Mrs. Dalloway

Mrs. Dalloway
Virginia Woolf
“ ‘Mrs. Dalloway’ ve keşfettiklerim üzerine pek çok şey söylemeliyim aslında: Karakterlerimin arkasındaki güzel mağaraları nasıl kazdığımı; bunun tam da benim aradığım şeyi sağladığını düşünüyorum: insanlık, mizah ve derinlik. Asıl amaç mağaraların birleşmesi ve her birinin, yaşanılan o anın içinde gün yüzüne çıkması.” Bu sözleri söylüyor kendi romanı için Virginia Woolf. Roman kahramanı Clarissa Dalloway, akşam vereceği partinin hazırlıkları ile uğraşırken yalnızca onun düşünsel serüvenine değil, rüzgârının değdiği herkesin iç dünyasına tanık oluyoruz. Tek bir günün içinde hem geçmişi hem geleceği hem de içinde bulunduğu anı anlatıyor kitabında yazar. Pek çok kişinin zihninde gezip pek çok düşünce arasında gidip gelirken bir olay örgüsünden ziyade, karakterlerin iç dünyalarıyla, nasıl duyup nasıl düşündükleriyle ilgilenen Woolf, insan ruhundaki çatışmaları, gelgitleri önemseyip zihinler arasında bir bilinç akışı köprüsü kurarak bize aktarıyor söylemek istediklerini: yaşam ve ölüm, akıl ve delilik… "Bir keresinde Serpentine’a bir şilin atmıştı, bir daha da hiçbir şey atmamıştı. Oysa genç adam bütün hayatını kaldırıp atıyordu. Onlar yaşamaya devam edeceklerdi (Partiye geri dönmeliydi; salonlar hâlâ kalabalıktı, insanlar gelmeye devam ediyorlardı.). Onlar yaşlanacaktı. Oysa önemli olan bir şey vardı; kendi yaşamında gevezeliğe boğulan, yalanlarla yozlaşan, bozulan, belirsizleşen bir şey… İşte onu koruyabilmişti genç adam. Ölüm, bir başkaldırıydı. Ölüm, iletişim kurmak için verilmiş bir çabaydı, insanlar, nedense kendilerinden kaçan öze ulaşmanın imkânsızlığını hissediyorlardı; yakınlık uzaklaşıyor, büyük sevinçler soluyordu, insan yalnız kalıyordu. Bir kucaklaşma vardı ölümde. Ama şu kendini öldüren genç adam -hazinesi elindeyken mi bırakmıştı kendini aşağıya? Beyazlar içinde aşağı inerken, bir seferinde 'Şimdi ölecek olsaydım eğer, bu benim en mutlu anım olurdu.' demişti Clarissa kendi kendine." (…) "Ama kurtulmuştu Clarissa. Oysa o genç adam canına kıymıştı. Bir şekilde onun felaketiydi bu, utancıydı. Bu koyu karanlıkta, burada bir adamın, şurada bir kadının dibe battığını ve kaybolduğunu görürken gece elbisesi içinde öylece dikilmek zorunda kalmak da onun cezasıydı. Hile yapmış; çalmıştı aslında. Hiçbir zaman tamamıyla hayran kalınacak biri olmamıştı."

Virginia Woolf
Mrs. Dalloway

Mrs. Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.
Lucy’nin işleri belliydi. Kapılar menteşelerinden çıkartılacaktı; Rumpelmayer’ın adamları geliyordu. Ve sonra, ne güzel bir sabah, diye düşündü Clarissa Dalloway, sahildeki çocuklara sunulmuş gibi taptaze!
O nasıl bir tarla kuşu! O ne dalış! Şimdi olduğu gibi, menteşelerin o hafif gıcırtısını her duyduğunda, Bourton’dayken Fransız pencerelerini açıp temiz havaya doğru uzandığındaki hisleri aklına gelirdi. Ne kadar taze, ne kadar sakindi günün erken saatlerinde hava, o zamanlar şu anda olduğundan daha durgun olurdu tabii; bir dalganın vuruşu gibi, öpüşü gibi, serin ve keskin (en azından o zamanlar on sekizinde olan bir kız için); o açık pencerenin önünde dururken hissettiği gibi, sanki korkunç bir şey olacakmış gibi; çiçeklere, bir duman bulutunun yaladığı ağaçlara ve yükselip alçalan ekin kargalarına bakarken ta ki Peter Walsh “Sebzeler arasında derin düşüncelere mi dalıyoruz?” diyene kadar -öyle miydi- “Erkekleri karnabaharlara tercih ederim.” -öyle miydi? Bunu bir sabah kahvaltıda, terasa çıktığında söylemişti galiba Peter Walsh. Bugünlerde Hindistan’dan dönmüş olacaktı. Haziranda mıydı, temmuzda mı, mektupları pek sıkıcı olduğundan orasını unutmuştu, zaten ancak onun söylediklerini hatırlardı insan; çakısını, gülüşünü, huysuzluğunu, milyonlarca şey kaybolup gittiğinde bile -ne tuhaftı- lahanalar hakkında, buna benzer söylediklerini anımsardı insan…
Mrs. Dalloway, Durtnall’ın kamyonetinin geçmesini beklerken kaldırım kenarında doğruldu. Ne alımlı kadın, diye düşündü Scrope Purvis (Westminster’da kapı komşunuzu ne kadar tanırsanız o kadar tanıyordu onu.), bir kuşu anımsatıyor âdeta, alakargayı; elli yaşını aşmış olmasına ve hastalığı yüzünden solgunlaşmasına rağmen, yeşil-mavi renkleriyle, aydınlık, neşeli ve hayat dolu görünüyordu. Kaldırımın kenarına konmuş Mrs. Dalloway, dimdik, karşıya geçmeyi beklerken onu görmüyor bile…
İnsan Westminster’da oturunca -kaç yıl olmuştu, yirmi yılı aşmıştı- trafiğin ortasında bile olsa veya gece uyandığında, Clarissa bundan emindi, Big Ben saat başı çalmadan, bir çeşit sessizlik veya ciddiyet, tarif edilemez bir duraklama, gizemli bir şeyler duyar (ama kalbinden de olabilirmiş, öyle söylemişlerdi: gripten)… İşte! Yine vuruyor! Önce ahenkli, tatlı bir uyarı, sonra o kaçınılmaz ses. Kurşundan halkalar havaya karışıp eridi. Ne budalayız, diye düşündü Victoria Sokağı’nı geçerken. İnsan neden sever, neden öyle görür, neden öyle yaratır, neden öyle kurar, yıkıp her an yeniden yaratır ama en kartlaşmışlarımız, kapı eşiklerinde ölesiye içenler bile, yalnız Tanrı bilir… Hayatı sevdikleri için Parlamentonun yasaları bile baş edemezdi bunlarla, Clarissa bu tespitinden emindi. İnsanların gözlerinde, salınarak yaptıkları yürüyüşlerde, derbederlikte, bağırışlarda ve curcunadaydı; arabalarda ve otomobillerde, otobüslerde, kamyonetlerde, oyalanan sandviç satıcılarında, bando ve laterna seslerinde, tepelerinden geçen uçağın utkulu, kulaklarını çınlatan, tuhaf tiz homurtusundaydı sevdiği şey; hayat, Londra, haziranda bu an…
Haziranın ortasıydı çünkü. Savaş bitmişti; elçilikteki Mrs. Foxcroft gibileri için olmasa bile; yazık, evvelki gece, o hoş delikanlı nasıl öldürüldü diye, malikâne, yeğenlerinden birine nasıl kalır diye kendi kendini yiyip bitiriyordu resmen. Peki ya Leydi Bexborough! Göz bebeği John’ın öldürüldüğünü bildiren telgraf elinde, bir sergisinin açılışını yapmıştı. Neyse ki hepsi sona ermişti. Çok şükür! Hazirandı. Kralla kraliçe saraydaydılar. Ve saat çok erken olmasına rağmen, her yerde bir hareketlilik vardı; taylar dörtnala koşuyor, kriket sopaları çarpışıyordu; Lord Ascot, Lord Ranelagh ve diğerleri, gri-mavi tonlardaki sabah havasının yumuşak ağıyla sarmalanmışlardı; gün ilerledikçe bu hava onları yumuşatıp serbest bırakacak, ön ayakları çimene değer değmez tayları sıçratacak; koşuşan delikanlıları, muslin elbiseleri içinde gülüşen, sabaha kadar dans ettikten sonra bile tuhaf, tüylü köpeklerini gezintiye çıkaran genç kızlarıyla ve şimdi bile, bu saatte bile, ketum, zengin, yaşlı dul kadınlar gizemli görevler peşinde arabalarına atlamış hızla gidiyorlardı; dükkân sahipleri vitrinlerinde taklit ve gerçek elmaslarını düzenliyorlar, Amerikalıların aklını başından alacak on sekizinci yüzyıl deniz-yeşili broşlarını diziyorlardı (ama tutumlu olmak lazımdı, Elizabeth’e aceleyle bir şeyler alınmamalıydı). Kendi de böyle budalalığa varan sadık bir tutkuyla severdi onu, hem bir parçasıydı bütün bunların, onun ailesi de zamanında, George Dönemi’nde saray mensuplarıymış, yani bu gece, vereceği partide, parıldayacak ve ışık saçacaktı. Ama ne kadar tuhaftı, parka girdiğinde karşılaştığı sessizlik, sis, uğultu, ağır ağır yüzen mutlu ördekler, paytak paytak yürüyen kuşlar; fakat Meclis binalarından bu tarafa, elinde kraliyet arması taşıyan bir evrak çantasıyla kim geliyordu dersiniz? Kim olacak, Hugh Whitbread; eski dostu sevgili Hugh -yakışıklı Hugh!
“Günaydın Clarissa!” diye haykırdı Hugh abartılı şekilde, çekinmeden, hem çocukluk arkadaşıydılar. “Nereye böyle?”
“Londra’da yürümeye bayılıyorum.” dedi Mrs. Dalloway. “Gerçekten, sayfiyede yürümekten çok daha iyi.”
Yeni gelmişlerdi, doktora görünmek için maalesef. Başkaları sinemaya gitmek için, operaya gitmek için, kızlarını gezdirmek için; Whitbread’ler de “doktora görünmek için” gelirlerdi. Clarissa bakımevine, Evelyn Whitbread’i ziyarete, sayısız kez gitmişti. Evelyn yine hasta mıydı? Evelyn oldukça keyifsiz, dedi Hugh; iyi giyimli, erkeksi, son derece yakışıklı, mükemmel derecede orantılı gövdesini (Her zaman neredeyse fazlasıyla şık giyinirdi, Saray’daki küçük işi düşünülürse öyle olması gerekiyordu.) kabartarak ve içini çekerek karısının bir iç rahatsızlığı olduğunu, çok ciddi bir şey olmamakla beraber, ki eski bir arkadaşı olarak Clarissa Dalloway’in detaylara girmeden anlayacağını ima etti. Ah, evet, tabii anlıyordu, ne can sıkıcı şey, kendini âdeta kız kardeşi gibi hissetti ve aniden, tuhaf bir şekilde, şapkasını uygunsuz buldu. Günün erken saatlerine uygun bir şapka değildi, o yüzden miydi? Zira Hugh ona hep böyle hissettirirdi, abartılı bir şekilde şapkasını kaldırıp telaşla uzaklaşırken, Clarissa’ya, kendini on sekizinde bir kızmış gibi hissettiriyordu ve tabii ki gelecekti bu geceki partisine, Evelyn çok ısrarcıydı, sadece biraz gecikecekti; Saray’daki partiye gidecekti, Jim’in oğullarından birini götürecekti oraya -Hugh’nun yanında hep yetersiz hissederdi kendini; liseli kızlar gibi; ama bağlıydı ona, belki de ezelden beri tanışıyor olduklarındandı, onun kendine göre iyi biri olduğunu düşünüyordu; gerçi Richard’ı neredeyse çılgına çevirirdi Hugh. Peter Walsh’a gelince, Hugh’dan hoşlandığı için Clarissa’yı hâlâ affetmemişti.
Bourton’daki olayları bir bir hatırlıyordu -Peter öfkeli; Hugh onunla asla kıyaslanamazdı elbet, yine de Peter’ın dediği gibi bir salak değildi, mankafa da değildi. İhtiyar annesi avlanmayı bırakmasını veya kendisini Bath kaplıcalarına götürmesini istediğinde yapardı, hem de hiç sesini çıkarmadan; gerçekten özverili bir insandı. Peter’ın söylediği gibi, ona kalpsiz, beyinsiz demek; bir İngiliz centilmeninin görgüsü ve eğitimi dışında hiçbir şeye sahip olmadığını iddia etmek, zaten sevgili Peter ağzına geleni söylerdi, bazen çekilmez olabiliyordu, katlanılmaz ama böyle bir havada onunla birlikte yürümeye bayılıyordu.
(Haziran ayı, ağaçlardaki bütün yaprakları teker teker meydana çıkarmıştı. Pimlico Mahallesi’ndeki[1 - Pimlico: Westminster’ın güneyinde oldukça fakir bir mahalle (ç.n.).] anneler bebeklerini emziriyorlardı. Donanmadan Bakanlığa mesajlar gidip geliyordu. Arlington Sokağı ile Piccadilly, Park’taki[2 - St. James Parkı: Kraliyet parklardan biri (ç.n.).] havayı âdeta kızıştırıyorlardı sanki, yaprakları; sımsıcak, pırıl pırıl, Clarissa’nın sevdiği o ilahi canlılığın dalgalarına doğru kaldırıyordu. Dans etmeye, ata binmeye, bayılırdı bunlara…
Zira yüzlerce yıl ayrı kalmışlardı, o ve Peter; Clarissa hiç mektup yazmamıştı, onunkiler de tatsız tuzsuz mektuplardı; zaman zaman ansızın, yanımda olsaydı ne derdi, diye düşünürdü Clarissa -bazı günler, bazı görüntüler usul usul onu anımsatırdı, eski burukluklar olmadan, bu da belki insanları sevmenin ödülüydü, güzel bir sabahta St. James Parkı’nın tam ortasında geliverirlerdi anılar- öylece… Ama Peter, hava, ağaçlar, çimenler veya pembe elbiseli kız, ne kadar güzel olursa olsun, görmezdi hiçbirini. Clarissa bak derse, gözlüğünü takar ve bakardı. Dünyanın durumuydu onu ilgilendiren, Wagner, Pope’un şiirleri, insanların değişmez karakterleri, Clarissa’nın kişiliğindeki kusurlar. Nasıl da azarlardı! Nasıl da tartışırlardı! Bir başbakanla evlenip, merdivenlerin başında duran, mükemmel bir ev sahibesi olacakmış Clarissa, öyle derdi Richard “mükemmel ev sahibesi” (yatak odasına gidip ağlamıştı bu söze), söylediğine göre mükemmel bir ev sahibesinin bütün nitelikleri onda varmış.
Bugün bile, St. James Parkı’nın ortasında, bu tartışmanın içinde buluyordu kendini, hâlâ kendisinin haklı olduğunu kanıtlamak istiyordu ve haklıydı da -onunla evlenmemek konusunda. Zira bir evlilikte, her gün aynı evde birlikte yaşayan insanlar arasında biraz özgürlük olmalıydı; Richard, ona bunu sağlıyordu, Clarissa da Richard’a (Mesela bu sabah nerede olduğunu sormamıştı, hangi komite toplantısı, asla sormazdı.). Oysa Peter’la her şeyi paylaşmak gerekirdi, her şeyin derinine inmek… Ve bu çekilmez bir hâl alıyordu, çeşmenin yanındaki küçük bahçede olan hadiseye gelince, ondan ayrılmak zorundaydı yoksa ikisi de mahvolacaklardı, ikisi de yıkılacaktı, bundan emindi; yıllarca yüreğine saplanmış bir ok gibi taşımıştı içinde bu hüznü, acıyı; hele bir konserde birinin ona Peter’ın Hindistan’a giden bir gemide tanıştığı biriyle evlendiğini söylediğinde yaşadığı dehşet! Asla unutmamalıydı bütün bunları. Soğuk, kalpsiz, namus bekçisi bir kadınsın demişti Peter, asla anlayamazmış onun kendisini ne kadar sevdiğini. Ama o Hintli kadın anlamıştı belli ki aptal, sevimli, cılız, kuş beyinliler! Boşuna üzülmüştü. Zira Peter gayet mutluydu, Clarissa’yı temin etmişti, gerçi konuştukları hiçbir şeyi yapamamıştı; tüm yaşamı tamamen bir başarısızlık örneğiydi. Clarissa hâlâ bu duruma sinirleniyordu.
Park kapılarına varmıştı. Bir anlığına durup Piccadilly’deki otobüslere baktı.
Dünyada hiç kimse için şöyle veya böyle demeyecekti artık, yargılamayacaktı onları. Çok genç olduğunu hissediyordu, aynı zamanda anlatılamayacak denli yaşlı buluyordu kendini. Hem her şeyi bıçak gibi delip geçiyor hem de dışarıdan seyrediyordu. Taksileri izlerken, dışarıda, uzakta, denizin bile uzağındaymışçasına, yapayalnız; bir gün bile yaşamanın çok tehlikeli olduğunun ebedî hissi doğdu içine. Kendini çok zeki veya sıra dışı hissettiğinden değil… Hayatını nasıl da Fräulein Daniels’ın verdiği iki dirhem akılla geçirmişti, bunu aklı almıyordu. Hiçbir şey bilmiyordu, ne yabancı dil ne tarih, güç bela kitap okuyordu, yatarken okuduğu anı kitabı dışında, yine de bütün bunlar çok sürükleyici geliyordu, her şey: Taksilerin geçişi; ne Peter hakkında bir şey söyleyecekti ne de kendi hakkında, yargılamayacaktı artık, böyleyim veya şöyleyim demeyecekti.
Yürümeye devam ederken, tek yeteneğim insanları tanıyabilmek, diye düşündü, neredeyse sezgilerimle tanıyabilmek. Biriyle bir odaya koyacak olsanız ya kedi gibi sırtını kabartır ya da tatlı tatlı mırlardı. Devonshire House, Bath House, porselen papağanlı o ev, hepsini pırıl pırıl ışıldarken görmüştü zamanında; Slyvia’yı, Fred’i, Sally Seton’ı -o ev sahiplerini; bütün gece dans etmeler, ağır ağır pazar yerine ilerleyen at arabaları, Park’tan arabayla geçerek eve dönmeler. Serpentine Gölü’ne bir şilin attığını hatırladı. Ama herkes hatırlardı bunu; buydu sevdiği; burada, şimdi, karşısındaki taksideki şişman kadındı. Öyleyse ne önemi var, diye sordu kendine, Bond Sokağı’na doğru ilerlerken, ne önemi var kaçınılmaz sona gelip, tamamen yitip gitmenin, bütün bunlar onsuz da sürecekti, içerliyor muydu buna, yoksa ölümün kesin sonucuyla avunuyor muydu? Fakat yine de Londra’nın sokaklarında, hayatın akışı içinde, bir şekilde, şurada burada, kendisi de yaşıyordu; Peter da yaşıyordu, birbirlerinde yaşamışlardı, kendisi, bundan emindi; doğduğu yerdeki ağaçların bir parçasıydı; çirkin, derme çatma, döküntü evin; hiç tanışmadığı insanların bile bir parçasıydı; sevdiklerinin arasına bir sis gibi dağılırdı; onlar da kendisini tıpkı dalların üzerine doğru akan sis gibi taşırlardı, ama çok uzağa yayılmıştı bu sis, fazla uzağa; hayatı gibi, kendi gibi. Ama şimdi Hatchard’ların[3 - Hatchard’lar: Piccadilly’de bir kitapçı (ç.n.).] vitrinine bakarken neyin hayalini kuruyordu? Neyi yeniden bulmaya çalışıyordu? Önünde açık duran kitaptaki dizeleri okurken sayfiyedeki ak gün doğumunun hangi imgesini?
Ne güneşin sıcağından
Ne de hiddetli kışın gazabından kork artık![4 - Shakespeare’in “Cymbeline” başlıklı beş perdelik oyunundaki bir şarkıdan alınmıştır, IV. Perde, I. Sahne (ç.n.).]
Dünyanın deneyimlediği bu son dönem, hepsinde, kadın erkek herkesin içine bir gözyaşı kuyusu açmıştı. Gözyaşları ve hüzün; cesaret ve dayanıklılık; dimdik, metanetli bir duruş. Düşünün, mesela en çok beğendiği kadın olan Leydi Bexborough, bir sergi açmış.
“Jorrock’un Jaunts ve Jollities’i”, “Soapy Sponge”;[5 - “Jorrock’un Jaunts ve Jollities’i”, “Soapy Sponge”: İki kitap da R. S. Surtees’in (1805-1864) kaleminden çıkmıştır. Oldukça meşhur bir yazardır, tilki avları ve İngiliz toplumu hakkında hikâyeleri ve romanları vardır (ç.n.).] Mrs. Asquith’in[6 - Mrs. Asquith: Liberal devlet adamı ve başbakan (1908-1916) olan Henry Herbert Asquith’in karısı (ç.n.).] “Memoirs”ı ve “Big Game Shooting in Nigeria”, hepsi önüne serilmişti. Ne çok kitap vardı; ama hiçbiri bakımevindeki Evelyn Whitbread’e götürmek için uygun değildi. Onu eğlendirebilecek ve nihayetsiz kadın hastalıklarına dair konuşma başlamadan önce; Clarissa içeri girdiğinde, tarifsiz bir şekilde kurumuş, can sıkıcı kadın görüntüsünü bir saniyeliğine de olsa canlandıracak bir şey yoktu. Ne kadar da isterdi -kendisini görünce memnun olmasını, sevinmesini; bunu düşünerek döndü ve geri Bond Sokağı’na doğru yürümeye başladı, sinir olmuştu, bir şeyi başka amaçla yapmak saçmaydı çünkü. Richard gibi sadece o davranışın sonucunu amaçlayan insanlardan olmayı yeğlerdi; oysa, diye düşündü karşıdan karşıya geçmeyi beklerken, kendisi, yaptıklarının çoğunu karmaşıklaştırarak, asıl yapılma amaçlarından saptırırdı; insanlar şöyle veya böyle düşünsün diye yapardı; gerçek bir ahmaklık örneğiydi, biliyordu (şimdi de polis elini kaldırıyor), zaten kimse de bir anlığına bile olsa aldanmıyordu. Ah yeni baştan yaşayabilseydim hayatımı, diye düşündü kaldırıma çıkarken, farklı bile görünebilirdi!
Öncelikle, Leydi Bexborough gibi esmer olmak isterdi, buruşmuş deriyi andıran bir cilt ve güzel gözler. Leydi Bexborough gibi ağırbaşlı ve görkemli olmak isterdi; iri, bir erkek gibi politikayla ilgilenen bir kadın; bir kır evi olurdu, haysiyetli ve içten biri olurdu. Oysa kendisi, ince bir bezelye sırığına benziyordu; gülünç, küçük bir surat; kuş gagası gibi bir burun. Kendine iyi baktığı doğruydu; güzel elleri ve ayakları vardı; az harcadığı göz önünde bulundurulursa güzel de giyiniyordu fakat şimdi yüklendiği bu beden (bir Hollanda resmine bakmak için durdu), bütün yetenekleriyle bu gövde, bir hiçti sanki -bir hiç! Tuhaf bir şekilde kendini âdeta görünmez hissetti; görünmüyor, bilinmiyordu; artık yeniden evlenmek, yeniden çocuk yapmak falan olmadığına göre sadece Bond Sokağı’ndaki bu hayret verici, ağırbaşlı kalabalıkla yürümek vardı, yalnızca Mrs. Dalloway olmak, Clarissa bile olamamak; yalnızca Mrs. Richard Dalloway olmak…
Bond Sokağı büyülerdi Clarissa’yı; o mevsim sabahın erken saatlerinde, uçuşan bayraklarıyla, dükkânlarıyla; ne bir su sesi ne bir pırıltı; babasının elli yıldır takım elbiselerini aldığı dükkânda bir top tüvit; birkaç inci, bir buz kalıbının üzerinde somon balığı.
“Hepsi bu.” dedi balıkçıya bakarak. “Hepsi bu…” diye yineledi, savaştan önce neredeyse mükemmel eldivenler alabileceğiniz bir dükkânın vitrininde duraklarken. İhtiyar William amcası, bir hanımefendi, ayakkabılarından ve eldivenlerinden belli olur, derdi. Savaşın ortasında bir gün yatağında dönüp, “Bana yetti artık.” demişti. Eldivenler ve ayakkabılar, eldivenlere pek meraklıydı ama kendi kızı Elizabeth, böyle şeyleri hiç önemsemezdi.
Önemsemezdi, diye düşündü, Bond Sokağı’nda yukarı doğru; partisi için ayırttığı çiçekleri alacağı çiçekçiye doğru ilerlerken. Elizabeth en çok köpeğine düşkündü. Sabah bütün ev katran kokuyordu. Yine de zavallı Grizzle, Miss Kilman’dan iyidir; hırçınlık, katran ve benzeri her şey bile, bir dua kitabıyla basık bir yatak odasına kapanmaktan iyidir! Ne olsa daha iyidir, diyecekti neredeyse. Belki sadece bir evredir, Richard’ın dediği gibi, bütün kızların geçirdiği bir evre. Belki âşık olmuştu. Ama neden Miss Kilman’a? Çok kötü davranılmıştı kadına tabii, dikkate almak gerekirdi, Richard onun çok yetenekli ve tarihe çok yatkın bir zihninin olduğunu söylemişti. Her neyse, âdeta etle tırnak olmuşlardı ve Elizabeth, öz kızı, kiliseye gidiyordu; giyiniş şekli, öğle yemeğine gelen insanlara davranış şekli öyle ki sanki hiçbir şey umurunda değildi; gözlemlediğine göre dindar insanlar vecde geldiğinde katı yürekli bir hâl alırlardı (hedefler de öyle yapardı insanı); duygularını köreltirdi, zira Miss Kilman Ruslar için her şeyi yapardı, Avusturyalılar için açlıktan ölürdü; ama özel hayatında nasıl da işkence çektirirdi insana. Yeşil bir yağmurluk giyerdi, bütün yıl boyunca çıkarmazdı o yağmurluğu, ter içinde kalsa dahi; aynı odadaysanız beş dakika için bile olsa kendi üstünlüğünü hissettirmeden duramazdı; ne kadar aşağılık olduğunuzu; kendisi fakirken siz zenginsiniz; yastığı, yorganı veya basit bir kilimi bile olmadan veya diğer gerekli şeyleri olmadan gecekondusunda yaşarken, bütün benliği içindeki kinle pas tutmuş gibiydi -savaş sırasında okuldan atılmıştı- hayata küsmüş zavallı yaratık! Zira kişi ondan nefret etmezdi, Miss Kilman’ın onda uyandırdığı düşüncelerden -ki şüphesiz bu düşüncelerin içinde Miss Kilman’da var olmayan pek çok şey de vardı- Miss Kilman kavramından nefret ederdi; geceleri boğuştuğumuz, yanı başımızda durup benliğimizin yarısını emen, baskıcılardan, zorbalardan, böylesine korkunç imgelerden biriydi; kuşkusuz zarlar bir sefer daha atılsa ve beyazlar değil de siyahlar üstte olsaydı o zaman sevebilirdi Miss Kilman’ı! Ama bu dünyada değil! Asla!
Bu vahşi canavarın içinde kıpırdaması sinirlerini törpülüyordu! Dalların çıtırdağını, toynakların, ruhun, yapraklarla kaplı o ormanın derinliklerine dikildiğini hissetmek; asla memnun, hoşnut olamamak veya asla tam olarak güvende hissedememek, zira canavar her an kıpırdayabilirdi, bu nefret; özellikle hastalandıktan sonra ona fiziksel bir acı veriyor; omurgası kazınmış, yaralanmış gibi ve güzelliğin, dostluğun, iyi olmanın, sevilmenin, evini hoş bir hâle sokmanın bütün zevkini alıyor, sarsıyor, titretiyor ve bozuyordu; sanki bu memnuniyet zırhı bencillikten başka bir şey değildi! Bu nefret!
Çiçekçi Mulberry’nin kapısından geçerken, saçmalık, saçmalık, diye söylendi kendi kendine.
Ufak adımları, uzun boyu ve dimdik duruşuyla ilerledi ve düğme suratlı Miss Pym tarafından karşılandı; elleri çiçeklerle birlikte soğuk suda durmuş gibi hep kıpkırmızıydı.
Hezaren çiçekleri, ıtırşahiler, leylaklar, karanfiller vardı; öbek öbek karanfiller. Güller vardı, süsenler vardı. Ohh, diyerek içine çekti taze toprak kokusunu, ona yardım etmek için bekleyen Miss Pym’le konuşurken; yıllar önce nasıl da zarifti, fakat bu yıl bir güllerin, bir süsenlerin tarafına başını çevirirken, gözleri yarı kapalı vaziyette leylak salkımlarının arasında dururken, sokak gürültüsünden sonra bu hoş kokuları, o enfes serinliği içine çekerken, biraz yaşlı görünüyordu. Sonra gözlerini açınca, çamaşırhaneden gelmiş hasır sepetler içindeki fırfırlı temiz çarşaflar gibiydi güller; koyu renkli ve ağırbaşlı karanfiller, başları dimdik duruyorlardı, ıtırşahiler yayılmışlardı çanaklarına; hareli mor, kar beyazı, soluk, sanki akşam olmuştu da lacivert göğüyle, o muhteşem yaz günü sonrası, kızlar muslin giysileriyle ıtırşahiler ve güller toplamaya çıkmışlardı; saat altı ile yedi arası bir an; bütün çiçekler, güller, karanfiller, süsenler, leylaklar -beyaz, mor, kırmızı, koyu turuncu- hepsi kendi kendine yanmakta gibiydi âdeta; usulca, dupduru, sisli yatağında; nasıl da severdi vişneli pastanın üstünde, akşamüstü çuha çiçeklerinin üzerinde bir ileri bir geri giden boz-beyaz renkte pervaneleri, ne de çok severdi.
Miss Pym’le birlikte bir vazodan diğerine doğru geçerken, saçmalık bu, saçmalık, dedi kendi kendine giderek alçalan bir sesle, sanki bu güzellik, bu koku, bu renk, Miss Pym’in gösterdiği ilgi ve güven, o nefreti, o canavarı yenip üzerini saran bir dalga gibi, onu yukarı ve daha da yukarı çıkardı ta ki… Aa, dışarıda bir tabanca patlamıştı!
“Ah şu otomobiller!..” dedi Miss Pym, dışarı bakmaya gittiği pencereden elleri ıtrışahilerle dolu geri dönerken, af diler gibi tebessüm ediyordu, sanki o otomobiller, o otomobillerin lastiklerinin patlaması onun suçuydu.
Miss Dalloway’in sıçramasına ve Miss Pym’in pencereye kadar gidip af dileyerek dönmesine sebep olan şiddetli patlama sesi Mulberry’nin tam karşısındaki kaldırıma yanaşan bir otomobilden gelmişti. Yoldan geçenler -tabii ki- durup baktılar, boz döşemeye yaslanmış önemli yüzü görmek için yeterli bir vakitti bu, sonra bir erkek eli panjuru çekti ve küçük bir boz rengi kareden başka hiçbir şey görünmez oldu.
Yine de Bond Sokağı’ndan Oxford Sokağı’na,[7 - Oxford Sokağı: Londra’nın ana alışveriş caddesi (ç.n.).] Atkinson’ın parfümerisinden bir ötekine kadar söylentiler yayılıyordu; görünmeden, duyulmadan, tepelerin üstüne tül gibi süratle çöken bir bulut gibi; bir saniye önce karmakarışık olan yüzlerin üzerine gerçekten de bir bulut kadar ağırbaşlı ve sakince indi. Fakat şimdi gizemin kanatları değmişti yüzlerine, otoritenin sesini duymuşlardı, dinin ruhu gözleri sımsıkı bağlı, ağzı ardına kadar açık ortalığa salıverilmişti. Ama kimse kimin yüzünün görüldüğünü bilmiyordu. Galler prensi[8 - Galler prensi, o zaman Edward’dı. VIII. Edward olamadan tahttan feragat etti (ç.n.).] miydi, kraliçe mi, başbakan[9 - Başbakan: Ekim 1922’de Lloyd George’un görevi sonlandıktan sonra muhafazakâr Bonar Law başbakanlık görevine geliyor fakat Mayıs 1923’te sağlık problemleri nedeniyle istifa ediyor. Sonrasında göreve gelen Stanley Baldwin de Ocak 1924’te istifa ediyor, ardından gelen Ramsay MacDonald, İngiltere’nin ilk İşçi Partili başbakanı olarak göreve geliyor fakat Kasım 1924’te istifa ediyor, sonra tekrar Baldwin başbakan oluyor. Sıklıkla değişen başbakanlardan ötürü Virginia Woolf “başbakan”ın altını hâliyle boş bırakmıştır (ç.n.).] mı? Kimin yüzüydü o? Kimse bilmiyordu.
Kolunun altında kurşun borularla yürüyen Edgar J. Watkiss, yüksek sesle, muzip bir şekilde “Başbakanın arabası(!)” dedi.
Karşıya geçecek gücü kendinde bulamayan Septimus Warren Smith, duydu onu.
Septimus Warren Smith otuz yaşlarında, solgun yüzlü, gaga burunlu bir adamdı, kahverengi ayakkabılar ve eski püskü bir pardösü giyiyordu; kendini hiç tanımayanları bile endişelendiren ela gözleri tedirgin tedirgin bakıyordu. Dünya kırbacını kaldırmış; bakalım nereye indirecek?
Her şey olduğu gibi kalıvermişti. Motor sesleri bütün bedeni saran düzensiz bir kalp atışı gibi geliyordu kulağa. Güneş olağanüstü kızgınlıktaydı çünkü otomobil Mulberry’nin vitrininin önünde duruyordu; otobüslerin üst katlarındaki ihtiyar kadınlar siyah şemsiyelerini açtılar; şurada yeşil, burada kırmızı bir şemsiye açıldı pıt diye. Kucağı ıtırşahi demetleriyle dolu hâlde vitrine doğru ilerleyen Mrs. Dalloway dışarı baktı, küçük pembe suratı meraktan büzüşmüştü. Herkes otomobile baktı. Septimus baktı. Oğlanlar bisikletlerinden atladılar. Trafik tıkandı. Otomobil oracıkta duruyordu, panjurları çekilmiş, üzerinde tuhaf bir desen var, ağaç gibi, diye düşündü Septimus, gözlerinin önünde her şeyin bir noktada toplanışı, sanki korkunç bir şey yüzeye çıkıp, alevlere dönüşecekmiş gibi korkutuyordu onu.
Dünya dönüyor, titriyor ve ateş alacağım diye tehdit ediyordu. Yolu tıkayan benim, diye düşündü. Ona bakmıyorlar mıydı, parmaklarıyla kendisini göstermiyorlar mıydı; orada durması, kaldırıma çakılı kalması bir amaçla değil miydi? Ama hangi amaçla?
“Hadi gidelim Septimus!” dedi karısı, sivri, solgun suratlı, iri gözlü, ufak tefek bir kadın, bir İtalyan.
Ama Lucrezia otomobile ve panjurların üzerindeki ağaç desenine bakmaktan kendini alamıyordu. Acaba kraliçe miydi içerideki -kraliçe alışverişe mi çıkmıştı?
Bir şeyleri açan, çeviren, kapatan şoför, sonunda yerine geçti.
“Hadi!” dedi Lucrezia.
Fakat kocası -dört beş yıldır evliydiler- irkildi, yerinden sıçradı ve “Peki, peki!” dedi öfkeyle, karısı yaptığı işi bölmüşçesine.
İnsanlar fark ediyorlardır; insanlar görüyorlardır. İnsanlar, diye düşündü Lucrezia, gözlerini otomobile dikip kalabalığa bakarken; çocukları, atları ve giysileriyle İngilizler, ki bir bakıma hayrandı onlara, ama şimdi “insanlar” diyordu onlara çünkü Septimus “Kendimi öldüreceğim.” demişti; ne korkunç şey! Ya onu duydularsa? Kalabalığa baktı. “İmdat, imdat!” diye haykırmak istiyordu kasap çıraklarına ve kadınlara doğru. Yardım edin! Daha geçen sonbaharda Septimus’la birlikte aynı paltoya sarınmış hâlde Embankment’talardı; Septimus konuşmak yerine gazetesini okuyordu, Lucrezia gazeteyi elinden kapıp bunu gören ihtiyar adamın yüzüne bakarak gülmüştü! Ama insan başarısızlığını gizler. Septimus’ı alıp bir parka götürmeliydi, uzaklaştırmalıydı.
“Şimdi karşıya geçiyoruz.” dedi.
Onun kolu üstünde hâlâ hakkı vardı, her ne kadar duygusuz bir kolsa da… Daha yirmi dört yaşındaki bu kadına, İngiltere’de arkadaşsız bir başına kalan sıradan, içten ve uğruna İtalya’yı terk eden bu kadına bu kemik parçasını uzatıyordu şimdi Septimus.
Panjurları çekilmiş, esrarengiz bir ciddiyet havasına bürünmüş otomobil Piccadilly’ye doğru ilerledi; insanlar hâlâ bakıyor, caddenin her iki yanındaki bu yüzler kraliçeye mi, prense mi, başbakana mı, kime olduğunu bilmeden derin bir saygı ile bakarak duruyorlardı. Arabanın içindeki yüzü üç kişi, birkaç saniyeliğine, yalnızca bir defa görmüştü. Kişinin cinsiyeti bile tartışılıyordu şimdi. Ama arabadaki kişinin çok önemli biri olduğu kesindi; bu yüce şahıs, gizlice Bond Sokağı’ndan geçiyordu, sıradan insanlarla arasında yalnızca bir karış mesafe vardı ve kim bilir belki de ilk ve son defa İngiltere kraliçesiyle konuşulabilecek mesafede duruyorlardı; Londra ot bürümüş bir patika hâline geldiğinde ve bu çarşamba sabahı kaldırımın kenarında koşuşturanların külleri, sayısız çürük dişin altın dolgularına ve birkaç evlilik yüzüğüne karışıp yalnızca kemik yığınlarına dönüştüklerinde, ancak zamanın yıkıntılarını araştıran antika meraklılarının çözebileceği devletin bu kalıcı simgesinin sesini duyabilecek kadar yakınlardı. O zaman anlaşılacaktı otomobildeki yüzün kime ait olduğu.
Kraliçe herhâlde, diye düşündü Mrs. Dalloway, çiçeklerle Mulberry’den çıkarken, kraliçe. Çiçekçinin önünde, gün ışığında, panjurları çekili otomobiliyle usulca önünden geçerken, bir anlığına gurur dolu gözlerle öylece durdu. Kraliçe bir hastaneye gidiyor veya bir sergi açıyor olmalı diye düşündü.
Günün bu saatinde bu kargaşa korkunçtu. Lord Ascot mı, Lord Hurlingham[10 - Hurlingham: Revaçta olan bir spor kulübü (ç.n.).] mı, neydi bu diye düşündü, zira yol tıkanmıştı. Paketleri ve şemsiyeleriyle, evet, böyle bir günde bile giydikleri kürkleriyle otobüslerin üst katlarında yanlamasına oturan İngiliz orta sınıfı çok gülünç duruyordu; insanın görüp görebileceği en gülünç şeyden bile daha fazla; kraliçenin de yolu tıkanmış, kraliçe bile geçemiyordu. Clarissa, Brook Sokağı’nın[11 - Brook Sokağı: Mayfair’de yer alan şık alışveriş caddelerinden biri (ç.n.).] bir tarafında kalakalmıştı; yaşlı hâkim, Sör John Buckhurst de diğer tarafında duruyordu, aralarında bir otomobil vardı (Sör John senelerin hukukçusuydu, iyi giyimli kadınlardan hoşlanırdı.); tam o sırada şoför hafifçe öne eğilerek, polise bir şey söylemiş veya bir şey göstermiş olmalı ki polis selam verdi, kolunu kaldırdı, başını salladı ve otobüsü kenara çekti, otomobil de aradan geçti. Yavaşça ve sessizce yoluna koyuldu.
Clarissa tahmin etti, biliyordu da tabii, beyaz, büyülü, dairesel bir şey görmüştü uşağın elinde, üzerinde isim yazılı yuvarlak bir levha -kraliçenin mi, Galler prensinin mi veya başbakanın mı- ışıltısıyla kendini belli etmişti (Clarissa otomobilin giderek küçüldüğünü ve gözden kaybolduğunu gördü.); şamdanların, parlak yıldızların, meşe yapraklarıyla dimdik duran göğüslerin arasında ışıldayacaktı o gece ve Hugh Whitbread ve iş arkadaşları, İngiltere’nin bütün centilmenleri de o gece Buckingham Sarayı’nda olacaklardı. Clarissa da bir parti veriyordu. Hafifçe doğruldu; işte partide böyle duracaktı merdivenin başında.
Otomobil gitmişti ama eldivenci vitrinlerinden şapkacı vitrinlerine ve terzilere kadar uzanan küçük bir dalga bırakmıştı ardında. Otuz saniye kadar bütün başlar aynı yöne dönmüştü -pencereye. Bir çift eldiven seçen -dirseğe kadar mı yoksa daha mı uzun olmalı, limon küfü mü yoksa soluk gri mi- hanımlar duraladılar; cümleleri biterken bir şey olmuştu. Bir titreşim, o kadar ufak ve önemsiz bir şeydi ki Çin’deki sarsıntıları kaydedebilecek ölçüde gelişmiş bir aracın bile yakalayamayacağı kadar, yine de bütünlüğüyle ürkütücü, genel intibası itibarıyla duygusaldı, öyle ki bütün şapkacılardaki ve terzilerdeki yabancılar birbirlerine bakıp ölenleri düşündüler; bayrağı; imparatorluğu… Arka sokaklardaki bir barda, sömürgelerden gelen biri, Windsor’lara hakaret edince bir tartışma çıktı, bira bardakları kırıldı, ses tuhaf bir şekilde yolun karşı tarafına ulaştı ve düğünleri için beyaz kurdele geçirilmiş beyaz iç çamaşırı alan genç kızların kulaklarında yankılanan bir gürültü koptu. Zira geçen arabanın yarattığı gerginlik yatışırken, derindeki bir şeyleri de kazıyıp çıkartıyordu.
Piccadilly’den süzülerek St. James Sokağı’na[12 - St. James Sokağı: Piccadilly’nin arkasında bulunan şık bir alışveriş caddesi (ç.n.).] doğru saptı otomobil. Uzun boylu, iri yarı adamlar, kuyruklu ceketleri, beyaz gömlekleri ve geriye taranmış saçlarıyla iyi giyimli adamlar; elleri ceketlerinin arkasında toplanmış, nedenini ayırt etmenin güç olduğu bir sebepten, White dükkânının cumbasında dikiliyor ve dışarıya bakıyorlardı, yüce birilerinin geçtiğini âdeta hissetmişlerdi ve o ölümsüz varlığın soluk ışığı Clarissa Dalloway’in üzerine vurduğu gibi onların da üzerine vurdu. Bir anlığına hükümdarlarına eşlik etmeye hazırmışçasına, duruşlarını daha da dikleştirdiler, ellerini arkalarından çektiler; gerekirse tıpkı ataları gibi topların ağzına sürülebilirlerdi. Arka plandaki beyaz büstler, üzerlerinde “Tatler”in[13 - Tatler: Sosyete dedikodusuna adanmış bir magazin dergisi (ç.n.).] kopyaları ve soda şişeleri bulunan küçük masalar da onaylar gibiydiler âdeta; bereketli ekinleri ve İngiltere’nin malikânelerini simgeliyorlardı sanki; yalnızca tek bir sesin bile fısıldayan geçitlerden bütün katedrale kadar yankılandığı duvarlar gibi, otomobil tekerleklerinin zayıf homurtusu yankılanıyordu. Üstünde şalı, kaldırımın kenarında durup, çiçekleriyle “sevgili oğlan”a esenlikler diledi (kesinlikle Galler prensiydi geçen); muhafızın, yaşlı bir İrlandalı kadının bağlılığını hiçe sayan küçümser bakışını üzerinde hissetmeseydi eğer, bir bardak biranın veya bir demet gülün ederi kadar parayı sırf gamsızlıktan ve fakirliği küçümseyişinden fırlatıverecekti St. James Sokağı’na. St. James Sokağı’ndaki muhafızlar selama durdular, Kraliçe Alexandra’nın[14 - Kraliçe Alexandra: VII. Edward’ın dul karısı, eşinin 1901’deki ölümünden sonra kendi ölümüne kadar (1910) tahtta kalmıştır (ç.n.).] korumaları da onlara katıldılar.
Bu arada, Buckingham Sarayı’nın kapılarında küçük bir kalabalık toplanmıştı. İlgisizce, yine de kendilerine güvenerek, fakirdi hepsi, bekliyorlardı; bayrağı dalgalanan Saray’a bakıyorlardı; tepesinde dalgalanan Victoria’yı, üzerinden sular akan kayalarını ve sardunyalarını hayranlıkla seyrediyorlardı; Mall’daki[15 - The Mall: Trafalgar Meydanı’ndan Buckingham Sarayı’na uzanan resmigeçit törenlerinin yapıldığı bulvar (ç.n.).] otomobillerin arasından seçiyorlardı, önce bu, sonra şu; gezintiye çıkmış Avam Kamarası üyelerini beyhude bir duygu seliyle karşılıyorlar şu ve bu araba geçerken takdirlerini boşa harcamadıklarını düşünüyorlardı; bütün bu zaman boyunca damarlarına dedikodular nüfuz ediyor ve soyluların onlara baktıkları düşüncesi baldırlarındaki sinirlerinin canlanmasına sebep oluyordu; kraliçenin eğilişinin; prensin selam verişinin; krallara bahşedilmiş cennetsi yaşamın düşüncesi, hizmetkârlar ve reveranslar; kraliçenin eski bebek evi; Prenses Mary’nin bir İngiliz’le evlendiğinin ve prensin -Ah prens! Yaşlı Kral Edward’a çektiği söyleniyordu ama çok daha inceymiş. Prens St. James’te yaşıyordu; ama bu sabah annesini ziyarete gelmiş olabilirdi.
Öyle dedi Sarah Bletchley kucağında bebeği, Pimlico’da kendi çamurlu sokağındaymış gibi ayağını bir aşağı bir yukarı sallarken ve gözlerini Mall’dan ayırmadan; o sırada Emily Coates, Saray’ın pencerelerini tarıyor ve hizmetkârları düşünüyordu, sayısız hizmetkârı, yatak odalarını, sayısız yatak odalarını. Aberdeen teriyeri olan yaşlıca bir beyefendinin de aralarında bulunduğu aylak kalabalık çoğaldı. Albany’de oturan ufak tefek Mr. Bowley hayatın derin kaynakları karşısında bal mumuyla kaplanmıştı resmen, ama böyle şeyleri görünce aniden bu bal mumu dağılıverirdi, yerli yersiz bir şekilde -zavallı kadınların kraliçenin geçmesini beklemeleri, zavallı kadınlar, şirin, küçük çocuklar, yetimler, dullar, savaş ah savaş- gözleri yaşarırdı… Mall’dan aşağı doğru, cılız ağaçların arasından, bronz anıta, kahramanlara doğru ilerleyen esinti Mr. Bowley’nin İngiliz göğsündeki bayrağı dalgalandırdı, otomobil Mall’a doğru dönerken şapkasını kaldırdı ve zavallı Pimlico’lu kadınların onu sıkıştırmasına ses çıkarmadan şapkası havada, dimdik durdu. Otomobil yaklaştı.
Aniden göğe doğru baktı Mrs. Coates. Bir uçağın sesi kalabalığın kulaklarını uğursuzca delip geçti. Ağaçların üstüne doğru, arkasında beyaz bir duman bırakıyordu, duman kıvrılıp, dönüyordu, sahiden bir şey yazıyordu! Göğe harfler çiziyordu! Herkes yukarı baktı.
İnişe geçen uçak, birden yukarı doğru kıvrıldı, bir daire çizdi, hızlandı, yükseldi ve ne yaptıysa, nereye gittiyse, ardında o kalın, fırfırlı beyaz dumanı bıraktı, kıvrılarak gökte harfler şeklinde çöreklenen o dumanı. Ama hangi harfler bunlar? Bir C mi? Sonra E, sonra L? Sadece bir anlığına orada öylece duruyorlar; ardından kıpırdıyor, eriyor, göğün yükseklerinde siliniyorlar ve uçak gittikçe daha uzağa, gökyüzünün temiz bir kısmına doğru ilerliyor, bir K yazmaya başlıyor, bir E, yoksa bir de Y mi?
“Glaxo!” dedi Mrs. Coates gergin fakat hayranlık dolu bir sesle, yukarı doğru bakarken, kucağında bebeği kımıldamadan yatıyor ve o da yukarı bakıyordu.
“Kreemo!” diye mırıldandı Mrs. Bletchley, bir uyurgezer gibi. Şapkasını hâlâ elinde kımıldamadan tutan Mr. Bowley gözlerini havaya dikti. Mall boyunca herkes durmuş ve gözlerini göğe dikmişti. Onlar baktıkça bütün dünyayı tam bir sessizlik kapladı, bir martı sürüsü geçti gökyüzünden, önce bir martının liderliğinde, sonra bir başkasının ve bu olağan dışı sessizlik ve huzur içinde, bu solgunlukta, çanlar on bir kez çaldılar, sesleri martıların arasında usulca kayboldu.
Uçak dönüyor, hızlanıyor ve gönlünce saldırıya geçiyordu; süratle, özgürce, bir patenci gibi -“Bu bir E!” dedi Mrs. Bletchley- veya bir dansçı gibi -“Şekerleme reklamı bu!” diye mırıldandı Mr. Bowley- (ve araba kapılardan içeri girerken kimse dönüp bakmadı) ve dumanını keserek uzaklara doğru hızlandı uçak, duman soldu ve geniş beyaz bulutların çevrelerinde toplandı.
Gitmişti; bulutların arkasında kalmıştı. Hiçbir ses yoktu. E, G ve L harflerinin iliştiği bulutlar serbestçe kıpırdıyorlardı, sanki çok önemli bir göreve tabiymişçesine Batı’dan Doğu’ya geçmek kaderlerinde vardı, asla açıklanamayacak ancak çok önemli -çok çok önemli olan bir görev. Sonra ansızın uçak, Mall’daki, Green Park’taki, Piccadilly’deki, Regent Sokağı’ndaki[16 - Regent Sokağı: Şık alışveriş caddesi (ç.n.).] herkesin kulaklarını çınlatarak tünelden çıkan bir tren gibi bulutların arasından tekrar belirdi ve arkasındaki duman kıvrıldı, aşağı doğru indi, art arda harfler yazarak hızla yükseldi -fakat hangi kelimeyi yazıyordu ki?
Lucrezia Warren Smith, Broad Walk’taki Regent Park’ta bulunan bir bankta kocasının yanında oturuyordu, yukarı doğru baktı.
“Bak, bak, Septimus!” diye haykırdı. Zira Dr. Holmes, kocasının (ki ciddi hiçbir şeyi yoktu, sadece biraz keyifsizdi) kendi iç dünyası dışında bir şeylerle ilgilenmesini istiyordu.
Yani, diye düşündü Septimus, yukarı bakarken, bana bir işaret gönderiyorlar. Açıkça kelimelere dökerek değil; henüz dilini anlayamıyordu ama yeterince ortadaydı bu güzellik, bu eşsiz güzellik, tükenmez merhametiyle ve tebessüm eden iyiliğiyle ona sunulan bu mahzun, gökte eriyen dumandan kelimelere baktıkça gözleri yaşarıyordu; birbiri ardına sıralanan bu akılalmaz güzellikler, karşılık beklemeden, sonsuza kadar, sadece bakması için her seferinde daha da güzel olma niyetinde olduklarını gösteriyorlardı! Gözlerinden yaşlar süzüldü.
“Şekerleme bu; şekerleme reklamı yapıyorlar.” dedi bir dadı, Rezia’ya.[17 - Lucrezia’nın kısaltılmışı, Rezia’dır (ç.n.).] Birlikte hecelemeye başladılar ş… e… k…
“K… R…” dedi dadı, Septimus kulağının dibinde “Ka… Ra…” dendiğini işitti, derinden ve usulca, bir org sesi gibi ama bir çekirgenin sesinin az biraz törpülenmiş hâline benzer bu sesteki kabalık, omurgasına leziz bir şekilde yayıldı ve ses dalgaları zihnine işledi, sarsılıp kırıldılar. Muhteşem bir keşifti gerçekten -yani insan sesi belli atmosfer koşullarında (zira kişi bilimsel olmalıydı, her şeyden öte bilimsel) ağaçlara can katabiliyordu! Rezia sevinçle kocasının dizine elini koydu; öyle bir ağırlıktı ki bu Septimus çakıldı, donakaldı, yoksa bir o yana bir bu yana salınan karaağaçların, bir o yana bir bu yana salınan yapraklarının ve derin dalgalar gibi maviden yeşile incelen ve yoğunlaşan, atların başlarındaki tuğlar veya hanımların tüylü şapkaları gibi, gururla salınan bu ağaçların coşkusu onu delirtirdi. Ama o delirmeyecekti. Gözlerini kapayacak ve bir şey görmeyecekti artık.
Ama işaret ediyorlardı; yapraklar canlıydı, ağaçlar canlıydı. Ve yapraklar milyonlarca lifle Septimus’ın vücuduna bağlıydılar, orada, bankta oturan gövdesini usulca sallıyorlardı, dal uzandığında o da uzanıyordu. Kanat çırpan, kırık çeşmelere doğru yükselip alçalan serçeler de bu dokunun bir parçasıydılar; kara dallarla çizgilenmiş beyaz ve mavi… Sesler önceden planlanmış bir ahenk içine girdiler; aralarındaki duraklar da seslerin kendileri kadar önemliydi. Bir çocuk ağladı. Uzaktan bir korna sesi geldi. Hepsi birlikte yeni bir dinin doğuşu anlamına geliyordu…
“Septimus!” dedi Rezia. Septimus yerinden sıçradı. İnsanlar fark etmiş olmalı.
“Havuza kadar yürüyüp geleceğim.” dedi Lucrezia.
Zira artık dayanamıyordu. Dr. Holmes istediği kadar önemli bir şey değil diyebilirdi. Septimus böyle bir duruma düşeceğine ölseydi daha iyiydi! Öyle gözlerini dikip baktığında yanında duramıyordu, kendisini görmüyordu resmen, her şeyi berbat ediyordu; gökyüzünü, ağaçları, oyun oynayan, arabalarını çeken, ıslık çalan, düşen çocukları, hepsini berbat ediyordu. Kendini öldüremezdi; Lucrezia da kimseye bir şey söyleyemiyordu zaten. “Septimus son zamanlarda çok çalıştı.” diyebilmişti annesine. Sevmek insanı yalnız kılıyor, diye düşündü. Kimseye bir şey söyleyemiyordu artık, Septimus’a bile ve arkasına bakınca onu, yırtık pırtık paltosuyla, kamburlaşmış bir şekilde otururken; gözlerini dikmiş tek bir noktaya bakarken buldu. Bir erkeğin kendini öldüreceğini söylemesi korkakça olurdu zaten ama Septimus savaşa katılmıştı; cesurdu; eski Septimus değildi artık o. Dantel yakasını, yeni şapkasını fark etmemişti bile; Lucrezia’sız da mutluydu besbelli. Oysa hiçbir şey onsuz mutlu edemezdi Rezia’yı! Hiçbir şey! Septimus bencildi. Erkekler öyledir işte. Zira hasta değildi. Dr. Holmes hiçbir şeyi olmadığını söylemişti. Elini önüne doğru uzattı. İşte! Alyansı kaydı parmağından -nasıl da zayıflamıştı. Kendisiydi acı çeken, ama kimsesi yoktu ki anlatabileceği.
İtalya, bembeyaz evler, kız kardeşlerinin oturup şapkalar yaptığı oda, her akşam yürüyen, kahkahalarla gülen insanlarla kalabalıklaşan sokaklar uzaktaydı; buradaki tekerlekli sandalyelerine kıvrılmış hâlde saksılara sıkışmış çirkin çiçeklere bakan yarı-canlı insanların aksine!
“Milano’daki bahçeleri bir görseydiniz!” dedi yüksek sesle. Ama kime?
Kimse yoktu. Sözleri dağılıp gitti. Tıpkı bir roket gibi. Kıvılcımlar, gecenin içine doğru dalıp, ona teslim olurlar, karanlık çöker, evlerin ve kulelerin dış çizgilerinin üzerine doğru dökülür; kasvetli tepeler yumuşar ve boyun eğerler. Fakat kıvılcımlar gitmiş olsalar bile, gece onlarla doludur; renklerinden yoksun, pencerelerinden silinmiş olsalar da hareketsiz bir şekilde var olurlar, sade gün ışığının iletemeyeceği duyguları açığa vururlar -karanlıkta toplanan endişe ve gerginlikleri; karanlığa yığılan şeylerin; duvarları beyaz ve griye boyayan, her bir pencereyi yerli yerine koyan, tarlalardaki sisi kaldıran, huzurla otlayan kızıl kahve inekleri gösteren şafağın rahatlığından yoksun; şafakla her şey bir kez daha süslenir gözlerde, bir kez daha var olur. Yalnızım, yalnızım, diye haykırdı Regent Park’taki havuzun yanında (Hintli’ye ve haçına dikmişti gözlerini), belki gece yarısı, bütün sınırlar kalktığında, ülke antik şekline bürünecekti; Romalıların bir zamanlar gördüğü gibi, ilk ayak bastıklarındaki gibi, bulutlu, isimsiz tepelerle ve nereye aktığı bilinmeyen ırmaklarla -öylesiydi Lucrezia’nın karanlığı; aniden sanki orada bir kaya belirivermiş ve kendi de üstünde duruyormuş gibi, onun karısı olduğunu, yıllar önce Milano’da evlendiklerini ve onun deli olduğunu asla ve asla söylemeyeceğini tekrarladı! Döndüğünde kaya parçası devrildi, aşağı, aşağı doğru yuvarlandı Lucrezia. Zira o gitmiş, diye düşündü -gitmiş, tehdit ettiği gibi, kendini öldürecek- bir arabanın altına atacak kendini! Ama yoo, oradaydı işte; hâlâ bankta tek başına oturuyordu, yırtık pırtık paltosuyla, bacak bacak üstüne atmış, gözlerini dikmiş, yüksek sesle konuşuyor.
İnsanlar ağaçları kesmemeli. Bir Tanrı var (Böyle aydınlanma anlarını zarfların arka yüzlerine not ederdi.). Dünyayı değiştir. Hiç kimse nefretten öldürmez. Duyurun (Not etti.). Bekledi. Dinledi. Karşıdaki parmaklığa konmuş bir serçe dört beş kez Septimus, Septimus diye cıvıldadı ve notaların üstüne basarak ışıl ışıl ve dokunaklı bir şekilde Yunanca sözcüklerle, suç diye bir şey olmadığını söyledi, bir başka serçe ona katıldı ve birlikte dokunaklı Yunanca sözcüklerle hayat çayırındaki ağaçların, ırmak boyunca yürüyen ölülerin ve nasıl ölüm diye bir şey olmadığının türküsünü söylediler.
Şurada eli, işte şurada da ölüler duruyordu. Karşıdaki parmaklıkların arkasında beyaz şeyler toplaşıyordu. Ama Septimus’ın bakmaya cesareti yoktu. Parmaklıkların arkasında Evans vardı!
“Neler söylüyorsun?” dedi Rezia aniden ve yanına oturdu.
Bölmüştü yine! Hep böyle bölüyordu.
İnsanlardan uzaklara, insanlardan uzağa gitmeliyiz (sıçrarken), dedi Septimus, tam oraya, ağacın altında iskemlelerin olduğu yere; tavanında mavi bir örtü, yukarısında pembe bir duman olan, yeşilliğe daldırılmış parkın uzun eğimi boyunca gitmeliydiler; uzaklardaki dumana gömülmüş, kale duvarlarını andıran, düzensiz evlerin oraya; dönerek akan trafik uğultusunun ve sağ tarafında boz renkli hayvanların hayvanat bahçesinin parmaklıklarına doğru havlayıp uluyarak uzun boyunlarını gerdiği o yere. Bir ağacın altına oturdular.
“Bak!” diye yalvardı Lucrezia, ellerinde kriket sopaları taşıyan bir oğlan kalabalığını göstererek; içlerinden biri ayağını sürüdü, topuğunun üstünde döndü ve tekrar ayağını sürüdü, tıpkı bir müzikholdeki palyaçoya benziyordu.
“Bak!” diye yalvardı Lucrezia, zira Dr. Holmes kocasının somut şeyleri fark etmesini, onlara ilgi duyması gerektiğini söylemişti, bir müzikhole gitmek veya kriket oynamak -tam kocasına göre bir oyun olduğunu söylemişti Dr. Holmes, güzel bir açık hava oyunu.
“Bak!” dedi bir daha.
Bak, diye davet ediyordu onu görünmeyen, insanlığın en yücesiydi şu an onunla iletişim hâlinde olan bu ses, Septimus, son zamanlarda yaşamdan ölüme göçen, toplumu yenilemeye gelmiş Tanrı, bir yorgan gibi, yalnız güneşin yarabildiği kardan bir yorgan; asla tükenmeyen, sonsuz acı içinde, günah keçisi, ebedî mağdur; ama bunu istemiyordu ki, inledi, elini salladı; o ebedî acıyı elinin rüzgârıyla söndürmek ister gibi.
“Bak!” diye tekrarladı, zira dışarıdayken kendi kendine yüksek sesle konuşmamalıydı Septimus.
“Bir bak!..” diye yalvardı Lucrezia. Ama bakılacak ne vardı ki? Birkaç koyun. Hepsi bu.
Regent Parkı metro istasyonunun yolunu -biri söyleyebilir miydi lütfen Regent Parkı metro istasyonuna giden yolu ona- soruyordu Maisie Johnson. Edinburgh’dan geleli daha iki gün olmuştu.
“Buradan değil -şuradan!” diye haykırdı Lucrezia, Septimus’ı görmesin diye onu öteki tarafa yönlendirirken.
İkisi de bir acayip, diye düşündü Maisie Johnson. Her şey çok acayip geliyordu ona zaten. Londra’ya ilk gelişiydi, Leadenhall Sokağı’nda amcasının yanında bir işe başlayacaktı ve şimdi bu sabah Regent Parkı’ndan geçerken gördüğü bu çift onu tedirgin etmişti; genç kadın yabancıydı herhâlde, adamsa bir tuhaftı, öyle ki eğer bir gün yaşlı bir kadın olacak kadar yaşarsa o zaman bile anılarının içinden güzel bir yaz sabahı Regent Parkı’ndan geçerkenki hâlini hatırlayabilirdi. Zira sadece on dokuz yaşındaydı ve sonunda Londra’ya gelmeyi başarmıştı ve şimdi ne tuhaftı; bu yolu sorduğu çift, kız irkilmiş, elini sallamış ve adam -adam çok garip gözüküyordu; bir tartışma içinde miydiler acaba; ayrılıyorlardı belki; ama bir şeylerin döndüğü belliydi; biliyordu ve şimdi bütün bu insanlar (artık Broadwalk’a dönmüştü), taş havuzlar, muntazam çiçekler, yaşlı kadın ve erkekler, tekerlekli sandalyelerde, çoğu hasta -bütün hepsi Edinburgh’dan sonra çok acayip geliyordu. Ve Maisie Johnson, bu ağır adımlarla yürüyen, dalgın dalgın bakan, esintinin okşadığı insanların arasında karışırken -sincaplar tünemiş yalanıyor, serçeler hızla kanat çırparak havuzlardan kırıntı topluyor, köpekler parmaklıklara sürtünüp birbirleriyle oynarken, yumuşak, ılık bir esinti âdeta üzerlerini yıkayarak sabit, şaşmaksızın bakan gözlerine garip ve dingin bir şekilde hayat veriyor- “Ay!” diye bağıracak gibi oldu (Bankta oturan genç adam onu çok korkutmuştu. Bir şeyler dönüyordu, biliyordu.).
“Korkunç! Korkunç!” diye ağlamak geliyordu içinden (Ailesini bırakıp gelmişti buraya, gerçi söylemişlerdi başına neler gelebileceğini.).
Neden evinde kalmamıştı ki sanki, ağlıyordu, demir parmaklıkların topuzunu çevirdi.
Şu kızcağız, diye düşündü Mrs. Dempster (Sincaplara vermek için kırıntılar biriktirir ve sık sık Regent Parkı’nda öğle yemeğini yerdi.), daha hiçbir şey bilmiyor; aslında biraz daha cesur, biraz daha rahat, biraz daha makul olmalı insan beklentilerinde. Percy içerdi. Yine de insanın oğlunun olması daha iyi, diye düşündü Mrs. Dempster. Çok zorluk çekmişti, böyle bir kıza gülümsemekten kendini alamazdı. Evlenirsin sen, zira yeterince güzelsin diye düşündü Mrs. Dempster. Bir evlen de gör bakalım! Yemek pişireceksin ve daha neler neler… Her erkeğin huyu başka. Ama eğer bilseydim böyle bir seçim yapar mıydım diye düşündü Mrs. Dempster ve Maisie Johnson’un kulağına birkaç öğüt fısıldamak istedi; kendi buruşmuş, sarkmış, yaşlı yüzünde şefkat dolu bir öpücük hissetmek… Zira çok zor bir hayat oldu, diye düşündü Mrs. Dempster. Neler vermişti uğruna? Gülleri, bedenini; ayaklarını da (Şişmiş ayaklarını eteğinin altına doğru çekti.)…
Güller, diye düşündü acı bir alayla. Hepsi çöp, canım. Gerçekten de yemesi, içmesi, çiftleşmesi, iyi ve kötü günleriyle, hayatın güllerle alakası yoktu ve dahasını da söyleyeyim mi sana, Carrie Dempster, yine de Kentish Town’daki hiçbir kadınla değiştirmek istemezdi kaderini! Ama tek istediği acınmaktı onun. Kaybolan güllere acınmasını istiyordu. Sümbüllerin arasında duran Maisie Johnson’ın acımasını istiyordu.
Ah, ama şu uçak! Mrs. Dempster hep yabancı yerleri görmek istememiş miydi? Bir yeğeni vardı, misyoner. Hızla yükseldi uçak. Margate’ta denize giderdi hep, karadan uzaklaşmazdı pek ama sudan korkan kadınlara da tahammülü yoktu. Uçak kayarak alçaldı. Midesi ağzına gelmişti. Tekrar yükseldi. Bahse girerim içinde hoş bir genç adam vardır uçağın, dedi Mrs. Dempster, gitgide uzaklaştı; Greenwich’in ve bütün direklerin üstünden geçti; kurşuni renkteki kiliselerin ve St. Paul’ün oluşturduğu adanın üstünden, Londra’nın iki yanında uzanan tarlaların ve maceraperest ardıç kuşlarının cesurca sıçrayarak, etrafı kolaçan edip sümüklü böcekleri yakaladıkları gibi kayaların üstüne bir, iki, üç, defa vurdukları, koyu kahve koruların oraya kadar gitti.
Uzağa, gitgide daha da uzağa gitti uçak, ta ki sadece bir kıvılcım olana kadar; bir özlem, bir yoğunlaşma, insan ruhunun ve kararlılığının bir simgesi (Greenwich’te gayretle çimlerini biçen Mr. Bentley’ye böyle göründü.), diye düşündü Mr. Bentley, düşünce yoluyla kendi bedeninin ve evinin dışına çıkabilmek için selvi ağacının etrafında dönerek, Einstein, kurgu, matematik, Mendel Teorisi -uçak gitgide uzaklaştı.
Sonra, kılıksız alelade bir adam elinde deri çantasıyla St. Paul Katedrali’nin basamaklarında durdu, tereddüt etti, kim bilir nasıl bir şifa vardı içeride, nasıl harika bir karşılama, üzerinde bayrak dalgalanan kaç mezar, ordulara karşı kazanılan zaferlerin simgesi değil bunlar, diye düşündü, şu an beni işten güçten yoksun bırakan baş belası gerçeği arama tutkusuna karşı kazanılan zaferlerin; üstelik Katedral elini uzatıyordu insana, diye düşündü, toplumun bir parçası olmaya davet ediyordu, büyük adamların ait olduğu, şehitlerin uğruna canlarını verdiği; neden katılmayacaktı ki, diye düşündü; içi broşür dolu deri çantayı bir mihrabın önüne bırakırım, bir haçın, sözcükleri arayan, araştıran ve bir araya getirmekten öteye geçen ve artık bütünüyle ruh hâline gelen, gövdesiz, hayalet gibi -neden içeri girmeyecekmişim ki diye düşündü ve o tereddüt içinde dışarıda dururken, uçak Ludgate Sirki’nin üzerinden uçtu.
Etraf çok tuhaftı; durgundu her şey. Trafiğin gürültüsünü hiçbir ses bastıramıyordu. Kılavuzsuz gözüküyordu uçak, sanki kendi özgür iradesiyle yol alıyordu. Ve şimdi, gitgide daha yukarılara doğru kıvrılırken, zevk içinde yükselen bir şey gibi, saf bir sevinçle, arkasında kıvrıla kıvrıla uzayan beyaz dumanları bıraktı, bir Ş yazdı, E ve bir K.

“Neye bakıyorlar?” diye sordu Clarissa Dalloway kapıyı açan hizmetçisine.
Evin girişi mezar gibi serindi. Mrs. Dalloway elini gözlerine siper etti, hizmetçi kapıyı kapatırken, Lucy’nin eteklerinin hışırtısını duyunca, bildik tüllerin çevresini usulca sarışını, eski bağlılıklara verilmiş karşılıkları tadan, dünyayı terk etmiş bir rahibe gibi hissetti kendini. Aşçı mutfakta ıslık çalıyordu. Daktilonun tıkırtısını duydu. İşte buydu hayatı, girişteki masanın üzerine sanki bu etkilerin ağırlığıyla eğilirmişçesine göz attı, kendini kutsanmış ve arınmış hissetti; telefonla bırakılan mesajların not edildiği defteri eline alırken nasıl oluyor da böyle anların hayat ağacının tomurcukları, karanlığın çiçekleri olduğunu düşündü (Sanki yalnızca o görsün diye güzel bir gül açmıştı.); bir an bile inanmamıştı Tanrı’ya; ama yine de diye düşündü defteri eline alırken, günlük hayatta hizmetçilere, evet köpeklere ve kanaryalara, her şeyden öte de kocasına, her şeyin temeli olan -bu keyifli seslerin, yeşil ışıkların hatta ıslık çalan aşçının bile, zira Mrs. Walker İrlandalıydı ve gün boyunca ıslık çalardı- Richard’a, bu eşsiz anların gizli deposundan ödemeli insan borcunu; Lucy yanında durmuş bir şey anlatmaya çalışıyordu.
“Mr. Dalloway, efendim…”
Clarissa not defterindeki yazıyı okudu: Leydi Bruton Mr. Dalloway’in kendisiyle öğle yemeği yiyip yiyemeyeceğini soruyor.
“Mr. Dalloway, efendim, öğle yemeğini dışarıda yiyeceğini söylememi istedi.”
“Tüh!” dedi Clarissa, Lucy de hayal kırıklığını paylaştı (ama acısını değil tabii); aralarındaki uyumu hissetti; ipucunu aldı; üst tabakanın nasıl sevdiğini düşündü; kendi geleceğini sakince süsledi; Mrs. Dalloway’in güneş şemsiyesini aldı, savaş alanından onuruyla çıkmış bir tanrıçanın kutsal silahıymış gibi tuttu ve şemsiyeliğe yerleştirdi.
“Korkma artık.” dedi Clarissa. Güneşin kızgınlığından korkma artık, zira Leydi Bruton’ın Richard’ı onsuz öğle yemeğine çağırmasının yarattığı şaşkınlık, içinde bulunduğu anı sarsmıştı, tıpkı nehir yatağındaki bir bitkinin nehirden geçen bir küreğin darbesiyle sarsılacağı gibi: öyle sallandı Clarissa; öyle sarsıldı.
Öğle yemeği davetlerinin son derece eğlenceli geçtiği söylenilen Millicent Bruton kendisini çağırmamıştı. Bayağı kıskançlıklar ayıramazdı onu Richard’dan. Ama zamanın kendisinden korkuyordu, Leydi Bruton’ın taştan oyulmuş ruhsuz bir pusulayı andıran suratından yaşamın nasıl çekildiğini görüyordu; kendine düşen dilimin her geçen yıl nasıl azaldığını ve artakalan kısmın, gençlik yıllarındaki renklerden, tuzlardan, varoluşun bütün perdelerindeki esneklikten ve özümseyişten ne kadar yoksun olduğunu görüyordu; öyle ki girdiği odayı doldururdu; sık sık oturma odasının eşiğinde tereddüt ederek durduğunda olağanüstü bir gerilim kaplardı içini, tıpkı altındaki deniz kararıp ışıldarken, çatlayacakmış gibi tehdit eden dalgalar yalnızca yüzeyde ikiye ayrılırken, tam dönecekleri sırada yuvarlanıp, gizlenip, inciyle kaplanan yosunların bulunduğu denize dalmadan önce bir yüzücünün hissettiği tereddüt gibi…
Not defterini holdeki masanın üzerine koydu. Bir eli tırabzanda, ağır ağır yukarı çıkmaya başladı, sanki bir partiden çıkmış gibi, bir şu arkadaşında bir öbüründe bulmuştu yüzünü, sesini; kapıyı çekip çıkmış ve tek başına durmuş gibi, ürkütücü gecenin içinde, daha doğrusu, bu duygusuz haziran sabahının dik bakışlarına karşı duruyordu; gül yapraklarının ışıltısıyla yumuşardı kimileri için bu sabah, bunu biliyordu, açık merdiven penceresinin içeri davet ettiği panjurun çarpma seslerini, köpek havlamalarını duyduğunda hissediyordu; girsinler, diye düşündü, ansızın buruş buruş, yaşlanmış, memesiz buldu kendini; günün öğütülüp harmanlanışı ve çiçeğe duruşu, dışarıda, kapının ötesinde, pencerenin dışında, bedeninin ve şimdi pek çalışmayan beyninin dışındaydı, çünkü son derece eğlenceli öğle yemeği davetleri verdiği söylenen Leydi Bruton onu çağırmamıştı.
Odasına çekilen bir rahibe veya bir kuleyi keşfe çıkan bir çocuk gibi yukarı çıktı, pencerenin önünde duraksadı, banyoya geldi. Yeşil muşamba ve su damlatan bir musluk. Hayatın kalbinde bir boşluk vardı, tavan arasında bir oda. Kadınlar süslü giysilerini çıkarmalıdırlar. Öğlenleyin soyunmalıdırlar. İğne yastığını deldi ve sarı tüylü şapkasını yatağın üzerine bıraktı. Çarşaflar temizdi, geniş beyaz bir şerit hâlinde sımsıkı gerilmişti iki yandan. Gitgide daha da daralacaktı yatağı. Mumun yarısı yanmıştı, “Baron Marbot’un Anıları”na dalıp gitmişti. Gecenin geç saatlerinde Moskova bozgununu okumuştu. Zira oturumlar öyle uzuyordu ki Richard, Clarissa’nın geçirdiği hastalığın ardından, rahatsız edilmeden uyumasını istiyordu. Aslında Moskova bozgununu okumayı yeğliyordu. Richard da biliyordu bunu. O yüzden odası tavan arasındaydı; yatağı dardı; orada uzanmış okurken, zira uykusu hafifti, doğum yapmasına rağmen, çocukluğundan beri bir çarşaf gibi üzerine yapışan bekâretini üstünden atamıyordu. Genç kızlığında hoştu, ansızın öyle bir an gelirdi ki -mesela Clieveden’daki ormanda bulunan ırmaktaki gibi- içinde nüks eden bu soğuk ruh yüzünden yarı yolda bırakırdı kocasını. İstanbul’da ve sonra kaç kere daha… Neyi eksikti, görebiliyordu. Güzellik değildi; akıl değildi. Temelde, içe sinen bir şeydi; yüzeyi yırtıp üste çıkan, kadınla erkeğin veya iki kadının arasındaki soğuk teması dalgalandıran ılık bir şey. Zira bunu belirsiz bir şekilde algılayabiliyordu. Tiksiniyordu bundan, kim bilir nereden aklına yerleşivermişti bu his, belki de Doğa’nın bir hediyesiydi (Doğa değişmez bilgedir.); yine de bazen bir kadının çekiciliğine kapıldığı oluyordu, bir genç kıza değil tabii, yaptığı bir deliliği veya bir sıkıntısını anlatan, içini döken -ki ona sıkça içlerini dökerlerdi- bir kadına kapıldığı oluyordu. Acıma mıydı, onların güzelliği miydi, kendisinin yaşça büyük olması mıydı veya bir rastlantı mıydı -hafif bir koku veyahut yakından gelen bir keman sesi (belli anlarda seslerin gücü çok tuhaf oluyordu), erkeklerin hissettiklerinin aynısını kuşkusuz hissediyordu. Sadece bir an için ama yetiyordu. Ani bir aydınlanmaydı, önce kontrol altına alınmaya çalışıp, sonra yanaklarına yayıldığını hissedince teslim olunan bir kızarıklık gibi, hani insan o yayılmayı hissettiğinde en uzak köşeye kaçıp, orada titreyerek dünyanın üstüne doğru geldiğini hisseder, hayret verici bir anlamlılıkla kabarır ya, incecik deriyi yırtan, fışkırtan, çatlakların ve yaraların üstüne dökülen olağanüstü bir avutma gücüyle. O zaman, o an için bir aydınlanma görmüştü; çiğdemin içinde yanan bir kibrit; neredeyse ifade edilmiş bir iç anlam. Ama yakın olan uzaklaşmış, sert olan yumuşamıştı. Bitmişti, o an. Böyle anlarla (kadınlarla olanlar da) yatak, Baron Marbot (Şapkasını yere koydu.) ve yarısına kadar yanmış mum çelişiyordu. Uyanık hâlde yatarken döşeme gıcırdadı; aydınlık ev aniden karanlıklaştı ve eğer başını doğrultsaydı, Richard’ın mümkün olabildiğince nazik bir şekilde kapının tokmağını çevirişinin sesini duyacaktı; çoraplarıyla yukarı çıkarken, sık sık elinden düşürdüğü sıcak su torbasını bir kere daha düşürür ve basardı küfürü! Nasıl da gülerdi Clarissa!
Ama bu aşk meselesi (diye düşündü, paltosunu kaldırırken), şu kadınlara âşık olma meselesi. Sally Seton’ı ele alalım; eskiden Sally Seton’la olan ilişkisini. Nihayetinde o da aşk değil miydi?
Yerde otururdu -bu onun Sally hakkındaki ilk intibasıydı- kollarını dizlerine dolayarak yerde oturur ve sigara içerdi. Neredeydi acaba? Manning’lerde mi? Kinloch-Jones’larda mı? Bir partideydi herhâlde (neredeydi, pek emin olamıyordu), zira birlikte geldiği adama “Bu da kim?” dediğini kesinlikle hatırlıyordu. Ve o da Sally’nin annesiyle babasının geçinemediklerini (ne kadar şaşırmıştı Clarissa, annesiyle babasının tartıştıklarına) söylemişti. Ama bütün bir gece gözlerini Sally’nin üzerinden alamamıştı. Hayran kaldığı türden, olağanüstü bir güzelliği vardı Sally’nin, esmer, iri gözlü, kendisinde olmadığı için hep gıpta ettiği bir niteliğe sahipti -bir çeşit kendini bırakmışlık, sanki her şeyi söyleyebilirmiş veya yapabilirmiş gibi; İngiliz kadınlarından ziyade yabancı kadınların sahip olduğu bir nitelikti bu. Sally damarlarında Fransız kanı aktığını söylerdi hep, atalarından biri Marie Antoinette’in sarayındanmış, başı uçurulmuş, yakut bir yüzük kalmış ondan. Bourton’da kalmaya geldiği zaman, o yazdı, belki de cebinde bir metelik bile yokken habersiz bir şekilde, bir akşam yemeği sonrası geldiğinde, zavallı Helena hala öyle şaşırtmıştı ki onu asla affetmemişti. Evde korkunç bir tartışma çıkmış. Gerçekten o akşam geldiğinde beş parasızdı Sally -gelebilmek için bir yaka iğnesini rehin vermişti. Çılgınlar gibi koşmuştu oraya. Gecenin geç saatlerine kadar oturup konuşmuşlardı. Bourton’daki yaşantının ne kadar korunaklı ve kısıtlı olduğunu ilk defa Sally hissettirmişti. Cinsellik hakkında hiçbir şey bilmiyordu Clarissa, toplumsal sorunlar hakkında da. Bir seferinde tarlada düşüp ölen yaşlı birini görmüştü -sonra doğuran inekleri görmüştü. Ama Helena hala hiçbir konunun münakaşasını yapmayı sevmezdi (Sally, Helena halaya ne zaman bir William Morris[18 - William Morris, 1834-1896 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, desinatör, roman yazarı, ressam. Morris aynı zamanda mobilya, kumaş, vitray, duvar kâğıdı tasarımlarıyla Sanatlar ve Zanaatkârlar akımına (Arts and Crafts hareketi) öncü olmuş bir endüstri tasarımcısı, el sanatçısı, desinatördür.] verecek olsa, mutlaka ambalajlayıp vermeliydi.). Orada, çatı katındaki yatak odasında, sabaha kadar hayattan, dünyayı nasıl değiştireceklerinden konuşurlardı. Özel mülkiyeti ortadan kaldıracak bir dernek kuracaklardı, mektup da yazmışlardı ama göndermemişlerdi. Bu fikirler Sally’den çıkıyordu elbet ama çok geçmeden Clarissa da fazlasıyla heveslenmişti -kahvaltıdan önce yatakta Eflatun okuyordu; Morris okuyordu; durmadan Shelley okuyordu.
Sally’nin gücü şaşırtıcıydı, yeteneği, kişiliği… Çiçeklerle ilgileniş biçimi mesela. Bourton’da masa boyunca hep küçük, resmî vazolar dizilirdi. Sally gülhatmilerin, yıldız çiçeklerinin -bir arada görülmemiş pek çok çiçek toplar- saplarını kesip su dolu kâselerde yüzdürürdü. Etkisi olağanüstüydü -gün batımından sonra o yemeğe gelmek (Tabii Helena hala çiçeklere böyle davranmanın çok fena olduğunu düşünüyordu.). Bir seferinde süngerini unuttuğu için koridorda çırılçıplak koşmuştu. Suratsız ihtiyar hizmetçi Ellen Atkins homurdanıp dururdu: “Ya beyefendilerden biri görseydi?” Gerçekten de insanları sarsardı. Pasaklı biri, demişti babası.
Geriye dönüp bakarken tuhaf bulduğu şey, Sally’ye karşı olan hislerinin saflığı ve sağlamlığıydı. Birinin bir erkeğe duyabileceği türden bir his değildi. Hiçbir karşılık beklemeden ve yalnızca kadınların arasında, henüz yetişkin olmuş kadınlar arasında olabilecek türden bir niteliği vardı. Koruyucu bir ilişki, kendi açısından; aynı takımda olma duygusundan, eninde sonunda ayrılacaklarına dair bir şeyin önsezisinden (Evlilikten hep bir felaketmiş gibi söz ederlerdi.) kaynaklanıyordu bu şövalyelik, Sally’den çok kendinde olan bu koruma duygusu. Zira o günlerde hepten pervasızdı Sally; en saçma sapan şeyleri bile sırf meydan okumak uğruna yapardı; terastaki korkuluğun üzerinde bisiklet sürer, puro içerdi. Tuhaftı Sally -çok tuhaftı. Ama dayanılmaz bir çekiciliği vardı -en azından Clarissa’ya göre, öyle ki çatı katındaki yatak odasında, elinde sıcak su torbası “O, bu çatının altında… O, bu çatının altında!” diye bağırdığını anımsayabiliyordu.
Yo, bu kelimelerin hiçbir anlamı yoktu artık onun için. O eski hissin bir yansımasını bile hissedemiyordu. Ama heyecandan buz kesildiğini ve saçlarını kendinden geçerek yaptığını (eski hisleri geri gelmeye başlamıştı şimdi, tokalarını çıkarıp tuvalet masasının üzerine bırakırken, saçlarını yaparken), akşamın pembe ışığında bir aşağı bir yukarı uçan ekin kargalarını, giyinip aşağı inişini, holden geçerken “Şu anda ölmek, en büyük mutluluk olurdu.” deyişini hatırlıyordu. Hissettiği buydu -tıpkı Othello’nun hissettiği gibi, tıpkı Shakespeare’in Othello’ya hissettirmek istediği kadar güçlü, kendi de öyle hissediyordu, emindi fakat bütün bunların sebebi neydi? Sırf Sally Seton’la buluşmak için üstünde beyaz bir elbisesiyle yemeğe iniyor olmasıydı!
Pembe tüller içindeydi Sally -inanılmazdı! Her nasılsa, ışıl ışıl, parlak, bir böğürtlen çalısına bir anlığına takılıvermiş bir kuş veya uçan bir balon gibi görünüyordu. Ama insan âşık olunca (aşk değilse neydi bu?) başkalarının kayıtsızlığı kadar garip bir şey yoktur. Helena hala yemekten sonra bir kenara çekilirdi; babası gazete okurdu. Peter Walsh da orada olurdu bazen; ihtiyar Miss Cummings; Joseph Breitkopf ise kesin orada olurdu zira her yaz gelirdi, zavallı ihtiyar adam, haftalarca kalır, kendisine Almanca okutmaya çalışır gibi yapardı ama aslında piyano çalar ve sesi olmasa da Brahms söylerdi.
Bütün bunlar Sally için arka planda kalıyordu. Şöminenin başında durup o her şeyi yumuşak bir dokunuş gibi addettiren güzel sesiyle konuşurdu, babası bile istemediği hâlde ona kapılmaya başlamıştı (Ona kitaplarından birini verişini ve sonrasında terasta sırılsıklam buluşunu hiç unutmamıştı.), sonra aniden “İçeriye tıkılıp kalmak ne ayıp!” derdi ve herkes dışarı çıkar, gezinmeye başlarlardı. Peter Walsh ve Joseph Breitkopf, Wagner üstüne konuşurlardı. Clarissa ve Sally arkada kalırlardı. İçinde çiçekler olan taş bir çanağın yanından geçerlerken hayatının en güzel anını yaşamıştı. Sally durup bir çiçek koparmış; onu dudaklarından öpmüştü. Bütün dünyası tepetaklak olmuştu sanki! Diğerleri kaybolmuştu; Sally ile baş başaydı. Kendisine bir hediye verilmiş gibi hissetti, paketlenmiş, sadece saklaması söylenmişti, bakmamalıydı -bir elmas, paha biçilmez bir şey, paketlenmiş, yürürlerken (bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı) açmıştı onu veya o ışığı delip geçmişti, o aydınlanma, o dinsel his! O sırada ihtiyar Joseph ve Peter çıkmıştı karşılarına.
“Yıldızlara mı bakıyorsunuz?” dedi Peter.
Karanlıkta koşarken yüzünü mermer bir duvara çarpmak gibiydi! Korkunçtu, dehşet vericiydi!
Kendisi için değil. Yalnızca Sally’nin nasıl ezildiğini, nasıl kötü muamele gördüğünü hissediyordu; Peter’ın düşmanlığı hissediyordu; kıskançlığını; arkadaşlıklarını bozmaya kararlı olduğunu. Bütün bunları birinin şimşeğin ışığında aydınlanan manzarayı bir anlığına gördüğü gibi gördü -ve Sally (Hiç bu kadar hayranlık duymamıştı ona!) cesurca davranmış, yenilmemişti. Gülmüştü. İhtiyar Joseph’a bütün yıldızların isimlerini söyletmişti, ki Joseph da bu işi ciddiye alarak yapmayı severdi. Durmuştu orada: dinlemişti. Yıldızların isimlerini dinlemişti.
Ah, bu korku! dedi kendi kendine, sanki başından beri bir şeyin bu anı böleceğini, bu mutluluk anını acılaştıracağını biliyor gibi…
Yine de sonrasında, Peter Walsh’a ne kadar şey borçluydu. Onu düşündüğünde nedense hep tartışmaları gelirdi aklına -çünkü onun kendisi hakkında güzel şeyler düşünmesini çok istiyordu muhtemelen. Ona borçlu olduğu kelimeler vardı: “Duygusal”, “uygar” gibi; hayatının her günü Peter’ın kanatları altında korunaklı başlıyordu. Bir kitap duygusaldı; hayata karşı bir tavır duygusaldı. Geçmişi düşündüğü için Clarissa “duygusal”dı belki de. Geri döndüğünde ne düşünecek acaba diye merak etti Clarissa.
Kendisinin yaşlandığını mı? Bunu söyler miydi Peter, yoksa kendisinin yaşlandığını düşünürken mi görecekti onu? Doğruydu. Hastalığından beri teninin rengi neredeyse solmuştu.
Yaka iğnesini masaya koyarken ani bir kasılma geldi; sanki düşünürken buzdan pençeler içine saplanma fırsatı bulmuşlardı. Henüz ihtiyar sayılmazdı. Daha yeni basmıştı elli iki yaşına. Dokunulmamış pek çok ay vardı önünde. Haziran, temmuz, ağustos! Her biri neredeyse bir bütün hâlinde duruyordu, âdeta düşen damlayı yakalayıp, anın tam yüreğine sapladı, kazığa oturttu -bütün diğer sabahların baskısını taşıyan bu haziran sabahındaki anı; aynayı, tuvalet masasını ve bütün şişeleri yeniden görüyordu sanki, bütün benliğini bir noktada toplayarak (aynaya bakarken), o gece bir parti verecek olan kadının zarif, pembe yüzünü gördü; Clarissa Dalloway’in yüzünü; kendi yüzünü.
Kaç milyon kere bakmıştı yüzüne ve hep aynı belli belirsiz kasılmayla! Aynaya baktığında dudaklarını bükerdi. Yüzünü sivri göstermek için. Böyle biriydi çünkü -sivri; ok gibi; keskin. Bir çabayla, onu kendisi olmaya çağıran bir davetle, parçalar birleştiğinde böyle biri oluyordu, ne kadar farklı ne kadar benzersiz ve serinkanlı biri olduğunu yalnızca kendisi biliyordu; dünyayı; bir merkezde, bir elmasta, salonda oturan, kuşkusuz donuk hayatlara ışık saçan bir buluşma noktası, yalnızların geldiği bir sığınak yaratan bir kadında topluyordu; gençlere yardım ederdi, ona minnettar kalırlardı; hep aynı olmaya çalışırdı, başka yanlarını hiç göstermemişti -kusurlarını, kıskançlıklarını, kibrini, kuşkularını, Leydi Bruton’ın kendisini öğle yemeğine davet etmeyişinde olduğu gibi mesela; ki ne adilik, diye düşündü (en son saçını tararken)! Şimdi, elbisesi neredeydi acaba?
Gece elbiseleri dolapta asılıydı. Clarissa, elini yumuşaklığa usulca daldırıp yeşil elbisesini pencereye götürdü. Yırtılmıştı. Biri eteğine basmıştı. Elçilikteki partide belindeki kıvrımların arasında bir yerin yırtıldığını hissetmişti. Yapay ışıkta pırıl pırıl parlıyordu yeşil renk ama şimdi, güneş ışığında rengini yitirmişti. Tamir edecekti. Hizmetçilerin yapacak çok işi vardı zaten. Bu gece bunu giyecekti. İbrişimlerini, makaslarını, şeyini -neydi adı- yüksüğünü tabii, alıp salona inecekti, zira aynı zamanda da yazması gerekiyordu, her şeyin yolunda olup olmadığını görmek için.
Tuhaf diye düşündü sahanlıkta duraksayarak, o elmasa, o benzersiz olma niteliğine bürünerek, tuhaftı evin sahibesinin, evin her anını, her huyunu biliyor oluşu! Merdiven boşluğundan yukarı doğru hafif sesler döne döne yükseldi; paspastan çıkan ses; tıkırtılar; kapının vuruluşu; ön kapı açılırkenki gürültü; bodrumda bir buyruğu tekrarlayan bir ses; tepsideki gümüşlerin şıngırtısı; parti için temizlenen gümüşler. Her şey parti içindi.
(Ve Lucy, elinde tepsiyle salona girip şöminenin üstüne dev şamdanları koydu, gümüş kutuyu ortaya, kristal yunusu saate doğru çevirdi. Geleceklerdi, burada duracaklardı; kendisinin de taklit edebildiği çıtkırıldım sesleriyle konuşacaklardı, hanımefendi ve beyefendiler. Hepsinin içinde kendi hanımı en güzelleriydi -gümüşlerin, ketenlerin, porselenlerin hanımı; çünkü güneş, gümüşler, menteşelerinden çıkarılmış kapılar; Rumpelmayer’ın adamları Lucy’ye mektup açacağını kakmalı masaya koyarken bir başarı hissi veriyordu. Bakın, bakın, diyordu fırındaki eski arkadaşlarıyla konuşurken, ilk çalıştığı yer olan Caterham’da, camekâna gözlerini dikerken. Kendisi Leydi Angela’ydı şimdi, Prenses Mary ile ilgileniyordu, tam o sırada Mrs. Dalloway girdi içeri.)
“Ah Lucy!” dedi, “Gümüşler çok hoş görünüyor!”
Kristal yunusu dik durması için çevirirken, “Peki…” dedi, “Dün akşamki oyun hoşunuza gitti mi?” “Ah, oyun bitmeden gitmek zorunda kaldılar!” demişti. “Saat onda evde olmaları lazımmış! Yani sonunda ne olduğunu bilmiyorlar.” dedi. “Şanssızlık!” dedi (Zira kendi hizmetçileri eğer izin isterlerse daha geç saate kadar kalabilirlerdi.). “Yazık olmuş gerçekten!” dedi, kanepenin ortasında duran tüyleri dökülmüş eski yastığı Lucy’nin eline tutuşturduktan sonra onu hafifçe itip “Al şunu! Mrs. Walker’a benden selam ilet. Haydi al şunu!” diye haykırdı.
Lucy salonun kapısında, elinde yastığıyla durdu; utana sıkıla, kızararak elbiseyi tamir etmesine yardım edip edemeyeceğini sordu.
Ama, dedi Mrs. Dalloway, yeteri kadar işi yok muydu zaten, epeyce hem de buna sıra gelmezdi ki…
“Ama teşekkür ederim Lucy, ah gerçekten teşekkür ederim!” dedi Mrs. Dalloway ve teşekkür ederim, sağ ol diye mırıldanmaya devam etti (dizlerinin üstünde elbisesi, makasları ve ibrişimleriyle kanepeye otururken), teşekkürler, teşekkürler, demeye devam etti; hizmetkârlarına bunu genelde içtenlikle söylerdi, böyle biri olmasına, istediği kişi olmasına yardım ettikleri için, böyle nazik, cömert, iyi yürekli. Hizmetçileri onu severlerdi. Şu elbise -neredeydi yırtık? İpliği iğneye geçirmesi lazımdı şimdi. En sevdiği elbiselerden biriydi bu, Sally Parker’ın diktiği son elbiselerden biri, yazık ki Sally emekli olmuştu, Ealing’de yaşıyordu; eğer zamanım olursa, diye düşündü Clarissa (ama zamanı hiç yoktu artık), gidip onu Ealing’de görmeliyim. Zira harika bir kişiliği var, diye düşündü Clarissa, gerçek bir sanatçı. Ufak tefek şeyler eklemeyi severdi ama yine de hiç tuhaf değildi elbiseleri. Hatfield’da giyebilirdin; Buckingham Sarayı’nda da. Clarissa Hatfield’da da giymişti onları; Buckingham Sarayı’nda da.
Bir sessizlik çöktü üstüne, bir sakinlik, bir huzur, iğnesini ipeğe usulca sabitledikten sonra yeşil kırmaları bir araya getirip hafifçe kemere tuttururken. Bir yaz günü toplanan, dengelerini yitirip dağılan dalgalar gibi toplanıp dağılan ve sanki bütün dünya “hepsi bu” der ağır ağır, öyle ki sahilde uzanmış bedendeki yürek bile “hepsi bu” deyinceye kadar. Korkma artık, der yürek. Korkma artık, der yürek ve yükünü, tüm acılar için bir of çeken denize boşaltır ve yenilenir, doğar, toparlar, dağılır. Ve beden bir başına kulak verir geçen bir arıya, kırılan dalgaya, havlayan köpeğe, uzaklarda havlayıp duran köpeğe.
“Tanrı aşkına! Kapı çalınıyor!” diye haykırdı Clarissa, iğneyi bıraktı. Doğruldu, kulak kabarttı.
“Mrs. Dalloway benimle görüşür.” dedi holdeki orta yaşlı adam. “Evet, benimle görüşür.” diye tekrarladı, Lucy’yi kibarca kenara itti ve hızla yukarı koştu. “Evet, evet, evet…” diye mırıldanıyordu yukarı doğru koşarken. “Benimle görüşecek. Hindistan’da geçen beş yıldan sonra benimle görüşecektir.”
“Kim o, bu saatte?” dedi Mrs. Dalloway (Parti vereceği gün, saat on birde rahatsız edilmesinin rezillik olduğunu düşünüyordu.), basamaklardaki ayak seslerini duyduğunda. Kapının tokmağının üzerinde bir el olduğunu hissetti. Mahremiyete saygı duyan, bekâretini koruyan bir bakire gibi, elbisesini saklamaya çalıştı. Pirinç kapı kolu çevrildi. İşte kapı açıldı ve içeri -bir anlığına adını hatırlayamadı karşısındakinin! Onu gördüğü için çok şaşırmış, çok sevinmiş ve kızarmıştı, Peter Walsh’ın böyle beklenmedik bir şekilde sabah sabah evine gelmesi onu resmen afallatmıştı (Mektubunu okumamıştı.)!
“Nasılsın bakalım?” dedi Peter Walsh, sevinçle titreyerek, iki elini avcunun içine aldı, öptü. İhtiyarlamış diye düşündü otururken. Ona hiçbir şey söylememeliyim bu konu hakkında diye düşündü, çünkü gerçekten ihtiyarlamış. Beni inceliyor diye düşündü, ani bir utanma geldi üstüne, ellerini öpmesine rağmen. Elini cebine sokup büyük bir çakı çıkardı ve yarıya kadar açtı.
Hiç değişmemiş, diye düşündü Clarissa; aynı tuhaf görünüş; aynı ekose takım, yüzü biraz çökmüş, biraz daha ince, biraz kurumuş belki de ama korkunç derecede iyi gözüküyor, tıpkı eskisi gibi.
“Seni tekrar görmek ne kadar güzel!” diye haykırdı Clarissa. Çakısını çıkarmıştı Peter. Tam onun yapacağı bir hareket diye düşündü.
Daha dün gece gelmiş, öyle demişti; hemen sayfiyeye gitmesi gerekiyordu; herkes nasıldı -Richard? Elizabeth?
“Peki bunlar da ne?” dedi, çakısıyla yeşil elbiseyi göstererek.
Çok şık giyinmiş, diye düşündü Clarissa; yine de beni hep eleştirir.
İşte elbisesini onarıyor, her zamanki gibi elbisesini onarıyor, diye düşündü; ben Hindistan’dayken o burada oturarak vakit geçirmiş; elbisesini tamir etmiş; dolaşmış, davetlere gitmiş, Meclis’e gidip gelmiş falan; düşündükçe daha rahatsız oluyor, öfkesi artıyordu, zira bu dünyada bazı kadınlar için evlilikten daha kötüsü yoktur, diye düşündü ve siyasetten ve “muhafazakâr” bir kocaya sahip olmaktan, şu hayranlık uyandıran Richard gibi mesela. Evet öyle, evet öyle, diye düşündü çakısını bir çırpıda kapatırken.
“Richard gayet iyi, bir toplantıda.” dedi Clarissa.
Ve makasını eline aldı, elbisesinin işini bitirmeye devam etmesinde bir sakınca var mıydı, çünkü akşama bir partisi vardı da…
“Seni çağırmayacağım bir parti tabii…” dedi. “Peter’cığım!” dedi.
Onun ağzından bunu duymak nefisti -Peter’cığım! Kuşkuşuz her şey çok nefisti- gümüşler, sandalyeler; hepsi enfesti!
Neden kendisini partiye çağırmayacaktı ki?
Tabii ki çok çekici, diye düşündü Clarissa! Kusursuz bir çekicilik! Şimdi hatırlıyorum onunla evlenmeme kararını vermenin ne kadar güç olduğunu, niye öyle bir karar vermiştim ki diye merak etti, o korkunç yazda.
“Ama bu sabah gelmiş olman olağanüstü!” diye haykırdı elbisesinin üzerinde ellerini kavuştururken.
“Hatırlıyor musun…” dedi, “Bourton’daki panjurlar nasıl da pencereye çarpardı?”
“Çarparlardı.” dedi ve Clarissa’nın babasıyla baş başa kahvaltı ettiğini hatırladı garip bir şekilde; vefat etmişti babası ve Clarissa’ya yazmamıştı. İhtiyar Parry’yle zaten hiç geçinemezlerdi, o aksi, dizleri tutmayan, zayıf karakterli yaşlı adamla, Clarissa’nın babası Justin Parry ile.
“Keşke babanla daha iyi anlaşsaydım derim sık sık…” dedi Peter.
“Ama o benimle -yani benim arkadaşlarımdan hiç hoşlanmazdı ki!..” dedi Clarissa; Peter’a kendisiyle evlenmek istediğini hatırlattığı için dilini ısırmış olabilirdi.
Tabii ki istemiştim, diye düşündü Peter; kalbim kırılmıştı, diye düşündü; batan günün dehşetli ışığında terastan bakıldığında yükselen bir ay gibi alt etti kederi onu. Bir daha hiç öyle mutsuz olmadım, diye düşündü. Ve sanki o terasta oturuyormuş gibi Clarissa’ya doğru yaklaştı; elini uzatı; kaldırdı; bıraktı. Orada, tepelerinde asılı duruyordu ay. Clarissa da orada, ay ışında, terasta kendisiyle oturuyor gibi duruyordu.
“Herbert kalıyor şimdi.” dedi Clarissa. “Ben hiç gitmiyorum artık.”
Sonra, tıpkı ay ışığında terasta dururken sıkılan birinin yaptığı gibi; nasıl ki karşıdaki sessizce oturup, ayı seyreder ve konuşmazken; şimdiden sıkıldığı için çekinerek, ayağını kıpırdatır, boğazını temizler, masanın ayağındaki metal kıvrımlara bakınır, bir yaprağı kımıldatır ama hiçbir şey söylemez -Peter Walsh da öyle yaptı. Zira neden böyle geçmişi kurcalayalım ki, diye düşündü. Neden bunu düşünmesini sağlamıştı ki? Bunca cehennemî işkenceden sonra neden böyle acı çektiriyordu?
“Gölü hatırlıyor musun?” dedi, kalbini sıkıştıran, boğazındaki kasları geren ve “göl” dediğinde dudaklarının büzülerek kasılmasına yol açan bir duygunun baskısıyla, kısık bir sesle. Hem ördeklere ekmek atan bir çocuktu hem de gölün kıyısında duran annesiyle babasına yaklaştıkça, kollarında gitgide büyüyen hayatı, bütün hayatı duruyordu, onların yanına bırakıp “İşte bunu yaptım! Bunu!” diyordu. Ve ne yapmıştı hayatıyla? Ne yapmıştı hakikaten? Oturmuş Peter’ın yanında dikiş dikiyordu bu sabah.
Peter Walsh’a baktı; bakışı, onca zaman, onca hissin içinden geçerek kuşku içinde ulaştı ona; ağlamaklı bir şekilde çöktü yüzüne; bir kuşun dala konup kanat çırparak uzaklaşması gibi, dokunup uzaklaştı. Gizlemeden sildi gözlerindeki yaşı.
“Evet.” dedi Peter. “Evet, evet, evet…” dedi, sanki yüzeye doğru çıkarken onu çok incitecek bir şey söylemiş gibi. Dur! Dur! diye haykırmak geldi içinden. Çünkü yaşlı değildi; hayatı bitmiş değildi; kesinlikle bitmiş değildi. Ellisini daha yeni geçmişti. Söylesem mi acaba, söylemesem mi diye düşündü. Ama çok soğuktu, dikiş dikerken böyle makaslarıyla falan; Daisy, Clarissa’nın yanında çok sıradan kalırdı. Ve benim tamamıyla bir başarısızlık abidesi olduğumu düşünecek ki Dalloway’lerin bakış açısına göre öyleyim, diye düşündü. A tabii, ondan hiç şüphesi yoktu; bir başarısızlık örneğiydi, bütün bunlara kıyasla -şu kakma masaya, şu kakma mektup açacağına, şu yunusa ve şamdanlara, sandalye kılıflarına ve eski, İngiliz baskısı değerli resimlere kıyasla- bir başarısızlık örneğiydi! Bütün bu kendini beğenmişlikten tiksiniyorum, diye düşündü; Richard’ın işleri; Clarissa’nın değil; onunla evlenmek dışında bir suçu yok onun (O sırada Lucy elinde gümüşlerle girdi içeri, daha fazla gümüş; alımlı, zarif, ince birine benziyor, diye düşündü, gümüşleri bırakmak için eğilirken.). Ve bu hep böyle sürüp gidiyor olmalı diye düşündü; haftalar boyunca; Clarissa’nın hayatı; oysa kendisi -ansızın yaşadığı her şey içinden dışarı saçılıyormuş gibi oldu; serüvenler, geziler, tartışmalar, maceralar, briç partileri, aşklar, iş, iş, iş! Ve çakısını çıkardı -eski boynuz saplı çakısı, Clarissa otuz yıl önce taşıdığı aynı çakı olduğuna yemin edebilirdi- avcunda sıktı.
Ne tuhaf bir alışkanlık bu, diye düşündü Clarissa; hep böyle çakıyla oynaması. İnsana kendini hep önemsiz biri gibi hissettiriyordu; boş kafalı, geveze, eskiden yaptığı gibi. Ama ben de diye düşündü iğnesini alırken eline, uyuyakalmış muhafızları yüzünden korumasız bırakılmış bir kraliçe gibi (bu ziyaret onu afallatmıştı -üzmüştü) -böğürtlen çalılarının altında yatarken herhangi biri gelip onu rahatlıkla görebilirdi- yaptığı şeyleri yanına çağırdı; sevdiği şeyleri; kocasını, Elizabeth’i, kendini, kısaca, Peter’ın artık hiçbir şey bilmediği kendisini korumak ve düşmanı defetmek istiyordu.
“Peki, sen neler yaptın bakalım?” dedi Clarissa. Savaş başlamadan önce atlar toprağı eşeler böyle; başlarını sallarlar; böğürleri ışıldar; boyunları kavislenir. İşte Peter Walsh ve Clarissa, mavi kanepede yan yana otururken böyle meydan okudular birbirlerine. Peter’ın içindeki ordusu kızışıp çalkalanıyordu. Çeşitli mevzilerden pek çok şey yardıma geliyordu; övgüler, Oxford’daki kariyeri, evliliği ki Clarissa evliliği hakkında hiçbir şey bilmiyordu; nasıl âşık olduğunu, işini nasıl yürüttüğünü…
“Milyonlarca şey!” diye haykırdı, artık yüzlerini göremediği insanların omuzları üzerinde hızla taşınıyormuş gibi hem korkutan hem de heyecanlandıran birleşmiş güçlerinin bir o yana bir bu yana yüklenmesiyle elini alnına götürdü.
Clarissa dimdik oturuyordu; soluğunu tuttu.
“Âşığım.” dedi, Clarissa’ya değil tabii fakat yükselen, elle dokunulamayan birine söylüyordu; onun için getirdiğiniz çelenginizi karanlıkta kalan çimenlerin üzerine bırakmak zorundaydınız.
“Âşığım.” diye tekrarladı Clarissa Dalloway’e şimdi kuru bir sesle; “Hindistan’da bir kıza âşığım.” Çelengini sunmuştu. Clarissa dilediğini yapabilirdi.
“Âşıksın demek!” dedi. Demek bu yaşta, o küçük papyonuyla suyun altına çekilmişti o canavar tarafından! Üstelik boynu bir deri bir kemik, elleri kıpkırmızı, hem benden altı ay büyük! Gözleri kendisine kaydı ama yüreğinde hissediyordu; âşıktı Peter. Öyleydi, hissediyordu; âşıktı Peter.
Ama karşısına çıkanları ezip geçen boyun eğmez bencilliği, hadi hadi diyen, amaçsız olduğunu itiraf etmesine rağmen bize hadi hadi diyerek sürükleyen ırmak; bu boyun eğmez bencillik yanaklarını renklendirmişti; gencecik yapmıştı onu, pembecik; elbisesi dizlerinde otururken gözleri parlıyordu, yeşil ipeklinin ucuna iliştirilmiş iğnede hafif bir titreme oldu. Kendisine değil. Daha genç birine âşıktı tabii.
“Peki, kim bu kadın?” diye sordu.
Şimdi bu heykelin yükseklerden indirilip aralarına konması gerekiyordu.
“Maalesef evli bir kadın…” dedi Peter, “Hint ordusundaki bir binbaşının karısı.”
Ve sevdiği kadını Clarissa’nın gözünün önünde böyle gülünç bir vaziyete düşürdüğü için buruk bir tatlılıkla gülümsedi.
(Ne de olsa âşık, diye düşündü Clarissa.)
“Onun iki çocuğu var.” diye devam etti Peter, ciddi bir şekilde, “Biri kız, biri oğlan; boşanmak için avukatlarımla görüşmeye geldim.”
Al işte, diye düşündü. Canın ne istiyorsa yap onlarla! Al işte! Her geçen saniye, Clarissa onlara baktıkça; Hint ordusundaki binbaşının karısı (Daisy’si) ve iki çocuğu ona daha güzel geliyordu; sanki bir döşemenin üstündeki gri topağı aydınlatmış ve yakınlıklarının -eşsiz yakınlıklarının- deniz tuzu kokan havasının içinde güzel bir ağaç serpilmişti (çünkü birçok yönden kimse onu Clarissa gibi anlayamıyordu veya duygularını paylaşamıyordu).
Peter’ı pohpohlamıştır o, enayi yerine koymuştur onu, diye düşündü Clarissa; kadını, Hint ordusundaki binbaşının karısını, bir bıçağın üç darbesiyle şekillendirerek. Ne büyük kayıp! Ne budalalık! Peter’ın bütün hayatı böyle budalalıklarla geçmişti zaten; önce Oxford’dan atılması; sonra Hindistan’a giden gemideki bir kızla evlenmesi; şimdi de bir binbaşının karısı -şükür ki kadın onunla evlenmeyi kabul etmemişti! Yine de âşıktı; eski dostu, Peter’cığı âşıktı.
“Ne yapacaksın peki?” diye sordu. Ah, avukatlar uğraşacak, dedi Peter, Lincoln’s Inn’deki Messrs Hooper ve Grateley. Ve çakısıyla tırnaklarını törpülemeye koyuldu.
Tanrı aşkına, bırak şu çakıyı, diye bastıramadığı bir rahatsızlıkla içinden haykırdı; onun bu iflah olmaz ciddiyetsizliği, zayıflığı, başkalarının duygularını önemsemeyişi, Clarissa’yı sinirlendiriyordu, bu yaşta olacak iş mi bu?
Başıma gelecekleri biliyorum, diye düşündü Peter; karşımdakini biliyorum, diye düşündü, parmağını çakısının üzerinde gezdirirken, Clarissa Dalloway’i ve geri kalan hepsini; ama göstereceğim Clarissa’ya -ve aniden kendisini de şaşkınlık içinde bırakan, sanki dizginlenemeyen güçler tarafından boşluğa fırlatılmışçasına gelen bir gözyaşı selinin içinde buldu kendini; ağladı; en ufak bir utanç duymadan ağladı; kanepede otururken; yaşlar süzüldü yanaklarından.
Clarissa öne doğru eğilmiş, elini tutmuş, kendine doğru çekip öpmüştü; Peter’ın yüzünü yüzünde hissettiğinde göğsündeki tropik bir fırtınanın içinde kalmış gibi olan hanımpüsküllerine benzer tuğların gümüş parıltılarının savruluşu duruldu; Peter’ın elini tuttu, dizini okşadı ve arkasına yaslanırken, onunla o kadar huzurlu ve hafif hissediyordu ki kendini, ansızın içinde bir şey uyandı, onunla evlenmiş olsaydım, diye düşündü, bu sevinç bütün gün sürerdi!
Her şey bitmişti oysa. Çarşafı gergin, yatağı dardı. Kuleye bir başına çıkmış ve onları, böğürtlenlerle baş başa bırakmıştı. Kapı kapanmıştı, dökülen sıvaların tozu ve kuş pisliklerinin arasından ne kadar uzak görünüyordu manzara; sesler, cılız ve soğuk; bir seferinde (Leith Hill’deyken), diye hatırladı Clarissa; Richard, Richard diye haykırmıştı uykusundan uyanarak, karanlıkta elini uzatarak yardım isteyen biri gibi. Leydi Bruton’la öğle yemeğinde olduğu aklına geldi. Beni terk etti; sonsuza kadar yalnızım, diye düşündü, ellerini dizinin üstünde kavuşturdu.
Peter Walsh ayağa kalkıp pencerenin kenarına gitmiş, sırtını dönmüş, elindeki mendili iki yana doğru sallamaktaydı. Mükemmel, sert ve perişan görünüyordu, sıska omuzları ceketini hafifçe yukarı kaldırıyordu. Beni de götür, diye düşündü içgüdüsel olarak, sanki Peter büyük bir yolculuğa çıkacakmış gibi ama sonra, sonraki anda, sanki bir tiyatro oyununun çok heyecanlı ve duygu yüklü beş perdesi bitmiş ve sanki tüm hayatını o oyunun içinde geçirmiş, Peter’la kaçmış ve onunla sürdürmüştü ömrünü ve şimdi her şey sona ermişti.
Artık kıpırdama zamanıydı; paltosunu, eldivenlerini, opera dürbününü alıp, operadan sokağa çıkmaya hazırlanan bir kadın gibi kalktı kanepeden ve Peter’ın yanına gitti.
Çok tuhaf, diye düşündü Peter; gücün hâlâ onda oluşu, tıngır mıngır, hışırtılarla gelirken ona doğru, güç hâlâ ondaydı; kendisinin nefret ettiği ayı Bourton’daki terasta göğe yükselten de onun o gücüydü.
“Söyle bana…” dedi Clarissa’yı omuzlarından yakalayarak. “Mutlu musun Clarissa? Richard seni…”
Kapı açıldı.
“İşte benim Elizabeth’im!” dedi Clarissa, hisli bir şekilde hatta biraz fazla duygusallaşarak.
“Nasılsınız?” dedi Elizabeth onlara yaklaşırken.
Big Ben’in buçuğu duyuran sesi aralarında olağanüstü bir güçle yayıldı, sanki umursamaz, kayıtsız, güçlü genç bir adam, var gücüyle gülleleri bir o yana bir bu yana savuruyordu.
“Merhaba, Elizabeth!” diye bağırdı Peter, mendilini cebine sokuştururken hızla kızın yanına gitti, Clarissa’ya dönüp bakmadan “Hoşça kal, Clarissa!” dedi ve odayı aceleyle terk etti, aşağı doğru koşarak indi; holün kapısını açtı.
Onun ardından koşarken “Peter! Peter!” diye haykırdı Clarissa, “Partim! Partim bu gece! Unutma!” diye bağırdı, dışarının gürültüsünü bastırmak için sesini yükseltmek zorunda kalmıştı; trafik, saatlerin gürültüsü sesini bastırdı, “Geceki partimi unutma!” Peter Walsh arkasından kapıyı kapatırken cılız ve narin sesi gittikçe uzaklaşıyordu.

Partimi unutma, partimi unutma, diye söyleniyordu Peter sokağa çıkarken, Big Ben’in buçuğu vuran keskin sesine uyarak, aynı tempoda tekrarlıyordu (Kurşuni halkalar havada eridi.). Ah şu partiler, diye düşündü; Clarissa’nın partileri! Neden bu partileri verir sanki, diye düşündü. Ne onu ne de yakasında karanfil ve frakıyla ona doğru gelen o erkek bozuntusu suçluyordu. Dünyada yalnız tek bir kişi kendisinin durumunda olabilirdi, yani âşık. Ve işte oradaydı, Victoria Sokağı’nda bir otomobil imalatçısının vitrinine yansıyordu yüzü; o şanslı adam, kendisiydi; Hindistan arkasında kalmıştı; ovalar, dağlar, kolera salgınları, İrlanda’nın iki katı büyüklüğünde bir alan; kendi başına almak zorunda kaldığı kararlar; Peter Walsh, yani kendisi hayatında ilk defa âşıktı. Clarissa katılaşmış, duygusallığından da bir şey kaybetmemiş, diye düşündü otomobillere bakarken -mil başına kaç galon benzin yakarlar acaba? Zira mekaniğe ilgisi vardı; Hindistan’da oturduğu bölgede değişik bir saban üretmişti, İngiltere’den el arabaları getirtmişti ama yerlilere kullandırtmamıştı, bütün bunlardan Clarissa’nın hiç haberi yoktu.
“İşte benim Elizabeth’im!” deme şekli rahatsız etmişti Peter’ı. Neden basitçe “İşte Elizabeth!” dememişti ki? Samimiyetsizdi. Hem Elizabeth’in de hoşuna gitmemişti (Buçuğu vuran müthiş sesin son titreşimleri etrafını kuşatan havayı hâlâ sarsıyordu; erkendi daha; saat on bir buçuktu.). Peter gençleri anlardı; onları severdi. Clarissa eskiden beri hep soğuktu. Genç kızken bile çekingendi; orta yaşa gelince resmiyete dönüşen cinsten, sonra hepsi biter, hepsi biter, diye düşündü, vitrinin derinliklerine ümitsizce bakarken, acaba o saatte gitmekle ayıp mı etmişti, Clarissa’yı rahatsız mı etmişti; budalalığından utanç duydu aniden; ağlamış, duygusallaşmış, her şeyi anlatmıştı yine, her zamanki gibi.
Bir bulutun güneşi ardında bırakışı gibi çöker sessizlik Londra’ya ve zihinlere. Çabalar durur. Zaman direklere çarpar. Orada dururuz; orada kalırız. Kaskatı; alışkanlığın iskeleti yeter ayakta tutmaya insan gövdesini. O da bomboştur, dedi kendi kendine Peter; içinin oyulduğunu, bomboş kaldığını hissediyordu. Clarissa reddetti beni, diye düşündü. Orada dururken, Clarissa beni reddetti, diye düşündü.
Ah, diyordu St. Margaret’ın çanı, tam vaktinde salona girip konuklarının çoktan gelmiş olduğunu gören bir ev sahibesi gibi. Geç kalmadım ki! Saat tam on bir buçuk, diyordu. Yine de tamamıyla haklı olmasına rağmen, ev sahibesi olduğu için kişiliğini gizleme gereği duyuyor. Geçmişin kimi kederleri; şimdinin kimi tasaları onu durduruyor. On bir buçuk diyordu, St. Margaret’ın sesi yüreğinin kovuklarına kayıyor ve kendini sesin halkalarına gitgide gömüyordu, âdeta içini dökmek isteyen, açılmak isteyen, zevkten titreyerek huzurda olmak isteyen canlı bir şey gibi -tıpkı Clarissa gibi, diye düşündü Peter Walsh, tam vaktinde beyazlar içinde merdivenlerden inen Clarissa gibi. Clarissa gibi, diye düşündü derin bir duygusallık ve olağanüstü bir netlik içinde Clarissa gözünde canlanarak, sanki bu çan yıllar önce samimi bir şekilde otururlarken bal toplamış bir arı edasıyla bir oraya bir buraya savrulup, yaşanılan anı yüklenip terk etmişti odayı. Ama hangi oda? Hangi an? Ve neden çan çalarken derin bir mutluluk içindeydi? Sonra, St. Margaret’ın sesi usulca durgunlaşırken, hasta olmuş diye düşündü, çanın sesi bitkin ve acı geldi. Kalbiydi, hatırladı ve çanın son vuruşunun ani gürültüsü hayatın ortasında şaşırtarak gelen ölüm için çaldı, Clarissa oturma odasında olduğu yere yığılıyordu. Hayır, hayır, diye haykırdı Peter. Ölmedi! Ben yaşlı değilim, diye haykırdı ve sanki geleceği, o Whitehall’a doğru ilerlerken kendisine doğru gayretle, sonsuz bir şekilde geliyordu.
Yaşlı değildi, ne yapmacıktı ne de kurumuş. Dalloway’lerin Whitbread’lerin kendisi hakkında ne söylediklerine gelince, umurunda bile değildi (gerçi bir ara Richard’a ona bir iş bulup bulamayacağını soracaktı ama). Uzun adımlarla yürürken göz alıcı Cambridge dükünün heykelini seyretti. Oxford’dan atılmıştı -doğru. Sosyalistti, bir bakıma başarısızdı -doğru. Yine de medeniyetin geleceği böyle gençlerin elinde, diye düşündü; tıpkı kendisinin bir zaman olduğu gibi; onların soyut ilkelere olan aşkı; Londra’dan Himalayalar’ın tepesine kitaplar getirten, bilim okuyan, felsefe okuyan. Gelecek işte böyle gençlerin elinde, diye düşündü.
Arkasından ormandaki yaprakların pıtırtısını andıran bir ses geldi, bu ses düzenli, tok bir hışırtıyla birleşince düşüncelerinin önüne geçti, Whitehall’dan yukarı doğru çıkarken ister istemez bu seslere uydurdu adımlarını. Üniformalı, silahlı gençler gözleri ileride yürüyorlardı, kolları dümdüz ve dik, yüzlerinde ödev duygusu, minnettarlık, sadakat ve İngiltere sevgisi gibi bir anıtın dibine kazınmış kelimelerin harfleri okunuyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/virdzhiniya-vulf/mrs-dalloway-69428029/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Pimlico: Westminster’ın güneyinde oldukça fakir bir mahalle (ç.n.).

2
St. James Parkı: Kraliyet parklardan biri (ç.n.).

3
Hatchard’lar: Piccadilly’de bir kitapçı (ç.n.).

4
Shakespeare’in “Cymbeline” başlıklı beş perdelik oyunundaki bir şarkıdan alınmıştır, IV. Perde, I. Sahne (ç.n.).

5
“Jorrock’un Jaunts ve Jollities’i”, “Soapy Sponge”: İki kitap da R. S. Surtees’in (1805-1864) kaleminden çıkmıştır. Oldukça meşhur bir yazardır, tilki avları ve İngiliz toplumu hakkında hikâyeleri ve romanları vardır (ç.n.).

6
Mrs. Asquith: Liberal devlet adamı ve başbakan (1908-1916) olan Henry Herbert Asquith’in karısı (ç.n.).

7
Oxford Sokağı: Londra’nın ana alışveriş caddesi (ç.n.).

8
Galler prensi, o zaman Edward’dı. VIII. Edward olamadan tahttan feragat etti (ç.n.).

9
Başbakan: Ekim 1922’de Lloyd George’un görevi sonlandıktan sonra muhafazakâr Bonar Law başbakanlık görevine geliyor fakat Mayıs 1923’te sağlık problemleri nedeniyle istifa ediyor. Sonrasında göreve gelen Stanley Baldwin de Ocak 1924’te istifa ediyor, ardından gelen Ramsay MacDonald, İngiltere’nin ilk İşçi Partili başbakanı olarak göreve geliyor fakat Kasım 1924’te istifa ediyor, sonra tekrar Baldwin başbakan oluyor. Sıklıkla değişen başbakanlardan ötürü Virginia Woolf “başbakan”ın altını hâliyle boş bırakmıştır (ç.n.).

10
Hurlingham: Revaçta olan bir spor kulübü (ç.n.).

11
Brook Sokağı: Mayfair’de yer alan şık alışveriş caddelerinden biri (ç.n.).

12
St. James Sokağı: Piccadilly’nin arkasında bulunan şık bir alışveriş caddesi (ç.n.).

13
Tatler: Sosyete dedikodusuna adanmış bir magazin dergisi (ç.n.).

14
Kraliçe Alexandra: VII. Edward’ın dul karısı, eşinin 1901’deki ölümünden sonra kendi ölümüne kadar (1910) tahtta kalmıştır (ç.n.).

15
The Mall: Trafalgar Meydanı’ndan Buckingham Sarayı’na uzanan resmigeçit törenlerinin yapıldığı bulvar (ç.n.).

16
Regent Sokağı: Şık alışveriş caddesi (ç.n.).

17
Lucrezia’nın kısaltılmışı, Rezia’dır (ç.n.).

18
William Morris, 1834-1896 yılları arasında yaşamış İngiliz şair, desinatör, roman yazarı, ressam. Morris aynı zamanda mobilya, kumaş, vitray, duvar kâğıdı tasarımlarıyla Sanatlar ve Zanaatkârlar akımına (Arts and Crafts hareketi) öncü olmuş bir endüstri tasarımcısı, el sanatçısı, desinatördür.
Mrs. Dalloway Вирджиния Вулф
Mrs. Dalloway

Вирджиния Вулф

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “ ‘Mrs. Dalloway’ ve keşfettiklerim üzerine pek çok şey söylemeliyim aslında: Karakterlerimin arkasındaki güzel mağaraları nasıl kazdığımı; bunun tam da benim aradığım şeyi sağladığını düşünüyorum: insanlık, mizah ve derinlik. Asıl amaç mağaraların birleşmesi ve her birinin, yaşanılan o anın içinde gün yüzüne çıkması.” Bu sözleri söylüyor kendi romanı için Virginia Woolf. Roman kahramanı Clarissa Dalloway, akşam vereceği partinin hazırlıkları ile uğraşırken yalnızca onun düşünsel serüvenine değil, rüzgârının değdiği herkesin iç dünyasına tanık oluyoruz. Tek bir günün içinde hem geçmişi hem geleceği hem de içinde bulunduğu anı anlatıyor kitabında yazar. Pek çok kişinin zihninde gezip pek çok düşünce arasında gidip gelirken bir olay örgüsünden ziyade, karakterlerin iç dünyalarıyla, nasıl duyup nasıl düşündükleriyle ilgilenen Woolf, insan ruhundaki çatışmaları, gelgitleri önemseyip zihinler arasında bir bilinç akışı köprüsü kurarak bize aktarıyor söylemek istediklerini: yaşam ve ölüm, akıl ve delilik… "Bir keresinde Serpentine’a bir şilin atmıştı, bir daha da hiçbir şey atmamıştı. Oysa genç adam bütün hayatını kaldırıp atıyordu. Onlar yaşamaya devam edeceklerdi (Partiye geri dönmeliydi; salonlar hâlâ kalabalıktı, insanlar gelmeye devam ediyorlardı.). Onlar yaşlanacaktı. Oysa önemli olan bir şey vardı; kendi yaşamında gevezeliğe boğulan, yalanlarla yozlaşan, bozulan, belirsizleşen bir şey… İşte onu koruyabilmişti genç adam. Ölüm, bir başkaldırıydı. Ölüm, iletişim kurmak için verilmiş bir çabaydı, insanlar, nedense kendilerinden kaçan öze ulaşmanın imkânsızlığını hissediyorlardı; yakınlık uzaklaşıyor, büyük sevinçler soluyordu, insan yalnız kalıyordu. Bir kucaklaşma vardı ölümde. Ama şu kendini öldüren genç adam -hazinesi elindeyken mi bırakmıştı kendini aşağıya? Beyazlar içinde aşağı inerken, bir seferinde ′Şimdi ölecek olsaydım eğer, bu benim en mutlu anım olurdu.′ demişti Clarissa kendi kendine." (…) "Ama kurtulmuştu Clarissa. Oysa o genç adam canına kıymıştı. Bir şekilde onun felaketiydi bu, utancıydı. Bu koyu karanlıkta, burada bir adamın, şurada bir kadının dibe battığını ve kaybolduğunu görürken gece elbisesi içinde öylece dikilmek zorunda kalmak da onun cezasıydı. Hile yapmış; çalmıştı aslında. Hiçbir zaman tamamıyla hayran kalınacak biri olmamıştı."

  • Добавить отзыв