Yeni bir hayat
Murat Toktamışoğlu
Hayallerimizin Peşinden Gitmek Cesaret İster
Herhangi bir kitap okuyunca hayatınız birden değişmez. Bambaşka bir insan da olamazsınız. Ama herhangi bir kitap, hayatınızı değiştirmeniz için size yol gösterebilir.
Bu kitap gibi…
Aklın Öteki Ses kitabının yazarı Murat Toktamışoğlu, önce ruhunuzun üstünü kaplamış tozları silkelemenizde, sonra da ruhunuzun derinliklerine doğru bir kazı yapmanızda sizlere ışık tutuyor. Yazara göre kararlarımızın ardındaki en büyük enerji kaynağı hayallerimiz.
İşte bu nedenle işe hayallerimizi yeniden inşa ederek başlamamız gerekiyor. Çıkacağınız bu yolculukta karşınıza çıkacak tek engel kendinizden başka kimse olmayacaktır. Unutmayın yaşadığınız her şey aslında tercihlerinizin bir sonucudur.
Her bölümün sonundaki zihinsel egzersizler ise, farkında bile olmadığınız sorulara cevap bulmanızı sağlayacaktır.
Murat Toktamişoğlu
YENİ BİR KİTAP YENİ BİR HAYAT
Bu kitabın yazarı…
Birazdan okuyacağınız satırların yazarı aslında bir Tıp Doktoru iken bu mesleği dokuz yıl yaparak bırakmış ama diplomasını duvarından indirmemiştir. Asla ve asla “Doktorluk ideal mesleğim değildi bıraktım ama şimdi ne halt yiyeceğim?” diye hiç düşünmedi.
Doktorluk mesleğini icra ederken Tıp ile yakından uzaktan alakası olmayan liderlik, takım çalışması, iletişim becerileri, satış ve pazarlama gibi konularda eğitimler vererek alnının teri ile kendine yeni bir meslek daha edindi; Eğitmen ve Danışman.
Tabi azimli bir adam olduğu ve sürekli yenilik aradığı için Doktorluk mesleği ile birlikte yürüttüğü bu yeni işi de kesmedi onu. Tam yeşil pasaport almaya hak kazanmışken Devlet Memurluğu’ndan istifa etti ve Türkiye’nin sayılı özel hastanelerinden birinde Pazarlama ve Operasyon Müdürü olarak Tıp Fakültesinde öğrendiği (!) pazarlama tekniklerini özel sağlık sektörüne taşımak için üç yıl çaba gösterdi. Yeni bir mesleği daha olmuştu; Profesyonel Yönetici.
Bu arada profesyonel yöneticilik yaptığı üç yıllık süre içinde yine rahat duramadı. İlk kitabı “Kot Pantolonlu Yönetici”yi yazdı. Kitap yazmak hoşuna gitti, duramadı bu kitaba kadar sekiz kitap daha yazdı. Reklam olmasın diye burada adlarını vermiyoruz. İsteyen google’dan arayarak bulabilir.
Mutlu muydu? Hayır… Huzurlu muydu? Hayır…
Ama ne yapsın ki o güne kadar devletten ya da son çalıştığı özel şirketten her ayın aynı günü düzenli bir maaş hesabına yatıyordu. Bu garantiyi bırakmak kolay değildi. Zaten devlet memurluğundan istifa ederek, doktorluk yapmayı bırakarak fazla risk almıştı(mı?). Üç yıl içinde bağlı olduğu Genel Müdürlük makamına dört farklı kişi atanmıştı. Bu değişikliklerin sonuncusunda yeni Genel Müdür nedense yazarımızı sevmedi. Bugün “mobbing” olarak tanımlanan şahane strateji ve taktikler uyguladı ve nihayetinde altıncı ayın sonunda bir 2002 Aralık ayının bir günü işten atıldı. Doktor, Eğitmen ve Danışman, Profesyonel Yönetici ve son olarak İşsiz…
“Ne yapacağım?” diye çok düşündü sanmayın. Zaten yöneticilik de umduğu gibi çıkmamıştı. Yazarımız hemen ikinci mesleği eğitim ve danışmanlığa ağırlık verdi. İyi ki de verdi. Bu işten çok güzel maddi kazançlar elde etti.
Haaa bu arada unuttum yazarımız profesyonel yönetici iken Ankara’da Radyo ODTÜ’de ve İstanbul TRT2 Televizyonunda “Şeytanın Avukatı” adlı programları yaparak medya dünyasına adım atmıştı. Eğitim ve danışmanlık ile beraber radyo ve televizyon programlarına devam etti. Olan olmuştu işte. Yazarımız hayal ettiği mesleği bulmuştu; Yapımcılık.
Program yapmak için gittiği bir özel televizyon kanalının yönetim kurulu başkanı ona iş teklif etti. Dedi ki “Gel benimle çalış. Benim danışmanım ol. Kanal yeniden yapılanıyor sen de yeni programlardan sorumlu olursun yeni projelere sen karar verirsin.” Yazarımız “Çok teşekkür ederim beni mutlu ettiniz ama ben biraz düşüneyim” dedi. Yönetim kurulu başkanı ise “Ne düşüneceksin gel işte sana çok önemli bir fırsat sunuyorum” dedi. Yazarımız kabul etti. Hem eğitim ve danışmanlığa devam etti hem de profesyonel televizyon kanal yöneticiliği işine başladı. Başlar başlamaz kanal bir talk show programı istedi. Yazarımız televizyoncu olarak bu konuda yetenekler araştırırken bir gün karşısına bir üniversitenin tiyatro bölümünü bir yıl önce bitirmiş neredeyse ümidini yitirmek üzere olan genç bir delikanlı geldi. Delikanlı gerçekten komikti. Nedense İstanbul’daki tüm yapımcılara gitmiş ama kimse yüzüne bakmamıştı. Yazarımız kolları sıvadı. Bu delikanlı da ışık vardı. O Türkiye’de çok tanınan bir komedyen olacaktı buna inanıyordu. Genç komedyen için birçok demo program çekti. Bunların bir kısmı içine sinmedi, bir kısmı da yönetimde kabul görmedi. Yazarımız gencin büyük yetenek olduğunu biliyordu. Yönetim üzerinde tüm baskısını kurarak nihayet altı ayın sonunda 31 Aralık 2003 yılı yılbaşı gecesi komedyenin komedi programı yayınlandı. Ama hiç destek gelmediği için prodüksiyon içlerine sinmemişti. Ertesi hafta programı yayından kaldırdılar. Zaten 2002 Aralık ayının son haftası televizyon kanalındaki işinden de atılmıştı yazarımız. Yine işsizdi. Tesadüf mü başka bir şey mi iki yıl üst üste yeni yıl öncesi işten atılıyordu. Morali bozulmasın diye bunu genç komedyene söylememişti. Ama program kaldırılıp o da atılınca söyledi. Komedyenle birlikte yol almaya karar verdiler. Bu arada yazarımız şöyle de bir karar almıştı “Allah yardım ederse bir daha beni işten atabilecekleri bir işte çalışmayacağım.” Allah yardım etti. Yazarımız o günden sonra işten hiç atılmadı. İşten atılmadı ancak battı, yani iflas etti sayılır. Son satırda onu da anlatacağım.
Genç komedyen ve yazarımız birlikte yürümeye başladılar. Yazarımız eğitim ve danışmanlığa devam ediyor, diğer taraftan da çok sevdiği yapımcılık işi için kanallarla görüşüyordu. Bu çabalar sonuç verdi yaklaşık on ay sonra komedyenimiz atıldığı kanalda başka bir programa başlamıştı. İşte bir dönüm noktası daha, yeni bir meslek daha edinmişti yazarımız; Yapımcılık. Doktor, Eğitmen ve Danışman, Profesyonel Yönetici ve Yapımcı…
Komedyenin yeni programı çok sevildi. Ve kısa sürede komedyen Türkiye’nin çok tanıdığı ve sevdiği ve çok para kazanan ünlülerinden biri olmuştu. Yazarımız da artık nihai mesleğine karar vermişti; yapımcılık. Yazarımız bundan sonra yoluna yapımcı kimliği ile devam edecekti. Çünkü bu işi çok seviyordu. Hayalleri gerçeğe dönüştüren, sürekli kendini yenileyen, yeni proje ve fikirler üretmeye açık bir meslek. Eğitim ve danışmanlık işini de azaltarak terk etti yazarımız. Sadece ve sadece televizyon yapımcılığı ile uğraşıyordu. Artık kitap da yazmıyordu. Güzel televizyon programlarına imza attı. Sonra sıra sinemaya geldi. Yapımcımız televizyon ile birlikte sinema filmi yapımcılığına da başladı. Hayalleri gerçek olmuştu. Sevdiği bir işi yapıyor, düş kurup onları hayata geçiriyor ve para da kazanıyordu. Bunlar tesadüf müydü? Hayır. Yazarımız biliyordu hayatta tesadüf diye bir şey yoktu. Azimle çalıştı, yapımcı olarak beş adet sinema filmine imza attı. Bunlardan ikisinin de senaryosunu yazmıştı.
Hayatının sonuna kadar yapacağı meslek yapımcılıktı. Ne yapıp edip bu işi çok iyi yapacaktı. Ancak arkasında hayatını kazanabileceği dört meslek daha bırakmıştı; Doktorluk, Danışmanlık, Profesyonel Yöneticilik ve Yazarlık.
Yazarımız beşinci filmini ilk kez finansör almadan, kendi parası, kredi ve borçla yaptı. Yaptı ancak battı. Film yatırılmış olan 2.5 milyon TL’yi karşılayamadı ve 2 milyon TL zarar etti.
Yazarımız iflas edip borç batağına saplandığına için artık yapımcılık işinden vazgeçmeliydi. Çünkü becerememişti. Hayır, öyle yapmadı. Yazarımız şu anda altıncı filminin çekim hazırlıklarını bitirmiş durumda. Yedinci filmin de senaryosunu yazdı arkasından onu hayata geçirecek. Kazanacağı paralarla borçlarını ödeyecek ve yeni proje hayallerine dalacak.
Bu arada genç komedyen ne oldu diye merak edeniniz varsa. O yoluna şöhretler kategorisinde devam ediyor. Yazarımız onunla yolunu ayırdı. Her iki tarafın huzuru için gereken buydu çünkü. Bu arada bu inişli çıkışlı iş hayatında gerçek dostlarını tanıdı, şükretmenin önemini, vazgeçmeden hedefine yürümenin kıymetini tekrar anladı.
Yazarla ilgili bunca şeyi neden yazdım diye düşünebilirsiniz. Yazdım, çünkü kendimi yazdım. Kitapta anlattığım, yazdığım önerdiğim birçok şeyi kendi hayatımda yaşadım. Hala da yeni şeyler öğreniyor ve yaşıyorum. Okuyacağınız satırlar daha önce “Kendine Yeni Bir hayat Ismarla” ve “Hayallerindeki Gibi Yaşa” adlı kitaplarımdan seçilmiş ve yenilenmiş yazılarından oluşan bir deneyim demetidir. Yazdığım hiçbir şey boş öneri veya reçete değildir, hayatın tam içinden gelen deneyimlerdir.
Sevgilerle
Murat TOKTAMIŞOĞLU
Göktürk/İstanbul 2012 Ekim
47 yılda bana iyilik gösterip mutlu eden ve kötülük yaparak ders almamı sağlayan tüm tanıdıklarıma…
Annem ve babama…
Karım Banu ve bir tanecik oğlumuz BERK TUNA’ya…
ISMARLAMA HAYAT İÇİN KÜÇÜK BİR TEST…
Bu test hayatınızı kendi istediğiniz şekilde mi yaşadığınızı, yoksa standart, çoğunluğun yaşadığı vasat bir şekilde mi yaşadığınızı ortaya koyacaktır.
Hiçbir şey için geç kalmış sayılmazsınız. Hayatınızı sıra dışı yapabilir, ısmarlama bir hayat yaşayabilirsiniz. Bunun için ilk adımı atmanız yeterli olacaktır. Kendinize yeni bir hayat ısmarlayın. Sadece karar verin ve yapın.
Testte yer alan her madde için EVET veya HAYIR diye cevap verin. Testi bitirince EVET’lerinizin toplamını bulun bakalım ne çıkacak?
1. Hayatımda net bir amaç ve hedeflere sahibim.
2. Kendimi sürekli başarılı ve mutlu olarak düşünürüm.
3. Kendimi iyi tanır, zayıf ve güçlü yönlerimi bilirim.
4. Kendime karşı dürüstüm.
5. Ne istediğimi, onu neden istediğimi, gerçekten isteyip istemediğimi iyi bilirim.
6. Bir karar alırken “gerçekten yapmak istediğim bu mu?” diye kendime sorarım.
7. Umudumu ve cesaretimi kolay kaybetmem, düşlerimden kolay vazgeçmem.
8. Küçük değil, büyük düşünürüm, ancak hedeflerime küçük adımlarla ulaşabileceğimi de unutmam.
9. “Neden olmaz” değil, “Nasıl olur” düşünce yapısı bana daha yakındır.
10. Her sabah güne enerjik, mutlu, heyecanlı başarırım.
11. Her gün kendime defalarca “mükemmel hissediyorum” diye konuşurum.
12. Sorunlara değil, çözümlere odaklanırım.
13. Mazeretler, bahaneler değil sonuç üretirim.
14. Düşleri olmayanın geleceği de olmaz. Hayallerimin öldürülmelerine izin vermem, heyecanımı, hayallerimi yok etmek isteyenlerden uzaklaşırım.
15. Hayatımı sıra dışı kılmaya çalışır vasatlıktan kaçınırım.
16. Herkes gibi değil, kendim gibi olmaya çalışırım.
17. Başarı büyük düşünmekle gelir. Büyük düşünür, fakat gerçekçiliği de elden bırakmam.
18. Nelerden vazgeçebileceğimi nelerden vazgeçmeyeceğimi iyi bilirim.
19. Ne kadar yaşadığım değil, nasıl yaşadığım önemlidir.
20. Korkularımdan başka bir şeyden korkmam. Beni engelleyecek tek şeyin yine kendim olduğunu bilirim.
21. Hatalarımı sever, yanlışlardan öğrenirim. Hatalarımı beni geliştiren fırsatlar olarak görürüm 22. Planlarımı gerçekleştirme yolunda her zaman için alternatiflerim vardır. Planlarım işlemiyorsa onları değiştirir, esnerim.
23. Kendime güvenirim. Tutkularım, heyecanlarım ve hedeflerim açısından megalomanım.
24. Değişimi sürekli kılar, değişim zorunlu olmadan değişirim. Zor olanın değişmek değil, değişme kararı almak olduğunun farkındayım.
25. Yüreğimin sesini sık sık dinler, sezgilerime, iç sesime kulak veririm. Bir insanın fırsatları yakalamasını sağlayan şeyin görmek değil, hissetmek olduğunu bilirim..
26. Çocuk ruhumu kaybetmedim. İçimdeki çocuğu her zaman canlı ve enerjik tutarım.
27. Hayatta aradığım ve beklediğim şeyleri önce kendimde yanı başımda ararım.
28. Mutlu edilmeyi beklemem. Mutluluğun insanın içinden geldiğini biliyorum.
29. Mutlu olmak için büyük nedenler aramam. Sevdiklerimle beraber olabilmek, nefes alıyor olabilmek gibi küçük gözüken şeyler bile benim için büyük mutluluktur.
30. Bugünü anlar ve bugünü yaşarım. Bugünü ıskalamam, hayatı ertelemem.
31. “Keşke”siz, “Eğer”siz bir yaşam sürmeyi hedef alırım.
32. Risk almaktan korkmam, kendimi sınırlamam, sınırlarımdan çoktan kurtuldum.
33. Vermeden almayı beklemem. Her insanın başkalarının hayatlarında gerçekten sahici ve olumlu bir farklılık yaratacak bir şeylere katkıda bulunması gerektiğine inanırım.
34. Hayata, sevgiye, ilişkilere koşullar ve karşılıklar koymam. Koşulsuz sever ve koşulsuz yaşarım.
35. Yaşam boyu öğrenmeyi ilke edinmişimdir. Sürekli yeni şeyler öğrenir ve paylaşırım.
36. Şansa, kadere değil kendime inanırım. İhtiyacım olan güç, umut, heyecan, coşku ve tutkunun içimde olduğunu biliyorum. Gücümü yanardağlar gibi kendi içimden alırım.
37. Başarıyı da başarısızlığı da kendimde arar başkalarını suçlamam.
38. Hayal edebildiğim her şeyi başarabileceğimi biliyorum. Hayatımın kontrolü bendedir. Yaşamda seyirci değil, yönlendiriciyimdir.
39. Standart bir hayat değil, kendi isteğim olan ısmarlama bir hayat yaşıyorum.
DEĞERLENDİRME:
■ EVET sayısı 28 ve üstündeyse: İstediğiniz gibi ısmarlama bir hayat yaşıyorsunuz. Kendinize, çevrenize coşku, inanç, heyecan, mutluluk ve huzur verme potansiyeliniz yüksek. Tebrikler.
■ EVET sayısı 10-28 arasındaysa: Ismarlama bir hayat yaşamada bazı sorunlarınız var, fakat bunlar çözülemez değiller biraz çaba, özgüven, cesaret ve coşku ile bunu başarabilirsiniz.
■ EVET sayısı 10’un altındaysa: Standart bir hayat yaşıyorsunuz. Bu sizin kendi seçiminiz ise ne mutlu size.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Yaşadığınız hayat, gerçekten yaşamak istediğiniz hayat mı?
2. Cevabınız HAYIR ise mazeretleriniz, bahaneleriniz neler?
HAYATIN ANLAMI…
Hayat, arkanıza bile bakmadan son sürat yol aldığınız bir otoban değil. Hayatta hayalleriniz, tutku ve amaçlarınız olmalı. Hayat hayallerinize ulaşmanız için yaptığınız yolculuğun senaryosudur ve o senaryoyu siz yazarsınız. İstediğiniz gibi bir hayat sürmek çaba ister. Onun için emek vermelisiniz. Zahmetli bir iştir. “Yaşam piş, ağzıma düş” diye bir şey yok. Düşlerinizi gerçekleştirme, hedeflerinize ulaşma ve tutkularınıza doğru ilerleme yolunda zaman kavramı da yok. Hele bu yolda yitirilmiş zaman diye bir şey hiç yok. Düşlerinizin peşinde koştuğunuz zaman dilimi yitirilmemiş tam tersine dibine kadar kullanılmış bir zamandır aslında.
Herkesin yaptığını yaparak, başkalarını bilerek veya bilinçsizce taklit ederek, sınırlar içinde, nereye ulaşmak istediğini bilmeden nefes nefese sürdürülen bir hayat size zaman kaybettirir. Ve asla geriye dönemezsiniz.
Hayatın anlamını ancak hayallerinizin peşinde koşarak bulabilirsiniz. Önemli olan düşlerinize ulaşmak ve tadını çıkarmaktır. Bir de ne istediğini bilmek önemlidir. Peki siz biliyor musunuz?
Hayatta ne istediğinizi net olarak bilmek zorundasınız. “Hayattan ne bekliyorum, hayat bana ne verebilir?” sorusu yanlış sorulardır. Sormanız gereken soru, “Hayatın benim için anlamı nedir?” olmalıdır. İstekleriniz, tutkularınız, düşleriniz, amacınız, hedefleriniz neler?
Bu sorulara verdiğiniz cevaplar gerçekten sizin cevaplarınız olmalıdır. Cevaplar içinizden, yüreğinizin, beyninizin derinlerinden gelmeli. Size öğretilen gerçek sandığınız, olması gereken olduğunu sandığınız cevaplar değil. Sizin cevaplarınızın diğer insanların istek, düş, amaç ve hedeflerinden farklılıkları olmalı, size ait bir şeyler içermeli, taklit olmamalı.
Dürüst olduğunuz zaman, kendinize karşı dürüst olduğunuz zaman değişim başlamış demektir. Birçoğumuz gerçek hayallerimizin, hedeflerimizin ne olduğunu iyi biliriz. İyi biliriz de bunu kendimize bile yüksek sesle itiraf etmekten kaçınırız her zaman. Gerçekte ne olduğumuzu, nasıl olduğumuzu, ne yapmak istediğimizi biliriz, fakat bir türlü onun yanına yaklaşmaktan, ona doğru bir adım atmaktan korkarız, ürkeriz. Düşlerimizin, gerçeklerimizin çevresinde döner dururuz.
Aslında biz düşlerimize gerçekten inanmadığımız için, kendimizin tam olarak farkında olmadığımız için düşlerimizin bizi götüreceği yerden korkarız. Bilinmeyene yapılan bir yolculuk gibi gelir bize. İşte bunun içindir ki birçoğumuz yaşanmış, bilinen, denenmiş ve sonuç vermiş, noter onaylı düşler, hedefler ve istekler peşinde koşar ve birbirimize benzemeye başlar ve aynılaşırız. İstediğiniz seri üretim, konfeksiyon bir hayal mi, yoksa size ait butik bir çalışma ürünü mü?
Heyecansız, tutkusuz, coşkusuz, hedefsiz yaşamlar sürüyoruz. Hayatta anlamakta en çok zorlandığımız şeyler, basit gerçeklerdir. Kim bilir belki de çok basit oldukları için onları zor anlıyor, göz ardı ediyor, görmezden geliyor, ya da görmek istemiyoruz.
Oysa onlar her zaman çok yakınımızdalar. Bizim için çok basit bir gerçek daha var. O da yaşamı hak ettiğince yaşamak. Hayatı iğne oyası gibi ince ince işlemek gerekiyor ki anlamını bulsun. Hayatı hissetmelisiniz. İşte o zaman mutlulukla ilgili, başarı ile ilgili yaptığınız tanımlar değişecektir. Ve işte o zaman yaşam içinde kendinize yön vermeyi beceren ustalar olacaksınız.
Yaşamın anlamı mı? Umarım bu kadar şeyden sonra bunun cevabını benim vermemi beklemiyorsunuz? Yaşamı onu algılama şeklimize göre yorumlarız. Algılarımız farklıdır. Algı her şeydir. Algılarımız yaşama yüklediğimiz anlamı oluşturur.
Mesnevideki Fil hikayesini belki duymuşsunuzdur. Hintliler karanlık bir ahıra bir Fil getirip onu halka gösterdiler. Hayvanı görmek isteyen birçok kişi o karanlık ahıra toplandı. Ahır o kadar karanlıktı ki gözle bir şey görmenin imkanı yoktu. O göz gözü göremeyecek karanlık yerde insanlar Fil’e elleri ile dokunmaya başladılar. Birinin eline Fil’in hortumu geçti “Bu bir oluğa benziyor” dedi. Birinin eline kulağı geldi “Bu yelpazeye benziyor” dedi. Bir diğerinin eline ayağı geldi “Bu bir direğe benziyor” dedi. Bir başkası da sırtına dokunmuştu “Bu bir taht gibidir” dedi. Herkes Fil’in neresini elledi, nasıl zannettiyse Fil’i ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Biri “Dal” dedi, diğeri “Elif”. Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerinde aykırılık kalmazdı. Mesnevi’de böyle yazıyor.
Peki yaşam yolculuğunda sizin mumunuz var mı? Her olay, her kişi, her an kendi anlamını taşır ve bize sürekli mesajlar verir. Onları doğru algılarsanız gerekeni yaparsınız. Hayat bizi sürekli uyarıyor ve bize meydan okuyor. Herkesin mesajı farklıdır ve herkese farklı bir meydan okuma vardır. Hayatın anlamını herkes kendi bulacaktır. Tabi ki arayan varsa.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Hayatın anlamı sizce nedir?
2. Hayattan ne istediğinizi biliyor musunuz?
3. Gerçekten onu mu istiyorsunuz?
YAŞAMAK…
Yaşamak, bir yolsa bil ki düz olmanın yanı sıra inişli, çıkışlı ve taşlıdır da… Yaşamak, mevsimse bil ki her kışın ardından bahar da gelir…
Yaşamak, gökyüzü ise bil ki senin de orada bir yıldızın vardır mutlaka…
Yaşamak, sevmekse bil ki sevdiğin seni sevmese de olur, önemli olan senin sevgindir…
Yaşamak, vermekse bil ki bu karşılıksız olmalıdır…
Yaşamak, bir canlı ise bil ki bazen sümüklü böcek de olabilmeli insan, arkasında iz bırakmak için…
Yaşamak, bir ırmaksa bil ki hiçbir şey bir öncekinin aynı değildir…
Yaşamak, hissetmekse bil ki tüm hücrelerinle hissetmelisin…
Yaşamak, mücadele etmekse bil ki vazgeçmen yaşamın umurunda değildir…
Yaşamak, bir yolculuksa bil ki önce kendi içinde yapmalısın onu…
Yaşamak, engelli bir yarışsa bil ki en zor engeller kendi önüne koyduklarındır…
Yaşamak, mutlu olmaksa bil ki aradığın asıl şey huzurdur…
Yaşamak, senin içinse bil ki herkes içindir de…
Yaşamak, bir trafik ışığıysa bil ki önemli olan senin içindeki ışıktır ve her zaman yeşil yanmalıdır…
Yaşamak, bilmekse geleceği bil ki en iyi yol kendi geleceğini yaratmaktır…
Yaşamak, sadece nefes alıp vermek değilse bil ki kendinden bir şeyler katmalısın ona…
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Yaşamak sizce nedir, neye benzetiyorsunuz hayatı?
2. Yaşama kattığın şey nedir senin?
SINIRLAR…
Kendinizi ağzı mantarla kapanmış camdan bir şişenin veya camdan bir fanusun içinde hissettiğiniz zamanlar oluyordur. Etrafı görüyorsunuz, duyuyorsunuz, hatta hissediyorsunuz, fakat bir türlü o camdan sınırların dışına çıkamıyorsunuz.
Elinizi uzatsanız dokunacak-mışsınız gibi geliyor, fakat eliniz sert soğuk bir şeye dokunup, orada kalıyor.
Bizler eve yanlışlıkla girmiş ve camdan güneşe, dışarı doğru kaçmak isteyen sinekler, kelebekler gibi koşup, koşup camlara vuruyoruz. Kafalarımız değil ama yüreklerimiz yara alıyor. Fakat sineklerden bir farkımız var. Sinekler, kelebekler vazgeçmiyorlar. Bir daha, bir daha, bir daha deniyorlar.
Bizler ne yapıyoruz? Çok çabuk vazgeçiyoruz, pes ediyoruz, tuş oluyoruz. Hem de hemen, ilk denememizde…
Simurg’un hikayesinden dersler çıkarın. Kuşlar kendilerine bir kral seçmek isterler. Kral olmaya Kafdağı’nın ardında yaşayan Simurg’u (Anka Kuşu) uygun bulurlar. Hepsi birden Simurg’a giderek onun önünde yere kapanmak için yola koyulurlar. Yolculuk kolay değildir. Yolda kuşların yarısı ölür. Daha yedi alan daha geçmeleri gerekmektedir. Yedi alanı geçinceye kadar bir o kadar kuş daha ölür. Sonunda milyonlarca kuştan sadece otuz kuş kalır. Otuz kuş da yorgunluktan bitkin düşmüş, bitap haldedir. Kafdağı’na ulaştıklarında buldukları Simurg’un kendilerinden başka bir şey olmadığını görürler.
Simurg, farsça otuz kuş anlamına geliyor. Tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar’ın bu hikayesi hayatta aradığımız şeyleri nasıl bulacağımızı bize gösteriyor. Mutluluğu, huzuru, başarıyı, sevgiyi, aşkı, dostluğu, gücü neyi arıyorsanız sonunda kendinizi bulursunuz.
Aradığınız her neyse sizin içinizdedir. Önce içinize bakacaksınız, aklınız ve yüreğinizde yolculuğa çıkacaksınız…
İç yolculuğunu yapmamış olanlar daha uzun olan başarı ve mutluluk yolculuğunda kendi engelleri ile karşılaşırlar. Çoğumuz da mutsuzluk ve başarısızlıklarımız için kendimiz dışında mazeretler buluruz. Bir suçlu, bir engelleyen vardır mutlaka.
Kendiniz dışında her şeyi değiştiriyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki yine mutsuz, doyumsuz ve huzursuzsunuz. Sorumluluğu başkalarının sırtına yükleyerek mutlu olamazsınız. Sınırlardan söz ederek mutlu olamazsınız. Bunları kabul etmek de kolay değildir. Kendinizden kaçarsınız. Fakat kabul etmeseniz yaşam yolunda sağlıklı ilerleyemezsiniz.Bizi sınırlayan şeffaf sınırlardan, kendi sınırlarımızdan, engellerimizden kurtulmalıyız. Sınırları kim koydu diye de düşünmeyin. Sınırları koyan da, kaldıracak olan da bizleriz.
Hayatımızı yaşanabilir kılmak bizim elimizde. İhtiyacımız olan gerçek güç, unvanlarımızdan, paramızdan, sahip olduğumuz eşyalardan gelmez. Gerçek gücümüzün kaynağı içimizden gelir. Çevremizdeki güçlü insanlara bakar imreniriz. Kendimizden başka neredeyse her şeyi herkesi güçlü görürüz. Doğanın gücü içinden gelmektedir, biz de doğuştan gelen bir güce sahibiz. Unutmuşsak bunun yeniden farkına varmalıyız.
Diğer insanları, çevreyi içinizden gelen sesten daha çok dikkate almaya başladığınız andan itibaren gücünüzü de kaybetmeye başlarsınız. Sınırlara mahkum olursunuz. Güce yeniden sahip olmak için hayatın sizin hayatınız olduğunu tekrar hatırlamanız gerekir.
Yaşamda önemli olan diğerleri değil asıl sizin ne düşündüğünüz, ne hissettiğinizdir. Başkalarını değil, sadece kendinizi mutlu etme gücüne sahipsiniz bunu unutmayın. Başkalarının değil, kendi sınırlarınızı kaldırma yolunda çaba göstermelisiniz. Diğerlerinin düşüncelerini, duygularını, sınırlarını kontrol edemezsiniz ancak kendinizi değiştirebilirsiniz. Siz kendi sınırlarınızı kaldırırsanız, başkalarına sınır olmazsınız. Bu kadar basit…
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Sınırlar var mı önünüzde, varsa neler?
2. Sınırlarınızı koyan kim? Emin misiniz?
3. Sınırları kaldırmak için neler yaptınız?
4. Mücadeleye devam ediyor musunuz? Cevap “Hayır” ise neden?
AYNA, AYNA SÖYLE BANA…
“Ayna, ayna söyle bana istediğim gibi bir hayat yaşıyor muyum ve nerede benim düşlerim?”
Aynaya bakıyor musunuz? Mutlaka bakıyorsunuzdur. Her sabah, günün değişik saatlerinde aynaya bakıyoruz. Peki aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? Saçlarınızı, kırışıklıkları, gözlerinizin şişliği, kaşınızı, gözünüzü, saçınıza düşen akları mı?
Kaçımız gözlerimizin içine bakıp geçmişimizi, heyecanlarımızı, tutkularımızı, düşlerimize ne kadar yaklaştığımızı veya ne kadar uzaklaştığımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi düşünüyoruz?
İnsanın kendiyle göz göze gelmesi zordur, gözünün içine bakarak hayatını sorgulaması zordur. Bu nedenle aynaya bakarken gözümüzü kaçırırız kendi gözlerimizden. Aynanın karşısında bedenimize dalarken ruhumuzu yitiririz gözlerimizin derininde bir yerlerde.
Şöyle geçin bir aynanın karşısına ve geçmişinize bir dönün. Çocukluk günlerinize, gençliğinize.
Ben şimdi aynaya bakıyorum. Gözlerimin içine bakıyor ve düşlerime dalıp gidiyorum işte…
Bahçesinde dut ağacı, tavuk ve horozlar olan bir apartman dairesinde oturuyorduk ben çocukken. Siyah beyaz fotoğraflarım var hala artistik pozlar verdiğim ve artist gibi babamla birlikte çekildiğimiz. Annem gülümsüyor. Duvarlarda aile fotoğraflarımız asılı.
Annemin çocukluğu, dayımlar, teyzemlerin çocukluğu ve dedem ile anneannem poz vermişler. Hepsi ciddi. Tabi gülmek o kadar kolay değil o zaman. Fotoğraf çektirmek ciddi iş. Bizim de böyle aile fotoğraflarımız var. Ben, annem ve babam. Kardeşim yedi yıl sonra teşrif edecekler kıvırcık saçları ile. Halalarımla, amcalarımla, teyze ve dayılarımla fotoğraflarımız var.
Şimdi yerini digital teknoloji aldı, artık fotoğraf stüdyolarına da gitmiyoruz aile fotoğrafları için. Çektirmiyoruz da, çektirdiklerimize bakmıyoruz da. Bir kenara atıyoruz. Yıllar sonra, ne kadar gençmişim diye hayıflanırken bakıyoruz belki de. Gençliğimiz, düşlerimiz, heyecanlarımız, umutlarımız siyah beyaz fotoğraf karelerinde kalıyor. Yıllar geçtikçe de sararıp soluyor. Ben tekrar çektireceğim o fotoğraflardan ve duvarıma asacağım. Arkasına da hayallerimi, hedeflerimi yazacağım ki sonradan nereye ulaşmışım bileyim.
Bir kitabın adı, en sık kullandığım cümlerden birisiydi çocukluğumda “Bir maniniz yoksa annemler size gelecek”. Misafiri çok severdim. Gitmeyi de gelmelerini de. Evcilik oynardık kız çocukları ile. Biraz yaramazdım da galiba. Anneme sormalı doğrusunu. Evde her dolabı karıştırırdım. Annem çikolataları, şekerleri saklardı ben bulurdum. Muhallebileri soğusun diye yere bırakırdı ben hepsine parmaklarımı sokardım.
O zamanlar doğalgaz diye bir şey yoktu. Havagazı vardı, ispirto ocakları vardı. Evimizin o güzelim yemekleri orada pişerdi. Babamın gelmesini beklerdik akşam yemekleri için. Gelince ne kadar sevinirdim bilemezsiniz. Öğlenleri babam işten eve gelir öğle yemeğini yer öyle giderdi tekrar işe.
Ben de işe giderdim bazen onunla. Dairede resimler yapardım. Güzel resimler. Ben hiç çöpten adam çizmedim hayatımda biliyor musunuz? İlkokul ikinci sınıfta İsmet İnönü’nün karakalem portresini yapmış adamdım ben. Tarkan’ı, Karoğlan’ı severdim. Az mı Tarkan ve Kurt resmi çizdim. Fakat hep bir hobi olarak kaldı bu yeteneğim, sadece bir hobi. Çünkü metematik, çünkü coğrafya daha önemli ve ciddi işti resim çizmekten.
Siyah önlükle 10 Kasım günü ilkokulum Ergenekon İlkokulu’nda şiir okurken bir fotoğrafım var görmelisiniz. Saçlarım alaburus kesilmiş. Şimdilerde moda, fakat o zamanlar hiç de istemezdim böyle kesilmesini.
Kara kuru bir çocuktum. Bakınca ilkönce kara kaşlarını ve kara gözlerini gördüğünüz bir çocuktum ben o zamanlar. Öğretmenim karagöz diye severdi beni. Şimdi de oğluma “kara kuzu” diyorlar. İlkokul öğretmenimizi hiç unutmadık. Biz vefalıyız. Arar, sorarız birbirimizi hala.
Bana ilk alınan üç tekerlekli bisikletimi de hiç unutmam. Ben memur çocuğuydum birçoğunuz gibi. Annem ev hanımıydı. Bizsikleti ulustan almıştık. Dünyalar benim olmuştu. Babamı, annemi daha çok sevmiştim o gün. Sonradan öğrendim sevginin maddi şeylerle bağlantısı olmaması gerektiğini. Ama öğrendim ya önemli olan budur zaten. Öğrenmek.
Arçelik buzdolabımızın kapısı yıllarca çizik kaldı bisiklet sevdam yüzünden.
Daha sonra Pinokyo’m olmuştu. Bal renginde. Kız bisikleti diye alay edenler de olurdu, fakat ben ustalıkla binerdim ona.
Babam üstünde yelkenli resmi olan bir after shave kullanırdı. Old Spice marka. Ben de çok özenirdim o kokuya. O zamanlar modaydı Old Spice kullanmak. Fakat modası geçmeyecek, en çok özlenen koku sevdiklerinin kokusu bunu da biliyorum.
İncesu’da otururken derenin altında aktığı bir park vardı evimizin önünde. Çimlere basamak o zamanlar da yasaktı. Biz binlerce kez basardık, top oynardık. Bekçinin düdüğü ile korkarak kaçışırdık her seferinde etrafa. Bazen bekçi sinsice yaklaşır birimizin kulağından yakalardı. Belki de yakalanma riski oyundan daha çok keyif almamızı sağlardı. Bekçi de bekçiliğinden keyif alırdı.
Annem balkondan bağırırdı yukarı gel diye. Çıkarabilene aşkolsun. Sokak çocuğu olmuştum ben.
Kukalı saklambaç oynardık. Yakan top, aldım verdim ben seni yendim. Çivi oyunu vardı çamurda oynadığımız.
Müsellesi ve misketi iyi beceremezdim. Renk renk bilyalarım vardı benim o zamanlar. Yüzlerce, binlerce. Amcam Almanya’dan getirirdi. Bir seferinde hepsini ütülmüştüm. Nasıl da ağlamıştım tahmin edin. Evet o zamanlar da erkek çocuk olmama rağmen ağlardım ben. Bana içli çocuk derlerdi.
Komikçilik diye bir şey uydurmuştum, apartmanın kapısında doğaçlama tiyatro oynar herkesi güldürürdüm. Yetenekli çocukmuşum o zamanlar.
Bahçelere dalar, dut yemeye çalışırdık, heyecan içinde. Bahçenin sahibi her an çıkabilirdi.
Mahallemizin delisi vardı, Apti. Şimdi ne yapıyor acaba. Kurtulmuşmudur yaşamaktan acaba? Ondan da korakardık, fakat severdik de onu. Neden delirmişti ki? Peki biz çok mu normaliz? Bu korkular, heyecanlar hayatı daha keyifli yapardı o zamanlar.
Satıcılığımda iyiydi. Simitte sattım siyasi liderler gibi. Çekirdek de, su da, elma da sattım. “Var mı buzzzzzzz gibi soğuk su içeeeeeeen?” böyle bağırmak zordur. Hele biraz da içine kapanık, utangaç bir çocuksan daha zor. Ama ben bağırdım. Hayvanat Bahçesinin yolu üstünde buz gibi soğuk sular sattım, zabıtalardan kaçtım. Kendi kazandığın paranın tadını, değerini o zamanlar öğrendim ben.
Tommiks, Teksas, Tombraks, Yüzbaşı Volkan, Mandrake, Baltalı İlah Zagor, Kaptan Swing okurdum. Sonra da onları satardık.
“Şans Kader Kısmet Beş Kuruş” hazırlar çekiliş yapar para kazanırdık. Macuncudan rengarenk macunlar almayı, alıçları boynumuza asmayı, yeşil yeşil nohutları ağzımıza atmayı, pamuk şekerini büyük iştahla mideye indirmeyi, ara sıra elma şekeri ile dudakları kırmızıya boyamayı severdik.
Atalay en iyi arkadaşımdı. Annesi de annemin. Birbirimizi severdik. Uzun süredir görüşemiyoruz. İşte böyle oluyor. Büyüdükçe uzaklaşıyoruz birbirimizden, ailemizden, kendimizden, düşlerimizden.
Kamyonlar nedense hep kırmızıydı sanki o zamanlar. Oyuncak kamyonlar da kırmızıydı. Terzi Demir amca vardı allah rahmet eylesin babamın yakın arkadaşı. Alman kataoglara bakardım orada. En çok da iç çamaşırı sayfalarına.
Aşık da olurduk o zamanlar. Fakat sevdiğimizi söyleyemezdik. İlkokuldan itibaren sevdiğimi söyleyemediğim aşklarım oldu her zaman. Diyorum ya içine kapanık bir çocuktum ben diye.
Evimizin arkasında kömür deposu vardı. Odunları da balkona koyardık. Tahmin edeceğiniz gibi evimiz sobalıydı. Annemin hayali hep kaloriferli bir daireydi. Ne zaman “Devlet Lojmanı”na taşındık kalorifere kavuştuk.
Haftada iki veya bir gün banyo günüydü. Öyle her zaman yıkanamazdık şimdi ki gibi.
Sokaktan yoğurtçu ve kalaycılar geçerdi.
Yukarı mahalle ile maçlar, kavgalar yapardık. Biz arkadaşlarımızla gerçek bir takımdık o zamanlar. Kan kardeşim vardı benim de.
Kızlar ip atlar, lastiğe basarlardı, beş taş oynarlardı. Bir de sek sek. Bize aptalca gelirdi bu oyunlar. İp atlamayı becerememişimdir hiçbir zaman. Biz çelik çomak oynardık, topaç çeviren ustalar vardı aramızda. Telden arabalar yapar, tornetler inşaa eder binerdik. Biz hiç cam kırmadık ama.
Okullarda tırnak kontrolü vardı, temiz mendiller ve kesilmiş tırnaklara sahip olmamız gerekirdi.
O zamanlar simsiyah önlükler içinde beyinleri ve yürekleri apaydınlık olan çocuklardık. Büyüdük, apaydınlık, rengarenk giyisilere kavuştuk ancak yüreklerimiz karardı bu sefer.
“Pal sokağı kahramanları” romanındaki Nemeçek’i ve onun ölümünü unutmam mümkün değil. “Ormanın Sesi” ile Rudyard Kipling’i tanıdım.
Kemallettin Tuğcu okumadım hiç. Belki de bu nedenle umudum var hala. Milliyet Çocuk Kitapları ve Çocuk Dergisi öğretmenim olmuştu benim.
Okumayı babamdan öğrendim. Milli Eğitim Klasikleri vardı evimizde. Babam okurdu. Ben kendimi bildim bileli evimize günlük gazete Hürriyet girerdi. Kupon da yoktu o zamanlar. Anlayın işte.
Ortaokulda Aziz Nesin okumaya başlamıştım keyif alarak. Şimdi o kitaplar benim evimde. Daha da fazlası var.
O günlerde alışveriş merkezleri yoktu, süpermarketler de. Bakkal amcalarımız, kasaplarımız vardı. Bir de semt pazarları. Hala var ve iyi ki var. Annem hala pazardan alışveriş yapar. Ekmeği ben alırdım. Bakkala ben giderdim.
Şimdiki gibi o zamanlar sokağa çıkma özgürlüğümüz kıstlanmamıştı. Bilgisayar, windows, android, iPad, iPhone, sosyal medya, e-mail yoktu.
Uzay Yolu dizisinin kaptan Kirck’ü, Mr. Spock’u, Doktor’u, açılan kapanan kapıları, ışınlanma odası, telsiz telefonları ve lazer silahları vardı beyaz camda. Sonradan bunlar da gerçek oldu. Sir Ivanhoe’yu severdim. Kaygısızları da.
O zamanlar hayatı dışarıda yaşardık, komşularımızla, akrabalarımızla özgürce geçirirdik hayatımızı. Şimdiki çocuklar gibi bilgisayar ya da televizyon ekranları karşısında, fast food’cularda bitkisel şekilde değil.
Televizyondan önce radyo ile tanıştık. Babam ajansları dinlerdi. Annemle “Arkası Yarın”ı dinlerdim okula gitmeden, sonrasında “Okul Radyosu”nu. Sabahçılar ve öğlenciler için ayrı saatlerde yayınlanan derslerimizde bize yardımcı olan “Okul Saati” sonrasında “Çocuk Bahçesi” ile birlikte hayal dünyasına dalar, maceralar yaşardım radyonun karşısında kulaklarımı dört açmış şekilde.
“Şimdiki Aklım Olsaydı” diye bir program vardı severek dinlediğimiz. İnsanların yaşadıkları, yaptıkları veya yapmadıklarından dolayı sonradan pişman oldukları olayları radyoda bize yaşatırlardı. Şimdiki aklımızla nasıl yaşardık, ne yapardık diye dinler, üzülür, dersler alırdık. Radyo Tiyatrosu ile renklenirdi akşamlarımız.
TRT FM’de keşfetmiştim Jethro Tull’u, Alan Parson’s Project’i.
Arabeskçiler Polis Radyosuna takılırlardı. Kayıp şahısları, evden çıktıktan sonra bir daha haber alınamayanları dinler, merak ederek.
Şimdilerde sigortası iyi dileklerde bulunur ve tarihi bize hatırlatırken o yıllarda ve daha sonraki uzun bir süre Demirbank bize iyi günler dilerdi.
“Bir Roman Bir Hikaye” programında romanları, hikayeleri dinlerdik billur sesli spikerlerden. Radyo o günlerde daha lezzetliydi galiba diğer lezzetleri gibi dünün, ya da bana öyle geliyor. Solistler Geçidi, Beraber ve Solo Şarkılar, Türküler Geçidi, Yurttan Sesler Korosu bugünün aksine popülerdi o günlerde. Atilla Mayda’yı duymayan hatırlamayan yoktur aramızda. Tıpkı efektör Korkmaz Çakar gibi.
Daha Televizyon yoktu. Hafta içinde annem ve komşularla Türk filmi izlemeye giderdik Ankara Konak Sineması’na. Gong ile başlardı filmler. Babam ise pazar günleri sinemaya götürürdü beni. Barsolino Çetesi’ni, Zorro’yu onunla seyrederdim. Sinema benim için keyifli bir tutku olmuştu.
O günlerde bugünkü gibi neredeyse her gün değil haftada bir gün dışarda yemek yerdik annem ve babamla birlikte. Elimden tutarlardı benim ve Kurtuluş’tan Sıhhiye’ye yürürdük heyecan ve keyif içinde. Kebap 49 köftesi hayatımın önemli bir parçası olmuştu.
1970’li yıllara Televizyon denilen camdan kutu vurdu damgasını hayatımıza. Televizyon olmadığı günlerdi evimizde. Ev sahibine giderdim seyretmek için. Dünyadan kopardım. Onun da uykusu gelince eve dönmek zorunda kalırdım üzülerek. Vizontele filmindeki olayları yaşardık hep birlikte. Salı günleri Türk filmi vardı, Pazar sabahları ise kovboy filmleri. Ailece kahvaltı ederdik filmleri seyrederken. Annem ekmeğin kızarmışını almamızı tembihlerdi kardeşimle bana. Hala kızarmış ekmek ister.
Esem Spor’lar giyerdik. Renk seçeneği ve model farklılığı fazla değildi. Tek tip ayakkabılarla dolaşırdık. Bir de Çin kesleri vardı. Tezgah altı satarlardı. Lacivert renk zor bulunurdu. Ben bir lacivert orjinal Çin kesi bulmuştum. Arkadaşlar beyaz kesleri boyarlardı. Converse All Star gerçekten stardı o zamanlar. Bir de Pony’ler vardı.
Yıllar geçti aradan ortaokula başladım. Gittiğim Namık Kemal Ortaokulu’nda notlar yine beş üzerinden verilirdi. Uzun süre on üzerinden not alan arkadaşlarım alay ettiler benimle. Fakat ben okulumu seviyordum. Son yıl okulumu değiştirdim.
Orta sonda Ankara Deneme Lisesi’ne geçtim. Yine alay ettiler benimle “Neyi deniyorlar?” diye. Deneme Lisesi Basketbol takımı ünlüydü o zamanlar Ankara TED Koleji ile de rekabet vardı aramızda. Biz maçlarda bağırırdık “Siz paralı biz beleş … Kolej” diye. Tüm kızlar basketbolculara hayranken ben akıllık ettim(!) futbol takımına girdim. Maçlarımıza kimse gelmezdi, fakat antreman için izinli olur derslere girmezdik.
Yılbaşlarında öğrenciler torbadan isimler çeker kura ile hediyeler alırdık birbirimize. Eziyet ve stres oluştururdu bu bende.
1980 darbesinde bahçede maç yapıyorduk umarsızca. Tatil olunca sevinmiştim. Lise yıllarımda futbol oynadım. Oynadıkça notlarım düştü. Aslında bağlantı yoktu arada fakat ailem kurdu. Top oyanmayı bırakırsam düzeleceğine inandılar ve bıraktım top oynamayı. Ne ilginçtir ki düzeldi notlarım.
Doktor olmak istemiyordum aslında. Mimar olmak gönlümde yatıyordu. Arkadaşlarda tiyatrocu ol veya güzel sanatlara git diyorlardı. Buna rağmen hala anlamış değilim neden yıllığımda doktor olmamla ilgili bir hedef yazdığını.
Ve şans bu ya Tıp fakültesine girdim ve ilk kez ailemin yanından ayrıldım. Kayseri’ye ticareti öğrenmeye gittim(!). Bu arada Tıp Fakültesini de kazasız belasız bitirdim.
Ailemin gönderdiği aylıklarla bütçe yapmayı öğrendim orada, hem de para arttırmayı ve bir de bir memur maaşı ile iki çocuğun okutulup nasıl aile geçindirilebileceğini, alın teri ile kazanılan paranın bereketini.
O yıllarda müziğe daha çok merak saldım. Kasetlerle başlayan merakım CD’lere uzandı. Bülent Ortaçgil, Mike Oldfield, Traffic, Camel, Pink Floyd, Led Zeppelin, Leonard Cohen, Joan Baez, King Crimson, Janis Joplin, Jefferson Airplane, Eric Clapton, B.B. King, Robert Cray, Livaneli, Timur Selçuk hayatıma girdiler bir daha çıkmamacasına.
Kadın doğumcu olmak istiyordum nedense. Herhalde parası çok diyedir. Mezun olunca ne yapacağım diye düşünüyordum. İhtisas yapmalıyıdım yoksa doktora doktor demezlerdi bu ülkede.
Mecburi hizmete başladım. Bu arada uzmanlık sınavlarına da girdim bir dalın uzmanı olmalıyım diye. Sonunda iki yıl içinde vazgeçtim uzmanlıktan ve kendimi gerçekleştirebileceğim başka bir yol çizdim kendime. Farketmiştim ki çocukluğumun özgürlüğünü, özgünlüğünü, heyecanlarını, misafirliğe giderken bile mutlu olmayı, babamın her akşam eve gelmesinden mutlu olmayı, dışarıda yemek yerken tatığım mutluluğu, bir aileye, bir kardeşe sahip olmanın mutluluğunu kısaca küçük mutluluklardan mutlu olabilmeyi unutmuşum.
Hayallerimi büyürken yolda düşürmüşüm.
Ben büyürken düşlerimi küçültmüşüm.
Ben büyümüşüm ancak ruhum küçülmüş.
Ben, ben olmaktan çıkmış herkes gibi olmuşum.
Sonunda mutsuz olmuşum, heyecansız, tutkusuz, inançsız, düşsüz bir hayata sürüklenmişim.
Yeniden düşlere sahip olmam gerektiğine karar verdim. Kendime yeni, yeni düşler yarattım ve peşinde çocuksu heyecanlarla ve tutkularla koşmaya başladım. Hala da koşuyorum.
Aynaya bakınca bunları hatırladım.
İyi ki hala düşlerim var.
İyi ki hala umudum var.
İyi ki yüreğimde hala heyecan duyabiliyorum.
İyi ki ailem ve karım var.
İyi ki çevremde beni seven, değer veren, anlayan, anlayış gösteren dostlarım var.
İyi ki düştüğüm zaman ayağa kalkabilecek gücüm ve inancım var kendime…
Geleceğe olumlu bakıyorum.
Çünkü biliyorum ki gelecek benim elimde. Büyük oranda benim elimde. Oluşabilecek engelleri aşabilecek güç de benim içimde. Yüreğimde, beynimin kıvrımlarında.
İşte bu nedenledir ki ben aynaya her baktığımda gözlerimin içinde coşku, heyecan, inanç, umut, düşler ve tutku görüyorum. Ve biliyorum ki ölene kadar görmeye devam edeceğim, çünkü ben öyle istiyorum.
Aynada gözlerimin taaa içine bakıp kendime “Düşlerin nelerdi ve ne kadarını gerçekleştirdin?” diye sorduğum zaman “Çoğunu ve gerçekleştirmeye de devam ediyorum” diyebiliyorum. Ben kendimle her zaman aynada olumlu konuşuyorum, kendime hakkettiğim değeri veriyor ve çocukluğumun saflığını, heyecanını, coşkusunu, umutlarını bugün de yaşatabiliyorum. Ya siz?…
Ve biliyorum ki bir şeylerin, düşlerin peşinden koşmak insana yaşam isteği, coşkusu ve heyecanı verir. Merak etmek ve bir şeyleri başarmak için heyecan ve istek duymaksa hayatı renklendirir ve anlamlandırır. Metin Eryürek’in eski “Aynalar” şarkısını Zuhal Olcay farkı ile tekrar dinleyin geçmişinize dönerken.
“Harmanım ben harmanım
Kırk satırlık fermanım
Yok dizimde dermanım
Eyletmen beni/Söyletmen beni/Ağlatman beni/Aynalar aynalar
İster anam darılsın
İster babam darılsın
Vuran elim kırılsın
Hüznüm siz de görünür
Saçım beyaz örülür
Yaşarken de ölünür
Eyletmen beni/Söyletmen beni/Ağlatman beni/Aynalar aynalar
Yüzümde hep çizgiler
İçimde hep ezgiler
Uçup gitti seneler
Eyletmen beni/Söyletmen beni/Ağlatman beni/Aynalar aynalar”
Yeter ki siz yaşarken ölmeyin…
ZİHİNSEL FİTNESS
1.Geçmişinize döndüğünüzde sizde iz bırakan neler hatırlıyorsunuz?
2.Pişmanlıklarınız, sevinçleriniz, kazançlarınız, kayıplarınız?
3.Geçmişten geleceğe çıkardığınız dersler neler?
YANLIŞLARIMIZ…
Hayat bizden bazı dersler almamızı bekler. Hatta bunu zorunlu kılar. Kaybetmeyi, kazanmayı, sevmeyi, sevilmeyi, mutluluğu, gücü, zayıflığı, sabrı, öfkeyi, sevinci, korkuyu, suçluluğu, huzuru, affetmeyi, affedilmeyi vazgeçmeyi, vazgeçmemeyi öğrenmemizi ister hayat. Bunları öğrenmek herkes için kolay değildir. Adına olgunlaşma yolculuğu dediğimiz yaşam yolunda alırız derslerimizi.
Gücü, mutluluğu, huzuru, sevgiyi, saygıyı, sağlığı birden elde edemezsiniz. Yaşadığınız dünyaya, çevrenize, kendinize bakış açınız olgunlaşma yolunda size yardım eder. Kendinizi ve çevrenizdeki dünyayı doğru anlamaya başladıkça kendinizle barışık olmaya da başlarsınız. Aldığınız dersler yaşamınızı değiştirir gibi görünse de aslında değişen yaşam değil, sizin ona bakış açınızdır.
Dersler yaşamı mükemmel, kusursuz yapmaz. Yaşamı olduğu gibi görmenize ve kabul etmenize yardımcı olur. Yaşamın eksiklerinden, yanlışlardan da keyif almaya başlarsınız. Herkesin kendine özel alacağı dersler vardır. Yaşamda hepimiz kendimize düşen payı alırız. Kimse önceden bize dersimizi söylemez. Olgunlaşma yolculuğunda kendimiz keşfederiz onları. Zaten keşfettiklerimizdir bizi olgunlaştıran. Bu keşif yolculuğunda da yanlışlar yaparız. İyi ki de yaparız. Yanlışlarımız, dersimizin bir parçasıdır. Yanlışlarımız, bizim parçalarımızdır.
Yaşamda yanlış yapmaktan korkmayın. Yanlış seçim yapmaktan korkmayın. Seçim yap(a)mamaktan korkun. Yanlış yapmak doğaldır.
Yanlış yapmak sizin yaşamda seyirci değil, oyuncu olduğunuzun göstergesidir. Siz eylem insanısınız. Yanlışlar, emin olun sonunda sizi doğrulara götürür. Tabi ki sürekli aynı yanlışları yapmamanız koşuluyla.
Yanlış yapmamak, adım atmamak, hiç bir şey yapmamak, risk almamak demektir. Bu yerinizde saymanıza yol açar. Yanlış yapılmamış bir hayat boşa geçirilmiş demektir. İşte bitkisel hayat denilen şey budur. Ot gibi yaşarsınız.
Siz harekete geçmezseniz birileri sizin adınıza bunu yapar. Takip eden olursunuz, köle olursunuz. Yaşamda yanlışlarla ilgili öğrenmeniz gereken önemli bir beceri daha var, kendinizle birlikte başkalarını da affetmeyi öğrenme becerisi. Başkalarının ve kendinizin yanlışlarını affedebilmelisiniz. Bu beceri sizi geleceğe taşır.
İstediğiniz hayata, hedeflerinize ancak risk alarak, yanlışlar yaparak ve bu yolda acı çekerek ulaşabilirsiniz. Başkaları da öyle. Onlara şans tanıyın. Yanlışlar yapın, kabul edin, ders alın ve bir daha tekrar etmeyin. Vazgeçmeyin.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Hayattan aldığınız en önemli üç ders nedir?
2. Hayatta aldığınız en büyük üç risk nedir? Sonuçları?
BAŞLAMAK…
Goethe “Neyi yapabiliyorsan, ya da yapabileceğini hayal ediyorsan başla. Cesarette; akıl, güç ve büyü vardır.” diyor.
Lao Tzu’da “Binlerce kilometrelik bir yolculuk atılacak tek bir adımla başlar.” demiş.
Başlamak, ilk adımı atmak, öncü olmak… Kısaca kendi kendinin lideri olmak. Zor iş be, hem de çoook zor iş. Yapılmışı yapmak, başkasının gittiği yollardan gitmek, taklit etmek, takip etmek… Tüm yaptığımız bu.
Robert Frost bir dizesinde “Ormanda karşıma iki yol çıktı, ben az kullanılmış olanını seçtim.” diyor.
Kaçımız az kullanılmış yolları tercih ediyor, kaçımız otobanları? Kaçımız açılmış kapılardan geçiyor, kaçımız yeni kapılar açıyor? Yeni kapılar açmaya gücümüz mü yok, cesaretimiz mi? Kime sorsam herkesin bir hayali var. Ulaşmak istediği bir yer, olmak istediği bir şey var. Fakat ilk adımı atacak cesaretleri yok.
Bu halimizle kurumuş cevizlere benziyoruz. Dışında sağlam ve sert bir kabuk, kırdıktan sonra ortaya çıkan büzüşmüş, çürümüş bir ceviz içi. Beyinlerimiz, yüreklerimiz ve ruhumuz bedenimizde gittikçe büzüşüyor, kuruyor.
Güvenli gördüğümüz kovuklarımızda, limanlarımızda konformist bir şekilde sakin sakin yaşıyoruz. Ya da yaşadığımızı sanıyoruz. Jack Nicholson’ın başrolünü oynadığı bir film vardı “One Flew Over The Cuckoo’s Nest-Kafesten Bir Kuş Uçtu” bizde “Guguk Kuşu” adıyla oynamıştı. 1975 yılında 5 oscar ödülü kazanmıştı film. Film bir akıl hastanesinde geçiyordu. Akıl hastanesindeki hastaların hayatlarını renklendirmeye çalışan, onların mutlu olmasına, kendilerine dönmelerine çabalayan sıra dışı McMurphy rolündeydi Nicholson. Rutine, statükoya karşı çıkan, mücadele veren McMurphy. Hastalardan birisi de hiç konuşmayan kızılderili şef. Film boyunca McMurphy şefli konuşturmaya, onunla iletişim kurmaya çalışmıştı.
Filmin bir sahnesinde McMurphy hastalarla banyodaki ağır bir mermer bloğu yerinden kımıldatmak için iddiaya girmişti. Bahis oynamışlardı. McMurphy bütün gücü ile bir iki kez mermer bloğu yerinden oynatmak için hamle yapmış fakat başaramamıştı. Hiç bozuntuya vermeden silkinip “En azından ben denedim” demişti.
“Ben denedim…”
Hüzünlü biten filmde fark yaratmanın statükoya, renklerin griye yenildiği görmüştük. McMurphy yaşayan ölü haline getirilmişti. Ancak son sahnede bir kişi hayatında fark yaratmıştı. McMurphy’nin istediğini yapmıştı. Şef, mermer bloğu yerinden söküp pencereye fırlatmış ve özgürlüğe doğru yola çıkmıştı. Denemiş ve başarmıştı…
Bir şeyler denerken başarısız olabilirsiniz. En azından denerken başarısız olmuş olursunuz. Bu hiç denememekten, “Deneseydim ne olurdu?” kaygısından, içinizdeki eziklik, pişmanlık duygusundan binlerce kat daha iyi bir duygudur.
Hayatında deneyen, sorgulayan bir insan artık çekingen, içe dönük, başarısız olma korkusu ile kovuğuna çekilmiş, içi kurumuş ceviz benzeri ruhlardan olmayacaktır. Onlar artık özgürdür.
Denemelerinizi, adımlarınızı ne kadar sıklaştırırsanız başarıya o kadar yakınlaşacaksınız. Sınırlarımızı zorlamıyoruz, çemberin dışına çıkamıyoruz, kendi sınırlarımızın ve yeteneklerimizin bile farkında değiliz.
McMurphy’nin mücadeleci ruhuna sahip olabiliriz. Hem kendi iç dünyamızı, hem de çevremizdeki dünyayı keşfetmeye çıkabiliriz. Filmi seyredin ve filmdeki rollerden hangisini hayatınızda oynuyorsunuz düşünün. Beğenmiyorsanız rolünüzü değiştirin.
Bunu yapabilirsiniz. Her şeye baştan başlayabilirsiniz. Evet, başlayabilirsiniz…
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Hayatta denemeyi çok istediğiniz ama cesaret edemediğiniz şeyler neler?
2. Neden cesaret edemediniz, nedenleriniz nedir?
YİTİRİLENLER HAYATIMIZDAN…
Bir insanın sahip olduğu bir şeyi yitirmesi kötüdür. O zamana kadar değerini bilmese de en acı şekilde anlar değerini bir şeyi yitirdiğinde. Yitirilen şeyin acısı taş gibi oturur böğrüne. Gırtlağında düğümler, midesinde kramplar, kalbinde çarpıntılar, gözlerinde yaşlar olur.
Yitirmek bir şeyleri kötüdür. Hayatında belki o güne kadar farkına varmadığı bir doluluğun boşluğu oluşur aniden. Bir şeyler eksiliverir hayatından. Fakat hayat devam eder. Etmek durumundadır zaten sizi bekleyecek hali yoktur.
Sevdiğini yitirir, anneyi, babayı yitirir, evladı yitirir, sağlığını yitirir. İşini yitiriverir insan birden. Hep orada onunla olacağını zannettiği şeyleri yitirir. Yitirilen şeyin acısı taş gibi oturur böğrüne. O zaman anlar ki doyamamıştır.
Hayata bir başka bakar yitiren insan. Birçok şeyin önemi kalmaz artık onun için. Bir parçası dünde kalır hep. Artık bir ömür değerini bilir yitirilen şeyin. Yitirmek bombok bir şeydir.
Her geçen gün, her dakika, her saniye bir şeyleri yitiriyoruz. Yitiriyoruz da ne kadar farkındayız bunun orası şüpheli. Ya da ne kadar değerini biliyoruz sahip olduklarımızın?
Aslında farkında olmamak da bir kayıp değil mi? Büyüyoruz anneyi babayı yitiriyoruz daha onlar yaşarken. Bir tabak daha eksiliyor sofralarından. Gençliğimizi yitiriyoruz. En kötüsü bugünlerde de gururumuzu. Belki de en önemlisi umutlarımız eksiliyor hayatımızdan, soframızdan farkında bile olmadan. Ele ele tutuşmanın, bir sıcak busenin tadını yitiriyoruz. Sıradanlaştırıyor, standartlaştırıyoruz hayatı.
Eksilenlerin farkında olmadığımız için oluyor bunların hepsi. Yitirdiklerimizin farkında olmadığımız için bize ceza veriliyor sanki. Farkında olduğumuz zaman yitirmenin, acı çekiyoruz. Rezalet bir acı hem de. Sevdiğini onu en çok sevdiğinin farkında olduğun zaman yitirmenin acısı gibi bir acı.
Fakat yitirdiklerimizin çoğunun farkında bile değiliz ne yazık ki. Oysa onlar bir zamanlar bizi mutlu etmişti. Farkında olmasak da varlıklarından dolayı daha güçlü, daha tutkulu, daha umutla bakıyorduk hayata. Zaten farkında olmadığımız için yitiriyoruz ya onları.
Sağlığımız bile bir ömür boyu bizimle değil. Bugünlerde herkes, her şey kaypak, güvenilmez. En başta da biz, kendimiz…
Özgüvenimiz, heyecanlarımız, coşkumuz, dürüstlüğümüz, cesaretimiz, öğrenme isteğimiz, hayata tutunma kararlılığımız…
Yitiriveriyoruz hepsini yaşamımızdan birer birer. Güneşin doğmasının güzelliğini, yağmurda ıslanmanın tadını, aşık olmayı, basit bir öpücüğün heyecanını, seni seviyorum demenin, seni seviyorum denilmenin güzelliğini, çok susamışken kana kana, lıkır lıkır içilen bir gazozun boğazınızı yakarken hissedilen doyumu, bir bakışın delip de geçmesini yüreğini, eve erken gelen bir babanın sevincini, pazar sabahları hep birlikte yapılan kahvaltıların güzelliğini, tüm ailenin yine bir arada olmasının verdiği huzuru ve güveni, sıcacık bir çıtır simitle birlikte içilen demli bir çayın keyfini, eşinle, belki de çocuklarınla birlikte olmanın mutluluğunu yitiriveriyoruz yaşam soframızdan, kanıksıyoruz, sanki bir ömür boyu bizimleymiş bize tapuluymuşlar gibi yaşıyoruz.
Bizi mutlu eden, bizi biz yapan, bizi insan kılan ufak şeylerin farkındalığını yitiriyoruz farkında bile olmadan. Evlilik yıldönümleri, yaş günleri, anneler, babalar günleri görev günleri oluveriyor asıl amacından saparak. Oysa her gün o gün olmalı.
Her günü evlilik yıldönümü, ilk öpüştüğümüz gün, ilk elini tuttuğumuz gün, onu ilk gördüğümüz gün, doğum günü, anneler-babalar günü gibi kutlasak ne olur? Öyle yaşasak her günü ne kaybederiz?
Zaten kaybediyoruz, zaten sıradanlaştırıyor, vasatlaştırıyor, görevler haline getiriyoruz ilişkilerimizi. Bayramları artık tatil diye seviyoruz. Şehirden kaçmak için bahane olarak görüyoruz. Evdeysek bile kapıları açmıyor deliklerden usulca bakıyoruz çıt bile çıkarmadan. Telefonları açmıyor, şöyle bir rahat rahat uyusak diyoruz içimizden. Oysa unutuyoruz ölümün uyumak demek olduğunu ve zaten er ya da geç hepimizin bir gün istediği kadar uyuyacağını.
Uyuyarak hayatı kaçırıyoruz. Bayramdan kaçarak ilişkileri yitiriyoruz, ruhumuzu bilmeden öldürüyoruz. Zul geliyor bize bayramlaşmak artık. Oysa çocukluğumuza geri dönünce şimdiki çocuklar için anlamı tatil olan bayramların anlamı değişiveriyor birden bizim için.
Kent Şekerlerinin reklamları hatırlatıyor bize çocukluğumuzu ne yazık ki.
Yanımızda ihtiyacımız olduğu zaman bize öğüt verecek bir anne, bir babayı onlar yaşarken bile bile yitiriyoruz. Unutuyoruz bir yerlerde bizi bekleyen yüreklerin olduğunu.
Unutuyoruz sesimizi duydukça keyiflenen, bizi gördükçe, sarıldıkça bize, bize öğüt verdikçe, konuştukça bizimle gittikçe gençleşen birilerinin olduğunu.
Kart atmayı da unuttuk almayı da. Mektuplara “Uzun süredir yazamadım ama…” diye başlamayı da…
SMS’leşiyoruz. Şimdilerde twit atıyoruz, face’ten haberleşiyoruz.
Umarsız oynanan kartopları, yapılan kardan adamlar,
Çok sevdiğin bir ayakkabıyı giymek,
Kendini her geçen gün daha iyi hissetmek,
Gelen misafirlerin, gidilen misafirliklerin güzelliği,
Aşk acısı çekmenin, saatlerce telefon başında beklemenin mayhoş tadı,
Ve daha nice şeyler…
Ortalama yaşam süresi uzuyormuş Türk insanının.
Bana ne! Uzasa ne olacak ki? Yitiriveriyoruz hayatımızdan tüm güzellikleri ışık hızıyla…
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Şöyle bir bakın geçen yıllara. Çocukluğunuza, gençliğinize bakın neler eksilmiş hayatınızdan tekrar bir hatırlayın ve yitirilenleri yazın…
OLAĞANÜSTÜ BİR YAŞAM…
Sıradan mısınız? Herkes gibi bir hayat sürdürüyor, herkese benzer düşler kuruyor, herkesin yaptıklarına benzer şeyler yaparak yola devam ediyorsanız heyecanlarınız da, hedefleriniz de yaşamınız da sıradandır.
Sıradan bir insansanız başarının anlamı da sizin için sıradan olacaktır. Sıradan olmak vasat olmaktır. Normal olmaktır. Fiziksel, ruhsal anlamda normal olmak iyidir. Ancak düşünceler, heyecanlar, inançlar, tutkular, coşkular anlamında normal olmak, sıradan olmaktır. Çevrenizde birçok sıradan insan var. Onlar gibi olmak başkalarının başarı tanımları peşinde koşmanıza neden olur. Başkalarının gösterdiği hedeflere ilerlersiniz, başkalarının beklentilerini gerçekleştirmeye yol alırsınız.
Peki ya siz? Sizin hedefleriniz, sizin beklentileriniz, sizin hayalleriniz? Bunun için normalden ayrılmalısınız. Yaşamda yenilikleri oluşturanlar sıra dışı düşünen ve hareket edenlerdir. Normaller onları takip ederler. George Bernard Shaw, “Normal insanlar, kendilerini içinde bulundukları dünyaya adapte ederler. Sıra dışı insanlarsa dünyayı kendilerine adapte etmeye çalışırlar. Bu nedenle bütün gelişmeler ve değişimler sıra dışı insanların eseridir.” diyor.
Hayatta takip eden mi, takip edilen mi olmayı tercih etme seçimi size kalmış.
Benim asıl mesleğim doktorluk. Ben bir tıp doktoruyum. Yedi yıl aktif doktorluk yaptım, polikliniklerde, sağlık ocaklarında, hastanelerde, acil servislerde çalıştım. Fakat bugün başka bir kulvarda hayat koşuma devam ediyorum. Kitabın girişinde yazmıştım.
Eskiden bu güne hayalimde çok da yeri olmayan doktorluk, eminim birçok kişinin hayallerini süslüyor. Birçok insanın hayali benim ellerimdeydi, onu elde etmiştim. Ancak benim hayalim değildi. Onu geri çevirdim. Biliyorum ki benim hayallerim de başkalarının geri çevirdiği şeyler. Ben hayatta bu değişim kararını alana kadar takip eden, taklit eden konumdaydım. Bilinçsizce bir takip ve taklit. Herkes doktorluğu iyi, kalıcı, yüce bir meslek olarak görüyordu. Gerçekten de öyledir. İnsanlarda ölüm ve hastalık korkusu oldukça doktorluk gücünü koruyacaktır. Fakat benim hayalim o değildi. Anlamıştım. Ben vasat düşüncenin içine düşmüştüm. Bu vasat, sıradan yaklaşım bana sıra dışı, bana özgü, gerçekten istediğim şeymiş gibi de geliyordu. Oysa ben başkalarının beklentilerini hayallerini gerçekleştirme yolunda hızla ilerliyordum. Ben de sıradan insanlardan biriydim. İçimde başka heyecanlar, tutkular yanıp tutuşurken sıradan yaşam sürüyordum. Değiştirdim. Ben yaşam kulvarımı değiştirdim. Hem de tek kulvar yerine birçok kulvarda yoluma devam ediyorum. Ben çevremi, dünyayı kendime adapte etmeye çalışıyorum. Kolay olmuyor, ancak müthiş keyif alıyor, heyecan duyuyorum.
Kendimi gerçekleştirme, kendimi bulma yolunda adım adım ilerliyorum. Beni başarı motive ediyor. Hayatımı başarı odaklı hale getirdim. Hayallerimi, isteklerimi, tutkularımı başarı ile gerçekleştirmeye odakladım kendimi. Yaşam, atletizim pistlerindeki bazı yarışlar gibi kesin çizgilerle ayrılmış kulvarlardan oluşmuyor. Hayat dediğimiz şey, istediğinizi elde etmek, düşlerin peşinden koşmak kısa mesafeli bir koşu değil. Kulvarınızın dışına çıkmanıza engel olacak kurallar yok. Mutlu ve mutsuz insanlar arasındaki en önemli fark koştukları kulvarların sayısıdır. Mutlu olanlar birden fazla kulvara sahiptirler. Hayattaki seçenekleri fark etmiş ve kendi seçeneklerini yaratmışlardır. Aslında kulvarın dışına çıkarak yol almak önemli. Kulvarın dışına bir kez çıkarsanız da başarının tanımının, mutluluğun ve hayatın tanımının değiştiğini görürsünüz.
Başarının temeli içsel başarıdır. Önce kendinizle barışık olmalı, kendinize karşı başarılı olmalısınız. Kendi yaşamının bilincinde olan insan hayata farklı bakar. Aynanın karşısına geçip kendinize baktığınızda ne düşünüyorsunuz? Gözlerinizin içine baktığınızda neler hissediyorsunuz? Kendi ile yüz yüze gelemeyen insan için başarının anlamı maddiyattır. Oysa başarmak bir sonuç değildir. Mutluluk bir sonuç değildir. Başarı ve mutluluk yaşam yolculuğunda hedeflerinize, vizyonunuza ilerlerken elde ettiğiniz bir yan üründür. Asıl ürün sizsiniz, sizin hedeflerinizdir.
Başarının ve mutluluğun sırrı, hayatta gerçekten istediğiniz şeyleri yapmak ve o yolda ilerlemektir. O yolda ilerlerken başarı da, mutluluk da sizin adresinize mutlaka uğrayacaktır. Başarı ve mutluluk için vasatlıktan kurtulmalısınız. Vasat düşünmekten, normal olmaktan, herkes gibi olmaktan sıyrılın.
Megolaman olun. Kendinize inanın. Hedeflerinize inanın.
Patolojik boyutta bir hastalık olarak değil, özgüven, kendine inanç, saygı ve kararlılık anlamında megolaman olun. Kendinize güvenin. Var olanı kenara bırakın, var olmayanı var etmeye çalışın. Başarı burada yatıyor…
Diğerlerine bakmayın, onları geçmeye, onlara ulaşmaya çalışmayın sadece ve sadece kendinizden daha iyi olmak, kendinizi aşmak için çaba gösterin. Çıtayı sürekli yükseltin. Sonuçta herkesin önünde olduğunuzu göreceksiniz.
Peki ya başarısız olmak? Başarısız olup da vazgeçmek?
Vazgeçmek demek, kapıları kapatmak, pes etmek demektir. Düşünün hayatta vazgeçmeyip devam ettiğiniz inatla üzerine gittiğiniz kaç işte başarılı oldunuz? Yüzmeyi düşünün, araba kullanmayı öğrendiğiniz günleri, bisiklete binmeye çalıştığınız günleri düşünün. İlk seferinde vazgeçseydiniz, bugün yapabiliyor olabilir miydiniz? Bugün yaptığınız, size çok kolay ve sıradan gelen birçok şeyi vazgeçmeyerek öğrendiniz.
İlk denemenizde vazgeçseydiniz şimdi ne durumda olurdunuz? Vazgeçmemenin değerini bilin, mücadale ruhunuzu kaybetmeyin.
Başarısızlık da başarı yolunda önemlidir. Vazgeçmeyin. Başarı için ilerlemek, risk almak demektir. Risk almadan ilerleyemezsiniz. Risk kültürünün, yaratıcılık kültürünün en önemli parçası başarısız olmaktır. Başarısızlıklarınızı sevin. Onlardan ders alın. Başarısızlıklarınızdan hızlı öğrenin.
Başarının standardı yoktur.
Başarının sonu yoktur.
Başarı taklit edilemez.
Başarı kopya edilemez.
Başarı sizsiniz. Başarı sizin yaptıklarınıza katmış olduğunu anlam ve değerdir.
Her attığınız yeni bir adım başarıdır.
Paranoyak olun.
Sürekli bulunduğunuz yerden, yaptıklarınızdan yeterlilik anlamında kuşku duyun. Daha iyisinin, daha yenisinin, yapılmamışının, bir adım ötesinin peşinde olun. Başarının çıtasını siz koyar ve ancak onu siz aşabilirsiniz. Birileri çıtayı yükseltir, fakat kendi çıtasını yükseltir. Siz de kendi çıtanızı sürekli yükseltmelisiniz.
Yaşamı, yaptıklarınızı sürekli sorgulayın.
Hayata doyumsuz bir merakla yaklaşın.
Hayatta birçok konuda yapmak istemediğimiz şeyleri yapmak durumunda kalmıyor muyuz?
Çoğumuz için önceden çizilmiş bazı sınırlar var ve biz o sınırlar içinde hareket edebiliyoruz.
Sanki maymunların hikayesini bize yaşatıyorlar.
“Bir kafese beş maymun koyarlar. Ortaya bir merdiven ve tepeye de büyük bir hevenk muz. Her bir maymun merdiveni çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine basınçlı soğuk su sıkarlar… Her maymun aynı denemeye giriştiğinde soğuk su ile ıslatılır. Bütün maymunlar denemelerinin sonunda sırılsıklam olurlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır.
Bir süre sonra su kapatılır ve maymunlardan biri çıkarılarak yerine yeni bir maymun konur. Yeni maymunun yaptığı ilk işi merdivenlere tırmanmak olur, fakat diğer eski dört maymun yeni maymunu engeller ve döverler. Daha sonra ıslanmış eski maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir. Yeni maymun merdivene yaptığı ilk atakta dayağı da yer. Bu yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven kafese ilk konan yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni maymun ilk atağında diğerleri tarafından cezalandırılır. Kalan iki ıslak maymun hariç diğerlerinin en yeni maymunu neden dövdükleri konusunda bilgileri yoktur, fakat döverler. Son olarak dördüncü ve beşinci ıslak maymun da yenileri ile değiştirilir. Tepede bir hevenk muz olduğu halde artık hiçbir maymun merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…”
Bazen düşünüyorum da acaba biz ıslanmış maymunlardan mıyız, yoksa diğerlerinden mi?
Yaşamda “Böyle gelmiş böyle gitmektedir” diye düşünmeyelim. “Böyle gelmiş böyle gitmez” diye sorgulayalım.
Anlayışımızın değişmesi gerekiyor. Hiçbir şeyi oluruna bırakmayın. Kontrolü ele alın. Yeteneklerinizi, hayallerinizi, yüreğinizi küstürmeyin. İçinizde bir yerlerde sıkışıp kalmış “Gerçek Siz”i çıkarın ortaya. Onların da bizden istediği bu zaten; yüreğimizdeki, ruhumuzdaki, beynimizdeki yangını söndürmek, bizi kısıtlamak, bizi sınırlamak istiyorlar.
Onların istediği gibi olmamızı istiyorlar bizden. Sıradan, vasat, normal dedikleri insanlardan olalım istiyorlar.
Gelecek sıra dışı insanların eseridir. Bu geçmişte de böyle oldu, gelecekte de böyle olacak.
Yaşamı yaşanabilir kılan şeyler sıra dışı şeylerdir. Sizi o kalıplara sokmalarına izin vermeyin. Direnin. Olağanüstü yaşamın kapılarını aralayın. Sesinizi yükseltin. Bir yangının külünü yeniden yakıp geçin…
Peki ya siz kendiniz olmayı, farklı olmayı, yenilikler yapmayı, yaşamınızı olağandışı kılmayı göze alabiliyor musunuz? Almalısınız…
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Taklit bir yaşam sürdüğünüzün göstergeleri nelerdir?
2. özgün bir hayat yaşadığınızın göstergeleri nelerdir?
HARCARKEN ÖLÜYORUZ…
Hayatımızı harcamak üstüne kurmuşuz. Sürekli bir şeyler satın alıyor, bir şeyler satın almanın hayalini kuruyoruz.
Harcarken hayatımızı harcıyoruz. Harcayıveriyoruz kendimizi.
Yaşamda ayakta kalma maliyetimizi sürekli yükseltiyoruz farkında olmadan. Maliyet yükseldikçe bedel de yükseliyor. Yaşam standardını artırmak mutlu etmiyor insanı.
Artırmamız gereken standart yaşam kalitemiz olmalı. Yaşam kalitesi de çok kazanıp çok harcayarak elde edilecek bir şey değil. Hayatta ayakta kalma maliyetiniz, yani standardınız ne kadar yüksek olursa ondan kolay vazgeçemezsiniz.
Ve mutluluğu onda aramaya başlarsınız, fakat yetmez. Asla yeterli olmaz. Standardı sürekli yükseltmek zorunda hissedersiniz kendinizi.
Doygunluk noktasına gelince başka arayışlar başlar bu sefer. Paranın, gücün, satın alınabilecek her şeye sahip olmanın aradığınız şeyi getirmediğini görürsünüz.
Bu kadar yüksek maliyetle ayakta kalma ya da hayatta kalma mücadelesi sırasında insanlığımızı yitiriyoruz. İnsani özellikleri kaybolmuş insancıklar oluyoruz.
Kazanıp harcamaya bakıyoruz. Dün bizi mutlu eden bir şey ki bu yeni alıp da ilk kez giydiğimiz bir gömlek, ayakkabı, elbise, etek de olabilir bir araba, ev, takı, CD de ya da gittiğimiz bir bar ve orada içtiklerimiz, dinlediklerimiz de. Ertesi gün tüm bunlar bizi mutlu etmemeye başlıyor.
Mutlulukların tekrar gösterimi reyting getirmiyor. Paraya odaklayarak elde ettiğimiz her şey bir seferlik, bir anlık bizi mutlu kılıyor. Sonrası yeni arayışlar, yeni mutluluk kaynakları, yeni harcamalar.
Ve her seferinde bir öncekinden daha fazlası…
Yalnızlığımızı, sorunlarımızı, bağımlılıklarımızı, korkularımızı, endişelerimizi harcayarak çözmeye çalışıyoruz ya da harcama, zenginlik hayalleri ile. Hiçbir sorunumuzun farkına doğrudan varamıyoruz.
Hayatımız birbirinin aynı tek düze akıp gidiyor avcumuzdan. Bu akıntı içinde de hayatımızdaki hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimize inanmaya başlıyoruz. Bu inanç yavaş yavaş olduğu için buna karşı koyamıyoruz da. O zaman nasıl yaşıyorsak öyle yaşamaya devam etmeye başlıyoruz. Her şeyi olduğu gibi kabul edip, değişime direnmeye başlıyoruz.
Bu noktada da mutsuzluğumuz başlıyor. Mutsuzluğumuzun, huzursuzluğumuzun esas kaynağı bu. Mutsuzluğumuzdan da para kazanıp harcayarak kurtulmaya çalışıyoruz.
Harcama herkese göre değişiyor. Önemli olan hayatı bir şeyler satın alma üstüne kurmamaktır. Harcama üstüne kurulan bir yaşam sizi tatminsiz kılar. Tatminsizlikse insanı mutsuz kılar.
Oysa ruhsal tatmin, huzur satın alınacak şeyler değildir. İçinizden gelir. İnsan olmanın niteliklerini tekrar hatırlar ve yaşama geçirirsek parayı amaç olmaktan çıkarabiliriz.
Başarabiliriz. Paranın hiç mi önemi yok. Para tabi ki önemli. Para ile mutlu olabileceğin bir hayatı yaratabilirsin, olanaklarını artırabilirsin.
Para mutluluğu satın almaz derler. Alır, hem de nasıl alır. Sizi mutlu edecek şeyleri almanıza yarar para. Ancak diğer taraftan da doğrudur bu söz. Ancak bu parasız kalmak için bir gerekçe değildir.
Güç, kariyer, ün, şöhret, servet ancak ve ancak istediğiniz duyguları, mutluluğu sağlıyorsa yaşamın tadını artırabilir. Gerisi boştur, boş…
İnsan parası olmadan da zenginliği yakalayabilir. Zenginlik dediğimiz şey kişiseldir ve ihtiyaçlarınızla, isteklerinizle bağlantılıdır. Zengin olmak için paraya ihtiyacınız yoktur.
Sahip olduğunuz manevi unsurların değerini bilmek de zenginliktir.
Sevenler, dostlar, nefes alabilmek, yürüyebilmek, düşünceleri ifade edebilmek. Sahibi olduğunuz her şey sahip olmayan birine göre bir zenginliktir. Bu açıdan bakınca her şey bir zenginlik olabilir. Eninde sonunda parayla da parasız da ihtiyaç duyduğumuz veya sonuçta elde ettiğimiz şey duygularımızdır.
Mutluluk dediğimiz şey beklediklerinizin ötesine geçmek değil midir? Beklediğinizden fazlasını elde etmeniz sizi mutlu eder. Beklentilerin altında kalmak mutsuz, beklentilerinizi tam olarak yakalamak ise doyum sağlar. Mutlulukları oluşturan şeyler ise küçük küçük mutluklardır.
Beklentilerinizi yükseltmek yaşam standardınızı da yükseltir. Çıtayı yüksekte tutmak ulaşmayı da zorlaştırır. Bu durumda mutsuzluk kapıdadır.
Daha önce yaşamadığınız her basit deneyim önce sizi mutlu eder, sonra yetmez olur. Basit bir giysi bile önce size keyif verirken, modeli ve fiyatı ne olursa olsun ilk aldığınız araba sizi mutlu ederken modeller yükseldikçe, fiyatlar arttıkça o keyif duygusunun artık kalmadığını görürsünüz. Bu nedenledir ki para belirli bir süre sonra sizi mutlu etmez. Mutluluğu başka şeylerde aramaya başlar o döngünün başına gelirsiniz. Yine kendinizle baş başasınızdır. Mutluluğu kendi içinizde aramaya başlarsınız. Mekanlarda, arabalarda, takılarda, giysilerde değil, dostlarda, sevdiklerinizde ararsınız. İşte bu sadece gücün, kariyerin, paranın mutluluk getireceğini varsaymanın doğru olmadığının göstergesidir.
Önce kendiniz dışında mutluluk kapıları ararsınız sonra yine kendinize dönersiniz. Bu dönüşü sağlayan para, kariyer, güç ile elde etmiş olduğunuz yaşanmışlık, tatmin duygusu değil bunların sizi gerçekten mutlu etmeye yetmediğini ve sürekli çıtanın yükseklere çıktığını fakat hala beklediğiniz sonuca ulaşamamış olduğunuzu anlamış olmanızdır. Başka bir şey değildir.
Gün gelir sahip olmak için yanıp tutuşup da sahip olduğunuz her şey size sahip olur. Ancak her şeyinizi kaybettiğiniz ve dibe vurduğunuz zaman hayat yeniden başlar.
Sizi güçsüz kılan sahip olduklarınızı kaybetmeniz sizin özgürlüğünüz olacaktır.
Züğürt Ağa filmini tekrar seyredin beni daha iyi anlayacaksınız.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Kendinize bakın bakalım son bir haftada, ayda, yılda gereksiz ne harcamalar yapmışsınız?
2. Ruhsal tatmini harcama yerine nelerde bulabiliriz ve neden bu kadar harcıyoruz?
3. Züğürt Ağa’dan çıkardığınız ders nedir? Yoksa hala seyretmediniz mi?
SİMYACI…
Paulo Coelho “Simyacı”da İspanya’dan yola çıkarak Mısır Piramitlerinin eteklerinde kendi hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun yolculuğunu bize anlatıyordu.
Simyacı “Mutluluğu nasıl bulacağız?” sorusunu cevaplamamız için bizlere öğütler veriyor ve bilip de unuttuğumuz veya görmezden geldiğimiz bir gerçeği bizlere sunuyordu. Mutluluk ve aradığımız birçok şey aslında yanı başımızda. Bize kalan onu görebilmek sadece…
Romanda bir bölümde genç çoban güneşle konuşuyordu.
“…
–Bunun için Simya var, dedi delikanlı. Her insanın kendi hazinesini arayıp bulması ve daha sonra, daha önceki hayatında olduğundan daha yetkin olmayı istemesi için. Kurşun, dünyanın artık kurşuna gereksinimi kalmayıncaya kadar görevini yerine getirecek; o zaman altına dönüşmesi gerekecek.
–Simyacılar bu dönüşümü gerçekleştirmeyi başarıyorlar. Olduğumuzdan daha yetkin bir varlık olmaya çalıştığımız zaman, çevremizdeki her şeyin daha iyi olduğunu gösteriyorlar bize.
–Peki, benim Aşk’ı tanımadığımı niçin söylüyorsun? diye sordu güneş.
–Çünkü Aşk, ne çöl gibi devinimsiz durmaktan, ne rüzgar gibi dünyayı dolaşmaktan, ne de senin gibi her şeyi uzaktan görmekten ibarettir. Aşk, Evrenin Ruhu’nu değiştiren ve geliştiren güçtür. İlk kez onun içine girdiğim zaman, onun kusursuz olduğunu sandım. Ama daha sonra onun, yaratılmış olan her şeyin yansıması olduğunu, onun da savaşları ve tutkuları olduğunu gördüm. Evrenin Ruhu’nu bizler besliyoruz ve üzerinde yaşadığımız dünya, bizim daha iyi ya da daha kötü olmamıza göre, daha iyi ya da daha kötü olacaktır. Aşk’ın gücü işte burada işe karışır, çünkü sevdiğimiz zaman, olduğumuzdan daha iyi olmak isteriz her zaman…”
Aşk’ın gücü, yaşamda daha iyi olmamız için bize yol gösterecektir.
Yaşama, insanlara, düşlerimize, hedeflerimize, inancımıza, amaçlarımıza karşı olan aşkımız çok şeyi değiştirecektir.
Gelecekte daha iyi ya da daha kötü olmamız bizim elimizdedir.
Bizi mutsuz kılan unsurlar arasında denge ve uyumu sağlama çabası göstermezsek, huzuru elde etme konusunda şansımız yok demektir. Evren’in ruhu ve kendimizle bir olmak; kendimiz için nelerin doğru olduğunu bilmek ve uygulamak, kendimizi evrendeki düzenle uyumlu hale getirmek ve düzene uymak anlamına gelir.
Biz daha kendimiz için neyin doğru olduğunu tam bilmeden, başkalarına kendi doğru sandıklarımızı dayatıyoruz. Birçoğumuz ne kendimiz, ne de doğal düzen ile uyumlu olarak yaşamayı başaramıyoruz. Ne istediğimiz, neyin doğru olduğunu bilemiyoruz. Doğru sandıklarımız, ya da biliyor sandığımız şeyler ise aslında başkalarının arzu ve istekleri.
Hayatta birçok şey için oturup saatlerce, günlerce, aylarca planlar yapıyoruz. Kendimiz dışında herkesi, her şeyi ciddiye alıyor, dinliyor, tanımaya çalışıyor, çözüm bulmaya uğraşıyoruz. Kendimize de biraz zaman ayırmayı başarsak, günde bir kez sessiz bir köşede içimizden gelen sesi dinlemeye çalışsak, bundan vazgeçmesek, sürekli yinelesek, bir alışkanlık haline getirsek uyumu yakalayabilir miyiz? Bunu yapabilirsek bebek adımları ile yaşamda yeni bir yolda ilerlemeye başladığımızı da görebiliriz.
Bence denemeye değer.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Eskiden doğru olduğuna inandığınız ancak bugün size doğru gelmeyen inanç ve düşünceleriniz neler?
HAYAT DENİLEN HAPİSHANE…
Hepimiz hayat dediğimiz hapishanenin içinde kendi ateş çemberimizin kıskacında yaşıyoruz akrepler gibi. Hani akrep etrafındaki ateş çemberini geçemez ve sonunda kendi kendini sokarmış ya işte tam akrep misali hayatımız.
Hepimiz bu çemberin içinde kıvranıp duruyoruz. İşin şaşırtıcı yanı bu ateş çemberini yapan da biziz. Gittikçe daralan çemberin sıkıcı, ruhumuzu yıkıcı, her günü birbirine benzeyen kopya hayatlarından kaçmak istemeyen kaç kişi var aramızda? Her yaşadığımız gün bir öncekinin aynı değil mi sanki? Neredeyse neler olacağını bile saniye saniye bildiğimiz bir yaşam…
Bu sakin, bilinen hayattan dolu dolu bir hayata kaçımız kaçmak istemiyoruz ki? Peki alıkoyan nedir bizi bunu yapmaktan?
Kulağıma Candan Erçetin’in “Arada Bir” şarkısı geliverdi birden.
“Arada bir bir yanım
Kaçsam diyor uzağa
Katsam diyor önüme
Canımı yorganımı
Arada bir bir yanım
Düşsem diyor tuzağa
Geçsem dünyanın derdini
Varsam cennetime diyor
Ama o öbür yanım var ya öbür yanım
Amman öbür yanım korkak diğer yarım
Kurtulmak kolay mı kendinden
Sıyrılmak kolay mı derdinden
Arda bir bir yanım
Yıksam diyor şu dağı
Görsem diyor ardını
Yarimi yarınımı
Arada bir bir yanım
Küstüm diyor o yana
Senden dost olur mu
Korkarsan kaybettin diyor”
İşte diğer yarımız bizi alıkoyan. Düşlerimizde gitmek istediğimiz yer, yaşamak istediğimiz hayat puslu bir görüntüdür çoğu zaman. Bir hayaldir asla gerçekleşeceğine inanmadığımız. Hüznümüzün nedeni biziz aslında. Olması gerekenlerle, olmasını istediklerimiz arasına sıkışıp, ezilen insanlarız.
Normal denilen yaşamın olması lazım gelenlerine karşılık, içimizdeki ateş ve içimizden fışkıranlar. Kendimizden sıyrılamamanın sıkıntısı, gerginliği yer bitirir bizi.
Görünen yüzlerimizin altında görünmeyen yüzler taşıyoruz. Hayatımızı kendimize yarı kapalı hapishane haline getiriyoruz. Yüzümüzü parmaklıklara dayamış şekilde sürünerek yaşıyor, kendimizden korkuyoruz, diğer yarımızdan değil.
Sadece arada bir bir perdeyi aralıyor ve dalıyoruz hayallere, asla gerçek olabileceğine inanmadan.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Hayatı size hapishane yapan şeyleri düşünün, neler bunlar?
2. Bu hapishaneden kurtulmak için bir planınız var mı?
3. Yoksa plan yapmak için neden bekliyorsunuz?
MUTLULUĞUN SIRRI…
Yine Simyacı’dayız. Mutluluğu aramaya çıkan çoban Santiago’nun yolculuğunun bir bölümünde bir öykü anlatır yazar, “Mutluluğun Gizi”.
“Bir tüccar Mutluluğun Gizi’ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen kahramanımız girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırası gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Giz’ini açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. “Ama sizden bir ricada bulunacağım” diye eklemiş bilge, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş. “Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.”
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. “Güzel” demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı’nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?”
Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
“Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı” demiş ona bilge. “Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.”
İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntıları ile anlatmış. “Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?” diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. “Peki” demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi. “Sana verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun Giz’i dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.”
Yaşamda çevremize, ailemize, işimize karşı sorumluluklarımızı temsil eden kaşıktaki yağı dökmeden de anı yaşayabilmeyi, güzellikleri görmeyi becerebilirsek, mutlu olmayı öğrenmeye başladık demektir.
Mutlu olma arayışında bir grup insan, çevresini, sorumluluklarını bir kenara iterek, yaşama karşı sorumluluklarını umursamadan sadece ve sadece anı yaşamaya, günü yakalamaya kendini kaptırırken, diğer bir grup sorumluluklarını gerçekleştirme tutkusu ile kendini harcar ve yaşamı ıskalar.
Doğru olan dengeyi bulmaktır. Hikayedeki gibi sorumlulukların bilincinde, onların altında ezilmeden günü yakalayan insan olmaktır.
Mutluluğun gizi burada yatıyor işte.
Yaşamda başarının ve mutluluğun sırrı dengeyi korumakta yatıyor.
Bunu siz de başarabilirsiniz.
İsteyin yeter. Hem yaşama, hem kendinize hem çevrenize odaklanabilir, dengeyi yakalayabilirsiniz. İşte o zaman gerçekten yaşamış olursunuz bu dünyada.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Dengeyi tutturabildiniz mi hayatta? Tutmadıysa ne tarafa doğru kaybettiniz dengeyi?
2. Dengeyi sağlamak için ne yapmanız gerekiyor düşündünüz mü?
SİZDEN BAŞKALARI DA VAR…
Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyor musunuz?
Bir nehir, karşısına çıkan bir orman perisini sularının içine hapseder. Suyun içinden Narkissos doğar. Yıllar geçer Narkissos on altı yaşına gelir. Henüz tam bir erkek değildir, fakat çocuk da değildir. Olağanüstü güzelliğe sahip olan Narkissos’a bütün periler ve melekler aşıktır. Onunsa tek ilgisi avlanmaktır. O kimseyle ilişki kurmaz, her tür insani ilişkiyi küçümser.
Bir gün Echo adlı bir su perisi gelir. Echo, tanrıça Hera tarafından başkasının ağzından çıkan sözleri tekrar etmeye mahkum edilmiştir. Echo Narkissos’a yaklaşmaya çalışır, fakat Narkissos onu reddeder. Kendine kayıtsız kalan Narkissos’un aşkına karşılık alamayan Echo, acılar içinde ölür. Ölürken de Narkissos’un son sözlerini yansıtan kendi sesini dünyada bırakır, “Kendimi sana vermektense ölürüm daha iyi.”
Bütün su perileri ve melekler, acı içinde kıvranmaktadır. Narkissos tarafından reddedildikleri için Echo’nun intikamının alınmasını isterler. Tanrılar bu dileği kabul ederler. Narkissos aşık olacak, fakat aşık olduğuna asla kavuşamayacaktır.
Narkissos bir gün ormanın içindeki bir göle gelir. Su içmek için eğildiği sırada sudaki kendi yansımasını görür. Olağanüstü güzel bir yüzdür. Sudaki yansımasına hayran hayran bakarak konuşmaya başlar. Kendine aşık olduğunun farkında bile değildir. Gölün kıyısında aç, yorgun, sefil bir yaşam sürmeye başlar. Güçsüz düşen Narkissos, günün birinde göle düşüp boğulur.
Narkissos’u aramaya çıkan su perileri onun öldüğü yere gelirler ve Narkissos’un yerinde bir çiçek görürler. Onun göle düşüp de boğulduğu yerde açan bu çiçeği “Nergis” diye biliyoruz.
Oscar Wilde, bu efsaneyi farklı bitirir. Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman perilerinin gölü bir acı gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyor Oscar Wilde.
–Neden ağlıyorsun? diye sormuş periler göle.
–Narkissos için ağlıyorum, diye yanıtlamış göl.
–Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine orman perileri.
–Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinde dolaşır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin yakından.
–Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl.
–Bunu senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşılık vermiş iyice şaşıran periler.
–Her gün senin kıyılarına gelip sularına bakıyordu!
Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş:
–Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç farketmemiştim ben. Narkissos için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.”
İşte güzel bir hikaye…
Herkes kendi yaşamının biriciğidir, vazgeçilmezidir.
Herkes kendi dünyasının sultanıdır. Sultanıdır, fakat kendini Narkissos ölçüsünde sevmeye de tıp dilinde “Narsizm” denir. Ve hastalıktır.
Kendini narsist bir ölçüde sevmek, sevgi anlamında kendine odaklanmak sevgisizlik demektir. Paylaşacak sevgisi olmayanların sevgisi, sevgi değildir.
Diğerleri olmazsa varlığımızın anlamı ne olur ki? Bizi biz yapan, bizi farklı kılan çevremizdekilerdir. Eğer farklıysak diğerlerinden bunu da diğerlerine borçluyuz. Bir papatya tarlası düşleyin. Bembeyaz bir örtü. Bu beyaz örtünün içinde kırmızı bir gelincik düşleyin şimdi de. Ne kadar da kendini gösterir o gelincik beyazlığın içinde. Yüzlerce, binlerce papatyanın arasında ortaya çıkan gelincik farkedilmesini, farklılığını papatyalara borçludur. Unutmayın yalnız değilsiniz, iyi ki de değilsiniz.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Hayal edin çevrenizde kim/kimler olmasaydı daha mutlu ve iyi bir hayatınız olurdu?
2. Peki şimdi tekrar düşünün bakalım o/onlar’ın hayatınza, size kattığı öğrettiği hiç mi bir şey yok? Emin misiniz?
SAHİPSİZ AT…
Milton Erikson’ın bir hikayesi yaşam yolunda, çevremizle ilişkimizde, kişisel liderlik yolculuğumuzda bize ışık tutuyor.
“Ben çocukken bir çiftlikte yaşadım. Günün birinde bu çiftliğin avlusuna sahipsiz bir at çıkageldi. Bu atın nereden geldiğini hiç kimse bilmiyordu, çünkü üstünde kimliği veya geldiği yeri gösteren bir işaret yoktu. Atı sahiplenmemizin de olanağı yoktu, çünkü böyle bir atın bir sahibinin olacağı kesindi.
Babam bu atın sahibini bulmaya karar verdi. Ata binip, onu çiftlik yoluna çıkardı ve sadece atın içgüdüsüne güvenerek onun kendi evini bulmasına güvendi. Babamın ata tek müdahalesi atın yoldan çıkıp yol kenarında bir şeyler otlamak için hareket ettiğinde oluyordu. At her yoldan çıkışta babam tarafından güçlü bir şekilde yola geri dönmesi için yönlendiriliyordu.
Bu şekilde çok zaman geçmeden atın sahibinin çiftliğini bulduk. Sahibi atı tekrar karşısında görünce çok şaşırıp kaldı ve babama; ‘Atın buraya, bize ait olduğunu nasıl bildiniz?’ diye sordu. Babam, ‘Ben bilmedim, atınız bildi. Benim tek yaptığım onu yolun üzerinde tutmaktı.’ dedi.”
Sizce yaşamımızı nasıl yönetmeli ve yönlendirmeliyiz?
Günü yakalayın.
Anı yaşayın.
Yaşam kendi yolunu bulur. Siz onu sadece beyin ve yürek dengesinde tutun yeter.
Kendinizi geçmişinize, geçmişin mutluluklarına, mutsuzluklarına bağlı bırakmayın. Önünüze bakın. Her yeni gün yenilenebilir, hayata yeniden başlayabilirsiniz. Anı yaşamıyorsanız huzuru, mutluluğu bulamazsınız. Şimdiki zamanda olma yeteneğine sahip olmalısınız. Daha önce binlerce kez geçtiğiniz yolları, yüzlerce kez bulunduğunuz mekanları sanki ilk defa görüyormuş, yepyeni bir yermiş gibi yaşamalısınız. İş arkadaşlarınıza, sevdiklerinize, arkadaşlarınıza, konuştuğunuz, iletişim ve ilişki içinde bulunduğunuz herkese onlarla ilk kez karşılaşıyormuşcasına daha önce konuşmamışcasına dikkatinizi verin. Gerçekten orada olun. Bugünde olun. Tek bir şeyi bile atlamayın. Bugünün geçmiş olmasını beklemeden tadını çıkarın.
Çoğumuz geleceğe, geleceklerimize umutla bakar, ona bel bağlarız. Kimi gelecekte yaşar, kimi geçmişte. Kiminin hayallerini daha ulaşamadığı, ulaşacağı da şüpheli olan bir dünya süslerken, kiminin de rüyaları geçmiştedir. Bunların hepsi bizi bugünden uzaklaştırır. Bu anın dışında bırakır. Hayallerinizden vazgeçin demiyorum, geçmişi silin atın da demiyorum. Ancak bu anı yaşayın, yaşadığını anın tadını çıkarın diyorum.
Geçmiş arkamızda kaldı bir şey yapamayız, geleceğin ne getireceğini de bilemeyiz ancak bugün bizim için gerçektir. Onun değerini bilebiliriz. Bugünü anlarsak ve yaşarsak işte o zaman geleceği de kurabiliriz. Elimizde olan tek zaman dilimi bugündür. Yaşamdaki en zorlu mücadelelerimizden biri, bugünü hakkı ile yaşamaktır. Bu gerçekten büyük mücadele gerektirir. Sadece ve sadece bugün tüm olanakları içerir. Gerçek olan bugündür. Geçmişi ve geleceği bir tarafa koyduğunuzda bugünün değerini daha iyi anlayabiliriz. Kendimizi sürekli yolun üstünde tutmak zorundayız.
ZİHİNSEL FİTNESS
1. Geçmişe mi, geleceği mi daha çok takıntılısınız, hangisini daha çok düşünüyorsunuz?
2. Peki günün tadını çıkarmasını, günü yaşamayı bilip ve şükrediyor musunuz?
SEVMEK Mİ, KORKMAK MI?
Korku toplumuyuz. Bize sevgi ile yaklaşılacak her şeye korku ile itaat etmeyi öğrettiler.
Annemizden, babalarımızdan korkarak, çekinerek büyütürler bizi. Komşu teyzelerden, bakkal amcalardan, abimizden, ablamızdan korkarak büyürüz.
Mahallenin delisinden, ev sahiplerinden, okul müdürümüzden, öğretmenimizden, bizi koruyan polis amcalardan, ablalardan, başbakandan, vergi dairesinden korkarız.
Camideki imam dini bize korkutarak öğretir, yemeğimizi yemezsek bizi öcüler alacaktır, dersimizi çalışmazsak dayak yemekten korkarız.
Çimlere özgürce basmaktan, içten gelerek kahkahalarla gülmekten, hüngür hüngür ağlamaktan, yayılarak oturmaktan korkarız hep…
Büyürüz yine korkarız.
Trafik polisinden, dişçiden, doktordan korkarız. Otobüs, minibüs şoföründen korkarız.
Karımızdan, kocamızdan korkarız. İşyerlerimizde amirimizden, şefimizden, genel müdürümüzden korkarız.
Askerde çavuşumuzdan, komutanımızdan korkarız.
Hayatı bize hizada yaşatırlar. Tüm amaç bizi hizaya sokmaktır. İtaat etmemizi isterler.
Korkularımız bizi endişelendirir, güçsüz bırakır, huzursuz eder, strese sokar.
Zaten istenen de budur ya.
İnsana has bir duygudur korku. Ancak biz biraz daha fazla korkarız. Yok biraz değil, çok çok fazla korkarız.
Bizi AB’ye almayacaklar diye korkarız, laiklik elden gidiyor, din elden gidiyor diye korkarız, diktatörlük gelecek diye, savaş çıkacak diye korkarız.
Çocuklarımızın geleceğinden, kendi geleceğimizden korkarız. “Ne olacak bu memleketin hali?” der yine korkarız.
Kimimiz insanlardan korkar, kimimiz hayvanlardan. Kimi doğadan korkar, kimi şehirden. Kazandıklarımızı kaybetmekten, koltuğu kaybetmekten, hayallerimizin gerçekleşmemesinden korkarız.
Korktuğumuz şeyin başımıza gelmesinden de korkarız. Soru sormaktan, özgürce düşünmek ve sorgulamaktan, farklı olmaktan korkarız. Sevmekten bile korkarız. Korkuyu hepimiz yaşarız her gün, her an.
Her geçen gün daha fazla nüfusu artan bir korku toplumu olur çıkarız farkında bile olmadan.
Çığ gibi büyür korkularımız. Korkularımızdan kurtulmak için de bir şey yapmayız, ya da yapamayız. Yapmaktan korkarız belki de.
Başaramamaktan korkarız. Eğer yaparsak sonucun ne olacağını bilmediğimizden korkarız. Belki de en iyi bildiğimiz şey korkmaktır. En çok korku duygusunu severiz. İçten içe korkarız. Sadece korkarız.
Korkma işini de korkutma işini de çok iyi yaparız. Kendine güvenmekten, cesaretli olmaktan, inançlı, tutkulu, coşkulu yaşamaktan daha iyi yaparız bu işi.
Korktuğumuz şeylerin çoğundan neden korktuğumuzu bilmeden korkarız. Çünkü itaat etmek öğretilmiştir bize dedik ya.
Sorarsak, sorgularsak başımıza kötü şeyler gelir diye korkar susarız. Sorgusuz, sualsiz korkuları kabul ederiz. Eğer bilirsek neden korktuğumuzu, korkmanın bir alemi olmadığını da biliriz.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/murat-toktamisoglu/yeni-bir-hayat-69403516/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.