Beyaz Diş

Beyaz Diş
Jack London
Yabanın içinden melez bir kurt olarak yaşama atılan Beyaz Diş’in, vahşilik ile evcilliğin arasında gidip gelen maceralı öyküsüne, eserde onun gözüyle dâhil olunur. Beyaz Diş, beyaz duvarı aşarak yabancı olduğu vahşi doğaya ilk adımını atar ve tecrübelerini kâh acı kâh zafer ile edinir. Ancak bu yalnız yaşantı âdemoğlunun çadırında son bulur. Beyaz Diş’in tabiriyle “insan tanrı”nın hükmüne girer ve kendisine bir yurt edinir. Burada yasalar ve görevler vardır. Henüz adapte olmuşken kıtlık aylarında yaşanan sıkıntılar onu vahşi doğasına dönmeye zorlar ve bir kez daha yalnızlığı tadar. Bir insan kadar aitlik hissine özlem duyan Beyaz Diş, sahibine özlemle koşar. Eski yaşantısında zorluklar olsa da bir yere ait olmanın verdiği güvenle burada kalmanın vazgeçilmez olduğunu kendine dikte eder. Ancak sonraki yaşantısı ona güvenden çok zulüm ve acı verir. Beyaz Diş, kahramanı ile tanışana dek mutsuz ve kederli yaşamına boyun eğer. Ancak ona gerçek bir ev sunacak asıl tanrısı sahip çıkana kadar. Müthiş içgüdüleri ve keskin zekâsı sayesinde sahibi ile sarsılmaz bir bağ kuran Beyaz Diş, bundan sonra bir kurt-köpekten çok yoldaş olmuştur, tanrıya. Sahibine ölümüne sadık olan Beyaz Diş’in adı, artık Kutsal Kurt olmuştur.Dünya, şaşırtıcı bir yerdi. İçinde hayatın kıpırdanışını hissetmek, kaslarının hareketini fark etmek, sonsuz bir mutluluk kaynağıydı. Bu artık Beyaz Diş için sonun başlangıcıydı. Nefretin hâkimiyetindeki eski hayatının sonuydu. Yeni ve anlaşılmaz bir şekilde güzel olan bir hayat yaklaşıyordu.

Jack London
Beyaz Diş

Jack London, (1876-1916) Amerikalı yazar. Beş yaşındayken kendi kendine okuma yazma öğrendi. Sekiz yaşındayken bir çiftlikte işçi olarak çalışmaya başladı. 1893 yılında Japonya yakınlarında bir tayfunu anlatan haberleriyle gazetecilik ödülünü kazandı. 1895 yılında liseye başladı. Bir yıl okuduktan sonra üniversiteye girdi fakat maddi zorluklar sebebiyle devam edemedi. Marx, Darwin, Spencer, Nietzsche’den esinlenerek kendi fikirlerini oluşturdu. 1897 yılında Alaska yakınlarında altın aramaya giden madencilere katılarak gözlemleri sonucunda ünlü romanları arasında yer alan Vahşetin Çağrısı’nı yazdı. İki evlilik yaptı. Ölüm sebebi tartışılan London’ın intihar ettiği de iddia edilmiştir.
Ünlü Eserleri: Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş, Martin Eden, Demir Ökçe, Deniz Kurdu’dur.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

1. BÖLÜM

ET İZİ
Buz tutan nehrin iki yakası karanlık ladin ağaçlarıyla kaplanmıştı. Üzerlerindeki buz tabakasını rüzgârın az önce savurduğu ağaçlar, kaybolmaya yüz tutmuş uğursuz gün ışığında birbirlerine yaslanır gibiydiler. Ağır bir sessizlik hüküm sürmekteydi bu arazide. Issız, cansız ve hareketsiz olan arazi öylesine yalnız ve soğuktu ki içinde bulunduğu ruh hâli, üzgün bile değildi. Belli belirsiz bir kahkaha var gibiydi. Ama herhangi bir hüzünden daha ürkütücü bir kahkahaydı bu. Bir sfenksin, neşesiz gülümsemesi gibi bir kahkaha, buz gibi soğuk bir kahkaha, yenilgiyi kabullenmenin getirdiği keder gibi bir kahkaha…
Sonsuzluğun hünerli ve anlaşılmaz bilgeliğinin, hayatın anlamsız oluşuna ve hayat için çabalamanın gereksizliğine gülmesiydi bu. Kuzeyin yabani ve buz gibi vahşetiydi bu.
Ama yine de hayat vardı bu yabancı topraklarda. Meydan okuyan bir hayat… Kurdu andıran bir köpek sürüsü, donmuş nehrin yatağı boyunca güç bela ilerlemekteydi. Kürkleri donla kaplıydı. Nefesleri, ağızlarından çıkar çıkmaz donuyor, buz kristallerine dönüşerek kürklerine yapışıyordu. Deri bir koşum takımı ile bir kızağa koşulmuşlardı. Bütün yüzeyi kar üzerinde ilerleyen ayaksız kızak sağlam ağaç kabuklarından yapılmıştı. Kızağın ön kısmı, önündeki karları kenara savuracak şekilde havaya kalkıktı. İnce uzun bir kutu kızağa sıkıca kayışlarla bağlanmıştı. Bir de başka şeyler vardı. Battaniyeler, bir balta, kahve demliği ve tava… Ancak asıl alanı ince uzun kutu işgal etmekteydi.
Geniş kar ayakkabıları giyen bir adam, köpeklerin önünde mücadele ederek ilerliyordu. Kızağın arkasında ise ikinci bir adam vardı. Tabutta ise mücadelesi sona ermiş üçüncü bir adam yatıyordu. Yabani kuzeyin yendiği ve bir daha hareket edip mücadele edemeyecek hâle getirene kadar darbe vurduğu bir adamdı bu. Yabani kuzey hareketi sevmezdi. Hayat ona hakaret gibi gelirdi. Çünkü hayat bu demekti. Yaban, bunu yok etmek isterdi. Denize akmasını engellemek için suyu dondurur, ağaçların öz suyunu kurutup kalplerine kadar dondururdu. Ne var ki yabanın yaptığı en gaddar ve korkunç şey insanoğlunu ezip itaate mecbur bırakmaktı. Yaşayanlar içinde en hareketli olanı insandı çünkü. Her hareketin en nihayetinde sona ereceği hükmüne sürekli başkaldırırdı.
Fakat kızağın arkasında ve önünde inatla ve güç bela ilerleyen iki adam henüz ölmemişlerdi. Vücutları kürkle ve yumuşak derilerle kuşatılmıştı. Kirpikleri, yanakları ve dudakları donan nefeslerinin oluşturduğu kristallerle öylesine kaplanmıştı ki yüzlerini ayırt etmek mümkün değildi. Hayalet maskesi takmış gibi bir görüntüleri vardı. Doğadışı bir âlemde bir hayaletin cenaze kaldırıcısı gibiydiler. Ama bütün bunların dışında onlar hâlâ insandı. Issızlığın, alaycılığın ve sessizliğin diyarına giriyorlardı. Muazzam bir maceraya dalan cılız macera adamlarıydılar. Uzay boşluğu misali hayatsız ve yabancı bir güce sahip bu âleme meydan okurcasına ilerliyorlardı.
Yürürken konuşmuyor, enerjilerini muhafaza ediyorlardı. Her tarafta var olan sessizlik, varlığını elle tutulur bir ağırlıkla hissettiriyordu. Suyun derinliklerine dalan bir dalgıcın hissettiği ağırlığı hissedercesine tecrübe ediyorlardı sessizliği. Sonsuz bir genişlik ve değiştirilemez zorunluluğun ağırlığıyla eziyordu onları sessizlik. Kendi zihinlerinin en uzak köşelerine çekilmeye zorluyordu. Sessizlik içlerindeki, geçici hevesleri, kibri, yersiz öz güvenlerini ezilen bir üzümün suyu misali çıkarıyordu. Ta ki kendilerini sınırlı ve küçük toz tanecikleri gibi hissettirene kadar… Devasa doğa güçlerin oyunları arasında cılız adımlar ve kısıtlı bilgileriyle ilerleyen toz tanecikleriydiler.
Bir saat geçti, sonra bir saat daha. Güneşsiz kısa günün solgun ışığı kaybolmaya başladığında cılız bir çığlık yükseldi durgun havaya. Aniden havaya yükseldi ve yankılandıktan sonra yavaşça kayboldu. Eğer bir miktar acı içeren şiddet ve aç kalmış heves içermeseydi kaybolmuş bir ruhun feryadı olabilirdi. Öndeki adam, arkadaki ile göz göze gelinceye kadar başını çevirdi. Aralarında tabut olan bu iki adam birbirlerine başlarını salladı.
İkinci bir çığlık daha yükseldi. İğne misali tiz bir ses çıkararak sessizliği deldi. Adamlar sessizliğin nereden geldiğini anladılar. Üzerlerinden geçtiği karlı alanda bir yerlerde, arka taraflarındaydı.
“Peşimizdeler Bill.” dedi öndeki adam.
Boğuk ve gerçekçi olmayan bu sesi belirgin bir çaba göstererek çıkarmıştı.
“Et kıtlığı var.” dedi arkadaşı. “Günlerdir bir tane bile tavşan izi görmedim.”
Bunun üzerine daha fazla konuşmadılar. Yine de kulakları arkalarında yükselmeye devam eden av çığlıklarına karşı tetikteydi.
Karanlık çökünce köpekleri nehrin kenarında, ladin ağaçlarının kümelendiği bir yere bırakıp kamp yaptılar. Ateş tarafındaki tabut hem oturak hem de masa görevi görüyordu. Ateşin uzağındaki kurt köpekler kendi aralarında hırlaşıp didişseler de karanlığın içine kaçacaklarına dair hiçbir belirti göstermiyorlardı.
“Öyle görünüyor ki kampa yakın duruyorlar Henry.” diye yorum yaptı Bill.
Ateşin yanına çömelmiş kahve kabının içine buz parçası yerleştiren Henry kafasını salladı. Tabuta oturup yemek yemeye başlayıncaya dek konuşmadı.
“Postlarının nerede güvende olduğunu biliyorlar.” dedi. “Yem yemeyi, yem olmaya tercih ediyorlar. Kendileri pek akıllı köpekler.”
Bill kafasını salladı. “Ah, orasını bilmiyorum.”
Arkadaşı ona hayretli gözlerle baktı.
“Henry!” dedi arkadaşı fasulyeleri itinayla yerken. “Şu köpekleri beslediğim sırada nasıl didiştiklerini fark ettin mi?”
“Her zamankinden fazla huysuzdular.” dedi Henry.
“Kaç tane köpeğimiz var Henry?”
“Altı.”
“Pekâlâ, Henry.” diyen Bill, söyleyeceklerini daha iyi vurgulamak için bir anlığına sustu.
“Dediğin gibi Henry altı köpeğimiz var. Torbadan altı balık çıkarıp her birine verdim. Yine de bir balık eksik oldu Henry.”
“Yanlış saydın demek ki.”
“Altı köpeğimiz var.” dedi diğeri sakince. “Altı balık çıkardım. Tek Kulak balık alamadı. Sonra tekrar dönüp torbadan bir balık daha alıp ona verdim.”
“Sadece altı köpeğimiz var.” dedi Henry.
“Henry!” diye devam etti Bill. “Hepsinin köpek olduğunu söylemiyorum. Ama yedi tane balık aldılar.”
Henry ateşin ötesine bakıp köpekleri saymak için yemeğe ara verdi.
“Şu anda sadece altı taneler.” dedi.
“Diğerinin karda koştuğunu gördüm.” dedi Bill soğukkanlılıkla. “Yedi tane gördüm.”
Henry, arkadaşına acıyan gözlerle bakarak şunları söyledi:
“Bu yolculuk bittiğinde çok mutlu olacağım.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Bill.
“Demek istediğim bu bizim yük senin sinirlerini bozdu. Olmayan şeyler görmeye başladın.”
“Bunu ben de düşündüm.” dedi Bill ciddiyetle. “Bu sebepten karda koşmaya başladığını görünce izlerine baktım. Sonra da köpekleri sayınca altı tane olduklarını gördüm. İzleri hâlâ karın üzerinde. Bakmak ister misin? Sana gösteririm.”
Henry cevap vermeden sessizce yemeye devam etti. Son lokmasını yerken bir yudum kahve içti. Elinin tersiyle ağzını sildikten sonra şöyle dedi:
“O zaman…”
Karanlıktan gelen uzun, feryat dolu bir çığlık, acı bir hüzünle sözünü kesti. Cümlesini elini sesin geldiği yöne doğru sallayarak tamamladı:
“Bunlardan biri olduğunu mu düşünüyorsun?”
Bill başını salladı.
“Köpeklerin nasıl huysuzluk çıkardığını sen de gördün.”
Ardı ardına gelen çığlıklar, birbirine yanıt niteliğindeki gürlemeler sessizliği bir velveleye dönüştürüyordu. Her taraftan yükselen çığlıklardan korkan köpekler bir araya toplanarak ateşe öylesine yakın duruyorlardı ki tüyleri hafifçe yanıyordu. Bill piposunu yakmadan önce ateşe daha fazla odun attı.
“Galiba canın sıkkın senin.” dedi Henry.
“Henry…” diyen Bill sözlerine devam etmeden önce düşünceli bir şekilde piposunu çekti. “Henry, düşünüyordum da şu adam senin ve benim olabileceğimizden çok daha şanslı.”
Üzerine oturdukları tabutu başparmağıyla işaret etti.
“Sen ve ben Henry, eğer öldüğümüzde cesedimizin üzerinde bizi köpeklerden uzak tutacak kadar taş olursa şanslı olacağız.”
“Ama bizim hayatımızda onun hayatında olduğu gibi insanlar, para ya da diğer şeyler yok.” dedi Henry. “Uzun mesafe cenazeleri sen ve ben gibilerin karşılayabileceği şeyler değil.”
“Anlamadığım şey Henry, böyle bir adam yani kendi ülkesinde soylu gibi bir şey olan biri, hiçbir zaman kazmakla ya da gömmekle uğraşmamış biri Tanrı’nın unuttuğu böyle bir yere neden gelir? İşte bunu kafam almıyor.”
“Eğer evinde kalsaydı güzelce yaşlanırdı.” dedi Henry.
Bill konuşmak üzere ağzını açsa da fikrini değiştirdi. Onun yerine her yönden etraflarını duvar gibi kuşatan karanlığı işaret etti. Sonsuz karanlıkta herhangi bir silüete işaret eden hiçbir şey yoktu. Sadece alev alev yanan kömür misali parlayan bir çift göz vardı. Henry kafasıyla ikinci ve üçüncü çift gözü işaret etti. Parlayan gözler etraflarını sarmıştı. Arada bir hareket ediyor ya da kaybolup tekrar ortaya çıkıyorlardı.
Köpekler, gittikçe daha fazla huzursuz olmaya başladılar. Korkudan kaçışarak ateşe yaklaştılar. Adamların ayaklarına doğru büzüşerek tırmanmaya çalıştılar. O telaşede köpeklerden biri ateşe düşüverdi. Acıyla ve korkuyla havlamaya başladı. Yanan derisinin kokusu havayı kapladı. Bu velvele alev alev yanan gözlerin kıpırdamasına hatta bir süreliğine geri çekilmesine sebep oldu. Ancak köpekler susunca tekrar ortaya çıktılar.
“Henry, cephanemizin bitmiş olması büyük şanssızlık.”
Piposunu bitiren Bill, yemekten önce kara yaydıkları kürkleri ağaç dallarına seren arkadaşına yardım etti. Henry homurdandı ve ayakkabılarının bağlarını çözmeye başladı.
“Kaç tane kurşunumuz kalmıştı?” diye sordu.
“Üç.” diye cevap geldi. “Keşke üç yüz tane olsaydı. O zaman onlara günlerini gösterirdim.”
Parlayan gözlere doğru yumruklarını öfkeyle sıktıktan sonra ayakkabılarını ateşin yanına yerleştirdi.
“Keşke şu soğuk ara verse.” diye devam etti. “İki haftadır sıfırın altında elli derece. Şu yolculuğa hiç çıkmasaydım Henry. Hiç hoşuma gitmedi. İyi hislerim yok nedense. Mademki dilekte bulunuyorum keşke şu yolculuk sona erse de senle birlikte Fort McGurry’de ateşin etrafında kart oynasak. İşte bunu isterdim.”
Henry homurdanarak yatağa girdi. Uykuya daldığı sırada arkadaşının sesiyle uyandı.
“Söylesene Henry, buraya gelip balığı alan köpeğe diğerleri neden saldırmadı? Bu benim canımı sıktı.”
“Çok şey canını sıkıyor Bill.” dedi uykulu ses. “Daha önce böyle değildin. Sesini kes ve uyu. Sabaha çok iyi olursun. Miden ağrıyor canını sıkan bu.”
Ağır nefes alan iki adam, tek bir örtünün altında yan yana uyudu. Ateş söndü. Kampın etrafındaki parlak gözlerin oluşturduğu çember gittikçe daralıyordu. Bir seferinde öylesine yüksek sesle uludular ki Bill uyandı. Arkadaşını uyandırmamak için yatağından dikkatle kalkıp ateşe bir odun daha attı. Ateşteki alev yeniden şiddetlenince parlayan gözler geri çekildi. Bir araya toplanmış köpeklere şöyle bir göz attı. Gözlerini ovaladıktan sonra ise köpeklere daha dikkatli baktı. Sonra tekrar battaniyenin altına girdi.
“Henry!” dedi. “Hey, Henry!”
Henry uykusundan uyanırken homurdandı ve sordu:
“Gene ne var?”
“Bir şey yok.” dedi. “Şimdi yedi oldular. Daha yeni saydım.”
Henry bu bilgiye horlamaya dönüşen bir hırıltı ile yanıt vererek uykuya daldı.
Sabah olduğunda ilk önce uyanarak arkadaşını kaldırmaya çalışan Henry’ydi. Gün ışığına üç saat vardı. Her ne kadar saat altı olsa da. Battaniyeleri toparlayan Bill kızağı yolculuk için hazırlarken Henry kahvaltıyı hazırladı.
“Söylesene Henry…” dedi aniden. “Kaç tane köpeğimiz vardı?”
“Altı.”
“Yanlış!” dedi Bill zafer kazanmış bir tavırla.
“Yine yedi mi?” diye sordu Henry.
“Hayır, beş. Biri yok oldu.”
“Lanet olsun!” dedi Henry öfkeyle. Yemek hazırlamayı bırakıp köpekleri saymaya koyuldu.
“Haklısın Bill.” dedi. “Şişko yok.”
“Şimşek gibi kayboldu üstelik. Dumandan göremedim onları.”
“Hiç şansı yok.” dedi Henry. “Onu diri diri yutmuşlardır. Boğazlarından aşağı inerken eminim acıyla havlamıştır. Lanet olsun onlara!”
“Zaten aptal bir köpekti.” dedi Bill.
“Ama hiçbir köpek bu şekilde intihar edecek kadar aptal değildir.” Henry geriye kalan köpeklere her birinin en belirgin özelliklerini inceleyen bir bakışla baktı. “Eminim diğerleri yapmaz onun yaptığını.”
“Onları ateşten sopayla uzaklaştıramazsın.” diyerek arkadaşının fikrine katıldığını beyan etti. “Şişko’nun bir sorunu olduğunu düşünmüşümdür hep.”
Kuzey topraklarındaki ölü bir köpeğin ardından söylenenler işte bu kadarcıktı. Birçok köpeğin ya da insanın ardından da bu kadarcık şey söylenirdi.

DİŞİ KURT
Kahvaltı yaptılar ve az buçuk eşyalarını kızağa yükleyip yanan ateşi arkalarında bırakarak karanlığa daldılar. Bir anda üzücü çığlıklar yükselmeye başladı. Karanlığı ve soğuğu delerek birbirine cevap veren çığlıklar… Gün ışığı saat dokuzda belirdi. Öğle vakti gelip de güneyde pembemsi bir renk aldığında gökyüzü, yeryüzündeki çıkıntı ile öğle güneşi ve kuzey dünyası arasındaki sınırı belirtiyordu. Ancak pembemsi renk çabucak kayboldu. Gri ışıklar ise saat üçe kadar görünmeye devam edip yok oldular. Böylece Arktik gecesinin kefeni ıssız ve sessiz araziyi kaplayıverdi.
Karanlık artmaya devam ettikçe avcı çığlıkları sağdan soldan yükselmeye başladı. Hatta o kadar yakınlardı ki yürüme mücadelesi veren köpeklere birden fazla kısa ömürlü panik yaşattılar.
Böylesi panik hâllerinden birinde, Henry ile birlikte köpekleri yeniden yola soktuktan sonra Bill şunları söyledi:
“Bir yerlerde bir av yakalayıp uzaklaşsalar da bizi rahat bıraksalar keşke.”
“Gerçekten de sinir bozuyorlar.” diyerek arkadaşına katıldı Henry.
Kamp kurana kadar hiç konuşmadılar.
Bill haykırıp köpeklerden acı dolu bir çığlık yükseldiği sırada Henry eğilmiş kaynayan fasulye kabına buz eklemekteydi. Bu sesler irkilmesine sebep oldu. Kardan geçip karanlığa sığınarak kaybolan şekli görmek üzere derhâl doğruldu. Daha sonra Bill’in, köpeklerin arasında yarı muzaffer yarı kederli bir hâlde durduğunu gördü. Bir elinde sopa vardı. Diğer elindeyse güneşte kurutulmuş somon balığını kuyruğundan tutuyordu.
“Yarısı bende.” dedi. “Aynı anda indiriverdim bir tane. Ciyaklamasını duydun mu?”
“Neye benziyordu?” diye sordu Henry.
“Göremedim. Ama dört ayaklıydı. Ağızları ve tüyleri herhangi bir köpeğe benziyordu.”
“Evcil bir kurt olmalı diye düşünüyorum.”
“Evcil ya da değil buraya gelip yemek yiyor balıktan payını alıyor.”
O gece akşam yemeği yendikten sonra tabuta oturup pipolarını çıkardılar. Parlayan gözlerin çizdiği çember her zamankinden daha fazla dardı.
“Keşke birkaç tane geyiğe ya da öyle bir şeye rastlasalar da bizi rahat bıraksalar.” dedi Bill.
Henry, o kadar da anlayışlı olmayan bir tonlamayla homurdanarak tepki verdi. On beş dakika boyunca sessizce oturdular. Henry ateşe bakıyordu. Bill ise ateşin ötesinde karanlıkta kor gibi parlayan gözleri seyrediyordu.
“Keşke McGurry’de olsaydık.” diye konuşmaya başladı tekrar.
“Şu isteklerini de söylenmelerini de bırak!” diye patladı Henry öfkeyle. “Miden ekşimiş. Seni rahatsız eden bu. Bir kaşık karbonat yutarsan sana iyi gelecek ve seninle arkadaşlık etmek kolaylaşacak.”
Ertesi sabah Henry, Bill’in okuduğu lanetler eşliğinde uykusundan uyandı. Henry dirseğine dayanıp kalkarak yeniden yakılmış ateşin yanında köpeklerin arasında duran arkadaşına baktı. Öfkeyle ellerini kaldırıyordu. Yüzünün şekli değişmişti.
“Hey!” diye seslendi Henry. “Şimdi ne oldu?”
“Kurbağa yok.”
“Hayır.”
“Sana yok diyorum.”
Henry yataktan fırlayarak köpeklere koştu. Dikkatle sayıp kendilerinden bir tane daha köpek çalan yaban topraklarına arkadaşı gibi küfürler savurdu.
“Kurbağa içlerindeki en güçlü köpekti.” dedi Bill en sonunda.
“Hem de aptal değildi. diye ekledi Henry.
Böylece iki günde iki köpeğin ardından son sözler söylendi.
Kasvetli bir kahvaltı yapıp kalan dört köpeği kızağa koşumladılar. O gün de bir önceki günlerin tekrarıydı. Donmuş dünyanın yüzeyinde konuşmadan güç bela yürüdüler. Sessizlik sadece peşlerindekilerin çığlıklarıyla deliniyordu. Arkalarından gelen ve sahiplerini göremedikleri sesler… Öğleden sonra karanlıkla beraber peşlerindekilerin çığlıkları daha da yaklaştı. Köpekler heyecanlanmaya ve korkmaya başladılar. Köpeklerin panikle koşumlarının birbirine karışmasının ve iki adamın bunalmasının sebebi bu seslerdi.
“İşte, sizin gibi aptal mahlukları sabitler bu.” dedi Bill memnuniyetle. Görevini tamamlayıp ayağa kalktı.
Yemek pişirmeyi bırakan Henry, yanına geldi. Ortağı köpekleri bağlamakla kalmamış, onları Kızılderili usulü çubuklarla sağlamlaştırmıştı. Her köpeğin boynuna deri bir kayış yerleştirmişti. Bu kayışı boynunun yanına, köpeğin dişiyle ulaşamayacağı bir noktaya sabitlemiş, kayışa da bir metre kadar bir sırık takmıştı. Sırığın diğer ucu da kayış vasıtasıyla yerdeki bir kazığa sabitlemişti. Köpek, sırığın kendi tarafındaki kayışı çiğneyemezdi. Sırık da kayışın diğer ucuna erişmesini engelliyordu.
Henry, onaylarcasına kafasını salladı.
“Tek Kulak’ı zapt edebilecek tek mekanizma bu.” dedi. “Bir kayışı bir bıçaktan daha temiz delebilir. Üstelik de daha kısa sürede. Sabahleyin sapasağlam burada olurlar.”
“Emin olabilirsin ki burada olacaklar.” dedi Bill. “Bir tanesi bile kaybolursa kahvemi içmeden çıkarım yola.”
“Biliyorlar onları öldürmeye yetecek cephanemiz olmadığını.” dedi Henry yatma vakti geldiğinde etraflarını saran gözleri işaret ederek. “Eğer ki birkaç el ateş edebilseydik onlara bize saygılı davranırlardı. Her gece biraz daha yaklaşıyorlar. Ateş ışığından gözlerini çek ve dikkatlice bak şu tarafa. Şunu gördün mü?”
İki adam, belirsiz şekillerin ateş ışığının sınırındaki hareketlerini izleyerek oyalandılar bir süre. Dikkatle baktıklarında karanlıkta parlayan gözlerin yavaş yavaş hayvan silüetine büründüğünü görebiliyorlardı. Zaman zaman bu silüetlerin hareket ettiğini bile fark ettikleri oluyordu.
Köpeklerin çıkardığı bir ses, adamların dikkatini çekti. Tek Kulak, kısa ve istekli inlemelerle sırığın müsaade ettiği miktarda öne fırlıyor, dişleriyle sırığa saldırmak için zaman zaman geri çekiliyordu.
“Şuna bak Bill.” diye fısıldadı Henry.
Köpeğe benzer bir hayvan sinsi bir şekilde yandan hareket ederek ateş ışığına doğru süzüldü. Güvensizlikle cesaret karışımı bir tavırla ilerliyordu. Adamları tedbirle izlerken dikkati köpeklere sabitlenmişti.
Tek Kulak, sopanın mümkün kıldığınca bu davetsiz misafire doğru ilerlemeye çalıştı. Hevesle inliyordu.
“Bu salak Tek Kulak korkmuş gibi görünmüyor.” dedi Bill alçak sesle.
“Bu bir dişi kurt.” diye fısıldayarak cevap verdi Henry. “Şişko ile Kurbağa’nın başına ne geldiği belli. Bu sürünün yemi. Köpeklerden birini kendine çekiyor, sonra da diğerleri yiyordu.”
Ateş çıtırdadı, bir kütük gürültüyle ayrıldı. Bu sesle tuhaf hayvan karanlığa çekildi.
“Henry düşünüyordum ki…” dedi Bill.
“Ne düşünüyordun?”
“Düşünüyordum ki sopayla vurduğum buydu.”
“Hiç şüphe yok buna.” dedi Henry.
“Bir de söylemek istiyorum ki…” diye devam etti Bill. “Bu hayvanın kamp ateşini tanıyor olmasının sebebi şüphe uyandırıyor.”
“Kendine saygısı olan bir kurdun bilmesi gerekenden daha fazla şey bildiği kesin.” diye hemfikir oldu Henry. “Yemek vakti köpeklere yaklaşabilecek kadar bilgi sahibi olan bir kurdun görmüş geçirmişliği vardır.”
“Yaşlı Villan’ın kurtlarla kaçmış bir köpeği vardı bir zamanlar.” diyerek yüksek sesle düşündü Bill. “Bilmeliydim. Little Stick’teki geyik çayırının orada bir sürünün arasında vurdum onu. Yaşlı Villan bebek gibi ağlamıştı. Üç senedir görmemişti onu dediğine göre. O süre boyunca hep kurtlarlaymış.”
“Sanırsam iyi tahmin ettin Bill. Bu bir kurt köpek. Zaman zaman insanların elinden balık yemişliği var.”
“Fırsatını bulduğum anda aslında köpek olan o kurt bir et yığını olacak.” dedi Bill. “Daha fazla hayvan kaybedemeyiz.”
“Ama sadece üç kurşunun var.” diyerek itiraz etti Henry.
“Ölümü garantileyecek bir atış için beklerim.”
Sabah olduğunda Henry, ateşi yenileyerek kahvaltıyı hazırladı. Bu arada arkadaşı horulduyordu.
“Çok rahat uyuyordun.” dedi Henry arkadaşını kahvaltıya çağırırken. “Seni uyandırmaya kıyamadım.”
Bill uykulu vaziyette yemeye başladı. Bardağının boş olduğunu fark edince demliğe uzandı. Ama demlik uzanamayacağı kadar uzakta, Henry’nin yanındaydı.
“Desene Henry…” dedi kibarca çıkışarak. “Bir şey unutmadın mı?”
Henry dikkatle etrafına bakıp kafasını salladı. Bill boş demliği tuttu.
“Sana kahve yok.” dedi Henry.
“Bitti mi?” dedi Bill endişeyle.
“Hayır.”
“Midemi bozar diye mi endişelendin?”
“Hayır.”
Bill’in yüzü öfkeyle kızardı.
“O zaman açıklama yapmanı bekliyorum heyecanla.”
“Kocabaş yok olmuş.” dedi Henry.
Acele etmeyen ve yenilgiyi kabullenmiş bir tavırla başını çeviren Bill köpekleri saydı.
“Nasıl oldu?” diye sordu soğukça.
Henry omuz silkti. “Bilmiyorum. Tabii eğer Tek Kulak kayışı çiğnemediyse. Tek başına bunu yapamayacağı kesin.”
“Lanet yaratık!” Bill ciddi bir şekilde yavaş yavaş konuşuyordu. Sesinde öfkeye işaret eden bir şey yoktu. “Kendi kayışını çiğneyemediği için Kocabaş’ınkini çiğnemiş.”
“Her neyse, Kocabaş’ın sıkıntıları sona erdi. Şu anda çoktan yirmi farklı kurdun midesine inmiştir.” En son kaybettikleri köpeğin ardından Henry’nin söylediği son sözler bunlardı. “Biraz kahve al Bill.”
Ama Bill kafasını salladı.
“Hadi ama!” diye rica etti Henry demliği kaldırarak.
Bill bardağını yanına itti. “Şimdi içersem ne olayım. Eğer bir köpek kaybolursa içmem demiştim. İçmeyeceğim.”
“Ama çok güzel olmuş kahve.” dedi Henry kışkırtmak istercesine.
Bill inatçıydı. Kuru kuruya kahvaltısını etti ve oynadığı oyun için Tek Kulak’a küfürler mırıldandı.
“Bu gece onları birbirlerine ulaşamayacakları şekilde bağlayacağım.” dedi Bill yola çıktıklarında.
Yüz metre kadar mesafe katettikten sonra önden yürüyen Bill, eğilerek ayakkabısına takılan şeyi aldı. Hava karanlık olduğundan bu cismin ne olduğunu anlayamasa da dokunması yeterli oldu. Tekrar attığı bu cisim kızağa çarptıktan sonra tekrar Bill’in ayağına geldi.
“Belki de buna ihtiyacın vardır.” dedi Henry.
Bill haykırdı. Kocabaş’tan geriye kalan tek şey buydu. Onu bağladıkları sırık…
“Onu yiyip saklandılar.” dedi Bill. “Sırık tertemiz. Sırığın uçlarına bağlı kayışları yemişler. Çok açlar Henry. Bu yolculuk sona erinceye kadar seni ve beni bile yiyebilirler.”
Henry meydan okurcasına kahkaha attı. “Daha önce kurtlar tarafından bu şekilde takip edilmemiştim hiç. Ancak çok daha kötülerini gördüğüm hâlde sağlam kaldım. Seni alt etmek için bir avuç belalı yaratıktan daha fazlası gerekir Bill.”
“Bilmiyorum, bilmiyorum…” diye uğursuzca söylendi Bill.
“McGurry’e vardığımızda bilirsin.”
“Çok da hevesli değilim.” diye ısrar etti Bill.
“Rengin solmuş, seni rahatsız eden bu.” dedi Henry. “Sana lazım olan şey kinin. McGurry’e varır varmaz sana bol miktarda kinin vereceğim.”
Bill bu teşhise katılmadığını belirtircesine homurdanıp sessizliğe gömüldü. Diğer günler gibi olan bir gündü. Gün ışığı saat dokuzda göründü. On iki olduğunda ufuk görmedikleri güneşle ısındı. Öğlene doğru soğuk bir griye büründü hava. Üç saat sonra da gece oldu.
Güneşin, ortaya çıkmak için harcadığı beyhude çaba henüz sona erdiğinde Bill, kızaktaki tüfeği çıkarıp şöyle dedi:
“Sen devam et Henry. Ben görülecek bir şey olup olmadığına bakacağım.”
“Kızağa yakın dursan iyi edersin.” diye itiraz etti arkadaşı. “Sadece üç kurşunun var. Ayrıca başımıza neler geleceğini bilemeyiz.”
“Şimdi kim mızmızlanıyor?” diye sordu Bill muzaffer bir edayla.
Henry cevap vermedi. Ağır ağır yürüdüğü sırada arada bir arkasına dönüp arkadaşının kaybolduğu gri ıssızlığa endişeli bakışlar attı. Bir saat sonra kızağın geçtiği yolları kestirmeden yürüyen Bill geri döndü.
“Etrafa yayılmışlar ve geniş bir alanda dolanıyorlar.” dedi. “Bir taraftan bizi takip edip diğer taraftan yeni avlar arıyorlar. Görüyorsun ki bizi elde ettiklerine eminler. Bizim için beklemeleri gerektiğini biliyorlar. Bu arada yollarına çıkan yenilebilir her şeyi yemeye istekliler.”
“Bizi elde ettiklerine emin olduklarını sanıyorlar demek istedin.” diyerek itirazını dile getirdi Henry.
Fakat Bill onu dikkate almadı. “İçlerinden bazılarını gördüm. Çok zayıflardı. Zannedersem haftalardır Şişko, Kurbağa ve Kocabaş dışında bir şey yememişler. Çoğu onları bile yiyememiştir. Pek zayıf düşmüşler. Gövdeleri tahta gibi düzdü. Mideleri de sırtlarına yapışmıştı. Çok çaresizler, bu kadarını söyleyebilirim. Hele bir çıldırsınlar da o zaman gör sen.”
Birkaç dakika sonra artık kızağın arkasından ilerleyen Henry, alçak sesli bir uyarı ıslığı çaldı. Bill arkasına dönerek sessizce durdurdu köpekleri. Arkalarında, henüz döndükleri dönemeçte netlikle görebildikleri tüylü bir silüet ilerliyordu. Burnu iz üzerindeydi. Tuhaf yürüyüşü kayar gibiydi ve çaba harcamıyordu sanki yürürken. Onlar durduğunda hayvan da durdu. Başını kaldırdı. Burun delikleri kokularını yakalamış ve üzerinde çalışıyormuş gibi açılıp kapanıyordu.
“Bu dişi kurt.” diye cevap verdi Bill.
Karın üzerinde yatan köpeklerin yanından geçerek kızağın yanındaki arkadaşına katıldı. Kendilerini günlerdir takip eden ve köpeklerinin yarısını telef etmiş tuhaf hayvanı izlemeye başladılar.
Bir müddet titizlikle inceledikten sonra hayvan öne doğru bir kaç adım attı. Bu şekilde devam etti. Ta ki doksan metre kadar yaklaşıncaya dek. Ladin ağaçlarının kümelendiği yerin yakınında durdu, kafasını kaldırdı ve kendisini izleyen adamların kıyafetlerinin kokusunu ve görüntüsünü hafızasına kaydetmeye çalıştı. Hayvan onlara istekle bakıyordu. Tıpkı bir köpek gibi. Ancak bu istekli bakışlarda bir köpeğin sevgisi yoktu. Bu istekli bakışların kaynağı açlıktı. Dişleri kadar acımasız, soğuk kadar zalim bir isteklilik…
İri bir kurttu bu. Zayıf yapısına rağmen kendi türünün en irilerinden olduğu belliydi.
“Omuz yüksekliği yetmiş beş santim kadar.” dedi Henry. “Boyunun bir buçuk metre kadar olduğuna bahse girerim.”
“Bir kurt için tuhaf bir rengi var.” dedi Bill. “Daha önce hiç kızıl kurt görmemiştim. Neredeyse tarçın rengi gibi.”
Hayvan kesinlikle tarçın rengi değildi. Kürkü hakiki kurt kürküydü. Asıl rengi griydi ve yer yer soluk bir kızıllık vardı. Şaşırtıcı bu ton zaman zaman görünüp kayboluyordu. Âdeta bir göz yanılsaması gibiydi. O an için belirgin bir gri renge sahip olsa da zaman zaman tuhaf bir kızıl parıltı saçıyordu sanki. Bu rengi sıradan tecrübelerle tanımlamak mümkün değildi.
“Sanki kızak çeken Sibirya kurdu.” dedi Bill. “Kuyruğunu sallamaya başlarsa şaşırmam.”
“Hey köpek!” diye bağırdı. “Buraya gel adın her neyse.”
“Senden azıcık bile korkmuyor.” diye güldü Henry.
Bill tehditkâr bir tavırla elini sallayıp bağırsa da hayvan korkmadı. Gözlemleyebildikleri tek değişim hayvanın daha fazla tetikte olduğuydu. Onlara hâlâ açlığın acımasız hevesiyle bakıyordu. Adamlar etti, hayvan ise aç. Cesaret edebilse yanlarına gidip onları yerdi.
“Buraya bak Henry.” dedi Bill. Farkında olmayarak sesini alçalttı söyleyeceği şeyden dolayı. “Üç kurşunumuz var. Ama onu kesinlikle vurabiliriz. Kaçırmak imkânsız. Üç köpeğimizi elimizden aldı. Onu durdurmalıyız. Ne dersin?”
Henry rıza gösterircesine kafasını salladı. Bill tüfeği dikkatlice çıkardı. Omzuna götürecek olsa da olmadı. Çünkü dişi kurt bir anda yolun yanına sıçrayıp ladin ağaçları arasında kayboldu.
İki adam birbirine bakındı. Henry uzun ve durumu anlayan bir ıslık çaldı.
“Bunu bilmeliydim.” diyerek kendine kızdı Bill tüfeği tekrar yerleştirirken. “Köpeklerin beslenme zamanında gelmeyi bilen bir kurt ateş açan demirleri de bilir. Sana diyorum Henry, bu yaratık bütün sıkıntılarımızın sebebi. Eğer o olmasaydı şu anda üç yerine altı köpeğimiz olurdu. Ve sana şimdi diyorum ki Henry, onu yakalayacağım. Açık alanda vurulmayacak kadar akıllı. Ama onu bekleyeceğim. Adımın Bill olduğundan emin olduğum gibi ona pusu kuracağıma eminim.”
“Bunu yapmak için çok uzaklaşmamalısın.” diye uyardı arkadaşı. “Eğer ki sürü üzerine atlarsa şu senin üç kurşun cehennemdeki üç ‘eyvah’a dönüşür. Hayvanlar feci aç ve bir kere üzerine gelirlerse seni kesinlikle ele geçirirler Bill.”
O gece erkenden kamp yaptılar. Üç köpek kızağı altı köpek kadar kısa sürede çekemiyordu. Üstelik tükenir gibiydiler. Adamlar erkenden yatağa girdi. Ama ilk önce Bill, hayvanların birbirlerinin kayışlarını kemiremeyecek mesafede olduklarına emin oldu.
Ne var ki kurtlar daha da cesaretlenmişlerdi. Adamlar da uykularından birden fazla kez kalktılar. Kurtlar o kadar yaklaşmışlardı ki köpekler öfkeden deliye döndü. Bu sebepten maceraperest yağmacıları güvenli bir mesafede tutmak için zaman zaman ateşi yenilemek gerekiyordu.
“Denizcilerin gemiyi takip eden köpek balıklarından bahsettiğini duymuştum.” dedi Bill ateşi yenilediği zamanlardan birinde tekrar battaniyeye bürünürken. “Yani, bu kurtlar karaya ait köpek balıkları. İşlerini bizden iyi biliyorlar. Bizi yakalayacaklar. Bizi kesinlikle yakalayacaklar Henry.”
“Böyle konuşmana sebep olarak seni yarı yakalamışlar zaten.” dedi Henry sert bir şekilde. “Yakalandığını söyleyen bir adam yakalanmış sayılır. Bu şekilde konuştuğuna göre seni kısmen yediler demektir.”
“Sen ve benden daha iyi adamları yakalamışlardır.” diye cevap verdi Bill.”
“Sızlanmayı kes. Bıktım senden.”
Henry öfkeyle kendi tarafına döndü. Ancak Bill’in benzer bir öfke tepkisi vermemesine şaşırdı. Bu Bill’in yapacağı şey değildi. Çünkü kendisi keskin sözlere kolay öfkelenirdi. Henry uykuya dalmadan uzun uzun düşündü. Göz kapakları kapanıp uyumaya geçerken aklındaki düşünce şuydu:
“Bill’in canının sıkkın olduğu kesin. Onu yarın neşelendiririm.”

AÇLIK ULUMASI
Günleri şanslı başladı. Gece boyunca hiç köpek kaybetmemişlerdi. Sessizliğe, karanlığa ve soğuğa doğru ilerleyen yoldaşların morali yerindeydi. Bill önceki geceye ait önsezilerini unutmuş gibiydi. Hatta öğlene doğru köpekler bozuk yolda kızağı ters çevirdiklerinde şakacı bir şekilde azarladı hayvanları.
Tuhaf bir durumdu. Kızak, bir ağaç gövdesi ile koca bir kaya arasına sıkışmıştı. Birbirine karışan kayışları çözmeleri için hayvanları serbest bırakmaları gerekiyordu. İki adam eğilmiş kızağı düzeltmeye çalışırlarken Henry Tek Kulak’ın yandan kaytardığını gördü.
“Buraya gel Tek Kulak!” diye bağırdı ayağa kalkıp köpeğin etrafında dolaşırken.
Ancak Tek Kulak, koşumları ile birlikte karların arasına daldı. Ve orada, arkalarındaki yolun karları arasında dişi kurt kendisini bekliyordu. Kurda yaklaştıkça daha da dikkatli davranmaya başladı. Tehlikeden dolayı yavaş yavaş yürüdü ve sonra durdu. Dişi kurdu dikkatli ve şüpheli aynı zamanda da arzulu bakışlarla süzüyordu. Dişi kurt da ona gülümser gibiydi. Dişlerini tehditkâr değil de uzlaşmacı bir tavırla gösteriyordu. Tek Kulak’a doğru cilveli birkaç adım atıp durdu. Köpek ise ihtiyatı ve dikkati elden bırakmadan kurda yaklaştı. Kuyruğu ve kulakları havaya kalkmıştı. Başı yukarıdaydı.
Dişi kurtla koklaşmaya kalksa da hayvan oynak bir tavırla geriye çekildi. Tek Kulak’ın yaptığı her hamleye geri çekilerek karşılık veriyordu. Köpeği cezbederek adım adım uzaklaştırıyordu insanların güvenli refakatinden. Bir seferinde belli belirsiz bir uyarı aklından geçmişçesine geriye dönüp devrilmiş kızağa ve kendisini çağıran adamlara baktı.
Fakat aklına gelen fikir, her neyse kendisine yaklaşıp kısa bir süre için koklaştıktan bir sonraki hamlesinden önce cilveyle geri çekilen dişi kurt tarafından yok edilmişti.
Bu arada Bill, tüfeği düşündü. Ne var ki silahı ters çevrilmiş kızağın altına sıkışmıştı. Bu arada Henry kendisine yardım edip de kızağı düzelttiklerinde, Tek Kulak ve dişi kurt fazlasıyla yakınlaşmışlardı. Aralarındaki mesafe o kadar fazlaydı ki ateş etme riskine girmek yersizdi.
Tek Kulak yaptığı yanlışı anladığında çok geçti. İki adam ne olduğunu anlayamadan köpeğin geri dönüp kendilerine doğru koşmaya başladığını gördüler. Daha sonra köpeğin geri çekilmesine mani olmak için bir düzine kadar cılız gri kurdun karlar üzerinde zıplayarak yolunu kesmek üzere uygun açılardan geldiğini gördüler. Dişi kurdun oynaklığı ve cilveli hâli bir anda yok olmuştu. Hırlayarak Tek Kulak’ın üzerine fırladı. Köpek, dişi kurdu bir omuz darbesiyle itti. Ancak geri çekilme yolu kesildiğinden tekrar ulaşma niyetiyle kızağın etrafında bir daire çizerek yolunu değiştirdi. Bu kovalamacaya dâhil olan kurtların sayısı her an artıyordu. Dişi kurt Tek Kulak’ın bir adım arkasındaydı ve takibi bırakmıyordu.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Henry aniden elini ortağının koluna yerleştirerek.
Bill, silkinerek arkadaşının elini çekmesini sağladı. “Buna dayanamıyorum.” dedi. “Daha fazla köpek alamayacaklar bizden.”
Elinde silah yol kenarındaki çalıların arasına girdi. Niyeti belliydi. Tek Kulak’ın kızağa ulaşmak üzere etrafını çevrelediği yola kurtlardan önce ulaşmayı planlıyordu. Tüfeği sayesinde gün ışığında kurtları korkutup köpeği kurtarabilirdi. Henry arkadaşına seslendi:
“Dikkatli ol Bill. Tehlikeye atılma.”
Henry kızağa oturdu ve izlemeye başladı. Yapabileceği bir şey yoktu. Bill çoktan gözden kaybolmuştu. Arada bir dağınık hâldeki ladin ağaç kümelerinin ve çalıların arasından Tek Kulak’ı görebiliyordu. Henry onun çaresiz olduğunu düşünüyordu. Köpek tehlikenin fazlasıyla farkında olsa da dairenin dışından koşuyordu. Kurtlarsa içerdeki daha kısa dairede ilerliyorlardı. Tek Kulak’ın peşindekilerle mesafeyi açıp onların çevrelediği dairenin içinden geçerek kızağa ulaşacağını düşünmek yersizdi.
Hepsi de hızla bir noktaya doğru yaklaşıyorlardı. Ağaçların ve çalıların arasından gördüğü kadarıyla Henry, kurt sürüsünün, Tek Kulak’ın ve Bill’in bir araya geldiğini biliyordu. Her şey beklediğinden daha kısa bir süre içinde gerçekleşti. Önce bir el ateş edildiğini işitti. Buna müteakip kısa süre sonra duyduğu iki kurşun sesi üzerine Henry, Bill’in cephanesinin tükendiğini anladı. Daha sonra hırlamalar ve acılı havlamalardan oluşan feryat sesleri duydu. Tek Kulak’ın acı ve dehşet dolu havlamalarını tanımıştı. Yaralı bir kurdun feryadını da duymuştu. Hırlamalar kesildi. Feryatlar kayboldu. Issız topraklara yeniden sessizlik çökmüştü.
Kızağın üzerinde uzunca bir süre oturdu. Ne olduğunu görmeye gitmesine gerek yoktu. Olay gözlerinin önünde gerçekleşmişçesine biliyordu her şeyi. Bir keresinde irkilerek aniden kalkıp kızaktan baltasını aldı. Ancak tekrar oturdu ve kara kara düşünmeye başladı. Ayakları hizasındaki iki köpek büzülmüş, tir tir titriyordu.
Sonunda tükenmiş bir hâlde ayağa kalktı. Bütün direnci yok olmuşçasına köpekleri kızağa bağlamaya davrandı. Omzuna bir halat geçirip köpeklerle birlikte kızağı çekmeye başlasa da çok fazla ilerlemedi. Karanlık çökmeye başladığı anda kamp yapmaya koyuldu. Büyükçe bir ateş yaktı ve köpekleri doyurdu. Kendisi için pişirdiği yemeği yiyip ateşin yakınlarına yatağını yaptı.
Ancak o yatağın keyfini çıkaramayacaktı. Daha gözlerini kapatamadan kurtlar tehlikeli bir mesafeye kadar yaklaşmışlardı. Onları görmek için çabalamaya gerek yoktu. Ateşin ve kendisinin yakınındaydılar. Ateşin ışığında yere yatıp kalkanlar, karınlarının üzerinde sürünerek ilerleyenler, ileri geri sinsice yürüyenler vardı. Hatta bazıları uyuyordu bile. Karın üzerinde orada burada köpekler gibi kıvrılarak kendisinden alınmış uykuyu çekiyorlardı.
Ateşi harladı. Bedeni ile kurtların aç dişleri arasındaki tek şeyin ateş olduğunun farkındaydı. İki köpeği kendisine yakın duruyordu.
İki taraftan kendilerini korumaları için yaslanıyorlardı. Kâh bağırıyor kâh sızlanıyorlardı. Olur da bir kurt her zamankinden daha fazla yaklaşırsa çaresizce hırlıyorlardı. Böyle zamanlarda yani köpekler hırladığında kurtlar tedirgin oluyor, tereddütle öne doğru ilerliyorlardı. Hırlamalar ve istekli havlamalardan oluşan bir koro meydana geliyordu etrafında. Daha sonra kurt sürüsü tekrar çöküyor ve bazıları bölünen uykularına devam ediyordu.
Ne var ki kurtlardan oluşan dairenin kendisine yaklaşma gibi bir eğilimi vardı. Azar azar, santim santim bir kısmı karınlarının üzerinde ilerleyerek aradaki mesafeyi azaltıyorlardı. O kadar ki neredeyse bir atlayışlık mesafe vardı aralarında. Böyle zamanlarda Henry ateşten odunlar alıp sürüye fırlatıyordu. Her seferinde hızla geri çekiliyorlardı. Olur da içlerinden birine bir parça isabet edecek olursa öfkeli havlamalar ile korkmuş hırlamalar da işitiliyordu.
Sabah olduğunda adam bezgin ve yorgundu. Gözleri uykusuzluktan genişlemişti. Karanlıkta kahvaltısını hazırladı. Saat dokuz olduğunda gün ışığının görünmesiyle beraber kurt sürüsü geri çekildi. Uzun gece boyunca planladığı işi hayata geçirmeye koyuldu. Birkaç genç ağaç keserek oluşturduğu sırıkları çaprazlama bağlayıp ağaçların gövdesinin üzerine yerleştirdi ve bir iskele meydana getirdi. Sonra da halat ve köpeklerin yardımıyla tabutu iskelenin üzerine koydu.
“Bill’i yakaladılar, beni de yakalayabilirler. Ama seni asla yakalayamayacaklar genç adam.” dedi ağaç-mezardaki ölüye seslenerek.
Daha sonra yola koyuldu. Hafiflemiş kızak, istekli köpekler tarafından çekiliyordu. Onlar da iyi biliyorlardı ki Fort McGurry’e ulaştıklarında güvende olacaklardı. Kurtlar artık açıktan takip ediyorlardı. Sakin bir şekilde iki taraftan ilerliyorlardı. Kırmızı dilleri ağızlarından dışarı sarkıyor, zayıf bedenlerindeki kaburgalar görünüyordu her hareket edişlerinde. Aşırı sıska, bir deri bir kemiktiler. O kadar zayıftılar ki Henry karın üzerine öylece yığılmamalarına şaşırıyordu.
Karanlıkta yola devam etmeye cesaret edemedi. Öğle vakti güneş, güney ufuklarını ısıtmanın yanı sıra soluk ve altın sarısı ışıklarıyla ufuk çizgisinin üzerine de uzanıyordu. Bunu bir işaret saydı. Günler uzamaya başlamıştı. Güneş geri dönüyordu. Ancak tam da ışığı gözden kaybolunca kamp kurmaya koyuldu. Soluk gün ışığı ile loş alaca karanlık birkaç saat daha devam edecekti… Henry bu soluk ışıktan faydalanarak bol miktarda odun kesti.
Gece korku ile beraber geldi. Aç kurtlar daha da cesaretlenmekle kalmamış, uykusuzluk Henry’nin daha fazla yorgun düşmesine sebep olmuştu. Omzunda battaniyelerle ateş kenarına çökmüş, baltayı dizlerinin arasına almıştı. Köpekler iki yanında yaslanıyordu. Kendini tutamayarak uyudu. Bir kere uyandığında üç dört metre kadar uzağında sürünün en büyüklerinden bir gri kurdun durduğunu gördü. Ona baktığında hayvanın tembel bir köpek misali gerindiğini, ağzını yayarak esneyerek gözlerinin içine sahiplenmiş bir tavırla baktığını gördü. Sanki kısa süre sonra yiyeceği ertelenmiş bir yemekti.
Bu kendinden emin hâl bütün sürüde hâkimdi. Kendisine aç gözlerle bakan ya da kar üzerinde sakince uyuyan yirmi tane köpek saydı. Sofranın etrafına yayılmış yemek için izin bekleyen çocukları andırıyorlardı. Yiyecekleri yemek de kendisiydi. Yemeğin nasıl ve ne zaman başlayacağını merak etti.
Ateşe odun attığı sırada bedeninin değerini daha önce hiç anlamadığı kadar anladı. Hareket eden kaslarını izleyerek parmaklarının hünerli mekanizmasına dikkat kesildi. Ateş ışığında parmaklarını yavaşça ve sürekli olarak teker teker büküp sonra da hepsini birden gererek açıyor, bazen de bir cismi kavrar gibi bir hareket yapıyordu. Tırnak yapısını inceledi ve parmak uçlarını önce keskin sonra da yumuşakça sinir duyarlılığını ölçmek amacıyla bastırdı. Etkilenmişti. Öylesine hassas, düzgün ve güzelce çalışan vücudunu sevmeye başladı aniden. Sonra da etrafını beklenti içinde saran kurt çemberine korku dolu bir bakış attı. Ani bir darbe alır gibi anladı o an: O muhteşem vücudu, hayatta olan bedeni sadece bir et yığınıydı av peşindeki yırtıcı hayvanlar için. Aç dişleri tarafından parçalanarak bir yiyecek olacaktı onlara. Tıpkı bir geyiğin ya da bir tavşanın zaman zaman kendisi için bir yiyecek olduğu gibi.
Yarı kâbus bir uykudan uyandığında kızılımsı dişi kurdun karşısında olduğunu gördü. İki metre kadar ötesinde karda oturuyor, istekli gözlerle kendisine bakıyordu. Ayaklarındaki iki köpek sızlanıyor ya da hırlıyordu ama dişi kurt onları önemsemedi. Adama bakıyordu. O da bu bakışa bir süreliğine karşılık verdi. Dişi kurtta tehditkâr bir şey yoktu. Ona sadece büyük bir istekle bakıyordu. Ancak Henry biliyordu ki bu muazzam bir açlığa denk bir isteklilikti. Kendisi yemekti ve görüntüsü tat alma duyularını harekete geçiriyordu. Ağzı açıktı, salyaları dışarı akarken dudaklarını beklentinin verdiği hazla yalıyordu.
Adamın içinden korku dolu bir his geçti. Ona atmak üzere yanan bir oduna uzandı derhâl. Ancak oduna ulaşıp da parmaklarını geçirmeden dişi kurt geriye doğru sıçrayarak güvenli bir mesafeye sıçradı. Henry kendisine bir şeyler atılmasına alışkın olduğunu anladı. Hırlayarak geriye çekildiğinde beyaz dişlerini köklerine kadar gösterdi. İstekliliği yok olurken yerini adamı ürküten vahşi bir kötülüğe bırakıyordu. Elindeki oduna baktı ve parmaklarının ne kadar hünerli bir şekilde kavradığını gördü. Yüzeydeki düzensizliklere nasıl uyum sağladıklarına, kaba odunun altında ve üstünde nasıl kıvrıldıklarını gördü. Odunun yanan kısmına yakın küçük parmağı sıcaktan acı çekip nasıl da hassas ve otomatik bir şekilde daha soğuk bir kısmı tutmaya başlamıştı öyle. Bir anda o hassas ve narin parmakların dişi kurdun beyaz dişleri ile ezilip parçalandığını görür gibi oldu. Kullanım ömrü artık belirsiz vücuduna hiç böyle sevgi duymamıştı.
Bütün gece boyunca yanan odunlarla mücadele etti aç sürüyle. Kendine hâkim olamayarak uyuyakaldı. Yanındaki köpeklerin sızlanmaları ve hırıltıları uyandırdı onu. Sabah olduğunda gün ışığı ilk kez sürüyü dağıtmayı başaramadı. Onların gitmesini beklemesi boşunaydı. Kendisinin ve ateşin etrafında bir çember hâlinde durmaya devam ettiler. Öylesine kibirli bir sahiplenme tavrı ortaya koyuyorlardı ki gün ışığının getirdiği cesareti sarsıldı.
Yola çıkmak için çaresiz bir hamle yaptı. Ancak ateşin güvencesinden ayrılır ayrılmaz kurtlardan en gözü pek olanı ileri doğru sıçradı. Ancak kısa bir sıçrayıştı bu. Geri çekilerek kurtardı kendini Henry. Dişlerini kalçalarına geçirmesine on beş santim kalmıştı. Sürünün geri kalanı üzerine hücum ediyordu. Sağa sola yanan odun atarak uygun bir mesafeye çekilmelerini sağlıyordu.
Gün ışığında dahi ateşin yanından ayrılıp odun kesmeye cesaret edemedi. Altı metre kadar ileride kocaman ölü bir ladin ağacı vardı. Günün yarısını kamp ateşini ağacın yanına yaklaştırmakla harcadı. Düşmanlarına atmak üzere yarım düzine kadar odun parçası tutuyordu elinde sürekli. Ağaca ulaştığında en çok odunun olduğu kısma düşmesini sağlamak için etrafını inceledi.
Uyku ihtiyacının etkisini daha fazla şiddetlendirmesinin dışında gece, bir öncekinin aynısıydı. Köpeklerinin hırlamaları etkisini yitiriyordu. Ayrıca her zaman hırladıklarından duyarsızlaşmış ve uyuşuk duyuları seslerinin değişik tonlamalarını ve yoğunluğunu dikkate almıyordu. Ürpererek uyandı. Dişi kurt, bir metreden daha az bir mesafedeydi. Mekanik bir hareketle eline aldığı odunu kısa mesafeden açık ve hırlayan ağzına soktu. Acıyla haykırarak geri çekildi. Yanan etinin ve kürkünün kokusunun tadını çıkarırken altı metre kadar ötede kafasını sallayıp öfkeyle kükrediğini gördü.
Fakat bu kez uykuya dalmadan önce sağ eline yanan bir çam dalı bağladı. Gözlerini kapattıktan birkaç dakika sonra yanan etinin acısıyla uyandı. Birkaç saat boyunca böyle devam etti. Bu şekilde her uyandığında yanan odunlarla kurtları püskürttü, ateşi harladı ve eline yeniden çam dalı bağladı. Her şey yolunda gitse de bir keresinde dalı eline iyice bağlamadığından gözlerini kapattığında elinden düştü.
Rüya görüyordu. Fort McGurry’deydi. Sıcak ve rahattı. Kâğıt oynuyordu. Ayrıca kalenin etrafını kurtlar kuşatmıştı. Kapılarda kükrüyorlardı. Bazen kendisi ve oyun arkadaşları oyuna ara vererek hayvanların beyhude içeri girme çabalarına gülüyorlardı. Rüya öylesine tuhaftı ki bir çarpışma sesi duyuldu. Kapı patlayarak açıldı. Kurtların kalenin devasa oturma odasına akın ettiklerini gördü. Üzerlerine atlıyorlardı. Kapının açılmasıyla beraber kükreme sesleri fazlasıyla arttı. Kükreme onu rahatsız etmeye başladı. Rüyası başka bir şeyle iç içe giriyordu. Ne olduğunu bilmese de kükremeler devam ediyordu.
Uyandığında kükremelerin gerçek olduğunu gördü. Hırlamalar ve ciyaklamalar gerçekti. Kurtlar üzerine hücum ediyordu. Etrafında ve üzerindeydiler. İçlerinden birinin dişi koluna saplanmıştı. İçgüdüsel bir hareketle ateşe sıçradı. Sıçrarken de bacağının etini delen keskin dişi fark etti. Daha sonra ateş kavgası başladı. Sağlam eldivenleri geçici bir süreliğine ellerini korudu. Alev alev yanan odunları dört bir yana savurmaya başladı. Ta ki kamp ateşi bir yanardağa benzeyinceye dek.
Fakat bu uzun süremezdi. Yüzü sıcaktan kabarmıştı. Kaşları ve kirpikleri hafifçe yanmıştı. Ayakları da sıcağa dayanamıyordu artık. İki elinde yanan odunlarla ateşin kenarına sıçradı. Kurtlar geri çekilmişti. Yanan odunların düştüğü her yerde kardan bir cızırtı sesi geliyordu. Arada bir vahşi sıçrayışla geri çekilen bir kurt kükreyerek ve hırlayarak bu odunlardan birine bastığını ilan ediyordu.
Yanan odunları en yakındaki düşmanlarına atan adam, alev almış eldivenlerini kara fırlatarak ayaklarını soğutmak üzere yere sert sert bastı. İki köpeği de kayıptı. Pekâlâ biliyordu ki Şişko ile başlayıp ilerleyen günlerde kendisi ile sona erecek uzun süreli bir yemeğin ara öğünleri olmuşlardı.
“Beni daha ele geçiremediniz!” diye bağırdı aç hayvanlara yumruklarını savururken. Bağırma sesiyle beraber kurtlar telaşlandı. Hırlamaya başladılar. Dişi kurt karlar arasından yanına yaklaşarak aç bir arzuyla onu izlemeye başladı.
Aklına yeni gelen bir fikri hayata geçirmeye koyuldu. Ateşten geniş bir çember yapıp içine çöktü. Kıyafeti eriyen kardan kendisini koruyordu. Bu şekilde alevlerin güvencesinde kaybolunca sürü, ona ne olduğunu anlamak için yaklaştı. O zamana kadar yanaşmadıkları ateşin yakınında bir daire oluşturup âdeta köpek misali gözlerini kırpıp esneyerek zayıf bedenlerini alışkın olmadıkları sıcaklıkta esnettiler. Daha sonra dişi kurt oturdu, burnunu yıldıza kaldırıp ulumaya başladı. Diğer kurtlar da teker teker ona eşlik ettiler. Bütün sürü burunları havaya dikilmiş vaziyette açlık ulumalarını gerçekleştiriyorlardı.
Şafak geldi sonra da gün ışığı. Ateş azalmıştı. Yakıtları bittiğinden daha fazlasına ihtiyaç vardı. Adam alev çemberinden dışarı çıkmaya davransa da kurtlar onu karşılamaya hazırdı. Yanan odunlar yana çekilmelerini sağlasa da artık geri çekilmiyorlardı. Onları püskürtmeye çalışması boşunaydı. Vazgeçip çemberin içinde tökezlediğinde kurtlardan biri üzerine atladı ve hedef şaşırarak dört ayağının üzerinden alevlerin içine düştü. Dehşetle haykırıp hırladı ve pençelerini karda soğuttu.
Adam battaniyelerinin üzerine çömelir vaziyette oturdu. Vücudu öne doğru eğilmiş, rahatlamış omuzları düşmüştü. Dizlerinin üzerine dayadığı başı mücadeleyi bıraktığını ilan ediyordu. Arada bir kafasını kaldırıp sönmeye başlayan ateşe bakıyordu. Alevlerden oluşan çemberin arası açılıyordu. Bu açıklıklar gittikçe daralıyordu.
“Galiba her an beni ele geçirebilirsiniz.” diye söylendi. “Her türlü uyuyacağım.”
Uyandığında çemberin açılmış kısımlarından birinde, tam karşısında dişi kurdun kendisine baktığını gördü.
Kendisine saatler gibi gelen kısa bir süre sonra tekrar uyandı. Tuhaf bir değişim olmuştu. O kadar tuhaf bir değişimdi ki bu şaşkınlığı iyice uyandırdı onu. Bir şeyler olmuştu. İlk başta ne olduğunu anlayamasa da sonra fark etti. Kurtlar gitmişti. Geriye sadece ne kadar yakında olduklarını gösteren ezilmiş karlar kalmıştı. Yeniden uykusu gelmeye başladı. Başı dizlerinin üzerine düştü. Aniden irkilerek uyandı.
Adamların bağırışları, kızak sesleri, koşumların gıcırtıları ve kızak çeken köpeklerin sızlanmaları duyuluyordu. Dört kızak nehir yatağından çıkıp ağaçların arasındaki kampa girmişti. Yarım düzine adam sönmek üzere olan ateşin ortasına çökmüş adamın etrafındaydı. Onu sarsıyor ve dürterek ayıltmaya çalışıyorlardı. Onlara sarhoşmuşçasına baktı ve uykulu gibi anlamsızca bir şeyler söyledi.
“Kızıl dişi kurt… Beslenme zamanı köpeklerle beraber geldi… İlk önce köpek yemi yedi… Sonra köpekleri yedi… Sonra da Bill’i yedi…”
“Lord Alfred nerede?” Adamlardan biri kulağına bağırıp onu şiddetle sarstı.
Kafasını yavaşça salladı. “Hayır, onu yemedi. Kendisi bir önceki kampın bulunduğu yerde bir ağacın üzerinde.”
“Ölü mü?” diye bağırdı adam.
“Ve tabutun içinde.” diye cevap verdi Henry. Omzunu şiddetle çekerek kendisini sorgulayan adamdan kurtuldu. “Beni rahat bırakın. Tükendim artık. Herkese iyi geceler.”
Gözleri kırpıldı ve kapandı. Çenesi göğsüne düştü. Onu battaniyeye yatırdıkları anda horultuları soğuk havada yükselmeye başladı.
Fakat başka bir ses daha vardı. Bu ses uzaktaydı ve cılızdı. Ellerinden kaçırdıkları adamdan başka bir avın peşine düşmüş aç sürünün uluma sesi…

2. BÖLÜM

DİŞLERİN SAVAŞI
Adamların sesini ve kızak köpeklerinin sızlanmalarını ilk duyan dişi kurttu. Sönmek üzere olan ateşe sıkışmış adamdan ilk uzaklaşan da yine kendisiydi. Sürü, avlarından vazgeçmek istemediği için bir süre oyalandı, seslerden emin olduktan sonra da dişi kurdun izini takip ederek uzaklaştı.
Sürünün önlerinde koşan bozkurt aynı zamanda liderlerden biriydi. Dişi kurdun arkasından sürüyü yönlendiren de kendisiydi. Kendisini hırsla geçmeye çalışan daha genç kurtları hırlayarak uyarıyor ya da onları ısırıyordu. Karlar arasında yavaşça yürüyen dişi kurdu gördükleri zaman sürünün hızını arttıran da yine oydu.
Bozkurdun yanına geldi. Âdeta kendisine tahsis edilen yer orasıymış gibi… Sürünün hızına ayak uydurdu. Zaman zaman önüne geçen dişi kurda hırlamadı ya da dişlerini göstermedi bozkurt. Tam aksine ona karşı nazik gibiydi. Onun yanında koşmaya meylediyordu. Hatta ona yakın koşmaya başladığında hırlayıp dişlerini gösteren dişi kurttu. Zaman zaman bozkurdun omzunu keskince ısırdığı da oluyordu. Böyle zamanlarda herhangi bir öfke göstermiyordu bozkurt. Kenara fırlayıp tuhaf sıçrayışlarla sürünün önünde ilerliyordu. Mahcup bir köy delikanlısı gibi…
Bozkurdun tek sıkıntısı bu olsa da dişi kurdun başka dertleri vardı. Dişi kurdun diğer yanında birçok savaşın yara izlerini taşıyan cılız, yaşlı bir kurt vardı. Her zaman sağından koşardı. Bunun açıklaması tek gözü, yani sol gözü, olmasıydı. O da aynı şekilde dişi kurdu sıkıştırmayı seviyordu. Yaralı burnu dişi kurdun vücuduna, omzuna ya da boynuna değinceye kadar dişi kurdu sıkıştırıyordu. Dişi kurtsa solunda koşan bozkurda yaptığı gibi dişleriyle geri püskürtüyordu bu ilgiyi. Ancak ikisi de aynı anda ilgi gösterip sıkışınca ikisini de ısırmaya çalışıyor, bir yandan âşıklarını uzak tutmaya çalışırken sürünün hızına ayak uydurmaya çalışıyordu. Böyle zamanlarda koşu yoldaşları birbirine tehditkâr tavırlarla dişlerini gösteriyordu. Dövüşebilirlerdi, ancak kur tapma ve rekabet sürünün açlık sorunundan kaynaklı bekleyecekti.
Yaşlı kurt, arzularının keskin dişli nesnesi tarafından sertçe geri çevrildiği her seferinde kör olan sağ gözünün tarafında koşan üç yaşında genç bir kurda omuz atıyordu. Bu genç kurt, erişkin bir bedene sahipti. Sürünün zayıf ve aç hâli düşünülecek olursa ortalamadan daha fazla güce ve zindeliğe sahipti. Yine de tek gözlü ihtiyarın omuz hizasında koşuyordu. İhtiyarla nadiren de olsa aynı hizada koşmak istediğinde hırlama ve ısırıkla karşılaşıp yeniden omuz hizasına dönüyordu. Zaman zaman dikkatlice ve yavaşça hareket edip yaşlı kurdun ve dişi kurdun arasına giriyordu. Bundan rahatsız oldukları açıktı. Hatta üçü de rahatsızdı. Dişi kurt hırlayarak rahatsızlığını dile getirdiğinde yaşlı lider üç yaşındaki kurda dönüyordu. Dişi kurt da bazen dönüyordu. Hatta genç lider de dönerdi bazen.
Üç vahşi diş ile karşı karşıya kaldığı zamanlarda genç kurt alelacele duruyor, arkaüstü oturup ön ayaklarını havaya kaldırıp ağzına tehditkâr bir tavır vererek tüylerini dikiyordu. Sürünün ön tarafındaki bu kargaşa arka tarafların da karışmasına sebep oluyordu. Arkadaki kurtlar genç kurda çarparak arka ayakları ile yanlarına sert ısırıklar atarak rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. Genç kurt başına bela alıyordu. Yiyecek sıkıntısıyla beraber sinirler de bozuktu çünkü. Rahatsızlık vermek dışında bir işe yaramasa da gençliğin sonsuz inancıyla bu hareketinde ısrar ediyordu genç kurt.
Eğer ki yemek olsaydı aşk da kavga da çabucak neticelenirdi ve sürü bozulabilirdi. Ancak sürünün durumu vahimdi. Uzun süreli açlıktan dolayı zayıflamışlardı. Olağan hızlarının altında ilerliyorlardı. Arka taraflarda zayıf üyeler, çok gençler ve çok yaşlılar güç bela ilerliyorlardı. En önde ise en güçlüler vardı. Yine de sağlam vücutlu kurtlardan çok iskeletlere benziyorlardı. Her şeye rağmen ağır aksak ilerleyenler dışında hayvanlar kolayca ve yorulmadan koşturuyorlardı. Tel tel kalmış kasları tükenmez enerji kaynağı gibiydi. Çelik yapılı her bir kasın arkasında bir başka çelik yapılı biri vardı sanki.
O gün kilometrelerce yol aldılar. Gece boyunca koştular. Ertesi gün de koşuyorlardı. Donmuş ve ölü bir dünyanın yüzeyinde koşuyorlardı. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Engin cansızlık içinde ilerliyorlardı. Canlı olan sadece kendileriydi ve yaşamaya devam edebilmek için yiyebilecekleri canlı olan başka şeyler arıyorlardı.
Bu mücadelelerinin karşılığını aldıklarında alçaklardaki arazide bir düzine kadar akıntıdan geçmişlerdi. Nihayet bir geyiğe tesadüf ettiler. İlk buldukları iri bir erkek geyikti. Burada hem et hem de yaşam vardı. Üstelik gizemli ateşler ya da havada uçan ateşler tarafından da korunmuyorlardı. Geniş toynaklar ve yayılmış boynuzlar tanıdıkları silahlardı ve rüzgâra dikkat edip olağan sabırlarıyla saldırdılar. Kısa ve sert bir savaştı bu. İri geyiği her taraftan kuşattılar. Koca toynaklarıyla hünerle yaraladı onları. Geniş boynuzlarıyla ezdi. Mücadeleleri sırasında onları tepeledi kar üzerinde. Ama kaderinde yenilmek vardı. Dişi kurt vahşice boğazına saldırdığında ve dört bir yanına dişler saplandığında yere serildi. Mücadelesi sona ermeden ya da son darbesini vuramadan canlı canlı yediler onu.
Fazlasıyla yiyecek mevcuttu. Geyik üç yüz elli kilodan fazlaydı. Kırk kadarlık sürüye kişi başı on kilo kadar et düşüyordu. Olağanüstü bir açlığa dayanabildikleri gibi olağanüstü bir hızda yemek yiyebiliyorlardı. Birkaç saat önce sürüyle karşı karşıya gelen muhteşem hayvandan kısa süre sonra geriye kalanlar etrafa yayılmış kemiklerdi sadece.
Şimdi dinlenme ve uyuma zamanıydı. Karınları doymuş genç erkekler arasında atışma ve kavga baş gösterdi. Sürünün dağılması ileriki günlere kadar da devam etti. Açlık sona ermişti. Kurtlar av diyarındaydılar ve her ne kadar sürü hâlinde avlansalar da daha dikkatli hareket ediyorlardı. Karşılarına çıkan geyik sürülerinden iri olanları ya da aksak yaşlıları avlıyorlardı.
Bu bolluk diyarında sürünün ikiye ayrılıp farklı yönlere gittiği bir gün geldi. Dişi kurt ile solundaki genç liderle sağındaki tek gözlü ihtiyar sürünün yarısı ile birlikte Mackenzie Nehri’ni geçip doğudaki göller bölgesine girdiler. Sürünün geriye kalanı günden güne azalıyordu. İkişer ikişer dişili erkekli sürüden ayrılıyordu kurtlar. Zaman zaman tek bir erkek rakiplerinin keskin dişleri ile uzaklaştırılıyordu sürüden. En sonunda sadece dört tane kaldılar: dişi kurt, genç lider, tek gözlü lider ve üç yaşındaki hırslı.
Dişi kurt aşırı bir öfke hâlindeydi. Üç taliplisi de dişlerinin izini taşıyordu üzerinde. Yine de hiçbir zaman aynı şekilde karşılık vermediler ona. Asla kendilerini savunmadılar. En vahşi ısırıklarına dahi omuzlarını dönüyor ve kuyruklarını sallayıp ufak adımlarla öfkesini yatıştırmaya çalışıyorlardı. Her ne kadar ona karşı nazikseler de birbirlerine karşı serttiler. Üç yaşındaki kurdun sertliğinin şiddeti artmıştı. Tek gözlü ihtiyarı kör tarafından yakalayıp kulağını parçaladı. Yaşlı kurt her ne kadar tek gözü kalsa da rakibinin gençliğine ve gücüne karşı yılların getirdiği bilgisini kullandı. Kaybettiği gözü ve yaralı yüzü tecrübesinin ispatıydı. Bir an için de olsa tereddüte düşmek için çok fazla savaştan galip çıkmışlığı vardı.
Mücadele adil başlasa da adil sona ermedi. Sonucun ne olacağı mücadeleye üçüncü kurdun katılmasıyla beraber belli oldu. Genç lider yaşlı olana katılıp hırslı üç yaşındaki kurda saldırdı. Bir zamanlar yoldaşı olan iki kurdun dişleri tarafından kuşatılmıştı. Birlikte avlandıkları günleri, yakaladıkları avı, çektikleri açlığı unutmuşlardı. O işler geçmişte kalmıştı. Şu anda aşk söz konusuydu. Yemek bulmaktan daha ciddi ve zalim bir işti bu.
Bu arada bütün bunlara sebep olan dişi kurt, memnuniyetle oturup olanları izledi. Hatta zevk aldı bu durumdan. Bu onun günüydü ve çok sık gelmezdi bu gün. Kürkler kabartılmış, deriler dişlenmişti. Her şey ona sahip olmak için gerçekleşiyordu.
İlk kez tecrübe ettiği aşk mevzusunun bedelini canıyla ödedi üç yaşındaki kurt. İki tarafında da rakipleri vardı. Karın üzerinde gülümseyerek oturan dişi kurda bakıyorlardı. Ancak yaşlı kurt aşkta da savaşta olduğu gibi akıllıca davranıyordu. Genç lider omzundaki yarayı yalamak için başını çevirdi. Boynu rakibine dönüktü. İhtiyar tek gözüyle fırsatı gördü. Alçaktan, çenesi açık vaziyette fırladı. Uzun, keskin ve derin bir ısırmaydı bu. Dişleri boğazındaki büyük damarı deldi. Sonra geriye çekildi.
Genç lider korkunç bir şekilde hırladı. Ancak bu hırlama tam ortasında bir öksürmeye evrildi. Bir yandan kan kaybedip bir yandan öksürürken yaralı kurt can havliyle yaşlı kurda saldırdı. Ayakları zayıf düşüyor, gözünün önündeki ışık sönüyordu. Darbeleri ve sıçramaları kısalıyordu.
Bütün bu sırada dişi kurt oturmuş gülümsüyordu. Bu mücadeleden tuhaf bir keyif alıyordu. Çünkü bu vahşi doğanın sevişmesiydi. Doğa hayatının çiftleşme tragedyası sadece ölenler için trajediydi. Hayatta kalanlar için trajedi değil, başarmış olmanın fark edilmesiydi.
Genç lider karda yatıp hareket etmeyi kestiğinde Tekgöz, dişi kurda doğru yürüdü. Tavırlarında tedbirle karışık bir zafer havası vardı. Azarlanma bekliyordu ve dişi kurt öfkeyle dişlerini göstermediğinde şaşırdı. İlk kez nezaketle karşılanıyordu dişi kurt tarafından. Onunla koklaştı, hatta yavru köpekler gibi yanında atlayıp zıplama lütfunda bulundu. İhtiyarsa tüylerini ağartan yılların tecrübesine rağmen yavru köpek gibi hatta bir aptal gibi davrandı.
Mağlup edilmiş rakipler ve karın üzerine kanla yazılmış aşk hikâyesi çoktan unutuldu. Tekgöz’ün ağrıyan yaralarını yalamak üzere durduğu bir sefer dışında. O zaman dudakları bir hırlama hâlini aldı. Boynundaki ve omzundaki tüyler istemsizce havaya dikildi. Sıçramak için çömelir gibi olduğunda pençeleri kasılarak yerin karlı yüzeyini sıkıca kavradı. Ne var ki kısa süre sonra oynak bir tavırla kendisini peşinden koşturmaya çalışan dişi kurdun ormana dalmasıyla hepsi unutuldu.
Daha sonra birbirleriyle anlaşmış iki iyi dost misali yan yana koştular. Günler geçse de beraber kaldılar. Birlikte avlanıyor, avlarını öldürüyor ve birlikte yiyorlardı. Bir müddet sonra dişi kurt yorulmaya başladı. Bulamadığı bir şeyi arar gibiydi. Yere düşen ağaçların kovuklarında kendisini çeken bir şey var gibiydi. Üzerine kar yığılmış iri kaya parçalarının çatlaklarında ve mağaralarda koklayarak bir şeyler arar gibiydi. Tekgöz bunları umursamasa da dişi kurdu uysalca takip ediyordu. Olur da araştırmaları uzarsa uzanıp onu bekliyordu.
Tek bir yerde kalmadılar. Tekrar Mackenzie Nehri’ne dönünceye dek bölgede dolaştılar. Nehrin aşağısında yavaşça ilerlediler. Zaman zaman nehrin akıntıları boyunca avlanmak için uzaklaşsalar da hep geri dönüyorlardı. Bazen çiftler hâlinde gezen diğer kurtlara da tesadüf ettikleri oluyordu. Fakat iki taraf da diğerine dostane yaklaşmıyordu. Karşılaştıklarına memnun değillerdi ve yeniden sürü hâlinde gezmek istemiyorlardı. Birkaç kez yalnız kurtlara rastladılar. Bunlar her zaman erkekti ve Tekgöz ile arkadaşına katılmak için ısrar ediyorlardı. Dişi kurt Tekgöz’le omuz omuza tüylerini kabartıp dişlerini gösterince yalnız kurtlar geri çekilip yollarına devam ediyorlardı.
Ay ışığının olduğu bir gece sessiz ormanda koşarlarken Tekgöz aniden durdu. Burnu havaya kalktı, kuyruğu dikleşti. Havayı koklarken burun delikleri genişledi. Bir ayağını da köpek misali havaya kaldırmıştı. Tatmin olmadığından vermek istediği mesajı anlamaya çalıştığı havayı koklamaya devam etti. Alelade bir koklama eşini memnun etmeye yetmişti. Ona güven vermek için yürümeye başladı. Her ne kadar dişi kurdu izlemeye başlasa da hâlâ şüpheleri vardı. Uyarıyı incelemek üzere bir kez daha durmaktan kendini alamadı.
Ağaçların arasındaki geniş bir açık alana dikkatle ilerledi. Bir müddet yalnız kaldı. Daha sonra sürünerek ilerleyen bütün duyuları harekete geçmiş, vücudunun her kılından şüphe yayılan Tekgöz ona katıldı. Yan yana durup izlemeye, dinlemeye ve koklamaya başladılar.
Köpeklerin hırlaşma ve didişme sesleri, erkeklerin bozuk sesleri, kadınların azarlamaları, bir çocuğun tiz ağlama sesini duydular. Deriden yapılma koca çadırlar hariç araya girenlerin engelledikleri ateşin alevi ve bu ateşin gökyüzüne yavaşça yükselen dumanı dışında bir şey görünmüyordu. Burunlarına Kızılderili kampının kokuları geliyordu. Bu Tekgöz’ün anlayamayacağı bir hikâyenin parçalarıydı. Dişi kurdun her detayını bildiği bir hikâyenin…
Garip bir heyecan duyuyordu dişi kurt. Gittikçe artan bir zevkle koklamaya başladı. Ancak Tekgöz şüpheliydi. Endişesine ihanet edip tereddütle gitmeye başladı. Dişi kurt geriye dönüp boynuna burnuyla güven verici bir şekilde dokundu ve kampa bakmaya devam etti. Yüzünde yeni bir isteklilik vardı. Fakat bu açlıktan kaynaklı bir isteklilik değildi. Kendisinde ilerleme isteği uyandıran bir arzunun heyecanını taşıyordu. Ateşe daha da yaklaşmak, köpeklerle dalaşmak adamların sendeleyen ayaklarından kaçınmak isteğiydi bu.
Tekgöz, onun yanında sabırsızca duruyordu. Yeniden tedirgin oldu ve bulmaya çalıştığı şeyi yeniden aramak ihtiyacı bastırdı. Geriye dönüp ormanda koştu. Bu Tekgöz’ü rahatlatmıştı. İhtiyat, yeniden ormanın korumasına ulaşıncaya dek az biraz önünde koştu.
Ay ışığında gölge misali sessizce ilerlerlerken bir geçide geldiler. İkisi de kar üzerindeki izleri incelemek üzere burunlarını eğdi. Bu ayak izleri tazeydi. Tekgöz önden dikkatle ilerlerken eşi arkasındaydı. Geniş ayakları kara, kadife misali temas ediyordu. Tekgöz beyazların arasındaki beyaz bir hareketliliği yakaladı. Kayıp geçercesine yürüyüşü hızlıydı ancak Tekgöz’ün hızının yanında hiçbir şeydi bu hız. Keşfettiği beyaz leke önündeydi.
İki yanı genç ladin ağaçlarıyla çevrili dar patikada koşuyorlardı. Ay ışığında, ağaçların arasından geçidin ağzı görülebiliyordu. Yaşlı Tekgöz, kaçıp giden beyaz şekli yakalamaya çalışıyordu. Aradaki mesafeyi kapatmaya başladı. Şimdi yakınındaydı. Tek bir sıçrayışla dişleri üzerine saplanacaktı. Ancak bu sıçrayış gerçekleşmedi. Beyaz şekil havada süzüldü. Beyaz tavşan zıplarken yere geri inmeden tuhaf bir dans icra ediyordu havada.
Ani bir korkuyla geri çekilen Tekgöz kara çömeldi. Kendisini korkutan, ne olduğunu anlayamadığı bu şeye tehditkâr bir şekilde hırlıyordu. Ancak dişi kurt sakince yanından geçti. Bir müddet temkinle dursa da sonra dans eden tavşana doğru sıçradı. Kendisi de havada süzüldü. Ancak yetişemedi. Dişleri mekanik bir kapanmayla birbirine değdi. Sonra bir kez daha sıçradı ve bir kez daha…
Çömeldiği yerden hafifçe kalkan eşi onu izliyordu. Tekrar eden başarısızlıklarından rahatsız olduğu belliydi. Kendisi de güçlü bir şekilde sıçradı. Dişleri tavşana saplandı ve onu yere indirdi. Ama aynı zamanda şüpheli bir çatırdama sesi duyuldu. Hayret içinde gözleri genç bir ladin ağacının kendisine vurmak üzere eğildiğini gördü. Dişlerini serbest bırakarak tuhaf dansçının kaçmasına izin verip geri çekildi. Dişlerini gösteriyor ve hırlıyordu. Vücudundaki her bir tüy ve kıl öfke ve korkuyla havaya dikildi. O anda genç ağaç tekrar yükseldi ve tavşan havada süzülmeye devam etti.
Dişi kurt öfkeliydi. Azarlarcasına dişlerini geçirdi eşinin omzuna. Zaten korkmuş olan Tekgöz, bu saldırının sebebini anlayamadan geri saldırdı ve dişi kurdun burnunu yandan yaraladı. Eşinin böylesi bir azarlamaya tepki göstermesi dişi kurt için beklenmedik bir durumdu. Öfkeyle hırlayıp üzerine atladı. Bunun üzerine Tekgöz hatasını anlayıp onu sakinleştirmeye çalıştı. Fakat dişi kurt tepki göstermeye devam etti. Ta ki Tekgöz yatıştırma çabalarından vazgeçip cezasını çekmeye razı gelinceye dek.
Bu arada tavşan havada dans etmeye devam ediyordu. Dişi kurt karda oturmuştu. İhtiyar Tekgöz ise gizemli fidandan korkarak yeniden tavşanı yakalamaya davrandı. Tavşanı dişlerinin arasına geçirdiğinde gözlerini fidandan ayırmadı. Fidan bir kez daha yere kadar izledi onu. Darbe beklentisiyle çöktü. Tüyleri diken diken olmuştu. Dişleriyle hâlâ tavşanı sıkıca kavrıyordu. Fakat darbe gelmedi. Fidan hâlâ üzerinde eğik vaziyette duruyordu. Kendisi hareket ettiğinde o da hareket ediyordu. Sımsıkı dişlerinin arasından hırladı. Kendisi sabit durduğunda o da sabit duruyordu. Tekgöz sabit durmanın daha güvenli olduğuna kanaat getirdi. Ne var ki tavşanın sıcak kanının tadı güzeldi.
İçinde bulunduğu tereddütten kendisini kurtaran eşiydi. Tavşanı ondan aldı. Üzerindeki fidan tehditkâr bir şekilde sallanırken sakince kafasını kopardı tavşanın. Fidan daha sonra dikleşerek tekrar olağan hâlini aldı. Daha sonra dişi kurt ve Tekgöz tuhaf fidanın kendileri için yakaladığı avı yediler.
Tavşanların havada asılı durduğu başka geçitler vardı ve kurt çifti onları aramaya koyuldu. Dişi kurt önden giderken Tekgöz itaatkâr bir şekilde onu takip ediyor, tuzakla hayvan yakalama yöntemini öğreniyordu. Gelecek günlerde işine yarayacak bir bilgiydi bu.

YUVA
İki gün boyunca dişi kurt ve Tekgöz Kızılderili kampının etrafında dolaştı. Tekgöz endişeliydi. Ancak kamp, ayrılmaktan nefret ettiği eşini kendine çekiyordu. Bir sabah bir kurşun Tekgöz’ün kafasından birkaç santim uzakta bir ağaca isabet edince daha fazla tereddüt etmediler. Kendileriyle tehlikenin arasına kilometrelerce mesafe koyacak bir yere çekildiler.
Çok fazla uzaklaşmadan birkaç günlük uzaklıktaki bir yere geldiler. Dişi kurdun aradığı şeyi bulma ihtiyacı artık zorlayıcı bir seviyeye gelmişti. Gittikçe daha da ağırlaşıyordu. Koşabilse de yavaşça koşuyordu. Bir seferinde bir tavşan peşindeyken normal şartlarda kolayca yakalayabileceği avını bırakıp uzandı ve dinlendi. Tekgöz yanına geldi. Burnuyla boynuna nazikçe dokunduğunda onu öyle bir ısırdı ki ihtiyar arkaüstü düştü. Dişlerinden kaçmak için tuhaf şekillere giriyordu. Her zamankinden daha öfkeliydi dişi kurt. Tekgöz’se her zamankinden daha sabırlıydı.
Nihayet aradığı şeyi buldu. Yazları Mackenzie Nehri’ne akan fakat o zamanlarda dibine kadar donmuş derenin birkaç kilometre yukarısındaydılar. Dişi kurt güç bela yürüyordu. Eşi de önündeydi. Yüksek bir dere yamacına gelmişlerdi. Dişi kurt yamaca çıktı. Bahar fırtınaları ile eriyen karlar ufak bir mağara meydana getirmişti.
Dişi kurt mağara girişinde durdu ve dikkatle bakındı. Etrafı inceledi. Sonra tekrar mağaraya dönerek dar ağzından içeri girdi. Bir metre boyunca çömelerek ilerledi. Daha sonra duvarlar ve taban yükseldi. Tavan başının az biraz üzerindeydi. Burası kuru ve rahattı. Dikkatle inceledi. Bu arada mağara girişindeki Tekgöz sabırla bekliyordu onu. Dişi kurt burnunu yere eğerek birkaç daire çizdi. Sonra homurdanmayı andıran yorgun bir iç çekmeyle başı girişe dönük vaziyette yere çöktü. Kulakları dikleşmiş olan Tekgöz ona gülüyordu. Kuyruğunun uysalca sallandığını görebiliyordu dişi kurt. Kendi kulakları geri düştü, ağzı açıktı ve dili dışarı sarkıyordu. Bu hâliyle memnun ve keyifli olduğu belliydi.
Tekgöz açtı. Her ne kadar mağara girişinde uyusa da uykusunda rahatsızdı. Devamlı uyanıyor ve kulaklarını karlar üzerine vuran nisan güneşine doğru dikiyordu. Suyun akma sesi kulaklarına belli belirsiz gelince kalkıp dikkatle dinliyordu. Güneş geri dönmüştü. Uyanan Kuzey Diyarı kendisini çağırıyordu. Hayat kıpırdıyordu. Bahar hissi havadaydı. Kar altında ağaçlar yeşeriyor, tomurcuklar dağılıyordu.
Eşine gergin bir bakış attı. Ama onun kalkmaya niyeti yoktu. Dışarı baktığında yarım düzine kadar ardıç kuşunun kanat çırparak önünden geçtiğini gördü. Ayağa kalkıp tekrar eline baktı. Sonra tekrar yatıp uyudu. Kulağına tiz bir ses geldi. Bir ya da iki kez uyku sersemliğiyle burnuna dokundu. Sonra uyandı. Havadaki vızıltının sebebi burnunun üzerindeki sivrisinekti. Büyük bir sivrisinekti. Bütün kış boyunca kuru bir kütüğün içinde donmuş vaziyette kalmıştı. Şimdi de güneşle beraber dışarı çıkmıştı. Tekgöz dünyanın çağrısına daha fazla kayıtsız kalamadı. Üstelik acıkmıştı.
Eşinin yanına kadar sürünerek gidip onu uyanmaya ikna etmeye çalıştı. Fakat dişi hırlamakla yetindi. Dışarı yalnız çıkan Tekgöz karlı zeminin yumuşadığını ve hareket etmenin güçleştiğini gördü. Akıntının donmuş yatağına gitti. Ağaçların gölgelediği kar hâlâ sert ve buz hâlindeydi. Sekiz saat boyunca dolaştı. Geri döndüğünde başladığından daha açtı. Bir av bulsa da onu yakalayamadı. Eriyen karda düşüp debelenirken, beyaz tavşan narince kaçtı oradan.
Mağaranın girişinde ani bir şüpheyle durdu. İçeriden tuhaf sesler geliyordu. Eşine ait olmayan bu sesler sanki tanıdıktı. İçeri yöneldiğinde dişi kurdun uyarı mahiyetindeki hırlamasıyla karşılaştı. Bu uyarıya itaat ederek geri çekilse de seslere dikkat kesilmeye devam etti. Zayıf, bastırılmış hıçkırıklar ve iniltiler…
Eşi onu uyararak uzaklaştırınca girişte kıvrılıp uyudu. Sabah olduğunda loş ışık mağaradan içeri yayılınca belli belirsiz tanıdığı sesin kaynağını öğrenmek istedi bir kez daha. Eşinin uyarı hırlamasında yeni bir ton vardı. Bu kıskanç bir tonlamaydı. Tekgöz uygun bir mesafede durmaya özen gösterdi. Yine de dişi kurdun bacakları arasında beş ufak canlı gördü. Çok zayıf, acizdiler. Minik sızlama sesleri çıkarıyorlardı. Gözleri henüz açılmamıştı. Şaşırmıştı. Uzun ve başarılı hayatında başına ilk kez gelmiyordu bu durum. Çok seferler yaşamıştı bunu. Her seferinde de taze bir şaşkınlığa sebep oluyordu.
Eşi, Tekgöz’e endişeyle baktı. Arada bir alçak sesle uluduğu oluyordu. Olur da Tekgöz fazla yaklaşırsa bu uluma keskin bir hırlamaya dönüşüyordu. Dişi kurt daha önce böyle bir tecrübe edinmemişti. Fakat bütün ana kurtların sahip olduğu içgüdü yeni doğan yavruları yiyen baba kurtlara dair hatıralar sokmuştu beynine. Bu içinde bir korku olarak açığa çıkıyordu. Ve bu korku Tekgöz’ün babası olduğu yavrulara yaklaşmasını engelliyordu.
Fakat tehlike yoktu. Tekgöz, bütün baba kurtların sahip olduğu bir içgüdünün etkisini hissediyordu. Bunu sorgulamadı ya da kafası karışmadı. Bu dürtü içindeydi. Varlığının özündeydi. Yeni avlar bulmak üzere yola koyulup yeni doğan yavrularından oluşan ailesine sırtını dönmesi dünyanın en doğal şeyiydi.
Mağaradan sekiz dokuz kilometre uzakta akarsu bölünüyor ve çatalları dağlar asasından akıyordu. Sol çatala giden yerde yeni bir iz buldu. İzi kokladı ve taze olduğunu anlayınca çömeldi ve izin kaybolduğu yöne bakındı. Sonra geri dönüp sağ çatala saptı. Bu izler kendi ayak izinden daha genişti. Böyle bir izin olduğu yönde kendisine fazla et çıkmayacağını biliyordu.
Sağ çatalın bir kilometre kadar ilerisinde bir çiğneme sesi duydu. Peşinden gittiğinde bunun bir kirpi olduğunu gördü. Dişlerini ağaca geçirmişti bu kirpi. Tekgöz dikkatlice ve umutsuzca yaklaştı. Bu türü biliyordu her ne kadar kuzeyde daha önce rastgelmemiş olsa da. Uzun hayatında daha önce hiç kirpi yememişti. Fakat şans ve fırsat gibi şeyleri bildiğinden yaklaşmaya devam etti. Ne olacağını kestirmek mümkün değildi. Çünkü canlılar arasında olaylar her zaman farklı istikamette gelişirdi.
Kirpi yuvarlanarak bir top hâlini aldı. Keskin iğnelerini çıkararak saldırıyı karşılamaya koyuldu. Tekgöz gençliğinde bir başka kirpiye çok yaklaşmıştı. Dikenlerle kaplı hareketsiz kuyruğunu aniden suratına vurmuştu. İğnelerden biri burnuna isabet etmiş, haftalarca kalmış ve iltihaplanmıştı. Bu sebepten otuz santimetre kadar uzakta, kuyruğunun uzağında beklemeye başladı. Bu şekilde sessizce bekledi. Ne olacağını kestirmek mümkün değildi. Bir şeyler olabilirdi. Kirpi yeniden açılabilirdi. Hassas korunmasız gövdesine usta bir pençe savurabilirdi.
Fakat yarım saat kadar sonra kalktı. Hareketsiz topa öfkeyle kükredi ve yürümeye başladı. Geçmişte kirpilerin açılması için boş yere o kadar çok beklemişti ki daha fazla zaman kaybetmek istemedi. Sağ çataldan ilerlemeye devam etti. Gün geçiyordu ve arayışı ödüllendirilmemişti.
Babalık içgüdüsü fazlasıyla kuvvetliydi. Et bulmak zorundaydı. Öğlen vakti bir kar tavuğuna tesadüf etti. Çalıların arasından çıktığında eksik akıllı bu kuşla yüz yüze gelmişti. Bir kütüğün üzerinde, burnunun ucundan otuz santim kadar ilerideydi. Birbirlerini gördüler. Kuş irkilerek uçmaya davransa da ona pençesiyle bir darbe savurdu. Sonra da üzerine saldırdı. Kar tavuğu debelenip yeniden yükselmeye çalışırken dişlerini geçirdi. Dişleri, hassas etine ve kırılgan kemiklerine değince hâliyle yemeye başladı. Ama sonra hatırlayıp hayvan ağzında evin yolunu tuttu.
Dere çatalının bir buçuk metre kadar ötesinde alışkanlığı üzere hassas adımlarla ilerleyip gölge misali kayarken yoldaki her yeniliğe dikkat kesiliyordu. Sabah gördüğü izlerin yenilerini fark etti. İzler kendi gideceği yolda olduğundan takip etti. Her an bu izlerin sahibiyle karşılaşmaya hazırdı.
Irmağın geniş bir dönemecindeki bir kayadan geçtiğinde gördüğü bir şey derhâl çökmesine sebep oldu. Bu izin sahibine aitti. Kocaman dişi bir vaşak. O da iğne topunun karşısında kendisi gibi çökmüştü. Daha önce kayan bir gölgeydi ama şimdi gölgenin hayaleti oldu. Sürünüp dolandığında hareketsiz çifte yaklaştı.
Kara yatıp ağzındaki hayvanı yanına koydu. İğnesiz ve kısa bir ladin ağacının arasından gözünün önündeki yaşam oyununu izlemeye başladı. Bekleyen vaşak ve bekleyen kirpi. İkisi de yaşamak niyetindeydi. Bu oyunu ilginç yapan ise birinin hayatının diğerini yemeye, ötekinin hayatınınsa yem olmamaya bağlı olmasıydı. Bu arada ihtiyar Tekgöz de kendi rolünü oynuyordu. Şansın tuhaf bir oyunu kendi yaşam biçimi olan avlanma konusunda yardımcı olabilirdi.
Yarım saat, bir saat geçti ama bir şey olmadı. Diken topu taşa, vaşak mermere dönüşmüş olabilir, Tekgöz ölebilirdi. Yine de bu üç hayvan neredeyse acı veren bir yoğunlukla yaşama tutunmuştu. O anki taş kesilmelerinde tecrübe ettikleri yaşama duygusunu nadiren hissetmişlerdir.
Tekgöz hafifçe hareket etti ve artan bir istekle izlemeye koyuldu. Bir şeyler oluyordu. Kirpi nihayet düşmanın uzaklaştığına kanaat getirmişti. Yavaşça ve dikkatlice nüfuz edilemez zırhını açmaya koyuldu. Tehlike öngörmediğinden telaşsızdı. Yavaş yavaş açılıyor ve genişliyordu. Bunu izleyen Tekgöz ağzının aniden nemlendiğini fark etti salyaları akıyordu. Karşısında yemek misali açılan canlı et onu istemsizce heyecanlandırıyordu.
Kirpi düşmanını fark ettiği anda tamamen açılmamıştı. Vaşak o anda saldırdı. Darbe âdeta şimşek misaliydi. Keskin pençelerini hassas karnına geçirip parçaladı. Eğer ki kirpi tamamen açılsa ya da darbeyi saniyeden az bir zaman önce fark etmemiş olsaydı pençe zarar görmemiş olabilirdi. Ancak kuyruğun yandan darbesi üzerine vaşağa sert iğneler batırdı.
Her şey bir anda gerçekleşti. Darbe ve karşı darbe. Kirpiden bir acı ciyaklaması duyuldu. Koca kediden ise ani acı ve şaşkınlık bağırması. Tekgöz heyecanla hafifçe kalktı. Kulakları dikilmiş, kuyruğu havadaydı ve titriyordu. Vaşak öfkesine yenik düştü ve canını yakan şeye vahşice saldırdı. Fakat hâlâ acı çeken kirpi hasar görmüş vücuduyla zayıf düşmüş bir şekilde kapanmaya çalışıyordu. Kuyruğuyla tekrar vurunca iri kedi tekrar ciyaklamaya başladı acıyla. Geri çekilerek aksırdı. Burnu devasa bir iğnelik gibiydi. Pençelerini burnuna götürdü ve iğnelerden kurtulmaya çalıştı. Burnunu kara gömüyor ya da ağaçlara sürterek kurtulmaya çalışıyordu. Bu arada büyük bir korku duyuyor ve acı çekiyordu.
Defalarca aksırdı. Ani ve vahşi titremelerle kuyruğunu etrafa çarpıyordu. Sonra bir süre için sakinleşti. Tekgöz izlemeye devam ediyordu. Vaşak, aniden sıçrayıp korkunç bir ses çıkardığında yaşlı kurt ürpermekten kendini alamadı. Daha sonra uzaklaştı, her bir sıçramasında acı bir şekilde haykırarak.
Gürültüsü iyice uzaklaşıp sona erdiğinde Tekgöz ilerleme cüretinde bulundu. Bütün zemin kirpi iğneleriyle kaplanmışçasına hassas adımlarla ilerledi. Kirpi bu yaklaşıma öfkeli bir haykırışla ve uzun dişlerini birbirine vurarak karşılık verdi. Yeniden top hâlini almıştı. Ancak eskisi kadar iyi kapanamamıştı çünkü kasları hasar görmüştü. Neredeyse yarısına kadar yara almıştı ve hâlâ fazlasıyla kan kaybediyordu.
Tekgöz kanla kaplı kardan doldurdu ağzına. Çiğnedi, tattı ve yuttu. Bu hoşuna gidiyor, açlığı artıyordu. Ancak dikkati elden bırakmayacak kadar uzun bir süre yaşamışlığı vardı. Bekledi. Uzandı ve bekledi. Bu arada kirpi dişlerini gıcırdatıyor acı çekiyor, keskin keskin ciyaklıyordu. Kısa bir süre sonra Tekgöz iğnelerinin eğildiğini ve sarsılarak titrediğini gördü. Titreme sona erdi aniden. Uzun dişlerini son bir kez çarptı birbirine. Sonra bütün iğneleri indi. Vücudu serbest kaldı ve hareket etmemeye başladı.
Tekgöz, ürkek bir pençe darbesiyle Kirpi’yi açtı ve çevirdi. Bir şey olmadı. Kesinlikle ölmüştü. Bir süre için inceledi. Sonra akıntının aşağısından ilerlemeye başladı. Kirpiyi kâh taşıyor kâh sürüklüyordu. Dikenli hayvana basmamak için başını yana çevirmişti. Bu arada aklına bir şey geldi. Yükünü bıraktı ve kar tavuğunu aldığı yere geri koştu. Tek bir an için dahi tereddüt etmedi. Ne yapılması gerektiğini biliyordu. Kar tavuğunu yedi. Sonra da geri dönüp yükünü yüklendi.
Bir günlük avının ürününü götürdüğünde dişi kurt dikkatle inceledi. Burnunu Tekgöz’e uzatıp omzunu hafifçe yaladı. Fakat sonra yavrulardan uzak durması için eskisinden daha az sert ve tehditkâr olmaktan çok özür diler bir tavırla hırladı. Yavruları için babalarından korkma içgüdüsü azalmıştı. Bir baba kurdun davranması gerektiği gibi davranıyor, dünyaya getirdiği canlıları yemek gibi fena bir istek belirtileri ortaya koymuyordu.

BOZ YAVRU
Kardeşlerinden farklıydı o. Sadece tüyleri dahi annesi dişi kurdun kızılımsı rengine ihanet ediyordu. Sadece o babasından almıştı rengini. Yavrular arasında gri renkli olan bir tek oydu. Hakiki bir kurttu. Aslında Tekgöz’e ait bütün özellikleri taşıyordu fiziksel olarak. Tek bir istisna dışında: Babasının tek gözü varken kendisinin iki gözü vardı.
Boz yavrunun gözleri uzun süredir açık olmasa da çoktan net bir şekilde görebiliyordu. Gözleri kapalıyken ise dokunuyor, tadıyor ve kokluyordu. İki erkek kardeşi ile iki kız kardeşini iyi tanıyordu. Onlarla çelimsiz, tuhaf bir şekilde boğuşmaya, hatta dalaşmaya başlamıştı. Küçük boğazı tuhaf bir ciyaklama sesiyle (ulumanın habercisi) titremeye başlamıştı. Gözleri açılmadan çok önce dokunarak, tadarak ve koklayarak annesini tanımıştı. Sıvı gıdanın ve sevecenliğin kaynağıydı annesi. Küçük ve yumuşak bedenine değdiğinde kendisini sakinleştiren nazik, hassas bir dili vardı. Onu annesine yaslanarak uyumaya itiyordu.
Hayatının ilk ayının çoğu bu şekilde uyuyarak geçti. Ama artık çok iyi görebildiğinden daha uzun süreler uyanık kalmaya başladı. Dünyayı öğrenmeye de başlıyordu. Onun dünyası kasvetliydi ama o bunu bilmiyordu. Başka bir dünya tanımıyordu çünkü. Loş ışıklıydı ve gözleri başka bir ışığa alışamamıştı. Dünyası çok küçüktü. Sınırları mağaranın duvarlarıydı. Fakat dışarıdaki dünyanın ne kadar geniş olduğunu bilemediğinden içinde bulunduğu dar alanda baskılanmış hissetmiyordu.
Fakat erkenden öğrendiği şey dünyasının duvarlarından birinin diğerlerinden farklı olduğuydu. Burası ışığın da kaynağı olan mağara ağzıydı. Kendisine ait düşünceleri bilinçli bir iradesi olmadan keşfetmişti bu duvarın diğerlerinden farklı olduğunu. Daha gözlerini açıp bakamadan bile dayanılmaz bir çekiciliği vardı. Buradan gelen ışıklar mühürlü gözlerine vuruyor, gözleri küçük kıvılcım benzeri sıcak renkli ve keyif veren şeylerle titriyordu. Vücudundaki hayat, her bir hücre vücudunun özü olan canlılık, kendi şahsi yaşamı dışındaki bu canlılık bedenini keşfetmesine yol açıyordu.
Başlarda, bilinçli yaşamı ortaya çıkmadan önce her zaman mağaranın ağzına doğru kıvrılırdı. Kardeşleri de aynı şekilde. O zamanlarda hiçbiri arka duvarın karanlık köşelerine doğru kıvrılmadı. Işık onları bitki misali çekti. Kendilerini oluşturan kimya, ışığı varlığın bir gerekliliğiymişçesine talep ediyordu. Böylece minik bedenleri körce ve kimyasal bir yaklaşımla âdeta asma filizleri gibi yavaş yavaş ilerliyordu. İleriki zamanlarda her biri kendine ait kişilik geliştirip dürtülerinin ve arzularının bilincine vardığında ışığın cazibesi arttı. Hep ona doğru yöneliyor ve uzanıyorlardı. Sonra da anneleri tarafından geri çekiliyorlardı.
Boz yavru annesinin yumuşak, yatıştırıcı dili dışındaki özelliklerini işte bu şekilde öğrendi. Işığa doğru ısrarla yöneldiği zamanlarda annesinin azar anlamına gelen keskin burun dürtmesini keşfetti. Sonraları hızlı ve hesaplanmış bir pençe darbesiyle kendisini nasıl yuvarladığını gördü. Bu şekilde acıyı öğrendi. Daha da önemlisi acıdan kaçınmayı öğrendi. İlk olarak o riske girmemeyi, olur da o riske girerse kaçmayı ve geri çekilmeyi kavradı. Bunlar bilinçli eylemlerdi ve dünyaya dair ilk genellemelerin sonuçlarıydı. Öncesinde ışığa yöneldiğinde otomatik bir şekilde geri çekilirdi. Sonra ise acıdan dolayı geri çekildi çünkü acı canını yakardı.
Haşin bir küçük yavruydu. Kardeşleri de aynı şekilde. Beklendiği gibi. Etçil bir hayvandı. Et öldürenlerle et yiyenlerin soyundan geliyordu. Yaşamının ilk anlarında emdiği süt doğrudan etten geliyordu. Şimdi bir aylıkken, gözleri bir haftadır açıkken kendisi et yemeye başlamıştı. Dişi kurt tarafından kısmen sindirilmiş etti bu. Memelerinden fazla talepte bulunan beş yavrusuna kustuğu et…
Fakat o, yavrular arasında en haşin olanıydı. Hepsinden daha yüksek sesli ciyaklayarak ulurdu. Minik öfke hâlleri diğerlerinkinden daha korkunçtu. Başka bir yavruyu kurnaz bir pati darbesiyle yere serme oyununu ilk o öğrenmişti. Başka bir yavruyu kulaklarından yakalayıp çekerek dişlerini geçirmeyi öğrenen de yine ilk oydu. Yavrularını mağara ağzından uzaklaştırmak konusunda anneyi en çok zorlayan da kesinlikle oydu.
Işığın cazibesi boz yavru için günden güne artıyordu. Devamlı olarak mağaranın girişine doğru bir metre uzunluğundaki bir maceraya atılıyor ve devamlı olarak geri çekiliyordu. Girişler, birilerinin bir yerden bir yere geçerken kullandığı geçitler hakkında bir şey bilmiyordu. Başka bir yere nasıl gidileceği bir yana başka bir yer olduğunu dahi bilmiyordu. Ona göre mağara girişi bir duvardı. Işıktan duvar. Bir mumun pervaneyi kendine çekmesi gibi kendine çekiyordu. Ona ulaşmak için her zaman çabalıyordu. İçindeki hayat, dışarıya ait bir çıkış olduğunu biliyordu. Fakat kendisi buna dair hiçbir şey öğrenmemişti henüz. Bir dışarısı olduğunu bile bilmiyordu.
Bu ışık duvarına ait bir başka tuhaf şey daha vardı. Babasının (dünyada ikamet eden bir başka kimse olan babasını çoktan tanımaya başlamıştı, annesi gibi olan bir yaratık, ışığın yanında uyuyan ve et getiren) uzaktaki beyaz duvara kadar gidip kaybolmak gibi bir alışkanlığı vardı. Boz yavru bunun sebebini asla anlayamadı. Annesi her ne kadar o duvara yaklaşmasına izin vermese de diğer duvarlara yaklaşmış ve hassas burnuyla sert engellere çarpmıştı. Bu canını yakmıştı. Bu tür maceralardan birkaç kez sonra duvarları bıraktı. Duvarın içinde kaybolmanın babasına ait, süt ve yarı sindirilmiş etin de annesine ait bir tuhaflık olduğunu hiç düşünmeden kabul etti.
İşin aslı boz renkli yarı düşünemezdi, en azından insanlar gibi düşünemezdi. Onun beyni daha bulanıktı. Yine de vardığı sonuçlar insanların hükümleri gibi keskin ve belirgindi. Nedenini ve nasılını düşünmeden bir şeyleri kabul etme yöntemi vardı. İşin aslı bu bir sınıflandırma eylemiydi. Herhangi bir şeyin nedenini düşünme zahmetine girmezdi. Nasıl olduğu kendisi için yeterliydi. Bu sebepten burnunu duvara birkaç kez vurduğunda duvarların içinden geçemediğini kabullendi. Aynı şekilde babasının duvarların içinden geçtiğini de kabul etti. Fakat kendisi ve babası arasındaki farkı anlamak için en ufak bir istek duymuyordu. Mantık ve fizik onun zihinsel yapısının parçaları değildi.
Vahşi yaşamın birçok yaratığı gibi o da açlığı erkenden tecrübe etmişti. Öyle zamanlar oluyordu ki sadece et değil, annesinin memelerinden süt de gelmiyordu. Yavrular ilk seferlerde sızlanıp ağlasalar da çoğunlukla uyudular. Açlıktan bayılmaları çok zaman almadı. İtişmeleri ve dalaşmaları son buldu. Minik öfke nöbetleri ya da uluma teşebbüsleri yoktu. Bu arada beyaz duvara yaklaşma maceraları tamamen kesildi. İçlerindeki hayat titreyerek yok olurken yavrular uykuya daldılar.
Tekgöz çaresizdi. Genişçe bir alanda dolanıyordu. Artık neşesiz ve sefil olan mağara girişinde çok az uyudu. Dişi kurt da aynı şekilde yuvasından ayrılıp et peşinde koştu. Yavruların doğumundan bir iki gün sonra Tekgöz birkaç sefer yerli kampına gidip tuzağa yakalanmış tavşanları getirmişti. Ancak karların erimesi ve akıntıların açılmasıyla beraber yerli kampı taşındı. Böylece bu kaynak ortadan kalkmış oldu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzhek-london/beyaz-dis-69428032/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Beyaz Diş Джек Лондон

Джек Лондон

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yabanın içinden melez bir kurt olarak yaşama atılan Beyaz Diş’in, vahşilik ile evcilliğin arasında gidip gelen maceralı öyküsüne, eserde onun gözüyle dâhil olunur. Beyaz Diş, beyaz duvarı aşarak yabancı olduğu vahşi doğaya ilk adımını atar ve tecrübelerini kâh acı kâh zafer ile edinir. Ancak bu yalnız yaşantı âdemoğlunun çadırında son bulur. Beyaz Diş’in tabiriyle “insan tanrı”nın hükmüne girer ve kendisine bir yurt edinir. Burada yasalar ve görevler vardır. Henüz adapte olmuşken kıtlık aylarında yaşanan sıkıntılar onu vahşi doğasına dönmeye zorlar ve bir kez daha yalnızlığı tadar. Bir insan kadar aitlik hissine özlem duyan Beyaz Diş, sahibine özlemle koşar. Eski yaşantısında zorluklar olsa da bir yere ait olmanın verdiği güvenle burada kalmanın vazgeçilmez olduğunu kendine dikte eder. Ancak sonraki yaşantısı ona güvenden çok zulüm ve acı verir. Beyaz Diş, kahramanı ile tanışana dek mutsuz ve kederli yaşamına boyun eğer. Ancak ona gerçek bir ev sunacak asıl tanrısı sahip çıkana kadar. Müthiş içgüdüleri ve keskin zekâsı sayesinde sahibi ile sarsılmaz bir bağ kuran Beyaz Diş, bundan sonra bir kurt-köpekten çok yoldaş olmuştur, tanrıya. Sahibine ölümüne sadık olan Beyaz Diş’in adı, artık Kutsal Kurt olmuştur.Dünya, şaşırtıcı bir yerdi. İçinde hayatın kıpırdanışını hissetmek, kaslarının hareketini fark etmek, sonsuz bir mutluluk kaynağıydı. Bu artık Beyaz Diş için sonun başlangıcıydı. Nefretin hâkimiyetindeki eski hayatının sonuydu. Yeni ve anlaşılmaz bir şekilde güzel olan bir hayat yaklaşıyordu.

  • Добавить отзыв