gürültüsüne katlanabilme ihtimali, ancak ve ancak kanatlanıp uçma ihtimali kadardı. Şu gut hastalığından kurtulabilse işler değişirdi. O zaman memnuniyetle sorumluluğu üstlenir, imkânsızlıkları da hiç dert etmezdi. Oysa şu an zavallı Mr. Norris tüm zamanını alıyordu ve başka bir şeyle ilgilenmesine fırsat kalmıyordu.
Leydi Bertram her zamanki sakinliğiyle, “O hâlde bize gelsin.” dedi. Kısa bir sessizliğin ardından Sör Thomas da sakin bir edayla, “Evet, yuvası burası olsun. Ona karşı tüm sorumluluklarımızı yerine getirmeye gayret edeceğiz. Hem bu sayede en azından akranları ve öğretmeni de her zaman yanında olur.”
Mrs. Norris, “Çok doğru!” diye haykırdı, “Bu çok önemli bir konu… Miss Lee açısından iki kıza ders vermekle üç kıza ders vermek arasında bir fark olmaz. Keşke daha fazla yararım dokunabilseydi ama gücüm bu kadarına yetiyor. Ben o sorumluluktan kaçan tiplerden değilimdir. Öyle olmasa, bu kadar zorlanacak olmama rağmen, en büyük yardımcım olan dadının üç günlüğüne gitmesine razı olmazdım. Kardeşim, sanırım çocuğu tavan arasındaki küçük, beyaz odaya, kızların eski odalarının yanına yerleştirirsin. Onun için en iyi yer orası olur. Hem Miss Lee’ye yakın, hem de kızlardan çok uzakta değil. Hizmetçilere de yakın olur. Giyinmesine, bakımına falan hizmetçiler yardımcı olur. Ellis’in hem bu kızla hem de diğer kızlarla ilgilenmesini beklemek haksızlık olur zira. İşin aslı, kızı yerleştirebileceğin başka bir yer de yok gibi.”
Leydi Bertram itiraz etmedi.
Mrs. Norris, “Umarım iyi huylu biri çıkar.” diye devam etti, “Ne kadar talihli olduğunun farkına varır ve çevresindeki iyi insanların değerini bilir.”
Sör Thomas, “Eğer kötü huylu çıkarsa…” dedi, “Çocuklarımızın iyiliği açısından, bu kızı ailemizde barındıramayız. Ancak korkuya kapılmanın da âlemi yok. Bu kızda hoşumuza gitmeyecek pek çok şey göreceğiz. Cehaletine, anlamsız fikirlerine, kaba davranışlarına hazırlıklı olmalıyız. Ancak bunların düzeltilemeyecek kusurlar olacağını, çevresindekilere bir zararı dokunacağını sanmıyorum. Kızlarım yaşça ondan küçük olsaydı, belki bir araya getirmeden önce uzun uzadıya düşünürdüm. Ancak şu an için yapabileceğimiz tek şey, bu birlikteliğin bizimkiler açısından kaygılanmayı gerektirecek bir yanının olmamasını ve kıza da bir faydasının dokunmasını ummak.”
Mrs. Norris, “Ben de aynen böyle düşünüyordum!” diye haykırdı, “Hatta bu sabah kocama da anlatıyordum. Kuzenleriyle birlikte kalmasının bile çocuk açısından iyi bir eğitim olacağını söylüyordum. Miss Lee çocuğa hiçbir şey öğretmese dahi kuzenlerinden öğrenecekleri ona yeter.”
“Umarım zavallı köpeğime kötü davranmaz.” dedi Leydi Bertram, “Julia’yı, köpeği rahat bırakmaya daha yeni ikna edebildim.”
Sör Thomas, “Mrs. Norris, süreç içerisinde bazı sıkıntılar olacaktır.” değerlendirmesinde bulundu, “Kızların büyüme sürecinde aralarındaki ayrımı çok iyi gözetmemiz şart. Hem kim olduklarını unutmamalarını hem de kuzenlerini hor görmemelerini sağlamak zorundayız. Kızın duygularını incitmemek, ancak kendisinin bir Miss Bertram olmadığını da hatırlatmak gerekiyor. Çok iyi arkadaş olmalarını umarım. Kızı hakir görmelerine kesinlikle izin vermem. Ama asla eşit olamazlar. Cemiyetteki konumları, maddi durumları, hakları ve beklentileri birbirlerinden farklı olacak. Bu çok hassas mevzuda nasıl bir yol izlememiz gerektiği konusunda bize yardımcı olmalısınız.”
Mrs. Norris elinden geleni yapacaktı. Bunun çok zor bir iş olduğu konusunda kendisiyle hemfikir olduğunu, konuyu kolaylıkla idare edebileceklerini umut etmeleri gerektiğini söyledi.
Mrs. Norris’in kız kardeşine yazdığı mektubun boşa gitmediğini tahmin edebilirsiniz. Mrs. Price, bir sürü erkek çocuk dururken bir kızı seçmelerine anlam verememişti ama yine de teklifi minnettarlıkla kabul etmişti. Kızının çok iyi huylu, güler yüzlü bir çocuk olduğu konusunda teminat veriyor, kızı başlarından atmalarını gerektirecek bir şey yaşanmayacağına inandığını belirtiyor, kızının narin ve çelimsiz olduğunu anlatarak, hava değişiminin iyi geleceğini umduğunu söylüyordu. Zavallı kadın! Büyük ihtimalle hava değişiminin diğer çocuklarına da iyi geleceğini düşünüyordu.

2
Uzun yolculuğu güven içinde tamamlayan küçük kız, Northampton’da Mrs. Norris tarafından karşılandı. Mrs. Norris, kızı diğerleriyle tanıştıracak, ne kadar şefkatli insanlar olduklarını anlatacak kişi olmanın gururunu yaşıyordu.
Fanny Price o sıralar henüz on yaşındaydı. İlk bakışta insanı cezbeden bir görünümü olmasa da en azından karşısındakine rahatsızlık verecek bir hâli de yoktu. Yaşından küçük gösteriyordu. Parlak bir cildi, çarpıcı bir güzelliği yoktu. Aşırı derecede ürkek ve utangaç, dikkat çekmeyen bir kızdı. Biraz yabansı bir havası vardı ama kaba olduğu söylenemezdi. Tatlı bir ses tonuna sahipti. Konuşmaya başladığında yüzü sevimli bir hâl alıyordu. Sör Thomas ve Leydi Bertram, kızı sevgiyle karşıladı. Kızın desteğe ihtiyacı olduğunu fark eden Sör Thomas elinden geleni yapmasına rağmen kızın direncini kıramadı. Leydi Bertram’ın ise eşinin yarısı kadar bile zahmete girmesine, onda biri kadar bile dil dökmesine gerek kalmamıştı. Neşeli gülümsemesi sayesinde, kızın gözünde hemencecik daha az korkutucu kişi hâline gelmişti.
Çocukların hepsi evdeydi. Tanışma merasimi sırasında gayet güler yüzlü ve rahattılar. En azından, yaşları on altı ve on yedi olan, yaşlarından büyük göstermeleri sayesinde küçük kuzenlerinin gözünde koca koca adamlar gibi görünen erkekler öyleydi. Kızlar ise yaşça küçük olmalarından ve nasıl davranmaları gerektiği konusunda kendilerini sıkı sıkı tembihleyen babalarından duydukları korkudan dolayı biraz daha şaşkınlardı. Bununla birlikte, insan içine çıkmaya ve övgüler duymaya alışkın olan kızlarda utangaçlıktan eser yoktu. Karşılarındaki kızın güvensizliğini gördükçe kendilerine olan güvenleri daha da artıyordu. Böylece kısa bir sür sonra umursamaz bir edayla kızın yüzünü ve kıyafetlerini süzmeye başladılar.
Hoş bir aileydiler. Oğlanlar yakışıklı, kızlar ise kesinlikle çok güzeldi. Hepsi de çok iyi yetiştirilmişti ve yaşlarından büyük gösteriyorlardı. Görünüşleriyle, davranışlarıyla kuzenlerinden çok farklıydılar. Bu nedenle kimse yaşlarının aslında çok yakın olduğunu tahmin edemezdi. En küçük kızla Fanny arasında sadece iki yaş vardı. Julia Bertram on iki yaşındaydı, Maria ise ondan bir yaş büyüktü. Küçük misafir çok mutsuzdu. Herkesten korkan, hâlinden utanan, geride bıraktığı evini özleyen kız, kafasını yerden kaldıramıyor, ağlamaktan ne dediği anlaşılmıyordu. Mrs. Norris, Northampton’dan eve ulaşana dek ne kadar şanslı olduğunu, minnettarlık duyması ve çok uslu davranması gerektiğini anlatıp durmuştu. Mutsuz olmakla nankörlük ettiğini düşünüyor, bu yüzden daha da perişan oluyordu. Uzun yolculuğun neden olduğu yorgunluk da zamanla dayanılmaz bir hâl almaya başlıyordu. Sör Thomas’ın iyi niyetli, mütevazı tavırları ve işgüzar Mrs. Norris’in iyi bir kız olacağı yönündeki kehanetleri bir işe yaramıyor, Leydi Bertram’ın gülümsemesi, kendisini köpeğiyle beraber oturduğu kanepeye buyur etmesi çare olmuyor, ikram edilen üzümlü tartın enfes görüntüsü bile kızı bir nebze olsun rahatlatmıyordu. Kız daha iki lokma yemeden gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Uykunun iyi geleceği, sıkıntılarını unutturacağı düşüncesiyle kızı yatırmaya karar verdiler.
Fanny’nin salondan çıkmasının ardından Mrs. Norris, “Pek umut verici bir başlangıç olmadı.” dedi, “Yol boyunca anlattıklarımın ardından daha iyi davranacağını umuyordum. Ona ilk izlenimin ne kadar önemli olduğundan bahsettim. Umarım annesi gibi huysuz çıkmaz. Ancak böyle bir çocuğa anlayış göstermemiz gerekir. Evinden ayrıldığı için üzgün olması çok doğal. Kötü de olsa sonuçta onun yuvasıydı. Henüz başına ne kadar iyi bir şey geldiğinin farkında değil. Her şey zamanla rayına oturacaktır.”
Ancak Fanny’nin Mansfield Park’a ayak uydurması ve ailesinden ayrı kalmaya alışması, Mrs. Norris’in öngördüğünden biraz daha uzun sürdü. Çok hassas bir kızdı. Kimse neler hissettiğini anlamıyor, bu yüzden de derdine bir türlü çare bulunamıyordu. Kötü niyetli insanlar değillerdi ancak kimsenin de kızı rahatlatmak için sıkıntıya girmeye niyeti yoktu.
Ertesi gün kız kardeşler izinliydi. Böylece çocuklar küçük kuzenlerinin yeni evine alışmasını ve keyfinin yerine gelmesini sağlayabilecekti. Ancak bu çaba da sonuç vermedi. Çocuklar, kızın sadece iki elbise kuşağı olduğunu ve Fransızca bilmediğini öğrenince, ister istemez onu hor görmeye başladılar. Kızın, birlikte seslendirdikleri düetten de pek etkilenmediğini görünce, en değersiz oyuncaklarından birkaçını vererek kızı bir başına bırakıp, yaldızlı kâğıttan yapma çiçekler kesme oyununa döndüler.
Fanny her an, her yerde yalnız, üzgün ve ümitsizdi. Kuzenlerinin yanında, uzağında, okulda, oturma odasında, bahçede, hiçbir yerde huzur bulamıyordu. Herkesten ve her şeyden korkuyordu. Leydi Bertram’ın suskunluğu cesaretini kırıyor, asık suratlı Sör Thomas’tan çekiniyor, Mrs. Norris’in nasihatlerinden kendisine bıkkınlık geliyordu. Kuzenleri, boyu yüzünden küçük kızı aşağılıyor, utangaçlığıyla dalga geçiyordu. Miss Lee, cehaleti karşısında şaşkınlığa düşüyor, hizmetçiler kıyafetleriyle alay ediyordu. Üstelik bir de kardeşlerinin gözünde ne kadar önemli olduğunu, onların hem oyun arkadaşı hem öğretmeni hem de bakıcısı olduğunu hatırladıkça küçük yüreğine ağrılar saplanıyordu.
Evin ihtişamı kızı büyülüyor ama bu da onu teselli etmeye yetmiyordu. Odalar ona rahatça gezemeyeceği kadar geniş geliyordu. Dokunduğu her şeyin kırılacağından korkuyor, her an kendisini ürkütecek bir şeylerle karşılaşıyor, korkuyla ürperiyor, rahatça ağlayabilmek için odasına çekiliyordu. Oturma odasından çıktığında, arkasından, olağanüstü talihinin değerini bilmediği şeklinde yorumlar yapılan küçük kızın her günü hıçkırıklar içinde uykuya dalarak sona eriyordu. Sessiz sakin hâli nedeniyle de kimseler hiçbir şeyden şüphelenmiyordu. Bir hafta bu şekilde geçti. Ta ki bir sabah, oğlanların küçüğü olan Edmund adlı kuzeni kendisini tavan arasına çıkan merdivenlerde ağlarken bulana dek…
Edmund, “Sevgili kuzenim…” dedi ve kusursuz tabiatının tüm nezaketiyle, “Mesele nedir?” diye sordu. Yanına oturarak, kızın utangaçlığını aşması, derdini anlatmaya başlaması için dil dökmeye başladı. Hasta mıydı yoksa? Birileri mi kızmıştı? Maria ve Julia’yla mı kavga etmişti? Derste anlatılanları mı anlamamıştı? Kısacası, onun için yapabileceği bir şey var mıydı? Uzun bir süre boyunca sorularına hayır, yok, teşekkür ederim gibi sözlerin ötesinde bir cevap alamadı. Ancak kararlıydı ve kızın eski evinden söz ederken artan hıçkırıklarından, sıkıntısının nedenini ortaya çıkarmayı başardı. Kızı teselli etmeye çalıştı, “Annenden ayrıldığın için üzgünsün sevgili küçük Fanny.” dedi, “Bu da ne kadar iyi bir kız olduğunu gösteriyor. Ancak seni seven ve seni mutlu etmeye gayret eden akrabalarının ve arkadaşlarının arasında olduğunu aklından çıkarmamalısın. Hadi, parkta yürüyelim. Bana kardeşlerinden söz et.”
Laf lafı açtıkça Edmund, kızın tüm kardeşlerini sevdiğini, ancak içlerinden birine diğerlerinden daha düşkün olduğunu fark etti. En çok William’dan söz ediyor, en çok onu özlüyordu. Kendisinden bir yaş büyük olan William, en yakın dostuydu. Ne zaman annesini kızdırsa, annesinin ilk göz ağrısı olan William’ın araya girmesiyle kurtulurdu. William kızın yuvadan uçmasını hiç istememiş, onu çok özleyeceğini söylemişti.
“Emin ol William sana mektup yazacaktır.”
“Evet, yazacağına söz verdi ama ilk benim yazmamı şart koştu.”
“Peki ne zaman yazacaksın?”
Fanny kafasını kaldırdı. Cevap vermekte tereddüt ediyordu. “Bilmem… Kâğıdım yok ki!”
“Tek derdin bu mu? Ben sana kâğıt ve gereken her şeyi getiririm. Böylece mektubunu dilediğin zaman yazabilirsin. William’a mektup yazmak seni mutlu edecek, değil mi?”
“Evet, hem de nasıl!”
“Yapalım o hâlde. Benimle birlikte oturma odasına gel. Aradığımız her şeyi orada bulabiliriz. Üstelik şu an kimsecikler yok.”
“Ama kuzen, postaya verebilecek miyiz?”
“Evet. Bu konuda bana güvenebilirsin. Diğer mektuplarla birlikte göndeririz. Enişten imzalarsa ücretsiz gönderebiliriz. Böylece William’ın cebinden de bir şey çıkmaz.”
“Eniştem mi!” dedi Fanny, korku dolu gözlerle.
“Evet. Mektubu bitirdiğinde babama götürerek imzalatacağım.”
Fanny böyle bir şey yapmanın cesaret istediğini düşündü ama itiraz etmedi. Birlikte oturma odasına gittiler. Edmund kâğıdı hazırlayarak üzerine cetvelle çizgi çizdi. Kendisine öz kardeşiymiş gibi yardımcı oluyordu. Üstelik nasıl beceriyorsa, çizgileri de kardeşinden çok daha düzgün çiziyordu. Edmund, Fanny mektubu bitirene dek çakısıyla kalemin ucunu açarak, yazım yanlışlarını düzelterek yardımcı oldu. Fanny’yi en mutlu eden şey ise bu yardımların ötesinde, Edmund’ı kardeşi kadar yakın görmesiydi. Edmund, kuzeni William’a kendi el yazısıyla sevgilerini ileterek, zarfa yarım Gine altını koydu. Fanny’nin hisleri kelimelerle anlatılacak türden değildi. Ancak yüz ifadesi ve ağzından beceriksizde dökülen birkaç sözcük, duyduğu minnettarlığı ve hazzı anlatmaya yetmiş, kuzeni giderek kendisiyle daha fazla ilgilenir olmuştu. Edmund, Fanny’yle konuştukça konuşuyor, kızın ağzından dökülen her söz, delikanlıyı karşısındaki kişinin sevgi dolu bir yüreği olduğuna, doğru davranmaya çabaladığına daha da ikna ediyor ve böylece Edmund kendisini, kızın durumuna çok daha büyük bir hassasiyet ve anlayışla yaklaşmaya mecbur hissediyordu. Şimdiye dek ona bile isteye acı çektirmemişti ancak bu yeterli değildi. Çok daha fazla özen göstermesi gerekirdi. Bu kararı doğrultusunda ilk olarak, evdekilerden duyduğu korkuyu bir nebze olsun hafifletmek amacıyla, Maria ve Julia ile oyun oynarken dikkat etmesi gereken şeyler hakkında tavsiyelerde bulundu, elinden geldiğince güler yüzlü davranmasını öğütledi.
Fanny o günden itibaren kendisine daha çok güvenir oldu. Artık bir dostu olduğunu hissediyor, kuzeni Edmund’ın sevecen tavırları, diğer insanlara da çekinmeden yaklaşmasını sağlıyordu. Daha az yabancılık çekmeye, insanlardan daha az ürkmeye başlamıştı. Korku duyduğu insanların da huyunu öğrenmiş, onların suyuna gitmeyi becerir olmuştu. İlk zamanlardaki, başta kendisi olmak üzere herkesin keyfini kaçıran kabalıkları ve acayiplikleri yavaş yavaş yok oluyordu. Artık eniştesiyle karşılamaktan çekinmiyor, teyzesi Norris’in sesini duyduğunda irkilmiyordu. Kuzenleri de onunla vakit geçirmekten keyif almaya başlamıştı. Yaşça küçük ve çelimsiz olduğu için her zaman yanlarına yaklaştırmıyorlardı ancak eğlence ve entrikalar kimi durumlarda bir üçüncüyü gerekli kılıyordu, özellikle de Fanny gibi yardımsever ve itaatkâr birini… Teyzeleri bir kabahat işleyip işlemediğini sorduğunda veya ağabeyleri Edmund, kıza iyi davranmaları gerektiğini söylediğinde Fanny’nin iyi huylu biri olduğunu anlatıyorlardı.
Edmund ona karşı hep kibardı. Tom’dan yana tek sıkıntısı ise on yedi yaşındaki bir delikanlının on yaşında bir çocuğa yapabileceği türden şakalara katlanmak zorunda kalmasıydı. Tom hayatının baharında, heyecanlı bir çocuktu. En büyük çocuk olmanın getirdiği bir özgürlükle dünyaya para harcamak ve eğlenmek için geldiğine inanıyordu. Küçük kuzenine davranışı da konumu ve haklarıyla orantılıydı. Ona güzel hediyeler alıyor, şakalaşıyordu.
Fanny güzelleştikçe ve neşesi yerine geldikçe Sör Thomas ve Mrs. Norris, ne kadar iyi bir iş yapmış olduklarını düşünerek huzur duyuyorlardı. Kısa süre içerisinde, pek de akıllı olmamakla birlikte uysal bir kız olduğuna, kendilerine sorun çıkarmadığına kanaat getirdiler. Zekâsı konusunda bu şekilde düşünenler ikisiyle sınırlı değildi. Fanny okuma yazmayı biliyordu ama ona başka bir şey öğreten olmamıştı. Kuzenleri, kendilerinin uzun zamandır aşina oldukları konulardaki cahilliğini gördükçe Fanny’nin safi salak olduğuna kanaat getirmişlerdi. İlk birkaç hafta boyunca oturma odasına bu doğrultuda raporlar yetiştirmişlerdi. “Anneciğim, düşünsene, kuzenim Avrupa haritasını birleştirmeyi beceremiyor…”, “Kuzenim Rusya’daki başlıca nehirleri sayamıyor…”, “Anadolu’nun adını bile duymamış…”, “Sulu boyayla pastel boya arasındaki farkı bilmiyor, ne acayip…”, “Hiç böyle bir şey duymuş muydunuz?..”
Düşünceli teyzeleri, “Canlarım…” diye cevaplardı, “Kötü bir durum, ancak herkesin her şeyi sizin kadar çabuk kavramasını bekleyemezsiniz.”
“Ama teyzeciğim, gerçekten çok cahil! Geçen gece İrlanda’ya nasıl gidileceğini sorduk, bize Wight Adası’ndan geçerek gidileceğini söyledi. Wight Adası’ndan başka bir bildiği yok. Sanki dünyada başka ada yokmuş gibi oradan ‘ada’ diye söz ediyor. Onun yerinde olsam kendimden utanırdım. Ben daha onun yaşına gelmemişken ondan çok şey biliyordum. İngiliz krallarını, tahta çıkış tarihlerini ve dönemlerinde yaşanan önemli olayları öğreneli kim bilir kaç yıl olmuştur teyze.”
Diğeri, “Evet…” diye ekliyordu, “Severus’a varıncaya dek tüm Roma imparatorlarını, Pagan mitolojisini, metalleri, yarı metalleri, gezegenleri ve saygın filozofları da biliyorduk.”
“Kesinlikle çok doğru canlarım. Ama sizlerde Tanrı vergisi bir hafıza var. Zavallı kuzeninizde ise böyle bir yeteneğin, tahminimce zerresi yok. İnsanların hafızaları da diğer özellikleri gibi farklı farklıdır. Dolayısıyla kuzeninize anlayış göstermeli, bu kusurundan dolayı onun için üzüntü duymalısınız. Unutmayın, ne kadar kültürlü ve akıllı olursanız olun, her zaman için alçak gönüllü davranmalısınız. Ne kadar çok şey bilirseniz bilin, öğrenecek daha çok şeyiniz olduğunu aklınızdan çıkarmamalısınız.”
“Biliyorum, on yedi yaşıma gelene dek de öğrenmeye devam edeceğim. Ama Fanny’nin acayiplikleri ve aptallıkları bu kadarla da kalmıyor! Resim ve müzik öğrenmek istemediğini biliyor musunuz?”
“Emin ol canım, kesinlikle çok aptalca bir söz! Böyle konuşması, zekâdan yoksun olduğunu, çevresindekilerden bir şey öğrenemediğini gösteriyor. Ancak böylesi daha mı iyi acaba diye de düşünmeden edemiyorum. Biliyorsunuz, babacığınız ve anneciğiniz, benim sayemde büyük bir iyilik yaparak sizinle birlikte eğitim görmesini sağladı. Bununla birlikte onun, sizin kadar marifetli olması şart değil. Hatta aranızda bir fark olması çok daha iyi…”
Mrs. Norris’in bu tavsiyeleri yeğenlerinin zihinlerine işlenmişti. Bunun da etkisiyle çocuklar umut vadeden yeteneklerine ve küçük yaşta edindikleri onca bilgiye rağmen, haddini bilmek, cömertlik ve tevazu gibi erdemlere sahip değillerdi. Çocuklar her konuda mükemmel bir eğitim almıştı. Sadece sağlam bir karakter açısından zayıf kalmışlardı. Sör Thomas, nerede hata yaptığını anlayamıyordu. Çocuklarına düşkün bir babaydı ancak sevgisini göstermiyordu. Bu katı tavırları yüzünden de çocuklar her şeyi içlerine atıyordu.
Leydi Bertram, çocuklarının eğitimiyle zerre kadar ilgilenmezdi. Bu tür şeylere ayıracak zamanı yoktu. Günlerini, en şık kıyafetlerini giyerek kurulduğu kanepesinde, hiçbir işe yaramayan, pek bir şeye de benzemeyen iğne işleri yaparak geçirmekle meşguldü. Küçük köpeğini bile çocuklarından daha fazla düşünürdü. Kendisini rahatsız etmedikleri sürece çocukların dilediği şeyi yapmasına göz yumardı. Önemli konuları Sör Thomas’a, küçük meseleleri ise kız kardeşine havale ederdi. Kızlarına ayıracak zamanı olsaydı bile tahminen buna gerek duymazdı. Sonuçta her şeyleriyle ilgilenen mürebbiyeleri vardı. Daha ne olacaktı? Fanny’nin öğrenme güçlüğü çekmesini üzücü bir durum olarak yorumluyordu. Kimi insanlar doğuştan aptal oluyordu. Fanny’nin bu kusurunu örtmesi için biraz daha gayret göstermesi gerekiyordu. Maalesef bu konuda yapılabilecek başka bir şey yoktu. Aslında zavallı küçük kızın biraz kalın kafalı olmasının ne zararı vardı ki? Üstelik getir götür işlerinde oldukça becerikliydi.
Fanny tüm cahilliğine ve ürkekliğine rağmen Mansfield Park’a enikonu yerleşmişti. Eski evini yavaş yavaş unutmaya, yeni evini sevmeye başlamıştı. Kuzenleriyle beraber büyümekten pek şikâyetçi sayılmazdı. Maria ve Julia’nın huysuzluklarında bir düzelme emaresi yoktu. Fanny, kızların kendisine yönelik muamelesinden dolayı inciniyordu. Ancak kendisini o kadar önemsiz hissediyordu ki bu konudaki rahatsızlığını dile getiremiyordu.
Leydi Bertram, biraz sağlık sorunlarından, daha çok da tembelliğinden dolayı, her yıl bahar aylarını geçirdikleri Londra’daki evlerine gitmez olmuştu. Fanny’nin gelişinden bu yana, zamanının tamamını taşradaki evlerinde geçiriyordu. Parlamentodaki görevinden dolayı Londra’da kalan Sör Thomas, karısının yokluğunda başının çaresine bakıyordu. Bertram’ların kızları, taşrada hafızalarını güçlendirecek egzersizler yapmaya, düetlerini çalışmaya, serpilip gelişerek güzel birer hanımefendiye dönüşmeye devam ediyordu. Babaları, görgü ve beceri anlamında beklentilerini karşılayan kızları için kaygılanmıyordu. Bir tek, umursamaz ve müsrif bir çocuk olan en büyük oğulları canını sıkıyordu. Diğerlerinin ise geleceklerinden umutluydu. Kızlarının Bertram soyadına zarafet katacağından, evlenme çağları geldiğinde de kendisine saygın eşler bulacaklarından emindi. Edmund ise zaten sağlam karakteri, sağduyusu, dik duruşu ile hem kendisini hem de çevresindekileri mutlu edecek, gururlandıracak gibi görünüyordu. İleride din adamı olacaktı.
Sör Thomas, kendi çocuklarıyla ilgilenirken, başarılarıyla gururlanırken, Mrs. Price’ın çocukları için de elinden geleni yapmayı ihmal etmiyordu. Çocukların eğitim masraflarına cömert katkılarda bulunuyor, eli ekmek tutacak çağa gelen erkek çocukların bir işe girmesine yardımcı oluyordu. Fanny artık ailesinden iyice kopmuştu. Bununla birlikte, güzel haberlerini aldığında, durumlarının iyiye gittiğini öğrendiğinde içten bir sevinç duyuyordu. Geçen bunca yıl içerisinde sadece William’ı bir seferliğine görme mutluluğunu yaşayabilmişti. Diğerlerini ise hiç görmemişti. Kimse, ziyaret amacıyla bile olsa o eve tekrar döneceğini düşünmüyordu. Zaten kimseden de böyle bir talep gelmiyordu. Sadece, Fanny’nin evden ayrılmasının ardından denizci olmaya karar veren William, denize açılmadan önce kız kardeşiyle birlikte bir hafta geçirmesi amacıyla Northamptonshire’a davet edilmişti. Bu buluşmanın heyecanını, tekrar bir araya gelmelerinin olağanüstü hazzını, sevinç içinde geçirdikleri saatleri, ciddileştikleri anları, oğlanın iyimserliğini ve keyfini, gidişinin ardından kızın yaşadığı üzüntüyü tahmin edebilirsiniz. Neyse ki bu ziyaret Noel tatili sırasında gerçekleşmişti. Bu sayede kuzeni Edmund’la dertleşebilme fırsatı bulabilmişti. Edmund, William’ın yeni görevinin eğlenceli yanlarını anlatmış, Fanny’nin bu ayrılıkta üzülecek bir yan olmadığını anlamasını sağlamıştı. Edmund, Fanny’nin güvenini hiçbir zaman boşa çıkarmamıştı. Eton’dan ayrılarak Oxford’a gitmesi bile iyi yürekli Edmund’ı değiştirmemiş, tam aksine, bu mizacını daha sık sergilemesine fırsat vermişti. Edmund, Fanny için yaptıklarıyla böbürlenmeyi aklından geçirmiyor, kızla gereğinden fazla ilgileniyor gibi görünmekten de çekinmiyordu. Fanny’nin iyiliği için çabalıyor, duygularına saygı gösteriyor, herkese Fanny’nin ne kadar iyi biri olduğunu anlatıyor, bu iyi yönlerin ortaya çıkmasına engel olan utangaçlığını yenmesine yardımcı oluyordu. Ona nasihatlerde bulunuyor, gerektiğinde teselli ediyor, gerektiğinde yüreklendiriyordu.
Edmund’ın bu desteği, diğer herkes tarafından görmezden gelinen Fanny’nin kendisini gösterebilmesine yeterli değildi. Bununla birlikte, Edmund’ın bu ilgisi olmasaydı, Fanny kendisini bu kadar geliştiremezdi. Edmund, Fanny’nin ne kadar akıllı, zeki ve mantıklı olduğunun, okumaya ne kadar merak duyduğunun farkındaydı. Doğru yönlendirilmesi durumunda kendini geliştirebileceğinden emindi. Miss Lee, Fanny’ye Fransızca öğretiyor, her gün tarih okutuyordu. Boş zamanlarını şenlendiren kitapları öneren, beğenileri konusunda yüreklendiren, hatalarını düzelten kişi ise Edmund’dı. Edmund, Fanny ile okuduğu kitaplar üzerine konuşuyor, bu sayede okuduklarını sindirmesini sağlıyor, sağduyulu övgüleriyle onun motivasyonunu arttıyordu. Bu yardımlarının karşısında Fanny de onu, William’ı saymazsak dünyadaki herkesten çok seviyordu. Kalbi ikiye bölünmüştü.

3
Ailedeki ilk önemli olay Mr. Norris’in ölümüydü. Fanny on beş yaşındayken meydana gelen bu olay, birtakım şeylerin değişmesine, bazı yeniliklere yol açtı. Papaz evinden ayrılan Mrs. Norris, önce Mansfield Park’a, ardından da Sör Thomas’a ait olan, köydeki küçük eve taşındı. Mrs. Norris, eşinin ölümünün ardından kendisini, onsuz daha mutlu olacağını söyleyerek avutuyordu. Geliri azalacaktı ancak bunu da daha fazla tutumlu davranarak telafi edebilirdi.
Eniştesinin ölümünün ardından papazlık görevini Edmund’ın yürütmesi planlanıyordu. Eniştesi birkaç yıl evvel ölmüş olsaydı, bu görev geçici olarak bir aile dostuna verilecek, papaz olarak atanacak yaşa geldiğinde de bu görevi ve papaz evini Edmund’a devredecekti. Ancak Tom’un müsrifliği yüzünden beklemeye imkân kalmamış, bu görev başka birisine verilmişti. Yani bir anlamda ağabeyinin eğlence düşkünlüğünün bedelini kardeşi ödemişti. Edmund’ın görevlendirilebileceği başka bir kilise daha vardı. Bu durum Sör Thomas’ın vicdanını bir nebze olsun rahatlatsa da küçük oğluna haksızlık ettiği hissinden kurtulamıyordu. Büyük oğlunun da kendisi gibi suçluluk duymasını istiyordu. Bugüne dek onu adam etmek için ne söylediyse, ne yaptıysa bir işe yaramamıştı. Kim bilir belki de suçluluk duygusu kendisine gelmesini sağlardı.
Sert bir ifadeyle, “Senin adına ben utanıyorum Tom!” dedi, “Böyle bir yola başvurmak zorunda kaldığım için utanıyorum. Eminim sen de bir ağabey olarak üzülüyorsundur. Edmund’ın sahip olması gereken paranın yarısını; on, yirmi, otuz yıl, belki de hayatı boyunca elinden aldın. Şu andan itibaren onun durumunu düzeltmek bizim boynumuzun borcu. Bize ne dese, ne istese yeridir. Ne yaparsak yapalım, senin borçların yüzünden katlanmak zorunda kalacağı şeylerin bedelini ödeyemeyiz.”
Tom, babasını utanç ve pişmanlık içinde dinledi. Ancak oradan kaçar kaçmaz neşesi yerine geldi. Bencilce bir şekilde, kimi arkadaşlarının yarısı kadar bile borçlanmadığını, babasının abarttığını düşünüyordu. Hem gelecek olan papaz da nasılsa kısa süre içinde ölürdü.
Mr. Norris’in ölümü üzerine papazlık görevine Dr. Grant adında biri getirildi. Mansfield’a yerleşen Dr. Grant, kırk beş yaşında, güçlü kuvvetli bir adamdı. Mr. Bertram’ın, gelecek papazın kısa sürede öleceğine yönelik hesapları tutmamış gibi görünüyordu. Yine de umudunu yitirmemişti. “Tıknaz, asabi herifin teki!” diyordu, “Midesine de düşkün. Tez zamanda gider!”
Karısı kendisinden yaklaşık on beş yaş gençti. Çocukları yoktu. Çevrelerinde saygın, uyumlu insanlar olarak tanınıyorlardı.
Sör Thomas baldızının, yeğeninin sorumluluğunu üstlenme zamanının geldiğini düşünüyordu. Sonuçta Mrs. Norris’in durumu değişmiş, Fanny’nin de yaşı ilerlemişti. Mrs. Norris’in geçmişte öne sürdüğü itirazlar geçerliliğini yitirmiş, birlikte oturmaları en makul çözüm hâline gelmişti. Batı Hindistan’daki mülklerini kaybetmesinin üstüne bir de Tom’ın müsrifliği eklenince Sör Thomas’ın ekonomik durumu epey kötüleşmişti. Doğrusu Fanny’nin masraflarından ve geleceğini güvence altına alma zorunluluğundan kurtulmak, Sör Thomas’ın işine gelecekti. Bu şekilde davranmaya mecbur olduğuna inanan Sör Thomas, bu düşüncesinden eşine söz etti. Bir zaman sonra Leydi Bertram eşiyle yaptığı bu konuşmayı anımsayınca, yanında duran Fanny’ye dönerek, kayıtsız bir ifadeyle, “Fanny, buradan ayrılarak kız kardeşimle yaşamaya başlayacağın için memnun musun?” dedi.
Fanny şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Teyzesinin sözlerini kendi kendine tekrar etti: “Sizden ayrılacak mıyım?”
“Evet canım. Neden bu kadar şaşırdın ki? Beş yıldır bizimle birliktesin. Kız kardeşim hep Mr. Norris’in ölümünün ardından seni yanına almak istediğini söylerdi. Ancak buraya gelip modellerimi teyellemeyi ihmal etme sakın.”
Tahmin edilebileceği gibi Fanny bu karardan hiç hoşnut değildi. Norris teyzesi kendisine hiç iyi davranmazdı. Fanny onu bir türlü sevememişti.
“Buradan gitmek beni üzecek.” dedi, sesi titriyordu.
“Evet, üzüleceğine eminim. Bu da çok doğal… Bu eve geldiğinden beri en ufak bir sıkıntı yaşamamışsındır herhâlde.”
“Umarım nankörlük etmemişimdir teyzeciğim.” dedi Fanny, mütevazı bir ifadeyle.
“Hayır canım. Ettiğini düşünmüyorum. Hep iyi bir kız oldun sen.”
“Bir daha asla burada yaşamayacak mıyım?”
“Asla canım. Ancak rahat bir yuvada yaşayacağından emin olabilirsin. Ha bu evde ha o evde, senin açından pek bir şey değişmeyecek.”
Fanny odadan kalbi kırılmış bir hâlde ayrıldı. Arada pek bir fark olmayacağına inanamıyor, teyzesiyle yaşamanın pek keyifli olmayacağını düşünüyordu. Edmund’la karşılaşır karşılaşmaz endişelerinden söz etti.
“Kuzen…” dedi, “Hiç hoşuma gitmeyen bir şey oldu. Her ne kadar sen, ilk bakışta hoşuma gitmeyen şeylere de alışmam gerektiği konusunda beni hep ikna etsen de bu defa beceremeyeceksin. Bundan böyle Norris teyzemin yanında kalacağım.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, Bertram teyzem az önce söyledi. Kararlarını vermişler. Norris teyze Mansfield Park’tan ayrılarak beyaz eve taşınır taşınmaz ben de onun yanına gideceğim.”
“Fanny, bu plan mı hoşuna gitmedi? Bence mükemmel bir plan…”
“Yapma kuzen!”
“Her işte bir hayır vardır. Teyzem seni yanına almak istemekle çok mantıklı bir karar vermiş. Kendisine ideal bir dost ve can yoldaşı seçmiş. Onun paraya düşkünlüğünün bu kararını etkilememiş olması da ayrıca memnuniyet verici. Tam onun istediği gibi birisin. Umarım bu durum seni üzmemiştir.”
“Doğrusunu istersen üzdü. Hatta hiç hoşlanmadım. Bu evi ve evdeki her şeyi seviyorum. Orada ise sevebileceğim bir şey yok. Onun yanında ne kadar huzursuz olduğumu sen de biliyorsun.”
“Çocukluğunda sana yönelik davranışları konusunda bir şey söyleyemem. Ne var ki hepimize aynı şekilde davranırdı. Yani hemen hemen… Hem bu yaşta hâlâ çocuk muamelesi yapacak değil ya sana! Bence davranışları şimdiden değişmeye başladı. Üstelik onun tek can yoldaşı olduğunda, gözünde daha da önemli hâle geleceksin.”
“Ben kimse için hiçbir zaman önemli olmayacağım!”
“Sebep?”
“Her şey, durumum, aptallığım, acayipliklerim…”
“İnan bana sevgili Fanny, bu sözcükleri yanlış yerde kullanman haricinde bir aptallığına veya acayipliğine şahit olmadım. Seni tanıyan insanların sana değer vermemesi için tek bir neden bile yok. Akıllısın, iyi huylusun, gördüğü iyiliğin karşılığını vermemeyi aklından bile geçirmeyecek kadirşinas bir yüreğe sahipsin… Ben bir arkadaşta, dostta daha ne ararım ki?”
Bu güzel sözler karşısında kızaran Fanny, “Çok kibarsın.” dedi, “Hakkımdaki bu güzel düşüncelerinden dolayı sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Kuzen, buradan gitsem bile iyiliklerini ömrümün sonuna dek hatırlayacağım.”
“Yapma Fanny, beyaz ev uzak bir yer mi sanki? Parkın karşısına değil de üç yüz kilometre uzağa gidiyormuş gibi konuşuyorsun. Her zamanki gibi bizlerle birlikte olacaksın. İki aile yılın her günü görüşüyor olacak. Tek fark, teyzenle yaşarken kendini göstermek zorunda kalacak olman. Burada sığınabileceğin birçok insan var ancak onunla birlikteyken kendi hakkını kendin savunmaya mecbur kalacaksın.
“Bana pek öyle olacak gibi gelmiyor.”
“Ben eminim ve çok da memnunum. Mrs. Norris, senin geleceğin açısından annemden çok daha uygun bir isim. Teyzem, sorumluluğu altındaki insanlar için elinden geleni yapar. Seni de doğal yeteneklerini ortaya çıkarman konusunda zorlayacaktır.”
Fanny iç geçirerek, “Ben bu konuya senin gibi bakamıyorum. Ancak senin fikrine kendiminkinden daha fazla güvenirim. Mecburiyetlerimi kabullenmem için yardımcı olmandan dolayı sana minnettarım. Eğer teyzemin gerçekten iyiliğimi istediğine inanabilseydim, birileri için önemli olduğumu hissetmek hoş olurdu gerçekten. Burada kimse için bir şey ifade etmediğimi biliyorum ama yine de burayı seviyorum.”
“Fanny, evden ayrılacaksın ama buradan ayrılmayacaksın. Park ve bahçeleri her zamanki gibi kullanabileceksin. Minik yüreğinin böylesine önemsiz bir değişiklikten korkmasına hiç gerek yok. Her zamanki gibi yürüyüşe çıkacak, yine kütüphaneden istediğin kitabı seçecek, aynı insanları görecek, aynı ata bineceksin.”
“Çok doğru. Sevgili ihtiyar, kır midilli! Ah kuzen, hatırlıyorum da ata binmekten ölümüne korkardım. Bunun bana iyi geleceği söylendiğinde dehşete kapılırdım. Eniştemin ağzından at lafı çıktığı an titremeye başlardım. Korkumu yenmemi sağlamak, bu işten keyif almaya başlayacağıma ikna etmek için akla karayı seçtiğini hatırlıyorum. Ne kadar haklıymışsın. Umarım kehanetlerin bundan sonra da doğru çıkmaya devam eder.”
“Ata binmen sağlığın açısından ne kadar yararlıysa, Mrs. Norris’le yaşaman da gelişimin ve ruh sağlığın açısından o kadar yararlı olacaktır.”
Bu konuyu böylece karara bağlamış oldular. Edmund’la konuşmak Fanny’ye iyi gelmişti. Aslında bu konuşmaya hiç gerek yoktu çünkü Mrs. Norris, Fanny’yi yanına almak istemiyordu. Böyle bir şey Mrs. Norris’in aklının ucundan bile geçmemiş, tam aksine bu durumdan özenle kaçınmaya gayret etmişti. İnsanların böyle bir beklenti içerisine girmesine engel olabilmek amacıyla Mansfield’daki asil sayılabilecek evleri teker teker incelemiş, kendisine ve hizmetçilerine ancak yetecek büyüklükteki beyaz evi özellikle seçmişti. Tek boş yer misafir odasıydı. Mrs. Norris evde bir misafir odası olmasını özellikle istemişti. Papaz evindeki misafir odaları hiç kullanılmamış olsa da yeni evinde bir misafir odasının bulunmasına büyük özen göstermişti. Ancak aldığı bütün önlemler, hiç ummadığı şekilde hayırlı bir iş gerçekleştirmeyi planladığına inanılmasıyla sonuçlandı. Sör Thomas, Mrs. Norris’in misafir odasını Fanny için istediğini sandı. İşin aslı, Leydi Bertram’ın laf arasında Mrs. Norris’e, “Kardeşim, Fanny seninle yaşamaya başladığında Miss Lee’ye ihtiyacımız kalmayacak.” demesiyle anlaşıldı.
Mrs. Norris şaşırıp kalmıştı, “Benimle yaşamak mı sevgili Leydi Bertram! Ne demek istiyorsun?”
“Seninle yaşamayacak mı? Bu konuda Sör Thomas’la anlaştığınızı sanıyordum.”
“Ben mi? Asla! Bu konuda ne ben Sör Thomas’a tek kelime ettim ne de o bana! Fanny’nin benimle yaşaması mı? Böyle bir şey, ikimizi de tanıyan herhangi bir insanın aklının ucundan bile geçemez. Aman Tanrı’m! Fanny’yle birlikte ne yaparım ki ben? Ben!.. Zavallı, çaresiz, sahipsiz, elinden bir iş gelmeyen, yaslı bir dul kadın!.. Bu çağdaki bir kıza ne hayrım dokunabilir ki? On beş yaşında bir kıza!.. İlgi ve özen gösterilmesi gereken, şen ruhunun sınavlardan geçtiği yaştaki bir kıza!.. Sör Thomas’ın bu konuda ciddi olmadığına eminim! Sör Thomas benim dostumdur. İyiliğimi isteyen bir insan hayatta böyle bir teklifte bulunmaz. Sör Thomas sana ne dedi ki?”
“Doğrusunu istersen bilmiyorum. Sanırım en iyisinin bu olacağını düşündü.”
“Tamam da ne dedi? Fanny’yi yanıma almamı istediğini söylememiştir. Benden böyle bir şeyi içtenlikle istemeyeceğine eminim.”
“Hayır. Sadece böyle bir ihtimalden söz etti. Ben de kendisine hak verdim. İkimiz de bunun senin açından iyi olacağı düşüncesindeyiz. Ancak istemiyorsan, ötesini konuşmamıza gerek yok. Burada bize yük olmuyor sonuçta.”
“Sevgili ablacığım, ne hâlde olduğumu bilmiyor musun? Bu kız ne açıdan bana iyi gelebilir ki? Ben, eşlerin en mükemmelini yitirmiş, zavallı, yalnız bir dulum. Ona bakıcılık yapmaktan kendi sağlığımı yitirdim. Huzurum kalmadı. Para desen, merhum eşimin hatırasına leke sürmeden, bir hanımefendi olarak yaşamımı sürdürmeme kıt kanaat yetiyor. Sırtıma bir de Fanny gibi bir yük binerse ben ne yaparım? Beni geç, zavallı kıza haksızlık olur. Kız burada emin ellerde, keyfi de yerinde. Ben kendi kederimle ve sıkıntılarımla elimden geldiğince baş edebilirsem ne mutlu bana.”
“O hâlde bir başına yaşamak senin için bir sorun olmayacak?”
“Leydi Bertram, benim bir şikâyetim yok. Hayatımın eskisi gibi olmayacağı kesin. Masrafları daha da kısmak, daha tutumlu olmak zorundayım. Bugüne dek hep cömert bir ev sahibesi olmuşumdur. Ancak tutumlu davranmaktan utanacak değilim. Gelirimle birlikte konumum da değişti. Zavallı Mr. Norris varken, köyün papazına yakışır bir yaşamımız vardı. Eve girip çıkanların, yenilip içilenlerin haddi hesabı yoktu. Aynı şeyleri şimdi benden beklemek olmaz. Beyaz evde dikkatli davranmam gerekiyor. Elime geçenle yetinmezsem sefil olurum. İtiraf etmeliyim ki bir köşeye de biraz para ayırabilirsem hiç fena olmaz.”
“Bunu yapacağından hiç kuşkum yok. Bu konularda beceriklisindir, değil mi?”
“Leydi Bertram, tek amacım ardımdan gelenlere bir yararımın dokunması. Param olsun istiyorsam, bu sizin çocuklarınızın iyiliğinedir. Onlardan başka kimim var ki benim? Eğer ki onlara az da olsa bir şeyler bırakabilirsem ne mutlu bana.”
“Çok iyisin ancak onlar için kendini sıkıntıya sokmana gerek yok. Hepsinin geleceği güvencede… Sör Thomas onlarla ilgilenir.”
“Ancak biliyorsun ki Antigua’daki araziler böyle az para getirmeye devam ederse Sör Thomas da sıkıntıya girebilir.”
“O mesele yakında hallolur. Sör Thomas bu konuda gereken yazışmaları yapıyor.”
Mrs. Norris gitmek üzere hazırlanırken, “Leydi Bertram!” dedi, “Tek söyleyebileceğim, yegâne isteğimin bu aileye bir faydamın dokunması arzusu olduğunu bilmenizdir. Dolayısıyla, eğer Sör Thomas, Fanny’yi yanıma almamdan tekrar söz edecek olursa, sağlığımın ve ruh hâlimin buna müsait olmadığını söylersin. Dahası, Fanny’ye verebilecek bir yatağım bile yok! Konuk odası var ama o da gelip gidenler için…”
Leydi Bertram’ın aktardığı bu konuşma, kocasını, baldızının düşünceleri konusunda yanılmış olduğuna ikna etmeye yetti. Ondan bir şey beklenemeyeceği anlaşılmış, bu sayede Mrs. Norris de bu konuyu duymak zorunda kalmaktan kurtulmuştu. Sör Thomas, Fanny’nin evlatlık alınması konusunda bu kadar istekli olan kadının, yeğeni için herhangi bir şey yapmayı reddetmesine şaşırıyordu. Ancak Mrs. Norris’in sahip olduğu her şeyin kendi çocuklarına kalacağına dair sözleri, Sör Thomas’ın, Fanny’nin bakımını üstlenmeye rıza göstermesine, bunun Fanny açısından da iyi olacağına karar vermesine yol açtı.
Çok geçmeden Fanny de evden gönderilmesine dair korkularının ne kadar yersiz olduğunu gördü. Bu haberin Fanny’yi bu kadar sevindirmesi, taşınmanın onun iyiliğine olacağını düşünen Edmund’ı da bir nebze olsun teselli etti. Mrs. Norris, beyaz eve geçti, Grant’ler ise papaz evine taşındı ve bu sayede Mansfield’daki hayat bir süreliğine eski hâline döndü.
Grant’lerin dost canlısı ve girişken insanlar olmaları, yeni dostlarını genel olarak memnun etmişti. Ancak hataları da yok değildi. Elbette ki bunlar Mrs. Norris tarafından kısa sürede tespit edildi. Boğazına düşkün olan Dr. Grant her akşam mükellef bir yemek yemeden edemiyordu. Mrs. Grant de Dr. Grant’i ucuz yoldan doyurmak yerine, aşçısına Mansfield Park’ta çalışan aşçılar kadar yüksek maaş ödüyor, mutfağa adımını atmıyordu. Mrs. Norris, Grant çiftinin bu türden kusurlarından, evde bu kadar tereyağı ve yumurta tüketilmesinden söz ederken sinirlerine hâkim olamıyordu. Onun ne kadar konuksever ve cömert olduğunu herkes bilirdi. Cimrilikten nefret ettiğini de… Papaz evinde hiçbir şeyleri eksik değildi. Onun zamanında böyle bir şey ne görülmüş ne de işitilmişti. Ancak şu an olup bitenlere akıl erdiremiyordu. Acaba Mrs. Grant’in o güzel sandık odasına gücü nasıl yetmişti? Sorup soruşturmuş, Mrs. Grant’in eline en fazla beş bin paunt geçtiğini öğrenmişti.
Leydi Bertram, kız kardeşinin sayıp döktüklerini kayıtsız bir tavırla dinledi. Yolsuzluk iddialarıyla ilgilendiği yoktu. Onun asıl şaşırtan, Mrs. Grant’in, pek de güzel olmadığı hâlde kendisine iyi bir koca bulabilmesiydi. Mrs. Norris, uzun uzun anlattıkça, o da bu konudaki şaşkınlığını dile getiriyordu.
Bu konuların üzerinden bir yıl geçmemişti ki evdeki hanımların düşüncelerinde ve sohbetlerinde önemli yer edinen bir olay meydana geldi. Sör Thomas, işleri yoluna sokmak için Antigua’ya bizzat gitmesinin daha iyi olacağına karar vermiş ve kötü alışkanlıklarından uzak kalır umuduyla büyük oğlunu da yanında götüreceğini söylemişti. Böylece İngiltere’den yaklaşık bir yıllığına ayrıldılar.
Sör Thomas, ailesini bırakıp gitmeye, kızlarını hayatlarının bu en zor döneminde başkalarına emanet etmeye, ekonomik tedbirler alma mecburiyetiyle ve bu seyahatin oğluna yararı dokunabileceği umuduyla razı olmuştu. Leydi Bertram’ın onun boşluğunu doldurabileceğini, bırakın onu, kendi annelik görevlerini bir nebze olsun yerine getirebileceğini sanmıyordu. Yine de Mrs. Norris’in uyanıklılığına ve Edmund’ın mantığına güvendiğinden içi rahattı.
Leydi Bertram kocasından ayrı kalmaktan hiç memnun değildi. Ancak bunun nedeni, eşinin başına bir iş gelmesinden, oralarda rahat edemeyeceğinden çekinmesi değildi. Kocasının değil, kendisinin yaşayabileceği sıkıntı ve tehlikeleri düşünmekteydi.
Kızların hâli daha da beterdi. Babalarının gidişine değil, bu gidişe üzülememelerine üzülüyorlardı. Babalarına pek düşkün sayılmazlardı. Zaten pek bir şey paylaşmazlardı. Dolayısıyla babalarının yokluğu, maalesef onlar açısından sevindirici bir olaydı. Dizginlerinden kurtulmuşlardı. Babalarının muhtemelen yasaklayacağı her şeyi yapabileceklerdi. Fanny’nin rahatlamasının nedeni de kuzenlerininkine benziyordu. Ancak vicdanı nankörlük ettiğini söylüyor, bu nedenle de Sör Thomas’ın gidişine üzülemediği için üzülüyordu. Kendisi ve kardeşleri için birçok şey yapmış olan Sör Thomas gitmişti ve belki de hiç dönmeyecekti! Buna rağmen ardından bir damla dahi gözyaşı dökmemişti. Bu duygusuzluğu utanç vericiydi! Hem Sör Thomas yola çıkmadan önce, önümüzdeki kış mevsiminde kardeşi William’ı görebileceğini söylemiş, kardeşine bir mektup yazarak, görev yaptığı filo İngiltere’ye döner dönmez Mansfield’a davet etmesini tembihlemişti. Bu çok düşünceli ve nazik bir davranıştı. Bir de gülümsese, “Sevgili Fanny!” diye seslense, çatık kaşlı asık suratını, soğuk tavırlarını bir anda unutabilirdi. Ancak sonrasında söylediği sözlerle Fanny’yi yine yerin dibine geçirmişti: “William, Mansfield’a geldiğinde umarım ona, evden ayrıldığından beri geçen onca yılı boş boş geçirmediğini, kendini geliştirdiğini gösterebilirsin. Korkarım ki ağabeyin, on altı yaşına gelmiş olan kız kardeşinin birçok açıdan on yaşındaki hâlinden pek bir farkının olmadığını düşünecek.” Eniştesinin gitmesinin ardından bu sözleri hatırladıkça ağlamaya başlamıştı. Ağlamaktan gözlerinin kızardığını gören kuzenleri ise kendisini ikiyüzlülükle suçladı.

4
Tom Bertram zaten evde pek vakit geçirmezdi. Bu nedenle eksikliği pek hissedilmedi. Hatta Sör Thomas’ın yokluğu bile pek hissedilmiyordu. Evin reisi olmaksızın da işler Leydi Bertram’ı şaşırtacak derecede iyi gidiyordu. Edmund babasını aratmıyordu. Kâhyayla konuşuyor, avukatla yazışıyor, hizmetçilerle ilgileniyor, mektup yazmak dışında Leydi Bertram’a bir iş bırakmıyordu.
Yolcuların rahat bir seyahatin ardından Antigua’ya sağ salim vardıklarını haber aldılar. Bu haber, aslına bakarsanız tam zamanında yetişmişti. Zira Mrs. Norris kendisini korkunç kuruntulara kaptırmış durumdaydı. Edmund’ı gördüğü yerde bu korkularını anlatıyor, onu da kendi yanına çekmeye çalışıyordu. Kara haberi insanlara nasıl duyuracağını bile tasarlamıştı. Ne de olsa ailenin, bir yakınını kaybetmiş tek üyesi olarak bu görev kendisine kalacaktı. Sör Thomas’ın sapasağlam olduğu haberi üzerine, hazırladığı etkileyici, duygusal konuşmayı bir süreliğine erteledi.
Kış ayları boyunca bu konuşmaya gerek olmadı. İşler yolunda gidiyordu. Mrs. Norris yine de gurbettekilerin akıbetini düşünmeden edemiyor, bu konuyu aklına getirmemek için kendisine sürekli yeni yeni işler icat ediyordu. Yeğenleri için eğlenceler düzenliyor, giyim kuşamlarına yardım ediyor, yeğenleriyle böbürleniyor, onlara müstakbel eş adayları buluyor, kendi eviyle yetinmeyerek, ablasının işlerine de burnunu sokuyor, Mrs. Grant’in müsrifliklerini denetliyordu.
Bertram kardeşlerin güzelliği kulaktan kulağa yayılıyordu. Bölgenin en güzel kızları olarak nam salmışlardı. Güzellik ve olağanüstü becerilerine, terbiyeleri ve nezaketleri de eklenince, insanların hayranlıklarını kazanmalarının yanında, gönüllerini de çalmışlardı. Kızlar gösteriş yapmayı severdi ancak bunu kararında bırakmayı da bilirlerdi. Burunları havada, kendini beğenmiş bir edayla gezmezlerdi. Teyzelerinin bolca reklamını yaptığı bu tavırları çevredekilerden övgü topladıkça, kızlar da kusursuz varlıklar olduklarını iyiden iyiye inanırlardı.
Leydi Bertram kızlarıyla birlikte dışarı çıkmazdı. Bir anne olarak kızlarının başarılarına şahit, mutluluklarına ortak olma zahmetine bile girmezdi. Bu şerefli temsilcilik görevini, beş kuruş harcamadan sosyeteye girmeye can atan kız kardeşi seve seve üstlenirdi.
Fanny bu eğlencelere çağrılmazdı. Herkesin dışarı çıktığı günlerde, evde teyzesiyle baş başa kalırdı. Miss Lee, Mansfield Park’tan ayrıldığı için, balo veya partilerin düzenlendiği gecelerde teyzesinin her işine Fanny yetişirdi. Onunla sohbet eder, ona kitap okurdu. Bu tür gecelerin sükûneti, acımasız sözlerden uzak kalmanın verdiği güvenlik hissi, Fanny gibi her an tetikte bekleyen, her an utanç içinde yaşamak zorunda bırakılan bir kız için tarif edilemez bir lütuftu. Kuzenlerinin katıldığı eğlenceleri, özellikle balolarda olup bitenleri, Edmund’ın kimlerle dans ettiğini dinlemekten büyük keyif alıyordu. Kendisinin bu ortamlara girebileceğini hayal dahi edemiyor, bu yüzden her şey ona masal gibi geliyordu. Genel anlamda oldukça huzurlu bir kış geçirdiği söylenebilirdi. Her ne kadar William henüz İngiltere’ye dönmemiş olsa da içindeki o her an gelebileceğine dair umut çok şeye bedeldi.
Ertesi bahar, çok sevdiği gri midilli hayatını kaybetti. Fanny’yi çok üzen bu ölüm, genç kızın sağlığını yitirmesi riskini de beraberinde getirdi. Fanny’nin sağlığını koruyabilmesi için düzenli ata binmesi gerektiğini herkes biliyordu. Buna rağmen kimse ona yeni bir at bulmak için parmağını kıpırdatmadı. Teyzesi, “Kuzenleri binmediği günlerde onların atlarına binebilir.” demişti. Ancak istisnasız her gün ata binen Bertram kardeşler, Fanny’ye yardımcı olmak adına bu zevklerinden mahrum kalmayı akıllarından bile geçirmeyince, teyzesinin sözünü ettiği o gün hiç gelmemişti. Kızların her sabah atlarına binerek gezintiye çıktığı nisan ve mayıs ayları boyunca Fanny, ya büyük teyzesiyle gün boyu evde oturuyor ya da küçük teyzesinin zoruyla bitkin düşene dek yürüyüş yapıyordu. Leydi Bertram egzersiz yapmaktan hiç hoşlanmaz, bunun gereksiz bir şey olduğunu söylerdi. Gün boyu sağa sola koşuşturan Mrs. Norris ise herkesin fırsat buldukça yürümesi gerektiği düşüncesindeydi. Edmund o sıralar pek ortalarda değildi. Olsaydı, muhtemelen Fanny’nin derdine çok daha erken çare bulabilirdi. Eve dönüp de Fanny’nin hâlini görünce tek bir çözüm olduğuna kanaat getirdi. Fanny’ye de bir at alınacaktı. Bu konuda çok kararlıydı. Üşengeç annesinin ve pinti teyzesinin itirazlarına kulak asmayacaktı. Mrs. Norris, ahırdaki ihtiyar atlardan birinin yeteceğini düşünmeden edemiyordu. Kâhyanın atlarından birini veya Dr. Grant’in posta göndermek için kullandığı midilliyi bir süreliğine ödünç alabilirlerdi. Fanny’nin de kuzenleri gibi kendine ait bir atının olmasının tamamen gereksiz hatta uygunsuz olacağı düşüncesindeydi. Sonuçta kuzenleri birer hanımefendiydi. Mrs. Norris, Sör Thomas’ın da böyle bir şeye asla izin vermeyeceğinden emindi. Sör Thomas’ın yokluğunda böyle bir masrafa girmenin, ekonomik durumlarının akıbetinin belirsiz olduğu böylesine bir dönemde ahırın giderlerini arttırmanın izah edilebilir bir yanı yoktu. Ancak tüm itirazlara rağmen Edmund’ın cevabı değişmiyordu: “Fanny’nin bir atı olmalı.” Mrs. Norris’in aksine Leydi Bertram oğluna hak veriyordu. O da Fanny’ye bir at alınmasının şart olduğu, babasının da böyle düşüneceği fikrindeydi. Sadece acele etmemesi gerektiğini savunuyordu. Sör Thomas’ın dönmesini beklemesini, o geldikten sonra bu meseleyi nasılsa halledeceğini söylüyordu. Nasılsa eylülde dönecekti. Eylüle kadar beklemenin de kimseye bir zararı dokunmazdı.
Edmund, her ne kadar Fanny’ye zerre kadar saygısı olmayan teyzesine, annesine oranla daha fazla içerlese de bu durumda kendisini teyzesine kulak vermek zorunda hissetti. Düşünüp taşınarak, hem babasının fazla ileri gittiğini düşünmesi riskini ortadan kaldıracak hem de Fanny’nin bir an önce egzersizlerine başlamasını sağlayacak bir yöntem geliştirdi. Kendisinin üç atı vardı ancak bunların hiçbiri bir kızın binebileceği türden değildi. İki tanesi avda kullanılıyordu. Üçüncüsü çok iyi bir yol atıydı. Bu üçüncü atı, kuzeninin binebileceği türden bir atla değiş tokuş etmeye karar verdi. Böyle bir atı nereden bulabileceğini biliyordu. Böylece kararını kısa sürede hayata geçirdi. Yeni kısrak tam bir hazineydi. Hemen hiç sorun çıkarmadan yeni görevi doğrultusunda eğitildi ve Fanny’ye teslim edildi. Fanny şimdiye dek kendisine ihtiyar midillisinden daha uygun bir at bulamayacağını düşünüyordu ancak Edmund’ın kısrağından aldığı keyif, bugüne dek yaşadıklarının hepsinin ötesindeydi. Hele ki Edmund’ın kendisi için yaptığı bu kibar davranışı düşündükçe mutluluğu kelimelerle anlatılamayacak kadar büyüyordu. Kuzeni, onun gözünde iyi ve güzel olan her şeyin sembolüydü. Kimse onun kıymetini Fanny kadar bilemezdi. Edmund’a ne kadar minnet duysa azdı. Ona karşı olan hislerinde, saygı, minnet, güven ve sevgi içi içe geçmişti.
Atın resmiyette Edmund’ın malı olması nedeniyle Mrs. Norris, Fanny’nin onu kullanmasına ses çıkarmıyordu. Leydi Bertram ise sözünü dinlemeyerek eylül ayını ve Sör Thomas’ın dönüşünü beklemeyen Edmund’a kızamıyordu çünkü eylül ayı gelip geçmiş ancak Sör Thomas gelmemişti. Ne zaman geleceği de beli değildi. Sör Thomas İngiltere’ye dönmeye hazırlandığı sırada birtakım aksilikler yaşanmıştı. Bunu üzerine oğlunu eve gönderirken, kendisi anlaşmanın imzalanmasını beklemek üzere kalmıştı. Tom, eve sağ salim ulaşmış, babasından da güzel haberler getirmişti. Ancak bu sözler Mrs. Norris’in kuruntularını gidermeye yetmemişti. Mrs. Norris, Sör Thomas’ın oğlunu eve göndermesinin asıl nedeninin, onu tehlikeden korumak olduğunu düşünüyor, korkunç bir şey olacağı hissinden kurtulamıyordu. Hele sonbaharla birlikte geceler uzadıkça, küçük evinin hüzünlü yalnızlığında bu düşünceler zihnini kemirip duruyor, bunlardan sıyrılabilmek amacıyla kendisini Mansfield Park’ın yemek odasına atıyordu. Neyse ki kış eğlenceleri başladı da Mrs. Narris’in kafası biraz rahatladı. Gittiği eğlencelerde büyük yeğenine hayırlı bir kısmet bakarak oyalandı. Sürekli, Zavallı Sör Thomas geri dönemezse, en azından Maria’nın mutlu bir evlilik yapmasıyla teselli buluruz, diye düşünüyordu. Bu düşünceler en çok, büyük servet sahibi bir delikanlıyla karşılaştığında beliriyordu. Özellikle de bu civardaki en büyük araziler ve en güzel toprakların varisi olan delikanlıyla…
Mr. Rushworth, Miss Bertram’ın güzelliğini görür görmez ona vurulmuştu. Evlenme niyetindeki delikanlı, kısa sürede Miss Bertram’a körkütük âşık olmuştu. Pek de zeki sayılamayacak, iri yarı bir delikanlıydı. Duruşunda, davranışlarında rahatsız edici bir yan yoktu. Genç hanımefendi, delikanlının gönlünü fethetmiş olmaktan ziyadesiyle memnundu. Yirmi bir yaşına girmiş olan Maria Bertram, artık evlenme zamanının geldiğini düşünüyordu. Mr. Rushworth’le evlenirse babasınınkinden daha büyük bir servete konmakla kalmayacak, en büyük hedefi olan Londra’da bir eve de sahip olacaktı. Bir yolunu bulup Mr. Rushworth’le evlenmeye kararlıydı. Bu evliliğin en hararetli destekçisi olan Mrs. Norris, tarafları ikna etmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, bu uğurda her türlü numaraya başvuruyordu. Bu doğrultuda, delikanlının birlikte yaşadığı annesiyle samimiyet kurmakta gecikmemiş, hatta Leydi Bertram’ı on beş kilometre yol giderek kadını ziyaret etmeye ikna etmişti. Kısa sürede sıkı fıkı oldular. Mrs. Rushworth, oğlunu evlendirmeyi çok istiyor, Miss Bertram’ı da gördüğü genç kızlar arasında cana yakınlığıyla, başarılarıyla oğlunu mutlu edebilecek en iyi aday olarak görüyordu. Mrs. Norris bu iltifatı teşekkürlerle kabul ederek, kadının iyiyle kötüyü ayırma konusundaki becerisine övgüler düzdü. Maria gerçekten de ailenin gururu ve neşesiydi. Kusursuz bir melekti. Elbette ki çevresi hayranlarla dolu bir kız olarak seçim yapmakta hayli zorlanıyordu. Bununla birlikte, kısa bir süredir tanışıyor olmalarına rağmen Mr. Rushworth’ün her anlamda Maria’yı hak edecek ve kendisine bağlayacak bir delikanlı olduğuna kanaat getirmişti.
Katıldıkları balolarda ettikleri birkaç dansın ardından genç çift bu düşünceleri haklı çıkardı ve hâlâ dönmemiş olan Sör Thomas’ın da onayının alınması koşuluyla nişanlanmaları kararlaştırıldı. İki aile ve son birkaç haftadır Mr. Rushworth ile Miss Bertram’ın evlenmesine kesin gözüyle bakan çevredekiler pek sevinmişti.
Sör Thomas’ın bu evliliğe onay veren mektubu birkaç ay sonra ulaştı. Zaten kimsenin, Sör Thomas’ın bu evlilikten içtenlikle mutluluk duyacağından kuşkusu yoktu. İki ailenin kaynaşmasının önünde bir engel kalmamıştı. Artık gizli saklı davranmalarına gerek yoktu. Ancak Mrs. Norris bir yandan karşılaştığı herkese bu evliliği anlatıyor, bir yandan da bu konunun ulu orta konuşulmaması gerektiğini tembihliyordu.
Bu işte bir terslik olduğunu düşünen tek kişi Edmund’dı. Teyzesinin tüm methiyelerine rağmen Mr. Rushworth’ün ideal bir eş olabileceğini düşünmüyordu. Kiminle mutlu olacağına karar verecek olan elbette kız kardeşiydi ancak onun mutluluğu parada araması hiç hoşuna gitmiyor, kendi kendine Bu adam yılda yirmi bin kazanıyor olmasaydı, sıradan bir aptaldan farkı kalmayacaktı, diyordu.
Sör Thomas ise kendi adına, kızının, hakkında sadece iyi şeyler duyduğu bir damat adayıyla böylesine su götürmez avantajları olan bir evlilik yapacak olmasından memnundu. Çok mantıklı bir evlilik olacaktı. Aynı bölgeden, ortak çıkarları olan insanlardı. Hiç vakit kaybetmeden rıza gösterdi. Tek koşulu, düğünün kendisi gelmeden yapılmamasıydı. Bir an önce dönebilmek için can atıyordu. Nisan ayında yazdığı bu mektupta, her şey istediği gibi giderse yaz bitmeden Antigua’dan ayrılabileceğini söylüyordu.
Temmuz ayına gelindiğinde durum buydu. Fanny on sekizine bastığı sıralarda köyün sakinleri arasına iki kişi daha katıldı. Bunlar, Mrs. Grant’in, annesinin ikinci evliliğinden dünyaya gelen kardeşleri Mr. Crawford ile Miss Crawford’tı. İkisi de epey zengindi. Delikanlının Norfolk’ta güzel bir malikânesi, genç kızın ise yıllık yirmi bin paunt geliri vardı. Çocukluklarında ablaları onlara çok düşkündü. Ancak Mrs. Grant’in evlenmesinin hemen ardından annelerinin ölmesi üzerine çocukların velayeti, Mrs. Grant’in hiç tanımadığı amcalarına verilmişti. İşte o zamandan beri pek görüşmemişlerdi. Amcalarının evi çocuklar için sıcak bir yuva olmuştu. Amcaları olan Amiral Crawford ve eşi Mrs. Crawford hiçbir konuda anlaşamazlardı. Bununla birlikte ikisi de çocukları pek sevmişti. Aslında bu konuda da tam anlamıyla anlaştıkları söylenemezdi. İkisi de ayrı çocuğa düşkündü. Amiral, oğlana bayılıyor, Mrs. Crawford ise kızın üzerine titriyordu. Bu yüzden, Mrs. Crawford’ın ölümünün ardından, genç kız evde pek rahat edememiş ve yeni bir ev aramaya başlamıştı. Amiral Crawford ahlaksız bir adamdı. Karısının ölümünün ardından yeğeniyle ilgileneceğine metresiyle birlikte yaşamaya başlamıştı. Mrs. Grant, kız kardeşinin kendi yanına gelmek istemesini işte bu olaya borçluydu. Böyle bir şey her iki tarafı da mutlu edecekti. Mrs. Grant’in çocuğu yoktu. Bu yüzden oyalanabilmek için taşrada yapılabilecek her şeyi denemiş, ancak hiçbir şey can sıkıntısını giderememişti. Oturma odası şık mobilyalarla doluydu. Çok güzel çiçekleri, bir kümes dolusu tavuğu vardı. Ancak o evde bir canlılık olsun istiyordu. Bu yüzden kız kardeşinin yanına gelmesi onu çok mutlu etmişti. En azından evlenene kadar yanında kalırdı. Tek korkusu, Londra’da yaşamaya alışkın olan genç kızın Mansfield’dan sıkılmasıydı.
Miss Crawford da benzer kaygılar taşıyordu. Ablasının ve çevresinin yaşam biçimi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bu yüzden ilk olarak ağabeyini, malikânesinde birlikte yaşamaya ikna etmeyi denedi. Bu çabalar bir işe yaramayınca ablasının yanına gitmekten başka çaresi kalmadı. Ağabeyi Henry Crawford, dar bir çevrede yerleşik bir yaşam sürebilecek bir adam değildi. Bu yüzden, maalesef kız kardeşine bu önemli konuda yardım edemeyecekti. Yine de Northamptonshire yolculuğunda kendisine eşlik edecek ve eğer orada sıkılırsa çağırır çağırmaz onu almaya gelecekti.
Buluşma her iki tarafı da rahatlattı. Miss Crawford, ablasının, beklediği gibi taşralı biri olmadığını gördüğü için sevinçliydi. Eşi de beyefendi birine benziyordu. Geniş, dayalı döşeli bir evleri vardı. Mrs. Grant ise karşısındaki güzel genç kızı ve yakışıklı delikanlıyı eskisinden de çok seveceğini hissetmişti. Mary Crawford oldukça güzel bir kızdı. Henry pek yakışıklı sayılmazdı ancak kendine özgü bir havası vardı. Her ikisi de hayat dolu ve neşeliydi. Mrs. Grant, kardeşlerinin her açıdan mükemmel olduğuna kanaat getirmişti. İkisini de çok severdi ama Mary onun göz bebeğiydi. Pek güzel bir kadın olmayan Mrs. Grant, kız kardeşinin güzelliğiyle övünme fırsatı yakalamıştı. Kardeşine uygun bir eş bulmak için gelmelerini bekleyememiş, gözüne baronetin büyük oğlu Tom Bertram’ı kestirmişti. Sonuçta yıllık yirmi bin paunt geliri olan, zarif ve başarılı bir genç kız olduğunu tahmin ettiği kız kardeşi, bir baronetin oğluna yakışırdı. Mrs. Grant sıcakkanlı, açık sözlü bir kadındı. Mary’nin eve gelişinin üzerinden daha birkaç saat bile geçmeden bu planını anlatmaya başlamıştı.
Mary böylesine saygın bir aileye yakın olmalarından dolayı mutluydu. Ablasının tez canlılığından da yaptığı seçimden de pek rahatsız olmuşa benzemiyordu. Sonuçta o da karşısına iyi bir kısmet çıkar çıkmaz evlenme kararındaydı. Mr. Bertram’ı daha önceden Londra’da görmüştü. Ne kendisi ne de cemiyetteki konumu itiraz edilecek türdendi. Ablasının sözlerini şakaya vurdu ama bir yandan da ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Mrs. Grant’in Henry için de planları vardı.
“Ve şimdi…” diye devam etti sözlerine, “Her şeyin eksiksiz olması amacıyla bir şey düşündüm. İkinizin birden buraya yerleşmesinden büyük mutluluk duyarım. Bu yüzden Henry, sen de hoş, güzel, güler yüzlü, başarılı ve seni çok mutlu edebilecek bir kız olan küçük Miss Bertram’la evleneceksin.”
Henry reverans yaparak teşekkür etti.
Mary, “Sevgili ablacığım…” dedi, “Eğer Henry’yi böyle bir şeye ikna edebilirseniz, böylesine akıllı bir akraba bulmuş olmak, yaşadığım mutluluğu daha da arttıracak. Keşke evlendirecek yarım düzine kızınız olsaydı diye düşüneceğim. Henry’yi evlenmeye razı edebilmek için bir Fransız kadınının ikna kabiliyetine sahip olmanız gerekir. Çünkü İngiliz kadınları tüm maharetlerini sergilemelerine rağmen bir şey elde edemediler. Henry için ölüp biten üç yakın arkadaşım vardı. Bu kızların pek de akıllı kadınlar olan anneleri, yengem ve bizzat ben ne diller döktük, ne numaralar çevirdik bilemezsiniz! Henry görüp görebileceğiniz en çapkın erkeklerden biri. Eğer şu Miss Bertram kardeşler kalplerinin kırılmasını istemiyorsa Henry’den uzak durmalı.”
“Sevgili kardeşim, böyle biri olduğuna hayatta inanmam!”
“İyi kalpli biri olduğunuza eminim. Mary’den daha kibar olduğunuz da kesin. Gençliğin, deneyimsizliğin neden olduğu kararsızlıkları hoş göreceğinize eminim. Ben temkinli bir insanımdır. Aceleye getirip mutluluğumu riske atamam. Evlilik kurumuna benim kadar değer veren erkek azdır. Bence güzel bir eş, şairin dediği gibi cennetin son ve en güzel armağanıdır.”
“Son sözcüğünü nasıl vurguladığını görüyorsunuz Mrs. Grant! Hele şu gülümsemeye bakın! İnanın bana, korkunç bir adamdır! Amiral yüzünden böyle bozuldu o!..”
Mrs. Grant, “Gençlerin evlilik hakkında söylediklerine kulak asmam.” dedi, “Evlenmek istemediklerini söylüyorlarsa bunun tek nedeni henüz doğru kişiyle karşılaşmamış olmalarıdır.”
Dr. Grant gülerek, Mrs. Grant’i evliliğe bakışından dolayı kutladı.
“Evet! Utanacak değilim. Bence herkes doğru insanı bulur bulmaz evlenmeli. Gözü kapalı gitsinler demiyorum ancak uygun birisi çıkarsa vakit kaybetmeden evlensinler.”

5
Bu iki evdeki gençler birbirlerinden ilk bakışta hoşlanmış, iki taraf da birbirini çekici bulmuştu. Bu tanışıklık kısa sürede -elbette görgü ve terbiye kuralları çerçevesinde- bir samimiyete dönüştü. Bertram kardeşler, Miss Crawford’ın güzelliğini kıskanmamıştı. İkisi de güzel bir kızı kıskanmayacak kadar güzeldi. Hatta Miss Crawford’ın koyu kahverengi gözlerini, parlak esmer tenini, düzgün fiziğini onlar da en az ağabeyleri kadar beğenmişti. Gerçi Miss Crawford daha uzun boylu, düzgün vücutlu ve sarışın olsaydı işler değişebilirdi. Ancak şu hâliyle güzellikleri kıyas bile kabul etmezdi. Miss Crawford için ancak tatlı, sevimli bir kız denebilirdi. O civarın en güzel kızları hâlâ kendileriydi.
Ağabeyi de pek yakışıklı sayılmazdı. İlk gördüklerinde gayet çirkin, sıradan bulmuşlardı. Yine de tatlı dilli, beyefendi birisiydi. İkinci görüşmelerinde o kadar da sıradan olmadığı ortaya çıkmaya başladı. Çirkindi, buna şüphe yoktu ama bakışları can yakıyordu. Dişleri de çok güzel görünüyordu ve çirkinliğini unutturacak kadar düzgün yapılıydı. Üçüncü görüşmelerinin ardından, yani papaz evinde birlikte yedikleri akşam yemeğinin sonrasında artık çirkin olduğunu düşünen kalmamıştı. Tam aksine, kızların şimdiye dek tanıdığı en hoş delikanlıydı. İkisi de ondan epey etkilenmişti. Miss Bertram’ın nişanlı oluşu nedeniyle doğal olarak Mr. Crawford, Julia’ya kalıyordu. Julia da bu durumun farkındaydı. Mr. Crawford’ın gelişinin üzerinden bir hafta geçmeden Julia âşık olmaya hazır vaziyetteydi.
Maria’nın kafası karışıktı. Doğrusu kafasının neden karışık olduğunu anlamaya çalışma gayreti içinde değildi. Mr. Crawford’ı hoş bulmuşsa bulmuştu, ne çıkardı ki bundan? Herkes onun nişanlı olduğunu biliyordu. Davranışlarına çekidüzen vermesi gereken biri varsa o da Mr. Crawford’dı. Mr. Crawford’ın herhangi biri için kendini tehlikeye atmak gibi bir niyeti yoktu! Bertram kardeşler ilgilenilmeyecek gibi değildi. Kendisinin göstereceği ilgiyi de seve seve kabul edecek gibilerdi. Böylece kendisinden hoşlanmalarını sağlamak için harekete geçti. Kızların, kendisinin aşkıyla ölmelerini istemiyordu ancak daha mantıklı davranması gerektiği hâlde bu gibi konularda kontrolü yitirdiği olurdu.
Akşam yemeğinin ardından kızlara arabalarına kadar eşlik eden Henry eve dönünce, “Bu kızları sevmeye başladım ablacığım.” dedi, “İkisi de çok zarif ve hoş.”
“Gerçekten de öyleler. Böyle düşünmene sevindim. Ancak eminim Julia’dan daha fazla hoşlanmışsındır.”
“Tabii! Julia’dan daha fazla hoşlandım.”
“Emin misin? Yani genelde Miss Bertram’ı daha güzel bulurlar da…”
“Bence de öyle. Her açıdan daha üstün, ancak ben Julia’yı beğendim. Miss Bertram daha güzel, daha hoş olmasına rağmen ben Julia’dan hoşlanacağım. Emir büyük yerden geldi!”
“Ben sana bir şey demiyorum Henry, ama er geç Julia’dan daha fazla hoşlanacağını biliyorum.”
“Ben baştan söyledim ya!”
“Dahası, Miss Bertram nişanlı. Bunu sakın aklından çıkarma sevgili kardeşim. O seçimini çoktan yaptı.”
“Evet, zaten bu yüzden sevdim onu. Nişanlı bir kız her zaman için bekâr bir kızdan daha hoştur. Çünkü hâlinden memnundur. Kaygılanmasına gerek kalmamıştır. Kimsenin dikkatini çekmeden gönül eğlendirebilir. Karşındaki kız nişanlıysa başın belaya girmez.”
“Bu arada Mr. Rushworth de gayet iyi bir delikanlıdır. Birbirlerine de pek yakışıyorlar.”
“Ancak Miss Bertram onu pek umursamıyor sanki, yakın dostunuz hakkındaki düşünceniz bu, değil mi? Ancak ben hemfikir değilim. Bence Miss Bertram, Mr. Rushworth’e çok bağlı. Adını duyduğu an gözleri parlıyor. Zaten Miss Bertram gibi iyi birinin âşık olmadan evleneceğine ihtimal veremem.”
“Mary, bu çocukla nasıl başa çıkacağız?”
“Kendi hâline bırak! Konuşmak bir işe yaramıyor. Er geç onu da birisi kafesleyecektir nasılsa.”
“Ancak ben onun kafeslenmesini istemem. Doğru dürüst ve onurlu bir evlilik gerçekleştirmeli.”
“Canım benim! Kaderine razı olsun o da… Kim olursan ol fark etmez. Herkes er geç kafeslenecektir.”
“Evlilikte böyle değildir sevgili Mary.”
“Özellikle de evlilikte böyledir. Sözüm meclisten dışarı sevgili Mrs. Grant, ama erkeklerin de kadınların da yüzde biri bile kafeslenmeden evlenmez. Bence öyle, zaten öyle de olması gerekiyor. İlişkileri düşününce, insanların karşısındakinden en çok şey beklediği, kendisini en çok kandırdığı kurum evliliktir.”
“Hill Caddesi’nde evliliği sana yanlış öğrettikleri belli.”
“Zavallı yengemin evlilik kurumunu sevmesini sağlayacak pek bir neden yoktu. Ancak kendi gözlemlerime dayanarak da evliliğin bir aldatmaca olduğunu söyleyebilirim. İyi bir insan bulduğuna, mutlu olacağına, başarıya ulaşacağına inanan, büyük hayallerle evlenen bir yığın kişi tanıyorum. Hepsi de aldatıldığının farkına varmasına rağmen bu duruma katlanmaya mecbur kaldı. Bu kafeslenmek değil de nedir?”
“Sevgili küçüğüm, bunlar senin kuruntuların. Kusura bakma ama sana inanmakta güçlük çekiyorum. Hep bardağın boş tarafını görüyorsun. Kötülükleri görüyorsun da güzel yanlarını göremiyorsun. Her yerde sorunlar, hayal kırıklıkları vardır. Evet, hepimiz büyük beklentiler içine girmeye eğilimliyiz. Ancak mutluluk planları başarısızlığa uğrayan insan, doğası gereği başka bir plana yönelir. İlk seferde yanlış hesap yapmış olabiliriz ancak ikincisinde daha iyi hesaplarız. Ne yapar eder mutluluğu buluruz. Sevgili Mary, oturduğu yerden pireyi deve yapan kötü niyetliler, evlenenlere oranla daha çok aldanırlar.”
“Bravo abla! Dayanışma ruhunu takdir ediyorum. Evlendiğimde ben de evlilik kurumuna senin kadar sadık kalacağım. Çevremdeki herkesin de bu şekilde davranması için çabalayacağım. Bu sayede birçok yürek yarasının önüne geçeceğim.”
“Sen de en az ağabeyin kadar fenasın Mary, ama ikinizi de tedavi edeceğiz. Mansfield ikinize de iyi gelecek, üstelik kafeslenmeden… Burada kalın da kendinize gelin.”
Crawford kardeşlerin tedavi olmaya niyetleri olmasa da kalmaya bir itirazları yoktu. Mary’nin papaz evinde keyfi yerindeydi. Henry de bu ziyareti biraz daha uzatma niyetindeydi. Buraya gelirken birkaç gün kalıp dönmeyi düşünüyordu. Ancak Mansfield umut vadediyordu. Hem başka yerde onu bekleyen bir şey de yoktu. İkisinin de kalmaya karar vermesi Mrs. Grant’i çok mutlu etmişti. Dr. Grant de bu durumdan ziyadesiyle memnundu. Miss Crawford gibi konuşkan, genç bir kızın varlığı üşengeç, evinden çıkmayan bu adama iyi geliyordu. Mr. Crawford’ın misafirliği de her gün Bordeaux şarabı içmelerine bahane oluyordu.
Bertram kardeşlerin Mr. Crawford’a olan hayranlığı, Miss Crawford’ın bugüne dek herhangi birine hissettiklerinin çok ötesindeydi. Öte yandan o da Bertram kardeşlerin çok hoş delikanlılar olduğunu, böylesine hoş iki genci bir arada bulmanın Londra’da bile kolay olmadığını düşünüyordu. Özellikle de büyük olanı çok kibardı. Büyük kardeş Tom, Edmund’a oranla Londra’da daha çok bulunmuştu. Kardeşinden daha cesur ve hayat doluydu. Dolayısıyla bir seçim yapacak olsa, Miss Crawford’ın tercihi Tom olurdu. Büyük kardeş olması da onu seçmesini sağlayan nedenlerden biriydi. Hisleri, büyük kardeşi daha çok sevmesi gerektiğini söylüyordu. Kendisi açısından en doğrusu buydu.
Tom’u kim olsa beğenirdi. Herkese kendisini sevdiren tiplerdendi. Rahat tavırlı, neşeli, çevresi geniş, ağzı iyi laf yapan, hoş bir delikanlıydı. Mansfield Park’ın ve baronet payesinin vârisi olması da pek fena bir şey sayılmazdı. Miss Crawford, Tom Bertram’ın kişiliğiyle, toplumdaki konumuyla kendisi için uygun olduğuna karar vermişti. Çevresinde gördüğü her şey de tercihini ondan yana kullanması gerektiğini gösterir nitelikteydi. Arazisi sekiz kilometreyi bulan gerçek bir park; nefis konumuyla, manzarasıyla kraliyetteki en güzel taşra evlerini tasvir eden gravür koleksiyonuna girmeyi hak eden, tek ihtiyacı baştan döşenmek olan, geniş, modern bir ev; sevimli kız kardeşler ve sessiz sakin bir anne… Üstelik babasına kumarı bırakma sözü vermişti ve günün birinde Sör Thomas’ın yerini alacaktı. Bu iş olur gibi görünüyordu. Onunla evlenmesine engel teşkil edecek bir durum yok gibiydi. Bu nedenle yarışlara katılan atıyla daha fazla ilgilenmeye karar verdi.
Tanışmalarından kısa bir süre sonra Tom, bu yarışlar için evden ayrılmıştı. Huyunu bilen aile üyeleri, birkaç haftadan evvel dönmeyeceğini düşünüyordu. Bu ayrılık Tom’un tutkusunun da sınanmasını sağlayacaktı. Tom, Miss Crawford’ı yarışlara gelmeye ikna etmek için epey dil döktü, kalabalık bir grup hâlinde gitme planları yapıldı, ancak hepsi lafta kaldı.
Ya Fanny? O ne yapıyor, ne düşünüyordu o sıralar? Aralarına yeni katılan insanlar hakkındaki fikri neydi? On sekiz yaşına gelip de Fanny kadar az danışılan, konuşulan bir kız pek yoktur. Yeni gelenleri uzaktan uzağa, sessizce gözleyen Fanny, Miss Crawford’ın güzelliğine hayran kalmıştı. Kuzenleri sürekli olarak tam aksini savunsa da Mr. Crawford’ı hâlâ çirkin buluyor, onun adını dahi ağzına almıyordu. Fanny’nin onlar üzerinde uyandırdığı izlenim ise şu şekildeydi: Mr. Bertram kardeşlerle yürüyüşe çıkan Miss Crawford, “Miss Price hariç hepinizi yavaş yavaş tanımaya başladım.” dedi, “Tanrı aşkına söylesenize, sosyeteye girdi mi, girmedi mi? Kafam karıştı. Papaz evindeki akşam yemeğine sizlerle birlikte geldi. Demek ki sosyeteye girdi. Ancak o kadar az konuşuyor ki sosyeteye girdiğine inanasım gelmiyor!”
Bu sorunun muhatabı Edmund’dı. Edmund, “Ne demek istediğinizi anladığımı sanıyorum ancak sorunuzu ben cevaplayamam. Kuzenim yetişkin bir insan… Yaşça ve kafaca yetişkin sayılır. Ancak sosyeteye girip girmediği konusunda cevap vermek beni aşar.”
“Yine de her şey ortada. Aranızdaki ayrım o kadar net ki! Davranışları da görünüşü de genel anlamda çok farklı. Şu ana dek bir kızın sosyeteye girip girmediği konusunda yanılabileceğimi sanmazdım. Henüz kabul edilmemiş olan kızlar hep aynı şekilde giyinir. Örneğin bağcıklı bone ağırbaşlı bir görüntü verir ve kişi hakkında pek bir şey anlatmaz. Gülüyorsunuz, ancak emin olun, gerçekten öyle. Abartılmadığı sürece böyle olması da iyidir. Kızlar sessiz ve mütevazı olmalıdır. En kötüsü de sosyeteye takdim edildiklerinde tavırlarında meydana gelen ani değişimdir. Çekingen bir kız, bir anda tam tersi oluverir. Kendisine güveni gelir! Mevcut sitemin tek kusuru işte bu! 18 19 yaşlarında bir kızın bir anda her işe yetişmesi çok hoş değil. Henüz bir yıl önce konuşmakta bile güçlük çeken birinin… Mr. Bertram, eminim siz de zaman zaman bu tür değişimlere şahit olmuşsunuzdur.”
“Sanırım olmuşumdur. Ancak bu yaptığınız hiç adil değil. Ne yapmaya çalıştığınızın farkındayım. Beni ve Miss Anderson’ı alaya alıyorsunuz.”
“Hiç de değil! Miss Anderson kim? Kimden söz ettiğinizi bilmiyorum. Bu konuda hiçbir fikrim yok. Ancak anlatırsanız memnuniyetle alaya alabilirim.”
“Çok başarılısınız ama o kadar kolay kanmam. Bir genç kızın değişimini anlatırken Miss Anderson’ı tasvir ediyordunuz. Çok net, hataya yer bırakmayacak şekilde resmettiniz. Buna eminim. Baker Caddesi’nde yaşayan Miss Anderson… Daha geçen gün onları konuşuyorduk. Edmund, Charles Anderson’dan bahsetmişimdir. Her şey aynen bu hanımefendinin anlattığı gibi gerçekleşti. Anderson beni iki yıl önce ailesiyle tanıştırdığında kız kardeşi henüz sosyeteye girmemişti. O dönemde ne yaptıysam ağzından bir çift laf alamamıştım. Bir sabah, bir saat boyunca oturup Anderson’ı beklemiştim. Odada benden başka, kız kardeşi ve iki küçük kız daha vardı. Mürebbiyeleri ya hastaydı ya da evden kaçmışı. Annesi ise elinde birtakım kâğıtlarla girip çıkıyordu. Kız onca zaman benimle tek kelime konuşmadı. Hatta kafasını kaldırıp bakmadı bile. Dudaklarını büzdü, acayip bir havayla kafasını başka yana çevirdi! Kızı sonraki on iki ay boyunca görmedim. Sonraki görüşümde artık sosyeteye girmişti. Mrs. Holford’ın evinde karşılaşmıştık. Başta çıkartamamıştım, fakat yanıma gelerek daha önce tanıştığımızı söylemiş ve gözlerini dikip bakmaya, gülüp anlatmaya başlamıştı. Ne yana bakacağımı şaşırmıştım. Salondakilerin alay konusu olmuştum. Anlaşılan Miss Crawford da duymuş bu hikâyeyi.”
“Çok hoş bir hikâye… Hayatın gerçeğini yansıtıyor. Böyleleri çok var. Anneler maalesef kızlarını yetiştirme konusunda henüz doğru yolu bulabilmiş değil. Hata nerede bilemiyorum. İnsanlara doğru yolu göstermek haddim değil ancak insanların bu konuda yanıldığına sıklıkla şahit oluyorum.”
Mr. Bertram kibar bir şekilde, “Davranışlarıyla bir kadının nasıl olması gerektiğini tüm dünyaya sergileyenler…” dedi, “İnsanlara doğru yolu gösterme konusunda çok şey yapmış sayılır.”
“Hatanın nerede olduğu apaçık ortada.” dedi Edmund, ağabeyi kadar kibar olmayan bir tavırla, “Bu tür kızlar kötü yetiştiriliyor! En başından itibaren yanlış şeyler öğreniyorlar. Tek amaçları hava atmak… Sosyeteye kabul edilmeden önce de sonra da davranışlarında tevazudan eser yok.”
“Bilemiyorum…” diye cevapladı Miss Crawford tereddüt ederek, “Bu konuda size katılamayacağım. Bu, meselenin en önemsiz yanlarından biri… Sosyeteye takdim edilmemiş kızların kendilerine takdim edilmiş havası vermesi, onlar gibi serbest davranması çok daha beter. Böylelerine çok denk geldim. Bence en beteri bu… Mide bulandırıcı!”
“Evet, gerçekten de rahatsız edici bir durum.” dedi Mr. Bertram, “İnsanı yoldan çıkarıyor. Kişi ne yapacağını bilemiyor. Çok güzel bir şekilde tarif ettiğiniz bağcıklı bone ve ağırbaşlı hava, bu kadar güzel anlatılamazdı doğrusu, karşınızdakinden ne beklemeniz ve nasıl davranmanız gerektiği konusunda size bir fikir veriyor. Geçen yıl bu yüzden başım az kalsın belaya giriyordu. Geçen yıl eylül ayında, Batı Hint Adaları’ndan dönüşümün hemen ardından bir arkadaşımla birlikte Ramsgate’e gitmiştim. Arkadaşım Sneyd’in… Sana Sneyd’den söz etmiştim değil mi Edmund? Babası, annesi ve kız kardeşleri oradaydı. Hepsiyle ilk kez tanışacaktım. Albion Meydanı’na gittiğimizde dışarıda olduklarını öğrendik. Mrs. Sneyd’i, kızlarını ve birkaç tanıdıklarını rıhtımda bulduk. Reverans yaparak yanlarına gittim. Mrs. Sneyd’in çevresini erkekler sarmıştı. Ben de kızlarından birinin yanında yürümeye başladım. Eve kadar birlikte yürüdük. Elimden geldiğince kibar davranıyordum. Genç kız da oldukça rahattı. Konuşmaya ve dinlemeye hazır bir havası vardı. Korkunç bir hata yapmakta olduğum aklımın ucundan bile geçmemişti doğrusu. İki kız da birbirine benziyordu. İkisi de iyi giyimliydi. İkisinin de başında tüllü şapka, elinde şemsiye vardı. Ancak bir süre sonra, yanımdaki kızın henüz sosyeteye takdim edilmemiş olduğunu öğrendim. Ablası bu duruma epey sinirlenmişti. Meğer Miss Augusta’nın sosyeteye takdimine daha altı ay varmış. Bu nedenle de benimle konuşması hataymış. Miss Sneyd’in beni asla affetmeyeceğine eminim.”
“Doğrusu kötü olmuş! Zavallı Miss Sneyd! Kız kardeşim yok, ancak genç kızın neler hissettiğini tahmin edebiliyorum. O yaşlarda görmezden gelinmek epey can sıkıcı olmalı. Bence bu tamamen annenin suçu… Miss Augusta’nın mürebbiyesinin yanında olması gerekirdi. Böyle yarım yamalak işlerin sonunun kötü olacağı baştan bellidir. Biz konumuza dönelim. Anlatın bakalım, Miss Price balolara katılıyor mu? Ablamın evine yemeğe gelmişti. Başka yerlere de sizinle geliyor mu?”
“Hayır.” diye cevapladı Edmund, “Daha önce bir baloya katıldığını sanmıyorum. Annem pek dışarı çıkmaz. Mrs. Grant haricinde bir yere yemeğe de gitmez. Fanny de evde annemle birlikte kalır.”
“O hâlde mesele anlaşıldı. Miss Price henüz sosyeteye takdim edilmemiş.”

6
Mr. Bertram at yarışlarına gitmişti. Miss Crawford, onun yokluğunu hissedeceğini düşünüyordu. İki ailenin artık gündelik hâle gelen buluşmalarında gözü Mr. Bertram’ı arayacak, onu özlemeye başladığını hissedecekti. Mr. Bertram’ın gidişinden kısa süre sonra Mansfield Park’ta yenilen bir akşam yemeğinde, masanın ucunda kendisine ayrılan yere oturmuştu. Masanın başında, evin reisinin sandalyesinde başka birini gördüğü zaman içini bir hüzün kaplayacağından emindi. Çok sıkıcı bir yemek olacağı kesindi. Ağabeyinin aksine Edmund anlatacak bir şey bulamayacaktı. Çorba servisi ruhsuz bir şekilde yapılacak, şaraplar gülüşmeden, şakalaşmadan içilecek, geyik eti dilimlenirken kimsenin aklına eski avlar hakkında hoş fıkralar, “bir arkadaş” hakkında eğlenceli hikâyeler gelmeyecekti. Şu an için tek eğlencesi, masanın öteki ucunda oturan, Crawford kardeşlerin Mansfield’a gelişinin ardından konaktaki akşam yemeklerine ilk kez katılan Mr. Rushworth’ü gözlemlemekti. Mr. Rushworth, yakınlarda oturan bir arkadaşını ziyaretten dönmüştü. Arkadaşı bahçesini bir peyzaj mimarına düzenletmişti. Bu iş aklına yatmış, kendi bahçesini de aynı şekilde düzenlemeye karar vermişti. Bu konuya dair anlatacak başka da bir şeyi yoktu. Oysa aynı şeyleri oturma odasında zaten konuşmuşlardı. Yemek odasında tekrar ısıtılıp servis ediliyordu. Mr. Rushworth’ün tek amacı Miss Bertram’ın ilgisini çekebilmek ve bu konudaki düşüncesini öğrenebilmekti. Mr. Rushworth’ü küçümser tavırlarla oturan Miss Bertram’ın hâlinden, konuya pek ilgi duymadığı anlaşılıyordu. Bir yandan da Sotherton Court’tan söz edilmesi hoşuna gidiyor, bu yüzden de Mr. Rushworth’ün yüzüne gülüyordu.
Mr. Rushworth, “Keşke Compton’ı görebilseydiniz!” dedi, “O kadar nefis ki! Hayatım boyunca bir yerin bu kadar değiştiğine şahit olmamıştım. Smith’e de söyledim, bahçeyi neredeyse tanıyamayacaktım. Hele girişi!.. Ülkenin hiçbir yerinde bu kadar güzelini bulamazsınız. Ev bir anda karşınıza çıkıveriyor. Emin olun ki oradan dönüşte Sotherton gözüme hapishane gibi göründü. Kasvetli, eski bir hapishane…”
Mrs. Norris, “Hiç olur mu!” diye atıldı, “Daha neler! Sotherton Court dünyanın en muhteşem evlerinden biridir.”
“Ancak düzenleme istiyor hanımefendi. Hayatım boyunca böylesine düzenleme isteyen bir yer görmedim ve maalesef bu konuda ne yapabileceğimi bilmiyorum…”
Mrs. Grant, Mrs. Norris’e döndü ve gülümseyerek, “Mr. Rushworth’ün bu kadar düşünceli olmasına şaşmamalı.” dedi, “Ancak emin olun ki zamanı geldiğinde Sotherton’da canının çektiği her düzenlemeyi yapacaktır.”
“Bir şeyler yapmam gerekiyor.” dedi Mr. Rushworth, “Ancak ne yapacağımı bilemiyorum. Umarım bana yardım eden dostlar çıkar.”
“Böyle bir konuda en iyi dostunuz…” diye söze girdi Miss Bertram, “Sanırım Mr. Repton olacaktır.”
“Ben de öyle düşünmüştüm. Smith için ne kadar iyi bir iş çıkardığı düşünülürse, en iyisi onu bir an önce işe almak olacaktır. Ücreti günde beş Gine altını…”
“On Gine altını istese bile!..” diye haykırdı Mrs. Norris, “Hiç düşünmeden vermelisiniz. Masraftan kaçmayın. Sizin yerinizde olsaydım, kaç para tutacağını hiç düşünmez, her şeyin en güzelini yaptırırdım. Sotherton Court her şeyin en iyisine layık bir yer. Üzerinde çalışabileceğiniz geniş bir alanınız var. O bahçe de harcanan emeğin karşılığını verecektir. Şahsen, Sotherton’ın ellide biri kadar bir yerim olsaydı, sürekli bir şeyler eker, düzenlemeler yapardım. Bu işlere çok meraklıyımdır. Topu topu yarım dönüm büyüklüğündeki bahçemde bu işlere kalkışsam gülerler bana. Oysa daha geniş bahçem olsaydı, zevkle düzenler, bir yığın şey ekerdim. Papaz evinde az uğraşmadık bu işlerle. İlk taşındığınız döneme oranla hemen her şeyi değiştirdik. Siz gençler pek hatırlamazsınız belki ama sevgili Sör Thomas burada olsaydı neler yaptığımızı anlatırdı. Daha da yapılacak çok şey vardı ama Mr. Norris’in hastalığından fırsat kalmadı. Zavallıcığın dışarı çıkıp, yapılan düzenlemelerin tadını çıkaracak hâli olmayınca hevesim kaçtı. Sör Thomas’la konuştuğumuz şeylerin tamamını yapamadıysam bu yüzdendir. Örneğin bahçe duvarını uzatarak kilise avlusunu ağaçlarla çevreleyecektik. Bu iş Dr. Grant’e nasip oldu.” Mr. Grant’e dönerek devam etti: “Bir şey yapmadan durduğumuz olmazdı. Örneğin ahır duvarının karşısındaki kayısıyı, Mr. Norris’in ölümünden bir yıl önce dikmiştik. O fidan büyüdü, kocaman bir ağaç hâlini aldı beyefendi.”
“Ağaç gerçekten de iyice serpilip büyüdü hanımefendi.” diye cevapladı Dr. Grant, “Toprağı iyi zira… Tek üzüntüm, meyvesinin toplamaya değmeyecek kadar yavan olması.”
“Beyefendi, o ağaç Moor Park cinsidir. Bize tam yedi şiline mal olmuştu. Yani Sör Thomas’ın hediyesiydi ama faturayı görmüştüm. Faturanın üzerinde Moor Park olduğu yazılıydı.”
“Sizi kazıklamışlar hanımefendi.” diye cevapladı Dr. Grant, “Patatesler bile o ağacın verdiği Moor Park kayısısından daha tatlı. Yavan bir tadı var o kayısıların. İyi kayısı, yenilebilen kayısıdır. Öylesi de maalesef benim bahçemde yok.”
Mrs. Grant araya girerek Mrs. Norris’e, “Aslını isterseniz hanımefendi…” diye fısıldadı, “Dr. Grant bahçedeki kayısının tadını bilmez. Daha bir tane bile koparıp yememiştir. Kayısı değerli bir meyvedir. Bizimkiler de o kadar iri, o kadar güzel ki aşçımız hepsini toplayıp tart ve reçel yapıyor.”
Kıpkırmızı olan Mrs. Norris, bu sözler üzerine biraz yatıştı. Bir süre daha Sotherton’da yapılacak düzenlemeler konuşuldu. Dr. Grant ile Mrs. Norris eskiden beri pek geçinemezdi. Taban tabana zıt karakterlerdi. Mr. Rushworth yine aynı konuya dönerek, sözüne kaldığı yerden devam etti: “Smith’in bahçesine herkes hayran oldu. Oysa Repton işe el atmadan önce hiçbir şeye benzemiyordu. Sanırım bu işi Repton’a vereceğim.”
Leydi Bertram, “Mr. Rushworth!” dedi, “Sizin yerinizde olsam, güzel bir fidanlık da yaptırırdım. Güzel havalarda fidanlıkta gezmeye doyum olmaz.”
Mr. Rushworth, hanımefendiye, bunu mutlaka yapacağı konusunda teminat verdi. Leydi Bertram’ı bu isabetli tercihinden dolayı övmeye niyetlendi ancak ne diyeceğini bilemedi. Kendisi de zaten aynı niyetteydi. Oysa şimdi hanımefendi istedi diye yapmış gibi görünecekti. Kadınların isteklerini emir addeden bir centilmen olduğunu anlatmak istiyordu ancak bunu yaparken asıl söylemek istediği onun memnun etmeye çabaladığı tek bir kadın olduğuydu. Neyse ki tam o sırada Edmund şarap içmeyi önerdi de bu anlamsız geveleme sona erdi.
Genelde pek konuşkan biri olmayan Mr. Rushworth’ün söyleyecekleri henüz bitmemişti. Miss Bertram’a dönerek, “Smith’in arazisi en fazla yüz dönümdür. Böylesine küçük bir yerin bu kadar güzelleştiğini görmek gerçekten şaşırtıcı. Sotherton ise dere kenarındaki çayırları hesaba katmasanız bile nereden baksanız yedi yüz dönüm vardır. Compton’da bile bu kadar şey yapılabildiğine göre umutsuzluğa kapılmamıza hiç gerek yok. Compton’da evin önündeki büyük ağaçlardan iki üç tanesi kesilince manzara inanılmaz derecede açılmış. Düşündüm de Repton veya işi kim yapacaksa artık, Sotherton’daki ağaçlı yolu kaldırabilir. Hani şu batı yakasından tepeye uzanan yolu…” dedi.
“Ağaçlık yol mu? Yok, çıkartamadım. Sotherton’ı pek bilmiyorum.” Miss Bertram bu sözlere verilecek en uygun cevabın bu olduğunu düşünmüştü.
Edmund’ın yanında Miss Crawford’ın tam karşısında oturan ve konuşulanları dikkatle dinleyen Fanny, Edmund’a dönerek fısıltıyla, “Ağaçları kesmek mi? Çok yazık! Senin de aklına Cowper’ın, ‘Siz kesilmiş ağaçlar, kötü kaderinize yanıyorum.’ dizesi gelmedi mi?”
Edmund gülümseyerek, “Korkarım ağaçların pek şansı yok Fanny.” dedi.
“Ağaçlar kesilmeden Sotherton’ı görmek isterdim. Ancak görebileceğimi sanmıyorum.”
“Hiç gitmedin mi? Tabii, nasıl gideceksin ki? Atla gidilemeyecek kadar uzakta. Keşke bir yolunu bulsak…”
“Çok önemli değil. Olur da görürsem, sen bana nelerin değiştiğini anlatırsın.”
“Anladığım kadarıyla…” dedi Miss Crawford, “Sotherton oldukça eski ve görkemli bir yer. Binalar hangi tarzda yapılmış?”
“Ev, Elizabeth Dönemi’nde yapılmış. Büyük, düzgün inşa edilmiş bir tuğla bina… Kaba ama görkemli. Bir yığın odası var. Yalnız konumu çok kötü… Çukurda inşa edilmiş. O çukura yapabilecek bir şey yok. İçinden bir dere geçen hoş bir koruluğu var. Bana kalırsa orası çok güzel bir hâle getirilebilir. Mr. Rushworth çok haklı. Bence gayet modern bir görünüm kazandırılabilir.”
Sessizce dinleyen Miss Crawford kendi kendine, İyi terbiye görmüş bir adam, dedi, Ve bunu göstermeyi de biliyor.
Edmund, “Mr. Rushworth’ü etkilemek istemem.” diye devam etti, “Ancak ben olsam bu işi bir peyzaj mimarına bırakmazdım. Zevksiz de olsa kendi bildiğim gibi yapardım. En azından başkasının değil, kendi hatalarımın sonuçlarına katlanırdım.”
“Belli ki siz bu işlerden anlıyorsunuz, ancak bana göre olmadığı kesin. Bu işlerden hiç anlamam. Taşrada bir evim olsaydı, bu işi benim yerime yapacak, ödediğim paranın karşılığında bana güzellikler sunacak olan Mr. Repton gibi birine minnettar kalırdım. Her şey tamamen bitene dek de görmeye gitmezdim.”
“Ben tüm aşamaları takip emekten keyif alırdım.” dedi Fanny.
“Siz böyle yetiştirilmişsiniz. Benim bu konuda hiç tecrübem yok. Pek de sevmediğim bir insan yüzünden yaşadığım tek tecrübe, bana bu işlerin başa bela olduğunu öğretti. Üç yıl önce, saygıdeğer amiral amcam, Twickenham’da tatillerimizi geçirebileceğimiz bir yazlık almıştı. Yengem de ben de çok sevinmiştik. Eteklerimiz zil çalıyordu. Yazlık çok şirindi ancak elden geçirilmesi gerekiyordu. Sonraki üç ayı toz toprak içinde geçirdik. Oturabileceğimiz bir tabure bile yoktu. Taşrada bir evim olsa, fidanlıktan çiçek bahçelerine, rustik sandalyelere dek her şeyin dört dörtlük olmasını isterdim. Ancak bütün bunlar, ben başlarında yokken yapılmalı. Henry benim gibi değildir. O bizzat uğraşmayı ister.”
Edmund, hayranlık duyduğu Miss Crawford’ın, amcasından, herkesin ortasında böyle saygısız bir şekilde bahsetmesinden rahatsız olmuştu. Bu davranışı kabul edilemez bulan Edmund suskunlaştı. Ancak Miss Crawford’ın gülümsemesi, neşesi, Edmund’a meseleyi unutturmaya yetti.
Miss Crawford, “Mr. Bertram!” dedi, “Nihayet arpımdan haber alabildim. Sapasağlam hâlde Northampton’a ulaşmış. Bize bugüne dek tam aksini söyledikleri hâlde, meğer on gündür oradaymış!” Edmund bu habere çok sevindiğini söyledi.
“Aslında bizzat kendimiz araştırmıştık. Hizmetçiyi göndermiş, kendimiz de gitmiştik. Meğer bu yöntemler Londra dışında bir işe yaramıyormuş. Doğru yöntemi bu sabah öğrendik. Bir çiftçi görmüş ve değirmenciye söylemiş, değirmenci kasaba anlatmış, kasabın damadı da mağazaya haber vermiş.”
“Bir şekilde haber almış olmanıza sevindim. Umarım daha faza gecikme yaşanmaz.”
“Yarın elime ulaşacak. Ama bilin bakalım nasıl geliyor? Köyde tek bir at arabası bulamadık. Hamal ve el arabası ayarlamam gerekiyormuş.”
“Korkarım ki hasat zamanı at arabası bulmanız pek kolay olmaz.”
“Nasıl uğraştım bilemezsiniz! Taşrada bir at arabası bulamayacağım hayatta aklıma gelmezdi. Hizmetçimden gidip bir araba getirmesini istemiştim. Odamın penceresinden bir yığın çiftlik görünce ve fidanlıkta gezinirken bir sürü çiftliğe denk gelince, kime sorsam verir diye düşünmüş, hepsini birden kiralayamayacağım için üzülmüştüm. Meğer dünyanın en saçma, en imkânsız şeyini istiyormuşum. Çiftçileri, ırgatları, tarladaki ekinleri kızdırıyormuşum. Yaşadığım şaşkınlığı tahmin edebilirsiniz. Keşke Dr. Grant’in kâhyasını bu işe hiç bulaştırmasaydım. Genelde gayet kibar biri olan eniştem, ne işlere kalkıştığımı öğrenince küplere bindi.”
“Böyle olacağını bilemezdiniz elbette. Ancak düşününce hasat zamanının ne kadar önemli olduğunu anlamanız gerekirdi. Dilediğiniz an bir at arabası bulmak, sandığınız kadar kolay olmayabilir. Çiftçilerimizin zaten at arabalarını kiralamak gibi bir âdeti yoktur ancak hasat zamanında atlarını isteseler de veremezler.”
“Âdetlerinizi zamanla öğreneceğim. Ancak Londra’da ‘her şey paraya bakar’ anlayışına alışkın biri olarak taşra âdetlerinizi görünce kendimden utandım. Sonuçta arpım yarın elime geçecek. İyi yürekli Henry, kendi faytonuyla getirmeyi teklif etti. Tam arpıma layık bir taşıt, değil mi?”
Edmund, arpın en sevdiği çalgı olduğunu belirterek, en kısa zamanda dinlemeyi umduğunu söyledi. Bugüne dek hiç arp dinlememiş olan Fanny de bunun için can atıyordu.
“Her ikinize de çalmaktan mutluluk duyarım.” dedi Miss Crawford, “En azından dinlemeye katlandığınız sürece… Aslında katlanamasanız da çalmaya devam edebilirim, zira müziğe bayılıyorum. Hele ki beğeni sahibi bir dinleyici bulan müzisyen, her açıdan tatmin olacaktır. Neyse, Mr. Bertram, eğer ağabeyinize mektup yazacak olursanız, yalvarırım arpımın geleceğini de belirtin. Çektiğim sıkıntılarla kafasını az şişirmedim. Dilerseniz, döndüğünde en hüzünlü nağmelerimi onun için çalacağımı da ekleyin. Ne de olsa atı yarışı kaybedecek.”
“Olur da yazarsam, dilediğiniz her şeyi anlatırım elbette. Ancak şu an mektup yazmak için bir neden göremiyorum.”
“Hayır, korkarım ki bir yıllığına gitse dahi mecbur kalmadıkça ne siz ona yazarsınız ne de o size yazar. Mecbur bırakacak bir neden de göremezsiniz. Bu erkek kardeşler ne garip mahluklar böyle! Bilmem hangi atın hasta olduğu, bilmem hangi akrabanın öldüğünü bildirmek için elinize kalem aldığınızda, kısacık bir mektupla yetinirsiniz. Hepiniz aynısınız. Her anlamda ideal bir ağabey diyebileceğim, bana çok düşkün olan, her konuda bana danışan, bana sırlarını açan, benimle saatlerce konuşan Henry, henüz bana bir sayfadan uzun bir mektup yazmamıştır. Yazdıkları da ne ki ‘Sevgili Mary, az önce ulaştım. Kaplıca kalabalık, her şey bildiğin gibi… Sevgilerimle…’ Erkek tarzı işte! Ağabey mektuplarının tipik bir örneği…”
William’ı anımsayan Fanny, “Ailelerinden uzakta olduklarında…” dedi, “Uzun mektuplar da yazabilirler.”
Edmund, “Miss Price’ın ağabeyi denizde.” dedi, “Ağabeyinin mektup yazmadaki ustalığı, Fanny’nin bu konuda çok acımasız olduğunuzu düşünmesine yol açtı.”
“Denizde mi? Kraliyetin hizmetindedir elbette?”
Fanny, Edmund’ın kendi yerine anlatmasını tercih ederdi. Ancak Edmund’ın sustuğunu görünce ağabeyinin durumunu anlatmaya mecbur kaldı. Kardeşinin işinden, gittiği yabancı ülkelerdeki limanlardan söz ederken sesi canlanmıştı. Kaç yıldır uzakta olduğunu anlattığında ise gözlerinden yaşlar boşaldı. Miss Crawford nazik bir ifadeyle ağabeyinin bir an önce terfi etmesi temennisinde bulundu.
“Kuzenimin kaptanını tanıyor musunuz?” diye sordu Edmund, “Yüzbaşı Marshall… Donanmada birçok tanıdığınız olsa gerek.”
Miss Crawford kibirli bir edayla, “Amirallerin çoğunu tanırım.” dedi, “Ama düşük rütbeli subayları pek tanımayız. Yüzbaşılar da eminim iyi insanlardır ancak bizim dengimiz sayılmazlar. Amiralleri sorsaydınız haklarında her şeyi anlatabilirdim. Nasıl insanlar olduklarını, flamalarını, maaş farklarını, atışmalarını, kıskançlıklarını… Hepsi de kendisine haksızlık edildiğinden, layık oldukları yerde bulunmadıklarından yakınır. Amcamla yaşadığım dönemde birçok amiralle bizzat tanıştım. Tanıdığım tuğamiral ve tümamirallerin sayısını unuttum.”
Edmund yine daraldığını hissetti. “Çok asil bir meslek.” demekle yetindi.
“Evet, bir mesleğin iyi olarak nitelenmesinin iki koşulu vardır: İyi para kazandırmalı ve o işi yapan kişi de bu parayı sağduyulu bir şekilde kullanmalı. Özetle, bana göre bir iş değil. Bana hiçbir zaman cazip gelmemiştir.”
Edmund tekrar arp konusunu açtı. Onu dinlemekten büyük mutluluk duyacaktı.
Diğerleri ise hâlen yapılacak düzenlemeleri konuşuyordu. Mrs. Grant, Miss Julia Bertram’a odaklanmış olan erkek kardeşinin dikkatini başka yöne çekme mecburiyeti hissetti.
“Sevgili Henry, senin bu konuda söyleyecek bir şeyin yok mu? Sen de bu işi yapmıştın. Duyduğum kadarıyla Everingham, İngiltere’deki tüm evlerle boy ölçüşebilecek güzellikteymiş. Doğal güzellikleri de cabası. Hatırladığım kadarıyla eski hâli de çok güzeldi. O tepeler… Koruluklar… Oraları tekrar görebilmek için neler vermezdim!”
Henry, “Senden bunları duymak beni çok sevindirdi.” diye karşılık verdi, “Ancak hayal kırıklığına uğrayabilirsin. Umduğun gibi çıkmayabilir. Pek büyük bir yer sayılmaz. Ne kadar küçük olduğunu görsen şaşarsın. Dekorasyonu konusunda da bana pek iş düşmedi. Keşke elimden daha fazlası gelebilseydi…”
Julia, “Bu tür şeylere meraklı mısınız?” diye sordu.
“Hem de nasıl! Ancak o kadar güzel bir doğası var ki benim gibi bir acemi bile altından kalkabildi. Everingham’da neler yapacağıma aslında çok önceden karar vermiştim. İlk planı Westminister’da okurken hazırlamıştım. Cambridge’te birtakım değişiklikler yaptım ve yirmi bir yaşıma gelince de hayata geçirmeye başladım. Şu an önünde mutlu bir macera olan Mr. Rushworth’e imreniyorum. Çünkü ben kendiminkini çok çabuk tükettim.”
“Hızlı bir şekilde görebilenler, hızla harekete geçerek, hızla çözüme ulaşır.” dedi Julia, “İş mi istiyorsunuz? Mr. Rushworth’e imreneceğinize, değerli fikirlerinizle kendisine yardımcı olabilirsiniz.”
Konuşulanların sonuna yetişebilen Mrs. Grant de bu öneriye hararetli bir şekilde destek vererek, kardeşinin fikirlerinin eşi benzeri olmadığını söyledi. Miss Bertram da bu fikre katılarak, dostlara akıl danışmanın, işi bir profesyonelin ellerine teslim etmekten çok daha akıllıca olacağını savundu. Mr. Rushworth, Mr. Crawford’ın yardımını seve seve kabul etmeye hazırdı. Mütevazı bir edayla becerilerinin abartılmaması gerektiğini belirten Mr. Crawford, elinden geldiğince yardım etmeye çalışacağını söyledi. Bunun üzerine Mr. Rushworth, Mr. Crawford’ı Sotherton’a davet ederek, kendisini ağırlamaktan onur duyacağını söyledi. Yeğenlerinin âdeta aklından geçenleri okuyan, Mr. Crawford’ın bir yere gitmesinden hiç hoşlanmayacaklarını bilen Mrs. Norris, bir ara yol bulma ümidiyle lafa karıştı: “Mr. Crawford’ın bunu çok isteyeceğinden hiç şüphem yok. Neden hep beraber gitmiyoruz? Küçük bir gezi düzenleriz. Sevgili Mr. Rushworth, buradaki herkes Sotherton’da yapacağınız düzenlemeleri ve Mr. Crawford’ın fikirlerini merak ediyor. Belki bizlerden de işinize yarayacak fikirler çıkar. Kendi adıma epeydir, saygıdeğer annenizi tekrar ziyaret edebilmek için can atıyordum. Bir faytonum olsaydı, bu kadar ihmal etmez, çoktan gelmiş olurdum. Bu gezi sayesinde siz dolaşıp neler yapılması gerektiğini kararlaştırırken ben de Mrs. Rushworth’le birkaç saat geçirebilirim. Akşam yemeğini de dönüşte hep birlikte burada yeriz. Eğer anneniz de arzu ederse yemeğe kalır, evimize ay ışığı altında hoş bir yolculuk yaparak dönebiliriz. Sanırım Mr. Crawford yeğenlerimi ve beni kendi faytonuyla götürür. Edmund da atla gelir. Fanny de seninle evde kalır ablacığım.”
Leydi Bertram’ın bu plana itirazı yoktu. Herkes gitmeye can atıyordu. Bir tek Edmund ağzını açıp bir şey söylememişti.

7
Ertesi gün Edmund, “Fanny, Miss Crawford’ı sevdin mi?” diye sordu. Bu konuyu kendi kendine epey düşünmüştü. “Dün nasıl buldun kendisini?”
“Çok sevdim, konuşmasına bayıldım. Beni çok eğlendirdi. Çok da hoş bir kız. İnsan yüzüne bakmaya kıyamıyor.”
“Çekici bir yüzü var. Yüz hatları çok güzel. Ancak anlattıklarında seni rahatsız eden, sana yanlış gelen bir şey yok muydu?”
“Evet! Amcasından o şekilde söz etmemesi gerekirdi. Söylediklerini duyduğumda epey şaşırdım. Ne kusuru olursa olsun, sonuçta yıllardır yanında yaşıyor. Üstelik ağabeyine de çok düşkünmüş. Söylediklerine göre oğlu gibi görüyormuş. Duyduklarıma inanamadım!”
“Senin de rahatsız olacağını tahmin etmiştim. Çok yanlış, çok münasebetsiz bir davranıştı!”
“Bana göre çok da nankörce…”
“Nankörlük biraz ağır bir söz… Eşini anlarım, ancak amcasının Miss Crawford’ın minnettarlığını hak ettiğini hiç sanmıyorum. Bence Miss Crawford’ın böyle hatalı davranmasına yol açan şey de yengesinin hatırasına duyduğu saygı. Kız çok zor bir durumda. Böylesine sıcak ve heyecanlı bir insan olarak Mrs. Crawford’ın hakkını teslim ederken amcasına saldırmaktan kendisini alamıyor. Amiral ile eşi arasındaki anlaşmazlıkta kimin suçlu olduğunu elbette bilemem. Ancak amiralin yaptıklarının, insanı, eşinin tarafını tutmaya yönelttiği de bir gerçek. Miss Crawford’ın yengesinde kusur bulamaması çok doğal. Böyle düşündüğü için kendisini suçlayamıyorum. Ancak yine de bunu herkese duyurmamın âlemi yok.”
Fanny bir süre düşündükten sonra, “Sence…” dedi, “Miss Crawford’ın bu münasebetsizliği, Mrs. Crawford’ın suçu sayılmaz mı? Sonuçta yeğenini yetiştiren o. Demek ki amiral hakkında yanlış fikirler aşılamış.”
“Bu dediğin çok mantıklı… Evet, yeğeninin hatalarında yengesinin payı olduğunu düşünebiliriz. Bu durumda, ne kadar zor koşullarda yetişmiş olduğunu dikkate alarak, Miss Crawford’a daha anlayışlı davranmamız gerekir. Sanırım yeni yuvası ona iyi gelecektir. Mrs. Grant’in terbiyesine diyecek yok. Ağabeyinden de hep sevgiyle söz ediyor.”
“Evet, yazdığı mektupların bu kadar kısa olması haricinde… Duyunca gülmemek için kendimi zor tuttum. Ayrı kaldığı kız kardeşine okumaya değecek bir şeyler yazmaya zahmet etmeyen bir ağabeyin sevgisinden de o kadar emin olamazdım. William’ın, hangi durumda olursa olsun bana böyle bir şey yapmayacağından eminim. Dahası, senin evden uzakta olduğunda uzun mektuplar yazmayacağını ne hakla iddia edebiliyor?”
“İnsanları eğlendirebilmek adına hiçbir fırsatı kaçırmayan, neşeli yapısının verdiği hakla, Fanny. Kötü niyetli davranmadığı, kabalaşmadığı sürece hoş görülebilir. Miss Crawford’ın hâlinde de tavrında da bunlardan eser yoktu. Saygısızlık, ukalalık, kabalık etmedi. Sözünü ettiğimiz, hoş görülmesi mümkün olmayan meseleler haricinde tam bir hanımefendi. Senin de böyle düşündüğünü öğrendiğime sevindim.”
Bildiği ne varsa Edmund’dan öğrenen, Edmund’a çok düşkün olan Fanny’nin onun gibi düşünmesinde şaşılacak bir yan yoktu. Gerçi bu konuda görüş ayrılığına düşme tehlikesi söz konusuydu. Zira Fanny’nin, Miss Crawford’a Edmund kadar düşkün olmasına imkân yoktu. Miss Crawford’ın cazibesi zamanla daha da arttı. Arpının gelmesi güzelliğinin, güler yüzünün, neşesinin yanı sıra diğer meziyetlerini de sergilemesine imkân tanımıştı. Çalarken bambaşka bir havaya bürünüyor, her parçanın ardından parça hakkında bilgi veren açıklamalar yapıyordu. Edmund, en sevdiği çalgıyı dinlemek amacıyla artık her gün papaz evine gidiyordu. Kendisine sadık bir dinleyici bulan Miss Crawford bu ziyaretleri sevinçle karşılıyor, her günün sonunda ertesi gün için yeniden çağırıyordu.
Yeşillikler içerisinde, fundalıklarla çevrili küçük bir bahçeye bakan pencerenin önünde oturmuş olan böylesine genç, güzel ve neşeli bir kız ve elindeki en az kendisi kadar zarif arp, her erkeğin kalbini çalmaya yeterdi. Mevsim, manzara, hava, her şey insanın duygularını tetikliyordu. Mrs. Grant’in gergefi bile bu havaya destek oluyordu. Her şey tam bir uyum içerisindeydi. Aşka düşen insana sandviç tepsisi bile güzel geliyordu. Dr. Grant’in sandviçleri servis edişini izlemeye doyum olmuyordu. Bu şekilde geçen bir haftanın ardından Edmund sırılsıklam âşık olmuştu. Gözü başka bir şey görmüyordu. Ailenin büyük oğlu değildi, ağzı pek laf yapamaz, komplimanlarda bulunamazdı. Buna rağmen genç kız da kendisini Edmund’a kaptırmıştı. Bu hâle nasıl geldiğine onun da aklı ermiyordu. Edmund çekici bir erkek sayılmazdı. Fazlasıyla ciddi bir adamdı. Ağzından tek bir tatlı söz çıkmazdı. İnatçı, sakin ve gösterişsiz bir adamdı. Ancak kendisine itiraf edemese de Miss Crawford, Edmund’ın samimiyetini, kararlılığını, tutarlılığını çekici buluyordu. Yine de bu konuya uzun uzadıya kafa yorduğu söylenemezdi. Şu an için Edmund’ın yanında olması hoşuna gidiyordu. Bu kadarı da yeterliydi.
Fanny, Edmund’ın her sabah papaz evine gitmesinde şaşılacak bir yan göremiyordu. Kimselerin fark etmeyeceğini bilse, kendisi de oraya giderek arp dinlemeyi çok isterdi. Birlikte yapılan akşam gezintileri sonrasında Mr. Crawford’ın, Mansfield Park’ın hanımlarını geçirmesinde, Edmund’ın Mrs. Grant ve kız kardeşine evlerine dek eşlik etmesinde de bir gariplik yoktu. Sadece Edmund’ın, daha önce sözünü ettiği kusurları görmezden gelerek Miss Crawford’la bu kadar zaman geçirmesine şaşıyordu. Fanny’ye göre Miss Crawford eskiden neyse yine oydu. Ancak Edmund artık bu kusurları görmez olmuştu. Fanny’ye sürekli olarak Miss Crawford’dan söz ediyordu. Miss Crawford’ın amirali o günden beri eleştirmemiş olmasını, genç kızı affetmek için yeterli görüyordu. Fanny de huysuzluk ettiği sanılmasın diye düşüncelerini dile getirmekten çekiniyordu. Miss Crawford’ın Fanny’ye çektirdiği ilk acı, ata binmeye merak salmasıyla yaşandı. Mansfield Park’taki genç kızlara özenen Miss Crawford, ata binmeye karar vermişti. Edmund’la aralarındaki yakınlaşma da bu isteği körüklemişti. Edmund’a göre ata binmeyi yeni öğrenen biri için her iki ahırda bulunan atlar arasında en uygunu, Fanny’nin sakin bir hayvan olan kısrağıydı. Edmund bu teklifte bulunurken kuzeninin üzülmemesi için de gereken tedbirleri almıştı. Fanny hiçbir şekilde egzersizlerinden mahrum kalmayacaktı. Kısrak sadece Fanny’nin egzersizlerinden önce yarım saatliğine papaz evine götürülecekti. Fanny bu haber karşısında gücenmemiş, tam aksine kendisini bu kadar düşündüğü ve atı temelli almadığı için Edmund’a minnettar kalmıştı.
Miss Crawford’ın başarıyla tamamlanan ilk denemesi Fanny açısından herhangi bir sıkıntıya yol açmadı. Kısrağı alarak giden ve eğitim boyunca yanlarından ayrılmayan Edmund, erkenden geri geldi. Döndüğünde, Fanny ve kuzenleri yanında olmadığı günlerde kendisine eşlik eden ihtiyar arabacı henüz hazır değildi. Ancak ikinci gün o kadar sorunsuz geçmedi. Ata binmenin tadını alan Miss Crawford bir türlü inmek bilmedi. O hayat dolu ve korkusuz bir kızdı. Ufak tefek görünmesine rağmen oldukça güçlü olan Miss Crawford, âdeta ata binmek için yaratılmıştı. Edmund’ın varlığıyla katmerlenen bu keyfe bir de hızlı bir şekilde ilerleyerek diğer kızları geride bırakma hırsı da eklenince atın sırtından inmemek için direndi. O sırada Mrs. Norris hâlâ yola çıkmadığı için Fanny’yi azarlıyordu. Ancak ne attan ne de Edmund’dan haber vardı. Sonunda Fanny, teyzesinin dilinden kurtulabilmek için Edmund’ı arama bahanesiyle kendisini dışarı attı.
İki ev arasında yarım kilometreden az mesafe olmasına rağmen birinden diğerini görmek imkânsızdı. Fanny elli metre kadar yürüdükten sonra, köye giden yolun ardında yükselen papaz evinin silüetini ve bu evin çayırındaki grubu görebildi. Edmund ve Miss Crawford at sırtında, yan yana ilerliyordu. Dr. Grant, Mrs. Grant, Mr. Crawford ve seyisler de dikildikleri yerden onları izliyordu. Oldukça mutlu görünüyorlardı. Hepsi de aynı şeye odaklanmıştı. Çok eğlendikleri, Fanny’ye kadar gelen kahkahalardan belliydi. Ancak bu kahkahaların Fanny’yi pek keyiflendirdiği söylenemezdi. Edmund’ın kendisini unutmuş olduğunu düşündükçe yüreğine bir sancı saplandı. Gözlerini çayırdan ayıramıyor, kendini olup bitenleri izlemekten alamıyordu. Miss Crawford ve yanındaki Edmund, çayırın çevresinde geniş bir daire çizdi. Ardından -anlaşılan Miss Crawford’ın önerisiyle- atlarını eşkin sürmeye başladılar. Ürkek tabiatlı bir kız olan Fanny, Miss Crawford’ın at sırtındaki rahatlığını hayretle izledi. Birkaç dakika sonra durdular. Edmund kıza bir şeyler anlatıyor, tahminen dizginleri nasıl tutması gerektiğini öğretiyordu. Bir ara kızın elini tuttu. Belki de Fanny’ye öyle gelmişti. Aslında bunda bir acayiplik yoktu. Edmund gibi iyi niyetli birinin, insanlara yardımcı olmaya çabalamasından daha doğal ne olabilirdi ki? Bir yandan da Mr. Crawford’ın zahmetten kurtulduğunu düşünmeden edemiyordu. Sonuçta bu işi ağabeyinin yapması çok daha makul ve münasip olurdu. Ancak sürekli ata binme konusundaki becerileriyle böbürlenen Mr. Crawford, büyük ihtimalle bu konuda zerre kadar bilgi sahibi değildi. Yardımseverlik konusunda da Edmund’ın eline su dökemezdi. Çifte vardiya yapmak zorunda kalan kısrağa da üzülüyordu. Kendisini unutmuşlardı ama bari zavallı kısrağı düşünselerdi.
Çayırdaki topluluğun dağılmaya başladığını görünce duyguları biraz olsun yatıştı. Hâlen at sırtında olan Miss Crawford ile kendisine yaya olarak eşlik eden Edmund, çit kapısından geçerek yola çıktılar ve Fanny’nin olduğu yere doğru gelmeye başladılar. Kaba ve sabırsız olduğunu düşünmelerinden korkan Fanny, onlara doğru yürümeye başladı.
İyice yaklaştıklarında Miss Crawford, “Sevgili Miss Price!” diye seslendi, “Sizi beklettiğim için özürlerimi sunmaya geldim. Üstelik hiçbir mazeretim yok. Geç kaldığımızın ve saygısızlık ettiğimin farkındayım. Beni affetmenizi rica ediyorum. Bencillik affedilmesi gereken bir kusurdur, çünkü tedavisi yoktur.”
Fanny gayet nazik bir şekilde cevap verince Edmund’ın içi rahat etti. Demek ki Fanny’nin acelesi yoktu. “Kuzenimin hâlâ ata binmeye yetecek zamanı var.” dedi, “Üstelik egzersize yarım saat önce başlamasına engel olarak aslında ona iyilik ettiniz. Hava bulutlandı. Bu sayede sıcaktan daha az rahatsız olacak. Umarım bu uzun talim sizi yormamıştır. Keşke buraya kadar zahmet etmeseydiniz. Eve kadar yürümek zorunda kalacaksınız.”
Miss Crawford, Edmund’ın yardımıyla attan inerken, “Hayır, emin olun, asıl attan inince yoruluyorum.” dedi, “Çok güçlüyümdür. Beni sadece sevmediğim işler yorar. Miss Price, atı size istemeye istemeye veriyorum. Yine de size keyifli bir gezinti dilerim. Umarım bu değerli, güzel hayvan hakkında sadece güzel şeyler duyarım.”
Atının sırtında beklemekte olan ihtiyar arabacı yanlarına gelmişti. Fanny de atına bindi ve parkın öteki tarafına doğru yola çıktılar. Arkasına bakıp da ikilinin birlikte tepeden aşağıya, köye doğru yürüdüğünü görünce duyduğu rahatsızlık depreşti. Miss Crawford’ın ata binişini en az Fanny kadar ilgiyle izleyen arabacının, genç kızın at sırtındaki maharetlerine dair sözleri de bu sıkıntının üzerine tuz biber ekti.
Arabacı, “Ata binme konusunda böylesine yürekli bir hanımefendi görmek büyük keyif!” dedi, “Daha önce at sırtında bu kadar rahat oturan bir hanımefendi görmemiştim. En ufak bir korku emaresi yoktu. Sizin altı yıl önceki hâlinizi düşünüyorum da Sör Thomas sizi ata ilk bindirdiğinde nasıl da titriyordunuz.”
Oturma odasında Miss Crawford tebrikleri kabul etmeyi sürdürüyordu. Bertram kardeşler genç kızın binicilik konusundaki doğal yeteneğine, gücüne, cesaretine övgüler düzüyorlardı. Bu açıdan kendilerine çok benziyordu. Tıpkı onlar gibi kısa sürede ustalaşması her türlü övgüye layıktı.
Julia, “Zaten çok iyi bir binici olacağından emindim.” dedi, “Gereken her şeye sahip. En az ağabeyi kadar çevik.”
“Evet.” diye ekledi Maria, “Aynı zamanda da ağabeyi kadar yürekli ve enerjik. Bence iyi bir binici olmak her şeyden önce kafada başlar.”
Akşam odalarına dağıldıkları sırada Edmund, Fanny’ye ertesi gün ata binip binmeyeceğini sordu.
Fanny, “Bilmem, yani eğer kısrağı istiyorsan…” diye cevapladı.
“Kendim için istemiyorum.” dedi Edmund, “Eğer evde kalma niyetindeysen, Miss Crawford atla daha uzun zaman geçirmekten, örneğin öğlene kadar binebilmekten memnuniyet duyacaktır. Mrs. Grant, Mansfield Meydanı’nın manzarasını öve öve bitirememiş. Bu yüzden oraya kadar gitmemizi istiyor. Bence de rahat rahat gidebilir. Ancak yarın olması şart değil. Herhangi bir sabah gidebiliriz. Miss Crawford, senin programını aksatmana neden olursa üzülecektir. O sırf keyif için biniyor. Senin ise sağlığın açısından binmen şart.”
“Yarın kesinlikle binmeyeceğim.” dedi Fanny, “Son zamanlarda çok sık çıktım dışarı. Evde kalsam iyi olacak. Zaten yeterince güçlendim, gerekirse yürüyebilirim.”
Edmund sevinmiş görünüyordu. Fanny bu sayede, en azından Edmund’ı memnun etmiş olacaktı. Ertesi sabah, Fanny haricindeki bütün gençler toplanarak Mansfield Meydanı’na gitti. Anlaşılan oldukça keyifli bir geziydi. Akşam sohbetinde geziyi anlata anlata bitirememişlerdi.
Bu tür keyifli geziler, genelde yeni gezi planlarının yapılmasına yol açar. Gençler de Mansfield Meydanı’ndaki gezinin ardından ertesi gün de başka bir yere gitmeyi kararlaştırdılar. Daha görülmesi gereken bir yığın yer vardı. Gerçi hava sıcaktı ancak gidecekleri yerlerde elbet sığınacak bir gölgelik bulacaklardı. Yeter ki istesinler! Gölgelik bir yol bulmak hiç mesele değildi. Sonraki dört gün boyunca Crawford kardeşlere çevreyi gezdirdiler, güzel yerleri gösterdiler. Herkesin keyfi yerindeydi. Bunaltıcı sıcak bile keyiflerini kaçıramıyordu. Bu keyif dördüncü gün, gençlerden birinin mutluluğunun gölgelenmesiyle sona erdi. Bu talihsiz kişi Miss Bertram’dı. Edmund ve Julia, papaz evinde akşam yemeğine davetli oldukları hâlde kendisi çağrılmamıştı. Aslında Mrs. Grant’in kötü bir niyeti yoktu. O gün Mr. Rushworth’ün Mansfield Park’a gelmesi beklendiği için Miss Bertram’ı davet etmemişti. Yine de Miss Bertram bu duruma çok gücenmişti. Kendisini zor tutuyor, eve gidene dek üzüntüsünü ve kızgınlığını gizleyebilmek için büyük çaba harcıyordu. Hele Mr. Rushworth de o gün gelmeyince genç kızın kırgınlığı daha da arttı. Gelseydi, en azından ona çatarak biraz rahatlardı. Bunun acısını annesinden, teyzesinden ve kuzeninden çıkardı, akşam yemeğini hepsine zehir etti.
Edmund ve Julia saat on bire doğru döndü. Evde asık suratla oturan kadınların aksine ikisi de neşe içerisindeydi. Maria onları gördüğü hâlde okuduğu kitaptan kafasını bile kaldırmadı. Leydi Bertram uyukluyordu. Miss Bertram’ın sıkıntılı hâli yüzünden keyfi kaçan Mrs. Norris de yeğenlerine akşam yemeğine dair birkaç soru sordu, doğru düzgün cevap alamayınca o da sustu.
Edmund ve kız kardeşi kendilerini gecenin güzelliğine kaptırmış, yıldızlar hakkında konuşurken, diğerleri tamamen akıllarından çıkmıştı. Edmund bir ara çevresine bakınarak, “Fanny nerede?” diye sordu, “Yattı mı?”
“Bildiğim kadarıyla hayır.” diye cevapladı Mrs. Norris, “Az önce buradaydı.”
O sırada salonun öteki ucundan Fanny’nin o tatlı sesi duyuldu. Kanepede olduğunu söylüyordu.
Mrs. Norris, Fanny’yi azarlamaya başladı: “Bu yaptığın çok aptalca Fanny! Bütün akşam kanepede boş boş oturdun. Yanımıza gelip bize yardım etseydin ya… Elinde bir iş yoksa ben sana yardım sepetinden bir şeyler verirdim. Geçen hafta aldığımız patiskaya daha elini süren olmadı. Oysa o patiskaları biçeyim diye az daha belimi incitecektim. Biraz kendinden başkalarını da düşün artık. İnan bana, senin gibi bir gencin kanepeye yayılması ayıptır.”
Bu sözler üzerine Fanny masaya geçerek eline nakışını aldı. Geçirdiği güzel günün etkisiyle keyfi yerinde olan Julia bu haksızlığa karşı çıkarak, “Hanımefendi, Fanny’nin kanepede herkesten daha fazla vakit geçirdiğini hiç sanmıyorum.” diye haykırdı.
Edmund, Fanny’yi dikkatle süzerek, “Fanny!” dedi, “Başın ağrıyor galiba.”
Fanny’nin başı gerçekten de ağrıyordu ancak önemli olmadığını söyledi.
“Sana inanmıyorum.” diye cevapladı Edmund, “Hiç iyi görünmüyorsun. Ne zamandır ağrıyor başın?”
“Yemekten az önce başladı. Sıcaktandır.”
“Bu sıcakta dışarı mı çıktın yoksa?”
“Dışarı mı? Tabii ki çıktı!” diye araya girdi Mrs. Norris, “Böylesine güzel bir günde evde kalmak olur mu hiç? Hep birlikte çıktık. Annen bile bir saat kadar gezindi.”
Mrs. Norris’in Fanny’yi azarlamasına uyanan Leydi Bertram, “Evet Edmund.” diye ekledi, “Kırk beş dakika çiçek bahçesinde oturup Fanny’nin gülleri kesmesini izledim. Çok hoşuma gitti ancak hava aşırı sıcaktı. Neyse ki çardak gölgeydi ancak dönüş yolunda canım çıktı.”
“Fanny gül topladı, öyle mi?”
“Evet, mevsimin son gülleriydi. Zavallıcık! Sıcaktan bunaldı ancak güller artık solmak üzereydi. Gecikmeden kesmek zorundaydık.”
“Kesinlikle yapabilecek bir şey yoktu.” diye yeniden söze girdi Mrs. Norris. Bu defa çok daha yumuşak bir tonda konuşuyordu, “Baş ağrısının nedeni sakın bu olmasın? Güneşin altında eğilip doğrulmak kadar insanın başını ağrıtan bir şey yoktur. Neyse, yarına kadar geçer. Eğer geçmezse o baharatlı sirkeden verirsin. Ben de verirdim ama benimkini doldurmayı sürekli unutuyorum.”
“İçti bile.” dedi Leydi Bertram, “Senin eve ikinci gidişinin ardından içti.”
“Ne!” diye haykırdı Edmund, “Gül topladığı yetmezmiş gibi bir de yürüdü mü? Bu sıcakta iki kez parkı boydan boya geçerek sizin evinize kadar gitti, öyle mi hanımefendi? Başının ağrımasına şaşmamalı!..”
Julia’yla konuşmakta olan Mrs. Norris, Edmund’ın sözlerini duymazdan geldi.
“Ben şahsen bu kadarının ağır gelebileceğini düşündüm.” dedi Leydi Bertram, “Ancak teyzen toplanan gülleri almak isteyince eve götürmek şart oldu.”
“İki sefer gitmesini gerektirecek kadar çok mu gül vardı?”
“Hayır, ancak kurutulmaları için teyzenin konuk odasına konmaları gerekiyordu. Maalesef Fanny odanın kapısını kilitleyerek anahtarı getirmeyi unutmuş. Bu yüzden tekrar gitmek zorunda kaldı.”
Edmund ayağa kalkarak odada dolanmaya başladı. “Fanny’den başka getir götür işlerini yaptıracak birini bulamadınız mı?” diye sordu, “Bana sorarsanız hanımefendi, çok yanlış bir iş yapmışsınız!”
Daha fazla duymazdan gelemeyen Mrs. Norris, “Başka ne yapacaktık ki?” diye haykırdı, “O gitmeseydi ben gidecektim. Gitmesine giderdim ama aynı anda iki yerde olamam ya! O sırada annenizin talimatı doğrultusunda, Mr. Green ile sütçü hakkında konuşuyordum. John Groom’a da Mrs. Jefferies’e mektup yazarız diye söz vermiştim. Zavallıcığı tam yarım saat beklettim. Kimse beni işten kaçmakla suçlayamaz ama her yere birden yetişemem ki! Fanny’den benim için eve kadar gidivermesini istemekte haksız olduğumu sanmıyorum. Hem uzak değil ki, beş yüz metre ya var ya yok! Ben o yolu her gün sabahın köründe, gece geç vakitte, yağmurda çamurda üç kere gidip geliyorum ama sesimi çıkarmıyorum.”
“Keşke sizin gücünüzün yarısı Fanny’de de olabilseydi hanımefendi.”
“Egzersizlerini düzenli yapsaydı bu kadar çabuk bitkin düşmezdi. Epeydir ata binmiyor. Bence at binmediği zamanlarda en azından yürüyüş yapmalı. Örneğin bugün ata binmiş olsaydı, ondan bunu istemezdim. Ancak gül toplamak için eğilip doğrulunca yürüyüş yapmanın ona iyi geleceğini düşündüm. Tamam, güneş vardı ama çok da kavurucu bir sıcak yoktu ki! Aramızda kalsın Edmund…” dedi, başıyla ablasına işmar ederek, “Bence asıl çiçek bahçesinde çok yorulduğu için bu hâle geldi.”
Konuşulanları duyan Leydi Bertram samimi bir şekilde, “Korkarım öyle.” dedi, “Sanırım başı orada ağrımaya başladı. Sıcak dayanılacak gibi değildi. Ben bile zor dayandım. Oturduğu yerden köpeğime seslenmek, çiçekleri ezmesin diye uğraşmak bile bana yetti.”
Edmund iki kadına da daha fazla bir şey söylemedi. Masadan bir bardak Madeira şarabı getirdi ve Fanny’ye zorla içirdi. Fanny karşı koymak istedi ancak karmaşık duygular içerisinde gözlerinden yaşlar boşalmaya başlayınca, konuşmaktansa içmenin daha kolay olacağına karar verdi.
Edmund annesi ve teyzesine bozulmuştu ama onlardan çok kendisine kızıyordu. Fanny’yi ihmal etmiş olması, annesi ve teyzesinin yaptıklarından beterdi. Fanny’yi biraz olsun düşünmüş olsaydı, bunların hiçbiri yaşanmayacaktı. Tam dört gün boyunca tüm arkadaşlarından, egzersizlerinden ve mantık yoksunu teyzelerinin isteklerinden kaçıp kurtulmasını sağlayacak tüm mazeretlerden uzak kalmıştı. Fanny’nin dört gün boyunca ata binemediğini düşündükçe kendinden utanan Edmund, böyle bir şeyin tekrarlanmaması amacıyla, hiç de istememesine rağmen Miss Crawford’ın eğlencesine dur demesi gerektiğine karar verdi.
Fanny o gece yatağa girerken, Mansfield Park’a geldiği ilk günkü kadar karmaşık duygular içerisindeydi. Bitkin düşmesinde bu ruh hâlinin de etkisi olsa gerekti. İhmal edildiğini düşünüyor, birkaç gündür hissettiği üzüntü ve kıskançlıkla başa çıkmaya çalışıyordu. Kimsenin kendisini görmeyeceği umuduyla uzandığı o kanepede duyduğu yürek ağrısı başının ağrısından çok daha şiddetliydi. Edmund’ın birdenbire kendisine yakınlık göstermeye başlaması, Fanny’yi epey sarsmıştı.

8
Fanny’nin binicilik egzersizleri ertesi sabah yeniden başladı. Bir önceki güne oranla daha serin, ferah bir gündü. Edmund, Fanny’nin yitirdiği sağlığının da kaçan keyfinin de kısa zamanda tekrar yerine geleceğini umuyordu. Fanny’nin yola çıkmasının hemen ardından Mr. Rushworth ve annesi geldi. Annesi, on beş gün önce konuşulan, ancak kendisinin evde olmaması nedeniyle tarihi bir türlü kararlaştırılamayan Sotherton ziyaretinin bir an önce gerçekleştirilmesinde ısrarcıydı. Mrs. Norris ve yeğenleri, bu planın tekrar gündeme gelmesine sevinmişti. Hep birlikte bir tarih kararlaştırdılar. Ancak Mr. Crawford’ın da o gün müsait olması şarttı. Mrs. Norris, Mrs. Crawford’ın o gün müsait olacağından ve seve seve geleceğinden adı gibi emindi ancak genç hanımefendilerin, teyzelerinin sözüne güvenip bu ziyareti riske atmaya hiç niyeti yoktu. Miss Bertram’ın da dürtmesiyle Mr. Rushworth papaz evine giderek, müsait olup olmayacağını doğrudan Mr. Crawford’a sormaya karar verdi.
Mr. Rushwoth papaz evine doğru gittiği sırada içeri Mrs. Grant ve Miss Crawford girdi. Epeydir dışarıda oldukları ve farklı bir yoldan dolaşarak geldikleri için Mr. Rushworth’le karşılaşmamışlardı. Bununla birlikte Mr. Rushworth’ün, Mr. Crawford’ı evde bulacağını umut ediyorlardı. Sotherton planından hemen onlara da söz edildi. Mrs. Norris bu konuda böylesine hevesliyken zaten başka bir şeyden söz etmeleri mümkün değildi. Mrs. Rushworth iyi niyetli, kibar biri olmakla birlikte boş konuşan, hava atmaktan hoşlanan bir kadındı. Kafası pek çalışmazdı ancak Leydi Bertram’ın da gelmesinin kendisinin ve oğlunun çıkarına olacağının farkındaydı ve bu yüzden bu konuda ısrarcı davranmaktaydı. Leydi Bertram bu teklifi inatla reddediyordu. Ancak her zamanki yumuşak üslubuyla söylediği sözler, Mrs. Rushworth’e Leydi Bertram’ın aslında gelmeyi istediğini düşündürüyordu. Mrs. Rushworth ancak Mrs. Norris’in bolca dil dökmesinin ve çok daha kati bir şekilde konuşmasının ardından ikna olabildi.
“Mrs. Rushworth, emin olun ki bu yolculuk ablam açısından dayanamayacağı derecede yorucu olacaktır. On beş kilometre gidiş, on beş de dönüş… Ablamı bu defalığına affedin. Bu seferlik sevgili kızlarıyla ve benimle yetinin. İnanın ablam Sotherton’a gitmeyi her şeyden çok istiyor ancak maalesef bu mümkün değil. Fanny Price’ı tanıyorsunuz. Kendisi ablama refakat edecek. Dolayısıyla bizim gitmemiz ablam açısından bir sorun olmayacak. Edmund şu an burada değil ancak ben onun adına, gelmekten memnuniyet duyacağını söyleyebilirim. Kendisi atıyla gelebilir.”
Mrs. Rushworth, istemeye istemeye Leydi Bertram’ın evde kalmasına razı oldu, hanımefendinin eksikliğinin hissedileceğini düşündü ve “Daha önce Sotherton’ı hiç görmemiş olan genç Miss Price da keşke gelebilseydi. Bu fırsatı kaçıracak olması çok üzücü!” dedi
Mrs. Norris, “Çok kibar ve düşüncelisiniz hanımefendi.” diye atıldı, “Fanny’nin Sotherton’ı görmek için ileride bol bol fırsatı olacak. Daha önünde uzun yıllar var. Ancak şu an gelmesi söz konusu olamaz. Leydi Bertram’ın onsuz yapabileceğini sanmıyorum.”
“Hayır! Fanny olmadan yapamam.”
Her insanın Sotherton’ı mutlaka görmek isteyeceğine emin olan Mrs. Rushworth, Miss Crawford’ı da davet etti. Taşınmalarından bu yana zahmet edip Mrs. Rushworth’ün ziyaretine gitmeyen Mrs. Grant bu teklifi kendi adına kibarca reddederken, kız kardeşinin dilerse gidebileceğini söyledi. Mary de ısrarlara fazla direnemeyerek gelmeyi kabul etti. Az sonra da Mr. Rushworth papaz evinden muzaffer bir edayla döndü. Edmund da konuklar ayrılmak üzereyken eve döndü. Mrs. Rushworth’ü arabasına kadar geçiren, diğer iki hanıma yarı yola kadar eşlik eden Edmund, gerçekleştirilmesi planlanan geziden de bu sayede haberdar oldu.
Salona döndüğünde, Mrs. Norris, Miss Crawford’ın da gelmesinin iyi olup olmayacağına karar vermeye çalışıyor, faytonda kendisine yer kalıp kalmayacağını hesaplıyordu. Bertram kardeşler gülerek, teyzelerine içinin rahat olması gerektiğini, faytonun herkesi alacek kadar geniş olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir kişi de sürücünün yanında gidebilirdi.
Edmund, “Henry Crawford’ın faytonuyla gitmeniz şart mı?” dedi, “Annemin gezinti arabası ne güne duruyor? Başından beri bu aile ziyaretinin neden kendi aile arabamızla yapılmadığına aklım ermedi zaten.”
“Ne!” diye haykırdı Julia, “Faytonda rahat rahat gitmek dururken gezinti arabasına neden sıkışalım ki? Hem de bu havada! Kusura bakma sevgili Edmund ama böyle bir şey mümkün değil!”
“Dahası…” dedi Maria, Mr. Crawford da kendisiyle gelmemizi istiyor. Bu konu ilk açıldığında bizden söz almıştı.”
Mrs. Norris de “Sevgili Edmund!” diye ekledi, “Bir araba yetecekken iki arabayla gitmenin, boş yere zahmete girmenin ne âlemi var. Aramızda kalsın, bizim arabacı da Sotherton yolundan pek şikâyetçi. Dar yollar yüzünden arabanın çizilmesinden dolayı sürekli sızlanıyor. Sen de biliyorsun ki sevgili Sör Thomas’ın, eve döndüğünde arabanın sağının solunun çizilmiş olduğunu görmesini istemeyiz.”
Maria, “Mr. Crawford’ın faytonunu bu nedenle kullanmamız pek hoş olmaz.” dedi, “Ancak doğrusunu istersen şu Wilcox aptalın teki! Araba kullanmayı bile bilmiyor. Çarşamba günü o dar yollarda hiç sıkıntı çekmeden gideceğimizi garanti ederim.”
Edmund, “Sürücünün yanında gitmek zorunda kalan açısından zor olmayacak mı?” diye sordu.
“Zor mu?” diye haykırdı Maria, “Daha neler! Bence en güzel yer orası. Manzaraya doyum olmaz. Eminim ki Miss Crawford orada gitmeye gönüllü olacaktır.”
“O hâlde Fanny’nin de sizinle gelmesine kimsenin itirazı olmayacak. Ona yer kalmaması gibi bir sorun olmadığına göre…”
“Fanny mi?” diye sordu Mrs. Norris, “Sevgili Edmund, bu da nereden çıktı? O teyzesiyle kalacak. Mrs. Rushworth’e de söyledim bunu, yani Fanny davetli değil.”
Edmund annesine dönerek, “Hanımefendi!” dedi, “Sizin bakımınız haricinde, Fanny’nin de gitmesine karşı çıkmanızı gerektirecek bir neden yok sanırım. Yani ona ihtiyacınız olmasa, illa ki evde kalsın diye ısrar etmezsiniz?”
“Elbette etmem, ancak onsuz yapamam ki!”
“Yapabilirsiniz, çünkü sizinle ben kalacağım.”
Bu söze, odadakiler hep bir ağızdan itiraz etti.
“Evet…” diye devam etti Edmund, “Benim gitmeme hiç gerek yok. Dahası ben de evde kalmak istiyorum zaten. Fanny’nin Sotherton’ı görmek için ne kadar can attığını, bunu ne kadar çok istediğini biliyorum. Hazır onu mutlu etme fırsatını yakalamışken kaçırmak istemem. Onu bu zevkten mahrum bırakmak istemeyeceğinize eminim hanımefendi.”
“Elbette! Teyzenin de bir itirazı yoksa gitmesine memnuniyetle izin veririm.”
Mrs. Norris’in tek bahanesi kalmıştı. Mrs. Rushworth’e Fanny’nin gelemeyeceğini söylemişlerdi. Dolayısıyla şimdi onu götürmeleri hoş karşılanmayabilirdi. Böyle bir şeyi açıklamakta güçlük çekerlerdi. Mrs. Rushworth gibi görgülü bir kadının hak etmeyeceği türden bir nezaketsizlik olurdu bu. Mrs. Norris, Fanny’yi zerre kadar sevmezdi ve Fanny’yi mutlu etmek adına en ufak bir zahmete girmeye bile katlanamazdı. Ancak şu an Edmund’a karşı çıkmasının asıl nedeni bu değil, kendi hazırladığı planının değişmesine içerlemesiydi. Her şeyden öte bu planı bizzat kendisi yapmıştı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamıştı. Herhangi bir değişiklik, işlerin sarpa sarmasına yol açabilirdi. Edmund, Mrs. Rushworth adına kaygılanmaması gerektiğini söyledi. Kendisini arabasına geçirdiği sırada, Mrs. Rushworth, Miss Price’ın da bir yolunu bulup gelebilmesini çok istediğini söylemiş, Edmund da kuzeni adına bu daveti kabul etmişti. Bu sözlere çok öfkelenen Mrs. Norris, “Çok güzel!” diye söylenmeye başladı, “Nasıl biliyorsanız öyle yapın. Umurumda değil!”
Maria, “Çok garip…” dedi, “Yani Fanny’nin yerine senin evde kalman…”
Asıl evde kalması gerekenin kendisi olduğunu düşünen Julia, hızla odadan çıkarken, “Sana minnettar olmalı.” diye ekledi.
Edmund’ın, “Fanny gereken minnettarlığı gösterecektir.” cevabı üzerine konu kapandı.
Plandan haberdar olan Fanny elbette mutlu olmuştu ancak minnet duyguları mutluluğunu da bastırmıştı. Fanny’nin minnettarlığı, genç kızın kendisine karşı hissettiklerinden habersiz olan Edmund’ın tahmin edebileceğinin ötesindeydi. Tek üzüntüsü, Edmund’ın onun için kendi mutluluğunu feda etmesiydi. Hem Edmund olmadan Sotherton’a gitmenin ne anlamı olacaktı ki?
İki ailenin bir sonraki buluşması, planda, herkesin onay verdiği bir değişikliği daha beraberinde getirdi. Mrs. Grant, Edmund’a ve Leydi Bertram’a, kendilerine eşlik edebileceğini söyledi. Dr. Grant de akşam yemeğinde onlara katılabilirdi. Leydi Bertram buna çok sevinmiş, genç hanımefendilerin de keyifleri tekrar yerine gelmişti. Edmund da geziye katılabilmesini sağlayan bu değişiklikten dolayı mutluydu. Mrs. Norris de bunun mükemmel bir plan olduğu düşüncesindeydi. Hatta aynı şey kendisinin de aklından geçmişti. Mrs. Grant konuyu açtığı sırada kendisi de tam bundan söz etmek üzereydi.
Çarşamba günü, şanslarına hava çok güzeldi. Mr. Crawford’ın kullandığı fayton kahvaltının hemen ardından geldi. Herkes hazırdı. Mrs. Grant’in inmesi ve diğerlerinin yerlerini almasıyla yola çıkabileceklerdi. Herkesin oturmak için can attığı makam koltuğu henüz boştu. Hangi talihliye kısmet olacaktı? Bertram kardeşler çok hevesli görünmemeye gayret etmekle birlikte aslında ikisi de koltuğu kapmak için can atıyordu. Arabadan inmekte olan Mrs. Grant’in sözleri olası bir tartışmayı başlamadan bitirdi. “Beş kişi olduğunuza göre birinizin Henry’nin yanında oturması iyi olur. Julia, sen geçenlerde araba kullanmayı öğrenmek istediğini söylüyordun. Bu vesileyle öğrenmiş olursun.”
Sevinen Julia, üzülen Maria olmuştu. Julia hiç vakit yitirmeden sürücünün yanındaki koltuğa yerleşti. Canı sıkılan, suratı asılan Maria’nın da arkadaki yerini almasının ardından fayton, evde kalan iki hanımın iyi yolculuklar temennileri ve sahibesinin kucağındaki köpeğin havlamaları arasında yola koyuldu.
Yol çok güzel kırların içinden geçerek ilerliyordu. Atıyla yaptığı gezintilerde evden hiç bu kadar uzaklaşmamış olan Fanny’nin bugüne dek hiç görmediği yerlerden geçiyorlardı. Yeni yerler görmekten gayet memnun olan Fanny, güzelliklerin tadını çıkarıyordu. Diğerleri kendisini sohbete pek dâhil etmiyordu. Zaten onun da böyle bir niyeti yoktu. Eskiden beri en iyi dostu kendi düşünceleri olmuştu. Manzarayı, akıp giden yolu, toprak örtüsündeki değişimi, ekinleri, kır evlerini, sığırları, çocukları izlemek onu fazlasıyla mutlu ediyordu. Bir de Edmund yanında olsaydı, hissettiklerini ona anlatsaydı, Fanny’den mutlusu olamazdı. Bu konuda Fanny ve karşısında oturan genç hanımefendi aynı duyguları paylaşıyordu. Fanny ile Miss Crawford her açıdan çok farklılardı. Tek ortak yanları, Edmund’a duydukları bağlılıktı. Miss Crawford, Fanny kadar zevkli, düşünceli, hassas biri değildi. Doğaya pek ilgi göstermezdi. Onun ilgisini sadece insanlar çekerdi. Neşeli ve hayat dolu biriydi. Ancak iki genç kız da yolun kıvrılarak ilerlediği yerlerde veya Edmund’ın kendilerine yaklaşma fırsatı bulduğu yokuşlarda arkalarına dönüp de Edmund’a baktıklarında aynı şeyi hissediyorlardı. O an ikisinin da ağzından “İşte orada!” sözleri dökülüyordu.
İlk on kilometre boyunca Miss Bertram’ın içi pek rahat etmemişti. Bakışları dönüp dolaşıp Mr. Crawford ve yanında oturan kız kardeşine yöneliyordu. İkili keyifli bir sohbete dalmış gibiydi. Gülümseyerek Julia’ya döndüğü sırada Mr. Crawford’ın o anlamlı bakışlarını görmek, Julia’nın kahkahalarını işitmek sinirlerini bozuyor, kendisine hâkim olmakta güçlük çekiyordu. Arada bir onlara dönen Julia’nın yüzünde güller açıyor, coşkuyla konuşuyordu. Oturduğu yerden manzaranın ne kadar harika göründüğünü anlatıyor, “Keşke siz de görebilseydiniz.” diyordu. Ancak yerini kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Sadece bir kez, tepeyi tırmandıkları sırada Miss Crawford’a yer değiştirme teklifinde bulundu. Pek de samimi olmadığı, sözlerinden de anlaşılıyordu: “Buradan kırlar çok güzel görünüyor. Keşke burada otursaydınız da görseydiniz. Ama sanırım oturmak istemezsiniz. Ben de ısrar etmeyeceğim.” Daha Miss Crawford cevap vermeye fırsat bulamadan tekrar hızlanmışlardı ve yer değiştirme imkânı ortadan kalkmıştı.
Sotherton’a yaklaşınca Miss Bertram daha da keyiflendi. Kendisi bir Bertram’dı ama aynı zamanda müstakbel bir Rushworth’tü ve Sotherton’a yaklaştıkça Rushworth kimliği daha ağır basmaya başlıyordu. Mr. Rushworth’ün sahip oldukları, kendisinin de sayılırdı. Miss Crawford’a, gördükleri korulukların Sotherton Malikânesi’ne ait olduğunu, yolun her iki yanındaki arazilerin Mr. Rushworth’ün olduğunu gururla anlatıyordu. Yargıçlık unvanına da sahip bu köklü ailenin yaşadığı malikâneye yaklaştıkça Miss Bertram’ın gururu daha da artıyordu.
“Artık bozuk yollar bitti Miss Crawford. Bundan sonra rahatız. Bu yol, Mr. Rushworth malikâneye yerleştikten sonra yaptırılmış. Buradan itibaren köy başlıyor. Şu evlerin hâli gerçekten utanç verici! Şu kilisenin kulesi güzelliğiyle nam salmıştır. Bu tür yerlerde kiliseler malikâneye yakın yapılır. Neyse ki burası öyle değil. Çan seslerine katlanmak zor olurdu doğrusu… Şurası da papaz evi… Derli toplu bir bina… Duyduğum kadarıyla papaz da eşi de pek düzgün insanlarmış. Şu düşkünler evi de aile tarafından yaptırılmış. Sağ tarafta kâhyanın evi var. O da pek efendi biri. Malikânenin kapısına yaklaştık. Ancak buradan malikâneye kadar, park boyunca, daha bir kilometreye yakın yolumuz var. Parkın bu tarafı çok kötü görünmüyor. Ağaçlar çok güzel. Ancak evin konumu felaket… Yokuş aşağı bir kilometre kadar inmemiz gerekiyor. Bence yazık olmuş. Daha düzgün bir yere yapılmış olsaydı, bu kadar çirkin görünmezdi.”
Miss Crawford, sürekli hayranlığını dile getiriyordu. Miss Bertram’ın neler hissettiğini tahmin ediyor ve kendisini daha da iyi hissetmesi için elinden geleni yapmaya çabalıyordu. Keyfi yerinde olan Mrs. Norris de övgüler düzüyordu. Fanny bile duyduğu hayranlığı dile getirdi. Fanny’den böyle sözler duymak, Miss Bertram’ın pek hoşuna gitmişti. Fanny gözlerini dört açmış, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışıyordu. Uzun arayışlardan sonra görebildiği ev hakkındaki yorumu, “İnsanda saygı uyandırıyor.” oldu. Ardından da “Şu sözünü ettiğiniz ağaçlıklı yol nerede?” diye sordu, “Anladığım kadarıyla bina doğuya bakıyor. Dolayısıyla ağaçlıklı yol evin arkasında olmalı. Mr. Rushworth batı yakasında olduğunu söylemişti.”
“Evet, tam arkasında… Evin biraz ilerisinden başlıyor, yaklaşık bir kilometre kadar uzanıyor ve parkın sınırında sona eriyor. Buradan bir parçasını görebilirsin. Şu ilerideki meşe ağaçlarının arasından…”
Miss Bertram, Sotherton hakkındaki her şeyi biliyormuşçasına konuşuyordu. Oysa Mr. Rushworth fikrini sorduğu sırada hiçbir şey bilmediğini söylemişti. Malikânenin girişindeki geniş taş merdivenlere ulaştıklarında Miss Bertram’ın gururu ve mutluluğu doruğa ulaşmıştı.

9
Mr. Rushworth sevgilisini karşılamak üzere kapıda bekliyordu. Tüm konuklarını özenle buyur etti. Konuklar oturma odasında, Mr. Rushworth’ün annesi tarafından da aynı içtenlikle karşılandı. Tabii Miss Bertram her ikisinden de kendisini çok mutlu eden özel bir ilgi gördü. Karşılama merasiminin ardından sıra yemeğe geldi. Kapılar ardına dek açıldı ve ara salonlardan geçerek, kendilerini bekleyen birbirinden güzel yemeklerle donatılmış yemek odasına geçtiler. Bol bol yediler, bolca sohbet ettiler. Herkesin keyfi yerindeydi. Yemekte asıl gündem maddelerini de ele aldılar. Mr. Crawford parkı nasıl gezmeyi, incelemeyi tercih ederdi? Mr. Rushworth küçük faytonu kullanabileceklerini söyledi. Mr. Crawford, iki kişiden fazlasını alabilecek bir arabanın daha iyi olabileceğini belirtti. Belki pek rahat etmezlerdi ancak en azından bu sayede diğerlerinin fikirlerinden mahrum kalmazlardı.
Bunun üzerine Mrs. Rushworth gezinti arabasını da alabileceklerini söyledi. Ancak bu öneri kimsenin hoşuna gitmedi. Genç hanımefendilerin rahatsızlığı, yüzlerinde en ufak bir gülümsemenin belirmemesinden, ağızlarından onaylayıcı tek bir söz çıkmamasından belliydi. Mrs. Rushworth’ün, çoğu ilk kez gelen konuklarına evi gezdirme önerisi çok daha fazla kabul gördü. Miss Bertram evin ihtişamıyla hava atabileceği için, diğerleri ise oyalanacak bir şeyler buldukları için mutluydu.
Hep birlikte ayağa kalktılar. Mrs. Rushworth’ün rehberliğinde, hepsi birbirinden geniş bir dizi odayı gezdiler. Odalar yarım yüzyıl öncesinin modasına göre dekore edilmişti. Döşemeler, masif maun mobilyalar, damaskolar, mermerler, yaldızlar ve oymaların hepsi birbirinden kaliteliydi. Duvarlar tablolarla doluydu. İçlerinde birkaç güzel resim vardı ancak çoğunluğunu, Mrs. Rushworth dışında kimsenin tanımadığı aile büyüklerinin portreleri oluşturuyordu. Mrs. Rushworth, kâhyadan kimin kim olduğunu öğrenebilene dek akla karayı seçmişti. Ancak şu an ev hakkında en az kâhya kadar bilgi sahibiydi.
Mrs. Rushworth daha çok Miss Crawford ve Fanny’ye anlatıyordu. Ancak bu ikilinin ilgi düzeyleri arasında dağlar kadar fark vardı. Bugüne dek sayısız konak görmüş olan ve böyle şeylere pek ilgi duymayan Miss Crawford kibarlığından dinlermiş gibi yapıyordu. Fanny açısından ise her şey yeni ve ilginçti. Mrs. Rushworth’ün ailesinin geçmişi ile ilgili anlattıklarını, ailenin yükselişini ve ihtişamını, kraliyet ailesine yaptıkları ziyaretleri, kraliyet nezdindeki hizmetlerini cankulağıyla dinliyor, bildiği tarihsel olaylarla bir bağ kurabildiğinde seviniyor, geçmişi gözünde canlandırmaya çabalıyordu.
Binanın konumu nedeniyle odaların hiçbirinin güzel bir manzarası yoktu. Fanny ve diğerleri Mrs. Rushworth’ü dinlediği sırada Henry Crawford düşünceli bir şekilde pencereden dışarı bakıyor, başını iki yana sallıyordu. Batı yakasındaki odaların tamamı bahçeye ve demir parmaklıkların ardındaki ağaçlıklı yola bakıyordu.
Pencere vergisini arttırmaktan ve hizmetçilere iş çıkarmaktan başka bir işe yaramayan bir yığın odayı gezmelerinin ardından, Mrs. Rushworth, “Şimdi…” dedi, “Şapele geçiyoruz. Aslında buraya yukarıdan girip tepeden bakmamız gerekir. Ancak dostlar arasında olduğumuza göre, izninizle sizi şuradan içeri alacağım.”
Hep birlikte içeri girdiler. Fanny buranın çok daha görkemli olacağını düşünmüştü. Ancak dikdörtgen biçimli, uzun, sırf ibadet amacıyla döşenmiş bir yerle karşılaştı. Yukarıdaki aile galerisinin pervazındaki kırmızı kadife minderler ve dört bir yandaki maunlar haricinde gayet ağırbaşlı bir yerdi. Edmund’a, “Hayal kırıklığına uğradım.” diye fısıldadı, “Hayalimdeki şapel böyle değildi. İnsanı korkutan, hüzünlendiren, başını döndüren bir şey yok. Ne bir koridor var, ne bir kemer, ne bir yazıt, ne de sancak… Ne ‘cennet rüzgârlarıyla dalgalanan’ sancaklar var ne de ‘Burada Bir İskoç Hükümdarı Yatıyor’ tabelası.”
“Buranın, manastırların ve şatoların şapellerine oranla çok daha yeni olduğunu ve çok daha sınırlı bir amaç doğrultusunda inşa edildiğini unutuyorsun kuzen. Tamamen ailenin şahsi kullanımı için inşa edilmiş. Sanıyorum cenazeler köydeki kilisededir. Sancak ve yazıtlar için de oraya bakman gerekir.”
“Ne kadar da aptalım! Bu hiç aklıma gelmemişti. Yine de hayal kırıklığına uğradım…”
Mrs. Rushworth anlatmaya başladı: “Bu şapel, gördüğünüz gibi II. James döneminde dekore edilmiş. Anladığım kadarıyla bölmeler önceden tahta kaplamaymış. Kürsüdeki ve aile galerisindeki minderlerin mor kumaştan yapıldığına dair ipuçları olmakla birlikte, bu konuda kesin bilgi yok. Çok güzel bir şapel… Eskiden her sabah ve her akşam kullanılırmış. Aile papazının okuduğu dualar hâlâ pek çok kişinin hafızasında. Ancak merhum Mr. Rushworth bu geleneği sona erdirdi.”
Miss Crawford, Edmund’a bakarak gülümsedi ve “Her nesil bir öncekinden daha ileri görüşlü oluyor.” dedi.
Mrs. Rushworth aynı şeyleri Mr. Crawford’a anlattığı sırada Edmund, Fanny ve Miss Crawford başka bir köşede kümelenmişti.
“Bu geleneği sürdürmemeleri çok üzücü!” diye haykırdı Fanny, “Oysa geçmişin değerli bir parçasıymış. Bence bir şapel ve aile papazı gerçek bir konağın olmazsa olmaz bir parçası! Bütün hane halkının dua etmek için bir araya gelmesi güzel bir şey!”
Miss Crawford gülerek, “Ne demezsin!” dedi, “Zavallı hizmetçileri ve uşakları; işlerini güçlerini bırakarak, günde iki kere zorla toplamak, kaçmak için bahaneler bulmaya mecbur bırakmak, aile reisinin hoşuna gidiyordu herhâlde!”
“Fanny’nin hane halkının bir araya gelmesinden bunu anladığını sanmıyorum.” dedi Edmund, “Aile reisi ve hanımefendi bizzat katılmadığı sürece bu gelenek yarardan çok zarar getirir.”
“Ne olursa olsun, bu gibi konularda herkes özgür bırakılmalı. Kim, nasıl istiyorsa öyle davranmalı. Ne zaman ve ne şekilde ibadet edeceğine herkes kendisi karar vermeli. Kiliseye gitme mecburiyeti, resmiyet, kısıtlamalar, uzun uzun ayinler, katlanılır şeyler değil. Burada diz çöken saygıdeğer insanlar, günün birinde insanların baş ağrılarıyla uyandıklarında on dakika daha kestirebildiklerini ve bu yüzden ayıplanmadıklarını görebilselerdi, mutluluk ve kıskançlıktan yerlerinden sıçrarlardı. Rushworth Konağı’ndaki hanımefendilerin istemeye istemeye şapele giderken neler hissettiklerini düşünsenize! Genç Mrs. Eleanor’lar, Mrs. Bridget’ler görünüşte saygılı bir edayla ibadetlerini ediyorlardı ancak akıllarından kim bilir neler geçiyordu. Hele zavallı papaz yüzüne bakılacak bir tip değilse hayal kurmasınlar da ne yapsınlar? Tahminimce de o dönemlerde papazlar bugünkünden de kılıksızdı!”
Bir süre kimse bir şey demedi. Yüzü kızaran Fanny, Edmund’a bakıyordu. Konuşamayacak kadar sinirlenmişti. Edmund bir süre düşündükten sonra, “Korkarım ki sizin bu neşeli ruhunuz, önemli konularda bile ciddi olmanıza engel teşkil ediyor. Çok eğlenceli bir tablo çizdiniz. Komik olduğu inkâr edilemez. Zaman zaman hepimiz dikkatimizi bir şeylere vermekte güçlük çekeriz. Ancak bu kusur sürekli bir hâl aldıysa, ihmal yüzünden alışkanlığa dönüşmüş demektir. Böyle bir insanın ibadetinden bir şey beklenmez. Sizce bir şapelde sıkılan, hayallere dalan bir insanın, kendi odasındayken kafasını toplaması mümkün müdür?”
“Evet, çok daha mümkündür. En azından iki açıdan avantajlı olacaktır. Hem dikkatini dağıtacak şeyler az olur hem de o kadar uzun süre kalma mecburiyeti yoktur.”
“Şapelde bile dikkatini toplamaya çabalamayan bir insan, başka yerlerde de dikkatini dağıtacak şeyler bulacaktır. Kilisenin etkisi ve diğer insanların varlığı, insanın kafasını toplamasına yardımcı olur. Tabii ayinin uzaması hâlinde insanın dikkatini verebilmesinin güçleşeceğini kabul etmek durumundayım. Oxford’u bitireli çok olmadı. Şapel ayinlerinin ne kadar uzun sürdüğünü hâlâ unutmuş değilim.”
Üçü bunları konuştuğu sırada, diğerleri şapelin içerisinde dört bir yana dağılmıştı. Julia, kız kardeşini işaret ederek Mr. Crawford’a, “Mr. Rushworth ve Maria’ya baksanıza! Nikâhları kıyılıyor sanırsınız. Sizce de öyle değil mi?”
Mr. Crawford onaylar şekilde gülümsedi. Maria’ya yaklaşarak, sadece onun duyabileceği bir sesle, “Miss Bertram’ın sunağa bu kadar yakın olduğunu görmek hoşuma gitmiyor.” dedi.
Şaşıran genç kız gayriihtiyari şekilde bir iki adım attı. Sonrasında kendisini toparlayarak, yapmacık bir şekilde güldü ve yüksek sesle, “Beni damada siz teslim eder miydiniz?” diye sordu.
Anlamlı bir bakışla, “Korkarım ki bunu istemeye istemeye yapardım.” diye cevapladı.
Yanlarına gelen Julia da şakalaşmalara katıldı: “İnanın bana, nikâhı hemen kıyamamamız çok üzücü! Evraklar tamam olsaydı hazır bir aradayken nikâhı kıyıverirdik. Ne de güzel olurdu!” Julia’nın kahkahaları ve temkinsiz bir şekilde söylediği bu sözler Mr. Rushworth ve annesinin kulağına kadar geldi. Bunun üzerine Mr. Rushworth, sevgilisinin kulağına aşk sözleri fısıldamaya başlarken, Mrs. Rushworth de gülümseyerek, ağırbaşlı bir edayla, ne zaman olursa olsun, bu evliliğin kendisini çok mutlu edeceğini söyledi.
Julia, Miss Crawford ve Fanny’nin yanındaki Edmund’a doğru koşarken, “Keşke Edmund papazlık yapmaya başlamış olsaydı!” diye bağırdı, “Sevgili Edmund, göreve başlamış olsaydın, hemen şimdi nikâhı kıyabilirdin. Henüz yetkin olmaması çok kötü! Mr. Rushworth ve Maria dünden hazır!”
Bir yabancı, Julia’nın sözlerini duyan Miss Crawford’ın yüzünün aldığı hâli görse gülmemek için kendini zor tutardı. Miss Crawford duydukları karşısında şaşkınlıktan donakalmıştı. Fanny, Miss Crawford’ın hâline acıdı. Az önce söylediği sözlerden dolayı üzülmüş olsa gerek, diye düşündü.
“Papazlık mı?” diye sordu Miss Crawford, “Ne yani, papaz mı olacaksınız?”
“Evet, babamın dönüşünün ardından papaz olarak atanacağım. Sanırım Noel’de göreve başlarım.”
Miss Crawford kendisini toparlayarak, “Bilseydim, papazlar hakkında bu kadar saygısızca konuşmazdım.” diyerek konuyu değiştirdi.
Bir süre sonra şapel, her zamanki sessizliğine ve dinginliğine terk edildi. İlk çıkan, kız kardeşinin tavırlarından rahatsız olan Miss Bertram oldu. Diğerleri de burada yeterince oyalandıkları düşüncesindeydi.
Binanın alt katını baştan aşağı gezmişlerdi. En ufak bir yorgunluk belirtisi göstermeyen Mrs. Rushworth, konuklarına üst kattaki odaları göstermek üzere ana merdivenlerden yukarı çıkmak üzereyken, oğlu kendisini durdurarak buna zaman kalmadığını söyledi.
“Çünkü…” dedi, gayet mantıklı bir şekilde, “Evde çok zaman harcadık. Dışarıdaki işlerimize zaman kalmayacak. Saat ikiyi geçiyor. Beşte de yemeğe oturacağız.”
Mrs. Rushworth’ün bu sözlere hak vermesinin ardından, bahçenin nasıl inceleneceği, kimin nasıl gideceği tartışmaları yeniden alevlendi. Mrs. Norris, arabaların ve atların en verimli şekilde nasıl kullanılabileceğine dair düzenlemelere başladığı sırada, gençler bahçeye açılan kapıyı görerek, biraz hava almak ve rahatlamak için kendilerini dışarı attılar.
Gençlerin sıkıldığının farkına varan Mrs. Rushworth, onların ardından bahçeye çıkarak, “Dilerseniz buradan başlayalım.” dedi, “Burada çiçeklerimiz var, şurada da sülünlerimiz.”
Mr. Crawford, çevresine bakınarak, “Acaba…” dedi, “Uzaklara gitmeden burada yapacak bir şey bulabilir miyiz? Duvarlar epey ilgi çekici. Mr. Rushworth, bahçede oturup konuşalım mı?”
Mrs. Rushworth oğluna seslendi: “James, konuklarımız ormanı görmek isteyebilir. Bertram kardeşler ormanı görmemişti.”
Kimseden bir itiraz gelmedi ancak kimsenin de harekete geçmeye niyeti yok gibiydi. Çiçekler ve sülünler çok ilgilerini çekmişti. Hepsi neşeyle bir yana dağılmıştı. İlk harekete geçen, binanın bu tarafında neler yapılabileceğini incelemeye başlayan Mr. Crawford oldu. İki yanı yüksek duvarlarla çevrelenen çimenlik ve çiçek bahçesinin yanı sıra bir dokuz kuka sahası ve sahanın arka tarafında, az ileride başlayan ormana bakan, demir parmaklıklı, uzun bir teras vardı. Sorunları tespit edebilmek için çok uygun bir yerdi. Mr. Crawford’ın ardından Miss Bertram ve Mr. Rushworth o tarafa doğru yürümeye başladı. Bir süre sonra diğerleri de onları takip etti. Edmund, Miss Crawford ve Fanny terasa ulaştıklarında, Mr. Crawford, Miss Bertram ve Mr. Rushworth’ü, yapılabileceklere dair derin bir tartışmanın ortasında buldular. Bu tartışmaya kısa bir süreliğine katılan üçlü, onları kendi hâllerine bırakarak yollarına devam etti. Diğer üç kişi, yani Mrs. Rushworth, Mrs. Norris ve Julia ise epey geride kalmıştı. Bu ziyaretten giderek sıkılmaya başlayan Julia, Mrs. Rushworth’e eşlik etmeye, sabırsız ayaklarını onun ağır adımlarına uydurmaya mecbur kalmıştı. Teyzesi ise sülünleri beslemek üzere dışarı çıkan kâhya ile dedikoduya dalmıştı. Dokuz kişi arasında bahtına düşenden memnun olmayan tek kişi olan zavallı Julia’nın faytondaki halinden eser yoktu. Âdeta işlediği günahın bedelini ödüyordu.
Aldığı terbiye nedeniyle yaşlı kadını bırakıp gidemiyordu. Bununla birlikte, kendine hâkim olmak, başkalarını da dikkate almak, kendini tanımak ve hislerini anlamak gibi meziyetlerden yoksundu. Bu yüzden de şu an çok mutsuzdu.
Miss Crawford, terasta attıkları turun ardından ormana açılan kapıya doğru döndükleri sırada, “Bu sıcağa dayanılmaz.” dedi, “Biraz ferahlamaya itirazı olan var mı? Şurada ne güzel bir orman var. Keşke o tarafa geçebilsek! Keşke şu kapılar kilitli olmasa! Fakat elbette ki kilitli, zira böyle büyük yerlerde sadece bahçıvanlar dilediği yere gidebilir.”
Ancak kapı kilitli değildi. Üçü birden neşe içerisinde kapıdan çıkarak kavurucu güneşten kaçmaya karar verdi.
Uzunca bir merdivenden indiklerinde kendilerini ormanın içinde buldular. İki dekar genişliğinde, ağırlıklı olarak karaçam ve defne ağaçlarının, budanmış kayınların düzenli bir şekilde dikili olduğu orman, terasa ve dokuz kuka sahasına oranla çok daha serindi. Ferahlamışlardı. Bir süre yürüyerek manzarayı seyrettiler. En sonunda, verdikleri kısa molanın ardından Miss Crawford, “Demek papaz olacaksınız Mr. Bertram.” diyerek söze girdi, “Çok şaşırdım!”
“Neden şaşırdınız ki? Bir mesleğim olduğunun farkına varmış, avukat, asker veya denizci olmadığımı tahmin etmiş olmalısınız.”
“Çok doğru. Ancak sözün kısası, papaz olacağınız aklıma gelmedi. Hem bilirsiniz, genelde küçük erkek kardeşe servet bırakan bir amca veya dede vardır her zaman.”
“Bu çok takdire şayan bir uygulama.” dedi Edmund, “Ancak her zaman geçerli değil. Ben de bu istisnalardan biriyim ve bir istisna olarak kendi adıma bir şeyler yapmam gerekiyor.”
“Peki ama neden papaz olacaksınız ki? Yani önünüzde bir yığın seçenek dururken…”
“Sizce asla kiliseyi seçen çıkmaz mı?”
“Asla, çok ağır bir söz… Ancak evet, pek sık değil anlamında kullanırsak asla çıkmayacağını düşünüyorum. İnsan kilisede ne yapar ki? Erkek dediğin kendini göstermek ister ve bir şekilde bunun yolunu da bulur. Ancak kilisede böyle bir şey mümkün değil. Din adamı dediğin bir hiçtir!”
“Umarım bu ‘hiç’ sözünü de ‘asla’ gibi bildiğimizden farklı bir anlamda kullanıyorsunuzdur. Bir din adamı pek popüler olamaz elbette. Birliklere önderlik edemez, kıyafetlerinin tonunu belirleyemez. Ancak yine de insanlık açısından, hem bireysel hem de toplumsal olarak, hem bu dünyada hem de öteki dünyada büyük önem taşıyan bir konuda söz sahibi olan; dinin, ahlakın ve bunların etkisiyle ortaya çıkan davranışların koruyuculuğunu yapan birisinden, ‘hiç’ diye söz etmezdim. Bu göreve kimse ‘hiç’ diyemez. Eğer bu görevi yürüten kişi bir hiçse, bu, görevini ihmal ettiği, önemini anlayamadığı, görevini bir yana bırakarak dalmaması gereken âlemlere daldığı içindir.”
“Din adamlarına, şimdiye dek duymaya alıştıklarımızdan, benim aklımın alabileceğinden çok daha fazla anlam yüklediniz. Toplum üzerinde bu önemi ve etkiyi maalesef görmek pek mümkün değil. Zaten insanların arasına kırk yılda bir çıkıyorlar. Vaazın dinlemeye değer olduğunu, vaizin James Blair kadar duyarlı olduğunu farz etsek dahi haftada iki vaaz bu sözünü ettiğiniz değerleri ortaya çıkarmaya yeter mi? Cemaatin haftanın geri kalan kısmındaki davranış ve düşüncelerini nasıl yönlendirecekler? İnsanların din adamlarını kürsü dışında bir yerde gördüğü yok ki!”
“Siz Londra’dan söz ediyorsunuz, ben ülkenin genelinden.”
“Bence metropoller ülkenin genelini yansıtır.”
“Kraliyetin genelindeki iyilik ve kötülüklerin oranını yansıtmıyordur umarım. Erdemimizi büyük şehirlere bakarak ölçemeyiz. Hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, saygın insanların iyi şeyler yapabileceği, din adamlarının etkisinin hissedilebileceği yerler değildir büyük şehirler. İyi bir vaizin takipçileri, sevenleri olur. Ancak iyi bir papazın cemaatine ve çevresine yararlı olabilmesinin tek yolu, iyi vaaz vermek değildir. Tabii bunun için cemaatin de küçük olması gerekir ki papazın karakterini tanıyabilsin, davranışlarına şahit olabilsin. Londra’da böyle bir şey söz konusu olamaz. Büyük kentlerde din adamları kalabalıkta kaybolup gidiyor. Çoğu kişi onları sadece vaiz olarak biliyor. Toplumu etkileme meselesine gelince… Miss Crawford’ın beni yanlış anlamasını, din adamlarının görgü kurallarını yönlendirdiğini, toplumun âdetlerini belirlediğini düşündüğümü sanmasını istemem. Din adamlarının görevi, ilkeleri anlatmak ve insanların benimsemesine çabalamaktır. Örneklerine her yerde rastlayabileceğiniz gibi din adamları bu ilkeleri benimsemezse, ulusun geri kalanının benimsemesi beklenemez.
Fanny büyük bir içtenlikle, “Elbette!” dedi.
Miss Crawford, “Görüyoruz ki…” diye atıldı, “Miss Price’ı çoktan ikna etmişsiniz.”
“Keşke Miss Crawford’ı da ikna edebilsem…”
“Bunu yapabileceğinizi hiç sanmıyorum.” dedi muzip bir gülümsemeyle, “Şu anda da en az papaz olarak göreve başlayacağınızı öğrendiğim zamanki kadar şaşkınım. Siz çok daha fazlasına layıksınız. Sözümü dinleyin ve fikrinizi değiştirin. Henüz çok geç sayılmaz, hukuk okuyun.”
“Hukuk okuyun! Bunu ‘Hadi ormana gidelim!’ der gibi rahatlıkla söylüyorsunuz.”
“Şimdi bana hukukun ormandan daha vahşi olduğunu söyleyeceksiniz. Neyse ki elimi çabuk tuttum da buna mahal vermedim.”
“Espri yapmamı engelleme telaşına düşmenize hiç gerek yok. Yapı icabı pek esprili biri değilimdir. Yalın, düz bir insanımdır. Espri yapmaya uğraşsam da beceremem.”
Üzerlerine bir sessizlik çöktü. Üçü de düşünceli görünüyordu. Sessizliği bozan Fanny oldu. “Şu güzel ormanda yürümenin insanı yormaması gerekir ancak ben yoruldum. Oturacak bir yer bulduğumuzda, sizin için de uygunsa biraz dinlenelim isterim.”
Edmund, Fanny’nin koluna girerek, “Sevgili Fanny…” dedi, “Ne kadar da düşüncesizim! Umarım çok bitkin düşmemişsindir. Belki de…” Miss Crawford’a dönerek sözüne devam etti: “Diğer arkadaşım da koluma girerek beni şereflendirir.”
Miss Crawford, “Teşekkür ederim ancak ben hiç yorgun değilim.” dedi ama yine de Edmund’ın koluna girdi. Edmund, Miss Crawford’ın bu hareketinin verdiği sevinç ve ilk kez bu kadar yakınlaşmış olmanın heyecanıyla Fanny’yi unutuverdi. “Koluma girdiniz ancak böyle bir faydası olmaz ki! Parmağınızın ucuyla dokunuyorsunuz âdeta. Bir kadının kolunun ağırlığıyla bir erkeğinki ne kadar farklı… Oxford yıllarından arkadaşlarımın koluma girmesine alışkınım. Onların yanında siz tüy gibi hafif kalıyorsunuz.”
“Gerçekten de hiç yorgun değilim. Oysa ormanın içinde neredeyse iki kilometredir yürüyoruz. Sizce de o kadar olmuştur, değil mi?”
Edmund kendinden emin bir tavırla, “Bir kilometre bile olmadı daha.” diye cevapladı. Henüz mesafeleri ve zamanı kadınlara özgü kural tanımazlıkla ölçecek kadar âşık değildi.
“Ne kadar dolaştığımızın farkında değilsiniz. Dolana dolana geldik. Orman bir uçtan bir uca, kuş uçuşu bir kilometre vardır. Patikadan saptıktan sonra onca yürümemize rağmen hâlâ ucuna ulaşamadık.”
“Ancak hatırlarsanız, patikadan sapmadan önce ormanı bir uçtan, ilerideki demir kapıda son bulan diğer ucuna dek görmüştük. İki yüz metreden fazla değildi.”
“Sizin metre hesabınızdan anlamam ama büyük bir orman olduğuna ve sürekli sağa sola saparak ilerlediğimize eminim. Dolayısıyla iki kilometre pek de isabetsiz bir tahmin sayılmaz.”
Edmund saatine bakarak, “Yola çıkalı on beş dakika olmuş.” dedi, “Sizin hesabınızla saatte yedi kilometre yürüyebilmemiz gerekir.”
“Bana saatinizle saldırmayın! Saat dediğiniz şey her zaman için ya ileri gider ya da geri kalır. Saate göre hareket edecek değilim!”
Biraz daha ilerleyince, az önce sözünü ettikleri yolun ucuna ulaştılar. Bir hendeğin kıyısındaki kuytulukta parka tepeden bakan geniş bir bank olduğunu görerek hep birlikte oturdular.
Edmund, Fanny’ye bakarak, “Korkarım çok bitkin düştün Fanny.” dedi, “Keşke daha önce söyleseydin. Yorulursan gezmenin ne eğlencesi kalır ki? Miss Crawford, ata binmek dışında her türlü egzersiz Fanny’yi hemencecik yoruyor.”
“Ne kadar kötüsünüz! Bunu bile bile geçen hafta boyunca Fanny’nin atını tekelime almama izin verdiniz! Sizden de kendimden de utanıyorum. Ama söz veriyorum, bir daha olmayacak.”
“Bu kadar düşünceli olmanız, ihmalkârlığımdan dolayı kendime daha da fazla kızmama neden oluyor. Fanny’nin iyiliğini benden bile çok düşünüyorsunuz.”
“Neden bu kadar yorulduğunuzu şimdi anlıyorum. Bu sabah yaptıklarımız insanı elbette yorar. Bir odadan diğerine gire çıka, sürekli bir şeylere baka baka, anlamadığımız şeyleri dinleye dinleye, kimsenin umursamadığı şeyleri çok beğendiğimizi söyleye söyleye koca evi gezdik. Dünyadaki en sıkıcı şeylerden biri… Miss Price da farkında olmadan yorulmuş olsa gerek.”
“Birazdan kendime gelirim.” dedi Fanny, “Böyle güzel bir günde, gölgede oturup yeşillikleri seyretmek kadar dinlendirici bir şey yoktur.”
Miss Crawford bir süre daha oturduktan sonra ayağa kalktı, “Hareket etmeden duramıyorum.” dedi, “Hendekten yeterince baktım. Şimdi gidip aynı manzaraya bir de demir kapıdan bakacağım. Manzaraya buradaki kadar hâkim değil galiba, ama olsun…”
Edmund da ayağa kalktı, “Şimdi Miss Crawford, eğer patikadan yukarı doğru bakarsanız iki kilometre olamayacağını hatta bir kilometre bile olmadığını anlayacaksınız.”
Miss Crawford, “Uçsuz bucaksız bir yer.” dedi, “Benim gördüğüm budur.”
Edmund’ın ikna çabaları bir işe yaramadı. Miss Crawford ne hesaplamaya ne de karşılaştırmaya razı oluyordu. Sadece gülümseyerek inat etmeye devam ediyordu. Mantıklı ve tutarlı değildi ama böyle çok daha sevimliydi. Bu şekilde bir süre karşılıklı gülüp eğlendiler. Sonunda da ormanın büyüklüğünü belirlemek amacıyla çevresinde bir tur atmaya karar verdiler. Hendeğin yanından aşağıya doğru inen yoldan ormanın bir ucuna kadar gidecekler, ardından da ya sağa ya da sola dönerek birkaç dakika içerisinde tekrar buraya geleceklerdi. Fanny artık dinlendiğini söyleyerek onlarla birlikte gitmeye yeltendi ancak buna izin çıkmadı. Burada kendilerini beklemesini isteyen Edmund’a karşı koyamayarak tekrar banka oturdu. Bir yandan Edmund’ın kendisini bu kadar düşünmesine seviniyor, bir yandan da bu kadar güçsüz olmasına yanıyordu. İkili köşeyi dönene dek arkalarından baktı. Gözden kaybolmalarının ardından ayak seslerine kulak verdi. Bir süre sonra sesler de kesildi.

10
Onbeş yirmi dakika geçmişti. Hâlâ tek başına oturan Fanny, Edmund’ı, Miss Crawford’ı ve kendisini düşünüyordu. Bunca zamandır onu bir başına bırakmalarına şaşırmaya başlamıştı. Ayak seslerini veya konuşmalarını duyabilme umuduyla kulak kabarttı. Nihayetinde yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu. Ancak tam rahatladığı sırada, bunların duymak istediği sesler olmadığını fark etti. Gelenler, az önce kendilerinin indiği patikadan inmekte olan Miss Bertram, Mr. Rushworth ve Mr. Crawford’dı.
Yeni gelenlerin ilk tepkisi, “Miss Price, burada bir başınıza ne yapıyorsunuz?” oldu. Onlara olanları anlattı. Kuzeni, “Zavallı Fanny!” diye haykırdı, “Seni ne kadar yormuşlar! Keşke bizimle kalsaydın.”
Ardından Miss Bertram iki erkeğin arasına oturdu ve yapılacak düzenlemeler hakkındaki konuşmalarına kaldıkları yerden devam ettiler. Henüz bir karara varabilmiş değillerdi. Henry Crawford’ın aklında bir yığın proje vardı ve söylediği hemen her şey, ağzından çıkar çıkmaz, önce Miss Bertram, hemen ardından da Mr. Rushworth tarafından kabul görüyordu. Mr. Rushworth’ün tek görevi insanları dinlemekten ibaret gibiydi. Sadece arkadaşı Smith’in evinde gördüklerini anlatıyordu. Kendisine ait herhangi bir fikri yoktu.
Bir süre bu şekilde konuşmalarının ardından, demir kapıyı süzen Miss Bertram kapının ardındaki parka gitmeyi önerdi. Böylece farklı şeyler görebilir ve daha sağlıklı değerlendirmelerde bulunabilirlerdi. Bu fikre hepsi onay verdi. Yapılabilecek en iyi şey buydu. Başka türlü bir ilerleme kaydedemeyeceklerdi. Henry Crawford’a göre, beş yüz metre kadar ilerideki tepecik, malikânenin her tarafına hâkim bir konumdaydı. O tepeciğe gitmeleri iyi olabilirdi. Ancak kapı kilitliydi. Mr. Rushworth, “Keşke anahtarı getirseydim!..” dedi. Aslında anahtarı yanına almayı aklından geçirmişti. Bir daha asla anahtarsız çıkmama kararı aldı. Ancak bu kararı, hâlihazırdaki dertlerine derman olmayacaktı. Kapıyı açamıyorlardı. Miss Bertram’ın çıkmakta kararlı olduğunu gören Mr. Rushworth kendisini, anahtarı almak üzere eve dönmeye mecbur hissetti.
Mr. Rushworth’ün gitmesinin ardından Mr. Crawford, “Yapılabilecek en mantıklı şey buydu.” dedi, “Evden bu kadar uzaktayken hep birlikte dönmemizin bir anlamı yoktu.”
“Evet, başka seçenek yoktu. Şimdi dürüst olun, evin hâli umduğunuzdan da kötü, değil mi?”
“Hayır, tam aksine… Tahminimden daha iyi durumda… Benim zevkime uymasa da kendi tarzının iyi bir örneği. Doğrusunu isterseniz…” dedi kısık bir sesle, “Sotherton’a bir dahaki gelişimde bu kadar keyif alabileceğimi sanmıyorum. Olası değişikliklerden sonra bu kadar hoşuma gitmeyebilir.”
Utanan genç kız kısa bir sessizliğin ardından, “Siz hâlden anlayan bir insansınız. Elbette yapılanlara da bu gözle bakacaksınız. Sotherton’daki değişiklikleri başkaları beğenirse, eminim siz de beğenirsiniz.”
“Korkarım ki bazı açılardan pek de hâlden anlamıyorum. Doğrusunu isterseniz öyle olmayı isterdim. İstesem de geçmişi o kadar kolay unutamam.”
Bu sözler üzerine kısa bir sessizlik yaşandı. Sessizliği bozan yine Miss Bertram oldu: “Bu sabahki yolculuktan büyük keyif alır gibiydiniz. Eğlendiğinizi gördüğüme sevindim. Siz ve Julia yol boyu gülüşüp durdunuz.”
“Öyle mi? Sanırım öyle oldu. Ancak inanın hatırlamıyorum. Tamam! Sanırım amcamın İrlandalı uşağının komikliklerini anlatıyordum. Kız kardeşiniz gülmeyi çok seviyor.”
“Onu benden daha mı neşeli buldunuz?”
“Eğlendirmesi daha kolay diyelim.” diye cevapladı. Ardından da gülümseyerek, “Dolayısıyla da daha iyi bir yol arkadaşı. Sizi on beş kilometre boyunca İrlanda fıkralarıyla eğlendiremezdim sanırım.”
“Aslında en az Julia kadar neşeliyimdir. Ancak şu sıralar kafam çok karışık.”
“Şüphesiz… Bazı durumlarda neşeli davranmanız duyarsızlık olarak yorumlanabilir. Ancak sizin geleceğinizin ne kadar parlak olduğu düşünülürse böyle keyifsiz olmaya hakkınız yok. Önünüzde cıvıl cıvıl bir manzara uzanıyor.”
“Bunu gerçek anlamda mı yoksa mecazi anlamda mı söylüyorsunuz? Gerçek anlamda kullandığınızı farz ediyorum. Evet, parlak güneş altında patika gerçekten de cıvıl cıvıl görünüyor. Ancak maalesef demir kapı ve şu hendek beni boğuyor. Kendimi ‘Dışarı çıkamıyorum!’ diye haykıran sığırcık gibi hissediyorum.” Bu manidar sözlerin ardından kapıya doğru yürümeye başladı. Mr. Crawford da peşinden gitti. “Mr. Rushworth’ün anahtarı alıp gelmesi ne kadar uzun sürdü!”
“Ve siz hiçbir koşulda, anahtar ve Mr. Rushworth’ün izni, himayesi olmaksızın dışarı çıkamazsınız, değil mi? Oysa bence, benim de yardımımla, biraz zorlanarak da olsa kapının üzerinden atlayarak dışarı çıkabilirsiniz. Bence bunu yapabiliriz. Tabii siz de daha özgür olmayı gerçekten isterseniz ve bunu yapmanın yasak olduğunu aklınızdan çıkarabilirseniz.”
“Yasak mı? Çok saçma! Kesinlikle çıkabilirim ve çıkacağım! Zaten Mr. Rushworth her an gelebilir. Gözden ırak bir yerde olmayacağız ya!”
“Gitsek bile Miss Price kendisine bizi o tepecikteki meşelikte bulabileceğini söyleme nezaketini gösterecektir.”
Çok büyük bir hata yapmak üzere olduklarını hisseden Fanny, onları engellemesi gerektiğini düşündü. “Bir yerinizi incitebilirsiniz Miss Bertram!” diye bağırdı, “O sivri demirler bir yerinizi kesebilir, elbiseniz yırtılabilir, kayıp hendeğe düşebilirsiniz. Gitmeseniz daha iyi olacak.”
Fanny bunları söylediği sırada kuzeni çoktan karşıya geçmiş, neşeyle ve başarmanın guruyla gülümsüyordu. “Teşekkürler Fanny, ben de elbisem de gayet iyi durumdayız. Hoşça kal!”
Fanny bir kez daha tek başına kalmıştı ve bu durum hiç hoşuna gitmemişti. Gördükleri ve duyduklarına üzülmüş, Miss Bertram adına utanmış, Mr. Crawford’a çok kızmıştı. Dolambaçlı bir rota izleyerek kısa sürede gözden kayboldular. Ne bir ses duyuluyordu ne de gelen giden vardı. Tüm orman ona kalmıştı âdeta. Edmund ve Miss Crawford’ın kendisini burada unutup gitmelerinden korkmaya başlamıştı. Ancak Edmund böyle bir şey yapmazdı.
Bu nahoş düşüncelerden, birdenbire duyulan ayak sesleriyle uzaklaştı. Birileri ana yoldan aşağıya doğru hızla geliyordu. Mr. Rushworth’ün gelmekte olduğunu düşündü. Ancak gelen Julia’ydı. Terlemiş, nefes nefese kalmıştı. Fanny’yi görünce hayal kırıklığı içerisinde, “Diğerleri nerede?” diye bağırdı. “Maria ve Mr. Crawford’ın senin yanında olduğunu sanıyordum!..”
Fanny olanları anlattı.
Julia parka göz gezdirirken, “Yemin ederim, çok güzel bir numara çekmişler!” dedi, “Hiçbir yerde göremiyorum. Ancak çok uzaklaşmış olamazlar. Maria buradan çıktıysa, ben de çıkabilirim. Üstelik kimsenin yardımı olmaksızın…”
“Ama Julia, Mr. Rushworth birazdan anahtarla gelir. Mr. Rushworth’ü beklesen ya…”
“Beklemeyeceğim! Bu aileye bugünlük yeterince katlandım! O korkunç annesinden kaçmak için niye bu kadar beklediysem!.. Sen burada keyifle otururken benim neler çektiğimi bir bilsen! Emin ol, benim yerimde olsaydın sen de aynısını yapardın. Ama sen zaten ne yapar eder, böyle işlerden yırtarsın!”
Bu söylediği çok büyük bir haksızlıktı ama Fanny aldırış etmedi. Julia şu anda fena hâlde sinirlenmişti ve telaş içindeydi. Julia’nın sinirinin kolay kolay geçmeyeceğini düşünerek aldırmamaya karar verdi. Sadece Mr. Rushworth’ü görüp görmediğini sordu.
“Evet gördük. Ardından kovalayan varmış gibi koşuyordu. Bize nereye gittiğini, sizin nerede olduğunuzu söylemek için bile durmayacaktı neredeyse…”
“Boş yere bunca sıkıntıya girdi, yazık!”
“Onu Miss Maria düşünsün. Onun günahlarından dolayı kendimi cezalandıracak değilim. O sinir bozucu teyzem kâhya ile çene çalmaya dalınca annesinin yanından ayrılamadım ama en azından oğlundan kaçabilirim.”
Bu sözlerin hemen ardından, parmaklıklardan atlayarak uzaklaştı. Edmund ve Miss Crawford’ı görüp görmediğini soran Fanny’yi duymamıştı bile. Artık korkmaya başlayan Fanny, Mr. Rushworth’ü görünce biraz rahatladı. Mr. Rushworth’e çok ayıp ettiklerini düşünen Fanny, olanları anlatma görevinin kendisine kalmasından rahatsız olmuştu. Fanny elinden geldiğince yumuşatarak anlatmasına rağmen adamın bu durumdan hiç hoşlanmadığı, utancından yerin dibine geçtiği ortadaydı. Önce pek bir şey demedi. Ancak bakışları yaşadığı büyük şaşkınlığı ve sıkıntıyı anlatmaya yetmişti. Kapıya doğru yürüyerek önünde dikildi. Ne yapacağını bilemez hâldeydi.
“Benden kalmamı rica ettiler. Kuzenim Maria size haber bıraktı. Onları tepecikte bulabileceğinizi söyledi.”
“Buradan öteye gideceğimi hiç sanmıyorum!” dedi öfkeyle, “Görünürde yoklar. Ben tepeciğe varana dek onlar başka yere giderse ne olacak? Bugün yeterince yürüdüm zaten.”
Düşünceli bir ifadeyle Fanny’nin yanına oturdu.
“Çok üzgünüm…” dedi Fanny, “Büyük talihsizlik!” Bir şeyler daha söylemek istiyordu ancak ne diyeceğini bilemiyordu.
Mr. Rushworth, uzun bir sessizliğin ardından, “Beni bekleyebilirlerdi.” dedi.
“Miss Bertram, onlara yetişebileceğinizi düşündü.”
“Beklemiş olsaydı, peşinden koşmama gerek kalmazdı.”
Bu söze verecek cevabı olmayan Fanny sustu. Bir süre duraklayan Mr. Rushworth sözlerine devam etti: “Yalvarırım söyleyin Miss Price, siz de bazıları gibi Mr. Crawford’a hayran mısınız? Şahsen o adamda hiçbir şey bulamıyorum.”
“Ben de yakışıklı olduğunu düşünmüyorum.”
“Yakışıklı mı? Böyle çelimsiz birine yakışıklı denir mi? Boyu 1,70 bile yok! Hatta daha da kısadır. Bana sorarsanız, bu Crawford kardeşlerin gelişinin kimseye bir faydası dokunmadı. Onlarsız da gayet iyiydik.”
Fanny iç geçirdi. Ne cevap vereceğini bilemiyordu.
“Anahtarı alıp gelmeye nazlanmış olsaydım bu yaptıklarının bir mazereti olabilirdi. Ancak istediğini söyler söylemez koşa koşa gittim.”
“Bu davranışınız her türlü takdiri hak ediyor. Elinizden geldiğince hızlı gidip geldiğinizden de eminim. Yine de buradan eve epey bir mesafe var. Bekleyen insan için zaman geçmek bilmez. Her dakika bir saat gibi gelir.”
Mr. Rushworth ayağa kalkarak tekrar kapıya yürürdü. “Keşke gerektiği sırada anahtar yanımda olsaydı…” dedi. Fanny, adamın hâline bakıp insafa gelmeye başladığını sezdi ve bu cesaretle yeni bir girişimde bulunmaya karar verdi: “Onların yanına gitmemeniz çok kötü olacak. Parkın o tarafından malikâneyi daha iyi görebileceklerini, ne tür düzenlemeler yapılabileceğine daha rahat karar verebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak siz olmaksızın bu konuda kesin bir karara varmaları mümkün olamaz.”
Fanny, insanları kaçırmakta, yanında tutmaktan daha başarılı gibiydi. Çabaları işe yaramıştı. Mr. Rushworth, “Pekâlâ.” dedi, “Gitmemin daha iyi olacağını düşünüyorsunuz madem… Hem anahtarı da boşuna getirmemiş olurum.” Bu sözlerin ardından kapıdan çıkıp tek kelime etmeden uzaklaştı.
Fanny, uzun süredir ortalıkta görünmeyen ikili için yine meraklanmaya başladı. Giderek sabırsızlanıyordu. Nihayetinde kalkarak onları aramaya karar verdi. Aşağı doğru inen yol boyunca ilerlemeye başladı. Bir köşeyi döndüğü anda kulağına Miss Crawford’ın kahkahaları geldi. Ses giderek yaklaşıyordu. Birkaç köşeyi daha dönünce onları karşısında buldu. Fanny’den ayrıldıktan kısa süre sonra gördükleri bir kapıdan parka geçmişler ve Fanny’nin sabahtan beri görmek istediği ağaçlıklı yola gitmişlerdi. Bir ağacın altında oturmuş ve az önce tekrar ormana dönmüşlerdi. Anlattıkları buydu. Keyiflerinin yerinde olduğu ve ne kadar zamandır ortalarda olmadıklarının farkına dahi varmadıkları belliydi. Fanny’nin tek avuntusu, Edmund’ın kendisinin de yanlarında olmasını çok istediğini söylemesiydi. “Gelip seni de alacaktım ama yorgunsun diye vazgeçtim.” demişti. Ancak bu, Edmund’ın iddia ettiği gibi birkaç dakika değil, tam bir saat boyunca tek başına bırakılmasının verdiği acıyı da bunca zamandır baş başa ne yaptıklarına dair merakını da gidermeye yetmemişti. Hep birlikte eve dönmeye karar verdiklerinde, bu geziden Fanny’nin payına hayal kırıklığı ve üzüntü düşmüştü.
Terasa çıkan merdivenlere ulaştıklarında Mrs. Rushworth ve Mrs. Norris’i gördüler. İki kadın evden ayrılalı bir buçuk saat olduğu hâlde ormanı gezmeye ancak sıra gelmişti. Mrs. Norris o kadar eğleniyordu ki acele etmek aklına gelmemişti. Türlü problemlerle canları sıkılan yeğenlerinin aksine Mrs. Norris’in günü çok güzel geçmişti. Kâhya, sülünler hakkındaki övgülerinin ardından kendisini mandıraya götürmüş, ona inekleri anlatmış, meşhur krem peynirlerden ikram etmişti. Julia’nın yanlarından ayrılmasının ardından bahçıvanla tanışmış, kısa sürede kaynaşmışlardı. Mrs. Norris, bahçıvanın torununun hastalığına konulan teşhisin hatalı olduğunu fark etmiş, torununun hastalığının aslında sıtma olduğunu anlatmış, bu hastalığı iyileştirecek bir muska göndereceğine söz vermişti. Karşılığında da bahçıvan kendisine en nadide çiçeklerini göstermiş, ender bulunan bir süpürge otu hediye etmişti.
Bu karşılaşmanın ardından hep birlikte eve döndüler. Diğerleri dönene dek kanepede oturup sohbet ederek ve Quarterly Review dergisine göz atarak oyalandılar. Miss Bertram ve iki beyefendi oldukça geç bir vakitte dönebildi. Üstelik bu gezintileri hiç verimli olmamış, bir işe yaramamıştı. Söylediklerine göre sürekli birbirlerini kovalamışlar ve yolları nihayet kesiştiğinde, ne tür düzenlemeler yapacaklarını kararlaştırmak için geç kalmışlardı. Fanny, Julia ve Mr. Rushworth’e baktığında, günü kötü geçen tek kişinin kendisi olmadığını anladı. İkisi de çok düşünceli görünüyordu. Mr. Crawford ve Miss Bertram ise onların tam aksine şen şakraktı. Fanny, Mr. Crawford’ın, yemek sırasında ortamı neşelendirmek ve Julia ile Mr. Rushworth’ü sakinleştirmek için büyük çaba harcadığını fark etti.
Yemeğin hemen ardından çay ve kahve servisine geçildi. Daha gidecek on beş kilometre yolları vardı. Vakit kaybetmemeleri gerekiyordu. Araba kapıya yanaşana dek havadan sudan konuştular. Kâhyadan birkaç sülün yumurtası ve biraz krem peynir alan, Mrs. Rushworth’le uzun uzun sohbet etme fırsatı yakalayan Mrs. Norris gitmeye hazırdı. Julia’nın yanına yaklaşan Mr. Crawford, “Umarım yol arkadaşım akşam serinliğinde, açık havada gitmekten çekinerek beni terk etmez.” dedi. Bu beklenmedik teklif memnuniyetle kabul edildi. Julia’nın günü başladığı gibi bitecek gibiydi. Bambaşka şeyler bekleyen Miss Bertram bu teklif üzerine biraz hayal kırıklığına uğrasa da Mr. Crawford’ın aslında kendisini tercih ettiği düşüncesiyle avuntu buldu. Mr. Rushworth de hiç kuşkusuz, Miss Bertram’ın sürücünün yanına binmesindense faytona oturmasını tercih ederdi. Oturma düzeninden memnun görünüyordu.
Parkta ilerlemeye başladıkları sırada Mrs. Norris, “Fanny, gerçekten senin için güzel bir gün oldu.” dedi, “Baştan sona her anı keyifliydi! Ne yapıp edip senin de gelmeni sağladığımız için Bertram teyzene ve bana minnettar olmalısın. Sayemizde güzel bir gün geçirdin!”
Maria kendini tutamadı: “Bence asıl kendiniz için çalışmışsınız hanımefendi! Bakıyorum da kucağınız ganimetlerle dolu. Aramıza koyduğunuz sepet de yola çıktığımızdan beri dirseğime çarpıp duruyor!”
“Canım benim, sepette sadece ihtiyar bahçıvanın almam için ısrar ettiği küçük, güzel bir süpürge otu var. Eğer seni rahatsız ediyorsa kucağıma alabilirim. Al Fanny, sen de şu paketi tutuver. Ancak dikkat et, düşmesin! Yemekte yediğimiz o nefis krem peynirden var içinde. İyi kalpli Mrs. Whitaker, peyniri kabul edeyim diye başımın etini yedi. Almamak için direndim ancak kadının ağlamaklı hâlini görünce, ablacığım sever diye düşünerek kabul ettim. Şu Mrs. Whitaker çok değerli bir insan. Hizmetçilerin masasında şarap servisi yapılıp yapılmadığını sorduğumda çok şaşırdı. İki hizmetçiyi, sırf beyaz elbise giydiler diye işten çıkarmış! Peynire dikkat et Fanny. Ben de diğer paketlerle sepeti tutayım bari…”
Teyzesinin, Sotherton’ı bu kadar övmesi üzerine morali düzelen Maria, “Başka neler kaldırdın?” diye sordu.
“Kaldırmak mı tatlım! Mrs. Whitaker’ın zorla elime tutuşturduğu şu dört sülün yumurtasından başka bir şey yok. Kadın ‘hayır’dan anlamıyor. Yalnız yaşadığımı öğrenince, evde birkaç canlının bana eğlence olacağını söyleyerek almam için ısrar etti. Gerçekten de öyle ama… Yumurtaları sütçüye vereyim ki tavuklardan birinin kuluçkasına koysun. Yavrular sağ salim doğarsa eve getiririm. Bir de bir yerlerden kümes bulursam, yapayalnız geçen saatlerimde onlara bakıp eğlenirim en azından. Umarım annende fazladan bir kümes vardır.”
Ilık, güzel bir akşamdı. Mr. Norris’in de nihayet susmasıyla dingin doğanın ortasında sessiz sakin bir yolculuk yaptılar. Hepsinin kafası karışıktı. Günün kendilerinde mutluluk mu yoksa sıkıntı mı yarattığına karar vermeye çalışıyorlardı.

11
Yaşanan onca sıkıntıya rağmen Sotherton’da geçirdikleri gün bile Bertram kardeşleri, Antigua’dan ulaşan mektuplar kadar üzmemişti. Henry Crawford’ı düşünmek, babalarını düşünmekten daha eğlenceliydi. Bu nedenle babalarının İngiltere’ye döneceği haberini almak hiç mi hiç hoşlarına gitmemişti.
Babalarının geleceğini bildirdiği o uğursuz tarih, kasım ayıydı. Daha doğrusu, tecrübelerine dayanarak kasımda gelebileceğini tahmin ediyordu. İşleri hemen hemen bitmişti. Eylülde yola çıkabilecek gibi görünüyordu. Kasım ayı başında da sevgili ailesiyle bir arada olabilmeyi umuyordu.
Maria’nın durumu Julia’dan beterdi. Çünkü babasının dönüşü evliliğin kapıda olduğu anlamına geliyordu. Kızının mutluluğunu içtenlikle dileyen Sör Thomas’ın dönüşüyle birlikte, kendisini mutlu edeceğini sandığı insanla hayatını birleştirecekti. Ancak şu anda bu evlilikten hiç umudu yoktu. Elinden bir şey gelmiyordu. Yapabileceği tek şey, derin bir uykuya dalmak ve uyandığında bütün bunların kötü bir rüya olduğunu görmeyi ummaktı. Zaten babası kasım başında gelemezdi. Fırtına veya başka sebeplerden ötürü gemisi gecikirdi. Nereden baksanız kasım ortasını bulurdu. Yani daha üç ay vardı. Tam tamına on üç hafta. Bu on üç haftada kim bilir neler olurdu…
Sör Thomas, eve dönüşü hakkında kızlarının neler hissettiğini bilse kahrolurdu herhâlde. Dönüşünün bir başka genç kızın yüreğini heyecandan pır pır ettirdiğini öğrenmek de kendisini pek teselli edemezdi. Miss Crawford bu sevindirici haberi, ağabeyiyle birlikte Mansfield Park’a çıktığı bir akşam almıştı. Bu haber, görünüşte kendisini pek de ilgilendirmiyordu. Nezaketen insanları tebrik etmek dışında söyleyeceği pek bir şey yoktu. Oysa merakını ve heyecanını bastırabilmek için kendisini zor tutuyordu. Mrs. Norris’in, mektubun ayrıntılarından uzun uzun söz etmesinin ardından konu kapandı. Ancak çay servisinden sonra, Edmund ve Fanny ile birlikte pencereden dışarıdaki alaca karanlığı seyreden Miss Crawford, piyanonun şamdanlarını yakan Bertram kardeşler, Mr. Rushworth ve Henry Crawford’a dönerek, “Mr. Rushworth ne kadar da mutlu görünüyor!” dedi, “Kasım ayının gelmesini iple çekiyor olsa gerek.”
Bu söz üzerine Edmund da Mr. Rushworth’e döndü ancak bir şey demedi.
“Babanızın dönüşü heyecanlı olacak.”
“Gerçekten de öyle. Hem uzun hem de tehlikeli bir macera oldu.”
“Bu dönüş, başka heyecanlı olayların da müjdecisi olacak. Kız kardeşinizin evliliği ve sizin papaz olarak göreve başlamanız gibi.”
“Evet.”
“Sakın alınmayın.” dedi gülerek, “Ancak bu durum aklıma, hani yabancı diyarlarda gerçekleştirdikleri kahramanlıkların ardından eve sağ salim dönüşlerinin şerefine tanrılara kurban adayan pagan kahramanlarını getiriyor.”
Edmund, ağırbaşlı bir gülümsemeyle, “Kimsenin kurban edildiği yok.” diye karşılık verdi ve tekrar piyanoya bakarak, “Bu, kız kardeşimin kendi kararı.” diye ekledi.
“Evet, öyle olduğunu biliyorum. Sadece şaka yapıyordum. Her genç kızın yapacağını yaptı. Çok mutlu olduğundan hiç kuşkum yok. Kurbandan kastımı anlamadınız sanırım.”
“Papaz olarak göreve başlamam… Emin olun, bu da en az Maria’nın evliliği kadar iradi bir karar.”
“Sizin eğilimlerinizle babanızın imkânlarının bu kadar uyumlu olması gerçekten büyük şans… Anladığım kadarıyla yakınlardaki güzel bir köyün papazlığı sizin için bekletiliyor.”
“Ve bunun aklımı çeldiğini düşünüyorsunuz, öyle değil mi?
Fanny, “Bunun doğru olmadığına eminim!” diye haykırdı.
“Beni savunduğun için teşekkür ederim Fanny, ancak doğrusu ben aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Tam aksine, geleceğimin garanti altına alındığını bilmek aklımı çeldi. Bunda da bir yanlışlık görmüyorum. Sırf bu yüzden, istemeye istemeye papaz oluyor değilim ki… Üstelik genç yaşta, güzel bir yerde göreve başlamam beni kötü bir papaz yapmaz ya! Gayet emin ellerdeyim. Birine kanacak, peşinden koşacak türden bir insan olmamam bir yana, babam böyle bir şeye hayatta izin vermeyecek kadar vicdanlı bir insandır. Evet, aklımın çelindiği doğru, ancak bunda bir kötülük yok.”
Fanny, kısa bir süre düşündükten sonra, “Bu durum şeyden farksız…” dedi, “Bir amiralin oğlunun donanmaya katılmasından ya da bir generalin oğlunun orduya yazılmasından. Bunda kimsenin bir yanlışlık göreceğini sanmıyorum. Çevrelerinden destek görebilecekleri bir meslek seçmelerine şaşıran, samimiyetlerini sorgulayan çıkmaz.”
“Hayır, sevgili Miss Price, tabii ki çıkmaz. Bunun için de gayet haklı sebepler var. Askerlik bir erkek açısından her açıdan cazip bir meslek… Kahramanlık, tehlike, hareket, tarz… Aradığı her şey bir arada… Hem de saygın bir meslek. Bu yüzden bir erkeğin asker olmasına kimse şaşırmaz.”
“Ancak görev yeri şimdiden belli diye bir erkeğin papaz olmak istemesi kuşkuyla karşılanmalıdır, öyle mi?” dedi Edmund, “Bu kişinin sizin nazarınızda kendisini aklayabilmesi için herhangi bir gelir beklentisi ve gelecek kaygısı taşımaması mı gerekiyor?
“Geçinecek para kazanmadan papazlık yapmak mı? Bu delilik olur, kesinlikle delilik!”
“Sorabilir miyim acaba, bir erkek geleceğini garanti altına almadan papaz olmazsa kiliseler nasıl dolacak? Yok, sormayayım en iyisi. Verecek cevabınız olmayacak nasılsa. Ben sizin adınıza cevap vereyim. Sizin bakış açınızdan değerlendirildiğinde de papazlık mesleğinin avantajları yok değil. Bir papaz, kahramanlık, hareket, tarz gibi beklentilerle hareket etmediğine göre, yaptığı seçimin samimiyetinden ve iyi niyetinden kuşku duyulmaması gerekir.”
“Para kazanmak için çalışmak yerine hazıra konmayı tercih ettiği konusunda samimi olduğundan hiç şüphem yok! Bütün gün yiyip içmekten ve göbek büyütmekten başka bir şey yapmama niyetinden de şüphem olamaz! Doğrusunu isterseniz Mr. Bertram, bu tembellikten başka bir şey değildir. İnsanları papazlığa yönelten şey tembellik ve kolaycılıktır… Hırs yoksunluğudur… Hoş bir sohbetin değerini bilememek, insanlarla iyi geçinme zahmetine girmemektir… Papaz dediğin, bütün gününü gazete okuyarak, havanın nasıl olacağını düşünerek, karısıyla didişerek geçiren, pasaklı ve bencil insanın tekidir. Bütün işi yardımcısı yapsın, o da hayatını yemeğe adasın.”
“Hiç şüphesiz böyle papazlar da vardır. Ancak bu tür insanların Miss Crawford’ın genelleme yapmasını haklı gösterecek kadar çok olduğunu sanmıyorum. Korkarım ki bu genelleyici ve kusura bakmayın ama basmakalıp eleştiriler kendi görüşleriniz değil, olsa olsa çevrenizdeki ön yargılı insanlardan kaptığınız görüşlerdir. Sizin papazlar konusunda bunca bilgiye sahip olabilecek kadar gözlemde bulunduğunuzu sanmıyorum. Kendinizden bu kadar emin bir şekilde mahkûm edebileceğiniz ancak birkaç insanla karşılaşmış olabilirsiniz. Siz şu an amcanızın sofrasında konuşulanları tekrarlıyorsunuz.”
“Ben bu konudaki yaygın kanıdan söz ediyorum. Yaygın olduğuna göre demek ki doğru bir kanı. Her ne kadar din adamlarının ev hâllerine şahsen çok fazla şahit olmasam da kuşkuya yer bırakmayacak kadar çok sayıda bunları gören insan var.”
Edmund, “Hangi mezhepten olursa olsun, okumuş insanların hepsi birden, ayrım gözetilmeksizin mahkûm ediliyorsa, bu durum bir bilgi eksikliğini gösterir.” dedi ve gülümseyerek, “Veya başka bir şeyin…” diye ekledi, “Belki de amcanız ve amiral arkadaşlarının papazlar hakkındaki bilgileri, gemilerde görev yapan, başlarından atmaya gayret ettikleri papazlarla sınırlıdır.”
Fanny, konuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen, “Zavallı William!” diyerek konuşmalarını böldü, “Antwerp gemisinin papazının büyük iyiliğini görmüş.”
Miss Crawford, “Amcamdan pek etkilendiğim söylenemez.” dedi, “Bu kadar zorlamasaydınız söylemeyecektim ama hâlihazırda bir papazın, yani Dr. Grant’in konuğu olduğum düşünülürse din adamlarının nasıl insanlar olduklarını görmeme imkân bulunmadığı fikri pek doğru sayılmaz. Dr. Grant bana karşı çok kibar ve yardımsever davranıyor. Tam bir beyefendi ve saygın bir insan… Tahmin ettiğim kadarıyla akıllı, iyi bir akademisyen ve güzel vaazlar veriyor. Ancak bütün bunlara rağmen bence uyuşuk, bencil, hiçbir şeyin tadına bakmaktan geri kalmayan bir zevk düşkünü… Kimse için parmağını oynatmaz. Ama aşçı bir hata yapacak olsa hıncını mükemmel bir insan olan karısından çıkarır. Doğrusunu söylemek gerekirse Henry ve ben bu akşam kaz kızartması yüzünden hır çıkardığı için kendimizi dışarı attık. Zavallı ablam ise mecburen evde Dr. Grant’e katlanmak zorunda kaldı.”
“Doğrusu bu durumda bu kadar olumsuz düşünmenize şaşmamalı. Keyif düşkünlüğü büyük bir kusurdur. Bir de bencillikle birleşince ve üstüne ablanızın çektiği sıkıntılara şahit olmanız da eklenince çok üzülmüş olmalısınız. Fanny, Dr. Grant’in davranışının savunulacak bir yanı yok.
“Hayır.” diye cevapladı Fanny, “Mesleğinin bu işte bir ilgisi yok. Dr. Grant hangi işi yapıyor olursa olsun, aynı şekilde davranacaktı. Donanmada veya orduda görev yapıyor olsaydı emrinde fazla insan bulunacak, bu yüzden de bir din adamı olarak üzdüklerinden çok daha fazla insanı üzecekti. Dahası Dr. Grant daha hareketli, daha dünyevi bir iş yapıyor olsaydı çok daha kötü olurdu gibime geliyor. Şu anki görevi itibarıyla kendisini tanıması, kontrol edebilmesi gerekiyor. Oysa başka bir meslekte böyle bir mecburiyeti, en azından bu kadar sıklıkla hissetmeyecekti. Dr. Grant gibi akıllı bir insanın, her hafta insanlara nasıl davranmaları gerektiğini anlatırken, her pazar iki kez kiliseye giderek böyle güzel vaazlar verirken anlattıklarından kendisine dersler çıkarmamış olması düşünülemez. Kendisini sorgulamıştır herhâlde. Papazlık değil, başka bir iş yapıyor olsaydı, daha iradeli davranma gayretine girmesine bu kadar gerek kalmazdı.”
“Bu söylediklerinizin aksini ispat edemeyeceğimiz kesin. Ancak kaderinizde, iyi davranması verdiği vaazlara bağlı olan bir adamın eşi olmak yazmıyordur umarım. Zira pazartesi sabahından cumartesi gecesine dek kızarmış kaz yüzünden didiştikten sonra pazar günlerini, verdiği vaazların etkisiyle güler yüzlü geçirmesinin bir anlamı olmayacaktır.”
Edmund sevgi dolu bir ifadeyle, “Fanny’yle didişecek bir adama…” dedi, “Hiçbir vaazın kâr edeceğini sanmıyorum.”
Fanny pencereye doğru döndü. Miss Crawford, sevgi dolu bir ifadeyle, “Görünüşe göre Miss Price hak ettiği kadar övgü duymaya alışkın değil.” dedi. Tam o sırada Bertram kardeşler kendisinden şarkıya eşlik etmesini isteyince piyanonun başına geçti. Edmund, Miss Crawford’ın ardından, kendinden geçmiş bir hâlde bakakaldı. Kibarlığına, ışıltısına, zarafetine, kısacası her şeyine hayranlık duyuyordu.
Biraz sonra, “Ne kadar iyi huylu.” dedi, “Herhangi birini üzmeye kıyamayacak bir mizaç! Nasıl da güzel yürüyor! Nasıl da çağrılır çağrılmaz giderek, kolaylıkla insanların eğlencesine ortak oluveriyor!” Bir an düşündükten sonra, “Böylesine kötü ellere düşmüş olması çok üzücü!” dedi.
Kendisiyle hemfikir olan Fanny, diğerleri birazdan şarkıya başlayacak olmalarına rağmen Edmund’ın pencerenin yanında kendisiyle birlikte kalmasından, bakışlarını tıpkı kendisi gibi dışarıya, ağırbaşlı, huzur veren doğaya, bulutsuz gecenin ışıltısıyla ormanın karanlığı arasındaki hoş zıtlığa çevirmesinden hoşnuttu. “İşte uyum!” dedi, “İşte dinginlik! Hiçbir şiirin anlatamayacağı, tüm tabloları, tüm şarkıları gölgede bırakacak bir güzellik! İnsana her şeyi unutturan, kendinden geçmesine yol açan bir güzellik! Böyle akşamlarda dışarı bakınca dünyada kötülük diye, üzüntü diye bir şeyin olabileceğine inanamıyorum. Doğayla daha iç içe olsaydık, insanlar şu manzaranın tadını çıkarmaya daha fazla çabalasaydı, kötülüklerin de üzüntülerin de azalacağından eminim.”
“Seni böyle coşkulu görmek çok hoş Fanny. Gerçekten de çok güzel bir akşam. Senin gibi hissetmeyi öğrenememiş, hiç değilse çocukluğunda doğanın tadına varamamış insanlara yazık. Çok şey kaybediyorlar.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzheyn-ostin/mansfield-park-69428038/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Mansfield Park Джейн Остин

Джейн Остин

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Fanny Price, ailesinden istediği ilgiyi pek görememiş, içine kapanık, utangaç, ürkek bir kızdır. Hiçbir zaman da değişmez bu özellikleri. Fakir ailesinin küçük evinde nasıl ise evlatlık olarak gittiği zengin teyzesinin malikânesinde de hep olduğu gibidir. Gelgelelim bu özellikleri sayesinde sivrilir Fanny yeni girdiği varlıklı çevrede. Ancak kolay olmamıştır bu. Evin reisi Sör Thomas Bertram, her ne kadar anlayışlı olsa da yokluğunda bile otoritesini hissettirmektedir. Teyze Mrs. Norris işgüzar ve fırsatçıdır. Evin kızları Maria ve Julia karakter olarak kendisine oldukça zıttır. Ona destek olan tek kişi ise Edmund’dır. “Sevgili Sör Thomas, sizi gayet iyi anlıyorum. Her zamanki cömertliğinizi ve hassasiyetinizi takdir ediyorum. İnsanın, sorumluluğunu üstlendiği bir çocuğun geleceğini güvence altına almak için elinden geleni yapması gerektiği konusunda da sizinle tamamen hemfikirim. Ben de bu konuda elimden geleni yapacağım. Çocuksuz biri olarak neyim varsa kız kardeşlerimin çocuklarına kalmayacak mı? Mr. Norris’in de bu konuda bana destek olacağından eminim. Çok konuşan, fikrini açıklayan biri olmadığımı bilirsiniz. Eften püften meselelerin gözümüzü korkutmasına izin vermeyelim. Kıza iyi bir eğitim vererek sosyeteye girmesini sağlayalım. Eminim ki kimseye daha fazla yük olmadan iyi bir yuva kurabilir. Bu sayede yeğenimiz bu çevrede yaşamanın avantajlarından yararlanarak büyüyebilir. Kuzenleri kadar güzel olacağını sanmıyorum. Hatta bundan emin olduğumu bile söyleyebilirim. Yine de sosyeteye iyi koşullarda takdim edilmesi durumunda, en azından sağlam bir yuva kurma şansını yakalayabilir. Oğullarınızı düşündüğünüzü biliyorum. Ancak böyle bir şeyin gerçekleşmesinin ihtimal dâhilinde olmadığının, kardeş gibi büyüyeceklerinin farkında değil misiniz? Her şeyden önce ahlaken mümkün değil! Böyle bir şeyi ne duydum ne de gördüm!"

  • Добавить отзыв