Kozmik hafıza
Rudolf Steiner
Tıpkı madde gibi, düşünceler ve eylemler de kaybolmaz. Teozofiye göre bütün bu düşünce ve eylemler enerjiye dönüşerek “Dünya Hafızası” anlamına gelen “Akaşa Kayıtları”nda toplanır.
Ruhbilimin kurucusu Rudolf Steiner, Kozmik Hafıza’da dünyanın başlangıcından, insanların tarihi kaydetmeye başladığı ilk zamana kadar geçen karanlık zamanda dünyamızda neler olduğuna Akaşa Kayıtları’ndan yola çıkarak bir açıklama getiriyor.
– İnsanlık iyi ve kötü kavramlarını nasıl geliştirdi?
– Doğa güçlerini kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaya nasıl başladı?
– İlk toplum yapıları nasıl şekillendi?
– Kadın ve erkek tarihsel süreç boyunca fiziksel ve ruhsal anlamda nasıl gelişti?
gibi soruların izinde insanlık tarihinin gerçek başlangıç noktasına doğru bir maceraya çıkarıyor. İnsanla evren arasındaki bağlantıyı gözler önüne seren bu kitap kozmoz hakkında farklı bir bakış açısı sunuyor.
Evrenin tarih öncesine ve geleceğine dair kapsamlı bir tablo sunan Steiner, Bilimsel Materyalizm’in sınırlarına dair de etkili bir inceleme yapıyor.
Rudolf Steiner
Kozmik Hafıza
Sunuş
Yazar ve Kitap Hakkında
Rudolf Steiner, insanlık tarihinin en kritik dönemlerinde yaptıkları ile insanlığın gelişmesine katkı sunanlar arasında en ön saflarda yer alan şahsiyetlerden biridir. 25 Şubat 1861’de, bugünkü Avusturya sınırları içerisindeki Kralyeviç’te doğan, Viyana Yüksek Teknik Okulu’nda eğitim görerek, burada matematik ve sosyal bilimler dallarında uzmanlaşan Steiner, Goethe’nin doğa bilimsel yazılarının Kurschner cildini yayımlamaya davet edildiğinde, bir akademisyen olarak ün kazandı. 1886’da, daha yirmi beş yaşında, Grundlinen einer Erkenntnistheorie der Goetheschen Weltanschauung (Goethe’nin Dünya Görüşündeki Örtük Bilgi Kuramı) adlı eserini yazarak Goethe’nin düşünce biçiminin derin çağrışımlarını kapsamlı bir biçimde kavradığını gösterdi. Dört yıl sonra, Weimar’daki “yaşayan önemli akademisyenler” grubuna katılmaya çağrıldı ve burada Goethe-Schiller Arşivleri’nde birkaç yıl bu akademisyenlerle birlikte çalıştı. Bu faaliyetlerinin sonucunda, Goethes Weltanschauung (Goethe’nin Dünya Görüşü) adlı yapıtını yazdı. Bu yapıt, Goethe’nin bilimsel yazıları hakkındaki sunuşları ve yorumlarıyla Steiner’i, Goethe metodolojisinin önemli bir savunucusu yaptı.
Bu yıllarda Steiner, yaşlı Nietzsche’nin çevresinde toplanan gruba dâhil oldu. Bu deneyimin kendisinde yarattığı derin izlenimlerden esinlenerek, 1885’te yayımlanan, Friedrich Nietzsche: Ein Kampfer gegen seine Zeit (Friedrich Nietzsche: Kendi Zamanına Karşı Bir Savaşçı) adlı yapıtını kaleme aldı. Bu yapıt, büyük filozofun başarılarını, hem geri plandaki trajik yaşam deneyiminin hem de 19. yüzyıl ruhunun tarihsel bağlamında değerlendirir.
1891’de Steiner, Rostock Üniversitesi’nden doktorasını aldı. Tezleri, Fichte’nin bilimsel öğretisini işlemişti. Bu yapıt da Steiner’in, modern dünyanın düşüncesini şekillendirmede önemli rol oynayan insanların eserlerini değerlendirme yeteneğinin bir diğer göstergesidir. Daha genişletilmiş bir formatta bu tez, Wahrheit und Wissenschaft (Hakikat ve Bilim) başlığı altında, Steiner’in büyük felsefi yapıtı olan Die Philosophie der Freiheit’e (Özgürlüğün Felsefesi) önsöz olarak, 1894’te yayımlandı. Daha sonra, bu kitabın İngilizce çevirisinin başlığı olarak, The Philosophy of Spiritual Activity’yi (Manevi Faaliyetin Felsefesi) önerdi.
Steiner, aynı yıllarda çalışmalarını konferanslar vererek sürdürmeye başladı. Bu faaliyet zamanının büyük bir bölümünü alıyor ve Batı Avrupa’da konferans turlarına çıkmasına yol açıyordu. Bu geziler, Kuzey’de Norveç, İsveç ve Finlandiya’dan; Güney’de İtalya ve Sicilya’ya kadar uzanıyor ve Britanya Adaları’na yapılan çeşitli ziyaretleri de içeriyordu. Yüzyılın başından 1925’teki ölümüne kadar, çok farklı çevrelerden ve toplumun her sınıfından gelmiş izleyicilerin önünde, altı binin üzerinde konferans verdi.
İlk kez Viyana’da, daha sonra Weimar ve Berlin’de çeşitli dergiler ve günlük gazeteler için yazdı. Yaklaşık yirmi yıl boyunca güncel konulara dair gözlemler, kitapların ve oyunların incelenmesi, ayrıca bilimsel ve felsefi gelişmelere dair yorumlar kaleme aldı. Nihayet, Weimar’daki çalışmasının tamamlanması üzerine, Goethe’nin öldüğü yıl, 1832’de Joseph Lehmann tarafından kurulan ünlü bir edebiyat dergisinin, Das Magazin für Litteratur’un editörlüğünü yapmak amacıyla, 1897’de Berlin’e hareket etti.
Steiner elliden fazla yapıtı ve geniş kapsamlı konferans faaliyetleri sayesinde, pek çok ülkede sayısı sürekli artan birçok insanla tanıştı. Sürekli bir faaliyet içinde olmak ve bu kadar hareketli bir yaşam sürdürmek için gerekli olan keskin fiziksel ve zihinsel güç, Steiner’i tek başına zamanımızın en yaratıcı ve üretken insanlarından biri olarak göstermeye yeterli olacaktır.
Rodolf Steiner’in felsefi bakış açısı, insanın varlığı, özgürlüğün doğası ve amacı, evrimin anlamı, insanın doğa ile ilişkisi, ölümden sonra ve doğumdan önce yaşam gibi temel sorunları kapsar. Steiner, bu ve benzeri konularda beklenmedik biçimde yeni, esin verici ve düşünceyi teşvik edici fikirler ortaya koyar. Yazılarının incelenmesi sayesinde, insana ve insanın evrendeki yerine ilişkin açık, mantıklı ve kapsamlı bir anlayışa ulaşılabilir.
Çalıştığı yıllar boyunca, Steiner’in okuyucularında ya da dinleyicilerinde duygusallığa ya da mezhepçiliğe yol açmaması dikkate değer bir durumdur. Her insanın özgürlüğüne yönelik titiz özeni ve derin saygısı, ürettiği her şeyde kendini gösterir. En ufak bir zorlama ya da iknayı, insanlık onuruna ve yeteneğine bir saldırı olarak görüyordu. Dolayısıyla, yazılarında ve konuşmalarında kendini nesnel ifadelerle sınırlı tutmuştu; okuyucularını ve dinleyicilerini kendi sözlerini kabul etmek ya da reddetmek noktasında tamamen özgür bırakmıştı.
Rudolf Steiner, her bireyin eğitimsel donanımının yanında, sağlam yargısı ve iyi niyetinin de söylediklerini anlayabilmesini sağladığını defalarca vurgular. Kültürel, sosyal, siyasi ve bilimsel hayatta öne çıkan erkek ve kadınlar, daha önce olduğu gibi şimdi de, Steiner’in eserlerini okuyup bunları değerli bulanlar arasından çıkmaktadır. Ayrıca onun fikirlerinin en iddiasız insanlar tarafından bile kavranabileceği aşikârdır. Onun, kendi fikirleriyle buluşmaya gelen, içinde de anlama niyeti taşıyan herkese istisnasız ulaşabilme yeteneği, dehanın iyi tanınmış yönlerinden bir diğeridir.
Steiner, kendi öğrencilik yıllarından başlayarak öğrencilerin eğitimi ile ilgilenmişti. Viyana’daki kendi vasi deneyimi ve daha sonra da Berlin’deki çalışan ebeveynlere hizmet veren bir okulda yaptığı eğitmenlik aracılığıyla, genç insanların ihtiyaçları ve ilgi alanlarıyla ilgili ilk elden deneyim kazanacağı büyük fırsatlara sahip olmuştu. Berlin’deki öğretmenlik çalışması sırasında, eğitim sorunlarıyla, sosyal yaşamın sorunlarının ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gördü. Bugün çocukların ve gençlerin ihtiyaçlarına uygun bir eğitim için temel kabul edilen bazı başlangıç noktalarını, Steiner 1907’de yayımlanan Die Erziehung des Kindes vom Gesichtspunkte der Geisteswissenschaft (Manevi Bilimlerin Işığında Çocuk Eğitimi) adlı ufak bir kitapta belirtmişti.
Tam kırk yıl önce, zamanın ihtiyaçlarından kaynaklanan bir davete ve yukarıda belirtilen denemede açıklanan fikirlerden bazılarına yanıt bağlamında, Rudolf Steiner, büyüyen çocuğun doğasında yatan etmenlere dayalı, öğrenme sürecini ve modern yaşamın zorunluluklarını kapsayan, gençlere ve çocuklara yönelik bir eğitim sistemi başlattı. Kendisi müfredat programını tasarladı, öğretmenleri seçti ve Almanya, İsviçre ve İngiltere’deki ilk Rudolf Steiner Okulları’nın başlangıç yıllarındaki faaliyetlerini dikkatlice denetledi. Bu kırk yılın eğitsel faaliyetinin başarılı gelişim öyküsü burada anlatılamaz. Fakat, ilk Rudolf Steiner Okulu olan, Almanya, Stuttgart’taki Waldorf Okulu’nun açılmasından günümüze dek, Rudolf Steiner Eğitimi’nin başarısı -ki bazen ‘Waldorf Eğitimi’ olarak anılır- çocuğun modern topluma katılımında, gelecekteki yetişkin rolü için hazırlanmasında, Steiner’in düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamış olup, ABD, Kanada, Meksika ve Güney Amerika dâhil, on yedi ülkede varlığını sürdürür.
1913’te, İsviçre’deki Basel şehri yakınındaki Domach’da, Rudolf Steiner kendi tasarımına uygun olarak ve kendi kişisel denetimi altında kurulan ve Goethe’nin yazılarından esinlendiği eşsiz bir yapının, Goetheanum’un temelini attı. Steiner’in dört eserinin oynanacağı bir yapı olarak tasarlanan Goetheanum, 1912’de öğrencileri tarafından kurulan Antropozofi Cemiyeti’nin merkezi oldu. Asıl bina 1922’de bir yangında kül olunca, yerine planlarını yine Steiner’in tasarımladığı yeni bir bina yapıldı.
Goetheanum halen, 1923 Noeli’nde Dornach’da Steiner’in başkanlığında kurulan Genel Antropozofi Cemiyeti’nin dünyadaki merkezidir. Binlerce izleyici her yıl buraya, Steiner’in piyeslerini, Goethe’nin Faust’unu (I. ve II. kısımlarının tümünü) ve diğer yazarların eserlerini izlemeye gelir. Eurythmy performansları, konserler, pek çok konuda konferans ve konuşmalar, ayrıca çeşitli alanlarda eğitim kursları, ABD dâhil dünyanın birçok ülkesinden insanları Goetheanum’a çeker.
Rudolf Steiner’in çalışmalarının arasında şunlar sayılabilir: 1- Biyo-dinamik Çiftçilik ve Bahçecilik; kendisi tarafından tasarlanan tarım yöntemlerinin sonucunda beslenmenin iyileşmesini hedefler. 2- Eurythmy sanatı; kendisi tarafından yaratılmış ve “görülebilir konuşma ve görülebilir şarkı” olarak tanımlanmıştır. 3- İsviçre, Arlesheim’de Klinik ve Tedavi Enstitüsü’nün faaliyetleri; diğer ülkelerdeki ilgili kurumlarla birlikte geçmiş otuz yıl boyunca Steiner tarafından tıp ve eczacılık alanlarında verilen talimatları izler. 4- Özel bakıma ihtiyaç duyan çocuk evleri; birçok ülkede Steiner’in yönetimi altında geliştirilen yöntemler uyarınca, zihinsel engelli çocukların tedavisini üstlenir. 5- Matematik, fizik, resim, heykel, müzikle terapi, drama, konuşma gelişimi, astronomi, ekonomi, psikoloji alanlarında Steiner’in yeni çalışma yöntemlerine dair öğretilerinin daha ileriye götürülmesi. Gerçekten de, tek bir insanın çalışmasının sonucunda ortaya çıkan yararların yayıldığı geniş alan ve kapsam karşısında insan ancak şaşkınlığa düşebilir!
Steiner’in insanlığın iyiliği için gerçekleştirdiği bu çeşitli faaliyetlerin tam bir değerlendirmesi, ancak, kendisini teşvik eden fikirler anlaşıldığında yapılabilir. Bunları, bu kitabın da içinde yer aldığı yazılarında ifade etmiştir. Birlikte ele alındıklarında bu yapıtlar, Steiner’in manevi bilimler ya da ‘Antropozofi’ adını verdiği bilgi dağarcığını oluşturur. Steiner, manevi bilimlerin yararlarından şöyle söz eder:
“Doğru olarak anlaşıldığında, manevi bilimlerin hakikatleri, insana kendi yaşamı için hakiki bir temel kazandıracak, kendi değerini, onurunu ve kendi özünü tanımasını sağlayacak ve kendisine en büyük yaşam coşkusunu verecektir. Çünkü bu hakikatler kendisini çevresindeki dünya ile bağlantısı hakkında aydınlatır; kendisine en yüksek hedeflerini, kendi gerçek yolunu gösterir. Ve bunu, günümüzün taleplerini karşılayacak biçimde yapar, öyle ki, inanç ve bilgi arasındaki çelişkiye yakalanması gerekmez.”
Bu kitapta ifade edilen düşüncelerden birçoğu ilk başta, anlam itibarıyla şaşırtıcı hatta fantastik görülebilir. Oysa uzay çalışmaları, teknoloji, psikoloji, tıp ve felsefe alanlarındaki modern gelişmeler yaşama ve yaşamın doğasına dair anlayışımızı bütünüyle değiştirirken, bu tür yabancılaşmalar ciddi bir okurun bu kitaba sırt çevirmesi için geçerli bir neden olmamalıdır. Örneğin, “okült” ya “duyuötesi” sözcüğü birçokları için istenmeyen çağrışımlara sahip olsa da, güncel gelişmeler, önceden geleneksel araştırma tarafından yasaklanan bilginin hızla yeniden incelenmesine yol açmaktadır. Atom çağının meydan okuması, bütün bilginin ciddi bir biçimde yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmıştır ve bu bilginin tek bir alanının bile bu işlemin dışında bırakılamayacağı aşikârdır.
Steiner, okuyucunun başlangıçta karşılaşacağı zorlukları öngörmüş olup, bunu şöyle belirtir: “Okuyucu, anlaşılması karanlık ve zor olana tahammül edip, tıpkı yazarın genelde anlaşılabilir bir sunuş tarzı yakalama çabasında olduğu gibi, anlamaya çabalamaya davet edilmektedir. Okuyucu, belirtilen derin gizleri, insanın önemli muammalarını irdelediğinde, okumadaki birçok zorluk da ödüllendirilecektir.”
Öte yandan, Steiner’in manevi bilimleri işleyen bir kitabı tasarlama amacına ilişkin inancından ötürü, bir sorun daha ortaya çıkar. Bu, kitabın içeriğine ters düşen formatıyla ilgilidir. Steiner, manevi bilimler hakkında bir kitabın sadece okuyucuya bilgi iletmek amacıyla mevcut olmadığını defalarca vurgular. Zorlu çabalarla kendi kitaplarını öyle bir biçimde geliştirmiştir ki, okuyucu, sayfalardan bazı bilgiler elde ederken, aynı zamanda kendi içinde bir tür spiritüel yaşam uyanışını da deneyimler. Steiner bu uyanışı “içsel şoklar, gerginlikler ve çözülmeleri deneyimleme” olarak tanımlar. Otobiyografisinde, kendi kitaplarının okuyucularında bu tür bir uyanışı meydana getirme çabasından söz eder: “Her sayfa ile birlikte kendi içsel savaşımın bu doğrultuda olası en yüksek dereceye ulaşması gerektiğini biliyorum. Üsluba gelince, kendi öznel duygularımın cümlelerde saptanabilmesine olanak tanıyacak biçimde betimlemeler yapmıyorum. Yazarken, sıcak ve derin bir duygudan ortaya çıkan kuru ve matematiksel bir üslup kullanıyorum. Ancak bu tür bir biçem, uyandırıcı işlevini görebilir, çünkü okuyucunun kendisi, içinde uyanması için sıcaklık ve duygu yaratmalıdır. Okuyucu edilgen bir biçimde bütünlüğünü korurken, hakikati kurgulayanın duygularının kendisine akmasına izin vermemelidir.” (The Course ofMy Life, s. 330)
Bu kitabın içerdiği denemeler, Steiner’in çalışmaları arasında önemli bir yer tutar. Bunlar, “manevi dünya içinde tümüyle bilinçli bir duruş” olarak tanımladığı manevi algıdan kaynaklanan bir kozmolojinin kendisine ait ilk yazılı ifadeleridir. Otobiyografisinde, 20. yüzyılın ilk yıllarına değinir: “Genelde, manevi dünyanın deneyiminden edinilen bilgiye ilişkin özel ayrıntılar gelişti.” (a.g.e., s. 326, 328). Steiner, çocukluğundan itibaren manevi dünyanın gerçekliğini bildiğini, çünkü bu manevi dünyayı doğrudan deneyimleyebildiğini belirtiyordu. Oysa ancak yaklaşık kırk yıl sonra bu manevi dünya hakkında başkalarına, somut, ayrıntılı bilgi aktarması mümkün oldu.
Buradaki denemelerinde ortaya çıktığı gibi, bu “özel ayrıntılar,” olağanüstü geniş ve büyük bir alana yayılan süreçlere ve olaylara dokunuyordu. Bunlar, insanın tarihöncesine ve tarihin ilk dönemlerine ilişkin temel unsurları da kapsar. Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabından tam bir yüzyıl sonra ABD’de ilk kez yayımlandığında, insanın kendine ve çevresine yönelik bakış açısını değiştirmeye başlayan bu denemeler, Darwin’in o öncü çalışmasını da aydınlatır ve tamamlar.
Rudolf Steiner, insan ve kozmos arasındaki çözülemez bağın, evrimin temel esası olduğunu göstermiştir. İnsanın, günümüzde tanıdığımız dünyanın gelişmesine katkı sunmasında olduğu gibi, yaptığı herşey evrenin nihai kaderi ile doğrudan bağlantılıdır. Yaratılışın gelecekteki sürecini şekillendirme özgürlüğü insanın ellerindedir. İnsanın, yüce kökenlerine ve günümüzün kendine bağlı özgürlüğüne ulaşmak için ilahi doğrultuda ödediği bedelle izlediği yola dair sahip olduğu bilgi, eğer insan sorumlu bir beşerî varlığa layık bir gelecekte evrimleşecekse, vazgeçilmezdir. Bu kitap, insanlığın geleceğiyle ilgili zorunlu ve ciddi kararların alındığı bir anda özellikle taşıdığı önem nedeniyle şimdi yayımlanmaktadır.
Paul Marshall Ailen
Englewood, New Jersey, ABD
Haziran 1959
Önsöz
Manevi Bilimlerin Aynasına Yansıyan Çağdaş Uygarlık (1904)
Son yıllardaki bilimsel gelişim sürecini gözlemleyen bir kişi, büyük bir devrimin hazırlık aşamasında olduğumuzdan kuşku duymaz. Bugün bir bilim insanı varoluşun sözde muammalarından söz ettiğinde, bu, kısa bir süre öncesine kıyasla oldukça farklı bir anlamı yansıtır.
19. yüzyılın ortalarında, en cüretkâr kişilerden bazıları, bilimsel maddeciliğin bilimsel araştırmanın yakın tarihteki sonuçlarına aşina kişi için olası tek ilke olduğunu görmüşlerdi. Dönemin şu cesur deyişi ün kazanmıştı: “Düşünceler ile beyin arasındaki ilişki, tıpkı safra ile karaciğer arasındaki ilişkiye benzer.” Bu sözler, Kari Vogt tarafından ifade edilmişti ki, Köhlerglauben und Wissenschaft (Kör İnanç ve Bilim) adlı eserinde ve diğer yazılarında, manevi faaliyet ve ruhun yaşamının, tıpkı bir fizyoloğun ellerin hareketinin saatin mekanizmasından kaynaklandığını açıklamasına benzer bir biçimde, sinir sisteminin ve beynin mekanizmasından ileri geldiğini belirtmeyen her şeyin, modasının geçmiş olduğunu bildirmişti. Bu, Ludwig Buechner’in Kraft und Stoff (Güç ve Madde) adlı eserinin eğitimli geniş çevreler arasında bir bakıma İncil olarak kabul edildiği bir dönemdi. Mükemmel, bağımsız düşünen zihinlerin, o sıralarda bilimsel başarıların etkisinde kalarak bu tür inançlara kapıldığı söylenebilir. Kısa bir süre önce mikroskopta, canlı varlıkların en ufak kısımlarının, hücrelerin sentezi gösterilmişti. Jeoloji, yani yeryüzünün oluşumunu inceleyen bilim dalı, gezegenlerin gelişimini günümüzde de hâlâ geçerliliğini koruyan kurallar kapsamında açıklama noktasına gelmişti. Darwinizm insanın kökenini tamamen doğal bir biçimde açıklamayı vaat etmiş ve eğitimli insanların dünyasında zafer yürüyüşüne öyle uğurlu bir biçimde başlamıştı ki, pek çoğu bunun tüm “eski inançları” alt ettiğini düşünüyordu. Kısa bir süre önce, tüm bunlar oldukça farklı bir görünüme büründü. 1903’teki Bilim İnsanları Kongresi’ndeki Ladenburg gibi maddeci öğretiyi öne süren kişilerde olduğu şekilde, hâlâ bu fikirleri paylaşanların bulunduğu doğrudur; fakat bunlara karşı, bilimsel konular hakkında daha olgun bir düşünce sayesinde çok daha farklı bir kanıya ulaşan diğerlerini de görüyoruz. Örneğin, kısa bir süre önce, Naturwissenschaft und Weltanschauung (Doğa Bilimi ve Dünya Görüşü) başlığını taşıyan bir çalışma yayımlandı. Yazarı, Haeckel Okulu’ndan bir fizyolog olan, Max Verworn’dur. Bu eserde şunlar denilmektedir: “Gerçekten de, psişik olayların ilişkili olduğu, beyin zarının hücreleri ve liflerindeki fizyolojik olgulara dair tam bir bilgiye sahip olsaydık bile, beynin mekanizmasına tıpkı bir saatin işleyişine baktığımız gibi bakabilseydik bile, hareket eden atomlardan başka kesinlikle hiçbir şey bulamayacaktık. Hiç kimse, bu mekanizmada duyuların ve düşüncelerin nasıl doğduğunu, kendi duyuları aracılığıyla göremez ya da algılayamazdı. Maddeci düşüncenin, zihinsel süreçleri atomların hareketine dayandırma girişiminde elde ettiği sonuçlar, bunun doğruluğunu son derece açık bir biçimde ortaya koyar. Maddeci düşünce var olduğundan beri, en basit duyuyu atomların hareketiyle açıklamış değildir. Bu, geçmişte böyle olduğu gibi, gelecekte de böyle olacaktır. Örneğin, psişik süreçler gibi duyular tarafından algılanmayan olguların sadece büyük nesnelerin en ufak kısımlarına bölünmesiyle açıklanabileceği nasıl düşünülebilir ki? Atom, sonuçta bir nesnedir ve atomların hiçbir hareketi de madde dünyası ile psişe arasındaki uçurumu aşmaya kesinlikle yetkin değildir. Maddeci görüş, bilimsel olarak işlerliği olan bir hipotez bağlamında her ne kadar verimli olsa da, bu bağlamda gelecekte de kuşkusuz her ne kadar verimli olmayı sürdürecekse de -burada sadece yapısal kimyanın başarılarına dikkat çekiyorum- bir dünya görüşünün temelini oluşturmada kullanışsız kalır. Bu noktada çok fazla sınırlı olduğu görülür. Felsefi materyalizm, tarihi rolünü oynamayı tamamlamıştır. Bilimsel bir dünya görüşü oluşturma teşebbüsü sonsuza dek başarısız kalmıştır.” 20. yüzyılın başında bir bilim insanı, 19. yüzyılın ortasında bilimsel gelişmelerin talep ettiği yeni bir öğreti olarak öne sürülen dünya görüşü hakkında işte böyle yazıyordu.
19. yüzyılın “ellileri”, “altmışları” ve “yetmişleri”, materyalizmin revaçta olduğu yıllar olarak tanımlanabilir. Zihinsel ve spiritüel fenomenlerin salt mekanik işlemler temelinde açıklanması, o dönemde gerçekten olağanüstü bir etki yaratmıştı. Maddeciler kendilerini, spiritüel bir dünya görüşünü benimseyenlerin karşısında zafer kazanmış sayıyorlardı. İşe bilimsel araştırmalarla başlamamış olanlar da onların saflarına katılmıştı. Buechner, Vogt, Moleschott ve diğerleri hâlâ salt bilimsel ilkelere dayanırken, David Friedrich Strauss, Alten und Neuen Glauben (Eski ve Yeni İnançlar, 1872) adlı eserinde kendi teolojik ve felsefi düşüncelerinden hareketle yeni bir inanç sistemi için temeller elde etmeye çalıştı. Yıllar önce, Leben Jesu (İsa’nın Yaşamı) ile düşünce hayatına zaten sansasyon yaratacak biçimde girmişti. Döneminin bütün teolojik ve felsefi kültürü ile donanmış görünüyordu. Şimdi cesurca, insan dâhil, evrendeki fenomenlerin, maddeci açıklamasının yeni bir öğreti, yeni bir ahlaki anlayış ve varoluş biçimi için temel oluşturması gerektiğini söylüyordu. İnsan soyunun tamamen hayvan atalara dayanması yeni bir dogma olmuş gibi görünüyordu ve bilimsel felsefecilerin gözünde, insanlığın manevi/ruhsal kökenli olmasına dair tüm inançlar, insanın çocukluğundan başlayan çağdışı bir hurafeye dayandırılıyordu ki, insan kendini bununla daha fazla rahatsız etmemeliydi.
Kültür tarihçileri, yeni bilime dayananların yardımına koşarak, vahşi kabilelerin gelenek ve fikirlerini, inceleme konusu yaptılar. İlkel kültürlerin izleri, ki bunlar tıpkı tarihöncesi hayvanların kemikleri ve kaybolan bitkilerin izlerinde olduğu gibi, gömüldükleri yerlerden çıkarılmıştı. Bunlar, yeryüzünde ilk görüldüğünde insanın en yüksek seviyedeki hayvandan sadece derecelerle farklılaştığı ve günümüzdeki zihinsel ve manevi yetkinliğine saf ve basit bir hayvan düzeyinden ulaştığı olgusuna kanıt olarak gösteriliyordu. Bu maddeci yapıda her şeyin doğru göründüğü bir dönem gelmişti. İnsanlar, dönemin düşüncelerinin uyguladığı bir tür baskı altında, tıpkı şu inançlı maddeci gibi düşünüyordu: “Titiz bilimsel inceleme beni, her şeyi sakince kabul ettiğim, kaçınılmaz olana sabırla katlandığım ve insanlığın sefaletinin giderek azaltılmasına yardım ettiğim bir noktaya getirdi. Saf bir zihnin olağanüstü formüllerde aradığı büyüleyici tesellilerden kolaylıkla vazgeçebilirim, çünkü benim hayal gücüm en güzel uyarıyı edebiyat ve sanatta buluyor. Bir piyesi sahnede izlediğimde ya da bilim insanlarının yönlendirmesiyle diğer yıldızlara yolculuk yaptığımda, tarihöncesi manzaralarda gezintiye çıktığımda, dağların zirvesinde doğanın haşmetine hayran kaldığımda ya da insanın sanatını tonlarda ve renklerde saygıyla izlediğimde, yeterince yücelmez miyim? O zaman mantığımla çelişen bir şeye hâlâ ihtiyacım olur mu? Dindarların birçoğunu ürküten ölüm korkusu, bana tamamen yabancıdır. Bedenimin çürümesinden sonra artık var olmayacağımı bilirim, tıpkı doğumumdan önce yaşadığım gibi. Araf ve cehennem kaygıları benim için mevcut değildir. Doğanın sınırsız hükümdarlığına geri dönüyorum, ki o bütün çocuklarını sevgiyle kucaklar. Yaşamım boşuna değildi. Sahip olduğum gücü iyi bir biçimde kullandım. Her şeyin daha iyi ve daha güzel olacağına dair kesin inancımla yeryüzünden ayrılıyorum.” Vom Glauben zum Wissen. Ein lehrreicher Entwickelungsgang Getreıı nach dem Leben Geschildert von Kuno Freidank (Kuno Freidank; İnançtan Bilime: Yaşama İnançlı bir Biçimde Sadık Kalarak Betimlenen, Bilgilendirici Bir Gelişim Süreci). Yukarıda belirtilen dönemin maddeci dünya görüşünün temsilcilerini etkileyen zorlayıcı düşüncelere hâlâ tâbi olan birçok insan, günümüzde de yine bu şekilde düşünür.
Buna karşın, kendilerini bilimsel düşüncenin doruklarında tutmaya çalışan insanlar, başka düşüncelere ulaştılar. Leipzig’de düzenlenen Bilim İnsanları Kongresi’nde (1876) tanınmış bir bilim insanı tarafından bilimsel materyalizme yöneltilen ilk eleştiri ünlüdür. O sırada, Du Bois-Reymond, “Ignorabimus Söylevini” gerçekleştirdi. Bilimsel materyalizmin, aslında, en ufak madde parçacıklarının hareketlerini ortaya koymaktan başka hiçbir şey yapamadığını kanıtlamaya çalıştı ve bunu yapabildiği için de tatmin olması gerektiğini bildirdi. Bunu göstermenin yanında bilimsel materyalizmin, zihinsel ve manevi süreçlerin açıklanmasına kesinlikle bir katkı sağlamadığını da vurguladı. Du Bois-Reymond’un bu açıklamalarına karşı insan istediği tutumu benimseyebilir, fakat şu oldukça açıktır: Bunlar dünyanın maddeci bir yorumunun yadsınmasını temsil ediyordu. Bunlar, bir bilim insanı olarak kişinin bu yoruma olan güvenini nasıl kaybedebileceğini gösteriyordu.
Böylece, dünyanın maddeci yorumu, ruhun yaşamı söz konusu olduğunda kendisini çaresiz ilan eden bir aşamaya girdi. Agnostisizim çerçevesinde kendi “cehaletini” kabul etti. “Bilimsel” kalma ve diğer bilgi kaynaklarına başvurmama niyetini bildirdiği doğrudur, fakat öte yanda, kendi araçlarıyla daha yüce bir dünya görüşüne yükselmeyi istememişti. Kısa bir süre önce, bir bilim insanı olan Raoul Francé, daha yüce bir dünya görüşü için bilimsel sonuçların yetersizliğini kapsamlı bir biçimde ortaya koydu. Bu, bir başka fırsatta yeniden başvurmak isteyebileceğimiz bir çalışmadır.
Maddi fenomenlerin sorgulanmasına dayanan manevi bilimlerin kurulması girişiminin olanaksızlığını gösteren olgular günümüzde giderek artmakta. Bilim; hipnotizma, telkin, uyurgezerlik gibi psişik yaşama dair bazı “anormal” fenomenleri incelemek zorunda kalmıştı. Bu fenomenlerin ışığında, maddeci bir görüşün gerçekten düşünen bir insan için tamamen yetersiz olduğu ortaya çıktı. Karşılaşılan olgular yeni değildi. Bunlar zaten daha erken dönemlerde ve 19. yüzyılın başına dek incelenen fenomenlerdi. Fakat bunlar maddeci akım döneminde sadece uygunsuz oldukları için bir kenara bırakılmıştı.
Buna bir başka şey daha eklenmişti. Bilim insanlarının hayvan türlerinin ve dolayısıyla insanın kökeni ile ilgili açıklamalarında bile nasıl zayıf bir temele dayandıkları giderek daha fazla açığa çıkıyordu. Bir süre için, “adaptasyon” ve “hayatta kalma mücadelesi” gibi fikirler, türlerin kökeninin açıklanmasında belirli bir ilgi uyandırmıştı. Ancak insan, bunların peşinden gitmenin hayallerle uğraşmak olduğunu öğrenmişti. Weissmann’ın liderliğinde bir okul kurulmuştu ki, bu, bir organizmanın çevreye uyum sayesinde elde ettiği özelliklerin kalıtım yoluyla aktarılabileceğini ve bu şekilde organizmaların dönüşümünün gerçekleşebileceğini yadsımıştı. Dolayısıyla her şey “hayatta kalma mücadelesi’’ne atfedildi ve “doğal seçmenin gücü”nden söz edildi. Bu görüşe tamamıyla zıt bir görüş ise, tartışmasız olgulara dayanarak, “hayatta kalma mücadelesi”nin, mevcut olmadığı vakalarda bile gündeme getirildiğini ortaya koyan kişiler tarafından sunulmuştu. Hiçbir şeyin bununla açıklanamayacağını göstermek istemişler, “doğal seçmenin güçsüzlüğü”nü ifade etmişlerdi. Ayrıca, son yıllarda de Vries, bir ömürden diğerine değişikliklerin sıçramalar sayesinde, yani mutasyonla meydana gelebileceğini deneysel olarak gösterebilmiştir. Bu sayede, Darwinciler tarafından, hayvan ve bitki formlarının sadece kademeli olarak değiştiğine duyulan inanç sarsılmıştı. Bu kişilerin on yıllar boyunca üzerine abideler diktiği zemin, ayaklarının altından öylece kayıp gitmekteydi. Hatta bundan daha önce, düşünen bilim insanları bu temeli terk etmek zorunda olduklarını anlamışlardı. Genç yaşta ölen, W. H. Rolph, 1884’te, Biologische Probleme, zııgleich als Versuch zur Entwicklung einer rationellen Ethik (Rasyonel Etiğin Gelişimine Yönelik Bir Teşebbüs ile Biyolojiye dair Sorunlar) adlı eserinde şöyle diyordu: “Sadece doymak bilmezliğin ortaya konuluşu sayesinde, Darwin’in yaşam için mücadele ilkesi kabul edilebilir olur. Çünkü sadece bu bağlamda, bir yaratığın, statükoyu korumak için ihtiyacı olandan daha fazlasını elde ettiği, bunun için fırsatın verildiği yerde aşırı büyüdüğü olgusu için bir açıklama sağlayabiliriz… Darwinciler’e göre, bir yaratığın hayatını idame ettirişinin tehdit edilmediği yerde hayatta kalma mücadelesi yoktur, oysa benim için mücadele her yerde ve her an hazırdır. Yaşam başlı başına bir mücadeledir, hayatta kalma için bir mücadele olmayıp, yaşamın çoğalması için bir mücadeledir.”
Bu olguların ışığında, sağduyulu kişilerin kendilerine şunu itiraf etmeleri gerekir: “Düşüncenin maddeci evreni bir dünya telakkisinin oluşturulması için uygun değildir. Eğer kendimizi bu yaklaşıma dayandırırsak, zihinsel ve manevi fenomenler hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz.” Bugün, zaten çok sayıda bilim insanı, oldukça farklı fikirlere dayalı olarak kendileri için bir dünya görüşü kurmaya çalışmaktadır. Sadece, botanikçi Reineke’nin, Die Welt als Tat (Eylem Bağlamında Dünya) adlı eserinin anımsanması yeterlidir. Buna karşın, bu tür bilim insanlarının, saf maddeci fikirler arasında özgün bir biçimde yetişmedikleri ortaya çıkmaktadır. Yeni idealist bakış açılarının ifade ettikleri yetersizdir, kendilerini bir süre için tatmin edebilir, fakat dünyanın bilinmeyenlerini daha derinden incelemek isteyenler için bu geçerli değildir. Böyle bilim insanları, zihnin ve ruhun[1 - İngilizce çeviride ‘soul’ olarak geçen bu sözcüğü, tasavvufta ‘can’ olarak geçen kavram dile getirse de, büyük harfle yazılan ‘Ruh’ şeklinde ifade edilen ‘Öz’e kıyasla Yukarı’ya değil de aşağıya yönelik bir tavır alması bakımından, küçük harfli ‘ruh’ sözcüğüyle karşılamayı daha uygun bulduk. (ç.n.)] gerçek bir tefekküründen doğan yöntemlere yaklaşmayı başaramaz. Mistisizme ya da “gnosis” ya da “teozofi”ye karşı en büyük korkuyu beslerler. Bu örnek açıkça, yukarıda söz edilen Verworn’un eserinde şöyle ortaya çıkar: “Bilimde bir ekşime olmuştur. Herkese açık ve şeffaf görünen şeyler, bugün gölgelenmiştir. Uzun süre sınanmış simgeler ve fikirler (ki bunlarla kısa bir süre öncesine kadar herkes her adımında tereddütsüz işlem görmüş ve çalışmıştır) sallanmaya başlamış ve onlara kuşkuyla bakılır olmuştur. Temel telakkiler, örneğin madde ile ilgili olanlar sarsılmış görünüyor ve en sağlam zemin bile bilim insanının ayağı altından kaymaya başlamaktadır. Bazı sorunlar, tek başına, tıpkı bir kaya sağlamlığında ayakta durmaktadır; bunlar şimdiye dek bilimin tüm girişimlerinin, tüm çabalarının çözmekte etkisiz kaldığı sorunlardır. Bu bilginin ışığında umutsuzluğa düşen kişi, boyun eğercesine kendini mistisizmin kollarına atar, ki bu her zaman, çaresiz entelektüel başka hiçbir çıkış yolu bulamadığında, son sığınak olmuştur. Duyarlı insan ise daha ileriye gidebileceği yeni temeller yaratmak için yeni simgeler ve girişimler arar.” Günümüzün bilimsel düşünürünün, telakkileştirme alışkanlığından ötürü “mistisizm” hakkında entelektüel karmaşa ve belirsizlik çağrıştırması dışında, başka bir şey düşünecek bir konumda olmadığı görülebilir. Böyle bir düşünür, ruhun yaşamına ilişkin hangi telakkilere ulaşmaz ki! Yukarıda sözü edilen eserin sonunda şunu okuyoruz: “Tarihöncesi insan, ölüm sırasında beden ve ruhun ayrılması fikrini oluşturdu. Ruh kendini bedenden ayırdı ve bağımsız olarak varlığını sürdürdü. Rahatlık bulamadı ve gömme törenleri yoluyla önüne set çekilmediği takdirde bir hayalet olarak geri döndü. İnsanlar korku ve hurafe yüzünden dehşete düşmüşlerdi. Bu düşüncelerin izleri zamanımıza kadar ulaştı. Ölüm korkusu, yani ölümden sonra ne olacağına ilişkin korku günümüzde çok yaygındır. Psikomonizmin bakış açısından tüm bunlar nasıl da farklı görünüyor! Kişinin psişik deneyimleri sadece belirli düzenli bağlantılar var olduğunda meydana geldiği için, bu bağlantılar herhangi bir biçimde kesintiye uğradığında sona erer, tıpkı bir gün içinde sayısız kez meydana geldiği gibi. Ölüm sırasında bedendeki değişikliklerle birlikte, bu bağlantılar tamamen durur. Dolayısıyla, bireyden geriye hiçbir duyu ve telakki, hiçbir düşünce ve duygu kalmaz. Bireysel ruh ölmüştür. Fakat duyumlar, düşünceler ve hisler yaşamaya devam eder. Bunlar ölen bireyin ötesinde başka bireylerde, aynı koşulsal düzenlerin var olduğu her yerde yaşamaya devam eder. Bunlar bireyden bireye, kuşaktan kuşağa, insanlardan insanlara aktarılır. Bunlar ruhun ebedi dokuma tezgâhında örgü örer. Bunlar insan Ruhu’nun tarihini işler. Böylece hepimiz ölümden sonra, manevi gelişimin birbiriyle bağlantılı büyük zinciri içindeki halkalar olarak yaşamımızı sürdürürüz.” Fakat bu, bir dalganın kendisi kaybolurken, neden olduğu dalganın başkalarında sürmesinden daha farklı bir şey midir? Kişi, sadece birinin etkisinde var olmayı sürdürdüğünde, gerçekten ayakta kalmış olur mu? İnsan tüm fenomenlerle hatta fiziksel yapıda olanlarla bile bu tür bir ortaklık şeklinde ayakta kalmayı paylaşmaz mı? Maddeci dünya görüşünün kendi temellerini çürütmek zorunda olduğunu görebilirsiniz. Fakat henüz yenilerini ortaya koyamaz. Sadece, mistisizm, teozofi ve gnosis’e ilişkin doğru bir anlayış bunun yapılmasına olanak sağlayacaktır. Kimyager Osterwald birkaç yıl önce Luebeck’de- ki Bilim İnsanları Kongresi’nde, “materyalizmin aşılmasından” söz etmişti- doğa felsefesini ele alan yeni bir süreli yayın başlattı. Bilim daha yüce bir dünya görüşünün meyvelerini almaya hazırdır. Bütün dirençler sonuçsuz kalacaktır; özlem dolu insan ruhunun gereksinimlerini göz önüne almak zorunda kalacaktır.
Giriş
Akaşa Kayıtları’ndan
İnsan olağan tarih aracılığıyla, insanlığın tarihöncesinde deneyimle- diklerinin ancak ufak bir kısmını öğrenebilir. Tarihsel belgeler sadece birkaç binyıla ışık tutar. Arkeoloji, paleontoloji ve jeolojinin bize öğretebilecekleri son derece sınırlıdır. Ayrıca, dışsal kanıta dayalı her şey güvenilmezdir. Kişinin sadece, bizden fazla uzak olmayan bir olay ya da topluluğun imgesinin, yeni tarihsel kanıtlar keşfedildiğinde nasıl değiştiğini göz önüne alması yeterlidir. Kişi sadece farklı tarihçiler tarafından aynı şeyin betimlemelerini kıyaslasa bile kısa sürede, bu konularda nasıl belirsiz zeminlerde gezdiğini anlayacaktır. Dışsal duyular dünyasına ait olan her şey zamana tâbidir. Buna ek olarak zaman, zamanda başlamış olanı yıkar. Öte yandan, dışsal tarih zamanda korunmuş olana bağlıdır. Hiç kimse, dışsal kanıtla tatmin olunduğu takdirde, esasın korunmuş olduğunu söyleyemez.
Zamanda var olan her şeyin kökeni ebedi olandadır. Fakat ebedi olan duyusal algıya açık değildir. Buna karşın, ebedi olanın algılanma yöntemleri insanın önünde açıktır. Kendisinde uyuyan güçleri geliştirebilir, öyle ki ebedi olanı tanıyabilir. Lucifer Gnosis dergisinde yayımlanan, Wie erlangt man Erkenntnisse der hoheren Welten? (İnsan Yüksek Dünyaların Bilgisine Nasıl Ulaşır?) başlıklı denemelerde bu gelişmeden söz edilmiştir. Söz konusu denemeler, aynı zamanda, insanın, kendi kavrayış gücünün yüksek bir düzeyinde zaman ile yok olan şeylerin ebedi kökenlerine nüfuz edebileceğini de gösterecektir. İnsan, geçmişin bilgisi söz konusu olduğunda, artık dışsal kanıtla sınırlı olmadığı takdirde, bu yolla kavrayış gücünü genişletir. Bunun üzerine, olaylarda duyularla algılanamayanı, zamanın yıkamadığı o kısmı görebilir. Geçiciden, geçici olmayan tarihe nüfuz eder. Bu tarihin, sıradan tarihe göre farklı yazı tipleriyle yazıldığı doğrudur. Bu, gnosis ve teozofıde “Akaşa Kayıtları” olarak anılır. Kendi dilimizde bu kayıtların ancak belli belirsiz bir tasarısı verilebilir. Çünkü bizim dilimiz duyular dünyasına tekabül eder. Kendi dilimizde betimlenen hemen her şey, duyular dünyasının niteliğini alır. Kendi deneyimi aracılığıyla, ayrı olan manevi bir dünyanın gerçekliğine dair kendisini henüz ikna edemeyen, “inisiye[2 - Ezoterik (batıni, içsel) öğretilerde kişinin belli aşamalardan geçerek gizli bilgiyi üstaddan alması. (ç.n.)] olamamış” bir kişi için inisiye, kolaylıkla hayalperest biri olarak görülebilir.
Spiritüel dünyada algılama yeteneğini kazanan kimse, geçmiş olayları kendi ebedi nitelikleri içinde bilir. Bunlar onun önünde tarihin ölü bir kanıtı olarak durmayıp, bütünüyle canlı bir biçimde ortaya çıkarlar. Bir anlamda, olmuş olan şey onun önünde cereyan eder.
Bu tür canlı bir belgenin okunması konusunda yetiştirilenler, dışsal tarih tarafından temsil edilene kıyasla çok daha uzak bir geçmişe dönüp bakabilirler; doğrudan spiritüel algı temelinde, tarihin açıkladığı şeyleri çok daha güvenilir biçimde tanımlayabilirler. Olası yanlış anlamalardan kaçınmak için, spiritüel algının yanılmaz olmadığını söylemek gerekir. Bu algıda hata yapabilir, doğru olmayan, dolaylı, hatta yanlış bir biçimde görebilir. Bu alanda hiç kimse, her ne kadar yücelmiş olsa da, hata yapmaktan muaf değildir. Dolayısıyla, bu tür spiritüel kaynaklardan yayılan bilgiler tutarlı olmazsa, buna itiraz edilmemelidir. Fakat gözlemin güvenilirliği, burada, dışsal duyular dünyasında olduğundan çok daha fazladır. Çeşitli inisiyeler, tarih ve tarihöncesi hakkında anlattıkları şeylerde, temelde fikir birliğinde olacaklardır. Bu hususta binyıllar içerisinde varılan fikir birliği öylesine tamdır ki, tek bir yüzyılda bile dışsal tarihçiler arasında var olan uzlaşma bununla kıyaslanamaz. İnisiyeler esas olarak, bütün zamanlarda ve bütün yerlerde özde aynı şeyleri betimlerler.
Bu sunuşun ardından, Akaşa Kayıtları’ndan birkaç bölüm verilecektir. İlkinde, Amerika ve Avrupa kıtaları arasında Atlantis denilen kıtanın hâlâ var olduğu dönemde meydana gelen olaylar tanımlanacaktır. Dünya yüzeyinin bu kısmı bir zamanlar kara parçasıydı. Bugün ise Atlas Okyanusu’nun zeminini oluşturur. Platon, bu topraklardan geriye en son kalan, Avrupa ve Afrika’nın batı tarafındaki Poseidon Adası’ndan söz eder. W. Scott-Elliot tarafından yazılan The Story of Atlantis and Lost Lemuria’da (Atlantis ve Yitik Lemurya’nın Öyküsü) okuyucu, Atlas Okyanusu’nun zemininin bir zamanlar bir kıta olduğunu, bunun yaklaşık bir milyon yıl boyunca bizim modern uygarlıklarımızdan kesinlikle çok daha farklı bir uygarlığa sahne olduğunu ve bu kıtadan geriye kalanların[3 - Atlantis’ten geriye kalan en son adalar, Piri Reis Haritası’nda net bir şekilde görülmektedir. (ç.n.)] da İÖ 10. binde battığı olgusunu bulacaktır. Bu kitabımızda, Scott-Elliott tarafından açıklananlara ek olacak bilgilerin verilmesi amaçlanıyor. Kendisi daha çok dışsal çevreyi, Atlantisli atalarımız arasındaki dış olayları betimlerken, buradaki amaç, bunların manevi yapıları ve yaşadıkları koşulların içsel niteliği ile ilgili bazı ayrıntılar vermektir. Dolayısıyla okuyucu, neredeyse üzerinden 10 bin yıl geçen ve binlerce yıl süren bir döneme hayalinde geri gitmelidir. Fakat burada açıklananlar, sadece bugün Atlas Okyanusu’nun suları ile kaplı kıtada değil, günümüz Asya, Afrika, Avrupa ve Amerikası’nın çeşitli bölgelerinde de meydana geldi.
Bugün hâlâ, burada verilen bilginin kaynakları hakkında sessizliğimi korumak zorundayım. Bu tür kaynaklar hakkında bir şeyler bilen bir kişi, bunun niçin böyle olması gerektiğini anlayacaktır. Fakat çok yakın bir zamanda bu sessizliğin bozulmasını olanaklı kılacak olaylar meydana gelebilir. Teozofi hareketinde gizlenen bilginin ne kadarının kademe kademe aktarılabileceği, tamamen kendi çağdaşlarımızın tutumuna bağlıdır.
1
Atlantisli Atalarımız
Bizim Atlantisli atalarımız, bilgisi tamamen duyular dünyası ile sınırlı olan günümüz insanının hayal edebileceğinden çok daha farklıydı. Bu fark sadece dış görünümü değil, spiritüel yetenekleri de kapsıyordu. Bunların bilgisi, teknik becerileri ve gerçekten de tüm uygarlığı, bugün gözlemlenebilenden farklıydı. Atlantis insanlarının ilk dönemlerine geri gittiğimizde, kendimizinkinden oldukça farklı zihinsel bir kapasite buluruz. Mantıksal akıl, matematiksel işlem gücü -ki bugün üretilen her şey buna dayanır- ilk Atlantis insanları arasında kesinlikle mevcut değildi. Öte yandan, onlar oldukça gelişmiş bir hafızaya sahiptiler. Bu hafıza onların en önemli zihinsel yeteneklerinden biriydi. Örneğin Atlantisliler, bizim gibi bazı kuralları öğrenip de bunları uygulamak suretiyle hesap yapmıyorlardı. Atlantis dönemlerinde “çarpım tablosu” hiç bilinmeyen bir şeydi. Hiç kimse, üç kere dördün on iki ettiğini zihninde tutmuyordu. Bu tür bir hesaplamayı yapmaları gerektiğinde bunun üstesinden gelebiliyorlardı, çünkü aynı ya da benzer durumları hatırlıyorlardı. Bunun daha önceki olaylarda nasıl olduğunu anımsıyorlardı. İnsan sadece bir organizmada yeni bir yetenek geliştiğinde, eski bir yeteneğin gücünü ve keskinliğini yitirdiğini anlamalıdır. Günümüz insanı Atlantis insanından mantıksal akıl yürütme, sentez yapma konusunda üstündür. Öte yandan hafızası gerilemiştir. Günümüzde insan telakkilerle düşünür; Atlantisliler imgelerle düşünüyorlardı. Bir imge, vizyon halinde belirdiğinde, daha önce zaten deneyimlemiş oldukları benzer imgeleri anımsıyorlardı. Değerlendirmelerini buna göre yönlendiriyorlardı. Bu nedenle o dönemdeki tüm öğretiler, daha sonra olagelenden farklıydı. Çocuğun aklını keskinleştirmek için onun kurallarla donatılması öngörülmüyordu. Bunun yerine yaşam kendisine, daha sonra özel koşullar altında hareket etmesi gerektiğinde olabildiğince anımsayabilmesi için, canlı imgelerle sunulmuştu. Çocuk büyüdüğünde ve hayata atıldığında, yapması gereken her şey için, eğitimi süresince kendisine sunulan benzer bir şeyi anımsayabiliyordu. Karşılaştığı yeni durum daha önce gördüğüne benzer olduğunda, en iyi biçimde bunu çözebiliyordu. Tamamen yeni koşullar söz konusu olduğunda ise Atlantisliler deneyime dayanmak zorundaydı, ki bu açıdan modern insan kurallarla donanmış olduğu için, çok daha korunaklı bir konuma sahiptir. Kendisi için yeni olan bu tür durumlarda bunları kolaylıkla uygulayabilir. Atlantislilerin eğitim sistemi, tüm yaşama tekbiçimlilik kazandırıyordu. Uzun dönemler boyunca olaylar tekrar ve tekrar aynı biçimde yürütülüyordu. Sadık hafıza, günümüz hızlı gelişimine uzaktan bile benzeyen herhangi bir şeyin gelişimine izin vermiyordu. İnsan her zaman daha önce “gördüğünü” yapıyordu. İnsan yaratmıyordu; insan anımsıyordu. Çok şey öğrenmiş olan değil de, daha çok şey deneyimlemiş ve dolayısıyla çok fazla anımsayabilen kişiler yetki sahibi oluyordu. Atlantis döneminde, birisinin önemli bir konuda belirli bir yaşa ulaşmadan önce karar vermesi mümkün değildi. İnsanlar sadece uzun süreli deneyimleri anımsayabilenlere güven duyarlardı.
Burada söylenenler, inisiyeler ve onların mister okulları için geçerli değildi. Çünkü inisiyeler kendi dönemlerinin gelişim düzeylerinin ilerisindedirler. Bu tür mister okullarına kabul edilmek için en önemli unsur, kişinin yaşı değil, daha önceki “enkarnasyon”larında yüksek bilgeliği almak için gerekli yetileri kazanıp kazanmadığıdır. Atlantis döneminde inisiyeler ve bunların temsilcilerine duyulan güven, bunların kişisel deneyimlerinin zenginliğine değil, kendi bilgeliklerinin ne kadar eski olduğuna dayanıyordu. İnisiye söz konusu olduğunda, kişilik önemli olmaktan çıkar. Kendisi tamamen ebedi bilgeliğin hizmetindedir. Dolayısıyla belirli bir döneme özgü nitelikler kendisine uygulanmaz.
Atlantisliler arasında (özellikle de ilk dönemlerde), mantıksal düşünme gücü mevcut değilken, oldukça gelişmiş hafızalarında, yaptıkları her şeye özel bir nitelik kazandıran bir şeye sahiptiler. Fakat bir insan gücünün doğasıyla diğerleri her zaman bağlantılıdır. Hafıza, mantığa kıyasla insanın derindeki doğal özüne daha yakındır ve bununla bağlantılı olarak başka güçler gelişmişti ki, bunlar çağdaş insanın güçlerine kıyasla insandan daha alt düzeydeki doğa varlıklarına daha yakındı. Böylece Atlantisliler yaşam gücü olarak adlandırılan şeyi kontrol edebiliyorlardı. Tıpkı günümüzde insanların kömürden ısı enerjisi elde edip bunu bizim taşıma araçlarımız için itme gücüne dönüştürmesi gibi, Atlantisliler de organizmaların öz enerjisini kendi teknolojilerinin yararına nasıl kullanacaklarını biliyorlardı.
Aşağıda sunulandan hareketle bu konuda bir fikir oluşturulabilir: Bir tohum tanesinin çekirdeğinin içini düşünün. Bunun içinde, uyuyan bir enerji yatar. Bu enerji, sapın, çekirdeğin içinden fışkırmasına neden olur. Doğa tohumun içinde yatan bu enerjiyi uyandırabilir. Modern insan bunu kendi iradesiyle yapamaz. Tohumu toprağa ekmeli ve uyanmayı doğanın güçlerine bırakmalıdır.
Atlantisliler bir başka şeyi daha yapıyorlardı. Bir tohum yığınında -ki enerjinin teknik güce nasıl dönüştürüleceğini biliyorlardı- tıpkı modern insanın bir kömür yığınındaki ısı enerjisini bu tür bir güce dönüştürebilmesinde olduğu gibi. Atlantis döneminde bitkiler, sadece besin maddesi olarak yararlanılmak üzere değil, bunların içinde yatan enerjinin ticaret ve sanayinin hizmetine sunulması için de yetiştiriliyordu. Tıpkı bizim kömürde saklı olan enerjiyi lokomotiflerdeki hareket enerjisine dönüştürmek için mekanizmalara sahip olmamız gibi, Atlantisliler de içinde bitki tohumlarını yaktıkları ve içinde yaşam gücünün teknik olarak kullanılabilir güce dönüştüğü mekanizmalara sahiptiler. Atlantislilerin yerden kısa bir yükseklikte uçan taşıma araçları, Atlantis döneminin dağ zincirlerinin yüksekliğinden daha düşük bir yükseklikte yol alıyordu. Direksiyon mekanizmalarına sahiptiler ve bunların yardımıyla da bu dağ zincirlerinin üzerine çıkabiliyorlardı.
Zamanın geçmesiyle birlikte dünyamızdaki bütün koşulların fazlasıyla değiştiğini kavramak zorundayız. Bugün, Atlantislilerin yukarıda sözü edilen araçları tamamen kullanışsız olacaktı. Onların kullanılması, yeryüzünü çevreleyen hava katmanının şimdikine göre çok daha yoğun olmasına bağlıydı. Şimdiki bilimsel inançlarla, insanın havadaki bu tür bir yoğunluğu kolaylıkla hayal edip edemeyeceği ise bizi burada ilgilendirmemelidir. Bizatihi doğaları nedeniyle, bilim ve mantıksal düşünce hiçbir zaman neyin mümkün olduğuna ya da olmadığına kesinlikle karar veremez. Bunların tek işlevi, deneyim ve gözlem ile ortaya çıkanı açıklamaktır. Yukarıda sözü edilen hava yoğunluğu, okült deneyim açısından, günümüzde duyular tarafından algılanan herhangi bir olgunun olabileceği kadar kuşkuya yer bırakmaz.
Fakat eşit derecede, hatta belki daha fazla kesin olan bir diğer olgu da, o dönemde bütün dünya üzerindeki suyun günümüze kıyasla çok daha ince olduğudur. Bu incelikten ötürü su, Atlantisliler tarafından kullanılan öz enerjisi sayesinde teknik kullanımlara yönlendirilebiliyordu ki, günümüzde bu olanaksızdır. Suyun artan yoğunluğunun sonucunda, suyu hareket ettirmek ve yönlendirmek olanaksız duruma geldi, ki bundan da Atlantis dönemi uygarlığının bizimkinden radikal biçimde farklı olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
Ayrıca, bir Atlantislinin fiziksel yapısının çağdaş bir insanınkinden oldukça farklı olduğu da aşikârdır. Bir Atlantisli kendi bedeninde doğuştan var olan yaşam gücünün kullanabileceği suyu, bugünün fiziksel bedeninde mümkün olandan oldukça farklı bir biçimde içine alıyordu. Bir Atlantislinin kendi fiziksel gücünü bilinçli olarak, bugünün insanından tamamen farklı bir biçimde kullanabilmesi işte buna dayanıyordu. Bünyesindeki fiziksel güçleri, yapmakta olduğu iş için gereksindiği takdirde arttırma olanaklarına sahipti. Atlantislilerle ilgili doğru bir görüşe sahip olmak için, bunların yorgunluk ve gücün tükenmesi ile ilgili telakkilerinin günümüz insanınkine göre oldukça farklı olduğu bilinmelidir.
Bir Atlantis yerleşim birimi, betimlemekte olduğumuz her şeyden anlaşılacağı gibi, çağdaş bir kente kesinlikle benzemeyen bir nitelikteydi. Bu tür bir birimde, tam tersine, her şey hâlâ doğa ile uyum içindeydi. İlk Atlantis dönemlerinde -yaklaşık üçüncü alt-soyun ortalarına doğru-bir yerleşim birimi içindeki evlerin ustaca iç içe örülmüş dallarıyla, ağaçlardan yapılan bir bahçeye benzetilebilir. O dönemde, insanın el işçiliği doğadan hareketle gelişiyordu. Ve insan kendisini tamamen doğa ile ilişki içinde hissediyordu. Dolayısıyla, toplumsallık anlayışı da bugünküne göre oldukça farklıydı. Sonuçta, doğa bütün insanlar için ortaktır. Atlantisliler doğayı temel alarak kurdukları şeyleri, tıpkı günümüz insanının kendi ustalığının, kendi zekâsının kendisi için yaratmış olduğu şeyleri kendi özel mülkiyeti olarak değerlendirmesinin sadece doğal olduğunu düşünmesi gibi, ortak mülkiyet sayıyorlardı.
Atlantislilerin yukarıda tanımlandığı gibi manevi ve fiziksel güçlerle donanmış oldukları fikrine aşina bir kişi, daha da erken dönemlerde insanın görüntüsünün bugün görmeye alışık olduğu şeyi ancak birkaç özellikte anımsattığı noktasını da anlayacaktır. Sadece insanlar değil, doğal çevre de zaman içinde çok büyük ölçüde değişmiştir. Bitki ve hayvan türleri farklılaşmıştır. Doğası yeryüzüne ait olan her şey, değişime tâbidir. Dünyanın bir zamanlar yerleşik olan bölgeleri yıkıldı; diğerleri ortaya çıktı.
Atlantislilerin ataları, başlıca kısmı günümüz Asya’sının güneyinde yer alan ve artık kaybolan bir bölgede yaşadılar. Teozofı yazılarında bunlar Lemuryalılar olarak anılır. Çeşitli gelişme aşamalarından geçtikten sonra, bunların büyük bir kısmı dejenere oldu. Bunlar da bodur insanlara dönüştü ki, bunların soyundan gelenler hâlâ dünyanın bazı kısımlarında yaşarlar ve vahşi kabileler olarak anılırlar. Lemurya halkının ancak küçük bir bölümü gelişmesini daha ileriye götürebildi. Bu kesimden Atlantisliler ortaya çıktı.
Daha sonra, yeniden benzer bir durum meydana geldi. Atlantis halkının büyük bir kısmı dejenere oldu ve bunların ufak bir kesiminin soyundan gelenler de Ariler denilen soy olup, günümüzdeki uygar insanlığı kapsarlar. Manevi bilimlerin terminolojisine göre, Lemuryalılar, Atlantisliler ve Ariler insanlığın kök-soyları’dır. Bu tür iki kök-soyun Lemuryalılar’dan önce geldiği ve gelecekte Arileri diğer ikisinin izleyeceğini gözünüzde canlandırdığınız takdirde, elde edilecek sayı toplam yedidir. Lemuryalılar, Atlantisliler ve Ariler için yukarıda belirtildiği şekilde her zaman, biri diğerinden ortaya çıkar. Her kök-soy, öncekilerden oldukça farklı fiziksel ve zihinsel özelliklere sahiptir. Örneğin, Atlantisliler özellikle hafızayı ve bununla bağlantılı her şeyi geliştirirken, düşünce yetisini ve buna ait her şeyi geliştirmek de içinde bulunduğumuz dönemde Arilerin görevidir.
Her kök-soyda ayrıca çeşitli aşamalardan geçilir. Bunların sayısı her zaman yedidir. Bir kök-soyu ile özdeşleşmiş bir dönemin başında, bunun başlıca özellikleri genç bir halde bulunur; yavaş yavaş olgunluğa ulaşır ve nihayet bir dejenerasyona girer. Bir kök-soyun halkı, böylece yedi alt-soya bölünür. Fakat bir alt-soyun, bir yenisi geliştiğinde hemen yok olduğu düşünülmemelidir. Bunlardan her biri kendi varlığını, diğerleri gelişirken uzun bir süre koruyabilir. Dolayısıyla yeryüzünde yan yana yaşayan, ama farklı gelişme aşamaları gösteren topluluklar her zaman var olmuştur.
Atlantislilerin ilk alt-soyu, Lemuryalıların yüksek bir evrimsel potansiyele sahip olan son derece gelişmiş bir kesiminden ortaya çıkmıştı. Hafıza yetisi Lemuryalılar arasında sadece ilkel biçimde ve kendi gelişim süreçlerinin son döneminde ortaya çıkmıştı. Bir Lemuryalının, deneyimlediği şeye ilişkin fikirler oluşturma yetisine sahipken, bu fikirleri koruyamadığı düşünülmelidir. Kendi kendisine yansıttığını hemen unutuyordu. Buna karşın, belirli bir uygarlıkta yaşıyordu ve örneğin araç gereçleri, inşa edilmiş binaları vs. vardı – bunu kendi düşünce güçlerine değil de kendisinde yatan zihinsel bir güce borçluydu ki bu da içgüdüseldi-. Fakat insan bunun günümüzün hayvani içgüdülerine benzediğini düşünmemelidir, bu çok daha farklı bir türdeydi.
Teozofi metinleri Atlantislilerin ilk alt-soyunu Rmoahallar olarak adlandırır. Bu soyun hafızası özellikle canlı duyu izlenimlerine yönelmişti. Gözün gördüğü renkler, kulağın işittiği sesler ruhta bundan sonra da uzun süreli etkili oluyordu. Bu, Rmoahalların kendi Lemuryalı atalarının henüz bilmediği duyguları geliştirdikleri olgusuna dayanıyordu. Örneğin, geçmişte deneyimlenen şeylere bağlanmak, bu duyguların bir kısmını oluşturuyordu.
Hafızanın gelişmesi ise dilin gelişmesi ile bağlantılıydı. İnsan geçmişte olanı koruyamadığı sürece deneyimlenmiş olana dair bir iletişim de dil aracılığıyla gerçekleşemezdi. Son Lemurya döneminin, hafızanın başlangıcının ilk ortaya çıktığı dönem olduğunu düşünürsek, görülen ve işitilen şeyleri adlandırma yetisinin başladığını varsayabiliriz. Bir şeye verilen adı, sadece anımsama yeteneğine sahip olan insanlar kullanabilir. Dolayısıyla, Atlantis dönemi, dil gelişiminin ortaya çıktığı bir dönemdi. Dil ile birlikte, insan ruhu ile insanın dışındaki şeyler arasında bir bağ kurulmuştu. Kendileri içinde bir söz-sözcük meydana getirmişlerdi ve bu söz-sözcük de dış dünyanın nesnelerine aitti. Aynı zamanda, insanlar arasında, dil aracılığıyla iletişim kurmak sayesinde yeni bir bağ da kurulmuştu. Tüm bunların Rmoahallar arasında hâlâ başlangıç aşamasında var olduğu doğrudur, fakat bu da Lemuryalı atalarından önemli ölçüde ayrılmalarına neden olmuştu.
Bu ilk Atlantislilerin ruh gücü hâlâ doğadaki güçlerden bir şeyler taşıyordu. Bu insanlar kendilerinden sonra gelenlere kıyasla, kendilerini çevreleyen doğadaki varlıklarla çok daha yakın ilişki içindeydiler. Bunların ruh güçleri, modern insanınkine kıyasla doğadaki güçlerle çok daha fazla bağlantılıydı. Böylece ürettikleri söz-sözcük, doğadaki güçten bir şeyler taşıyordu. Sadece nesneleri adlandırmakla kalmıyorlardı. Onların sözcüklerinde hem nesnelere hem de diğer insanlara egemen olan bir güç yer alıyordu. Rmoahalların sözleri bir anlama sahip olmasının yanında bir güce de sahipti. Sözcüklerin sihirli gücü, günümüz insanına kıyasla o insanlar için çok daha geçeriydi. Bir Rmoahal insanı, bir sözcük ifade ettiğinde, bu sözcük, belirttiği nesneninkine benzer bir güç geliştirirdi. Bu nedenle sözcükler o dönemde sağaltıcı bir etkiye sahipti; bunlar bitkilerin büyümesini ilerletebilir, vahşi hayvanları evcilleştirebilir ve diğer benzer işlevleri yerine getirebilirdi. Tüm bunlar, Atlantislilerin son alt-soylarında giderek gücünü yitirdi. Başlangıçtaki gücün bütünlüğünün giderek kaybolduğu söylenebilir. Rmoahallar, güçteki bu bütünlüğün kuvvetli doğanın bir armağanı olduğunu hissetmişlerdi ve doğa ile ilişkileri de dinsel bir niteliğe sahipti. Kendileri için dil özellikle kutsal bir şeydi. Önemli bir güce sahip olan bazı seslerin hatalı kullanımı mümkün değildi. Herkes bu tür hatalı kullanımın kendisine büyük zarar vereceğini hissederdi. Bu durumda, bu tür sözcüklerin taşıdığı beyaz büyü, bunun tam zıddına dönüşürdü; doğru bir biçimde kullanıldığı takdirde lütuf getirecek olan, kötü bir biçimde kullanıldığı takdirde bunun sahibine yıkım getirirdi. Rmoahallar bir tür masumca duygular içinde, kendi güçlerini, kendilerinden çok, kendi içlerinde hareket eden kutsal doğaya atfediyorlardı.
Bu, ikinci alt-soy olan Tlavatli insanları arasında değişikliğe uğradı. Bu soyun insanları, kendi kişisel değerlerini hissetmeye başladılar. Rmoahallarca bilinmeyen bir nitelik olarak hırs, bunlar arasında kendini hissettirmeye başladı. Hafıza, bir bağlamda, topluluk yaşantısının ortaya çıkışına aktarılmıştı. Geriye doğru bazı eylemlere bakabilen kişi, birlikte yaşadığı diğer insanlardan bunun tanınmasını talep ediyordu. Kendi eserlerinin hafızalarda korunmasını talep ediyordu. Eylemlerin bu anısına dayanarak, bir arada yaşayan bir grup insan, birini lider olarak seçiyordu. Bir tür kraliyet sınıfı gelişmişti. Söz konusu kabullenme ölüm sonrasında bile korunuyordu. Bu sayede ataların ya da yaşamda erdem sahibi olan kişilerin anımsanması gelişti. Bundan hareketle bazı kabilelerde ölen kişi hakkında bir tür büyük dinsel saygınlık, yani atalar kültü ortaya çıktı. Bu inanç çok daha ileri dönemlere kadar sürdü ve çok farklı biçimlere büründü. Rmoahallar arasında bir insan, hâlâ belirli bir anda kendi güçleri aracılığıyla saygı uyandırabildiği derecede saygı görüyordu. Bunların arasında bir kişi, daha önceki günlerde yaptıklarına ilişkin bir tanınmayı arzu ettiği takdirde, yeni eylemleri sayesinde bu eski gücüne hâlâ sahip olduğunu göstermek zorundaydı. Yenileri sayesinde, eski eserlerini anılarda canlandırması gerekiyordu. Yapılan şey, kendi özdeğeri için saygı görmezdi. Sadece ikinci altsoydur ki, bir insanın kişisel özgünlüğüne, bu özgünlüğün değerlendirilmesinde kendi geçmiş yaşamını göz önüne alma noktasına varacak kadar önem verdi.
İnsanın toplumsal yaşamına yönelik olarak hafızanın bir başka sonucu da, ortak eylemlerin anımsanması sayesinde bir arada olmayı sürdüren insan gruplarının oluşmasıydı. Bundan önce, grupların oluşumu tamamen doğal güçlere, ortak soya bağlıydı. İnsan, kendi zihni aracılığıyla, doğanın oluşturduğuna hiçbir şey eklememişti. Şimdi ise güçlü bir kişilik, ortak bir teşebbüs için belirli sayıda insanı yanına alıyordu ve bu ortak eylemin anısı da sosyal bir grup oluşturuyordu.
Bu tür sosyal, toplumsal yaşam ancak üçüncü alt-soyu oluşturan Toltekler arasında tam anlamıyla gelişebildi. Dolayısıyla, ilk devleti kuranlar bu soyun insanlarıydı. Bu toplulukların liderliği, yönetimi, bir kuşaktan diğerine aktarılıyordu. Baba, daha önce sadece çağdaşlarının hafızasında varlığını sürdürmüş olanı şimdi oğluna teslim ediyordu. Ataların eylemleri, tüm gelecek soy çizgisi boyunca unutulmayacaktı. Ataların yaptıkları, kendi torunları tarafından saygı görüyordu. Fakat o dönemlerde, insanların kendi yeteneklerini kendilerinden gelen nesillere aktarma gücüne sahip oldukları bilinmelidir. Eğitim, sonuçta yaşamı canlı imgeler aracılığıyla biçimlendirmeyi amaçlıyordu. Bu eğitim etkinliğinin temeli, eğitimciden kaynaklanan kişisel güçte yatıyordu. Bu, içgüdüsel düşünce gücünü keskinleştirmiyordu, fakat daha çok içgüdüsel türden olan yetenekleri geliştiriyordu. Bu tür bir eğitim sistemi aracılığıyla, babanın yetileri genelde oğluna aktarılıyordu.
Bu tür koşullar altında, kişisel deneyim üçüncü alt-soy arasında giderek daha fazla önem kazandı. Bir grup insan diğerlerinden yeni bir topluluğun kurulması için ayrıldığında, eski gruptayken deneyimlediklerinin anılarını da beraberinde taşıyordu. Fakat aynı zamanda bu anımsamada, grubun kendisi için uygun bulmadığı bir şey de vardı ki, bu, grubu rahatsız ediyordu. Dolayısıyla, bu durumda grup yeni bir şey denedi. Böylece, bu yeni kuruluşların her biriyle birlikte koşullar iyileşti.
Daha iyi olanın taklit edilmesi sadece doğaldı. Bunlar, Teozofı literatüründe tanımlanan, üçüncü alt-soy döneminde yeşeren toplulukların gelişimini açıklayan olgulardır. Elde edilen kişisel deneyimler, manevi gelişimin ebedi yasalarına inisiye olanlardan destek görmüştü. Kuvvetli yöneticilerin kendileri de inisiye idiler, böylece kişisel yetenek tam bir destek bulabilirdi. Kendi kişisel yeteneği aracılığıyla insan kendini yavaş yavaş inisiyasyon için hazırlar. Sahip olduğu güçleri önce aşağıdan itibaren geliştirmelidir, öyle ki üstten gelen aydınlanma kendisine verilebilsin. Bu yolla Atlantislilerin inisiye kral ve liderleri ortaya çıktı. Ellerinde büyük bir güç barındırıyorlar ve büyük saygı görüyorlardı.
Fakat bu olguda, gerilemenin ve dejenerasyonun da nedeni yatıyordu. Hafızanın gelişimi belirli bir kişiliğin üstün bir güce ulaşmasına yol açtı. İnsan, kendi gücü aracılığıyla önemli olmak istedi. Gücün büyük olması ölçüsünde de bunu daha çok kendisi için kullanmayı arzuladı. Gelişmiş olan hırs, belirgin biçimde bencilliğe dönüştü. Böylece bu güçlerin kötüye kullanımı ortaya çıktı. Atlantislilerin yaşam gücüne hâkimiyetlerinden doğan olanaklarını göz önüne aldığınızda, bu kötüye kullanımın kaçınılmaz bir biçimde büyük sonuçlara yol açtığını anlarsınız. Doğaya egemen olan devasa bir güç, kişisel egoizmin hizmetine verilebiliyordu.
Bu, tam anlamıyla, dördüncü alt-soy, yani ilksel Turaniler tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda belirtilen güçlerin egemenliği hususunda bilgili olan bu soyun üyeleri, bunları çoğunlukla kendi bencil arzularını ve isteklerini tatmin etmek için kullandılar. Fakat bu şekilde kullanıldığında, bu güçler karşılıklı etkileşimleri içinde birbirlerini yıkar. Bu, tıpkı, ayakları bir insanı inatla öne taşımayı isterken gövdesinin geriye gitmeyi istemesini andırır!
Bu tür yıkıcı bir etki, insanda ancak daha yüce bir yetinin gelişmesi sayesinde durdurulabilirdi. Bu da düşünce yetisiydi. Mantıklı düşünce, bencilce kişisel arzuların üzerinde sınırlayıcı bir etki yaratır. Mantıklı düşüncenin başlangıcı ise beşinci alt-soyun, yani İlksel Samiler arasında aranmalıdır. İnsanlar, geçmişin sadece anımsanmasının ötesine geçerek çeşitli deneyimleri karşılaştırmaya başladılar. Yargılama yeteneği gelişti. Arzular ve hazlar bu yargılama yetisi uyarınca düzenleniyordu. İnsan hesaplamaya, sentezlemeye başlamıştı. İnsan düşüncelerle çalışmayı öğrenmişti. Eğer bundan önce insan kendini her türlü isteğe teslim etmişse, şimdi düşüncenin bu isteği onaylayıp onaylamayacağını soruyordu. Dördüncü alt-soyun insanları kendi hazlarının tatminine doğru vahşice koşarken, beşincinin insanları içsel bir sese kulak vermeye başlamışlardı. Bu içsel ses, bencil bir kişiliğin taleplerini her ne kadar ortadan kaldıramasa da, hazları denetliyordu.
Böylece beşinci alt-soy, eyleme yönelik güdüleri insanın içine aktardı. İnsan, ne yapması gerektiğine ve ne yapmaması gerektiğine dair kendi içinde sonuca ulaşmayı ister. Fakat içte, düşünme yetisi bağlamında bu şekilde kazanılmış olan, dışsal doğal güçlerin denetimi bağlamında kaybedilmişti. Yukarıda belirtilen bu birleştirici düşünce sayesinde kişi yaşam gücüne değil, ancak mineraller dünyasının güçlerine egemen olabilir. Dolayısıyla beşinci altsoy, yaşam gücünün denetiminin kaybı pahasına düşünceyi geliştirdi. Ancak bu sayede, insanlığın ileriki gelişiminin tohumunu ortaya çıkardı. Yeni kişilikte, kendinden hoşlanma, hatta tam bir bencillik özgürce gelişebilirdi; çünkü tamamen içte işleyen ve doğaya doğrudan emirler veremeyen düşünce tipi bundan önce kötüye kullanılan güçler kadar yıkıcı etkiler yaratmaya yetkin değildi. Bu beşinci alt-soydan, dördüncü alt-soyun dejenerasyonundan sonra ayakta kalan ve düşünce yetisinin tam bir gelişim misyonunu üstlenen beşinci, Ariler soyunun tohumunu oluşturan en yetenekli kesim seçilmişti.
Altıncı alt-soyun insanları olan Akatlar, düşünce yetisini beşinci alt-soyun yaptığından da öteye taşıdılar. Bunlar İlksel Samilerden bu yetiyi onlara göre daha kapsamlı bir şekilde kullanmaları sayesinde ayrılırlar.
Düşünce yetisinin gelişimi, bencil kişiliğin taleplerinin daha önceki soylar arasındaki aynı yıkıcı etkilere sahip olmasını engellerken, bu talepleri ortadan kaldırmadığı ifade edilmiştir. İlksel Samiler, başlangıçta kendi kişisel koşullarını kendi düşünce yetilerinin doğrultusunda düzenlediler. Zekâ, salt haz ve arzuların yerini aldı. Yaşam koşulları değişti. Bundan önceki soylar lider olarak, eylemleri kendi hafızalarında derinde iz bırakmış ya da geri döndüğünde zengin anılarla dolu bir yaşamı anımsayabilen bir kişiyi kabul etme eğiliminde iken, bu işlev şimdi zeki kişilere bırakılmıştı. Bundan önce açık bir biçimde hafızada yaşayan etkin olurken, şimdi insan düşünce bağlamında en ikna edici olanını en iyisi olarak görüyordu. Hafızanın etkisi altında, insan daha önce bunun yetersiz olduğunu keşfedene dek, bir şeye sıkıca sarılıyordu ve bu durumda bir isteğe çözüm getirme konumunda olan kişinin, bir yeniliği ortaya koyabilmesi oldukça doğaldı. Fakat düşünce yetisinin gelişmesi sonucunda, yenilik ve değişikliklere karşı bir eğilim gelişti. Herkes kendi zekâsının öngördüğü şeyi eyleme geçirmeyi istiyordu. Böylece beşinci alt-soy döneminde karmaşık koşullar egemen olmaya başladı ve altıncısında bunlar bireyin dik başlı düşüncesinin genel yasalar çerçevesine alınmasının gerekli olduğu duygusuna yol açtı. Üçüncü alt-soyun topluluklarındaki ihtişam, ortak anıların düzen ve uyum getirdiği olgusuna dayanıyordu. Altıncısında ise bu düzen, düşünceden kaynaklanan yasalarla getirilecekti. Dolayısıyla, adalet ve hukuk düzenlemelerinin başlangıcı bu altıncı alt-soyda aranmalıdır.
Üçüncü alt-soy döneminde, bir grup insanın ayrılması, ancak bunlar kendi topluluklarının dışına itildiğinde ortaya çıkıyordu; çünkü hafızadan ötürü egemen koşullar altında kendilerini rahat hissediyorlardı. Altıncısında bu önemli ölçü de farklı hale geldi. Düşüncenin hesap kitap yapma yetisi, yeni olanı bu şekilde aradı; insanları teşebbüslere ve yeni kuruluşlara yöneltti. Akatlar, dolayısıyla, kolonileşmeye yatkın olan, müteşebbis bir halktı. Giderek gelişen düşünce ve yargılama yetisini besleyen de özellikle ticaret oldu.
Yedinci alt-soy olan Moğollarda da düşünce yetisinin geliştiğini görürüz. Fakat bundan önceki alt-soyların, özellikle dördüncüsünün nitelikleri, beşinci ve altıncısında olduğundan çok daha yüksek derecelerde Moğollarda varlıklarını sürdürdü. Hafızaya yönelik duyguya sadık kaldılar. Böylece, en yaşlı olanın aynı zamanda en duyarlı olduğu ve düşünce yetisine karşı kendisini en iyi savunabileceği inancına ulaştılar. Aynı zamanda, yaşam güçleri üzerindeki egemenliklerini kaybettikleri de doğrudur. Fakat kendi içlerinde düşünce yetisi bağlamında gelişmiş olan şey, ayrıca bu yaşam gücünün doğal kuvvetinden bir şeylere de sahipti. Gerçekten de, yaşama egemen olma gücünü kaybetmişlerdi, fakat buna olan kendi dolaysız, saf inançlarını hiçbir zaman kaybetmemişlerdi. Bu güç onların tanrısı olmuştu ki bunun adına doğru olarak gördükleri her şeyi yaptılar. Bu nedenle, komşu halklarda sanki bu gizli güç tarafından etki altına alındıkları görünümünü uyandırdılar ve gözleri bağlı bir güven içinde kendilerini buna teslim ettiler. Asya’da ve Avrupa’nın bazı bölgelerinde bunların soyundan gelenler, bu niteliği ortaya koydular ve hâlâ bunu büyük ölçüde de ortaya koymaktadırlar.
İnsanlardaki düşünce yetisi kendi değerine tamamıyla ancak, beşinci kök-soyda, yeni bir dürtü kazanan insan gelişimine bağlantılı olarak ulaşabildi. Dördüncü kök-soy, sonuçta, bu yetiyi ancak, hafıza yeteneği sayesinde eğitilmiş olduğu unsurun hizmetine sunabiliyordu. Sadece beşinci kök-soy, özgün aracın düşünme yeteneği olduğu yaşam koşullarına ulaştı.
2
Dördüncüden Beşinci
Kök-Soya Geçiş
Bu bölümde, dördüncü, yani Atlantis kök-soyundan, çağdaş uygar insanın ait olduğu beşincisine, yani Arilere geçişin nasıl olduğunu öğreneceğiz. Ancak bütün kapsamı ve anlamı ile gelişme fikrine kendini açabilen bir insan bunu tam olarak doğru anlayabilir. İnsanın kendi çevresinde algıladığı her şey gelişme süreci içindedir. Bu bağlamda, düşüncenin kullanılması, ki bizim beşinci kök-soyun insanlarımızın bir özelliğidir, önce gelişmek zorundaydı. Düşünce yetisini yavaş yavaş ve kademeli olarak olgunluğa ulaştıran, özellikle bu kök-soydur. İnsan, düşüncesinde bir şey hakkında karar verir ve sonra kendi düşüncesinin bir sonucu olarak bunu gerçekleştirir. Bu yetenek Atlantisliler arasında sadece hazırlık aşamasındaydı. Bunların iradesini etkileyen, kendi sahip oldukları düşünceler değil, daha yüksek düzeydeki Varlıklar’dan kendilerine akıp gelen düşüncelerdi. Dolayısıyla, bir şekilde ifade etmek gerekirse, bunların iradesi dışarıdan yönlendiriliyordu.
Kendini, insanın böyle bir gelişimi olduğu düşüncesine alıştıran ve insanın (dünya insanı bağlamında) tarihöncesinde oldukça farklı türden bir varlık olduğunu kabul etmeyi öğrenen kişi, aynı zamanda, burada sözü edilen, tamamen farklı Varlıklar’a dair bir telakkiye de ulaşabilecektir. Burada açıklanan gelişme için çok uzun zamanın geçmesi gerekti.
Bundan önce dördüncü kök-soy olan Atlantisliler hakkında söylenenler, büyük insan kitlelerine yöneliktir. Fakat bunlar, kendilerinden çok daha üstün yeteneklere sahip liderleri izlediler. Bu liderlerin sahip oldukları bilgeliğe ve hükmettikleri güce, herhangi dünyevi bir eğitimle ulaşmak mümkün değildi. Bunlar kendilerine, dünyaya doğrudan ait olmayan Yüce Varlıklar tarafından verilmişti. Bu nedenle, büyük insan kitlelerinin kendi liderlerinin yüce türden varlıklar olduğunu, tanrıların “Habercileri” olduklarını hissetmeleri sadece doğaldı. Çünkü bu liderlerin bildiklerine ve yapabildiklerine beşeri duyu organları ve beşer aklı ile ulaşmak olanaksızdı. Bunlar “İlahi Haberciler” olarak saygı görüyorlardı ve insanlar bunların emirlerini, buyruklarını ve aynı zamanda talimatlarını kabul ediyorlardı. Bu tür varlıklar sayesinde insanlık; bilimde, sanatta ve araç-gereç yapımında eğitilmişti. Bu tür “İlahi Haberciler” ya kendileri toplulukları yönetiyorlar ya da yönetme sanatında yeterince gelişmiş olan kişilere talimat veriyorlardı. Bu liderler hakkında, “tanrılar ile iletişim kurdukları” ve insanlığı geliştirecek olan yasalar konusunda bizzat tanrılar tarafından yetiştirildikleri söylenmiştir. Bu doğrudur. Sıradan insanın hakkında hiçbir şey bilmediği yerlerde bu inisiyasyon, tanrılarla iletişim, gerçekten meydana geliyordu. Bu insanlık inisiyasyon yerleri, mister tapınakları olarak anılıyordu. Bunlardan hareketle, insanlık ırkı yönetiliyordu.
Mister tapınaklarında meydana gelenler halk için anlaşılmaz olan şeylerdi. Aynı şekilde, halk kendi büyük liderlerinin niyetleri hakkında pek az bilgi sahibiydi. Sonuçta insanlar kendi duyularıyla, dünyanın iyiliği için yüce âlemlerden açıklanan şeyleri değil de sadece yeryüzünde dolaysız biçimde meydana gelen şeyleri kavrayabiliyorlardı. Böylece, liderlerin öğretileri, dünyevi olaylara ilişkin iletilere benzemeyen bir biçimde ifade edilmeliydi. Tanrıların misterlerde kendi habercileriyle konuştukları dil dr, tanrıların kendilerini ifade ettiği biçimler de dünyevi değildi. Yüce Varlıklar kendi Habercileri’ne, onlara insanları nasıl yöneteceklerini bildirmek amacıyla, “ateşten bulutlar” içinde görünüyordu. Sadece insan, insan formunda ortaya çıkabilir; yetenekleri insanınkinden çok üstün olan Varlıklar, dünyada olmayan biçimlerde kendilerini göstermelidir.[4 - Buradaki kesin ifade, Hinduizm’in Avatar kavramına uygun düşmemektedir. Hinduizmin ilkelerine göre, Tanrı, bir Avatar olarak, insan bedeninde tezahür edebilir, örneğin Krişna gibi. (ç.n.)] Kendileri insan kardeşleri arasında en kemale ermiş kişiler oldukları için, ‘İlahi Haberciler” bu vahiyleri alabilirdi. Önceki aşamalarda, insanların çoğunun hâlâ yaşaması gereken deneyimlerden zaten geçmişlerdi. Diğer insanların oluşturduğu kitleye sadece belirli bir yönden aittiler. Bunlar insan formuna bürünebiliyorlardı. Fakat kendi manevi-zihinsel nitelikleri, insanüstü bir özelliğe sahipti. Böylece bunlar, melez türden İlahi-beşeri Varlıklar’dı. Bunlar aynı zamanda, insanlığın yeryüzündeki çizgilerinde ilerlemesine yardım etmek için insan bedenine bürünmüş Yüksek Ruhlar olarak da tanımlanabilir. Bu Varlıklar’ın gerçek yurdu yeryüzünde değildi.[5 - Bu tür dünya dışı hatta Güneş Sistemi’nin dışındaki kökenler içinde en çok bahsedileni Sirius Yıldızı olagelmiştir. (ç.n.)]
Bu İlahi-beşeri Varlıklar insanları yönettiler, fakat kendilerini yönettikleri ilkeler hakkında onları bilgilendirmediler. Çünkü Atlantislilerin beşinci alt-soyunu oluşturan İlksel Samiler’e kadar, insanlar bu ilkeleri anlayacak yeteneklere kesinlikle sahip değildi. Bu alt-soyda gelişen düşünce yetisi, bu tür bir yetenekti. Fakat bu yavaş yavaş ve kademeli olarak gelişti. Atlantislilerin son alt-soyları bile kendi İlahi Liderleri’nin ilkelerini pek az anlayabiliyordu. Bunlar ilk başta, çat pat da olsa, bu tür ilkeler hakkında bir önseziye sahip olmaya başladılar. Dolayısıyla, bunların düşünceleri ve aynı zamanda yönetim kurumları arasında bahsettiğimiz yasaları, net bir biçimde tasarlanmış olmaktan çok, tahmine dayanıyordu.
Beşinci Atlantis alt-soyunun Asli Lideri ileriki dönemlerde, Atlantis yaşam tarzının dejenerasyonundan sonra, bütünüyle düşünce yetisinin yönlendirdiği yeni bir yaşam şeklinin başlatılabileceği bir şekilde o alt-soyu tedricen hazırladı.
Atlantis döneminin sonunda, insan benzeri üç varlık grubunun mevcut olduğu anlaşılmalıdır: 1. Yukarıda belirtilen “İlahi Haberciler”, ki bunlar kendi gelişimlerinde büyük halk yığınlarının çok ötesindeydiler ve bunlar İlahi Bilgeliği öğretmişler, İlahi Eylemler gerçekleştirmişlerdi. 2. İnsanlığın büyük kitlesi, ki modern insanın kaybettiği doğal yeteneklere sahip olmalarına karşın, düşünce yetisi bunlarda atıl bir durumdaydı. 3. Düşünce yetisini geliştirmekte olan kişilerden ufak bir grup. Bu süreçte insanlar, Atlantislilere özgü doğal yetenekleri giderek kaybederken, “İlahi Haberciler”in İlkelerini düşünceleriyle kavrayabildikleri aşamaya doğru ilerliyorlardı.
İkinci gruptaki insanlar giderek yok olmaya adaydı. Fakat üçüncü gruptakiler, ilk gruptaki bir Varlık tarafından, kendi yönetimlerini kendi ellerine almaları için eğitilebilirlerdi.
Bu üçüncü gruptan, yukarıda sözü edilen ve okült edebiyatın Manu olarak belirttiği Asli Lider, bunlardan ortaya çıkacak yeni bir insanlığı meydana getirmek için en yeteneklileri seçti. Bu en yetenekli olanlar beşinci alt-soyda varlığını sürdürdü. Altıncı ve yedinci alt-soyların düşünce yetisi bir bağlamda yolundan sapmıştı ve ileriye dönük bir gelişme için uygun değildi.
En iyilerin en iyi niteliklerinin geliştirilmesi gerekiyordu. Bu da seçilmiş olanların dünyadaki belirli bir yerde (Orta Asya’da) tecrit edilmesi sayesinde, Asli Lider tarafından gerçekleştirilmişti; burada, geride kalanların ya da yoldan sapanların her türlü olumsuz tesirinden uzaktaydılar.
Lider’in üstlendiği vazife, müritlerini, o ana dek yönetildikleri ve belli belirsiz hissedilen fakat açıkça anlaşılmayan ilkeleri kendi ruhlarında, kendi düşünce yetileriyle kavrayabilecekleri noktaya getirmekti. İnsanlar bilinçsiz olarak izledikleri İlahi Kuvvetler’i idrak etmek zorundaydılar. Buraya dek tanrılar insanları Habercileri aracılığıyla yönlendirmişti; şimdi insanlar bu İlahi Varlıklar hakkında bilgi sahibi olacaktı. Bunlar kendilerini İlahi Kudret’in uygulayıcı organları olarak görmeyi öğreneceklerdi. Böylece, tecrit edilen grup önemli bir kararla karşı karşıya kalmıştı. İlahi Lider, kendi aralarında ve insan suretindeydi. Bu tür İlahi Haberciler’den insanlar daha önce, ne yapacakları ya da ne yapmayacaklarına dair talimatlar ve emirler almışlardı. İnsanlar, duyuları aracılığıyla algılayabilecekleri şeyleri işleyen bilimler konusunda eğitilmişti. İnsan evladı, dünyanın İlahi Denetim altında olduğunu belli belirsiz hissetmiş, bunu kendi eylemlerinde fark etmiş, ama bu konuda net bir bilgiye erişememişti.
Şimdi liderleri kendilerine tamamen yeni bir biçimde hitap ediyordu. Kendilerine, görünürde karşılaştıkları şeyleri Görünmeyen Güçler’in yönettiğini ve kendilerinin de bu Görünmeyen Güçler’e hizmet ettiklerini, bu Görünmeyen Güçler’in Yasaları’nı kendi düşünceleriyle gerçekleştirmek zorunda olduklarını öğretti. İnsanlar doğaüstü nitelikteki İlahi Kudret’ten haberdar oldular. Görünmeyen spiritüelin, görünür fizikselin yaratıcısı ve koruyucusu olduğunu duydular. Buraya dek, kendi görünür İlahi Habercileri’ne, yani İnsanüstü İnisiyeler’e saygı göstermişler ve bunlar aracılığıyla da yapılacak ve yapılmayacak olanlar kendilerine bildirilmişti. Fakat şimdi, İlahi Haberci’nin kendilerine doğrudan tanrılardan söz etmesine layık görülmüşlerdi. Manu, müritlerine tekrar ve tekrar kuvvetli sözcüklerle hitap etmişti: “Şimdiye kadar sizi yönlendirenleri gördünüz, fakat sizin görmediğiniz daha Yüksek Liderler bulunuyor. Siz bu Liderlere tâbisiniz. Görmediğiniz Tanrı’nın Emirleri’ni yürüteceksiniz ve kendiniz için suretini oluşturamayacağınız Tek’e itaat edeceksiniz.” Böylece, yeni ve en yüksek Emir, Asli Lider tarafından seslendiriliyor ve hiçbir duyusal-görsel suretin betimleyemeyeceği ve bu yüzden de hiçbir suretinin yapılmaması söz konusu olan bir Tanrı’ya saygı gösterilmesini salık veriyordu. İnsanlığın beşinci kök-soyunun bu büyük temel Emrinden, şu iyi bilinen emir ortaya çıkmıştır: “Kendin için put oyma, yukarıda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın.” (Tevrat, Çıkış: 20/4).
Asli Lider olan Manu, yaşamın belirli bölümlerinde O’nun niyetlerini uygulayan ve yeni soyun gelişmesi üzerinde çalışan diğer İlahi Haberciler tarafından destekleniyordu. Çünkü tüm yaşamın, dünyanın İlahi bir Yönetim’e tâbi olmasına ilişkin yeni bir telakkiye göre düzenlenmesi söz konusuydu. Her yerde insanların düşünceleri görünür-den görünür olmayana yönlendirilmeliydi. Yaşam, doğanın güçleri tarafından belirlenmektedir. İnsan yaşamının gidişatı, gündüz ve gece, kış ve yaz, güneş ışığı ve yağmura bağlıdır. Bu etkin, görünür olayların, görünmeyen İlahi Güçler’le nasıl bağlantılı oldukları ve insanın kendi yaşamını bu Görünmeyen Güçler uyarınca düzenlemek amacıyla nasıl davranması gerektiği kendisine gösterilmişti. Tüm bilgi ve tüm emekler bu doğrultuda izlenmeliydi. Yıldızların izlediği rotada ve hava durumunda, insan ilahi kurallar ve ilahi bilgeliğin zuhurunu görmeliydi. Astronomi ve meteoroloji bu anlayışla öğretilmişti. İnsan kendi emeğini, kendi ahlaki yaşamını, İlahi Kudret’in bilgece yasalarına karşılık gelecek biçimde düzenlemeliydi. Yaşam, tıpkı ilahi düşüncelerin yıldızların devinimi ve hava değişimlerinde aranmasında olduğu gibi, İlahi Emirler uyarınca buyrulmuştu. İnsan kendi eserlerini, özveri eylemleri aracılığıyla tanrıların takdirleriyle uyumlu bir hale getirmeliydi.
İnsan yaşamında her şeyi Yüce Âlemler’e doğru yönlendirmek, Manu’nun gayesiydi. Tüm insan faaliyetleri, tüm kurumlar, dini bir karakter taşımalıydı. Bunun sayesinde, Manu beşinci kök-soya bahşedilen gerçek Vazife’yi başlatmak istedi. Bu soy kendini kendi düşünceleriyle yönetmeyi öğrenmeliydi. Fakat bu tür bir özkararlılık, ancak insan aynı şekilde kendini Yüce Güçler’in hizmetine verdiği takdirde iyiliğe götürür. İnsan kendi düşünce yetisini kullanmalıdır, fakat bu düşünce yetisi İlahi Kudret’e adanma sayesinde de kutsanmalıdır.
İnsan o dönemde neler meydana geldiğini ancak, düşünce yetisinin gelişiminin, beşinci Atlantis alt-soyu ile birlikte başlayarak, aynı zamanda başka bir şeye de yol açtığını bildiği takdirde bütünüyle anlayabilir. Belirli bir açıdan insanlar bilgi ve sanatlara sahip olmayı başarmışlardı, ki bunlar yukarıda belirtilen Manu’nun kendi gerçek Vazifesi olarak ele alabileceği şeylerle yakın bir bağlantı oluşturmuyordu. Bu bilgi ve bu sanatlar ilk önce dinsel karakterden yoksundu. Bunlar insana öyle bir biçimde gelmişlerdi ki, insanın bunları kendi çıkarlarının, kendi kişisel gereksinimlerinin hizmetine sunmaktan başka bir şey düşünmesi mümkün değildi.[6 - Şimdilik bu bilginin ve bu sanatların kökeni hakkında açıklama yapma iznimiz yoktur. Bu yüzden de Akaşa Kayıtları’nın bu konuyla ilgili bölümü verilememektedir.] Bu tür bilgiye, örneğin insan faaliyetlerinde ateşin kullanımının girdiğini söyleyebiliriz. Atlantis’in ilk döneminde insanlar ateşi kullanmamışlardı, çünkü yaşam gücü onun emrindeydi. Fakat zamanın geçmesi ile birlikte bu güçten giderek daha az yararlanabilecek bir konuma geldi, böylece cansız nesnelerden araçlar, aletler yapmayı öğrenmesi gerekti. Bu amaçla da ateşi kullandı. Diğer doğal güçlere ilişkin olarak da benzer koşullar hüküm sürdü. Böylece insan, bunların İlahi Kökeni’nin bilincinde olmadan, bu tür doğal güçlerden yararlanmayı öğrendi. Bunun böyle olması gerekiyordu. Düşünce yetisine hizmet eden bu şeyleri dünyanın İlahi Düzeni’yle ilişkilendirmesi yönünde insana hiç baskı yapılmamalıydı. Daha çok bunu gönüllü olarak kendi düşüncelerinde yapmalıydı. Manu’nun niyeti insanları, bağımsız olarak, içsel bir ihtiyaçtan hareketle, bu tür şeyleri dünyanın Yüce Düzeni’yle bir ilişki içine getirecekleri noktaya ulaştırmaktı. İnsanlar ulaştıkları içgörüyü, tamamen kişisel çıkarlara yönelik olarak ya da daha yüce bir dünyanın dinsel hizmetinde kullanıp kullanmamayı seçebilirlerdi.
Eğer insan, daha önce kendisini dünyanın İlahi Yönetimi içinde bir bağlantı olarak görmesi yönünde baskı altına alınmışsa (ki bununla örneğin, düşünce yetisini kullanmasına gerek olmadan yaşam gücü üstündeki egemenlik kendisine verilmişti), şimdi de doğal güçleri düşüncelerini İlahi Kudret’e yönlendirmeden kullanabilirdi.
Manu’nun çevresine topladığı insanların tümü değil de sadece birkaç tanesi bu kararın altından kalkacak güçteydi. İşte ancak bu birkaç kişiden Manu gerçekten de yeni soyun tohumunu oluşturabilirdi. Bunların gelişimini ilerletmek amacıyla bunlarla birlikte inzivaya çekilirken, diğerleri insanlığın geri kalanının arasına karıştı. Nihayet, Manu’nun çevresinde toplanan bu az sayıda insandan, günümüze dek beşinci kök-soyun gerçek gelişim tohumlarını oluşturan kişilerin nesli geldi. Bu nedenle aynı zamanda, bu beşinci kök-soyun tüm gelişimi boyunca iki özellik süregelmiştir. Bu özelliklerden biri yüce fikirlerin harekete geçirdiği insanlara özgüdür, ki bunlar kendilerini İlahi, Evrensel bir gücün çocukları olarak görürler, diğeri ise her şeyi kişisel çıkarların, egoizmin hizmetine sunanlara aittir.
Bu ufak müritler topluluğu, yeni anlayışla hareket etmek için yeterince güçleninceye dek ve bunun üyelerinin bu yeni anlayışı, önceki soylara ait insanlığın geri kalanına götürmek üzere dışarıya çıkmaları mümkün olana dek, Manu’nun çevresinde kalmayı sürdürdü. Bu yeni anlayışın çeşitli insanlar arasında, kendilerini farklı alanlarda geliştirme şekillerine göre, farklı bir yapıya bürünmesi doğaldır. Eskiden arta kalan özellikler, Manu’nun habercilerinin dünyanın çeşitli kısımlarına taşıdıkları bilgilerle harmanlandı. Böylece, çeşitli türden yeni kültürler ve uygarlıklar ortaya çıktı.
Manu’nun çevresindeki mürit topluluğundan en yetkin şahıslar, diğer insanlara öğretmenlik yapabilsinler diye, Manu’nun İlahi Bilgeliği’ne tedricen ve doğrudan inisiye edilmek üzere seçildiler. Eski İlahi Haberciler’e böylece yeni tür bir İnisiye de eklenmiş oldu. Bu inisiyeler, kendi düşünce yetilerini tıpkı kendi hemcinsleri gibi dünyevi bir biçimde geliştiren kişilerden oluşuyordu. Bundan önceki İlahi Haberciler (ve aynı zamanda Manu) için bu geçerli değildi. Onların gelişimi Yüce Âlemler’e aitti. Onlar kendi Yüce Bilgelikleri’ni dünyevi koşullara sunmuşlardı. Bunların insanlığa verdikleri, “Yukarı’nın İhsanı”ydı. Atlantis döneminin ortasından önce insanlar, kendi güçleriyle İlahi Kurallar’ın ne olduğunu kavrayabilecekleri noktaya erişmemişlerdi. Şimdi (belirtilen zamanda) bu noktaya ulaşacaklardı. Dünyevi düşünce kendisini İlahi Kudret kavramına yükseltecekti. Beşeri inisiyeler kendilerini İlahi olan ile birleştirmişlerdi. Bu durum, insan soyunun gelişmesindeki önemli bir devrimi temsil eder. İlk Atlantisliler henüz kendi liderlerini İlahi Haberciler olarak mütalaa edip etmeme seçimine sahip değillerdi. Çünkü İlahi Haberciler’in gerçekleştirdiği, kendini Yüce Âlemler’in işi olarak dayatmıştı. Bu, İlahi bir Köken’in damgasını taşıyordu. Böylece, Atlantis döneminin Habercileri, kendi güçleri tarafından kutsanan, bu gücün kendilerine verdiği ihtişam ile çevrili Varlıklar’dı. Dışsal bir bakış açısına göre, daha sonraki dönemlerin beşeri inisiyeleri, insanlar arasındaki insanlardır. Fakat bunlar Yüce Âlemler’le ilişkilerini sürdürürler ve İlahi Habercilerin vahiyleri ile tezahürleri kendilerine ulaşır. Sadece istisnai olarak, yüce bir zorunluluk ortaya çıktığında, yukarıdan kendilerine bahşedilen belirli güçleri kullanırlar. Böylece, insanların bildikleri yasalar ile açıklayamadığı ve dolayısıyla da haklı bir biçimde mucize olarak gördükleri işleri gerçekleştirirler.
Fakat tüm bunların amacı, insanlığın kendi ayakları üzerinde durmasını, kendi düşünce yetisini tam olarak geliştirmesini sağlamaktır. Günümüzde beşeri inisiyeler, halk ve Yüce Güçler arasında aracı işlevini görürler ve insanın İlahi Haberciler’le iletişime girmesini sadece inisiyasyon mümkün kılar.
Beşeri inisiyeler, yani kutsal öğretmenler, beşinci kök-soyun başlangıcında insanlığın geri kalanının liderleri oldular. Tarihöncesinin büyük rahip kralları -ki tarihte bunlardan söz edilmez de daha çok efsane dünyasında yer alırlar- bu inisiyelerin arasından çıkmışlardır. Yüce İlahi Haberciler, dünyadan giderek çekilmiş ve liderliği bu beşeri inisiyelere bıraksalar da söz ve eylemde onlara destek olmuşlardır. Bu böyle olmadığı takdirde, insan kendi düşünce yetisini özgürce kullanmaya hiçbir zaman ulaşamayacaktı. Dünya ilahi yönetim altındadır, fakat bunu kabul etmesi için insana baskı uygulanmayacaktır. Bunu özgür düşünce sayesinde görmeli ve anlamalıdır. Bu noktaya ulaştığı zaman, inisiyeler kademeli olarak gizlerini kendisine açacaklardır. Fakat bu birden meydana gelemez. Beşinci kök-soyun bütün gelişimi bu amaca doğru ağır ağır alınan bir yoldur. İlk başta Manu, müritlerini tıpkı çocukları gibi yönetti. Sonra liderlik giderek beşeri inisiyelere aktarıldı. Bugün gelişme hâlâ, insanların bilinçli ve bilinçsiz eylem ve düşüncesinin bir karışımından oluşur. Sadece beşinci kök-soyun sonunda ve altıncı ve yedinci alt-soylar boyunca yeterince çok sayıda insan bilgeler haline geldiğinde, İnisiyeler arasında en büyüğü Kendini açıkça Onlara gösterebilecektir. Böylece bu beşeri inisiye, tıpkı Manu’nun dördüncü kök-soyun sonunda yaptığı gibi, Asli Liderliği deruhte edebilecektir. Dolayısıyla, beşinci kök-soyun eğitimi, tıpkı bu beşinci kök-soyun tohumunu atan soyun, İlahi Manu’yu takip etmesi gibi, insanlığın büyük bir kısmının beşeri bir Manu’yu özgürce takip etmesini öngörür.[7 - Yüce Varlıklar’ın yerlerini nasıl giderek Yüce İnisiyeler’in ve onların yerlerini de Kutsal Krallar’ın aldığı, Teozofi Cemiyeti’nin en önde gelen isimlerinden H. P. Blavatsky’nin Secret Doctrin (Gizli Öğreti) adlı kitabında ayrıntılı olarak gözler önüne serilmektedir. (ç.n.)]
3
Lemuryalılar
A kaşa Kayıtları’ndan, insanlığın gelişiminde çok uzak tarihöncesi bir döneme değinen bir kısım, bu bölümde açıklanacaktır. Bu dönem, yukarıda verilen açıklamalarda tanımlanan dönemden önce gelir. Biz burada insanlığın üçüncü kök-soyu İle ilgileniyoruz, ki Teozofi kitaplarında bunun Lemurya kıtasında yaşadığı söylenir. Bu kitaplara göre, bu kıta Asya’nın güneyinde yer alıyordu ve yaklaşık olarak Seylan’dan Madagaskar’a kadar uzanıyordu. Günümüzün Güney Asya’sı ve Afrika’nın bazı kısımları da buna aitti.
Akaşa Kayıtları’nın şifresinin çözülmesinde mümkün olan bütün özen gösterilirken, bu metinlere yönelik olarak hiçbir dogma iddiasında bulunulamayacağını vurgulamalıyız. Eğer ilk başta, günümüzden öylesine uzak olayların ve bilgilerin okunması kolay gelmezse, görülüp de günümüz diline aktarılan bir bilginin çevirisi neredeyse aşılamaz engeller ortaya koyar.
Tarihler daha sonra verilecektir. Tüm Lemurya dönemi ve aynı zamanda günümüze dek bizim beşinci kök-soy dönemi tartışıldığında, bunlar daha iyi anlaşılacaktır.
Burada bahsedilen şeyler, bunları ilk kez okuyan bir okültist için bile şaşırtıcıdır, “şaşırtıcı” sözcüğü istenilen anlamı tam olarak veremese bile. Dolayısıyla, bunlar ancak çok dikkatli bir incelemeden sonra başkasına aktarılmalıdır.
Dördüncü olan Atlantis kök-soyundan önce, Lemuryalılar denilen kök-soy yaşamıştı. Bunun gelişimi sırasında, dünya ve insanlar açısından son derece büyük önem taşıyan olaylar meydana geldi. Burada, önce bu kök-soyun yapısına dair bilgi verilecek, sonra bu olaylar tartışılacaktır. Bu soy arasında hafıza henüz gelişmemişti. İnsanlar nesneler ve olaylar hakkında fikir sahibi olabilirken, bu fikirler hafızada kalmıyordu. Dolayısıyla, bunlar gerçek anlamda henüz bir dile de sahip değillerdi. Daha çok bunların dile getirdikleri, kendi duygularını, sevinç, neşe, acı vs. ifade eden doğal seslerdi, fakat bunlar dışsal nesneleri belirtmiyordu.
Fakat fikirleri, sonraki insanlara kıyasla oldukça farklı bir kuvvete sahipti. Bu kuvvet aracılığıyla çevrelerine etki ediyorlardı. Diğer insanlar, hayvanlar, bitkiler, hatta cansız nesneler bu etkiyi hissedebilir ve sadece fikirlerden etkilenebilirlerdi. Bu nedenle Lemuryalı, diğer insanlarla, bir dile gerek duymadan iletişim kurabilirdi. Bu iletişim bir tür “düşünce okuma”ya dayalıydı. Lemuryalı kendi fikirlerinin kuvvetini, doğrudan, kendisini çevreleyen nesnelerden alıyordu. Bu kendisine, bitkilerin büyüme enerjisinden, hayvanların yaşam gücünden akıyordu. Bu şekilde bitkileri ve hayvanları kendi içsel hareketlerinde ve yaşamlarında anlıyordu. Hatta aynı yolla, cansız nesnelerin fiziksel ve kimyasal güçlerini bile anlıyordu. Bir şey inşa ettiğinde, önce bir ağaç gövdesinin yük taşıma haddini, bir taşın ağırlığını hesaplamak zorunda değildi; ağaç gövdesinin ne kadar taşıyabileceğini, görünürdeki taşın ağırlığı ve boyu ile nereye uyacağını, nereye uymayacağını anlayabilirdi. Dolayısıyla Lemuryalı, mühendislik bilgisi olmaksızın, bir tür içgüdüsel kesinlik ile hareket eden kendi hayal gücü yeteneğine dayanarak inşaat yapıyordu. Ayrıca, büyük ölçüde, kendi bedeni üzerinde egemenliği vardı. Gerekli olduğu takdirde, iradesinin ufacık bir çabasıyla kolunun kuvvetini arttırabilirdi. Örneğin, sadece iradesini kullanarak büyük yükler kaldırabilirdi. Eğer daha sonra Atlantisliye yaşam gücünü denetim altına alması yardımcı olmuşsa, Lemuryalı da iradesine hükmetmesinden yararlanmıştı. Kendisi (bu ifade yanlış yorumlanmamalıdır) düşük düzeydeki beşeri faaliyetlerinin tüm alanlarında doğuştan bir sihirbazdı!
Lemuryalıların amacı; iradenin, hayal gücü yeteneğinin geliştirilmesiydi. Çocukların eğitimi bütünüyle buna yönelmişti. Erkekler en kuvvetli biçimde katı olmayı öğrenirlerdi. Bunlar tehlikelerden geçmeyi, acının üstesinden gelmeyi, cesaret gerektiren eylemleri gerçekleştirmeyi öğrenmeliydiler. İşkencelere dayanamayanlar, tehlikelerden geçemeyenler, insanlığın yararlı üyeleri olarak görülmezlerdi. Bu tür çileler altında yok olmaya terk edilirlerdi. Akaşa Kayıtları’nın bu çocukların eğitimi ile ilgili gösterdikleri, çağdaş insanın en cesur hayallerinde bile canlandırabileceği her şeyin ötesindedir: Sıcağa hatta kızgın bir ateşe dayanmak, bedeni sivri uçlu nesnelerle deldirmek oldukça yaygın işlemlerdi.
Kızların eğitimi de farklıydı. Kız çocuk da aynı şekilde sertliğe alıştırılırken, diğer her şey onun kuvvetli bir hayal gücünü geliştirmesine yönelikti. Örneğin, sırf dehşetli güzelliğini sakince hissetmesi amacıyla fırtınaya bırakılırdı; sırf önünde gördüğü kuvvet ve gücü takdir etsin diye erkeklerin dövüşlerine korkusuzca tanık olmak zorundaydı. Böylece kız çocuklarında hayal kurma ve fantezi eğilimleri gelişti; bunlara son derece değer veriliyordu. Hafıza var olmadığı için, bu eğilimler yozlaşamazdı. Söz konusu hayali ya da fantezi tasavvurlar, sadece buna karşılık gelen dışsal bir neden olduğu müddetçe sürüyordu. Dolayısıyla, dışsal nesnelere dayalı gerçek bir temele sahiplerdi. Kendilerini dipsiz derinliklerde kaybetmiyorlardı. Bu, diğer bir deyişle, doğanın dişil ruha aktarılmış olan kendi fantezisi ve hayaliydi.
Lemuryalılar, son dönemleri hariç, bizim bildiğimiz anlamda evlere sahip değillerdi. Doğanın, kendilerine bu olanağı tanıdığı yerlerde yaşıyorlardı. Kullandıkları mağaralar sadece gerekli olduğu ölçüde değiştirilir ve büyütülürdü. Daha sonra bu tür mağaraları kendileri yapmışlardı ve o dönemde bu tür inşaatlar için büyük ustalık geliştirmişlerdi. Buna karşın, daha fazla sanatsal inşaatları gerçekleştirmedikleri de düşünülmemelidir. Fakat bunlardan ev olarak yararlanılmıyordu. En erken dönemlerde, bunlar, doğadaki unsurlara insan yapımı bir biçim kazandırma arzusundan doğmuştu. Tepeler, şekli insana neşe ve sevinç katacak bir biçimde yeniden tasarlanmıştı. Aynı amaç için ya da belirli faaliyetlerde kullanılmak üzere taşlar bir araya toplanmıştı. Çocukların sertliğe alıştırıldıkları yerler, bu tür duvarlarla çevriliydi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rudolf-steiner/kozmik-hafiza-69403441/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
İngilizce çeviride ‘soul’ olarak geçen bu sözcüğü, tasavvufta ‘can’ olarak geçen kavram dile getirse de, büyük harfle yazılan ‘Ruh’ şeklinde ifade edilen ‘Öz’e kıyasla Yukarı’ya değil de aşağıya yönelik bir tavır alması bakımından, küçük harfli ‘ruh’ sözcüğüyle karşılamayı daha uygun bulduk. (ç.n.)
2
Ezoterik (batıni, içsel) öğretilerde kişinin belli aşamalardan geçerek gizli bilgiyi üstaddan alması. (ç.n.)
3
Atlantis’ten geriye kalan en son adalar, Piri Reis Haritası’nda net bir şekilde görülmektedir. (ç.n.)
4
Buradaki kesin ifade, Hinduizm’in Avatar kavramına uygun düşmemektedir. Hinduizmin ilkelerine göre, Tanrı, bir Avatar olarak, insan bedeninde tezahür edebilir, örneğin Krişna gibi. (ç.n.)
5
Bu tür dünya dışı hatta Güneş Sistemi’nin dışındaki kökenler içinde en çok bahsedileni Sirius Yıldızı olagelmiştir. (ç.n.)
6
Şimdilik bu bilginin ve bu sanatların kökeni hakkında açıklama yapma iznimiz yoktur. Bu yüzden de Akaşa Kayıtları’nın bu konuyla ilgili bölümü verilememektedir.
7
Yüce Varlıklar’ın yerlerini nasıl giderek Yüce İnisiyeler’in ve onların yerlerini de Kutsal Krallar’ın aldığı, Teozofi Cemiyeti’nin en önde gelen isimlerinden H. P. Blavatsky’nin Secret Doctrin (Gizli Öğreti) adlı kitabında ayrıntılı olarak gözler önüne serilmektedir. (ç.n.)