Yağ ve mermer
Stephanie Storey
Mona Lisa ve Davut heykelinin ortaya çıkmasını sağlayan
ateşli rekabete dair heyecan verici bir roman
Ellili yaşlarında, ününün zirvesindeki karizmatik Leonardo ile genç, huysuz ve kendini ispatlamaya çalışan Michelangelo arasındaki rekabet, Davut heykeli görevinin Michelangelo’ya verilmesiyle hiç beklenmedik bir noktaya gelir. Leonardo için başlayan karanlık dönem, pazarda bir tüccarın karısı olan Lisa’yla tanışmasıyla bitecek midir?
Yağ ve Mermer, Rönesans dönemini bütün ayrıntılarıyla yansıtırken bu iki büyük üstadın günlük hayatlarını gözümüzde canlandırıyor.
“Yağ ve Mermer’in, okuyucunun kalbinde Floransa şehrini ve Davut heykelini, sabahın ilk ışıklarında görebilme özlemi uyandıracağına inanıyorum.” -Elizabeth Cobbs, yazar
Stephanie Storey
Yağ ve Mermer
Bana hayallerimin peşinden gitme cesaretini veren eşim Mike’a…
1499
Milano
Leonardo
Aralık, Milano
Yakından baktığında, resmin boya tabakalarının kabarıp duvardan dökülmeye başlamış olduğunu görebiliyordu. Boya olması gerektiği gibi pürüzsüz değil, sanki ince bir kum tabakasının üzerine uygulanmış gibi tanecikliydi. Boyanın üzerindeki sıva katmanı yakında dökülecek, yavaş yavaş ufalanıp toz olacaktı. İlk kaybolacak renk tonu, çamur ve kilden elde edilmiş olan toprak rengi olacaktı. Soluk kan ve nar kırmızısı tonlarından oluşan ve uzun süre dayanma özelliğine sahip kızıl ise epeyce bir süre kalacak gibiydi. Ancak onu en çok endişelendiren lacivertti. Değerli mücevherlerden öğütülmüş parlak mavi tonu Doğu’daki uzak bir ülkeden gemiyle getirilmişti ve piyasadaki en pahalı renkti. Bir ressam, çok az lacivert kullanarak vasat bir resmi şahesere dönüştürebilirdi, yine de bu renk duvar resimlerinde nadiren kullanılmaktaydı. Lacivert ton olmaksızın eseri önemini yitirebilir, daha da kötüsü sıradan bir hal alabilirdi. Maalesef bu renk tonu da çatlamaya başlamıştı bile.
“Kahretsin!” dedi fısıltıyla. Renklerdeki bu bozulma kendi suçuydu. Bu renkleri elde etmek için yaptığı deneyleri çok uzun tutmuştu. Zaten her şeyi uzatmakta üstüne yoktu. Yüzünün sol tarafı seğirdi. Derin bir nefes alıp sakinleşti. Keyfini bozmaya hiç gerek yoktu. O an şüphe ve endişelerini bir kenara bıraktı. Resim hâlâ bir şaheser ve kendisi de hâlâ bir üstattı. Sırlar ve hikâyelerle orada bulunan izleyicileri eğlendirmek üzere harekete geçti. Her şeye rağmen bu insanların buraya gelmelerinin tek bir sebebi vardı: Vincili büyük ressam Leonardo’dan “Son Akşam Yemeği” adlı son eserini dinlemek.
“İçinizden biri bana ihanet edecek!” diye gürledi Leonardo; kuzey duvarını son resmiyle süslediği Santa Maria delle Grazie Kilisesi’nin kemerli taşla döşeli yemek odasında sesi yankılandı.
Onun bu coşkulu sözleri, oradaki Fransız gezginlerden oluşan kalabalığın hoşuna gitmişti. Pek çoğu için büyük merak konusu olduğunun farkındaydı. Kırk sekiz yaşındaki Vincili üstat, İtalyan yarımadasındaki en ünlü insanlardan biriydi; şöhreti Fransa, İspanya ve İngiltere’nin yanı sıra daha uzaktaki Osmanlı topraklarına kadar yayılmıştı. Dâhiyane savaş makinesi tasarımları ve resim sanatında çığır açan yenilikleriyle tanınmaktaydı. Dünyanın dört bir yanından gezginler onu; renkleriyle sanatseverlerin zevkine hitap eden ve hâlâ şu anda duvarı süsleyen, odağında Mesih’in yer aldığı, iniş çıkışlı kompozisyonu ve İsa ile havarilerinin gerçekçi portreleriyle tanınan ünlü duvar süslemesinin önünde dururken görmek için gelmekteydi.
Kalabalığın dikkatini dökülmekte olan resimden uzaklaştırmak umuduyla duvar süslemesinden uzaklaşarak, “Bu resim Mesih’in, havarilerinden birinin kendisine ihanet edeceğine dair yaptığı açıklamanın hemen sonrasını tasvir etmektedir,” dedi. “Hikâyenin tam bu noktasında İsa’ya ihanet edecek olanın Yahu-da olduğunu henüz hiç biri bilmemektedir. İçlerinden birinin hain olduğunu duymak hepsini hayrete düşürür. Havariler irkilip kollarını sağa sola savurarak dehşet içinde bağrışıp çağrışmaktadır. İçlerinden biri haindir. Ama kim?” Aralarında dolanan bir yılanı takip ediyormuşçasına kalabalığı gözleriyle süzdü. Aslında, kalabalık ayrıldıktan sonra defterine karalayabileceği yeni özellikler ve yüz ifadeleri bulabilmek için yüzlerini inceliyordu.
“Kuşkucu Thomas’ın tasvirinde kendi yüzünüzü kullandığınız söyleniyor,” dedi hoş bir Fransız bayan, aşırı vurgulu İtalyancasıyla. “Ama ben hiçbir benzerlik göremiyorum.” Öpücük kondurmaya hazır dudakları, Fransız aksanının etkisiyle buruştu.
Leonardo, hem kadın hem de erkeklerin görünüşüne olan hayranlıklarının farkındaydı. Yaşlı gözlerine yardımcı olması için taktığı gözlüğe rağmen, aynaya baktığında bal rengi gözlerinin hâlâ gençlik enerjisiyle parladığını görebiliyordu. Henüz yeni beyazlamaya başlamış dalgalı koyu kahverengi saçları vardı ve hâlâ esnek ve kaslı bir vücuda sahipti. İnsanların kendisine efsanevi bir yaratıkmışçasına bakacakları düşüncesi ve onların karşısında şık görünme sorumluluğuyla her gün banyo yapıp modaya uygun kıyafetler giyiyordu: dizlerine kadar uzanan tunikler, pastel renkli taytlar ve pek çok sanatçının hayatı boyunca çalışsa bile satın alamayacağı, kuş şeklindeki çok renkli değerli taşlarla süslenmiş altın bir yüzük.
Gözleri, Fransız kızın modaya uygun olarak korseyle yukarı kaldırılmış pembe göğüslerine yöneldi. Bazen gözüne kestirdiği bir gezgini -kadın ya da erkek- eskizini çizmek üzere atölyesine götürürdü. Bunların arasında, üstatla tanışmış olmanın heyecanıyla onunla yatanlar da oluyordu. Kızın Fransız aksanını taklit ederek “Zaten bir benzerlik yok,” dedi. “Model olarak kendi yüz ifademe güvenseydim, tekrar tekrar varyasyonlarımı çizer ve asla tek bir yüz kullanmazdım ki bu da sıkıcı tablolar ortaya çıkarırdı.”
Balıketli Fransız kız dahil tüm izleyiciler güldü. Hayranları Leonardo’ya sık sık, konuştuğunda ciddi mi olduğunu yoksa şaka mı yaptığını anlamanın zor olduğunu söylediğinden sesine ayrıca bir ciddiyet katarak, “Gerçeği söylüyorum,” dedi.
Bir ayrıntı hariç.
Sürekli kullandığı sol elinin yüzük parmağında parlayan, kuş şeklindeki mücevher taşlı yüzüğe baktı. Dini bütün İtalyanlar, solaklığın bir uğursuzluk olduğunu düşünüyordu. Sağ kutsallığın; sol ise günaha sürüklenişin işareti olarak görülmekteydi. Doğru yoldan sapmalarını önlemek için pek çok solak çocuk sağ ellerini kullanmaya mecbur edilmekteydi. Leonardo’nun babası, meşru eşinden on iki tane meşru çocuk sahibi olmuştu ve bunların hepsi sağ elini kullanmaktaydı. Konstantinopolisli bir köleyle gençliğinde yaşadığı ilişkiden doğan gayri meşru oğlu Leonardo için bu, kabul edilebilir bir uğursuzluktu.
“Son Akşam Yemeği” freskinde, İsa’nın sağındaki ikinci sandalyede, kimliği belirsiz yeşil tunikli bir adam sol eliyle ekmeğe uzanmaktaydı. Yahuda da solaktı. “Kendinizi büyük bir ailenin üyesi olarak hayal edin,” dedi Leonardo, bakışlarını Fransız bayanın üzerinden eserine kaydırarak. “Bayram akşamı yemek masasının etrafında toplanmış on iki kardeşten biri. Ailenin lideri masanın ortasında düzen ve dengeyi sağlamaya çalışıyor. Bir düşünün…” Yahuda’nın sol eli üzerine derin derin düşünürken sanki odadaki tüm ses ve kokular azalmış gibiydi. “Ancak her ailede olduğu gibi bu ailenin de derin sırları mevcuttur. Telaşla tartışan bu kardeşlerin arasında biri, bu aileye ait değil. O hâlâ aramızda, ancak bulması zor.”
İsa’nın son yemeğini tasvir eden diğer eserlerde, masada diğer öğrencilerin karşısında otururken resmedilen Yahuda’yı fark etmek kolaydı. Leonardo’nun resminde ise hain; yemeğe katılan on iki havariden biri olarak grubun ortasında gizlenmiş; ancak elinde tuttuğu para kesesinden tanınmaktaydı.
“İsa’nın açıklamasıyla herkes hayrete düşüp hainin kim olduğunu sorar. ‘O mu? Şu mu? Ya da şurada oturan mı? Ya da en korkuncu, yoksa hain ben miyim?’ diye düşünmektedir. İsmi henüz verilmediğine göre hepsi hain olabilir. Hepsi “gayri meşru öteki” olabilir. Hepsi Yahuda olabilir.”
Seyirciler her bir yüzü incelemek için eğildiklerinde Leonardo içten içe pişmanlık duydu. Niyeti dikkatlerini bozulmakta olan eserden uzaklaştırmaktı, daha dikkatlice incelemelerini sağlamak değil.
Aniden yemekhane kapısı açıldı ve yirmi yaşlarında çekici bir delikanlı telaşla odaya girdi. Gian Giacomo Caprotti da Oreno’nun pürüzsüz yüzünde telaşlı bir ifade vardı; süslü saçları darmadağın olmuştu. “Il Moro geliyor!”
Kalabalık susup, bunun gerçek bir uyarı mı yoksa kendilerini eğlendirmek için tasarlanmış bir oyun mu olduğunu anlamaya çalışan gözlerle birbirlerine baktı. Sonra bir cevap alabilme umuduyla bakışlarını Leonardo’ya çevirdiler. “Eğer bu bir şakaysa Salaì, hiç de hoş bir şaka değil, bilesin!” Asistanına geçmişteki muzip tavırlarından dolayı “Küçük Şeytan” anlamına gelen Salaì lakabını takmıştı – şu an hatırlayamıyordu ama ona bu adı vereli on seneyi geçmiş olmalıydı
“Şaka değil, efendim. Yemin ederim. Il Moro geri dönüyor. Hem de bir ordu eşliğinde.” Her ne kadar muzipliğe yatkın olsa da genç adam, pek de usta bir oyuncu değildi. Doğruyu söylüyordu.
İki kadın çığlığı bastı. Alımlı Fransız kız ellerini korseli karnına bastırdı. Kocalar ailelerine kaçmalarını söyledi. Eğer Il Moro Milano’ya dönüyorsa hepsinin yaşamları tehlikede demekti.
Özellikle Leonardo da Vinci’ninki. İki ay önce Fransız ordusu başkenti işgal edip onları şehirden sürene kadar Sforza ailesi Normandiya’yı yarım asırdır yönetmekteydi. Koyu teninden dolayı “Mağripli” lakabı verilen Dük Ludovico Sforza, onur kırıcı bir yenilgiden sağ salim kurtulmuştu. Eğer Salaì’nin sürgündeki dükün dönüşüyle ilgili haberi doğruysa, Sforza’nın korkunç bir saldırı düzenleyeceği kesindi. Bu durumda şu anda Milano’da bulunan her Fransız tehlike altındaydı.
Son on sekiz yıldır Milano’daki sarayda yaşayıp çalışmalarını sürdüren Leonardo da bunlar arasındaydı. Dük kaçıp gittiğinde Leonardo sadık bir yurtsever gibi ona eşlik etmek yerine Sforzalara ait sarayın konforlu odalarında kalıp Fransa kralına hizmet etmeyi seçmişti. Dükün tekrar iktidara gelmesiyle birlikte Leonardo muhtemelen ihanetten dolayı tutuklanacaktı. Sforza ailesinin hainlere ne yaptığı herkesçe gayet iyi bilinmekteydi.
“Krala gitmeliyiz. Fransa, Napoli ya da her nereye gidiyorsa bizi de yanında götürecektir,” dedi Leonardo, sol elindeki yüzükle oynayarak.
Salaì değişen yüz ifadesiyle, “Kral ve maiyeti çoktan şehri terk etti. Bizi arkada bıraktılar,” dedi.
Leonardo’nun sol gözü seğirdi. Biraz düşünmek için zamana ihtiyacı vardı. Kuşağından sarkan küçük defterini çıkardı, duvar resminin önünde oturup hızlı kalem darbeleriyle panik halindeki Fransız gezginlerin kabataslak tasvirlerini, korkudan irileşmiş gözlerini, genişleyen burunlarını ve sağa sola savrulan kollarını çizmeye koyuldu. O an oradaki insanları saran korkuyu hatırlatacak her şeyi… Duyguları anlamanın tek yolu, bu duyguların insan üzerinde yarattığı etkileri incelemekti. Bu tür tepkilere tanık olma fırsatı da pek nadir ele geçiyordu. Keşke kumaşların hışırtısı, boğaza düğümlenen hıçkırık ve hızlı hızlı alınan solukların da resmini çizebilseydi. Korkunun resmini çizebilecek olsaydı bunu mutlaka yapardı.
Elindeki defteri nazikçe almaya çalışan Salì, “Efendim, lütfen, acele etmeliyiz…” dedi; ancak Leonardo izin vermedi. “Unutulup terk edildik. Bir an önce Milano’yu terk etmeliyiz.”
“Aceleyle yanlış bir şey yapmadan önce düşünsek iyi olur.” Şu cesur Fransız kızın resmini şu an gözüne göründüğü gibi geriye atılmış başı, feryat eden açık ağzı ve korkuyla inip kalkan pembeleşmiş göğüsleriyle beraber çizmeliydi. Korku daha çok esrime duygusunu andırmaktaydı, o da bu uyumsuz benzerliğin etkilerini araştırmak üzere not aldı defterine. Genç kızın apar topar ayrıldığını görünce, arzularını yerine getirme şansını asla elde edemeyeceğine üzüldü.
Son Fransız gezgin de salonu terk etmişti. Ağır kapının kapanmasıyla sokaklardaki panikten ileri gelen bağrışmalar azaldı.
Salaì Leonardo’nun kolunu tuttu. “Düşünmek için zamanımız yok.”
Leonardo, defterini sakin bir şekilde tekrar kuşağına yerleştirirken “Her zaman düşünmek için zaman vardır, genç dostum,” dedi.
Düşünmek için zamanının olması, şu anda bozulmakta olan fresk tekniğini denemesinin gerçek sebebiydi. Gerçek fresk çalışmasında sıradan bir sanatçı, önce duvara kalın bir tabaka kireç sürüp sonra binanın kalıcı bir parçası olsun diye henüz kurumamış sıvanın üzerine resmi doğrudan çizerdi. Yine de dayanıklılığın bir bedeli vardı. Resim, sıva kurumadan önce çizilmeliydi. Bu ise Leonardo’nun pek tarzı olmayan hızlı ve sürekli bir çalışma gerektirmekteydi. O, acele etmeden her ayrıntıyı düşünmekten zevk alıyordu. Başladığı çalışmayı bırakıp sonra tekrar başlayabilirdi. Ayrıca lacivert gibi gözde renk tonlarının çoğu, kirecin etkisini azaltan minerallerden elde edilmekteydi. İşte bu yüzden astar boyalı kuru duvar üzerine doğrudan yumurta bazlı bir boya geçerek, tarzına uygun bir teknik geliştirmişti. Bu yöntem sayesinde deniz mavisi, nar rengi, hatta gökmavisinin canlı yeşil-mavisi gibi gözde doğal tonlarını kullanabilirdi. Ancak daha da önemlisi ıslak sıvadan sakınarak günler, haftalar, aylar, hatta yıllar sonra aklına daha iyi bir fikir geldiğinde değişikliklerini rahatça yapabilirdi. Bir keresinde, bu duvar resmini yaparken, İsa’nın sağ eline ombra boyası uygulamadan önce tek bir fırça darbesi için üç gün düşünmüştü.
Salaì, Leonardo’yu tutarak ayağa kaldırdı. Sırtındaki ağır çantasına dokunarak “Not defterleri ve çizimlerinizi çoktan hazırladım,” dedi, “diğerlerini geride bırakmak zorundayız.”
Leonardo tekrar dönüp Son Akşam Yemeği eserine baktı. Boyanın bozulduğuna hiç şüphe yoktu. Dökülmekte olan resmi kurtaramazdı. “Sorun değil, Salaì,” dedi yardımcısından çok kendisine söylercesine. “Sahip olduklarını sonsuza dek elinde tutmayı isteyenler yanılgıya düşer. Biz sanatçılar, sahip olduklarımızdan nasıl vazgeçebileceğimizi biliriz. Her şeyden önce eserlerimiz bize değil, bizleri koruması altına alan hamilerimize aittir. Yine de tablolar asla yok olmaz, sadece terk edilir.”
Şehirden ayrılırken, uzakta top sesleri yankılanıyordu. Dışarıda tam bir karmaşa havası vardı. Dörtnala giden atlar, askerleri şehir dışına taşıyordu. Kraliyet maiyeti ve Fransız vatandaşlar, çılgına dönmüşçesine eşyalarını arabalara yerleştiriyordu. Şiddetli kış rüzgârı, şehri kalın bir sis tabakasıyla örten toz bulutlarını getirmişti. Kuzey İtalya’nın pek revaçta olan başkenti Milano’da tam anlamıyla anarşi havası hâkimdi. Tüm bu karmaşanın ortasında bir Fransız askeri meydanda durmuş, birbirinin omuzlarında duran beş insanın boyundan daha yüksek, kilden yapılmış devasa bir at heykeline bakmaktaydı.
Il Moro’nun merhum babasının anısına dikilen bu kilden yapılmış at anıtı, Leonardo tarafından tarihteki en büyük bronz at heykeli olarak tasarlanmıştı. Şairlerin uğruna şiirler kaleme aldığı bu ihtişamlı yaratığın bronz heykelinin bitmiş halini görmek umuduyla dünyanın dört bir tarafından gezginler gelmekteydi. Savaş toplarının imalatında kullanılmak üzere heykelin bronzunun Il Moro’nun emriyle eritilmesinden dolayı, Leonardo bu eserini tamamlama fırsatını elde edememişti. Milano’nun Fransızlarca işgalinden sonra bu kilden at heykeli atış talimi için kullanılmıştı. Yanan oklar ve mızraklarıyla talim yapan Fransız askerleri; atın kulağını, burnunun bir kısmı ve arka bacaklarının büyük bir bölümünü koparmışlardı. Gerçek bir at olsaydı, çok kısa bir süre içerisinde ölürdü herhalde. Ancak bu, delik deşik olmasına rağmen, hâlâ dimdik ayakta duruyordu.
Sokağın öbür tarafında Salaì iki ata eyer vurmaktaydı. “Üstat, haydi. Hemen gitmeliyiz!”
Leonardo yerinden kımıldamadı. Atın karşısında, sanki onunla sessizce konuşurmuş gibi duran Fransız askerden gözlerini alamıyordu. Tüm bu hengâme içerisinde ata bakarken askerin bir tür iç huzuru duyduğunu umut etti. Uzun kılıcını usulca kınından çıkardığını gören Leonardo, genç askerin bu sanat şaheserinin güzelliği karşısında teslim oluyormuşçasına kılıcı heykelin ayaklarının dibine koyacağını hayal etti. Aksine asker kılıcını havaya kaldırıp “Sforza’ya ölüm!” diye haykırdı. Sonra kılıcını atın ön sağ bacağına tüm gücüyle indirdi. Bacağı çatırdayan at, bir süre daha ayakta durduktan sonra öne doğru sallanarak gürültüyle yere çakıldı.
Leonardo “Hayır!” diye haykırdı. Bu atı tasarlamak tam dört yılını almıştı. Bronzun dökülmesiyle pırıl pırıl parlayacağı günün hayalini kurmuştu geceleri yatağında.
Şu ana dek başarılı bir sanatçı olarak kabul edilmekteydi. Pek çok çağdaşı çoktan yaşamını yitirmişti. O da öldüğünde arkasında ne bırakacaktı? İsmini gelecek kuşaklara taşıyacak bir çocuğu yoktu. Tablolarının yarısı henüz bitmemişti. İçlerinde Il Moro’nun metreslerine ait portrelerin de bulunduğu diğer yarısı ise, insanların göremeyeceği saray odalarını süslemekteydi. Henüz gerçekleştirilmemiş birçok icat ve gelişigüzel karalanmış işe yaramaz notlarla dolu defter yığınları vardı. Son Akşam Yemeği adlı eseri, bulunduğu duvar üzerinde dökülmeye başlamış, at heykeli modeli ise yerle bir olmuştu. Yıllar sonra insanlar, önemsiz küçük Vinci kasabasından gelen ressam, mucit ve aynı zamanda mühendis olan Leonardo’yu hatırlayacaklar mıydı?
“Leonardo!” diye seslendi Salaì, binmiş olduğu atın üstünden.
Leonardo kil atla ilgilenmeyi bırakıp sokağın karşısına geçti. Milano’ya otuz yaşındayken gelmiş ve bir mühendis, bilim adamı, mucit, görkemli törenlerin düzenleyicisi ve tabii ki bir ressam olarak kendinden söz ettirmeye henüz yeni başlamıştı. Ustalık çağına erdiği Milano’da hayatının sonuna dek kalacağını düşünmüştü. Atına binip Salaì’ye başıyla işaret etti. Yan yana, atlarını dörtnala sürerek Milano’nun güvenli duvarlarını terk ettiler. Krallar, dükler ve papalar toprak için savaşmayı sürdürürken hiç kimse; gelecekte bu şehir ya da savaşlardan yorgun düşmüş bu yarımadaya ne olacağını bilmiyordu. Gelecekte Leonardo’yu neyin beklediğine dair en ufak bir fikirleri yoktu. Ancak bilinen tek bir şey vardı: Vincili bu ustanın yeni bir yuva, yeni bir hami, yeni bir yaşam ve yeni bir miras bulması gerekiyordu.
1500
Michelangelo
Ocak, Roma
Michelangelo Buonarroti açılışı beklerken dünyasının yıkıldığını hissetti. Sonra görüşü bulanıklaştı. Kendini toparlamak umuduyla etrafına bakındı; ancak mermer sütunlar, ahşap kirişli tavan ve altın işlemeli duvar resimleri girdaplar halinde etrafında dönüyordu. Görüş alanı kararmaya başladı. Siyah noktalar görmeye başladığında yere yığılacak gibi hissetmişti ki son anda soğuk taş duvara yaslandı.
Nefes alışverişini tekrar ayarladığında siyah noktalar yavaş yavaş azalmaya başladı.
Heykellerinin hiçbiri şu ana dek kalabalık önünde sergilenmemişti. Heykelinin nerede sergilendiğinin hiçbir önemi yoktu. Bu kariyerinin en önemli anıydı. Yine de burası sıradan bir yer değildi. Tüm Hıristiyan dünyasının en büyük mekânlarından biriydi: Aziz Petrus Bazilikası.
Geçen on iki asır boyunca ayakta durmayı başarmış bu üç katlı bazilikanın bakımsız kalması ne üzücü, diye düşündü. Batı yönü boyunca ahşap alınlıklı tavan çökmeye başlamıştı, pek çok sütun çatlaklarla doluydu. Desteklemek amacıyla acemi bir duvar ustası tarafından üstünkörü dikilen duvara rağmen yapının bir tarafı dökülmeye devam ediyordu. Oyuklardan rüzgâr ıslık çalarak içeri giriyor, mermer döşemenin fayansları eksiliyordu. Tüm bu hasara rağmen, bu duvarların içerisinde kilise ruhunu hâlâ hissedebiliyordu.
Bu sabah Vatikan hacılarla hıncahınç doluydu. Papa’nın, bazilikanın kapılarından içeri giren hacıların günahlarını bağışladığı Jübile yılıydı. Bu yüzden farklı diyarlardan gelen binlerce hacı, dua edip günahlarını itiraf etmek üzere Roma’da buluşmaktaydı. Bugün Azize Petronilla Şapeli’nde, genç ve pek tanınmayan bir heykeltraşın yaptığı yeni heykelin açılışına da tanık olacaklardı.
Özel bir şey yarattığına inanan Michelangelo, yine de, eserinin kitleleri etkileyip etkilemeyeceğini bekleyip görmek zorundaydı. Birazdan tüm hayatı değişecekti: Ya gelecek vaat eden başarılı bir heykeltraş ilan edilecek ya da başarısızlık örneği görülerek yok olup gidecekti. Ellerini tuniğinin dibi ufak mermer tozlarıyla dolu ceplerine soktu. Avucuyla sıktığı toz parçacıklarını parmaklarının arasında ovuşturdu. Bazilikada düzenlenen ayin, az da olsa sakinleştirmişti Michelangelo’yu.
Henüz yirmi dört yaşındaki genç heykeltraş, pejmürde kılığıyla, izleyicilerinin nazarında kaba saba göründüğünün farkındaydı. Boyu kısa da olsa, yıllarca mermerleri kesip şekil vermekten gelişmiş kaslarıyla güçlü bir görünüşe sahipti. Kalın siyah saçları, nasırlı iri elleri ve çocukluğunda yeteneğini kıskanan bir çırak arkadaşıyla giriştiği kavgada aldığı yumruk darbelerinden düzleşmiş basık bir burnu vardı. Dış görünüşü hakkında başkalarının ne düşündüğü pek de umurunda değildi. Ayda bir yıkanıp duvar işçilerine özgü uzun keten tunik, bol pantolon ve ağır çizmeler giyiyordu. Ancak insanların söylediklerine göre kahverengi gözleri öylesine ışıl ışıldı ki ona rastlayan çoğu kişi giydiği kıyafete ya da seyrek yıkanmasından kaynaklanan kokuya aldırış etmezdi. Sahip olduğu tutkuyla insanları kendine esir ediyordu.
Siyah cübbesi mermer zemin üzerinde sürüklenerek hacı topluluğunun arasından sıyrılıp Michelangelo’nun yanına gelen Aziz Petrus Bazilikası’nın başrahibi, gagayı andıran burnunu kulağına yaklaştırıp “Hazır mısın, oğlum?” diye fısıldadı.
Michelangelo cevap vermek istedi, ancak nutku tutulmuştu o an. Başıyla sessizce onayladı.
Başrahip dua mırıldanırken Michelangelo’nun alnında ve dudağın üst tarafında yoğun bir ter tabakası oluştu. Rahip, heykelin üzerinden sarkan halatı eline aldığında Michelangelo’nun kulakları çınlamaya başladı. Tırnakları avuç içlerine batıncaya dek mermer tozuyla dolu yumruklarını sıktı. Büyük olasılıkla insanlar heykelini beğenmeyecekti. Hiçbir anlam veremeyecekleri heykeliyle dalga geçip ona ve eserine sövüp sayacaklardı.
Başrahip halatı çekti.
Siyah kalın perdenin yere inmesiyle birlikte, çarmıhta ölmüş Mesih’i kucaklayan Bakire Meryem’in devasa mermer heykeli ortaya çıktı. Michelangelo henüz altı yaşındayken annesini doğumda kaybetmişti. Beş erkek çocuğunun ikincisi olan Michelangelo, annesi kendisiyle ilgilenemeyecek kadar sık hamile kaldığından, geleneklere göre iki yaşına kadar bir sütanneye verilmişti. Öz annesi çok uzak bir figür olmasına rağmen onun ölümünde üzüntü duymuştu. Bu heykel, çektiği o acının dışavurumuydu: Yalnız bir anne ile oğlu ıstırap içerisinde, gölge ve ışığın içinde kalmış, sonsuza dek birbirlerine bağlanmış ancak bir o kadar da birbirlerinden kopuk… Beyaz taş, ciladan dolayı ışıl ışıl parlıyordu. İsa’nın bedeni, annesinin kucağında cansız yatıyordu. Canlılığını yitirmiş cildi kırışmıştı. Giysisi derin kıvrımlar halinde yere dökülmüş Meryem’in yüzündeki dingin ifadeyse ilahi yazgısına teslimiyetini yansıtıyordu.
Michelangelo’nun Pietà adını verdiği bu eserini halk ilk kez görüyordu.
Kalabalık sessizdi. Yüzlerindeki boş ifadelerden düşünce ve duygularına dair bir tahminde bulunmak hayli güçtü. Başı zonkluyor, nefes almakta güçlük çekiyor ve göğsündeki baskı giderek artıyordu.
İki yıl önce Fransız Kardinal Jean Bilhères de Lagraulas, mezarına Meryem’in çarmıhta yaşamını yitirmiş oğlu İsa’yı kucağında tutarken yaşadığı acıyı tasvir eden mermer Pietà heykeli hazırlamak üzere kendisini kiraladığında bile, kendini yetiştirmek üzere birkaç çalışma yapmış ve hatta şarap tanrısı Baküs’ün gerçek boyutta heykeli için kendine ödeme bile yapılmıştı. Ancak şu ana dek bu denli büyük bir sipariş almamıştı. Tüm tecrübesizliğine rağmen şimdiye kadar Roma’da yapılan en güzel heykeli yapacağının yazılı olarak garantisini vermişti. Eğer bir gün büyük bir heykeltraş olma hayalini gerçekleştirecekse, kederli anne ve oğul heykeli onun için çok iyi bir başlangıç olacaktı.
Meşakkatli iki yıl boyunca devasa mermer blok üzerinde çok çalışmıştı. Çoğu zaman yemeden içmeden kesilmiş, uykusuz kalmıştı. İlk kış hastalanmış, ancak yüksek ateşe rağmen çalışmaya devam etmişti. O ilk yıl boyunca Kardinal Bilhères, çalışmaların ne aşamada olduğunu kontrol etmek amacıyla sık sık atölyesini ziyaret ediyordu. Mermerin aldığı şekli gördükçe övgülerini eksik etmeyen yaşlı kardinalin ömrü, heykelin tamamlanışını görmeye ve onu kutsamaya yetmemişti. Şimdi ise bitirdiği eserinin bir şaheser olup olmadığına karar vermeleri için farklı ülkelerden gelmiş yabancı hacıların zevkine güvenmek zorunda kalmıştı Michelangelo.
Örtünün açılmasından itibaren işkence gibi geçen onca zamana rağmen, izleyiciler hâlâ sessizlik içinde eserini seyretmekteydi. Michelangelo tırnaklarını öfkeyle avuçlarına bastırdı.
Nihayet kızıl saçlı bir hacı dizlerinin üzerine çökerek “Şükürler olsun, Tanrım!” diye seslendi.
Sonra da yürümeye yeni başlamış iki çocuğunun elinden tutan genç bir anne eğilerek dua etmeye başladı. Bunu tüm topluluğun övgü dolu sözleri takip etti. Bazıları ağlıyor, bazıları ilahiler söyleyerek içten hayranlıklarını dile getiriyordu. Diğerleri ise heykelin güzelliği karşısında büyülenmişçesine suskunluk içerisinde oturmaktaydı.
Michelangelo ilk başyapıtını icra etmişti.
Üzerine bir ferahlık çökmüş, siyah beneklerin yok olmasıyla görüşü tekrar düzelmişti. Henüz bir bebekken anne ve babası onu, bir mermer işçisinin karısı tarafından bakılmak üzere Sentignano civarındaki taş ocaklarına göndermişti. Topraktan beyaz mermer levhalarını kazarak çıkaran adamlar, metal çekiçlerin çıkardığı sesler ve mermer tozunun dilinde bıraktığı tat o günlere dair ilk anılarını oluşturuyordu. Yaşamının ilk iki yılını taş işçilerinin arasında geçirmek ve taş işçisinin karısının sütünü emmek, mermere karşı büyük bir arzu duymasını sağlamıştı. Tüm yaşamını heykellere adamıştı. Bu yüzden kendine ne bir eş, ne bir çocuk ve ne de başka bir meşgale edinmişti. Nihayet sahip olduğu bu tutkunun meyvelerini toplayacaktı.
Bir hacının başka bir hacıya “Kim yapmış bu heykeli?” diye sorduğunu duydu.
Michelangelo derin bir nefes alıp kendi ismini duyacak olmanın hazzına kendine hazırladı.
“Bizim Milanolu Gobbo yapmış,” diye cevapladı diğer hacı.
Hacının sözlerini duyunca Michelangelo’nun boğazı düğümlendi.
Az önce zikredilen bu isim, yanlış anlaşılma önlenene kadar, sağanak yağmur sonrası Arno Nehri’nin Toskana bölgesine akışını hatırlatırcasına kalabalığın arasında yayılmaya başlamıştı bile. “Gobbo, Gobbo, Gobbo…” fısıltıları hacıların arasında şarkı gibi dolaşmaya başladı. Milanolu ikinci sınıf kambur taş oymacısı Gobbo. Herhangi bir canlılık ve incelikten yoksun eserlerine neredeyse şekilsiz denebilecek Gobbo. Pietà’nın kaidesinin kalıbını bile dökme yeteneğinden mahrum Gobbo. Ailesinin ismini duyurabilmek için Michelangelo tüm yaşamını buna adamışken şimdi bu budalalar, başyapıtını o tembel, yeteneksiz ve dinsiz Gobbo’ya mal ediyorlardı.
Michelangelo henüz anne rahmindeyken annesi atından yere yuvarlanıp dakikalarca hayvanın arkasında sürüklenmişti. Hekimler, karnındaki bebeğin kurtulamayacağını söylese de o, mucizevi bir şekilde hayatta kalmıştı. Bu mucizevi doğumu kutlamak için anne ve babası ona, başmelek Mikail tarafından korunan kişi anlamına gelen Michelangelo ismini vermişti.
Kendisini kurtarıp ona bu eşine az rastlanan güzel ismi ve mermerlere şekil verme arzusunu bahşeden Tanrı, tüm bunları şaheserinin aldığı övgüler o düzenbaz Gobbo’ya gitsin diye yapmış olamazdı.
Michelangelo’nun öfkeden gözleri kararmıştı. Sanki kilise gözleri önünde fırıl fırıl dönüyor, kilisenin tavanı üzerine yıkılıyordu. Kendisini kalabalığa tanıtacak olan başrahip ortalıkta görünmüyordu. Eserin kendine ait olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalıydı, ama nasıl?
Az sonra aklına bir fikir geldi. Öyle mükemmel bir fikirdi ki kesinlikle Tanrı tarafından gönderilmiş olmalıydı. Tanrı’nın onun yaşamıyla ilgili tasarısını tekrar hayata geçirmek ve insanların eserin gerçek sahibinin kimliğine dair hata yapmasını önlemek için Pietà’ya ismini yazması gerekiyordu.
Yalnız bir sorun vardı. Michelangelo artık Pietà’nın sahibi değildi. Eser kiliseye aitti. Gidip ismini heykele kazımaya çalışsa biri tarafından engellenip tutuklanabilirdi bile. Hayır. İsmini kazıma işini gece geç saatlerde, tüm hacıların ayrılıp kapıların kilitlendiği ve rahiplerin uykuya daldıkları bir anda yapmalıydı.
Bunu gerçekleştirmesi için Michelangelo’nun gizlice Vatikan’a girmesi gerekecekti.
Michelangelo, çürümekte olan yan şapeldeki bir mezarın arkasında gizlendiği yerden gizlice etrafına bakındı. Saatlerdir pusuya yatmış bekliyordu. Nihayet etraf sakinleşmiş ve karanlık çökmüştü. Kendi kendine, kilise mülküne zarar verirken yakalanırsa başına gelebilecekleri aklına getirmeyi kesmesini söylüyordu. Sonuçta ailesinin ismini koruyordu ve bu uğurda her tehlikeyi göze almaya hazırdı.
Saklandığı yerden çıkıp karanlık kilise holüne doğru yönelmeden önce “Tanrım, lütfen beni bağışla,” diye fısıldadı. Ses çıkarmamaları için çizmelerini çıkarmıştı, metal aletlerin birbirine çarpıp gürültü yapmalarını önlemek için deri omuz çantasını sıkıca vücuduna bastırdı.
Azize Petronilla Şapeli’nin içine giren ayışığı, Pietà’nın üzerine yumuşak mavi bir parlaklık veriyordu. Haftalarca Meryem ve İsa’yla yalnız kalmamıştı. O, açılış için hazırlığını yaparken rahip ve hacılar boş boş oyalanıp duruyorlardı. Ama şimdi, sessizliğe bürünmüş kilisede mermer heykelin mırıldanışını duyabiliyordu. Biçim verdiği zamanlarda mermer, kendi ruhuyla taşın ruhu arasında bir duygu paylaşımı oluyormuşçasına, onunla sohbet ederdi. Gece gündüz, her saat Pietà onunla konuşmuş ve ona şarkılar mırıldanmıştı. Yıllar sonra bir araya gelen eski dostlar gibi yine başbaşaydılar. Çantasını alıp içinden çıkardığı aletlerini zemine koyarken gürültü çıkınca, “Kahretsin!” diyerek öfkelendi Michelangelo. Birinin kiliseye girip onu yakalamasını bekliyormuş gibi nefesini tuttu. Neyse ki duyulan tek ses, duvarlardaki çatlaktan esen rüzgârın sesiydi. Aletlerin çıkardığı gürültü kimseyi uyandırmamıştı.
Eline bir çekiç ve keski alıp heykelin üzerine çıktı. Karanlık, görüşünü engelliyordu. Ancak uzun iki yıl boyunca bu heykel üzerinde çalışmıştı. Gözleri hiç görmese bile heykelin her bir noktasını avucunun içi gibi bilirdi.
Ellerini taşın üzerinde gezdirerek Meryem’in göğsünü saran mermer kuşağı buldu. Keskiyi aşağıya, sol tarafına indirdi, sonra ilk darbeyi vurmak üzere çekicini çıkardı.
Artık başlamıştı, taşın üzerine yarım sözcükler yazıp bırakamazdı. Kusursuzca cilalanmış heykelin üzerine tek bir işaret koysa bile devamını getirmeliydi, yoksa boş yere kendi şaheserini mahvedebilirdi.
Michelangelo hafifçe dönüp çekici keskinin üzerine indirdi. Mermerle temas eden keskiden çıkan “tonk” sesi havada yankılandı. Ses, koca kilisede beklediğinden çok daha fazla gürültü çıkardı. Yüreğini korku kaplasa da artık duramazdı.
Tak…Tuk…Tak…Tuk…Tak…Tuk…
Mermer tozları uçuşup saçına ve elbisesine dökülüyordu. Teri mermer tozuna karışmış, adeta gri bir macun gibi gözlerine akıyordu. Gözleri yandı.
Bakire Meryem’in dingin yüzü ona bakıyordu. Çekiçle vurmayı bıraktı. Yaptığından dolayı kendisini azarlamasını beklerken çevreyi bir sessizlik kapladı. Pek çok insan, mermerin cansız bir kayadan başka bir şey olmadığına inanırken Michelangelo, aynı insanların kalplerine pompalanan kan gibi mermer heykelin damarlarında da yaşam olduğunu biliyordu. Meryem’e bir şeyler fısıldadı ama taşın dilinden konuştuğunda söylediklerinin kendisi bile farkında değildi.
Küçük bir hareket çarptı gözüne. Dışarıda dolanan bir fare miydi? Yoksa çatı kirişinde mahsur kalmış bir kuş mu? Ya da Ay’ın önünden geçen bir bulut kümesi mi? Sonra şapelin dışındaki ara yolda elinde meşaleyle birinin yürümekte olduğunu fark etti. Çıkan ses rahipleri uyandırmış olmalıydı.
Michelangelo durduğu yeri terk edip koyu gölgelerin altında saklanacak bir yer bulma umuduyla yakındaki kemerli girintiye daldı. Arkasına baktığında midesine ağrılar girmesine neden olacak bir şey fark etti.
Aletleri hâlâ heykelin ayaklarının dibinde duruyordu. Alet yığını, nöbetçi rahibin içeride bir kaçağın varlığını fark etmesine neden olacaktı. Yakalanması durumunda Michelangelo aforoz edilip ağır şekilde cezalandırılabilir ya da asılabilirdi. Günahlarından dolayı papa onu lanetleyecek, yüzülmüş derisi Dante’nin cehenneminde sonsuza dek cayır cayır yanacaktı.
Aletlerini almak için zamanı yoktu. Koridorları inip çıkan rahip hızlı adımlarla yürüyordu. Michelangelo, Tanrı’nın adamlarının korkuyu hissedebileceğine inanıyordu ve bu sessiz kilisede içinde bulunduğu panik gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor olmalıydı. Derin bir nefes alıp soluğunu tuttu.
Rahip, kubbeli girintinin uzak ucundan döndükten sonra elindeki meşaleyi her bir karanlık köşeye tutarak Michelangelo’nun bulunduğu yan koridora doğru yöneldi. Michelangelo, adeta birazdan yakalanacağının haberini verircesine yaklaşmakta olan ayak seslerini saydı.
Rahip, Azize Petronilla Şapeli’ne ulaşmıştı. Michelangelo, rahip başlığının altında etrafı inceleyen, sarkmış ve kırışık cilde sahip sert bir yüz gördü. Yaşlı adam, sert ve affı olmayan birine benziyordu.
Rahip heykeli incelerken bakışları yerde duran alet yığınına yöneldi. Michelangelo kemerli girintinin içine iyice saklanmaya çalışırken, hemen üstüne yerleştirilmiş küçük metal bir rafa çarptı. Taş duvar üzerinde metal ses yankılandı.
Rahip meşaleyi sesin geldiği yöne tuttu. Meşalenin ışığı, Michelangelo’nun bulunduğu yöne doğru şapelin içinde yayılıyordu. Gözlerini sımsıkı kapadı. Meşalenin sıcaklığı yüzüne vuruyordu. Ani bir bağırış duymayı beklerken sıcaklık yanından geçerek uzaklaştı. Bir gözünü kısarak açtığında bir sıçanın, rahibin sandaletli ayakları üzerinde hızla koşuşturduğunu gördü. Peder “Sıçanlar!” diye bağırarak elindeki meşaleyi hayvana doğru savurdu.
Sıçan sıçrayarak karanlıkta kaybolurken etrafına bakınan rahip, yaptığı araştırmadan memnun ve bu kemirgenlerden uzaklaşmaya istekli görünüyordu. Hızlı adımlarla arka kapıya yürüyerek ortadan kayboldu.
Michelangelo tekrar tek başınaydı. Ağır ağır derin bir nefes aldı.
O sıçan, rahibi korkutmak üzere Kutsal Ruh tarafından gönderilmiş olmalı diye düşündü. Tanrı, kendisini ve eserini bir kez daha kutsamıştı.
Michelangelo gizlendiği yerden çıkıp tekrar işe koyuldu. Belirli aralıklarla rahipler kiliseyi kontrol ediyordu; ancak Michelangelo her defasında gizlenip yakalanmaktan kurtuldu. Tanrı tarafından korunduğunun bilinciyle hiç acele etmeden Roma harflerini süslü bir şekilde yazdı. Hatta yazdığı Michael Angelus Bonarotus Florent Faciebat kelimelerini parlatmak için fazladan bir saat bile harcadı.
Latince sözcüklerin anlamı şuydu: Bu eser Floransalı Michelangelo Buonarroti tarafından yapılmıştır.
Michelangelo, daha bazilikanın kapıları halka açılmadan, kilise yöneticilerinin toplandığı sabah ayini için kardinallerin gelmesinden dakikalar önce işini bitirip bir lahdin arkasına saklanmıştı. İbadete dakikalar kala, cemaatin heyecan dalgasıyla aralarında mırıldandıklarını duyuyordu ama yakalanma korkusuyla yerinden kımıldayamıyordu. Bunun yerine sessizce saklanıp fark edilmeden oradan sıvışma fırsatını kolladı.
İbadetten sonra rahipler ön kapıları açıp hacı topluluklarını kiliseye kabul etti. Michelangelo bina tamamen doluncaya dek bekleyip sonra gizlendiği yerden çıkarak kalabalığa katıldı. Üzerindeki mermer tozu tabakası, kalabalığa kolayca karışmasına yardımcı oldu. Uzun mesafeler yürümüş olan gezgin hacıların kıyafetleri toz toprağa bulanmıştı.
Pietà heykelinin yanında yürürken konuşmaları dinlemek için yavaşladı. Hacıların tümü yeni ve benzersiz bir ismi telaffuz ediyordu. “Michelangelo Buonarroti” ismi fısıltılar halinde aralarında dolanıyordu. Duyduğu gururla Michelangelo’nun yüzü kızardı.
“Bugünlerde sanatının kendi adına konuşmasına izin vermeyi öğreneceksin.”
Michelangelo dönüp baktığında, Pietà heykeli için kendisini Kardinal Bilheres’e öneren zengin Romalı banker Jacopo Galli’nin yanında yürümekte olduğunu fark etti. Michelangelo, başarısına tanıklık etmek üzere arkadaşının orada bulunmasından memnuniyet duydu.
Yakından incelemek için Pietà heykeline yaklaşan Jacopo, “Bu arada şunu söylemeliyim ki bu sabah heykeli gördüğünde…” dedi ve durdu, ağzındaki bir damla balın tadını çıkarıyormuşçasına, “… çok etkilendi.”
“Kim, ne zaman gördü?”
“Papa hazretleri, tabii ki.”
Michelangelo’nun yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Duydukları doğru muydu yoksa Jacopo şaka mı yapıyordu? Papa VI. Aleksander; güç düşkünü, adı yolsuzluklarla anılan ve cinsel arzuları yoğun bir kişi olmasına rağmen, insanın cennetle en yakın bağı olan Katolik kilisesinin saygıdeğer önderiydi. Eserini öven Papa, ilahi onayını gönderen Tanrı’ya yakın biriydi.
Jacopo, yaklaşmakta olan bir kardinali eliyle selamlayarak “Papa Hazretleri, hacı topluluklarının takdirini alan Pietà heykelini görmek istedi,” dedi. Önemli şahsiyetlerle kolayca dostluk kurmak Jacopo’nun mayasında vardı. “Bu arada başrahip, meşakkatli çalışmanı ve yeteneğini takdir edebileyim diye beni de davet etti.”
Öyleyse sabah ayinindeki o hararetli konuşmaların nedeni bu olmalıydı diye düşündü Michelangelo. Sabahki ayine Papa da katılmış olmalıydı. “Peki, ne dedi?” diye sordu Michelangelo.
“Eserin güzelliğini övdü. Kendisine Tanrı’nın sevgisini bir kez daha hatırlamasında yardımcı olduğunu söyledi. Hepimizin bildiği gibi Papa Hazretlerinin en büyük özelliği budur. Esere imzanı atarak sergilediğin egoya bile gülüp bu hareketinle kendisine Cesare Borgia’yı hatırlattığını söyledi.”
Michelangelo midesinin bulandığını hissetti. Cesare Borgia, Papa’nın gayri meşru oğlu ve adı çıkmış bir düzenbazdı. Kilise eğitimi alıp henüz on sekiz yaşında kardinal mertebesine yükselen Cesare, Michelangelo’ya göre affedilmez bir günah olan kardinallerin giydiği şapkayla dalga geçen ilk kişi olmuştu. Daha da kötüsü, söylentilere göre Cesare erkek kardeşini öldürmüş, kız kardeşine beslediği aşk ve kıskançlıktan dolayı eniştesini katletmişti. Bugünlerde, papalığa ait topraklardaki isyanları bastırıp tekrar kontrolü sağlamak üzere yarımadaya kanlı bir saldırı düzenleyen papalık ordusuna komuta ediyordu. Papanın kendisi tarafından söylenmedikçe, Cesare Borgia ile kıyaslanmak pek de iltifat sayılmazdı.
“Papa Hazretleri, senin cesur ve tutkulu biri olduğunu söyledi,” diye devam etti Jacopo. “Bu sözlerle kastettiği aldatıcı gururdu sanırım. Tam olarak başka neler söyledi bir düşüneyim…”
Jacopo’nun konuşulanları hatırlamasını beklerken Michelangelo, deri omuz çantasının kayışını sıkıca tuttu.
“Dedi ki, ‘Michelangelo’nun günün birinde başarılı biri olacağına inanıyorum.’ Bu sözleriyle sanki Papa Hazretlerinin seni kiralayabileyeceği fikrini edindim. Papa için çalışmak iyi olmaz mıydı?”
Michelangelo dizlerinin üzerine çöktü.
Dört yıl önce şöhret olabilme umuduyla bu tarihi şehre, Roma’ya gelmişti. Kutsal şehir Roma, hayal gücünü harekete geçirmişti. Her geçen gün, asırlardır toprak altında gömülü kalmış antik kalıntılar kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmaktaydı. Mermer sütunlar ve zafer takları, mezar taşları gibi toprak altından yükselip gün ışığına çıkıyordu. Her gün bir bina, heykel ya da arkeolojik eser keşfedilmekteydi. Eski Roma’da önemli işlerin görüldüğü alan, eski medeniyetlerin eserlerini inceleyip kopyalamak ve onları taklit etmek isteyen sanatçılar için mükemmel bir mekândı. Sahip olduğu tüm bu muhteşem yapıtlara rağmen Roma, Michelangelo’yu hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir zamanların güçlü başkenti şimdilerde fahişeler ve hırsızlarla dolu küçük, pis bir taşra kasabasıydı. İnfaz edilmiş cesetler, suç işlemeyi tasarlayan başkalarına ibret olması amacıyla çürüyene dek haftalarca darağaçlarında tutuluyordu. Floransa’nın saf güzelliğine alışık biri için Roma’nın bu bayağılığı korkunçtu. Ailesine Roma’ya adımını attığı ilk gün bu şehri terk etmeye hazırdı; ancak Floransa’ya başarısızlık timsali olarak geri dönemezdi. Ailesine, Roma’da büyük bir heykeltıraş olacağını vaat etmişti. Evine ya ünlü biri olarak dönecek ya da hiç dönmeyecekti.
Roma’da zafere ulaşmanın hayalini kurmuş olmasına rağmen Papa’dan övgüler alacağını hiç ummamıştı. “Papa Hazretleri adımı biliyor mu?” diye sordu.
Jacopo, Michelangelo’nun elinden tutup ayağa kaldırırken “Tabii ki,” dedi. “Hacılar tüm İtalya’da, uzak diyarlardaki insanlara ve Fransızlara senden ve Pietà’dan bahsedecekler.”
“Peki ya Floransa’da?”
“Floransa’da onuruna törenler düzenleyecekler.”
Michelangelo, Jacopo’nun omuzlarını tutup yanaklarından öptü. “Teşekkür ederim dostum. Gel. Atölyemi kapatmamda bana yardımcı ol. Artık Floransa’ya dönme vaktim geldi.” Her şeye rağmen onur ve şeref kavramları daima memleketinde daha değerliydi.
Leonardo
Kış, Mantua
Leonardo son fitili de ateşledi. Altı metal namlu mermileri fırlatırken Salaì ile birlikte ahşap bir çitin arkasına saklandı. Fişekler ıslık çalarak havaya yükseldikten sonra altın ve gümüş rengi havai fişekler halinde infilak ettiler. Kıvılcımlar aşağı yağarken Mantua halkı sevinçle bağırdı. Soğuk geceye rağmen, şehirlerini ziyaret eden papalık ordularının komutanı Valeninois Dükü Cesare Borgia’yı karşılamak için halk Ducale Meydanı’nın etrafında toplanmıştı.
Cesare Borgia, çok namlulu havai fişek fırlatıcıyı göstererek “Bu olağandışı bir mekanizma,” dedi. Leonardo, Cesare’nin derisinin bir Fransız hastalığı olan frenginin belirtileriyle kaplı olduğunu duymuştu ancak bu gece, hatta havai fişekler yüzünü aydınlattığında bile buna dair hiçbir emare görmedi. Aksine dük, koyu mavi gözleri ve uzun kaslı vücuduyla tartışma götürmeyecek biçimde yakışıklıydı.
Isabella d’Este, eliyle Leonardo’nun kolundan tuttu, “Evet! Üstadımız gerçekten olağanüstüdür,” dedi. Isabella bugünlerde hayli dolgunlaşmıştı. Evde uzun kalan kocası sadece onu değil, diğer üç kadını da hamile bırakmıştı.
Leonardo elini onun elinin üzerine koyarak “Böyle güzel bir haminin dudaklarından dökülen övgüleri memnuniyetle kabul ediyorum,” dedi.
Milano’dan kaçtıklarından beri Leonardo ve Salaì, kırsal bölgelerde uzun süre kalamayacaklarını biliyordu. Bu çok tehlikeliydi. İtalya yarımadası huzurlu birleşik bir ülke olmanın aksine birbirleriyle savaş halinde olan şehir devletleri ve krallıklardan oluşmaktaydı. İşgalci Fransız ordusu, Napoli şehrini ele geçirmek için yarımadaya ilerlemekteydi. Batıda Floransa şehri Pisa şehriyle, doğuda ise Venedik Cumhuriyeti herkesle savaş halindeydi. Babasının papalık ordusuna komuta eden Cesare Borgia ise son zamanlarda Romagna bölgesine hücum etmeye başlamıştı. Güvenli bölge arayışındaki Leonardo, eski dostu, alev kırmızısı saçlı Markiz Isabella d’Este ve kocası tarafından yönetilen Mantua Şehir Devleti yakınlarına gitmişti.
Leonardo Milano’da yaşadığı günlerde, Il Moro’nun karısı olan küçük kız kardeşi Beatrice’yi ziyaret etmek için sık sık kuzeye yolculuk yapan Isabella ile arkadaş olmuşlardı. Sarayda düzenlenen akşam yemeklerine her katıldığında ısrarla Leonardo’nun yanında oturup gece geç saatlere kadar sanat, politika ve doğa üzerine söyleşirdi. Beatrice öldüğünde Leonardo ve Isabella birbirlerine kederli mektuplar yazmışlardı.
Milano’nun Fransızlar tarafından işgal edilmesinden beri Isabella’yla görüşmemesine rağmen, onun kendisini Mantua’ya davet edeceğine inanıyordu. Leonardo bu inancında da yanılmamıştı.
Bir aydan fazla bir süredir Mantua şehrinin başmühendisi olarak görev yapmaktaydı. Bu gece ise Cesare Borgia’yı etkilemekle görevlendirilmişti. Isabella, Mantua şehrinin yararına Cesare Borgia ile iyi geçinmek niyetindeydi ve papanın oğluyla düşman olmak istemiyordu.
Cesare çok namlulu fırlatıcıyı incelemek için koruyucu bariyerin önünden geçerken Leonardo “Bu aleti icat etme fikrini, arpla bir şarkı bestelerken edindim,” diye açıkladı. “Düşündüm ki, eğer bir müzik aleti aynı anda birden fazla nota çıkarabiliyorsa, neden bir fırlatıcı aynı anda birden fazla fişeği fırlatmasın?”
“İşaret ve aydınlatma mühimmatının havaya fırlatıldığını daha önce hiç görmemiştim,” dedi Cesare.
Salaì, zafer kazanmış gibi bir edayla Leonardo’ya baktı. Havai fişek, iki asırdan fazla bir süre önce Marco Polo tarafından Doğu’dan getirilmiş olmasına rağmen hâlâ yeni ve deneme aşamasındaydı. Çoğu havai fişek gösterisi küçük ve güvenliydi: Kıvılcımların püskürmesi yerden çok yükseklere ulaşmıyordu. Ancak Leonardo daha tehlikeli bir yöntemi tercih ederek fişekleri daha yükseğe fırlatıp farklı renklerin gökten aşağıya süzülmesini sağlamıştı.
Isabella “Görmekte olduğunuz gibi çok değerli Leonardo’muzu işe alarak büyük bir iş yaptık,” dedi. Söylediği her sözcükten cilve akıyordu sanki.
Cesare, şaşkınlıktan gözlerini faltaşı gibi açarak “Bir aydan fazla süredir kendisini ağırlayıp da henüz bir tablonuzu yaptırmamış olmanıza inanamıyorum,” dedi. “Acaba üstadımız kendisini, basit bir markizin hamiliğinden daha üstün mü görüyor? Ne de olsa kendileri düklere, düşeslere hizmet etmiş birisi.”
“Markiz Isabella, şu ana dek tanıdığım tüm dük ve düşeslerden çok daha cömerttir,” dedi Leonardo.
Isabella, düke laf dokundururcasına “Duydunuz mu Dük Borgia?” dedi. “Hem Mantua’nın gökyüzünün aydınlanmasını izlemek varken, niye zamanımı resimlerle harcayayım ki?” diye sordu Dük. Havai fişeklerden çıkan duman hâlâ gökyüzündeydi.
Borgia mavi gözlerini Leonardo’ya çevirerek “Öyleyse söyleyin bakalım, bunun gibi başka icatlarınız da var mı?” diye sordu.
“Tabii ki. Sizi atölyeme götürebilirim.”
“Özür diliyorum Dük Borgia,” diye araya girdi Isabella. Bakışları bir volkanik kaya kadar soğuk ve sertti. “İncelemeleriniz biraz beklemek zorunda kalacak. Benim üstadıma danışmam gereken bazı şeyler var.”
“Adamın söylediklerine inanabiliyor musun? Düpedüz seni benden çalmaya çalışıyor,” dedi Isabella. Eski San Giorgio Sarayı’ndaki kulenin son birkaç basamağını çıkarken öfkesi duvarlarda yankılanıyordu.
Leonardo, Markiz Isabella’nın özel çalışma odasına girerken “Kimse beni sizden çalamaz hanımefendi,” dedi.
“Şuraya yazıyorum! Bu adam senin yeteneklerini kendi çıkarları için kullanmak istiyor.” Isabella hararetli hümanizm, edebiyat ve siyaset söyleşilerine ev sahipliği yaptığı ve sanat eseri koleksiyonunu muhafaza ettiği küçük çalışma odasının kapılarını açtı. Mermer ve bronz heykeller, yeni ve eski tablolar, gün ışığına çıkarılmış değerli el yazmaları ve yeni ciltlenmiş kitap yığınları, eski masalar üzerine yığılmış altın ve gümüş minyatürler, hatta kurutulmuş hayvan postları, fildişi ve geyik boynuzu koleksiyonunun bulunduğu oda, adeta bir hazine dairesini andırmaktaydı. Markiz, sanat eseri koleksiyonculuğunun yanı sıra gözü pek avcılığıyla da ün yapmıştı. Isabella, kendini yüksek sırtlı ve altın kaplamalı koltuğa bırakırken “Sakın şu Borgia canavarının pençelerini sana geçirmesine izin verme, Leonardo. Sana ne yaptıracağı belli,” dedi. “Bu gece beni en çok sinirlendiren şeyin ne olduğunu biliyor musun? O zorba sırrımı açığa çıkardı. Seninle ilgili planlarım artık inkâr edilemez.”
Leonardo Isabella’ya bakarak “Sizden hiçbir şeyi esirgemeyeceğimi biliyorsunuz hanımefendi,” dedi. Bu küçük dar odada markizin lavanta ve şeftali karışımı parfümünün kokusunu alabiliyordu.
“Kocamın askeri oyuncaklarıyla oynamana izin vererek birkaç ay daha egonu tatmin etmeyi planlamıştım ama burada kalmanı neden bu kadar çok istediğimi artık biliyor olmalısın…”
Leonardo bir adım daha yaklaşarak, “Lavta çalma konusundaki yeteneğimden dolayı mı?” diye sordu.
Isabella hayır anlamında başını salladı.
“Düğüm atıp çözmedeki efsanevi yeteneğimden dolayı mı?”
Isabella kahkahayı bastı.
“Eyer üzerindeki duruşumdan dolayı mı yoksa?”
“Tablomu çizmeni istiyorum, Leonardo,” dedi koltuğunda öne eğilerek. “Duvar yüzeyine fırça vuruşunu gördüğüm andan beri bunu istiyorum.”
Leonardo elini ilgisizce sallayarak “Ah, şimdi anladım,” dedi. “Kocan sürekli surlardan, kale hendekleri ve ahırlardan bahsediyor tabii.” Duvara yaslı tuvallerden oluşan yığına doğru ilerleyip tabloları karıştırmaya başladı. Tablo yığınları arasında bazı şaheserlerin vasat kopyalarını buldu: Giotto’nun Aziz Fransis’in Stigmata’sı, Masaccio’nun Haraç Parası tablosu…
“Atlar, fahişeler ve savaşlar kocamın ilgi alanına giriyor, benim değil. Bu yüzden beni burada görevlendirmekte…” Ayağa kalkıp Leonardo’ya doğru yöneldi. “Bunun yanı sıra, hem Tanrı’nın hem de benim isteğimle, Gonzaga tahtının varisini de karnımda taşıyorum.” Zaten kız çocuğu olan Isabella, karnındaki bebeğin erkek olacağını tahmin ediyordu. “Sanat eseri satın almak için rehin bıraktığım her mücevhere değer.”
Leonardo, tuvaller arasından Son Akşam Yemeği tablosunun ucuz kopyasını çıkararak “Neden bu çöpü elinde tutuyorsun?” diye sordu. “Aman Tanrım! Kim yapmış bunu?” Isabella’ya dönüp baktığında markizin yüzü utançtan kızardı. “Bu kim olduğu belirsiz yeteneksiz aptaldan çok daha fazlasını biliyorsun benim duvar resmim hakkında. Milano’ya geldiğinde beni çalışırken izledin. Renk pigmentlerini duvara uygularken oturup beni izledin.”
Isabella, Leonardo’nun elinden kopyayı alarak “Beni çok etkilemiştin,” dedi. Matematiğin estetiğini resimlerine taşımak için yüzlerin ve objelerin üzerine geometrik şekilleri uygularken izlemişti onu. Tavandaki perspektif desenleri ve teslis inancını temsil eden üç pencereyi açıklamasını rica etmişti. Hatta bir keresinde Leonardo, masa üstündeki tomar ve tabakalara yazılı gizli müzik notalarından da bahsetmişti. Birden kahkaha atarak “Kız kardeşim öldüğünde Kuzey’e ziyaretlerim sona erdi. Eserin bitmiş halini hiç görmedim. Elimdekiler bundan ibaret,” dedi. “Yine de haklısın. Bu figürler ahşap aslında.”
“Öyleyse izin ver yakayım şunu.” Elindeki kopyayı almaya çalıştı ancak Isabella hızlı davranmıştı. Kahkaha atıp kopyayı arkasına saklayarak, Roma imparatorlarının büstleri arasında dolanarak koşuşturdu.
“Nasıl beceriyorsun bunu? Tasvirler öylesine canlı ki, sanki tüm gün resim çerçeveleri içerisinde oturup poz vermeleri için modellere para ödemişsin.” Turuncu ve siyah renkli çömleklerle dolu bir masanın arkasından Leonardo’ya bakarak “Bu imkânsız,” dedi.
Leonardo yavaşça masanın etrafında yürüyüp ona doğru yaklaşırken “Çelik darbesi alınca,” dedi, “çakmak taşı haykırdı: ‘Neden bana vuruyorsun? Sana bir zararım yok ki.’ Sonra çelik şöyle cevap verdi: ‘Sabırlı ol ve yapabileceğin harika şeyleri gör.’ Böylece sonunda ateş çıkıncaya dek çakmak taşı sabırla tekrar tekrar kendisine vurulmasına izin verdi. İşte benim durumum da böyle. Uzun süre sabrederek ben de muhteşem sonuçlar elde etmeyi öğrendim. Ayrıca söylediğinin aksine hiçbir şey imkânsız değildir.”
Isabella bakışlarını Leonardo’ya çevirerek “Kız kardeşim sana hiç portresini yaptıramadı değil mi? Peki, neden?”
“Sevgili Isabella,” dedi parmağını onun alt çene hattında gezdirerek. “Biliyorsun ki hamilerimin özel hayatlarını tartışacak kadar saygısız değilim.”
“Böyle bir alet seni işinden ederdi,” dedi Isabella, yabandomuzu derisine sarınmış bir halde atölyenin zemininde uzanırken. Resmini çizebilmek için Leonardo yataktan kalkmıştı. Tablosunu çizdiği modelleriyle neden yattığını kendisi de bilmiyordu.
Bronzdan yapılmış Apollon heykeline dayanıp Osmanlı’dan getirilmiş el dokuması bir kilimi kucağına çekerek “Belki,” dedi. “Ama aniden insanın görüntüsünü yakalayan bir makine düşün. Resim, kişiyle resim arasında gözle görülür hiçbir farkın olamayacağı kadar gerçek. Bilim adamları, sanatçılar ve mühendisler bile tarafsızlıklarını olağandışı bir düzeyde tutabilirdi.” Not defterini alıp içinde at resmi karalamaları, bir sürü çok yüzlü şekiller ve Milano’dan getirdiği eşyaların listesinin bulunduğu bir sayfayı açtı. “Bir kereliğine bile olsa böyle bir aleti kullanabilseydim eğer, tablo ressamı olarak bir kuruş kazanamayacağıma üzülmezdim.”
“Ama görüntülerin kopyasını çıkarmak için sadece makineler kullanılırsa o zaman insanın önemi kaybolacak ve insanlık yok olacaktır.”
Bir fırça darbesiyle Isabella’nın çene kıvrımını çizip “Çok yaklaşmak görüntüyü bozar,” dedi.
“Böyle bir mesafe koymak cahilliğin yanı sıra tehlikeli olur.” Keşke ailesi şimdi onu, Napoli kralının kız torunuyla teorik icatlarından birinin ahlaki etkileri üzerine tartışan Vincili bu taşra çocuğunu görebilseydi. Ressamlığa başladığı yıllarda insanlar ressamları alt sınıf işçiden farksız görmekteyken o, bu algıyı değiştirmişti. Artık ressamlar önemli ve düşüncelerine danışılan insanlardı. Gerçeği söylemek gerekirse değersiz bir meslek diye geçirdi aklından. “Tüm anlayışın anahtarı, uygun bilimsel nesnelliğe ulaşmaktır, hanımefendi. İşte bu yüzden uçmak istiyorum.”
“Ne dedin sen?”
“Uçmak.”
Isabella’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Havada? Kuş gibi?”
Leonardo başıyla onayladı.
“Dalga geçiyorsun.”
Leonardo hayır anlamında başını sallayarak “Kral Louis, böyle bir buluşun değerini anlar,” dedi. Sol elini kaldırıp parmağındaki iri mücevherli kuş figürlü yüzüğü göstererek “Bunu kendi parmağından çıkarıp bana verdi. Kraliyet koleksiyonundaki mücevherlerle süslenmiş,” dedi. Bugün satmaya kalksa binlerce düka altını ederdi. “Kral bana, bunun benim hedeflerimi desteklediğinin göstergesi olduğu ve uçmayı öğrendiğim zaman bu sanatı Fransa’ya getireceğimi umduğunu söylemişti.” Yüzük ona uğur getirmişti. Yüzük parmağında olduğu sürece bir gün uçacağından en ufak bir şüphesi yoktu. “Tabii siz ve cesur kocanız deneylerime desteğinizi sunarsanız bu icadımı asla Fransızlara vermem hanımefendi. Size söz veriyorum. Hepsi sizin olacak.”
“Sen kuş değil, bir ressamsın.”
Leonardo, Isabella’nın istiridyeye benzeyen gözkapaklarını ve o istiridyenin içindeki inciyi andıran gözlerini çizerken “Ben bir ressamdan çok daha fazlasıyım,” diye karşılık verdi. “Yoksa Tanrı neden bana insan vücudu, zihin, ışık, su, sayılar ve yıldızlar hakkında sorular sormak için böyle bir istek versin ki? Merakım beni sanatımdan koparmıyor, aksine onu besliyor. Müzik matematiği, matematik bilimi, bilim de resim sanatını besler. Eşsiz bir şey yaratmanın tek yolu, görünürde farklı şeyler arasında bağlantılar kurmaktır. Sadece resme odaklanmak onun yok olmasına neden olacaktır.”
Isabella eline zarif altın bir taç alıp başına yerleştirdi. “Ama ben senin göklerden yere çakılıp benim için ölmene katlanamam. Diğer taraftan, tanıdığım tüm insanlar arasında ancak sen böyle imkânsız bir şeyi gerçekleştirebilirsin, Üstat Leonardo. Hem uçmayı öğrenirken bir gün kanatlanıp benden kaçabilirsin. Bu yüzden sevgili markiziniz size uçmayı yasaklıyor. Sadece resminizi yapın. Sizden istenen bu.”
“Böyle ufak şeylerle yetinemem. Daha fazlasını istiyorum. Her zaman da isteyeceğim.” Gökyüzünü göstererek “Oradan ağaçları, nehirleri, dünyayı, tüm insanlığı inceleyebilirim. Bir şeyleri gerçek anlamda görüp anlamanın en iyi yolu da onu uygun bir mesafeden incelemektir,” dedi.
“Sen ve nesnellik takıntın… Herkesten ve her şeyden uzak durma konusunda ısrarınla aşkı hissetmeyi nasıl umabilirsin?” diye sorarak tepkisini gösterdi Isabella.
“Eğer bir gün âşık olursam hanımefendi, sizi temin ederim nesnel bir şekilde inceleyebileyim diye kendimi aşktan da uzaklaştırırım.”
Isabella üzerindeki postu yere bırakarak “Bunu yaptığın an, incelemeye çalıştığın şeyi öldürürsün,” dedi. “Aşk, mesafe koyarak yaşanmaz.”
Isabella’nın, Cesare Borgia’yı ağırlamak üzere ayrılmasıyla Leonardo atölyede yalnız kaldı. Burası güzel eşyalarla dolu bir odaydı. Burada kalmaya devam ederse bir gün kendisi de buradaki eşyalar gibi parlatılıp hayranlık duyulacak ve insanların dilinden düşmeyecekti. Tablo ardına tablo çizip, kocasının yokluğunda Isabella’yla ilişkiye girmekten şişmanlayıp tembelleşebilirdi. Bu da kolay bir yaşam olurdu.
Ertesi gün Leonardo ve Salaì sessizce eşyalarını toplayıp Mantua’dan ayrıldılar. Kanalları üzerine rüya gibi bir şehir tasarlayabileceği Venedik’e gitmeyi düşünüyordu. Ya da Roma’ya mı gitmeliydi? Tüm yolsuzluk ve savaş cehennemine rağmen kutsal şehir Roma’da sanat, yerden biten yabani otlar gibi gelişmekteydi. Sonra Floransa şehrini aklından geçirdi.
Evet, Pisa şehriyle savaş halindeki bu şehir, Cesare Borgia tehdidiyle her gün canlılığını yitirmekte olsa da hâlâ yarımadanın en zengin şehirlerinden biriydi ve tarihteki en büyük düşünürlere ev sahipliği yapmaktaydı. Çıraklık dönemini, kariyerine başladığı bu şehrin surları içinde uzun yıllar yaşamıştı. Neredeyse hiç dönmediği bu şehri terk ederken asla geri dönmemek üzere yemin etmişti. Yine de Floransa bulunduğu yerden kendisini göklere çıkaracak yeterli para, yaratıcılık ve özgürlüğe sahip tek şehirdi.
1501
Floransa
Michelangelo
İlkbahar
Michelangelo, üzerinde bulunduğu çimenlerle kaplı tepeden Floransa’yı görebiliyordu. Beyaz, sarı ve turuncu binaların oluşturduğu parıltılı mozaiği bir yılan gibi kıvrılarak akan Arno Nehri bölmekteydi. Şehrin ortasında, Santa Maria del Fiore Katedrali’nin pişmiş kilden yapılmış uzun kubbesi yükselmekteydi. Tanrı’nın görünmeyen elleriyle göğe doğru çekilmiş gibi görünen bu kubbe desteksiz inşa edilmiş dünyanın en uzun yapısıydı. Floransalılar Il Duomo’yu seviyordu. Şehirden çok uzun yıllar uzak kalanların, kubbenin altında oturabilmek için duydukları özlemle yanıp tutuştukları ve sanrılar gördükleri söylenmekteydi. Bitmek bilmeyen dört yıllık ayrılıktan sonra Michelangelo da, Il Duomo’nun gölgesini yüzünde hissetmeyi özlemişti ve bu özlemle yüzünü ateş bastı, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına çarpmaya başladı. Kubbe özlemi onu da kendine esir etmişti.
Pietà’sının açılışından sonra Floransa’ya geri dönmesi bir yıldan fazla zamanını almıştı. Roma’daki atölyesini kapatıp borçlarını ödedikten sonra Jacopo Galli güneyde kalma konusunda kendisini ikna etmeye çalıştı. Ancak sonunda Roma’yla vedalaşıp eski Cassia Yolu’ndan hac rotasını takip ederek kuzeye doğru yola koyuldu. Yol tehlikelerle doluydu. Fransız ordusunun etrafından dolanıp, Cesare Borgia’nın askerleriyle Perugia’nın batısındaki asi bir prenslik arasındaki çatışmadan kendini zar zor kurtarabilmişti. Sonra üzerlerinde Borgia Hanedanlığı armasını taşıyan bir grup kaçak paralı askerin saldırısına uğradı. Asla dövüşten kaçmayan biri olan Michelangelo onlara karşı dirense de haydutların, kendisini mor bir göz, kırık bir kaburga ve şişmiş bir dizle bırakmalarına engel olamadı. Üstelik çizmelerinin içinde gizlediği birkaç liret dışında tüm parasını da çaldırdı. Neyse ki heykellere şekil verirken kullandığı kolu zarar görmemişti.
Güçlü Kardinal Piccolomini’ye bir sunak panosu yapma görevini üstlendiği Siena’da, çatışma sonrasında kendini toplamak için bir mola verdi. Bu herhangi bir hayal gücünden yoksun, uzun ve zorlu bir çalışmaydı. Her heykeli tam olarak nasıl oyacağı konusunda talimatlarını veren kardinal, esere yaratıcılığını katmasına izin vermiyordu. Bu yüzden sunak görevini yardımcılarına devredip sonunda eve dönme vaktinin geldiğine karar verdi. Floransa’da yeteneklerini kullanacağı bir iş bulacağından emindi.
Yoldayken ailesine gelişini müjdeleyen bir mektup yazıp göndermişti. Onuruna güzel bir şölen hazırlayabilecekleri uygun bir zamanda mektubunun ulaşması için dua ediyordu. Kendisine hayran Floransalıların çiçek yaprakları ve borazanlarla kendisini karşılayıp, adına et ve kırmızı şaraplı bir ziyafet düzenleyeceklerinin hayalini kuruyordu. Belki de babası, şöminenin önündeki geniş, tüylü yatakta uyumasına izin verirdi.
Floransa’nın on iki metre yüksekliğindeki şehir duvarlarına ve ana kapıya yaklaştığında “Kapıyı açın, ben Floransalıyım,” diye seslendi.
Zırhlı iki muhafız önünde dikildi. Daha kısa ve ağzında hiç dişi olmayan asker atının dizginlerini tutarken, daha iri ve omuzunda keskin bir balta taşıyan muhafız “İsmin nedir, Floransalı?” diye sordu.
“Canossa Şövalyelerinin soyundan Michelangelo Buonarroti.” Üç asırdan fazla bir zamandır Floransa’da vergi ödeyen Buonarroti ailesinin soyu, on birinci yüzyıldaki cumhuriyet kurucularından Canossalı Matilda’ya kadar uzanmaktaydı.
İki nöbetçi, kökenleri kendileri için hiçbir şey ifade etmemişçesine boş bir ifadeyle yüzüne bakınca Michelangelo’nun kızgınlığı arttı. Gençliğindeki lakabını kullanarak “Medici bahçesinin heykeltıraşı,” dedi.
Ufak tefek olan muhafız kılıcını çıkararak “Medici mi?” diye sordu.
Michelangelo, o ismi söylediğine pişman oldu. Gençliğinde Medici olmak Floransa’daki tüm kapıları açardı. Maalesef Mediciler artık sevilen yöneticilerden çok korkulan asilerdi. Medicilerle ufak bir bağlantısının olması, ihanetten darağacını boylaması için yeterliydi. “Hayır, demek istediğim şu…” Michelangelo atını uzaklaştırmaya çalışmasına rağmen muhafız dizginleri sıkıca kavramıştı.
İri kıyım muhafız, Michelangelo’nun bacağını tutarken “Medici casusu,” dedi.
“Ben sadık bir Floransalıyım.” Michelangelo tam açıklama yapmak üzereyken muhafız baltasını sağ omuzuna doğru salladı. Michelangelo yana eğilip kurtuldu. Cahil bir muhafızın, her zaman kullandığı kolunu yaralamasına izin veremezdi. Muhafız yeni bir hamle yapmak için baltasını çekerken Michelangelo deri omuz çantasından çekicini çıkardı. Tam silahıyla hamle yapmak üzereyken başına nereden geldiğini anlayamadığı bir darbe aldı.
Kahramanca bir karşılama için bu kadarı da fazla diye düşünen Michelangelo’nun gözleri karardı.
Midesine aldığı yumruk darbesiyle Michelangelo kendine geldi.
Etrafı bulanık görüyordu ve her şey tepetaklak olmuştu. Zemin başının bir metre yukarısındaydı. Kendini toparlamak için kımıldandı. Bacakları kalın bir halatla bağlanmış, küçük ve penceresiz bir hücrenin tavanından aşağıya doğru asılı duruyordu. Kolları arkadan bağlanmıştı. Üstü sidik ve kusmuk kokuyordu.
Sırım gibi, ancak kaslı bir kale muhafızının silüeti belli belirsiz seçiliyordu.
“Lanet olsun! Ben Floransalıyım,” diye bağırdı Michelangelo.
Muhafız, kaba Napoli aksanıyla “Medici destekçisi casus!” dedi ve sonra Michelangelo’yu hızla döndürdü. Oda etrafında hızla dönüyordu. Michelangelo, tekrar kusmamak için gözlerini sıkıca kapadı.
Michelangelo dişlerini sıkarak “Ben casus değilim,” dedi.
“Kapıdaki muhafızlara Medici ailesine bağlı olduğunu söylemişsin.”
“Tamam, Il Magnifico’nun arkadaşıydım.”
Delikanlılık yıllarında Michelangelo, Floransa şehrinin gayri resmi yöneticisi “Muhteşem” lakaplı Lorenzo de’ Medici’ye hayranlık duyardı. Bir gün Michelangelo henüz on beş yaşındayken, Lorenzo genç heykeltıraşı mermer bir geyik yavrusu heykeli yaparken fark etmiş ve yeteneğinden öyle çok etkilenmişti ki Michelangelo’yu sarayında yaşayıp heykel bahçesinde çalışmaya davet etmişti. Bazen Medici ailesinin çocuklarıyla birlikte uyuyup yediği ve çalıştığı o muhteşem iki yılı düşündüğünde, kendisine sunulan tüm mutluluğu tüketmiş olmaktan korkardı. Hiç kimseye nasip olamayacak güzel günler geçirmişti orada. Ancak 1492 yılında Lorenzo’nun ölümüyle onun bencil ve hoyrat oğlu başa geçmişti. “Talihsiz” lakaplı Piero de’ Medici’nin, babasının heykeltıraşa olan sevgisini kıskanmasıyla Michelangelo’nun Medici ailesiyle ilişkileri bozuldu. Son olarak Floransalıların Piero’nun beceriksiz yönetimine karşı ayaklanmasıyla beraber aileyle olan tüm bağları da kopmuştu.
Michelangelo şehir kapısında Medici ailesiyle olan bağlarından övgüyle bahsederken, Piero’nun son altı yıldır sürgünde yaşadığını ve Floransa’nın yönetimini tekrar ele alma planları yaptığını aklına getirmemişti.
Muhafız Michelangelo’yla yüz yüze gelmek için onu tutup başını çevirdi. Nefesi ucuz şarap ve bozuk et kokuyordu. “Piero’nun şehrimize sızmasına yardım etmek için geldin, değil mi?”
Tekrar Michelangelo’yu döndürmeye başladı.
“Piero de’ Medici’den nefret ediyorum.” Kendini toparlamak amacıyla Michelangelo, zemindeki bir noktaya odaklandı. Bu neydi? Çamur mu? Yoksa su ya da kan mı?
“Floransa Cumhuriyeti’ni korumak ve o aptal adamdan uzak tutmak için canımı veririm.”
“Piero’nun casusu değilsen neden buradasın?”
“Burada yaşıyorum.”
“İki yıldır Floransa’dayım. Herkesi tanıyorum. Seni hiç görmedim buralarda.”
“Daha doğrusu burada yaşıyordum. Şu ana dek Roma’da çalışmaktaydım.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Heykeltıraşım ben,” diye cevapladı Michelangelo. Baş aşağı asılı durmasına rağmen mesleğini söylerken gururla omuzlarını hareket ettirmişti.
Muhafız “Heykeltıraş demek!” diye bağırdı. “İşte bu! Piero için heykeller yaptın. Senin yasal koruyucundu.”
Michelangelo sustu. Bu kısmen doğruydu, ama bununla ilgili hiç konuşmazdı.
“Eğer şimdi bana doğruyu söylemezsen sana isyancı suçlamasıyla işkence yaptıracağım.”
Michelangelo’nun içini korku kapladı. Hiç kimsenin onun varlığından, bir zindanda işlemediği suçlardan dolayı sorguya çekildiğinden haberi yoktu. Artmakta olan korkusunu bastırmaya çalıştı. Şimdi korkunun sırası değildi. “Bana işkence yapabilirsiniz, ama şunu bilin ki ben bir hain değilim.”
Muhafız, halatların birini keserek “Seni tutuklayanların söylediklerine bakılırsa ağzın epey sıkıymış,” dedi. Michelangelo’nun uzun süredir kan dolaşımı olmadığından uyuşan sağ kolu, cansız bir şekilde başının yanına düştü. Kolunu hareket ettirmek istedi ama başaramadı. Muhafız “Ama ben seni konuşturmasını bilirim,” diyerek Michelangelo’nun kolunu tutup çıt sesi gelinceye dek büktü.
Omuzunda hissettiği ani acı hissiyle Michelangelo bağırdı. Acıdan çok bir daha çekiç sallayamamaktan korktuğundan dolayı Michelangelo konuşmaya başladı. Acıyla “O lanet olası Piero benim yasal hamim değildi. Ailesine onca yıl sunduğum hizmetimden ve kardeşi gibi yanında büyümemden sonra benden tek bir şey istedi,” dedi.
“Ne? Söyle!” Muhafızın iri elleri Michelangelo’nun kollarını, fırtınada yelken halatına sarılıyormuşçasına sımsıkı tuttu. Yapacağı başka bir şey yoktu.
“Kardan adam,” dedi Michelangelo.
Muhafız elleriyle Michelangelo’nun kollarına yaptığı baskıyı azaltarak şaşkınlıkla “Ne?” diye sordu.
“Evet, kardan adam, yanlış duymadın. Bana herkesin önünde dışarı çıkıp kendisine bir kardan adam yapmamı emretti.” Geçen onca yıla rağmen o günün düşüncesi, yüreğinde aşağılanmışlık duygusunun kabarmasına neden oldu. “Güneş altında eriyen sanat. Böyle bir şeyi buyuran adama ben yasal hami demem.”
Muhafız, Michelangelo’nun kolunu bırakırken “Kardan yapılmış bir adam mı yani?” diye sordu. Michelangelo, acı içinde sallanan koluyla beraber halat üzerinde yavaşça döndü.
“Aslında daha çok buzdan yapılmış bir adamdı.” Konuşmasını sürdürecekse eğer, en azından söylediklerinin doğru anlaşılmasını istedi.
“Neye benziyordu?”
“Uzun ve inceydi. Melek heykeli yapmaya çalışıyordum ama bulutlar ve güneş işime engel oluyordu ve…”
Muhafız, taş duvarlarda yankılanan bir kahkaha patlatarak, “Kardan yapılmış bir adam. Hayatım boyunca böyle aptalca bir şey duymadım. Kim böyle bir şey yapar ki? Kardan adam.”
Michelangelo yere tükürerek “Size söyledim. Piero de’ Medici’ den nefret ederim,” dedi. Ağzı o kadar kuruydu ki patlamış dudağından biraz kan dışında hiçbir şey çıkmadı. “Şimdi gidebilir miyim?”
“Yurtsever duygularını teyit edecek bir ailen vardır herhalde?” diye sordu muhafız, her ikisi de yarım kalmış ön dişlerini gösteren gülüşüyle.
“Hapiste olduğumu bildirerek ailemi endişelendirmek istemiyorum.” Bunu yapmaktansa kolunu, bacağını ve hatta canını kaybetmeyi tercih ederdi.
Hücreden ayrılırken “Öyleyse sana kefil olacak biri gelmeden seni bırakamam,” dedi. “Bu arada, eğer kışa kadar burada yatmak zorunda kalırsan bize de bir kardan adam yaparsın artık.” Michelangelo çaresizce halatta sallanırken nöbetçinin sesinin hapishane koridorlarında yankılanışını işitti. “Kardan adam! Ben Beppe Amca’ya söyleyene kadar bekle!”
Öğlen geç bir saatte şehir hapishanesinden çıkarken, beyaz gün ışığı Michelangelo’nun gözlerini yaktı. Nihayet özgürdü. “Bana kefil olduğun için sağ ol dostum. Sen olmasaydın hayatımın geri kalanını Bargello’nun içinde bir halata bağlı sallanırken geçirmek zorunda kalabilirdim.”
“Orası biraz şüpheli. Bugünlerde şehirde hiçbir şey inançla yapılmıyor. Tabii para hariç. Bu son çete, dindarlığın ucuzluk olduğunu düşünüyor.” Francesco Granacci cebinden bir matara çıkartıp Michelangelo’ya uzattı. Matarayı alır almaz Michelangelo tatlı beyaz şarabı içti. Yakışıklı ve varlıklı bir aileden gelen Granacci, Michelangelo’dan yedi yaş büyük olmasına rağmen arkadaşından daha az yetenekli olduğu konusunda hep ısrarcı olmuştu. Michelangelo on iki yaşındayken Granacci, öğretmeni ressam Domenico Ghirlandaio’yu genç Michelangelo’yu çırak olarak çalıştırmaya ikna etmişti. Granacci “Yetenek konusunda her zaman Buonarroti’nin gerisinde kalırım,” demekten hoşlanıyordu. Kişisel yeteneklerine rağmen Granacci şimdi Floransa’da başarılı bir resim atölyesinin ustasıyken eve beş parasız dönen Michelangelo iş aramaktaydı.
“Bana pek ciddi göründüler,” dedi Michelangelo. Parmaklarını ağrıyan omuzunun eklem yerine bastırdı, ancak kemiklerini ve kaslarını hissetmedi. Ağrısı vardı, ama yakında iyileşeceğe benziyordu.
İkili Bargello’dan uzaklaşırken Granacci, hızlı bir şekilde son dört yılda şehirde meydana gelen değişikliklerden bahsetmeye başladı. Peder Savonarola’nın kazıkta yakılarak öldürülmesinden, Toskana topraklarını işgal eden Cesare Borgia’nın papalık ordusundan ve umutsuzca cumhuriyetlerini elde tutmaya çalışan aciz Floransa hükümetinden bahsetti. Granacci her zamanki gibi konuşup yürümeye devam ederken Michelangelo da mutlu bir şekilde onu izliyordu. Arkadaşını dinlerken Roma’da ne kadar yalnız olduğunu fark etmişti.
Dolambaçlı sokaklarda yürüdüler. Bazı dükkân sahipleri yeni gelen heykeltıraşı tanıyıp el salladı. Hatta birkaçı “Evine hoş geldin Michelangelo,” diye seslendi. Ama ismini hep o haşmetli “Lodovico Buonarroti’nin oğlu,” ifadesi takip ediyordu. Burada hâlâ babasının oğluydu. Bir kişi bile gelip onu muhteşem Pietà heykelinden dolayı tebrik etmedi. Kimse eserinin lafını ağzına bile almamıştı.
Granacci sonunda “Pekâlâ. Roma’da bir işin var mıydı?” diye sordu.
Michelangelo durdu. En ateşli destekçisi Granacci bile bilmiyordu. “Pietà adlı eserimi hiç duymadın mı?” diye sordu.
“Neyini?”
Michelangelo o an sanki nefessiz kaldı.
“Ah, evet doğru.” Eserini anımsamasıyla Granacci’nin çehresi değişti.
Michelangelo rahat bir nefes aldı.
“Evet duydum. Şu alışılagelmişin dışında genç Bakire Meryem ve İsa’lı heykel.” Granacci sıradan bir şeyden bahsediyormuşçasına Michelangelo’yu dirseğiyle dürterek “Eminim güzeldir dostum. Sen her zaman iyiydin zaten,” dedi. Granacci başka yorum yapmadan yürüyüşüne devam etti.
Michelangelo hayal kırıklığıyla yutkundu. Şerefine gösteri, şenlik ya da kutlama yemeği düzenlenmeyeceğini biliyordu. Buralarda hâlâ Medici ailesinin sarayından kovulmuş küçük heykeltıraş, Lodovico’nun oğlu Michelangelo’ydu.
Granacci “Dinle. Neden geri döndüğünü biliyorum,” dedi.
“Nedenmiş?” Şehirde pek tanınmadığını gören Michelangelo artık alacağı cevaptan emin değildi.
Granacci omuzunu silkerek “Duccio Taşı görevi tabii ki,” dedi.
Michelangelo durdu ve “Duccio Taşı da ne?” diye sordu.
Duccio Taşı, tarihteki en ünlü mermer parçası sayılabilirdi. Kırk yıldan fazla bir süre öncesine dayanan bu proje, eski Roma İmparatorluğu’ndan beri en büyük ve en pahalı heykel projesinin bir parçasıydı: Il Duomo’nun yüksek dayanma ayaklarını süslemek için Eski Ahit peygamberlerine ait on iki devasa mermer heykel yapmak. Halk arasında Operai olarak bilinen katedraldeki Sanat Eserleri Dairesi, Carrara tepelerinden tek bir devasa mermer bloğu satın alarak işe koyulmuştu. Yüksekliği üç adam boyundaydı. Bu yüzden tamamlandığında eski zamanlardan şu ana dek yapılmış en büyük heykel olacağı ümit ediliyordu.
Efsaneye göre gün yüzüne çıkarıldığı andan itibaren mermer taşın olağanüstü bir yönü vardı. Birçok dağı ve Arno Nehri’ni aştığı uzun ve meşakkatli yolculuğa rağmen Floransa’ya tek bir çizik almadan ulaşmıştı. Koskoca sert taş levha sanki yaşayan bir canlı gibiydi. Onu gören herkes şu ana dek çıkarılmış en beyaz ve en güzel taş blok olduğunu söylüyordu. Taşı gören katedralin ihtiyar heyeti, Floransa şehrinin ihtişam ve sadakatini yansıtması için mermerden Kral Davut heykeli yapılmasını buyurdu. Tek yapılması gereken şey, ona şekil verebilecek bir sanatçı bulmaktı.
Daha çok Donatello olarak bilinen Donato di Niccolò di Betto Bardi, heykelin karanlık çağlardan çıkarılıp eski Yunan ve Roma’ya ait muhteşem klasik sanatını çağrıştıran yeni bir döneme kavuşturulmasına yardımcı olmuştu. Donatello, önceden de iki tane Davut heykeli ve yine genç çobanın Golyat’ın kesilmiş kafası üzerinde duruşunu tasvir eden bronz bir heykelini yapmıştı. Bu yeni devasa mermer Davut heykelinin yapımı için o zaman yetmişli yaşlarında olan bu büyük ustanın görevlendirilmesi uygun görülmüştü.
Ancak Donatello’nun gözleri eskisi gibi görmüyor ve elleri yaşlılıktan titriyordu. Bu yüzden Operai’den, Duccio’lu Agostino’nun sorumlu olmasını rica etti. Görev Duccio’ya verildi ama herkes perde arkasından Donatello’nun çalışmaya katılacağını biliyordu. Sözleşmenin imzalanmasından kısa bir süre sonra Donatello öldü. Görev Duccio’ya kalmıştı ancak o, ustası kadar yetenekli biri değildi. Taşa vurduğu ilk darbe acemice, ikinci ise daha berbattı. Bir gün coşkulu bir şeyler yapmaktan yoksun Duccio, hiç el değmemiş mermer blok üzerine derin bir delik açtı. Çekici ve keskisini yere fırlatan Duccio, taşa şekil vermesinin imkânsız olduğunu söyledi. Ölüm döşeğinde Duccio’nun; kayanın sanki gerçek ustası kendisi değilmişçesine direndiğini sayıkladığı söylenmekteydi.
Duccio’nun başarısızlığından sonra diğer heykeltıraşlar, taş bloğu kurtarmaya çalıştılar ama hiçbiri başarılı olamadı. Duccio Taşı olarak bilinen mermer taş blok, katedralin dışında bir atölyeye kondu ve Il Duomo’yu devasa peygamber heykelleriyle süsleme programı utanç verici bir şekilde sona erdi.
“Duccio Taşı’na ne oldu peki?” diye tekrar sordu Michelangelo.
Granacci “Operai… Ona şekil verecek bir sanatçı arıyor,” diye kekeledi. “Haberin olduğunu sanıyordum.”
Michelangelo başını sallayıp “Hayır olmadı,” dedi. Dizleri titremeye başladı. Yoksa Operai; Duccio Taşı’nı -Donatello’nun bizzat dokunduğu tarihteki en ünlü mermer bloğu- tekrar diriltmeye mi çalışıyordu? Michelangelo’nun parmakları karıncalanmaya başladı.
Granacci “Üzgünüm, sana söylemeliydim,” diye mırıldandı.
Michelangelo, yüzüne yayılan bir gülümsemeyle “Pek tabii ki söylemeliydin,” dedi. Granacci’nin omuzunu tuttu. “O taş, bu elleri bekliyor. Bu görev benim olmalı.”
“Ama Michel,” dedi Granacci, başını öne eğerek. “Sana söylediğim de bu. Bu kesinlikle mümkün değil.”
“Neden?”
“Çünkü Operai, bu görevi çoktan başkasına verdi.”
Michelangelo, hâlâ hayatta olup şu anda Floransa’da yaşayan sanatçıları aklından geçirdi. Venüs’ün Doğuşu ve İlkbahar tablolarını yapan Sandro Boticelli, büyük bir usta olmasına rağmen heykeltıraş değildi. Pietro Perugino ve Michelangelo’nun ustasının kardeşi olan Davide Ghirlandaio da usta ressamlardı, ancak taş oyma konusunda Michelangelo’nun doğuştan yetenekleriyle rekabet edemezlerdi. Andrea della Robbia, mavi ve beyaz pişmiş topraktan yaptığı narin rölyef heykelleriyle ünlü olsa da mermer ustası değildi. Giuliano da Sangallo, heykeltıraşlık deneyimine sahipti, ancak asıl yeteneği mimari ve mühendislik üzerineydi. “Bu şehirde mermere benden daha iyi şekil verecek kimse yok,” dedi Michelangelo.
Granacci gözlerini kaçırarak “Evet var,” dedi.
Michelangelo, Granacci’ye baktı. Granacci olamazdı herhalde.
Granacci “Leonardo,” diye fısıldadı.
İsmin duyulmasıyla sanki tüm şehir sessizliğe gömüldü. Michelangelo, bunun Vincili Leonardo olduğunu kolayca tahmin etti. İsim yeterliydi. Efsanevi Leonardo da Vinci, Toskana’dan ayrılıp Milano’ya taşındığında kendisi hâlâ taşrada yaşayan yedi yaşında bir çocuktu. Michelangelo, Vincili ustanın Meryem Ana resimlerini kopyalayıp Sforza atına ait çizimlerini inceleyerek resim yapmayı öğrenmişti. Sanatının göstergesi olarak Leonardo ismi bile yeterliydi. Şimdi bu büyük ustayla aynı şehirdeydi. Bunu duymak Michelangelo’yu derinden etkiledi. “Ama Leonardo Milano’da yaşamıyor mu?” diye sordu.
“Artık değil,” diye yanıtladı Granacci. “Yaklaşık bir yıldır burada. Duccio Taşı şimdiden ona ait.”
Michelangelo artık taşı unutmuştu. Sanat ve yenilikle böylesine bağlantılı olan Leonardo, kesinlikle yapmış olduğu Pietà heykelinden haberdar olmalıydı. Leonardo’nun dışında başka birinin eseri hakkında ne düşündüğünün önemi yoktu artık. “Peki, onunla görüşmem mümkün mü?” diye sordu. Yüreği sanki bir gemi misali, onu kaderinin bilinmez rotasına sürüklüyordu.
“Tabii ki dostum,” diye gülümsedi Granacci. “Haydi, seni ona götüreyim.”
Leonardo
Leonardo, atölyesine doluşup sanki yeni bir sanat gösterisinin açılış gecesine gelmiş izleyiciler gibi kendi aralarında fısıldaşan Floransalıları, bir perde arkasından gizlice izliyordu. Tavanda gizli ahşap bir platforma tünemiş Salaì’ye başıyla işaret verip üçe kadar saydı: Bir. İki. Üç.
Önce bir ışık parladı, sonra ışığı mor ve yeşil bir duman takip etti. Kalabalığın arasındaki bazı izleyiciler çığlık atıp bazıları da aralarında gülüşürken Leonardo saklandığı yerden çıkıp hoş kokulu sis bulutu arasında durdu. Sis bulutu dağıldığında sanki sihirle odaya gelmişçesine poz verdi.
“Seks” diye fısıldadı Leonardo, sanki keman telinin üzerinde parmağını hareket ettirircesine “s” harfini bastırarak. Kahkahayla gülen izleyicilere rağmen Leonardo bakışlarını rahiplere yöneltti. Dinsel inançlarından dolayı evlenmeyen rahiplerin, gizliden gizliye, müstehcen şakalardan hoşlanacağını düşünmüştü. “Bunun için kullanılan insan uzuvları öylesine çirkin ki Tanrı’nın ürememiz için neden bunları seçtiğini anlamakta zorlanıyorum bazen. Karanlık olmasa insan soyu tamamen yok olurdu.”
Rahipler, dudaklarını büzüştürerek bu son cümleden pek hoşlanmadıklarını gösterdiler.
“Müzik!” diye seslendi Leonardo. Tüm masrafları rahiplerce karşılanan asistanları, abartılı özel gösterilerle dolu bir piyesi sahnelerken; flüt, lavta ve davulculardan oluşan bir müzik grubu da neşeli parçalar çalıyordu. Mum ışığı, rengârenk duman ve davullarda sıçrayan su damlacıkları etraftaki aynalardan yansırken sanki bir kalbin atışını andıran çiçek dürbünü havası yaratıyordu. Atölyede dans eden Leonardo, rahipleri memnun edebilmek için performansını sürekli yeniden ayarlıyordu.
Son bir yıldır kilise sunağının süsleme bedelinin bir kısmına karşılık, Santissima Annuziata Manastırı’nın çatı katındaki bu geniş üç odalı atölyede rahat bir şekilde yaşamaktaydı. Manastır yaşamının ahengi hoşuna gitmişti. Düzenli bir şekilde planlanan dua, yemek ve uyku saatleri; hayatına Vinci’de geçen çocukluk yıllarından beri sahip olmadığı, doğal döngüye sadık bir tekdüzelik getirmişti. Rahata öylesine alışmıştı ki sunak süslemesinin ilk çizimlerini yapması on ayını almıştı. Kulağına dedikodular gelmeye başlamıştı. Çoğu bunu tembellik ya da odaklanma eksikliği olarak görüyordu. Verilen görevleri tamamlayamamasından dolayı zaten adı çıkmıştı. Bilgelerin Bebek İsa’yı Yüceltmesi, Çöldeki Aziz Jerome ve Milano’daki Sforza’nın Atı heykeli henüz tamamlanmamış ünlü eserleriydi. Manastırın resimli süslemeleri üzerinde çalışmak istemediğinden işlerini savsaklamıyordu. Kesinlikle. Başyapıtlar insanın zihninde birdenbire oluşmuyordu. Karşılaştığı sorunları hamur gibi yoğurmak zorundaydı: Yoksa Bakire Meryem’in yüzü, izleyiciyi umulmadık şekilde şaşkınlığa sürükleyip, klasik döneme ait güzellik beklentilerini nasıl karşılayabilirdi? Çizimlerindeki her bir figür, kendi kimliklerini kaybetmeden tablonun bütünlüğünü nasıl oluşturabilirdi? Ya da birkaç fırça darbesi, nasıl canlı, nefes alan, karmaşık bir organizmaya dönüşebilirdi? Yeni bir yaşamı var etmek zaman gerektiren bir süreçti.
İlk yılı neredeyse bitmek üzereyken Leonardo’nun, orada kalmasına müsaade etmeleri için rahipleri ikna etmesi gerekiyordu. İnsanın uçuşu konusunda hiçbir ilerleme kaydedememişti. Bu yer değişikliği çalışmalarını sekteye uğratacaktı. Sadece sunak süslemesi üzerine çalışmakla kalmayıp yapacağı resmin beklemeye değer olduğunu da kanıtlamak zorundaydı. Bu yüzden son iki haftadır, tasarısını halk önünde sergiliyordu ve şimdi bu büyük gösteriye tanık olmaları için rahipleri davet etmişti.
Müzik sona erdiğinde Leonardo, siyah kadifeyle kaplı geniş bir panelin yanındaki yükseltilmiş platforma çıktı. Gösterişli bir şekilde elini kaldırınca Salaì ani bir hareketle kumaşı çekti.
Sunak panosunun gerçek boyutta hazırlık çizimi olan resim taslağı altın yaldızlı altlık üzerinde sergilendi. Mum ışığı, ince hafif boyalı kâğıt üzerindeki kömür kalem ve tebeşirle yapılan çizimleri aydınlatıyordu. Resimde Azize Anne, Bakire Meryem, Vaftizci Yahya ve bebek İsa’ya ait tasvirler bir piramit gibi yukarıya doğru yükselen bir kompozisyon içinde birbirleriyle bağlantılıydı. Klasik güzellik timsali yüzleriyle bu dört tasvir çok canlı duruyordu. Kâğıda dökmeden önce bu görüntüyü tasarlamak aylarını almıştı. Bu yüzden nihayet taslağını çizdiğinde resim hatları çabucak ortaya çıkmıştı. Bu gece sergilediği performansı gibi tüm bunlar gösterisinin bir parçasıydı. Bırakın insanlar, tasarımın Tanrı’nın kendisi tarafından gönderilmiş gibi tam ve kusursuz olduğunu düşünsün. Bu sadece insanların hevesini artırırdı.
Odanın arkalarından bir adam, “Bırakın geçeyim. Göremiyorum,” diyerek seslendi.
Leonardo’nun gülümsemesi sona erdi. Bu sesi tanıyordu. Santissima Annuziata’nın noteri öne doğru ilerlerken kalabalık, savaş gemisiyle buluşan su gibi ikiye ayrıldı. Düşüncelerinden asla dönmeyen Dominikan rahibi Savonarola’nın ateşli bir destekçisi olan yaşlı adam, düz siyah kıyafetlerle, merhum vaizin sade ve süssüz giyim tarzının sadık bir takipçisiydi. Yaşlı noter, Leonardo’nun hatırladığı aynı kemikli yüze, aynı sivri buruna, aynı yargılayıcı bakışlara ve aynı sert gri gözlere sahipti. Platformun üstünde duran Leonardo, yaşlı adama yukarıdan bakma avantajına sahip olmasına rağmen yaşlı noter çattığı kaşlarıyla kendisini aşağılanmış hissetmesine neden oldu.
“Kendimi yeterince ifade ettiğimi düşünüyordum,” dedi Leonardo. “Bu işi kabul edersem sizi görmek zorunda kalmayacaktım.”
Rahipler tepkilerini göstermeye başlayınca noter, onları susturmak üzere elini kaldırdı. Cevap vermekte acele etmedi. “Tebriklerimi sunmaya geldim.” Resim taslağına baktı. “Oldukça sıra dışı. Tamamlandığında kilise için mucizevi bir hazine olacak.” Yaşlı noter ağırbaşlı davranmakta çok iyiydi.
“Müzik neden durdu?” diye seslendi Salaì. Sonra müzisyenlere el çırptı.
Grup tekrar çalmaya başladığında Leonardo, platformdan inip noterin dirseğini tutarak arka kapıya doğru ilerledi. “Bir yıldır buradayım ve siz benimle konuşmak için bu geceyi mi seçtiniz?” diye sordu Leonardo, alçak sesle.
“Beni rahipler davet etti.”
“Meseleyi özel olarak görüşebileceğimiz gündüz saatlerinde atölyeye uğramak yerine halka açık bir etkinliği seçiyorsunuz. Neden? Böylece tüm dünya yaptığınız cömert destek gösterisine tanık olsun diye mi?” Yaşlı noter başını hayır anlamında salladı. Bu adam, gençken ve henüz başarıyı yakalayamadığı günlerde kendisine acımasızca davranıp başarılı olduğu şu günlerde ayaklarına kapanan ilk kişi değildi. Floransa’ya döndüğü günden beri kapısı bu tür sığ ve dalkavuk insanlarca aşındırılmaktaydı.
“Kendimi affettirmeye çalışıyorum, Leonardo.”
“Bir arı gibi desenize: Ağzınızda bal, arkanızda zehrinizle.” Leonardo yaşlı adamla atölyeden çıkıp arkalarından kapıyı kapatarak holde yürümeye devam etti. “O zaman benim işe yaramaz bir serseri olduğumu düşünmüyorsunuz artık?”
“Ben asla öyle bir şey demedim. Senin kafanda gereğinden fazla düşünce olduğunu, fikirden fikre atlamak yerine, sadece biri üzerinde odaklanıp bitirmenin senin için daha doğru olacağını söylemiştim. Fakat bunu başarmış olduğunu görmek güzel.” Elini kalbinin üzerine koyarak “Bu işin sana yaradığına sevindim,” dedi.
Yaşlı adamın bakışlarındaki lütufkârlığı görebiliyordu. “Rahipleri bu görevi bana vermeye ikna ettiğinizi düşünüyorsunuz değil mi?”
Noter başını önüne eğdi.
“Sizi temin ederim onları ikna eden sizin sözleriniz değil, benim ünümdü,” dedi Leonardo. “Bana bu işi siz sağlamış olsanız bile bunun, az önce yaptıklarınızı telafi edeceğini mi düşünüyorsunuz?”
“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.”
“Tabii ki anlıyorsunuz.” Eski günlere ait ihanetin düşüncesi bile sol gözünün seğirmesi için yeterliydi. Leonardo yirmi dört yaşındayken, kendi atölyesini açmak üzere Verrocchio’nun atölyesinden ayrıldıktan haftalar sonra, kendisi ve diğer beş erkeği eşcinsellikle suçlayan isimsiz bir not Floransa’da cinsel sapkınlıkları engellemek amacıyla kurulan ve bir tür ahlak polisliği yapan Gece Dairesi’ne iletilmişti. Eşcinsellik Floransa’da -özellikle eşcinselliği erkeğin erkekle en ideal bağ kurma şekli olarak gören hümanistler arasında- yaygın olmasına rağmen suçlu bulunmaları durumunda failler ölüme mahkûm edilebilmekteydi. Her ne kadar yaşlı adam kabul etmese de Leonardo uzun zamandır, kendisini yetkililere ihbar edenin o lanet bunak noter olduğuna inanmaktaydı. “Benim, cehennemin dibinde yanacağımı söylemiştiniz.”
“Yakalanmanıza sevindiğimi kabul ediyorum.” Üzerindeki tek mücevher olan parmağındaki altın alyansla oynamaya başladı. “Eğer yapmaya devam etseydiniz kendinizi ciddi bir sorun içinde bulabilirdiniz.”
“İdam edilebilirdim.”
“Suçlamalar düştü ama.” Oldukça gururlu bir şekilde çenesini kaldırdı.
“Suçlamaların düşme nedeni, suçlananlardan birinin Lorenzo de’ Medici’nin annesinin akrabası olmasıydı. Eğer tek başıma yargılansaydım muhtemelen asılacaktım.”
Noter başını hayır anlamında salladı.
Atölyenin içinden biri kapıyı açmaya çalıştı. Leonardo kolu kavrayıp kapıyı kapalı tuttu. “Mücadele ettiğim yıllarda sizin gözünüzde bir hiçtim. Siz saygıdeğer bir noterdiniz, ben ise düşük sınıf bir işçiydim.”
Noter sözünü kesmeye çalıştı.
Leonardo konuşmasını sürdürdü. “Ama şimdi sizin de söylediğiniz gibi mucizevi hazinelerinden dolayı saygı duyulan birisiyim. Şimdi gelmiş dost olduğumuzu tüm dünyanın görmesini mi istiyorsunuz? Biz asla dost olmadık.”
Noterin delici bakışları Leonardo’ya yöneldi. “Hayır. Herhalde olmadık.”
“Bu gece benim için önemli. Sakin ve mantıklı olup hamilerime odaklanmam gerekiyor. Sizse şu an bana engel oluyorsunuz. Şimdi ayrılmanız gerek.” Eğilmeyi reddederek dimdik ayakta durdu. “Lütfen bir daha geri gelmeyin.” Noterin yalvarmayacak kadar gururlu olduğunu biliyordu. Beklendiği gibi yaşlı adam, tartışmadan uzaklaştı.
Leonardo ağır ağır birkaç nefes aldı. Omuzlarını ve boynunu oynattı. Sonra yüzünde gülümsemeyle partiye geri döndü.
Salaì kapının yanında bekliyordu. “Gidip dönmeyeceğinden emin olmak için ön kapıya iki çocuk gönderdim. Siz iyi misiniz?”
Ceketini çıkarıp Salaì’ye uzatırken “Elbiselerin soğuktan koruduğu gibi sabır da bizleri hakaretlere karşı korur,” dedi. “Pekâlâ, burası ne kadar da sessiz! Şimdi eğlenme zamanı.”
Uzun adımlarla resim taslağına doğru ilerledi. Rahiplerin kendileri için hazırlanan gösteriden memnun kalıp kalmadıklarını görmek istiyordu. “Bir zamanlar, henüz ustamın atölyesinde bir delikanlıyken bir tüccar gelmişti,” dedi tüm kalabalığın duyabileceği neşeli bir ses tonuyla. “Hoşuna gidecek bir tablo arıyordu ancak ustanın deliler gibi evde koşuşturan canavar çocuklarından bunalmıştı. Tüccar, ustama ‘Böyle çirkin çocuklara sahipken nasıl oluyor da bu kadar güzel tablolar çizebiliyorsunuz?’ diye sordu. Ustamın buna verdiği cevap şu oldu: ‘Resimlerimi gündüz, çocuklarımı ise gece yaparım.’” Kalabalık gülmeye devam ederken Leonardo, resim tasarımının önüne geldi. Rahiplerden kimseyi göremedi. Tek bir tanesi bile kalmamıştı.
Salaì hızla yanına geldi.
“Rahipler nerede?”
“Ayrıldılar,” diye cevapladı fısıldayarak.
Leonardo gözlerini kapattı. Rahipler ayrılmıştı. O lanet olası bunak noter her şeyi mahvetmişti. Derin bir nefes aldı ve burnuna bir koku geldi. Sidik kokusuydu bu! Gözlerini açtı.
Şu ana dek gördüğü en çirkin adamlardan biri önünde duruyordu. Kirden keçeleşmiş siyah saçlarıyla genç biriydi karşısında duran. Biçimsiz bir burnu vardı. Haftalarca yıkanmamış bir çiftçinin kirli kıyafetlerini giymiş genç adam, meyhanede dayak yemişçesine kan ve yara içindeydi. Elinde yırtık pırtık deri bir alet çantası tutmuş, ön cebindeyse bir eskiz defteri taşıyordu. Leonardo adamın bir sanatçı ama pejmürde kıyafetlerine bakınca çok da başarılı olmayan bir sanatçı olduğunu tahmin etti. Neden bu davetsiz misafirler partisini bölüp duruyordu bu akşam?
“Bayanlar ve baylar,” dedi Leonardo. “Şimdi sizlere kesinlikle gece yapılan bir çocuğu takdim etmek istiyorum.”
Kalabalık kahkahayı bastı. Genç adamın utançtan yüzü kızarmış, omuzları kamburlaşmış ve kollarını göğsünün önünde birleşmişti. Herkes kadar kendisini rahatsız hissederek “Üstat Leonardo, sizinle tanışmak bir onurdur,” dedi. Heyelanda önüne çıkan engelleri ezen bir kaya gibi konuşuyordu. “Ben bir heykeltıraşım ve hizmetinizdeyim.”
Pekâlâ, bu her şeyi açıklıyordu: Taş yontma işçileri her zaman bakımsız oluyordu. “Otur ve bir taslak çiz, evlat. Ustaların eserlerini kopyalamak, bir öğrenci için en iyi öğrenme yoludur.” Leonardo ilgisizce elini sallayıp dikkatini mevcut soruna yöneltti. Rahiplere düzenlediği bu akşamın telafisi için bir yol düşünmeliydi. Belki ertesi gün onları özel bir görüşmeye davet edebilir ya da bu pazar ibadete bile katılabilirdi. Noterin küstahça müdahalesini telafi edecek bir şeyler yapmalıydı.
Heykeltıraş, eskiz defterini karıştırarak “Size birkaç çalışmamı gösterebilir miyim?” diye sordu. “Kıymetli görüşlerinizi almak benim için büyük bir şereftir.”
Neden bu heykeltıraş hâlâ baş belası olmaya devam ediyordu? Büyük üstat Leonardo da Vinci’nin dostluk ve onayı için sabırsızlanan başka bir Floransalı daha. Ne gece ama! “Elbette genç adam. Atölyeme davetsiz gelip beni ziyaretçilerimden uzaklaştırabilirsin. Lütfen, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gecemi mahvetmeme izin ver. Anlaşılan akşamın ana konusu da bu.”
Heykeltıraş şaşkın bir ifadeyle baktı. Bu sözlerdeki iğnelemeyi anlamamış mıydı?
İyi giyimli bir beyefendi öne çıktı. Leonardo, bu şık adamı tanıyordu. Bu Floransalı sanatçı Francesco Granacci idi. Granacci, reverans yaparak “Üstat,” dedi. “Bu benim arkadaşım Michelangelo Buonarroti.”
“Buonarroti?” diye mırıldandı Leonardo. “İsmini duydum.”
“Gerçekten mi, efendim?” Heykeltıraşın gözleri, çocuksu bir umutla büyüdü.
“Salaì, sen hatırlıyor musun duyduklarımızı?”
Salaì eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı.
“Evet ya tabii,” dedi. Gece çoktan mahvolmuştu. Şimdi yabancı için biraz eğlence zamanıydı. “Dostlarım, gerçekten efsanevi bir sanatçıyla karşılaşmak için toplanın,” deyip seyircilere eliyle işaret yaptı. “Evlat, neden bana kim olduğunu söylemedin? Milano’dayken eserin hakkında söylenenleri duydum. Tüm saray onu konuşuyordu. Hatta Dük Sforza’nın kendisi bile.”
Genç heykeltıraşın yüzü kızardı. Yüzünde beliren ifadeyi hemen tanıdı Leonardo. Bu gururun ifadesiydi. Başkalarının gururundan bunalmıştı.
“Kuşağının en iyi ve en parlaklarından biri,” diye açıkladı Leonardo. Kalabalığın beklentisini artırmak için sesini azaltarak, “Ünlü kardan adam ustası,” dedi.
Konuklar kendi aralarında gülüşürken heykeltıraşın ifadesi değişti. Granacci, arkadaşını engellemek istercesine kolunu tuttu.
Ne yapacaktı? Yumruk mu atacaktı? Buyursun. Leonardo iyi kavga edebilirdi. “Hepiniz, genç Buonarroti’nin Piero de’ Medici için yaptığı kardan adamı hatırlıyorsunuz değil mi? Maalesef orada değildim. Buzda geçirdiğin günlerin görkemli hikâyeleriyle bizi eğlendir evlat. Nasıl? Çok soğuk muydu?”
Heykeltıraşın yüzü, şekil vermek zorunda kaldığı kar gibi bembeyaz kesildi. “Ben berbat bir iş aldım. Siz de nasibinizi aldınız.”
“Kar sanatı kadar takdire şayan hiçbir şey yoktur. Terk edilmeden önce yaratıcısını terk eden bir sanatı keşfinden dolayı seni tebrik ediyorum.”
“Şu günlerde Vatikan’da sergilenen Pietà heykelimi duymuşsunuzdur belki.” Vatikan sözünü, Leonardo’nun gırtlağına bıçak sallıyormuşçasına söyledi.
“O eser Milanolu Gobbo’ya ait.” Leonardo, kendisini başıyla onaylayan Salaì’ye baktı.
“Hayır. Pietà benim eserim,” dedi doğrularak.
“Zavallı kambur, doğru dürüst takdir bile edilmiyor,” diyen Leonardo konuklarına dönerek, “Pekâlâ kim bir sihir numarası izlemek ister?” diye sordu.
Heykeltıraş kirli elleriyle Leonardo’nun kolunu tuttu.
“Michelangelo lütfen,” diye fısıldadı Granacci.
Michelangelo, sesini yükselterek “Bana ve buradaki herkese söyle,” dedi. “Pietà heykelimi gördün mü?”
Leonardo omuzlarını dikip cevap vermek üzere heykeltıraşa döndü. “Hayır. Roma’da bulunduğum son gün değersiz eserleri ziyaret edecek vaktim olmadı.”
“Öyleyse onunla ilgili duydukların nelerdir?” diye bastırdı Michelangelo.
“Senin Meryem figürünün doğal gerçeklere uymadığı. Çok iri…” Yanaklarını ve göğsünü şişirip bir dev gibi etrafta dolaşmaya başladı. “İsa’nın boyutlarının üç katı ve ondan iki misli daha genç,” dedi sesini yükselterek.
Seyirciler kıs kıs güldü.
“Bilmiyor musun?” diye devam etti Leonardo, yarı alaylı yarı azarlayıcı ses tonuyla. “Anneler oğullarından daha ufak ve daha yaşlı olurlar. Bu okullarda neler öğretiyorlar bugünlerde?”
Sözleriyle kalabalığın koro halinde gülmesine neden oldu.
“İffetli bir kadın gençliğini ve güzelliğini muhafaza eder,” dedi Michelangelo.
Genç adamın gözlerinde yaş mı birikmişti? Takılma işini abartmış mıydı yoksa? Yaşlı ve bilge bir sanatçı olarak genç adama haysiyetini korumada yardımcı mı olması gerekirdi? Leonardo eğilip “Çeneni kapa evlat! İnsanların önünde itibarını kaybediyorsun,” diye fısıldadı. Sonra sergiye dönüp, “Haydi şimdi simyanın mucizelerini kullanarak tenekeyi altına çevirmeye çalışalım,” diye seslendi kalabalığa.
“Beden ruhun aynasıdır; bir insan ne kadar ahlaklıysa o kadar güzeldir,” dedi Michelangelo.
Leonardo, hazır cevap bir tavırla “Senden daha ahlaklı olduğumu ispatladığın için teşekkür ederim,” dedi.
Konuklar kahkahayı bastı.
Leonardo, elini nazikçe heykeltıraşın omuzuna koyarak. “Dinle evlat,” dedi. Noterin akşamını mahvetmesi bu genç adamın suçu değildi. “Bir okyanus damlasını gökyüzüne çıkaran, sahip olduğu hırstır. O, sıcaklığın yardımıyla buhar olarak yükselir. Fakat öyle çok yükselir ki havanın soğumasıyla donar ve gökyüzünden yere yağmur olarak düşer. Çatlamış toprak bu küçük damlayı yutup onu uzun süre hapseder. İşte bu da açgözlü hırsın cezasıdır. Sen de aynı o su damlası gibi çok hırslısın. Eserini görmedim. Bu yüzden onun hakkında bir şey söyleyemem. Ancak gözlerine baktığımda henüz bir usta olmadığını anlıyorum. O yüzden şimdi oturup eserim üzerinde çalışma yap. Belki bir şeyler öğrenirsin.”
Michelangelo “Piç kurusu,” dedi. Sözcüğü herkesin duyabileceği şekilde söylemişti.
Kalabalık kendi aralarında fısıldaşırken Leonardo derin bir nefes aldı. Nazik olmaya çalışmıştı. “Evet, bu doğru. Ben gayri meşru bir çocuğum ama ben gayri meşruluğuma minnettarım.” Heykeltıraşın kahverengi gözlerine bakarak “Eğer meşru bir baba aracılığıyla meşru bir evli bir çiftin meşru çocuğu olarak doğsaydım, meşru adamlarca hazırlanan meşru bilgileri ezberleyerek meşru sınıflarda meşru eğitim almak zorunda kalacaktım. Bunun yerine ben her şeyi gözlerim, kendi düşüncelerim ve kendi deneyimlerim sayesinde öğrendim. Evet, bu doğru! Ben utanılacak eğitimsiz bir piç kurusuyum ama…” odayı göstererek “bunun beni aptal yaptığını düşünen kimse var mı burada?” diye sordu.
Sessizlik çökmüştü. Konuklar ellerindeki şarap kadehlerine baktılar.
Her şey kontrolden çıkmıştı. Tekrar kontrolü ele alma zamanıydı. Lirini alıp bir masanın üzerine çıktı. “Ressamlar heykeltıraşlara karşı. Uzun ve çetin bir kapışma. Ama sonunda kazananı bulduğuma inanıyorum,” dedi tellere dokunarak. “Ressam, eserinin önünde oturup hoş bir renge batırılmış fırçasını hafif dokunuşlarla hareket ettirir. Evi temiz, kıyafetleri güzeldir. Ancak heykeltıraş ise…” Michelangelo’yu göstererek ”kaba kuvvet kullanan, mermer tozuna karışmış teri çamur olup yüzüne bulaşmış biridir. Sırtı mermer taşlarıyla kaplı, evi ise mermer tozuyla kirlenmiş. Eğer bu öğrencinin iddia ettiği gibi ahlak, güzellikle eşdeğerse o zaman bir ressam bir taş yontucusundan daha ahlaklıdır.”
Michelangelo’nun basık burnu öfkeden şişti. Karşılık vermek üzere ağzını açtı ancak dönüp hışımla atölyeden çıktı.
“Müzik,” diye seslendi Leonardo. Müzisyenler bir kez daha çalmaya başladı.
Michelangelo
Michelangelo, Santissima Annunziata Manastırı’ndan hışımla çıkıp öfkesini yatıştırmak için kendini dolambaçlı sokaklara attı. Günlerce süren seyahat ve Bargello Hapishanesi’ndeki işkenceden yorgun düşmüştü. Gece olmuştu. Sürgülü pencerelerden yansıyan şömine ateşleri dışında şehir karanlığa gömülmüştü. Sakin ve sessiz bir akşamdı. Kendisi ise henüz sakinleşememişti.
O yaşlı bunak, ne cüretle hak etmediği halde kendisini küçük düşürebilirdi? Tamam, kendisi de öfkeye kapılıp sert tepki vermişti ama o yaşlı palavracının, bir oda dolusu yabancının önünde eseriyle alay etmesi kendisini çileden çıkarmıştı. Leonardo, kendisini sanatçı olarak bile kabul etmemiş hatta kendisiyle unutulmuş bir öğrenci, basit bir taş işçisiymiş gibi alay etmişti. Ne yapmalıydı yani? Gidip Leonardo’nun ayaklarına kapanacak değildi ya? Adam başarılı biri olmasına rağmen kaba herifin tekiydi. İşin en berbat tarafı da parmağına yüzükler takıştırıp saçlarına o komik kıvrımları verdirmiş o kendini beğenmiş palavracıya güvenmiş olmasıydı. Adamın tırnakları tertemizdi. Tırnaklarında kir bile olmayan bir adam nasıl sanatçı olabilirdi?
Michelangelo yüksek sesle küfretti. O anda karşıdan gelen bir yaya korkarak yolunu değiştirdi. Geceleri şehrin sokaklarında sadece deliler gibi kendi kendine konuşan suçlular ve fahişeler dolaşmaktaydı.
Üstatla aynı yerde bulunmaktan dolayı çok heyecanlanmıştı. Leonardo’nun atölyesi şu ana kadar gördüklerinden çok farklıydı; kitaplar, eskizler, müzik aletleri, boya fırçaları ve merak uyandıracak icatların modelleriyle doluydu. Duvarlar ve tavan, muhtemelen sanatçının kendisi tarafından çizilmiş, sihirli diyarlarda dolaşıp duran satirlere dönüşen meleklere ait duvar resimleriyle kaplıydı. Bir köşede gümüş bir lir, ahşap flüt ve lavta koleksiyonu ve bir gayda durmaktaydı. Duvarın birinde, Michelangelo’ya bir insanın ideal boyutlarını düşündüren, bir çember ve kare içine çizilmiş kolları ve bacakları yanlara doğru açılmış bir çıplak adamın resmi asılıydı. Üstadın çalışma masasının üstü bir çift gözlük, elle çizilmiş haritalar ve deri bir deftere tıkıştırılmış kâğıtlarla darmadağındı. Bir kaidenin üzerinde, hayal ürünü gümüş kanatlar ve sakal takılmış canlı bir kertenkele durmaktaydı. Bir büyüteç, bu tuhaf yaratığı, mor dilini dışarı çıkartan dev bir ejder gibi büyük gösteriyordu.
Ve tabii o muhteşem resim taslağı. Görebilmek için onca insanın atölyeye akın etmiş olmasına şaşırmamalı. Bu taslak haliyle bile tam bir sanat şaheseriydi. Michelangelo dizlerinin üzerine çöküp bir deste kâğıt ile tebeşir çıkarmıştı. Her iyi sanat öğrencisi, ustalarının eserlerini saatlerce kopyalardı. Kendi yetenekleriyle profesyonelliğe ermesine rağmen hâlâ öğrenmesi gereken çok şey vardı.
Sonra pembe bir gömlek, mor yelek ve altın sarısı platformlu ayakkabılarıyla o adam çıkagelmişti. Aralarına kırlar düşmüş, hoş bukleler halinde omuzlarından dökülen koyu kahverengi saçları, gülümserken ortaya çıkan bembeyaz dişlerini ve parlak altın renkli gözlerini daha belirgin kılıyordu. Michelangelo’nun şu ana dek gördüğü en yakışıklı erkekti bu.
Sonra her şey aniden kötüye gitmişti. Leonardo’yu öfkeye sürükleyen şey sanki Michelangelo’nun oradaki varlığı gibi görünüyordu.
Michelangelo ağır adımlarla, Kutsal Çarmıh Bazilikası’nın etrafına yerleşmiş ve eskiden yaşadığı Santa Croce’ye doğru yürüdü. Atölyelere sahip birkaç sanatçı ve yün boyacıları dışında, bu mahallenin sokakları dilencilerle, evleriyse düşük sınıf işçilerle doluydu. Burası Floransa’nın kalbinin attığı yerdi. Bu bölgenin çalışkan, sivri dilli sakinleri şehre hayat vermekteydi. Leonardo’nun atölyesine doluşan o geri kafalı Floransalıların arasında olmaktansa bu insanların arasında kendini çok daha rahat hissediyordu.
Boyalı yün ve odun şöminelerinin kokusunu ciğerlerine çekmek yüreğinin kederle dolmasına neden oldu. Ya Leonardo haklıysa? Gerçekten Michelangelo kardan adam heykeltıraşından başka bir şey değilse? Leonardo’nun, Pietà’dan haberi vardı; ama pek ilgilenmemişti. Bu da yetmezmiş gibi bir de alay etmişti eseriyle. Tanınabilmek için ne yapmalıydı? Ya Pietà şu ana dek yaptığı en iyi heykel ise? Ya yirmi altı yaşında kariyerinin zirvesine zaten ulaşmışsa? Ya her zaman düşündüğünün aksine yetenekli bir sanatçı değilse? Bu son soru, çöken bir mağara gibi yüreğine oturdu.
Virajlı bir yan sokağı dönünce tanıdık bir eve ulaştı. Dökülen yeşil boyalarıyla harap evin görüntüsü, yüreğinde huzur duymasına yol açtı. Ön kapıyı ittirip içeri girdi. Loş girişte durup sessizce kapıyı kapattı. Her zaman gıcırdayan iki döşeme tahtasının üzerine bastı. Taze ekmek, vücut kokusu ve küflenmiş perdelerin kokusunun birbirine karıştığı evin kokusu hiç değişmemişti. Koridorda ilerlerken, gölgede kalıp gizlenme umuduyla, duvara yakın durdu. Kendini, Roma’daki başarılı işini bırakıp dönen yirmi altı yaşında bir adamdan çok, gün içinde yaptığı haytalıkları babasına anlatacağından dolayı gergin bir çocuk gibi hissetmekteydi. Mutfağa yaklaşırken, akşam yemeği için masanın etrafında oturan ailesinin konuşmalarını duydu. Koyu bir tartışmanın içindeydiler. Köşeden gizlice içeriye baktı.
Ailesi karşısında, tüm uzuvları ve görüntüleri hiç değişmemiş, sağlıklı ve iyi beslenmiş bir halde duruyordu. Kilisede hizmet eden en büyük abisi ve bugünlerde Pisa şehrine karşı savaşan en küçük kardeşi dışında hepsi oradaydı: iki kardeşi, babası, amcası, halası ve büyükannesi. Roma’da tek başına geçirdiği yıllarda, şu anki gibi tüm ailesiyle birlikte masada oturmayı hayal edip durmuştu. Yeni bir şişenin mantarı açılırken baharatlı Chianti şarabının kokusunu alabiliyordu. Orada saatlerce durup sahnenin tadını çıkarmak istiyordu. Ancak bu fazla sürmedi.
“Michel!” diye haykırdı, gölgede onu fark eden Buonarroto Buonarroti. Kardeşlerin en kısası ve en yakışıklısı olan Buonarrato, yirmi üç yaşındaydı ve Michelangelo’nun en çok sevdiği kardeşiydi. “Şükürler olsun, evdesin.”
Ailenin hepsi, dönüp kapı eşiğinde duran Michelangelo’ya baktı. O anda üstünü başını temizlemediğine pişman oldu. Ailesinin hırpani kıyafetlerini ya da toz toprak içindeki saçlarını yargılamayacağını biliyordu. Babası düzenli yıkanmaya karşı biriydi. Parfüm şişesini üzerine boca edip en moda giysilerle karşılarına çıkmış olsaydı ailesi, tüm zenginliğiyle Roma’dan dönmüş bu gösteriş budalası adamı tüm gece boyunca yuhalardı. En azından bu da bir şey sayılırdı.
Buonarroto bir sandalye çekip ona uzattı. “Tam zamanında geldin. Giovansimone bir konuda haksız. Senin de dinleyip görüşünü belirtmeni istiyorum.”
Michelangelo bakışlarını masanın başına çevirdi. Dört yıldır birbirlerini hiç görmemiş olmalarına rağmen babası, başını yemekten kaldırmıyordu. Hiç saç olmayan başı, dişsiz ağzının kenarından sarkmış derisiyle elli altı yaşındaki babası Lodovico, Leonardo da Vinci’den on yaş daha genç olmasına rağmen ressamın babası olacak kadar yaşlı görünüyordu. Michelangelo, acaba otuz yıl sonra ben de böyle mi olacağım diye düşündü. Lodovico’nun kırışıklıkları derinleşmiş, kaşları ise ağırlaşmıştı. Üzerinde eski beyefendilerin giydiği, uzun yıllar kullanılmaktan sararmış kıyafetler vardı. Bir zamanlar Floransa’nın saygın ailelerinden olan Buonarroti ailesi, müsrif aile reislerinin kuşaklar boyu yönetiminden sonra mali kaynaklarını tüketmiş, toplumdaki konumunu yitirmişti. Michelangelo, Buonarroti ailesinin hâlâ güç ve paraya sahip olduğu eski dönemlerde yaşamamış olduğuna sık sık hayıflanıyordu.
Masanın kenarında ilerlerken amcası Francesco sırtını sıvazladı, bir deri bir kemik kalmış halası ise alnına bir öpücük kondurdu. Michelangelo, Buonarroto ile doksan yaşındaki büyükannesi Mona Allessandra’nın arasındaki sandalyeye oturdu. “Yemek ye,” diye fısıldadı Allesandra. Parmakları, yaşlı bir ağacın dalları gibi eğri büğrü dururken ela gözleri hâlâ coşkuyla parlıyordu.
Michelangelo ekmek, lor ve sulandırılmış şaraptan oluşan yavan yemeğe başlarken diğer taraftan da ailenin devam ettiği tartışmayı anlamaya çalıştı. Birbirleriyle bağrıştıklarından dolayı konuyu pek anlayamadı.
Sonra Giovansimone yerinden zıplayıp, ailenin dikkatini çekmek için sandalyenin üstüne çıktı. Giovansimone, cılız solgun yanaklı, sürekli uygun sakal bırakmaya çalışıp bunda başarısız olan işsiz, yapışkan bir tipti. Sandalyesinde hareketsiz durmasına rağmen hâlâ caka satıyor gibi görünmekteydi. “Tamam, ben babamı ve amcamı alıyorum. Sen de halamı ve büyükannemi alıyorsun,” dedi.
“Ben ayrıca Mona Margherita’yı da alıyorum,” diye karşı çıktı Buonarroto.
“Hizmetçiler sayılmaz. Sadece aile üyeleri.”
Ailenin kıdemli hizmetçisi Mona Margherita, lavabonun yanında ayakta yemeğini yiyordu. Michelangelo’yla göz göze gelen kadın gülümsedi. Hiçbir şeyden etkilenmemiş gibiydi.
Çok fazla içmekten sallanan Giovansimone, bakışlarını Michelangelo’ya çevirerek “Karar vermek sana kalıyor sevgili kardeşim,” dedi.
Herkes ona bakıp beklemeye başladı. Ağzındaki ekmek ve loru yutarken, “Ne tartıştığımızı bilmiyorum,” dedi.
“Ben ya da Buonarroto. Hangimiz daha iyi bir evladız?”
“Aman Tanrım,” diye sızlandı Michelangelo.
Buonarroto kahkahayı bastı ve aile tekrar tartışmaya döndü.
“Cevaplamana gerek yok,” dedi Giovansimone, sandalyesinden inerek. “Sen beni hiç sevmedin zaten.” Kalan şarabını da yudumlayıp boş kadehi havaya kaldırdı. “Berabere. Ailenin en genç ve en zekisi olarak kendimi galip ilan ediyorum.”
Evde alkış ve yuhalama sesleri koro halinde yükseldi.
“Michelangelo, bir şeyler söylesene!” diye yalvardı Buonarroto.
“Bekleyin, bekleyin!” diye seslendi Michelangelo. “Dörde üç. Mona Margherita’yı sayarsanız beş. Haklısın Giovani. Buonarroto’yu her zaman daha çok sevmişimdir.”
Mona Margherita sofraya başka bir somun ekmek getirinceye kadar kahkahayla güldüler. Margherita, Michelangelo’nun yırtılmış gömleğini fark edip “Koluna ne oldu? Dur bakayım. Gözün de iyi görünmüyor. Bekle, bir bez getireyim,” dedi.
“Hayır, hayır ben iyiyim. Gerçekten,” dedi elini sıkarak. “Cassia Yolu tehlikeli bir yol, hepsi bu.”
Giovansimone dirseklerinin üzerine eğilerek “Gerçekten mi? Tüm anlatacakların bu kadar mı? Haydi, ailenle birliktesin. Saklamana gerek yok,” dedi.
“Neden bahsediyorsun sen?” diye sordu, ağzına bir parça lor atarken.
“Haydi ama! Onlara benim anlatmamı ister misin?” dedi Giovansimone.
Michelangelo, ağzındaki lokmaları çiğnemeyi bıraktı.
“Ne diyorsun sen, Giovani?” diye sordu amcası.
Giovansimone irileşmiş masum gözlerle masadakilere bakınarak “Nasıl tutuklanıp geceyi hapishanede geçirdiğini kendisi anlatmak ister diye düşünmüştüm,” dedi.
Michelangelo, ağzında lapaya dönmüş loru yutarken aile üyeleri soru bombardımanına başladı: “Tutuklandın mı? Ne oldu? Anlat!” Tabağına bakmayı sürdüren babasının yüzü kızardı.
“Sen nasıl öğrendin?” diye sordu Michelangelo, gönülsüzce.
Giovansimone, sandalyesine yaslanıp ellerini başının arkasında birleştirerek “Ben her şeyi bilirim sevgili kardeşim,” dedi. “Her yerde dostlarım var.” Çocukluğundan beri Giovansimone kardeşlerini ispiyonlayıp sonra da arkasına yaslanıp olanları izlemekten zevk alıyordu. Bunu çoğu zaman kendi suçlarını gizlemek için yapıyordu.
“Evimde bir suçlu istemiyorum,” dedi Lodovico ve ayağa kalktı. Dört yıl sonra babasına söylediği ilk sözlerdi bunlar. “Sokaklarda yatabilirsin.” Babası ve amcası onu sandalyeden çekip kaldırdılar.
“Durun! Açıklayabilirim.”
Onu kapıya doğru sürüklediler.
“Bu bir yanlış anlamaydı,” dedi heyecanla. “Lorenzo ile ilişkim konusunda yanlış anlaşılma.”
Medici ismini duyunca babası ve amcası birbirlerine baktılar. Mediciler, Buonarroti ailesini finansal olarak tamamen mahvolmaktan korumuştu. Michelangelo’yu henüz bir delikanlıyken Medicilerin heykeltıraş bahçesinde yaşayıp öğrenim görmesi için davet ettiklerinde Lorenzo, oğlunu eğitim için kendisine emanet etmesinin karşılığında Lodovico’ya küçük bir devlet işi vermişti. Kendisinin ve sanatının babası tarafından değil de’ Mediciler tarafından takdir edilmesi çok kötüydü Michelangelo için.
Michelangelo dirseğini çekerek “Ben suçsuzum,” dedi. “Adımı kirletecek bir şey yapmadım.”
Michelangelo’nun ailesini sakinleştirmesi yarım saatini almıştı ama sonunda babası merhamete gelip “Tamam, kalabilirsin,” dedi.
İçine bir ferahlık çöktü. Başına gelen onca şeyden sonra kendi evinden kovulmak gibi bir aşağılanmaya dayanamazdı. Masaya dönerken Giovansimone’nin başına dirseğiyle vurup “Bok herif,” dedi.
Amcası, eline aldığı kepçeyle sırtını kaşıyarak “Giovani de olmasa hiçbir şeyden haberimiz olmayacak,” dedi. “Yıllardır seni görmedik.”
Bir tartışmadan başka bir tartışmaya diye düşündü Michelangelo. Eve hoş geldin. “Pekâlâ, herkesi görmek güzel,” dedi.
“Annenin cenazesine katılmadın,” dedi babası.
“Üvey annen diyecektin herhalde,” diye kibarca düzeltti Michelangelo. “Çalışıyordum.”
“Bizi terk ettin,” dedi Giovansimone. “Senin aksine ben asla babamı terk etmezdim.”
“Ben kimseyi terk etmedim. Roma’ya çalışmaya gittim.”
“Eve ne kadar para getirdin?” diye sordu babası.
Michelangelo’nun yanaklarına ateş bastı. “Hiç. Sadece birkaç kuruş.” Aslında cebinde neredeyse bir haftalık ödeme miktarı olan yaklaşık altı liret vardı.
“Roma’da çalışma için çok para,” dedi amcası.
Michelangelo içini çekti. Ailesine kavuşmaktan dolayı minnettarlık hissetmeyi umarken şu anda hissettiği tek şey hayal kırıklığıydı. Ailesinin sokaklara çıkıp onu omuzlarına almalarını ve övgü yağmuruna tutmalarını bekliyordu. Eve geldiğinde bir kahraman gibi karşılanmayı hayal ediyordu.
“Artık geri döndüğüne göre evlenip çoluk çocuğa karışma vaktin de geldi. Evlilik aile için iyi olacaktır,” dedi babası. Ekmekle birlikte loru ağzına götürürken sağ eli titriyordu. Michelangelo, babasının elinin titrediğini daha önce hiç görmemişti. Yaşlanmıştı.
Michelangelo “Heykeller benim çocuklarım, aletlerim de karım,” dedi.
“Bir devlet işi bulabilirsin.”
Babasının şikâyetleri ya da tavsiyeleri hiç değişmeyecek miydi? Michelangelo kırkına bastığında da aynı tartışmaları mı yapacaktı?
“Devlet işinde çalışmayacağım.”
“Beş oğlum var,” diye mırıldandı Lodovico. “Ama her şeyi kendim yapıyorum. Bulaşıkları kendim yıkıyorum, çatıdaki kiremitleri kendim değiştiriyorum, ekmeğimi kendim pişiriyorum…”
Michelangelo, mutfağı temizlemekte olan Mona Margherita’ya baktı.
Babası “Kilisedeki ağabeyinle birlikte,” diye devam etti. “Ağabeyinin yerini alıp ihtiyaçlarımızı karşılamalısınız.”
“Karşılayacağım.”
“Uygun bir işe girerek.”
“Kendi işimle.”
“Bir beyefendi olarak.”
“Bir heykeltıraş olarak.”
Lodovico elini masaya vurup “Yeter! Seni yine eşek sudan gelinceye kadar dövmem mi gerekiyor?” dedi. Michelangelo’nun yeteneği, Mediciler gibi güçlü ailelerin ve Roma’daki varlıklı kardinallerin dikkatini çekmiş olmasına rağmen babasına göre heykeltıraşlık hâlâ bir utanç kaynağıydı. Maddi sıkıntı çekenler dahil toprak sahibi bir ailenin hiçbir çocuğu, eğilip elleriyle çalışmamalıydı. Çocukluğunda Michelangelo ne zaman heykeltıraş olma isteğinden bahsetse babası ve amcası onu döverdi. Neyse ki dayak atılmayacak kadar büyümüştü.
“Her zaman bir heykeltıraş oldum ve hep öyle kalacağım,” dedi inatlaşırcasına.
“Burada nasıl iş bulacaksın ki?” diye sordu Buonarroto. “O Leonardo denen adam şehirdeki her görevi almışken…”
Bu isimden bahsedilmesi canını sıkmıştı.
“Leonardo da Vinci,” dedi amcası. “Neyse saygı duyabileceğin bir sanatçı var bari. Kendine en azından bir isim yaptı. Ayrıca o bir ressam. Ressamlık işi iyidir.”
“Yıllar önce ressamlar, taş işçileri kadar değersizdi,” dedi Michelangelo. “Zanaatkârlığın başka bir türüydü. Leonardo, ressamların saygı kazanma nedenidir. Aynı şeyi heykel sanatı için yapmak istediğimi anlamıyor musunuz?”
Lodovico masada uzanıp Michelangelo’nun iri ve nasırlı ellerini tuttu. “Sıradan işçi ellerine sahip oğlum benim,” diye iç çekti. “Kendim ve hepimiz için mermerle uğraşmanı yasaklıyorum. Sen bir duvar işçisininkinden çok daha iyi bir yaşamı hak ediyorsun.”
Herhangi bir cevap vermeden Michelangelo ellerini çekti. Akşamın geri kalan saatlerinde konuşma sıradan bir sohbete dönüştü. Giovansimone, Piero de’ Medici’nin paralı askerlerinden biriyle dövüşmesiyle ilgili, gerçek olup olmadığı kesin olmayan komik bir hikâye anlatırken Bunarroto ise Petrarch’ın kaleme aldığı bir aşk şiirini okudu. Mona Margherita şarap doldurmayı sürdürürken Lodovico da gut hastalığından şikâyetçi oldu.
Michelangelo, iğneleyici sözlerle muhatap olup hepsini her zamanki gibi ustaca savuşturarak, hazırcevap sözlerle dolu konuşmaya katıldı. Eve yolculuğu esnasında haydutlarla dövüşmüş, soyulmuş, tutuklanıp işkence görmüş ve kendisiyle alay edilmişti. Omuzundan darbe almış, egosu zedelenmiş ve tüm parasını çaldırmıştı. Bu pek de sıcak bir karşılama töreni olmasa da en azından evine ulaşmıştı.
O gece Giovansimone ve Buonarroto yatağı paylaşıp battaniye için kavga ederken Michelangelo da eski yatak odasının zemininde yattı. Perdeli pencerelerden parıldayan dolunay, çocukken duvarlara çizdiği resimleri aydınlatıyordu. Annesinin kollarında kımıldayan tombul bebek İsa resmini çizdiği ve resmi görünce babasının onu dışarı kadar kovaladığı o günü hâlâ hatırlıyordu.
Michelangelo gözlerini kapatıp “Tanrım, ben senin aciz bir kulunum,” dedi. Göklerdeki babasıyla konuşurken dünyevi babasıyla empati kurdu. Çocuklarının sadece mutluluğunu düşünen Lodovico, toz ve pislik içindeki bir heykel atölyesinde çalışmanın da insanı mutlu edebileceğini anlamıyordu. Ona göre heykeltıraşlık, saygıdeğer bir aileye sadece utanç getirebilecek aşağılayıcı bir sanattı. Çok yaşlı ve kendi doğrularına çok bağlı babasını değiştiremeyeceğini anlayan Michelangelo, kendisini değiştirmesi için dua etti. Babasının isteğini yerine getirme azmi vermesi için Tanrı’ya yalvardı. Devlet işi bulma ya da saygın bir sarraf olma isteğini ona iletti.
Tanrı dualarına cevap vermedi. Aksine mermere şekil verme arzusu daha baskın çıktı. Sanatıyla Buonarroti ismini yüceltmesi mümkün değil miydi?
“Michel?” diye fısıldadı Bunarroto. Sonunda uyuyan Giovansimone, horlamaya bile başlamıştı. “Bir kızla tanıştım.”
Michelangelo gülümsedi. Bunarroto her zaman romantik biri olmuştu. “Bu harika bir haber,” diye fısıltıyla cevap verdi Michelangelo. “Kız kim?”
“Maria. Dokumacının kızı.”
“Güzel mi bari?”
“Çok güzel. Elleri her zaman boyadan dolayı kırmızı. Aşkımın rengi. Melekler gibi şarkı söylüyor, kardeşim.” Michelangelo, karanlıkta Buonarroto’nun yüzünü göremese de gözlerindeki samimiyeti tahmin edebiliyordu.
“Peki, o seni seviyor mu?”
“Evet. Babasından evlenmemize izin vermesini bile istedi.”
“Peki, evlenecek misin onunla?”
“Ben düzgün bir iş bulana kadar babası razı gelmiyor. Yün satmak istiyorum ama kendi işyerimi açmam gerek.” Michelangelo kardeşinin sorununu anladı. Ailesinin, yün tezgâhı masraflarını karşılamaktan çok ancak yaşamlarını sürdürebilecek kadar parası vardı. Kardeşinin kendi işyerini açma hayali imkânsız görünmekteydi. “Neyse ki daha çok genç. Evlenmemiz için en az iki üç yıl gerekecek. Ben de bu arada bu iş için para biriktiririm.”
Şimdiden kaygılansa iyi olur diye düşündü Michelangelo. İki ya da üç yıl çabucak geçecekti. Pietà heykelini bitirmesi de üç yıl sürmüştü ama zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçivermişti. İki yıl içinde evlenmek istiyorsa kardeşi elini çabuk tutmalıydı. “Endişelenme Bunarroto. Dükkân için gerekli parayı ben bulacağım.”
“Gerçekten bulur musun, Michel? Bu harika olur. Ne yalan söyleyeyim tek isteğim Maria ile evlenmek.”
Michelangelo sırtüstü yattı. Heykeltıraş olarak para kazanmalıydı. İşe ihtiyacı vardı.
Leonardo’nun pis pis sırıtan yüzü gözlerinin önüne geldi. Eğer Floransa’da kalmaya devam ederse iş konusunda onunla rekabet edemezdi. Şehirden ayrılıp ünlü bir sanatçıyla mücadele etmek zorunda kalmayacağı başka bir yer bulması daha iyi olurdu. Siena’ya gidip kardinalin sunak resmi üzerinde çalışabilirdi. Ya da Tanrı’dan kendisini, gökten paranın yağdığı yeni bir şehre yönlendirmesini isteyebilirdi. Bunun yerine kendisine Floransa’da kalacak güç vermesini diledi. Mücadele etmeden şehirden ayrılıp o ressam bozuntusuna zafer duygusunu yaşatamazdı. Leonardo gibi kendisi de eğitimini Floransa’da almıştı. Bu şehir sadece Leonardo’ya ait değildi. Bu sokaklar, bu ev ve gökyüzündeki bu ay en az Leonardo kadar kendisine de aitti.
Zihninde Duccio Taşı, tüm pırıltısı ve beyazlığıyla canlanıverdi. Duccio Taşı konusunda Leonardo ile yarışamayacağını neden düşünmüştü ki? Leonardo bir ressamdı, heykeltıraş değil. Şimdiye dek tek yapabildiği, Milano Dükü için bronz bir at heykeli tasarlamaktı. Heykelin bronz dökümünü yapamadığını herkes biliyordu. Kendisi gibi tecrübeli bir heykeltıraş kenara çekilip Leonardo gibi acemi bir ressamın efsanevi taşın üzerine ellerini koymasına neden izin verecekti ki? Muhtemelen Duccio’dan daha berbat biçimde bu işi yüzüne gözüne bulaştıracaktı. Leonardo büyük bir usta olabilirdi ancak artık yaşlanıyor ve modası geçmiş tasarımlar yapıyordu. Michelangelo ise genç ve istekliydi. Kariyerine henüz başlamıştı. Bunun yanı sıra o kafasız bunak; o taşın değerini bilemeyecek kadar aşağılık, herkesi küçümseyen bir gösteriş budalasıydı. Leonardo bu görevi hak etmiyordu.
Mırıldanan dudaklarından yeni bir dua dökülmeye başladı. Floransa’yı terk etmeyip burada kalacak ve sabit bir devlet işine girmeyecekti. Duccio Taşı görevine başvurup bu iş için rekabet etmekle kalmayacak, onu elde edecekti. Pencereden dışarı bakarken ayışığı gözlerinin içinde parıldıyordu. Başını göğe kaldıran Michelangelo fısıltı halinde “Âmin” diyerek duasını bitirdi.
Leonardo
Yatağında uzanan Leonardo kendini, fırtına koptuğunda okyanusun dalgaları üzerinde sallanan tekne gibi çalkantılı ve telaşlı hissediyordu. Keşke zihnimdeki hissi çıkarıp çalışma masasının üstüne koyduktan sonra onu bir kadavra gibi inceleyebilsem, diye düşündü. Belki o zaman anlayabilirdi onu.
Komodine şöyle bir baktı. Alman mekaniğinin doruğu olan ahşap saate göre saat neredeyse sabahın ikisiydi. Kolunu Salaì’nin altından çekip yataktan kalktı ve her zaman gıcırdayan kapıya çarpmamak için dikkatlice ayaklarını sürüyerek yan odaya geçti. Ayışığı partiden geriye kalanları aydınlatıyordu: boş şarap şişeleri, zemindeki çamurlu ayak izleri, sandalyede unutulmuş bir atkı. Lanet bunak noter, ortadan kaybolan rahipler, acımasızca dalga geçtiği o genç heykeltıraş; bunların hepsini unutmak istedi.
Çalışma masasına oturup küçük ahşap bir sigara kutusu çıkardı ve kapağını açtı. İçinde küçük kahverengi bir yarasanın cansız bedeni vardı. Nazikçe kutudan çıkarıp masanın üzerindeki metal bir tepsiye yerleştirdi. Genellikle inceleme yaparken bir mum kullanırdı ama Salaì’yi uyandırmak istemiyordu. Ayrıca karanlıkta çalışmak onu, diğer duyularına güvenmeye zorluyordu. Yarasa, çürüğün yanı sıra tuhaf şekilde taze çimen kokuyordu. Kanatları dikkatlice açarken kemikler çatırdamasına rağmen ince zarlı yapının esnekliğine şaşırdı. Kırılmadan eğilip bükülüyordu. Gövdenin ağırlığıyla kanadın yoğunluğunu kıyaslayıp böyle soğan görünümlü bir yaratık uçabiliyorsa insan da havada uçabilir diye düşündü.
Yatak odasından gelen bir gıcırtı duydu. Arkasına bakmak için hareket ettiğinde sandalyesi, ağırlığı altında gıcırdadı. Leonardo, sessizce bacağını uzatarak masanın yanında duran uzun ve sekiz kenarlı tahta bir kutunun kapısına ayağını kanca gibi taktı. Ayağıyla kapıyı açtı. Kutunun içerisindeki her bir duvar ayna kaplıydı. İçeri girip kapıyı kapatınca kendisini üç yüz altmış derece açıyla izleyebilsin diye bu aleti Salaì için tasarlamıştı. Böylece yeni bir kıyafet aldığında Salaì, hemen bunun içine girebilirdi. Leonardo, kapının üzerindeki aynayı yatak odasını görebileceği şekilde ayarlamıştı. Odanın içinde komodinin çekmecesine uzanan Salaì’nin karartısını fark etti.
“Giacomo,” diye seslendi.
Salaì az önce aşırdığı paraları cebine indirdi. “Yürüyüşe çıktığınızı sanıyordum.”
“Benden sana öğretmenlik yapmamı istiyorsun.” Aynalı kutuyu ayağıyla kapattı. Genç adam bir zamanlar kendine çorap bile alamayacak kadar yoksuldu. “Yanıma gel de bir şeyler öğren.”
Salaì yanına gelip yarasaya baktı. “Ben ressam olmak istiyorum, anatomi uzmanı değil.”
“Bilime değil de sadece sanata takıntılı olanlar, denize pusulasız açılan kaptanlar gibidir. Nereye gittiklerini asla bilmezler.” Leonardo bir mum yakıp gözlüklerini taktı. “Gençliğimde pek çok kilise, hekimlere ve sanatçılara ölüleri inceleme izni verirdi. Ben bizzat yüzlerce kadavrayı kesip inceledim. Ancak işler değişti.” Son bir yıldır morgdan morga dolaşıp kendisine bu izni verecek birini aramış ancak tüm peder ve rahipler buna karşı çıkmıştı. İki rahip onu tutuklamakla tehdit etmiş, hatta birisi onun üzerinde şeytan çıkarma ayini yapmaya çalışmıştı. “Bugünlerde kurbağalar, kuşlar ve yarasalarla yetinmek zorundayız.” Yarasanın bir kanadının ucunu kesip çıkardı, mumun yanında tutarak elindeki büyüteçle loş ışıkta incelemeye çalıştı.
Salaì masanın yanından uzaklaşıp, Il Moro’nun kendi düğününde eğlenceyi yönetmesi için Leonardo’ya hediye ettiği kadife pelerini eline aldı. “Üstat, eğer tüm gece çalışacaksanız, sunak resmi üzerinde çalışmanın iyi olacağını düşünmüyor musunuz?”
Salaì’nin önerisini duymazlıktan gelerek birkaç gözlemini not defterine aceleyle yazdı. Böylesi zamanlarda fikirler, mürekkebin kurumasını beklemeyecek kadar hızlı gelmekteydi. Bu yüzden elinin kenarı mürekkebi dağıtmasın diye sağdan sola doğru yazıyordu. “Doğa, kolayca teslim olmasa bile, sonunda sırlarını ısrarcı öğrencilere sunacaktır.”
Salaì pelerini giyip ayna kutusunda kendisini inceledi. “Partiden ayrılmadan önce rahiplerin Bilgelerin Bebek İsa’yı Yüceltmesi adlı eseriniz hakkında tartışmalarına kulak misafiri oldum.”
Leonardo neşteri yarasanın kanadındaki zar tabakasına bastırdı. Rahiplerden söz etmek istemiyordu. En azından bu gece. “Masaccio’ya ait her bir fırça darbesinin ne kadar uyumlu olduğunu görmen için seni nasıl teşvik ettiğimi biliyorsun, değil mi? Anatomi için de durum aynı. Her bir damar, her bir kas ve her bağ dokusu çok önemli.”
“Nasıl olur da yirmi senedir bu tabloyu tamamlayamadığınızı konuşuyorlardı. İçlerinden biri bunun sebebi olarak sizin Floransa’yı terk edip Milano’ya gitmiş olmanızı gösterdi. Aynı şişman rahip, manastır için yaptığınız sunak panosu için de aynı durumun söz konusu olabileceğini söyledi. Belki kilise projelerini de tamamlayamayacağınızı söyledi.” Salaì pelerini boynuna bağlayarak “Belki de Tanrı’ya inanmadığınızı iddia etti.”
Leonardo gözlüklerini çıkararak “Bak, burada ilgini çekebilecek bir şey var,” dedi. Gözlükler ayrıntılar için iyi olmasına rağmen insanları onlarsız da görebiliyordu. “Yarasaların çiftleşirken hiçbir doğa kanununa uymadığını biliyor musun? Birbirleriyle karşılaştıklarında dişi dişiyle, erkek erkekle, bazen de dişi erkekle çiftleşebiliyor.”
Salaì bir sandalye çekip Leonardo’nun yanına oturdu. “Gidip yarım kalan o tabloyu bitirin demiyorum. Ama en azından bu sunak tablosunu bitirseniz iyi olur diyorum. Bu kilise için… Tamamlamanız durumunda insanlar, eserlerinizi yarım bıraktığınızı söylemekten vazgeçecektir.”
Leonardo, Salaì’nin ellerini tutarak “Tıpkı senin ve benim gibi hayvanların da ruhu vardır,” dedi. Elleri yumuşak ve pürüzsüz olmasına rağmen güçlüydü. Gençlik ve olgunluğun kusursuz birleşimi… Salaì’nin yaşlarındayken kimse Leonardo’nun elinden tutup kendisine evrenin gerçeklerinden bahsetmemişti. “Hayvanlar da sevinç ve acıyı hisseder. Hatta insanlardan daha çok, çünkü doğayla iç içedirler ve bu yüzden daha dürüst ve samimidirler. Onları inceleyip onlarla uyum içinde yaşamalıyız. Bizler de doğayla uyumlu ve daha uzun yaşayabilmek için vejetaryen olmalıyız. Uzun bir hayata sahip olmak istemez misin?”
Salaì “Tek isteğim başımı sokacak bir evimin olması. Rahiplerle çalışmak istemiyorsanız…” diyerek ellerini çekti. “Duccio Taşı için neden birkaç çizim yapmıyorsunuz? Bu daha kazançlı olurdu.”
Leonardo tekrar gözlüklerini taktı. Uçma konusunda yarasaların insanlar için en iyi model olduğuna inanıyorum. Şuraya bak, kemikleri birleştiren zar tabakası nasıl hava geçirmez zırh işlevi görüyor. Bu, tabiatın olağandışı bir tasarımı.”
“Duccio Taşı da olağanüstü bir görev.”
İlgisizce elini salladı. “Soderini bana önceden onun sözünü verdi.” Leonardo elindeki büyüteci Salaì’ye uzatırken “Gel, şunu tut,” dedi.
“Soderini artık yönetimde yer almıyor.”
“Ayrıca taş belediyenin mülkünde değil, katedrale ait ve iktidara doğrudan bağlantın olmadığında güçsüz olacağını asla düşünme. Soderini bunun üstesinden gelecektir.” Salaì’nin elindeki büyüteci ayarlayarak “Bu açıyla tut,” dedi.
“Bu kadar kesinse neden işi kimin alacağına karar vermek için toplantı yapıyorlar?”
“İncelemek için bir insanın bacağını kesersen o kişi ölmez ya da kolunu kesersen bedeninin geri kalanı işlemeye devam eder. Fakat başını ya da kalbini kesersen o anda ölüverir. Aynı şeyin yarasalar için de geçerli olduğunu biliyor musun?”
“Bilmiyorum.”
Neşteri yarasanın vücudu üzerinde hareket ettirirken “Uçmanın cevabı kanatlarda saklı olabilir,” dedi.
Salaì bu kez büyüteci kendi üzerine tuttu. “O genç heykeltıraşın elindeki işleri bitirdiğine adım gibi eminim,” dedi.
Salaì’nin sesinin cilveli çıkması Leonardo’nun içindeki endişe fırtınasını kabartarak midesinin bulanmasına neden oldu. “Neden gidip yatmıyorsun? Ben birazdan gelirim.”
Salaì, büyüteci yanına alıp arkasına yaslandı. Leonardo, ölü yarasaya iyice yaklaşıp göğsüne neşteri bastırarak deri ve kemiklerini kesmeye başladı.
“Bu Michelangelo boş biri değil, üstat.”
Leonardo, elindeki neşterle organları bir kenara iterek “Artık savaş yok, Salaì. Teslim oluyorum,” dedi. Yeterinde dikkatli incelerse yarasanın uçuş sistemini çözebilirdi. Böylece bu sistemi insana uygulayıp uçmasını sağlayabilirdi.
“Oldukça tutkulu görünüyordu,” dedi Salaì.
Leonardo bazen Salaì’nin kendisini çekici bulup bulmadığını ya da onu, kutusundan para aşırabileceği bir baba yerine koyup koymadığını merak ediyordu. Belki de genç, iriyarı ve kir pas içindeki bir duvar oymacısını tercih ediyordur.
“Bir gün adını duyuracak gibi görünüyor.”
Leonardo başını kaldırıp Salaì’ye yatağa dönmesini söyledi, ancak büyüteçle yüzüne bakan genç adamdan rahatsız olmuştu. Salai’nin kahverengi gözleri, kocaman ve ışıltılıydı.
Leonardo “Genç adam çoktan unutulmuş,” dedi ve elindeki neşteri, alttaki metal tepsiye değinceye kadar hayvanın bedenine soktu. “Bu adam hakkında tek bir söz bile duymak istemiyorum.”
Michelangelo
Ağustos
Katedral İşleri Dairesi’nin bodur suratlı tıknaz vücutlu denetçisi Giuseppe Vitelli, Operai’nin 16 Ağustos Pazartesi günü Duccio Taşı’nı işleyecek ustayı seçeceğini bildirdi. Pek çok kişi için bu tarih pek de merak konusu değildi; çünkü Michelangelo hariç her Floransalı, taşın Leonardo’ya verildiğini biliyordu.
Michelangelo, her gününü Floransa tarihinin bir parçası olmaya layık bir heykel tasarımının üzerinde çalışarak geçirdi. Eski Roma dönemine kadar heykelciliğin tarihini incelemiş, aletlerini cilalamış ve sokaktaki yüzlerce insanın karakalem çizimlerini yapmıştı. Yığınlarca çizim yaptı. Aklına gelen çizgiler müzik gibi parmaklarından akıp gidiyordu. Yaz sonuna doğru elleri, elinden hiç bırakmadığı için kalıcı olarak kırmızı tebeşire bulanmıştı.
O, ne kadar çok çalıştıysa babası da o kadar çok öfkelenmişti. Lodovico, düzinelerce çizimi şömineye fırlatırken “İblis!” diye bağırmıştı. “İçindeki şeytanı çıkarması için bir papaz çağıracağım.” O günden sonra Michelangelo çizimlerini yastığının altına koyup uyumuştu.
Sonunda toplantının yapılacağı gün gelmişti. Michelangelo o sabah erkenden kalktı. Bulutsuz masmavi gökyüzüyle sıcak bir yaz günüydü. Açık pencereden hafif bir esinti, masal gibi içeri süzülüyordu. Güzel hava iyiye işaretti.
Kardeşleri kahvaltı için çoktan alt kata indiklerinden Michelangelo odasında tek başınaydı. Üzerinde uyuduğu ot döşeğin üstünde diz çöktü, çok beğendiği üç çizimi seçip jüriye sunmak üzere yeni cilalanmış aletleriyle birlikte deri omuz çantasının içine koydu. Sonra dolabın içindeki elbise yığınına uzanıp gizlice zulaladığı bir sürahi su, sabun bezi ve hoş kokulu Cenova sabununu dışarı çıkardı.
Kalbi gümbür gümbür atıyordu. En son bir hafta önce banyo yapmıştı. Bu kadar kısa arayla yıkandığını görse babası çok öfkelenirdi. Michelangelo, ayda bir yıkanma konusunda babasıyla aynı düşüncedeydi. Banyo yapmak insanı hasta etmekle kalmıyordu, onlara göre Tanrı vergisi kiri suyla yok etmek günahtı. O gün yine de kuralları bozmak niyetindeydi. Leonardo, şüphesiz, toplantıya şık elbiseleri ve leylak kokan parfümüyle gelecekti. Michelangelo, yaşlı ressamın galip gelmesini istemediğinden yıkanma bezini suya batırıp saçları dahil her tarafını sildi.
Banyodan sonra kurulanıp yeni siyah tuniğini giydi üzerine. Bu kumaşı almak için elinde kalan son kuruşunu da kullanmıştı. Büyükannesi de gizlice bu tuniği dikmişti onun için. Bugünkü toplantıya eski püskü elbiseleriyle gitmeyecekti. Çatlak ve tozlu bir aynada kendine baktı. Yakışıklı görünmeyecek kadar yamuk bir burun ve geniş bir alına sahip olmasına rağmen yeni tunik gömleği üstüne mükemmel oturmuş ve koyu saçları itinayla taranmıştı. Eskimiş deri çantası bile çok farklı duruyordu üstünde. Temiz ve diri beyefendilere benzemişti. Leonardo’yla karşılaşmaya hazırdı.
Uzaklardan kilise çanları duyuldu. Katedrale gitmek için daha on beş dakikası vardı. Zamanı çoktu. Bu yeni görüntüsünü ailesine fark ettirmeden evden sıvışmak umuduyla Michelangelo sessizce kapıyı itti ancak açılmadı. Omuzuyla itti ama yine açılmadı kapı. Ağır ahşap kapıyı zorladı ama açamadı. “Lanet olsun!” dedi öfkeyle.
“Sakin ol,” diye seslenişini duydu babasının, kapının öbür tarafından. “Evdeki eşyaların yarısını kapının önüne yığdık.”
Michelangelo’nun midesi bulanmaya başladı. İçeride kilitli kalamazdı. Hele bir de bugün. “Kapıyı açın!” diye bağırdı öfkeyle.
Kapının diğer tarafından hiçbir yanıt gelmedi. Michelangelo o an, babasının altın sikke üzerine basılmış imparator yüzü kadar kesin kararlı ifadesiyle mobilya yığını arasında uzanmış halini gözlerinin önünde canlandırdı.
“Eğer vaktinde oraya yetişemezsem bana bu görevi asla vermezler.”
“Sana söyledim. Oğlumun yoksul bir duvar işçisi olmasına asla izin vermem.”
Birkaç dakika boyunca Michelangelo’nun bağırıp kapıyı tekmelemesine rağmen Lodovico yerinden kımıldamadı. Michelangelo yere çöktü. Duccio Taşı’nın ellerinin arasından kayıp gittiğini düşünürken gözlerine yaşlar birikti. Şimdi o kendini beğenmiş Leonardo, mücadele etmeden görevi alacaktı. Taş daha iyilerine layıktı.
Ayağa kalkıp başka kaçış yolu bulmak için odayı incelemeye başladı. Tek seçenek, duvarın üstündeki tek, ufak pencereydi.
Yatağı pencerenin altına çekip daha iyi incelemek için üzerine çıktı. Ahşap panjurları kolayca çıkarabilirdi ama içinden geçemeyeceği kadar dardı. Bunu başarsa bile zeminden iki kat yüksekteydi. Eğer düşerken bir hata yaparsa bacağını kırabilirdi.
“Baba? Bırak gideyim, lütfen,” diyerek son kez şansını denedi.
“Asla.”
Michelangelo burnundan soluyarak çekiç ve keskisini çantasından çıkarıp pencere kenarına yerleştirdi. Çıkan gürültüye aldırış etmeden duvarı yontmaya başladı. Ne yaptığını fark etmesi babasının fazla zamanını almadı. Yeteneksiz biri o kalın duvarı kırmak için bir saat harcardı. Oysa Michelangelo taşı hızlı bir şekilde kesti. Onca darbeden sonra pencere çerçevesiyle iki taşı yerinden çıkardı.
Santa Croce’nin kilise çanları iki kez çaldı. Toplantı başlamak üzereydi. Bir hayli gecikmişti. Başını dışarı çıkardı. Epey yüksekte olduğunu gördü. Eğer pencereden sarkabilirse düşüşünü yavaşlatmasına yardımcı olabilecek çamaşır iplerine tutunabilirdi. Çamurlu zemin düşüş etkisini azaltacaktı, ama yeni temiz elbiselerini kirletecekti.
Giovansimone, alt kat penceresinden “Dışarı çıkıyor!” diye bağırdı.
Babası küfredip kapının önündeki mobilyaları çekmeye başladı. Evin içerisinde ayak sesleri duyuluyordu. Bütün aile kaçışını önlemek için teyakkuza geçmişti. Onca çamura rağmen gitme zamanı gelmişti.
Michelangelo ayaklarını pencereden çıkarıp elleriyle pervaza asıldı. Üç kol boyundan daha fazla bir mesafede rüzgârda sallanan çamaşır ipine tutunma şansı yoktu. Pencereden sarkarken aşağıya atlamak, Duomo’nun üzerinden atlamakla aynıydı sanki.
Çöplerini pencereden fırlatan sokağın karşısındaki yaşlı bir kadın, evden dışarıya sarkan Michelangelo’yu izlemek için durdu.
Lodovico, sonunda yatak odasına girerken “Michel!” diye bağırdı. Oğlunun pencereden sarktığını gören yaşlı adam nefesini tutarak “Lütfen, bırak da sana yardım edeyim,” dedi.
Lodovico oğlunun kolunu tutmak için uzandığında Michelangelo, kendini aşağıya bıraktı. Düşerken yukarı baktığında, ağzı açık “Hayır!” diye bağıran babasını gördü. Michelangelo babasının, düştüğünden dolayı mı yoksa kaçtığından dolayı mı üzgün olduğuna karar veremedi.
Düşüş etkisini azaltmak için dizlerini kıran Michelangelo yine de sert bir iniş yapıp çamurlu yolda yuvarlandı. Neyse ki hiçbir kırığı yoktu.
“Durdurun şunu!” diyerek evden fırladı Giovansimone.
Michelangelo ayaklarının üzerinde doğrulup yokuş aşağı yalpalayarak koşmaya başladı. Ailesi arkasından bağrışıp durdu ama mermer oyarak geçirdiği yıllar onu kardeşlerinden daha güçlü kılmıştı, bu yüzden hepsini açık ara geride bıraktı ve köşeleri ardı ardına dönerek katedrale doğru koşturmaya devam etti. Durup üzerindeki çamuru temizlemeye vakti olmamasına rağmen deri omuz çantasına baktığında çizimlerine hiçbir şey olmadığını fark etti. Çizimlerinin dış görüntüsünü gölgede bırakacağına güvenmek zorundaydı. Tabii seçmeleri kaçırmazsa…
Leonardo
Leonardo alametlere inanıyor olsaydı, masmavi gökyüzünü, ılık havayı ve sanki Tanrı göz kırpıyormuşçasına parıldayan güneşi Duccio Taşı’nın kendisine efsanevi bir başarı getireceğinin işareti olarak algılardı. Böyle şeylere inansaydı onların, kariyerine ilk adımını attığı bu şehirde başarının doruklarına erişeceğinin ipucu olduğunu düşünürdü. Otuz beş yıl önce Verrochio’nun çırağı olarak katedralin atölyesinde dekoratif metal kürenin Duomo’nun tepesine çıkarılmasına yardım etmişti. Bu tür alametleri gerçek kabul etseydi başında uçuşan serçe sürüsünü, Duccio Taşı sözleşmesinin insanın uçmasıyla ilgili hayalini gerçekleştireceğinin kanıtı olarak görürdü.
Yine de alametlere inanmıyordu. Asla da inanmamıştı. O sadece gözüyle görebildiği ve eliyle tutabildiği şeylere inanırdı. Bugün de gördüğü ve dokunduğu şeyler, güneş ve gökyüzüyle aynı şeyi ifade etmekteydi. Güzel bir gündü ve her şey planladığı gibi tıkırında gidiyordu.
En güzel saten tunik gömlek, ekoseli çoraplar ve yeşil ayakkabılarıyla, sanatçılar, tüccarlar, esnaf loncası liderleri, din adamları ve belediye meclisi üyeleriyle sohbet ediyordu. Operai yetkilileri, bu büyük görevi kabul ettiğine tanıklık etmek için toplandılar. “Şimdi baylar, Duccio Taşı’yla yaratacağım harikalara bir bakalım. İşte!” Planlarını göstermek için perdeyi indirdi.
Düzinelerce şövale, arka ayakları üzerinde dururken ön bacaklarıyla görünmeyen bir düşmana vuran korkunç ve kükreyen bir kanatlı ejdere ait çizimler gösteriyordu. Parlak gümüş pullarla süslü bir kıyafet giyen ve kırmızı turuncu renkte şık bir maske takan Salaì, Leonardo’nun kafasındakileri tam olarak tasvir eden bir poz vermişti.
İzleyiciler heyecanla coştu.
Giuseppe Vitelli, vekillerine şüphe dolu bakışlar atarak “Bir ejder mi?” diye sordu.
Piero Soderini, anlaşmaya son şeklini vermeye hazırmışçasına Leonardo’nun elini sıkarken “Bir ejderha! Ne olağanüstü!” dedi. Soderini popülist görüşleri, karizmatik tarzı ve güvercini andıran kel kafası, gagayı andıran burnu, boncuk gözleri ve görünmeyecek kadar ince dudaklarıyla meşhur bir siyasetçiydi. Mevcut haliyle Gonfaloniere di Giustizia’nın[1 - Gonfaloniere di Giustizia: Adalet Yargıcı (ç.n.)] başkanlık ettiği Signoria[2 - Signoria: Şehir devleti olan Floransa’nın yürütme erki olan şehir meclisi (ç.n.)] üyeleri üç dönem için göreve getirilmekteydi. Her üç ayda bir Floransa Şehir Cumhuriyeti’nin başkanı değişirdi. Savaşların, işgalci Fransız ordusu ve Cesare Borgia ile Piero de’ Medici’den gelen tehditlerin arasında, cumhuriyeti istikrara kavuşturacak sürekli bir başkan seçilmesine ihtiyaç vardı. Soderini bu pozisyon için en büyük adaydı.
Soderini’nin hatırı sayılır etkisiyle Giuseppe Vitelli ve onun Katedral İşleri Dairesi, bu görevi gayri meşru olarak Leonardo’ya vermekte hemfikirdi. Leonardo’nun yapması gereken şey düşüncelerini resmi olarak sunmaktı. Sonrasında Duccio Taşı ona verilecekti. Operai, şehir meclisi ve yün dokuma loncasının yardımıyla Leonardo’ya hatırı sayılır bir maaş ödenmesine, onun yeni bir yere yerleştirilmesine ve asistanları dahil atölye masraflarının karşılanmasına karar vermişti. Kendisi mermer üzerinde çalışmayacaktı, o sadece tasarımları yapacak kirli işleri yapmaları için asistanlarını yönlendirecekti. Projenin süresi iki yıl olarak belirlenmişti ancak herkes bu sürenin beş yıla çıkacağını düşünüyordu. Leonardo, işin on yılı bulacağını ve çalışma esnasında da son nefesini vereceğini umuyordu. Floransa’nın mali desteğiyle kalan yıllarında matematik, biyoloji, felsefe, anatomi, optik, coğrafya ve tabii ki insanın uçması konusunda çalışmalar yapabilirdi.
“Sadece bir ejder değil,” dedi Leonardo, Salaì’nin arkasına geçerek. “Hareket eden bir ejder.” Salaì çatırdayan kaya parçası gibi kollarını, bacaklarını ve başını ani bir mekanik hareketle döndürdü. “Ve ateş püskürten.” Leonardo’nun elini çabuk ve kesik bir şekilde sallamasıyla gömlek kolundan alev çıkıverdi. Sanki alev Salaì’nin ağzından fışkırıyordu. Leonardo, kırmızı ve sarı dumanları dağıtırken seyirciler alkışlamaya başladı.
“Bence resmi oylamayı yapma zamanı geldi,” diye anons yaptı Soderini.
Giuseppe Vitelli, kızgınlık ifadesi olarak başını yana yatırarak “Buna ben karar veririm, Soderini,” dedi. “Bu benim toplantım.”
“Pekâlâ, o zaman kararınızı verin.” Soderini nadiren kızgınlığını sergilerdi; ancak Operai’nin başkanı belli ki bu duygunun ortaya çıkmasına neden olmuştu.
“Oylamaya geçme zamanı,” diye çağrı yaptı Giuseppe Vitelli.
“Durun!” diye bir ses yankılandı uzaklardan.
Bakışlar, gürültünün geldiği yöne doğru çevrildi.
”Bu da kim?” diye düşündü Leonardo.
“Bensiz başlamayın! Ben geldim.” Bir adam atölyenin çitlerini geçip ileri atıldı. İzleyiciler adamın geçmesi için kenara çekildi.
Davetsiz misafir çamur içindeydi ama Leonardo adamı hemen tanıdı. Bu görgüsüz heykeltıraş Michelangelo Buonarroti’den başkası değildi. Leonardo onu partisini mahvettiği o geceden beri görmemişti. Genç adamın utancından şehri terk ettiğini düşünmüştü. Ancak işte burada, bir arabanın arkasında çamurlu yolda sürüklenmiş gibi karşısında duruyordu. Kişisel temizlikten kaçınmak başka bir şey, kendini bilerek çamura gömmek başka bir şeydi.
Granacci, yolu açarak arkadaşını kalabalığın önüne getirdi. Leonardo, Granacci’yi arkadaşına “Bir an gelmeyeceksin sandım,” diye fısıldarken duydu.
“Geldim,” dedi Michelangelo nefes nefese.
Soderini, tiksintiyle burnunu kıvırarak “Neden geldin?” diye sordu. Böyle bir pisliğin karşısında ben bile soğukkanlılığımı koruyamazdım diye düşündü Leonardo.
“Taş için.”
“Ne taşı?” diye sordu Giuseppe Vitelli.
“Duccio Taşı.”
Leonardo, Salaì ile göz göze gelerek “Berbat etmeyi düşündüğün başka organizasyonlar var mı, Buonarroti?” diye sordu. “Ona göre hazırlıklı olayım bir dahaki sefere.”
Piero Soderini kendisini tamamen samimi ve bir o kadar da sahte gösteren kışkırtıcı bir gülümsemeyle “Sevgili Michelangelo,” dedi, “şehrin diğer önemli sanatçıları, Üstat Leonardo’ya hürmeten kendi istekleriyle oylamadan çekildiler.”
Kalabalığın önünde Floransa’nın bütün ünlü sanatçıları bir aradaydı. Leonardo her birinin Michelangelo’dan en az yirmi yaş büyük olduğunu fark etti. Ünlü mavi-beyaz seramik ustası anlı şanlı Andrea della Robbia altmış altı yaşındaydı. Ünlü mimar Giuliano da Sangallo ve usta ressamlar Sandro Botticelli ile Pietro Perugino ellisinde vardı. Davide Ghirlandaio bile yarım asırlık olmaya yakındı. Leonardo dahil bu adamların hepsi, hem yaş hem de tecrübe olarak Michelangelo’dan kat kat üstündü.
“Bu doğru evlat,” dedi Botticelli yüksek sesle. Sesi, zaman ve deneyim enstrümanlarıyla zengin bir orkestra gibi çınladı salonda.
“Hepimiz Leonardo’nun lehine oylamadan çekilmiş bulunmaktayız.”
Soderini “Belki sen de çekilsen iyi olur,” dedi.
Michelangelo, çamurlu omuz çantasının kilidiyle oynarken “Ama bu beyefendilerin hiçbiri mermer ustası değil, ben hariç,” dedi.
Soderini “Leonardo, tüm sanatların ustasıdır evlat,” diye düzeltti.
Leonardo ve Salaì karşılıklı gülümsediler. Kendini savunmasına gerek yoktu. Başkaları onun adına bunu yapıyordu zaten.
Michelangelo çantasından bir sürü kâğıt tabakası çıkararak “İşte!” dedi. “Yaptığım çizimler burada.”
Giuseppe Vitelli kâğıtları alacakken Leonardo önce davrandı.
En üstteki kâğıda bakarak derin bir nefes aldı. Bunlar bir amatörün karalamalarına benzemiyordu. Bu, dökümlü kumaş ve aslan postu giymiş, kaslı ve ideal boyutlarda canlı nefes alan bir adam resmiydi. Leonardo diğer iki karalamayı eline aldı. Kompozisyonlar oldukça dinamik, kıvrımlı ve hareketli figürleri tasvir etmekteydi. Birkaç ustaca fırça darbesiyle gölgeler verilmişti. Her yüz, farklı bir ifadeye sahipti: korku, inanç ve cesaret. Michelangelo kâğıt üzerinde biraz tebeşir dışında hiçbir şey kullanmadan resimlerinde canlılığı yakalamıştı.
Göz ucuyla heykeltıraşı baştan aşağı süzdü. Yüzü toz toprak, kıyafetleri de çamur ve ter içinde olmasına rağmen genç adam artık komik görünmüyordu.
Michelangelo “Taş için Herkül’ü düşünüyorum,” dedi. “Floransa’nın eski Roma kültürü ve gücünün gerçek mirasçısı olduğunu dünyaya ilan edecek gücün sembolü.”
Piero Soderini, eskizlere bile bakmadan “Evlat, hepimiz böyle yetenekli bir sanatçının aramızda olmasından memnuniyet duyuyoruz,” dedi. “Ancak Üstat Leonardo’nun rakibi olabileceğine gerçekten inanmıyorsun, değil mi? Kendine ait bir atölyen bile yok.”
“İyi ya! Bu da Michelangelo’nun daha ucuza çalışabileceğini gösterir,” diye araya girdi Granacci.
Giuseppe Vitelli, aniden ilgili görünerek “Ne kadar ucuza?” diye sordu.
“Herhalde,” dedi Leonardo, heykeltıraşın çizimlerini geri vererek, “birkaç kuruş uğruna benim tecrübemi bu saygısız ve yeteneği belirsiz gence değişmeyeceksiniz.”
Michelangelo karşısında dimdik duruyordu. Leonardo o anda yetenek kelimesini kullandığına pişman oldu.
Michelangelo çizimleri Giuseppe Vitelli’ye uzatarak “Granacci haklı,” dedi. “Benim için atölye parası ödemeniz gerekmiyor. Zaten atölyeye ihtiyacım yok.”
Leonardo kollarını açarak “Çalışmanı nerede yapacaksın? Dışarıda mı?” diye sordu.
Michelangelo başıyla onaylayarak “Açık havayı severim. Ailemle birlikte yaşadığım için barınma gereksinimim de yok.”
Leonardo’nun omuzları kasıldı. Bu tanınmamış heykeltıraş, her şeyi berbat edip geleceğini elinden çalamazdı. Değil mi?
Michelangelo, tüm ciddiyetiyle “Aletlerimi kendim imal ederim, böylece onlar için de para ödemeniz gerekmeyecek,” diye devam etti. “Fazladan mermer ve yardımcılar için de para ödemeniz gerekmiyor…”
Leonardo “İnanamıyorum!” diye haykırdı. “Bırakın tek başına yapmayı, bu genç adam yirmi tane asistanın yardımıyla bile o devasa taş levhaya şekil veremez.”
Giuseppe Vitelli, Michelangelo’nun çizimlerini yakından incelerken “Üstat Leonardo,” diye seslendi, “bu genç adamla rekabet edebilmek için aylık talebinizi düşürmeyi düşünmez miydiniz?”
“Asla!” dedi Leonardo, çenesini kaldırarak. “Özgürlüğümü kaybetmektense ölmeyi tercih ederim.”
Michelangelo “Ayda birkaç florinle yaşayabilirim,” dedi.
“Paranızın karşılığını alacaksınız,” dedi Leonardo.
“Burada blok mermerden dev bir heykel çıkartan tek kişi benim,” dedi Michelangelo. “On yedi yaşındayken bundan daha küçük ama yaklaşık bu uzunlukta -elini başının üzerine koydu- bir Herkül heykeli ve Roma’da da yetişkin bir adamdan daha uzun bir Bacchus heykeli yaptım. Sizin için başka bir mermer heykel yapabilecek tek sanatçı benim burada.”
Leonardo gözlerinin kuşkuyla büyüdüğünü hissetti. “Seni doğru mu duydum? Dev bir heykel? Duccio Taşı’ndan herhangi bir mermer ilavesiz bir heykel çıkarmayı mı umuyorsun?” Delikanlının çizimleri güzeldi ama kafası belli ki çalışmıyordu.
“Evet,” dedi Michelangelo, hiçbir alaycı ifade takınmadan.
Giuseppe Vitelli “Bu cesur bir iddia genç adam,” dedi. Leonardo adamın sesindeki sinir bozucu hayranlık ifadesini hissedebiliyordu.
Leonardo, Giuseppe’nin suratına bakarak “Pekâlâ, bu sözde dev heykelin boyunun ne kadar olmasını umuyorsun?” diye sordu. Yüzünde takdir ifadesinin oluşmasını bekliyordu.
Michelangelo omuzlarını silkerek “Taş bloğun boyunda,” dedi.
Salonda mırıldanmalar yükselmeye başladı.
Michelangelo “Ne? Taş bloğun boyu ne kadar?” diye sordu.
“Altı metre,” diye cevapladı Leonardo.
Michelangelo, yüksekliği düşünüyormuşçasına başını yukarıya kaldırdı. Taşın yüksekliği, sıradan bir adam boyunun üç misliydi. Yavaşça başıyla onayladı. “Tamam. Bu kusursuz olacak.”
Seyirciler nefeslerini tuttu.
Leonardo’nun kaşları çatıldı. Binlerce yıl öncesindeki Roma İmparatorluğu’ndan beri tek parça mermerden bu boyutta bir heykel yapılmamıştı. Çok az heykeltıraş böyle bir şeye teşebbüs etmişti. Bu genç heykeltıraş, içerisi aslanlarla dolu bir ahıra dalan bir eşekten daha cesurdu. “Bu kayalardan hangisinin Duccio Taşı olduğunu biliyor musun?” diye sordu Leonardo.
Michelangelo atölyenin etrafında göz gezdirip başıyla hayır cevabını verdi.
“O zaman taşı hiç görmedin, öyle mi?” diye bastırdı Leonardo.
Michelangelo kaşlarını çatarak “Hayır, görmedim,” dedi.
Leonardo, sevimli bir yüz ifadesiyle “Pekâlâ öyleyse,” dedi. Bunun gibi düzinelerce genç, cahil ve kibirli sanatçının hiçbir iz bırakmadan yok olup gidişlerini görmüştü. Bu da diğerlerinden farklı olmayacaktı. “İzin verirsen onu gösterme şerefine nail olayım.”
Michelangelo
Michelangelo, Leonardo’nun rehberliğinde katedral atölyesini dolduran mermer parçaları deryası üzerinde gözlerini dolaştırdı. Devasa boyutta, el değmemiş beyazlıkta ve kelimelerle tarif edilmez parlaklıkta bir taş arıyordu, ancak bu yığın arasında hayal ettiği Duccio Taşı’na rastlayamadı. Leonardo yana bir adım atarak parmağıyla yeri gösterdi. Michelangelo’nun gördüğü sadece bir moloz yığınıydı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403513?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Gonfaloniere di Giustizia: Adalet Yargıcı (ç.n.)
2
Signoria: Şehir devleti olan Floransa’nın yürütme erki olan şehir meclisi (ç.n.)