Truva

Truva
Andrew Lang
Truvalı Paris, Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helen’i kaçırır ve Yunanlarla Truvalılar arasında on yıl sürecek bir savaşın fitilini ateşler. Anadolulu ozan Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında anlattığı Truva Savaşı ve savaştan sonra, aynı zamanda Truva Atı fikrinin de sahibi olan Ulysses’in (Odysseus) İthaka’ya dönüş maceraları Yunan mitolojisinde çok önemli bir yere sahiptir.

Truva’nın kuşatılması, tahta bir at yardımıyla ele geçirilmesi, Akhilleus’un kahramanlıkları, Ulysses’in yolculuğu gibi yüzyıllar boyunca tüm dünyanın ilgisini çeken mitler, Andrew Lang’in güçlü kaleminde bir kez daha hayat buluyor. Elinizdeki kitap, bu müthiş destanı hikâye şeklinde okumak isteyenler için de iyi bir seçenek sunuyor.

Andrew Lang
Truvaİlyada ve Odysseia Hikâyeleri

ŞEHİR YAĞMALAYAN ULYSSES

I
Ulysses’in[1 - Odysseus, Odisseas ya da Ulyxes olarak da bilinir. (ç.n.)] Çocukluk Dönemi ve Ailesi
Uzun zaman önce, Yunanistan’ın batı kıyısında bulunan İthaka adlı küçük bir adada Laertes adında bir kral yaşardı. Laertes’in küçük krallığı dağlık bir bölgede yer alıyordu. İnsanlar, İthaka’nın “denizin üzerinde sanki bir zırh gibi uzandığını” söylerdi ki bu, adanın zemininin dümdüz olduğunu düşündürebilir. Ancak o dönemdeki zırhlar çok büyüktü. Ortasında iki yükselti, bu iki yükseltinin arasında ise bir oyuk bulunurdu. Böylece iki dağı ve bu dağlar arasındaki derin vadisiyle açık denizden bile görülebilen İthaka, gerçekten bir zırh görünümüne sahipti. Ada oldukça engebeli olduğundan insanlar burada ata binemez, binmeyi de öğrenemezdi. Bunun yerine halk iki atın çektiği hafif, iki tekerlekli at arabalarına ayakta binerdi. Savaş esnasında ülkede bir süvari birliği olmadığından erkekler bu at arabaları üzerinde dövüşürdü. Ulysses’in hiç at arabası olmadı ve savaşlara daima yayan olarak katıldı.
İthaka’da atın yanında bol miktarda büyükbaş hayvan da mevcuttu. Kral Laertes’in koyun ve domuz sürüleri vardı. Dağkeçileri, geyikler ve yabantavşanları hem tepelerde hem de düzlüklerde yaşardı. Deniz, insanların ağ, olta, misina ve kancayla yakaladığı türlü türlü balıkla dolup taşıyordu.
Kısacası İthaka yaşamak için çok uygun bir yerdi. Yaz mevsimi uzundu, kış mevsimi sadece birkaç hafta süren soğuk havadan ibaretti. Sonrasında kırlangıçlar gelirdi adaya. Ovalar menekşe, zambak, nergis ve gül gibi yaban çiçekleriyle kaplanır, kocaman bir bahçeye dönerdi. Masmavi gökyüzü ve deniz, adayı daha da güzelleştirirdi. Kıyı boyunca beyaz tapınaklar sıralanmıştı; taş tapınakların üzerinden yabangülleri sarkardı ve sadece su perilerine ait küçük tapınaklar da vardı.
İthaka’dan etrafa bakıldığında dağlarla süslenmiş, birbiri ardına sıralanan başka adalar görünürdü ufukta. Ulysses yaşamı boyunca zengin ülkeler, harika şehirler gördü. Fakat her nerede olursa olsun kalbi daima bu küçük adadaydı. Kürek çekip denize açılmayı, ok ve yay kullanarak yabandomuzu ve geyik avlamayı, bir av köpeğini eğitmeyi bu adada öğrenmişti.
Ulysses’in annesi Antikleia, anakaradaki Parnassus dağı yakınlarında yaşayan Kral Autolykus’un kızıydı. Kral Autolykus kurnaz adamın tekiydi, “Hırsızların Ustası” olarak bilinirdi. İnsanların başlarını koyduğu yastığın altından bile bir şeyler çalabilirdi ve nedense bu yaptığıyla o kadar da kötü biri olarak görülmüyordu. Autolykus, Yunanistan’da “Hırsızların Tanrısı” olarak görülen Hermes’e tapardı. Hatta insanlar, düzenbaz hilelerinin faydasının sahtekârlığının verdiği zarardan daha fazla olduğunu sık sık düşünürdü. Bu hileler büyük olasılıkla eğlence amacı taşıyordu. Fakat amacı ne olursa olsun Ulysses de en sonunda büyükbabası gibi becerikli, cesur ve kurnaz biri olup çıktı. Ancak, bildiğimiz kadarıyla, savaşta düşmanından çalması dışında hiçbir zaman hırsızlık yapmadı. Savaş taktiklerinde, devlerden ve insan yiyicilerden tuhaf kaçışlarında bu kurnazlığını hep gözler önüne serdi.
Ulysses doğduktan kısa bir süre sonra büyükbabası aileyi ziyaret etmek için İthaka’ya gelmişti. Ulysses’in bakıcısı Eurykleia akşam yemeğini yedikleri sırada bebeği içeri getirdi. Onu Autolykus’un kucağına verdikten sonra “Torununa bir ad koymalısın, çünkü duaların hepsinde bu çocuğun adı geçecek,” dedi.
“Dünyadaki kadın ve erkeklerin çoğuna öfkeliyim. Bu yüzden çocuğun adı Yunancada ‘Öfke Adamı’ anlamına gelen ‘Odisseas’ olsun,” dedi Autolykus. Böylece çocuğu bu adla çağırmaya başladılar. Ancak sonradan adı Ulysses olarak değişti ve biz onun adını Ulysses olarak biliyoruz.
Ulysess’in çocukluğuna dair elimizdeki bilgiler kısıtlı. Ancak çocukken babasıyla bahçede dolaşıp ona sorular sorduğunu, “sadece kendine ait” meyve ağaçları olması için babasına yalvardığını biliyoruz. Babası, tek çocuk olduğundan ailenin gözbebeği olan Ulysses’e on üç armut ve kırk incir ağacı verdi. Hatta her yanından üzümler sarkan elli sıra asmayı ona bırakacağını da müjdeledi. Böylece bahçıvandan izin almaya gerek kalmadan, dilediği zaman üzüm yiyebilecekti. Büyükbabası gibi meyve çalmasına gerek kalmamıştı artık.
Bebeğe Ulysses adını veren Autolykus çocuk büyüdüğünde torununun yanında kalmasını istemişti. Ona görkemli hediyeler vermek istiyordu. Ulysses genç bir erkek olduğunda bunu öğrendi. Denizi aşıp at arabasıyla yaşlı adamın Parnassus dağındaki evine ulaştı. Herkes onu memnuniyetle karşıladı. Geldiğinin ertesi günü, sabahın erken saatlerinde amcaları ve kuzenleriyle birlikte yabandomuzu avına çıktı. Ulysses, Argos adındaki av köpeğini de bu ava götürmüş olmalı. Av köpekleri, vurulan yabandomuzunun kokusunu alıp harekete geçti. Köpekleri ellerinde oklarla erkekler takip etti. En önden gidiyordu Ulysses; çünkü Yunanistan’daki en hızlı koşucu olduğunu çoktan göstermişti.
İçerisine ne güneş ışınlarının ne de yağmurun girebildiği karanlık ormana girdi ve birbirine dolaşmış ağaç dalları ile eğrelti otlarının üzerinde uzanan koca yabandomuzuna yaklaştı. Bağrışan adamların gürültüsü ve köpeklerin havlamaları çok geçmeden domuzu uyandırdı. Hızla doğrulan domuz ayağa kalktı, gözlerinden alevler fışkırıyordu. Ulysses telaş içinde, mızrağıyla saldırmaya hazırlandı ama domuz ondan önce davranıp saldırıya geçti. Keskin dişini Ulysses’e geçirip kalçasını parçaladı ama kemiğini ıskaladı. Domuzun sağ omzuna nişan alan Ulysses’in keskin mızrağı hayvana saplandı ve domuz acı bir haykırışla yere kapaklandı. Amcaları Ulysses’in yarasını özenle sarıp yaranın iyileşmesi için büyülü bir şarkı söylediler. Orleans kuşatmasında bir ok Jeanne d’Arc’ın[2 - Yüz Yıl Savaşları’nda tanrının sesini duyduğu söylenen ve savaşın gidişatını değiştiren Fransız kadın. (ç.n.)] omzunu delip geçmiş, Fransız askerler de kadını aynen böyle bir şarkıyla iyileştirmek istemişti. Derken kan durdu ve yara büyük ölçüde kapandı. İleride iyi bir savaşçı olacağını düşündüler ve ona harika hediyeler sundular. Eve geri döndüğü zaman olanları annesi, babası ve Eurykleia’ya anlattı. Fakat sol bacağının tam üstünde büyük, beyaz bir yara izi kalmıştı ve yıllar sonra bu yara izi ile tekrar karşılaşacağız.



II
Ulysses Döneminde Yaşam
Ulysses gençliğinde kendi denginde bir prensesle evlenmeyi isterdi. Şimdi o dönemde Yunanistan’daki birçok kralın nasıl bir yaşam sürdüğüne bakalım. Her kral küçük bir krallığın başındaydı. Bu krallıkların merkezi bir şehri bulunurdu ve krallık devasa taşlardan oluşan koca duvarlarla çevrilirdi. Kralın emrinde soylular, zenginler bulunurdu ve hepsinin kendilerine ait, içerisinde bir de avlu bulunan sarayları olurdu. Uzun salonun tam ortasında bir ateş yanardı. Kral ile kraliçe ateşin yanında, ta tepeye dayanan oymalı dört sütunun arasındaki yüksek tahtta yan yana otururdu. Taht, sedir ağacı ve fildişinden yapılmış, altınla işlenirdi. Ayrıca salonda konuklara ayrılan sandalyeler ve masalar da olurdu. Duvarlar ve kapılar bronz levhalar; altın, gümüş ve mavi renkli cam plakalarla kaplanırdı. Kimi yerleri boğa güreşleri resimleriyle süslenirdi, hatta bazıları günümüzde hâlâ görülebilir. Geceleri meşaleler yakılır, altından erkek figürlerinin ellerine yerleştirilirdi. Ateş ve meşaleden çıkan duman tepedeki deliğe ulaşıp tavanı kapkara yapardı. Duvarlara kılıçlar, mızraklar, miğferler ve zırhlar asılır, bunların sık sık duman lekelerinden arındırılması gerekirdi. Kral ve kraliçenin yanında bir ozan otururdu ve akşam yemeğinin ardından arp çalıp savaş hikâyelerini anlatan şarkılar söylerdi. Geceleyin kral ve kraliçe odalarına çekilirdi, ikisi de kendi odasında uyurdu. Prenseslerin odaları üst katta, prenslerin odası ise alt kattaydı.
Yolculuktan dönen misafirlerin kullandığı banyolara cilalanmış küvetler konmuştu. Bu misafirler iklim ılıman olduğundan geceleri kemer altındaki yataklarda uyurdu. Sarayda çoğu savaş zamanında köle olarak alınmış birçok hizmetli çalışırdı ve onlara iyi niyetle yaklaşılırdı. Onlar da buna karşılık yöneticilerine karşı kibar davranırdı. Madeni para yoktu. İnsanlar bir şey almak istediklerinde ödemeyi sığır ya da altın parçalarıyla yapardı. Zenginlerin altın kadehleri, kabzası altından kılıçları, bilezik ve broşları vardı. Krallar savaş döneminde ordunun başına geçer, barış döneminde ise ülkeyi yönetirdi. Tanrılara sığır ve domuz kurban ederler, sonra da bunları akşam yemeğinde yerlerdi.
Oldukça sade kıyafetler giyerlerdi. Üzerlerine geçirdikleri keten veya ipekten gömlekleri yere kadar uzanırdı. Bir kemer yardımıyla gömlekleri bellerinde toplarlardı. Hatta bazen daha kısa gömlek de tercih ederlerdi. Çengelli iğnelerle birlikte el yapımı altın broşlar gömleklerin yakasını kapamak için kullanılırdı. Bu türden kıyafetler dağda yaşayan insanların kemer ve broşla süslediği ekoseli kıyafetlere benzerdi. Yunanlar soğuk havalarda bunların üzerine yünden kalın pelerinler giyerler, ancak bunları savaş meydanında kullanmazlardı. Savaşta zırhlarını gömleklerinin üstüne geçirirler, vücutlarının alt kısımlarını korumak için bir başka zırhtan yararlanırlardı. Bacaklarını korumak için kullandıkları zırha “baldır zırhı” denirdi. Ayrıca, boğazdan dize kadar tüm vücudu saran bir başka zırh da bulunmaktaydı ve bu zırh, dayanaklı bir kemerle omuzdan bağlanırdı. Kılıç, zırh kemerini çevreleyen başka bir kemere takılırdı. Barış zamanı hafif ayakkabılar, savaş zamanı ya da ülke çapındaki gezilerde daha sağlam botlar tercih edilirdi.
Kadınlar erkeklerden daha fazla broş kullanır, kıyafetlerini takılarla süslerdi; başlarını ise duvağa benzer örtülerle veya pelerinin şapkasıyla örterdi. Altın ve amber taşından kolyeler, küpeler, altın veya bronz bileklikler takarlardı. Elbiselerinde ağırlıklı olarak beyaz ve mor renklerini tercih etseler de pek çok renk kullanılırdı. Örneğin yas döneminde siyah yerine koyu mavi elbiseler giyilirdi. Zırhları, kılıçları ve mızrak uçları çelik ve demir yerine bakır ve kalay karışımı bronzdan yapılırdı. Kalkanların üst kısmı kat kat deriden yapılırdı, en üste de bronz bir tabaka konurdu. Balta ve keskin kılıç gibi aletler demir veya bronzdandı; hatta kılıçların ve hançerlerin bıçakları da yine bu malzemelerden yapılırdı.
İnsanların evleri ve yaşam şekilleri bizimkiyle kıyaslandığında son derece farklıydı ve bazı açılardan daha zordu. Örneğin Ulysses’in yaşadığı sarayın zemini yemek için kesilen öküzlerin kemikleriyle doluydu. Bu, Ulysses evden uzun bir süre ayrı kaldığında yaşanmıştı. Ulysses küçük adalardan oluşan fakir bir krallıkta yaşadığından büyük salonun zemini ne tahta ile döşenmiş ne de taş ile kaplanmıştı. Salonun zemini kildendi. Yemek seçenekleri kısıtlıydı: Domuz veya koyun kesilip kızartılır, et hemen tüketilirdi. Elimizde insanların eti haşlayarak tükettiğine dair hiçbir bilgi yok. Muhtemelen balık yiyorlardı ama bu konuda da net bir bilgi yok. Yine de bu dönemde değerli taşlar üzerine çizilen veya bu taşların kesilmesiyle elde edilen resimler sayesinde kimisinin deniz ürünü tükettiğini, yarı çıplak dolaşan balıkçıların kocaman balıkları evlerine taşıdıklarını öğreniyoruz.
O dönemde altın ve bronz işleyen yetenekli işçiler bulunmaktaydı. Mezarlarında bol miktarda altın takıya rastlanmıştır, ancak bunlar büyük ihtimalle Ulysses’in yaşadığı dönemden iki ya da üç yüzyıl önce yapılmış ve gömülmüştür. Hançerlerin bıçaklarında aslan dövüşü ile çiçek işlemeleri vardı. İşlemelerde altın ve çok çeşitli renkler kullanılırdı. Günümüzde böylesi güzel işlemelere pek rastlanmıyor. Bazı altın kupaların üzerinde boğa avlayan erkek figürleri bulunurdu ve bunlar canlı gibi görünürdü. Topraktan yapılmış vazolar ve kâseler büyüleyici desenlerle süslenirdi. Yani, mükemmel bir dünyaydı burası.
İnsanlar kadın ve erkek birçok tanrıya inanırdı. Onlara göre en tepede Zeus yer almaktaydı. Kendilerinden daha uzun boylu ve ölümsüz olduğuna inandıkları tanrıların tıpkı kendileri gibi bir yaşam sürdüğünü, ömürlerini muhteşem saraylarında geçirdiklerini düşünürlerdi. İyi insanları ödüllendirmeleri, yeminini bozup yabancılara karşı kaba davranan kötü insanları da cezalandırmaları beklenen tanrıların vefasız, acımasız, cimri oluşlarıyla insanlara kötü örnek oldukları pek çok hikâye anlatılmaktaydı. İnsanların bu hikâyelere ne denli inandığı bilinmese de “hepsi kesinlikle tanrılara ihtiyaç duymuştur” ve yaptıkları iyi davranışlardan tanrıların memnun olup kötüleri karşısında ise hüsrana uğramış olduklarını düşünmüşlerdir. Ancak insan, davranışının yanlış olduğunu hissettiğinde suçu sık sık tanrıya atmış ve tanrının kendisini yanlışa yönlendirip yardım etmediğini söylemiştir.
İlginç bir gelenek vardı: Prensler kendilerine eş aldıkları zaman prenseslerin babalarına büyükbaş hayvan, altın, bronz ve demir sunardı fakat kimi zaman prensin yaptığı cesur bir hareketten ötürü prenses kendisine ödül olarak verilirdi. En yüksek meblağı teklif etse bile krallar kızlarını sevdikleri kişilere vermezdi. En azından bu genel bir kural olarak görülürdü. Yine de eşler birbirini çok sever, erkekler eşlerine evi yönetmesi için gerekli izni verir ve her konuda tavsiyede bulunurdu. Bir kadının kocası yerine başka birini sevmesinin çok kötü bir davranış olduğuna inanılırdı ve bu durumu yaşayan pek az kadın vardı. Yaşayan en güzel kadın da bunlardan biriydi.

III
Güzel Helen’in Âşıkları
Ulysses’in gençlik zamanlarında insanlar işte bu şekilde yaşardı ve bir gün evlenmeyi dilerlerdi. Başlarına gelebilecek en korkunç şey, önemli ve güzel prenseslerin tutsak edilmesi, babalarını ve eşlerini öldüren kimselerin şehirlerine köle olarak götürülmeleriydi. Şimdi dünyadaki tüm kadınlar içerisinde çok özel olduğu düşünülen bir kadına sıra geldi: Tyndarus kralının kızı Helen. Her genç prens onun adını duymuş, onunla evlenmek istemiştir. Bu nedenle prensesin babası tüm prensleri sarayına davet etmiş, onları eğlendirmiş ve böylece kızını kiminle evlendireceğine karar vermek istemiştir. Bunlar arasında Ulysses öne çıksa da babasının küçük krallığı engebeli bir adada bulunuyordu; yani Ulysses’in hiç şansı yoktu. Güçlü ve hareketli olsa da uzun boylu değildi. Geniş omuzlu, kısa boyluydu ancak yakışıklıydı ve diğer prensler gibi onun da uzun sarı saçları yüzünün bir tarafını kapatıyordu. Başta temkinli davranıp yavaş konuşsa da sonrasında kelimeler ağzından dökülmüştü sanki. İdeal bir erkeğin her türlü özelliğine sahipti; sabanla toprağı sürebiliyor, ev ve gemi inşa edebiliyordu. Eurytus’tan sonra Yunanistan’daki en iyi okçuydu ve ölü kralın ünlü yayını eğip bükebiliyordu ki onun dışında kimse bu yayı kullanmayı bile beceremezdi. Fakat ata binmeyi bilmezdi ve Ulysses’in peşinden gidip onu takip edecek kimse de olmadığından onca uzun boylu, yakışıklı, genç ve çeşit çeşit altın aksesuarlar takan prens dururken Ulysses’i seçmek Helen’in ve babasının akıllarından bile geçmedi. Yine de Helen ona karşı çok kibar davranmıştı. İkisi arasında güzel bir dostluk kurulmuş, hatta bu dostluk en sonunda Helen’in işine yaramıştı.
Kral Tyndarus ilk iş olarak her prensin kendi adına dövüşecek başka bir prens seçip yemin etmesini buyurdu. Ardından kızının kimle evleneceğine karar verdi: Lacedaemon Kralı Menelaus. Prenslerin en güçlülerinden biri olarak görülmese de, devasa Aias kadar iyi bir dövüşçü olmasa da, Ulysses’in dostu Diomede kadar veya zengin şehir Miken’in kralı Agamemnon kadar uzun boylu ya da güçlü olmasa da Menelaus gerçekten cesur bir adamdı. Menelaus’un kardeşi Agamemnon diğerleri arasında en yüksek mertebedeydi ve savaş zamanı ordunun generali olarak görev yapıyordu. Eskiden Agamemnon’un at arabasını sürdüğü geçidin üzerinde bulunan ve onun şehrini koruduğu düşünülen taştan yapılmış devasa aslanlar günümüzde hâlâ ayaktadır.
Çok iyi bir savaşçı olduğuna inanılan Akhilleus, Helen’in âşıkları arasında değildi çünkü o zaman küçük bir çocuktu. Annesi, gümüş ayaklı olarak anılan su tanrıçası Thetis’ti. Oğlunun bir kız gibi yetiştirilmesini istediğinden onu Kral Lykomedes’in kızlarının yaşadığı uzak İskiri adasına göndermiştir. Bunu yapmasının nedeni tek çocuğu olan Akhilleus hakkındaki bir kehanettir. Bu kehanete göre çocuk savaşa katılırsa çok büyük bir zafer elde edecek ama genç yaşta ölecek ve bir daha annesini göremeyecektir. Bu yüzden annesi, eğer Akhilleus kız giysileri giyerse savaş patlak verdiğinde hiç kimsenin onu bulamayacağını düşünmüştür.
Bu konu üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra Tyndarus kızı Helen’i zengin Lacedaemon Kralı Menelaus’a, yine onun gibi güzel olan ikizi Clytemnestra’yı ise tüm prensler içinde en yüksek rütbede bulunan Kral Agamemnon’a vermiştir. İlk zamanlar bu iki çift çok mutluydu ama mutlulukları pek de uzun sürmedi.
Bu süre zarfında Kral Tyndarus, Penelope adında bir kızı olan kardeşi İkarios’la görüşmüştür. Penelope hoş bir kızdır, ama güzelliği kuzeni Helen’in yanından bile geçemez ve Penelope’nin kuzeninden hoşlanmadığını da biliyoruz. Ulysses’in gücüne ve aklına hayranlık duyan İkarios, kızı Penelope’yi eş olarak ona vermiş, Ulysses de eşini çok sevmiştir. Hatta hiçbir çift birbirini bu denli sevmemiştir. Ulysses ve Penelope kayalıklar üzerine kurulmuş İthaka’ya birlikte gitmiştir ve belki Penelope kendi evi ile kuzenininki arasında koca bir deniz uzandığı için hiç üzülmemiştir. Çünkü ona göre dünyada güzel olan tek kadın Helen değildir. Ancak kibar, zarif ve çekici olduğundan hiçbir erkek ona âşık olmaktan kendini alamamıştır. Daha küçük bir çocukken ünlü prens Theseus bile onu şehri Atina’ya getirmiş, biraz daha büyüdüğünde onunla evlenmek istediğini söylemiştir. Helen’in şansına savaş çıkmış, ağabeyleri Theseus’u bir orduyla takip edip kızı eve geri götürmüştür.
Kendisine birçok hediye sunulmuştu. Mesela “Yıldız” denen büyük kırmızı bir mücevheri vardı ve bunu taktığında kırmızı taşlar sanki düşüyormuş gibi görünürdü. Teni o kadar beyazdı ki insanlar ona “Kuğunun Kızı” derlerdi. Erkek ya da kadın fark etmeksizin her türlü sesi taklit edebildiğinden insanlar onun için “Taklitçi” ismini de kullanırdı. Yaşlanmayacağına veya ölmeyeceğine fakat günü geldiğinde insanların rahatça yaşadığı cennete ve dünyanın sonuna göçeceğine inanılırdı. Orada ne kar, ne yağmur yağar ne de fırtına kopardı ama tüm dünyayı dolaşan okyanus daima sarı saçlı Kral Rhadamanthus’un halkına serin rüzgârlar estirmesi için batı rüzgârını oraya gönderirdi. Helen hakkında pek çok hikâye anlatılsa da Ulysses, çok akıllı ve hoş kuzeni Penelope’den hoşlandığından Helen’le evlenemediğine hiç üzülmedi.
Ulysses, gelenek olduğu üzere eşini, babası Kral Laertes’in yaşadığı saraya getirmiştir ama daha sonra Penelope ve kendisi için ayrı bir oda inşa etmiştir. Burada, sarayın iç avlusunda büyük bir zeytin ağacı dikilmişti. Ağacın gövdesi neredeyse büyük salonun oymalı uzun sütunları kadar büyüktü. Ulysses odayı bu ağacın çevresinde inşa etmiş, çevresini taşlarla kapatmış, üstünü bir çatıyla örtmüş ve buraya tam uyan kapılar yapmıştır. Sonra da zeytin ağacının dallarının tamamını kesmiş, ağacın gövdesini düzleştirerek bunu bir karyola direğine çevirmiş ve yatağı altın, gümüş ve fildişi işlemelerle güzelleştirmiştir. Yunanistan’da buna benzer başka bir yatak yoktur ve hiç kimse onu yerinden kımıldatamamıştır. Bu yatak, hikâyenin sonunda tekrar karşımıza çıkacaktır.
Zaman akıp giderken Ulysses ve Penelope’nin Telemakhos adını verdikleri oğulları dünyaya gelmiştir ve çocuğa yine Eurykleia bakmıştır. Kayalıkların üzerine kurulu İthaka’da barış içerisinde mutlu bir yaşam sürerlerken Ulysses ülkenin topraklarına ve hayvan sürülerine göz kulak olmuş ve en hızlı köpek olarak bilinen Argos ile ava çıkmaya devam etmiştir.

IV
Helen’in Kaçırılması
Mutlu günler uzun sürmedi ve Telemakhos daha bebekken dünyada bilinen en büyük, en zorlu ve en sıradışı savaş patlak verdi. Yunanistan’ın doğu kesiminde kalan denizin ötesinde zengin Kral Priam yaşardı. Truva ya da Ilios olarak adlandırılan şehir, deniz kıyısındaki bir tepe üzerine kuruluydu; Avrupa ile Asya arasındaki Çanakkale Boğazı da buradaydı. Güçlü duvarların çevrelediği muhteşem bir şehirdi. Kalıntıları bugün hâlâ ayakta. Bu boğazdan geçen tüccarların krallara bir geçiş ücreti ödemesi gerekirdi. Kralların Truva’nın tam karşısında, Avrupa’nın bir parçası olan Trakya’da müttefikleri vardı ve Priam denizin bu tarafında bulunan prenslerin lideri konumundayken Agamemnon Yunanistan’ın ana lideriydi. Priam güzel şeylere sahipti; içerisinde altın yapraklar ve salkımlar olan altından yapılma şarabı vardı. En hızlı atlar ondaydı; birçok güçlü ve cesur evladı vardı. Oğulları içerisinde en güçlü ve cesuru Hektor adlı çocuktu. En genç ve yakışıklı olanı ise Paris’ti.
Priam’ın eşinin yanan bir meşale doğuracağına dair bir kehanet dolaşıyordu. İşte bu yüzden Paris doğduğu zaman Priam hizmetkârına bebeği alıp İda dağında ıssız bir ormana götürmesini, onu ölüme terk etmesini veya kurtlar tarafından yenmesi için ormanda bırakmasını emretmiştir. Hizmetkâr onu ormanda bırakmıştır ama bebeği bir çoban bulmuş ve onu kendi oğlu gibi yetiştirmiştir. Helen nasıl kızların en güzeliyse Paris de erkek çocukları arasında öyle güzeldir. Kırsal kesimdeki insanlar arasındaki en hızlı koşucu, avcı ve okçudur aynı zamanda. İda’daki ormanda bir mağarada yaşayan Oi-none adlı peri onu çok sevmektedir. O dönemde bu tür periler tüm ağaçlık yerler, dağlar ve su kaynaklarında yaşar, tıpkı denizkızları gibi dalgaların yüzeyinde kendi kristal sarayları olurdu. Bu periler kötü değil, aksine nazik ve kibardı. Kimi zaman ölümlülerle evlenirlerdi. İşte Oinone de Paris’in eşi olacaktı, böylece Paris ölene dek onu kendisine saklayacaktı.
Oinone’nin ne kadar kötü şekilde yaralanırsa yaralansın tüm insanları iyileştirme gibi sihirli bir gücü olduğuna inanılırdı. Paris ile Oinone ormanda mutlu mesut yaşıyordu. Derken bir gün Priam’ın hizmetkârları Paris’in sürüsündeki güzel bir boğayı kaçırdı ve Paris de onu aramak için bulunduğu tepeyi terk edip Truva şehrine geldi. Annesi Hekabe onu gördüğünde Paris’e yakından baktı. Bebeği doğumdan hemen sonra ondan alınmadan önce bebeğin boynuna astığı yüzüğü fark etti. Durumu anlayan Hekabe oğluna sıkıca sarıldı, mutluluk gözyaşları döktü ve oğlunun yanan bir meşale olacağı kehanetini tümüyle unuttu. Priam, diğer oğulları gibi Paris’e de bir ev verdi.
Helen’in güzelliğinin namı Truva’ya kadar ulaşmıştı. Paris mutsuz olan Oinone’yi tamamen unutmuştu ve Helen’i bizzat kendi gözleriyle görmek istedi. Belki de evlenmeden önce Helen’in de eşi olabileceğini düşünüyordu. Ancak o dönemde gemi ile deniz yolcuğu yapmak konusunda az şey biliniyordu. Deniz alabildiğine engindi ve erkeklerin Mısır ve Afrika’ya doğru yolculuğa çıkıp yıllarca evlerine geri dönmedikleri, denizlerde kayboldukları biliniyordu.
Paris, Helen’le evlenme şansını çoktan kaçırmıştı kaçırmasına ama onu görmeye kararlıydı. Hızlı akan berrak Eurotas nehrinin kıyısından, Taygetus dağının üzerinden giderek saraya ulaştı. Sarayın hizmetkârları tekerlek ve atların ayak seslerini duyup büyük salondan çıkageldi ve içlerinden bazıları atları kontrol altına alıp at arabalarını giriş kapısına doğru yatırırken kimisi de Paris’e güneşin altın ve gümüş yansımalarını gönderdiği salona kadar eşlik etti. Hemen sonra Paris ve yoldaşları banyoya götürüldü, kendilerine beyaz örtüler ve mor kaftanlardan oluşan yeni giysiler verildi. Sonrasında ise Kral Menelaus’un huzuruna geldiler ve Kral onları nezaketle karşıladı. Yiyip içmeleri için önlerine et ve altın kupalarda şarap konuldu. Tam konuşurken Helen bir tanrıça edasıyla güzel kokulu odasından çıkageldi. Bekâr arkadaşları onun arkasından geliyor, Helen oturduğu zaman üstüne sereceği menekşe renginde yünden bir örgüyü taşıyordu. Helen, Paris’in onun dillere destan güzelliğini görmek için çok uzaklardan geldiğini de bu esnada duydu.
Helen oturup örtüyü üzerine sererken Paris, hayatında o âna dek bu kadar güzel ve zarif bir kadınla karşılaşmadığını düşünüp duruyordu. Yıldız denen yakut elmasın kırmızı taşları da düşüyor ve gözden kayboluyordu bu sırada. Helen de tanıdığı onca prens içerisinde Paris kadar güzeline rastlamadığını düşünüyordu. Bazılarına göre Paris büyülü bir şekilde Menelaus’un huzuruna çıkıp sanki kendi eşiymiş gibi Helen’e denize açılmayı teklif etmiş, Truva’nın vahşi sularına açılarak onu eşinden ve güzel kızı Hermione’den ayırmış ve Helen’i alıp götürmüştür. Kimisi ise tanrıların sadece Helen’i Mısır’a götürdüğünü, Paris’in Truva’ya getirdiği çiçeklerden ve günbatımı bulutlarından ona benzeyen güzel bir hayalet yarattığını söyler. Bunun sonunda da Yunanlar ve Truvalılar arasında savaş çıkmıştır. Bir başka hikâyeye göre de Menelaus ava çıktığında Helen, onun odasındaki diğer kızlar ve mücevherler zorla ele geçirilmiştir. Kuşkusuz Paris ve Helen birlikte denizleri aşmıştır. Kral Menelaus ile küçük Hermione, Eurotas’ın yanı başındaki melankolik sarayda yalnız kalmıştır. Şundan eminiz ki Penelope güzel kuzeni için bahaneler üretmemiş, kendi üzüntüsüne ve savaş sırasında binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiği için ondan nefret etmiştir. Tüm Yunan prensleri Menelaus adına ona zarar verip eşini çalan kimselere karşı savaşacaklarına dair ettikleri bir yeminle bir araya gelmiştir. Ancak Helen, Truva’da hiç mutlu değildi. Diğer tüm kadınlar, özellikle de Paris’e âşık olan Oinone onu suçlarken o da acımasızca kendini suçluyordu. Erkekler Helen’e karşı daha nazikti ve onun güzelliğinden bir parça dahi kaybetmesindense ölümüne savaşmaya kararlılardı.
Menelaus’a ve Yunanistan’ın tüm prenslerine yapılan bu onursuz hareketin haberi bir yangının ormanı sarması gibi bir çırpıda ülkeye yayıldı. Ülkenin dört köşesinde krallar tepedeki, nehir kenarındaki, denize bakan tepelerdeki saraylarında bundan haberdar oldular. Kötü haber Pilos kentinde yaşayan beyaz sakallı Nestor’a kadar ulaştı. Nestor iki farklı nesile hükmetmiş, tepedeki vahşi halka karşı savaşmıştı. Güçlü Herakles’i ve savaştan önce şarkı söyleyen ve siyah ok kullanan Eurytus’i hatırladı.
Kötü haber, zenginliğinden ötürü “Altın Mi-ken” denen güçlü şehrinde yaşayan kara sakallı Agamemnon’a da ulaştı. Sonra vahşi kumruların bulunduğu Thisbe’deki insanlar duydu. Bu olayın gerçekleşeceğini öngören Kutsal Apollon Tapınağı ve bakire kadının yaşadığı yere, dağlık Pithon’a ulaştı haber. Küçük Salamis adasında yaşayan Aias adlı uzun boylu ve güçlü adam duydu. Sonra da devasa kayalıklardan oluşan ve kimisi hâlâ ayakta duran siyah duvarların çevrelediği Argos ve Tiryns bölgesinde yaşayan en güçlü savaşçılardan sayılan Diomede adasının halkı kötü haberi duydu. Çağrılar batı adalarına, İthaka’daki Ulysses’e, hatta yüzlerce şehirden oluşan büyük Girit adasının kuzeyine, Idomeneus’un yönettiği Knossos’a kadar ulaştı. Idomeneus’un yıkılan sarayına gidildiğinde kralın tahtı, duvarlara çizilen resimler, altın ve gümüşten oluşan sadece Kral’a ait satranç tahtası ve üzerlerinde saray hazine listesinin yazılı olduğu yüzlerce kil tablet de görülebilir. Haber kuzeyin ötesine, Peleus’un halkı Myrmidonların yaşadığı Pelasgian Argos ve Hellas’a[3 - Yunanistan’ın bir diğer adı. (ç.n.)] ulaştı ama Peleus savaşacak durumda değildi, çok yaşlıydı ve oğlu Akhilleus da İskiri adasında Kral Lykomedes’in kızları arasında kız kıyafetleri giymiş şekilde yaşıyordu. Savaşın yaklaşmakta olduğunu bildiren acı haber birçok şehre ve yüzlerce adaya ulaştı. Tüm prensler, hem yemin ettikleri hem de onurları için tarlada ve denizde çalışan mızrakçıları, okçuları ve sapancıları bir araya getirmeleri, Aulis limanında Kral Agamemnon’u karşılamaları ve Truva kentini işgal etmek için açık denizi geçmeleri gerektiğini biliyordu.


Ulysses’in yaşadığı adadan, eşi Penelope’den ve küçük Telemakhos’tan ayrılmaya pek yanaşmadığına dair bir hikâye anlatılır. Penelope eşinin tehlikeye atılmamasını ve Helen’le karşılaşmamasını istemiştir. Bu yüzden iki prens Ulysses’i çağırmaya geldiğinde onlara eşinin öküzleri yanına alarak toprağı sürmeye gittiğini ve tuz ekeceğini söylemiştir, çünkü onun deli olduğunu düşünmelerini istemiştir. Ardından prens Palamedes, Telemakhos’u bakıcısı Eurykleia’nın kollarından çekip almış, saban demirinin altında kalarak ölsün diye onu sabanın geçeceği yerin üstüne bırakmıştır. Bunu görenler Ulysses’in kızgın olmadığını ve aklının başına geldiğini söylemiş, böylece yeminini tutacağını ve Maleia burnunun fırtınalı ucundan dönüp Aulis donanmasına katılarak bu uzun yolculukta yer alacağını haykırmıştır.
Bu hikâye gerçek olsun ya da olmasın Ulysses burun ve kıç tarafları kırmızı boyalı on iki siyah gemiye öncülük ederek bu yolculuğa çıkmıştı. Gemilerde kürekçiler bulunuyordu ve hiç rüzgâr esmediğinde askerler küreklerin başına geçiyordu. Her geminin arkasında hafifçe yükseltilmiş bir güverte vardı ve denizde savaşılması gerektiğinde askerler kılıçları ve mızraklarıyla bu güvertelerin üzerinde beklerdi. Ayrıca her gemide sadece bir direği olan yelkenli ufak bir gemi daha bulunurdu. Bu ufak gemi, kablolara bağlanan ağır taşları tutan çapalar içindi. Genellikle geceleyin yol alırlar, karayı gözden kaçırma korkularından dolayı birçok farklı adanın kıyısında uyurlardı.
Donanma, her birinde elli asker bulunan binden fazla gemiden oluşmaktaydı, bu yüzden orduda elli binden fazla asker vardı. Agamemnon’un yüz, Diomede’nin seksen, Nestor’un doksan, Idomeneus ile Cretanların seksen, Menelaus’un altmış gemisi vardı. Küçük adalarda yaşamalarından ötürü Aias ile Ulysses’in kişi başına sadece on iki gemisi bulunmaktaydı. Ancak cesur ve güçlü Aias ile cesur ve akıllı Ulysses; Agamemnon, Menelaus, Diomede, Idomeneus, Nestor, Atinalı Menestheus gibi büyük liderler ve danışmanlar arasında üst sıralarda yer almaktaydı. Bu liderler konseyi oluşturuyordu ve konsey Komutan Agamemnon’a tavsiyelerde bulunuyordu. Kendisi cesur bir savaşçı olsa da askerlerinin hayatlarını kaybetmesinden o kadar endişe duyuyordu ve korkuyordu ki Ulysses ile Diomede bu konu hakkında sürekli onunla konuşmak zorunda kalıyordu. Ayrıca Agamemnon küstah ve açgözlüydü. Arkasında duracak kimse olmadığını fark ettiği an, kendisine kızan liderin hizmetine son vereceği ve askerlerini elinden alacağı korkusuyla çıkıp özür dilerdi.
Nestor savaşta işe yaramayacak kadar yaşlı olsa da cesaretini sürdürdüğünden diğerleri ona saygı duyardı. Prensler Agamemnon’la ne zaman kavga etse genellikle arayı bulmaya çalışırdı. Gençlik başarıları hakkında uzun hikâyeler anlatılırdı ve liderlerin de kendisi gibi savaşmasını dilerdi.
Örneğin, onun zamanında Yunanlar klan birlikleri şeklinde savaşırdı. Savaşta prensler hiçbir zaman atlarından inmez, bunun yerine at arabalı birlikler halinde savaşırlardı. At arabalarının sahipleri tek başlarına yayan olarak savaşırken olur da savaşta geri çekilmesi gerekirse diye yanındaki yaveri at arabasını taşırdı. Nestor üstlerine doğru yayan olarak gelen düşman askerlerine karşı bu eski at arabası taarruz yöntemine geri dönmeyi istiyordu. Kısacası örnek gösterilecek türden bir askerdi.
Uzun boylu, güçlü ve cesur olmasına karşın Aias oldukça aptaldı. Nadiren konuşurdu fakat daima savaşmaya hazır durumdaydı, geri çekilen son kişi o olurdu. Menelaus oldukça cesurdu ama güçlü bir vücut yapısına sahip değildi. Bununla ilgili şakalar yapar, savaşmak için gereken gücü kendinde görmediğini söylerdi. Diomede ile Ulysses ise çok yakın arkadaşlardı ve her zaman omuz omuza dövüşürlerdi. Tehlikeli maceralara atılırlar, gerektiğinde birbirlerine yardım ederlerdi.
Aulis limanından yola çıkan büyük Yunan donanmasında pek çok lider bulunuyordu. Uzun bir süre geçmiş, Helen kaçmayı başarmıştı. Kalabalık filonun Truva’ya ulaşmak için denizi aşmasıysa daha epey sürecekti. Gemileri paramparça eden şiddetli fırtınalarla karşılaştıklarından gemileri onarmak için Aulis’e dönmeleri gerekti. Tekrar yola çıktıklarında düşman adaların halkıyla savaştılar ve onların şehirlerini de kuşattılar. En çok istedikleri Akhilleus’un onların tarafında olmasıydı çünkü Akhilleus elli gemiye ve 2500 kişiye önderlik ediyordu ve insanların dediğine göre zırh üstadı ve demir işçilerinin tanrısı Hephaestus tarafından babası için yapılan sihirli bir zırh giyiyordu.
En nihayetinde filo İskiri adasına ulaştı, Akhilleus’un burada gizlendiğinden şüphelendiler. Kral Lykomedes liderleri kibarca karşıladı ve Kral’ın dans eden, top oynayan kızlarıyla karşılaştılar. Ancak Akhilleus o zamanlar çok genç ve zayıftı; güzel bir yüzü olduğundan da diğerleri arasında onu ayırt edemiyorlardı. Truva’nın onsuz alınamayacağına dair kehaneti duymuşlardı ama onu bulamıyorlardı. Ulysses hemen bir plan yaptı. Kaşlarını ve sakalını karartıp üzerine Fenikeli bir tüccardan aldığı elbiseyi geçirdi. Fenikeliler, Yahudilerin yanında yaşayan bir halktı ve onlarla aynı soydan gelmekteydi. Hemen hemen aynı dili konuşuyorlardı ancak o zamanlarda Filistin’de toprağı sürerek ve hayvan sürülerine bakarak geçimini sağlayan Yahudilerin aksine Fenikeliler hem ticarette hem de denizcilikte çok iyiydi ve köle ticaretiyle uğraşırlardı. Güzel ve nakışlarla süslenmiş kıyafetler, altın takılar ve amber kolyeleri yük gemileriyle taşır ve bunları Yunanistan ile ülkenin diğer adalarındaki kıyılarda satarlardı.
Ulysses böylece tıpkı Fenikeli bir esnaf gibi giyindi ve satacağı eşyaların olduğu torbayı sırtına yükledi: Bulduğu bir sopa parçası ile uzun saçını tepede toplayıp kırmızı denizci şapkasının altına saklamıştı. Sırtındaki eşyaların etkisiyle kamburlaşmış bir vaziyette Kral Lykomedes’in avlusuna ulaştı. Avludaki kızlar bir esnafın geldiğini duyunca ne getirdiğini görmek için o yöne doğru koşuşturdular. Akhilleus da yanlarındaydı. Her biri en çok beğendiği eşyayı seçti: Kızlardan biri altın bir taç, biri altın ve amber karışımı kolye, diğeri küpe, bir diğeri broş seti beğenip aldı. Geri kalan kızlardan biri al nakışlı bir örtü, diğeri bir duvak, bir diğeri de iki çift bilezik seçti. Torbanın en dibinde, kabzası altın kaplamalı bronz bir kılıç kalmıştı en sona. Akhilleus kılıcı eline alıp “Bu kılıç da benim olsun!” dedi. Kılıcı varaklı kılıfından çıkarıp kafasının etrafında döndürdü.
“Peleus oğlu Akhilleus! Aradığım sensin,” dedi Ulysses. “Akaların lideri sen olacaksın.” O zamanlarda Yunanlar kendilerine Akalar derdi. Bu sözcükleri duymak Akhilleus’un çok hoşuna gitmişti çünkü kızların arasında yaşamaktan çok bunalmıştı. Ulysses diğer liderlerin şarap içtiği salona kadar ona eşlik etti. Akhilleus utanmış, bir kız çocuğu gibi kızarmıştı.
“İşte karşınızda, Amazonların Kraliçesi!” diye takdim etti Ulysses savaşçı kadın Amazonlara gönderme yaparak. “Ya da kısaca Peleus oğlu Akhilleus. İşte eline bir kılıç da aldı.” Sonra herkes Akhilleus’un elini sıktı, onu aralarına aldılar. Erkek kıyafetleri giymiş, eline kılıcını almıştı. On gemiyle birlikte onu hemen evine gönderdiler. Annesi, deniz tanrıçası Thetis onun ardından çok ağlamıştı. “Oğlum, burada benimle uzun, güzel ve huzurlu bir yaşam sürme şansın olabilirdi ya da savaş kısa sürede sona erebilir ve ebedi şanına ulaşabilirdin. Buraya savaşmak için geldiysen eğer seni tekrar görmemiş olmayı dilerdim,” dedi Thetis. Ancak Akhilleus genç yaşta ölmeyi, dünya döndüğü sürece ününü elde etmeyi seçmişti. Bu yüzden babası ona elli gemi verdi; Akhilleus’tan daha büyük olan ve sonradan arkadaş olacağı Patroklus’la ona tavsiyede bulunması için Phoenix adındaki yaşlı adamı yanında görevlendirdi. Annesi ise tanrının kendi babası için yaptığı şanlı zırhla hiç kimsenin kaldırmaya bile yeltenmediği kül renkli, ağır mızrağı ona hediye etti. Prensi bulduğu için Ulysses’e övgülerini ve teşekkürlerini sunan Aka ordusuna katılmak için Akhilleus gemi yolculuğuna başladı. Savaşçıların en acımasızı, en hızlısıydı Akhilleus. Efendi biriydi, kadınlara ve çocuklara karşı nazikti. Gururlu ve iyi kalpli olsa da tepesi attığında yanına hiç yaklaşılmazdı.
Eğer Truva şehrindeki erkekler Helen’i saklamak için savaşmamış olsaydı Truvalıların Yunanlara karşı hiçbir şansı olmazdı. Ancak farklı diller konuşan, hem Avrupa’dan hem de Asya’dan savaşmak için gelen müttefikleri kendi saflarına çekmişlerdi. Yunan tarafında olduğu gibi Truva tarafında da kıyı sınırında yaşayan insanlara Pelasglar denirdi. Akhilleus’un evinden daha kuzeyde, dar denizin bir nehir misali aktığı Çanakkale Boğazı’nın çevresinde yaşayan Trakyalılar, Sarpedon ve Glaucus’un yönettiği Likya savaşçıları, farklı bir dil konuşan Karyalılar, Misyalılar ve gümüşün doğum yeri denen Alybe’li halk ve diğer pek çok halk ordularını gönderdi ve böylece bir tarafta Doğu Avrupa’nın diğer tarafta Batı Anadolu’nun olduğu bir savaş doğdu. Mısır’dan kimse savaşa katılmadı: Danimarkalılar İngiltere’yi işgal ederken Yunan ve İngiliz adaları halkı, Mısır gemilerinden inip Mısır halkına sardırırdı. Eski Mısır resimlerinde başlarına boynuzlu miğfer geçiren bu adaların savaşçılarını görebilirsiniz.
Şimdilerde söylendiği gibi Truvalı askerlerin ana kumandanı Priam’ın oğlu Hektor’du. Herhangi bir Yunanla eş düzeyde görülen cesur ve iyi bir savaşçıydı. Erkek kardeşleri de aynı zamanda askeri liderdi ama Paris uzak mesafeden ok ve yayla savaşa katılmayı seçmişti. İda dağının eteklerinde yaşayan Pandarus ile Paris, Truva ordusundaki en iyi okçulardı. Bu iki prens genellikle birbirlerine fırlattıkları ağır mızraklarla ve kılıçlarla savaşır, böylece bronz zırh giymeyen sıradan askerlerin ok kullanmalarına imkân tanırlardı. Akalar içerisindeki en iyi okçular da Teucer, Meriones ve Ulysses’ti. Dardanyalılar adlı halk, Aenas tarafından yönetilmekteydi. Aenas’ın en güzel tanrıçalardan birinin oğlu olduğu söylenirdi. Sarpedon ve Glaucus ile birlikte These, Truva için savaşmış en ünlü savaşçılardandı.
Bir tepe üzerine kurulu Truva güçlü bir şehirdi, arkasında İda dağı uzanıyordu. Şehrin ön tarafında deniz kıyısına dik inen düz bir arazi bulunuyordu. Arazi üzerinde güzel ve berrak iki nehir akmaktaydı. İki dik tümsek olarak göreceğiniz nehirler bir o yana bir bu yana saçılmıştı ancak aslında uzun zaman önce ölen savaşçıların küllerinin oluşturduğu tepeciklerden ibaretti. Bu tepeciklere, Yunan donanmasının yaklaşması ihtimaline karşılık gözcüler yerleştirilmişti, Truvalılar donanmanın yolda olduğunu böylece anlayacaktı. En sonunda donanma görüldüğünde gemilerle dolup taşan deniz kararmış ve kürekçiler karaya ilk yanaşma onurunu elde etmek için var gücüyle küreklere asılmıştı. İlk olarak Prens Protesilaos’un gemisi karaya ulaşınca yarış sona erdi ancak prens tam gemiden atlarken Paris’in oku kalbine isabet etti. Truvalılar açısından bu iyiye işaretti. Yunanlar içinse uğursuzluktu.
Yunanlar tüm gemilerini sahile yanaştırdı ve askerler kulübelerini gemilerin tam önüne kurdular. Bu yüzden gemilerin önünde uzun bir kulübe sırası olmuştu ve Truva kuşatmasının sürdüğü on yıl boyunca Yunanlar bu kulübelerde yaşadı. O günlerde bir kuşatmanın nasıl idare edilmesi gerektiğini tam olarak anlamamışlardı. Yunanların kuleler inşa edip Truva’nın çevresine hendekler kazmasını, kulelerden de yolları gözetlemesini beklerdiniz. Böylelikle içeriye erzak temin edilmesinin önüne geçilirdi. Buna bir şehre “yatırım yapmak” denir ancak Yunanlar Truva’ya hiçbir zaman yatırım yapmamıştır. Belki de yeteri kadar askeri güce sahip değillerdi. Dışarıdan şehre ulaşmak daima mümkün olmuştur ve savaşçılar, kadınlarla çocukların yiyeceği sığırlar şehre rahatlıkla girmiştir.
Dahası, Yunanlar uzun bir süre ne şehrin kapılarını açmak için zorlamış ne de çok yüksek duvarlarını merdivenle aşmaya çalışmıştı. Diğer tarafta Truvalılar ve onların müttefikleri ise hiçbir zaman Yunanları denize çekmeye çalışmamış, genellikle ya duvarların içinde beklemiş ya da duvarların hemen yanı başında düşmanla çarpışmıştı. Yunanlara saldırıp onların karargâhlarını yerle bir etmek isteyen Hektor’un aksine yaşlılar böyle savaşmak konusunda ısrar etmişti. İki tarafın da ileride Romalıların kullanacağı ağır taşları fırlatan makineleri yoktu. Yunanların yaptığı en büyük hareket Akhilleus’u takip etmek, komşudaki küçük şehirleri ele geçirip kadınları köle olarak almak ve büyükbaş hayvanların şehre girişini engellemekti. Gemilerle gelen Fenikelilerden erzak ve şarap satın aldılar. Böylece Fenikeliler savaştan büyük kâr elde ettiler.
Savaş başladıktan sonra geçen on yılda büyük kayıplar yaşanmamış, neredeyse hiçbir komutan hayatını kaybetmemişti. Gittikçe daha azı Yunanlara karşı saldırıya geçiyor ve Yunanların ölülerini yaktığı odun parçalarından tüm gece sahil yanıyordu. Yanan bedenden kalan kemikleri toprağın alt katmanlarına gömerlerdi. Bu katmanların birçoğu hâlâ Truva bölgesinde görülebilir. Veba, on gün boyunca devam edip bütün şiddetini gösterince Akhilleus Tanrıların neye kızdığını anlamak için ordudaki meclisi topladı. Meclistekiler, Tanrı Apollon’un (Truva’yı destekliyordu) gümüş yayı ile onlara görünmez oklar fırlatıyor olabileceğini düşündüler. Oysa asıl neden, ordudaki bazı grupların kötü koşullardan ve pis içme suyundan etkilenmesiydi. Yüksek güneş ışınları da hastalığa sebebiyet vermiş olabilirdi; ancak bu hikâyeyi sanki Yunanlar anlatıyormuş gibi devam etmeliyiz. Böylece Akhilleus mecliste söz aldı, bazı kâhinlere Apollon’un neye kızdığını sorulmasını teklif etti. Kâhinlerin başı Kalkhas ayağa kalktı ve gerçeği tek bir şartla söyleyeceğini belirtti. Eğer gerçeği öğrenince rahatsız olan prenslerin öfkesinden Akhilleus onu korursa, kehaneti söyleyecekti.
Akhilleus kâhinin ne demeye çalıştığını iyi biliyordu. On gün önce Apollon’un rahibi karargâha gelmişti. Kâhin, Akhilleus küçük bir şehri ele geçirdiğinde diğer insanlarla birlikte tutsak ettiği güzel kızı Chryseis için fidye teklif etmişti. Chryseis Agamemnon’a köle olarak hediye edilmişti. Agememnon en önemli kral olarak görüldüğünden mücadeleye katılmasına bakılmaksızın her zaman en iyi ganimeti de o alırdı. Hatta kural gereği mücadeleye katılmamıştı. Akhilleus’a da çok beğendiği başka bir kız, Briseis verilmişti. Akhilleus Kalkhas’ı koruyacağına dair söz verdikten sonra rahip konuştu ve aslında herkesin bildiği şeyleri söyledi. Vebaya Apollon neden olmuştu çünkü Agamemnon Chryseis’i geri vermeyerek tanrının elçisine yani kızın babasına hakaret etmişti.
Bunu duyan Agamemnon çok sinirlendi. Chryseis’i serbest bırakacağını ancak Briseis’i Akhilleus’un elinden alacağını söyledi. Akhilleus bunun ardından Agamemnon’u öldürmek için meşhur kılıcını kınından çekip çıkardı. Bu denli öfkelenmişken bile bunun yanlış olduğunu biliyordu. Dolayısıyla Agamemnon’un köpek suratlı ve kötü kalpli açgözlü korkağın teki olduğunu söyledi ve bundan sonra kendisinin ve adamlarının Truva’ya karşı savaşmayacağına ant içti. Yaşlı Nestor iki tarafı barıştırmaya çalıştı. Kılıçlar çekilmedi belki ama Briseis Akhilleus’un elinden alındı. Ulysses Chryseis’i kendi gemisine bindirip babasının şehrine götürmek için yola çıktı ve onu babasına teslim etti. Böylece babası Apollon’a vebaya bir son vermesi için dua etti. Veba artık sona ermişti. Yunanlar kampları vebadan arındırdı, kendilerini temizleyip bu pisliği denize gömdüler.
Akhilleus’un ne kadar gözü pek ve cesur olduğunu biliyoruz. Burada Agamemnon’u neden düelloya davet etmediği akıllara gelebilir. Etmedi çünkü Yunanlar hiç düelloya çıkmazdı. Hem Agamemnon’un ilahi bir güç tarafından çok önemli bir kral olduğuna inanılıyordu. Sevgili Briseis ondan alınınca Akhilleus tek başına deniz kıyısına gidip kızın ardından gözyaşı döktü. Gümüşi ayaklı, suların kadını lakaplı annesini çağırdı. Kadın, gri denizden bir sis gibi yükselip oğlunun yanına oturdu, saçlarını okşadı. Akhilleus annesine ona acı veren her şeyi anlattı. Bunu duyan kadın tanrıların huzuruna çıkacağını, Truvalıların büyük bir zafer kazanması için tanrıların en yücesi Zeus’a yalvaracağını söyledi. Hal böyle olunca Agamemnon onun desteğine ihtiyaç duyacak, yaptığı yanlışı düzeltip Akhilleus’u onurlandıracaktı.
Thetis sözünü tuttu ve Truvalıların Yunanları yenmesi için Zeus’la konuştu. O gece Zeus, bir rüyayla Agamemnon’u kandırdı. Agamemnon, rüyasında yaşlı Nestor’u gördü, Nestor Zeus’un ona zaferi vereceğini söylüyordu. Agamemnon Truva’yı tek seferde ele geçireceği umuduna kapıldı ama uyandığında kendinden o kadar da emin değildi. Zırhını giymek ve askerlerine silahlanmalarını söylemek yerine üstüne sadece cüppesini ve beyaz örtüsünü kuşanarak asasını aldı ve gidip komutanlara rüyasını anlattı. Onlar rüyadan pek de etkilenmemişti, bu yüzden Kral bir de orduyla konuşacağını söyledi. Askerleri bir araya getirdi ve Yunanistan’a geri dönmelerini emretti. Fakat askerler onun emrine uymazsa diğer komutanlar onları zorlayacaktı. Aptalca bir plandı bu. Askerler zaten güzel ülkeleri Yunanistan’ı, evlerini, eşlerini ve çocuklarını özlüyordu. Bu yüzden, Agamemnon bunları söylediği anda bütün ordu sanki batı rüzgârının etkisindeki deniz gibi harekete geçti, bağrışmalar içinde ayaklarının tozu bulutlara yükselirken gemilere doğru koşturdular. Gemiyi denize indirmeye başladılar ve prensler de bu koşuşturma içerisine sürüklenmişti, diğerleri gibi onlar da evlerine dönmek istiyordu.
Sadece Ulysses üzülüyordu, gemisinin yanında öfkeyle bekliyordu. Bunun bir parçası olmayacaktı. Kaçıp gitmenin ne kadar onursuz bir davranış olduğunu düşünüyordu. En sonunda üstünden örtüyü attı, yuvarlak omuzlu, koyu tenli ve kıvırcık saçlı olan İthakalı elçi Eurybates örtüyü yerden aldı. Akhilleus Agamemnon’u aramaya gitti ve bir general edasıyla altınla süslenmiş asasını kaldırdı. Karşılaştığı komutanlara yaptıklarının utanç verici olduğunu söyledi fakat rütbesiz askerleri asasıyla yönlendirerek buluşma yerine getirdi. Hepsi geri dönmüştü, şaşkınlık içerisindeydi. Aralarında konuşuyorlardı. İçlerinden biri öne çıktı: Topal Thersites. Çarpık bacaklı, kel, yuvarlak omuzlu biriydi, hem de saygısızın tekiydi. Prensleri aşağılayan küstahça bir konuşma yaptı ve ordunun kaçmasını nasihat etti. Bunun üzerine Ulysses onu öldüresiye dövdü ve Thersites oturup gözyaşlarını silerken o kadar aptal görünüyordu ki tüm ordu ona güldü. Thersites ve Nestor, askeri silahlanmaya ve savaşa davet ederken Ulysses’e tezahürat ediyorlardı. Agamemnon yine de rüyasındaki anlaşmanın gerçek olduğuna inanıyor, çok yakında Truva’yı alıp Hektor’u öldürmek için dua ediyordu. Bu nedenle Ulysses korkakça geri çekilen orduyu tek başına kurtardı ancak gemiler bir saat içinde hedefe ulaşacaktı. Akhilleus, onun arkadaşı Patroklus ve yanındaki iki veya üç bin kadar asker dışında Yunanlar silahlanmış, gerekli hazırlığı yapmıştı. Truvalılar da cesaretlerini toplamıştı, Akhilleus’un savaşmayacağını biliyorlardı. İki ordu karşı karşıya gelince yanında iki mızrak ve bir yay taşıyan ve zırh giymeyen Paris iki taraf arasındaki alana ilerledi ve Yunan prenslerini düelloya davet etti. Eşi Paris tarafından götürülen Menelaus bu teklif gelince, geyik veya keçiyle karşılaşan aç bir aslan misali memnun oldu ve orduyu arkasında bırakıp at arabasıyla öne atıldı. Paris ise arkasını dönüp tepedeki dar yolda büyük bir yılan görmüş gibi sinsi sinsi geri çekildi. Sonrasında Hektor Paris’i korkak olmakla suçladı. Utanç duyan Paris Menelaus’la dövüşerek bu savaşa son vermeyi teklif etti. Eğer kendisi yenilirse Truvalılar Helen’den ve onun mücevherlerinden vazgeçecek; Menelaus yenilirse de Yunanlar güzel Helen’i onlara teslim edecekti. Yunanlar anlaşmayı kabul etti ve iki taraf da ikili arasındaki dövüşü rahat rahat izlemek için silahlarını bıraktı. Dövüş sona erene ve kavga yatışana dek huzursuzluk çıkarmayacaklarına onurları üzerine yemin ettiler. Hektor askerler yemin ederken kurban edilecek kuzuları Truva’ya gönderdi.
Bütün bunlar olurken Helen evinde, üzerine Yunan ve Truva savaşlarını nakışla işlediği büyük bir mor duvar kilimi üstünde çalışıyordu. İşlediği nakış, Normanlar İngiltere’yi fethederken çıkan savaşların işlendiği Bayeux nakışına benziyordu. Loch Leven kalesinde tutsak olduğu zamanlarda nakış işlemeyi seven İskoç Kraliçesi zavallı Mary gibi Helen de nakışa bayılırdı. Belki de bu uğraş, geçmiş yaşamlarını ve üzüntülerini düşünmelerine imkân vermiyordu.
Kocasının Paris’le savaşacağını duyan Helen gözyaşı döktü ve başına parlak renkli bir duvak geçirdi. Yanındaki iki genç kızla birlikte Kral Priam’ın Truvalı yaşlı komutanlarla oturduğu kulenin çatısına çıktı. Diğerleri onu görünce bu kadar güzel bir kadın için savaşmanın hiç de boşa olmadığını söylediler. Priam “Güzel çocuğum,” diyerek kızı yanına çağırdı ve “savaş yüzünden seni değil, tanrıları suçluyorum,” dedi ama Helen küçük kızını, eşini ve evini terk etmeden önce ölmüş olmayı diledi: “Ah! Yazıklar olsun bana!” Sonrasında önemli Yunan savaşçıların isimlerini verdi. Agamemnon’dan bir baş daha kısa olsa da göğsü ve omuzları geniş olan Ulysses de vardı bu isimlerin arasında. Helen kendi erkek kardeşleri, Kastor ile Polluks’un neden orada olmadığını merak etti ve kendi işlediği suçun bedeli olarak ikisinin utanç içerisinde tenha bir yerde durduğunu düşündü. Aslına bakılırsa ikisi de kendi ülkelerinde, Sparta’nın uzağında bir savaşta ölmüştü.


Çok geçmeden kuzular kurban edildi, yeminler edildi ve Paris kardeşinin zırhını giydi: Miğfer, göğüs zırhı, bacak zırhı ve kalkan. Birçok kişi, ilk önce hangi tarafın mızrağını fırlatacağı konusunda karar vermeye çalıştı. Paris önce davranıp mızrağını fırlattı ama mızrağın ucu Menelaus’un kalkanına çarpıp büküldü. Fakat Menelaus mızrağını fırlatınca mızrak Paris’in kalkanından geçip göğüs zırhının yanına ulaştı ama sadece üzerindeki cüppeyi sıyırıp geçti. Menelaus kılıcını çekip öne atıldı ve Paris’in miğferinin tepesine vurdu ama bronz kılıcı dört parçaya ayrıldı. Menelaus Paris’i miğferinin tepesindeki at kılından yakaladı ve Yunanlara doğru sürükledi ancak miğferin kayışı koptu ve Menelaus etrafında dönerken kopan miğferi Yunan askerlerine doğru fırlattı. Arkasını döndüğünde elindeki yay ve okla kalakalmıştı. Paris orada değildi. Yunanlara göre Romalıların Venüs olarak adlandırdığı güzel tanrıça Afrodit onu karanlık bulutların ardına saklamış ve kendi evine götürmüştü. Burada onu gören Helen “Şimdi ortalıktan kaybolursan eğer bir zamanlar lordum olan yüce savaşçı seni alt edecektir! Şimdi harekete geç ve onun karşısına geç,” dedi ona. Fakat Paris’in savaşmaya niyeti yoktu artık. Tanrıça, Helen’i, artık bir korkak olduğu kanıtlanan Paris’le Truva’da kalmaya mecbur bıraktı. İlerleyen günlerde Paris daha istekli savaşıyordu; belli ki içten içe kendisinden utandığından Menelaus’tan korkuyordu.
Bu sırada Menelaus her yerde Paris’i arıyordu. Paris’ten nefret eden Truvalılar onun nerede saklandığını gösterebilirdi ama nerede olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Sonunda Yunanlar zafer kazandıklarını iddia edip Paris’in kötü bir savaşçı olduğunu ve Helen’in kendilerine geri verilmesi gerektiğini düşündüler. Böylece hepsi eve geri dönecekti.

V
Truva Zaferleri
Savaş sona ermişti ama Truvalılar için savaşan İda Prensi Pandarus’un aklından şeytani ve aptalca bir düşünce geçti. Yeminini hiçe sayarak Menelaus’u vurmayı seçti. Fırlattığı ok Menelaus’un göğsünü sıkıca saran zırhını delince kan döküldü yere. Bunun ardından erkek kardeşini çok seven Agamemnon ağlayıp sızladı ve ölmesi durumunda tüm ordunun eve döneceğini ve Truvalıların Menelaus’un mezarı üzerinde dans edeceğini söyledi. “Ordunun harekete geçmesine gerek yok,” dedi Menelaus, “Atılan ok bana hiç zarar vermedi.” Doktor oku yaradan kolayca çıkardığında söylediğinin doğru olduğu da anlaşılmış oldu.
Daha sonra Agamemnon gittiği her yerde Yunan ordusunun silahlanmasını ve barış yeminlerini bozdukları için kesinlikle hezimete uğratılması gereken Truvalılara bir saldırı düzenlenmesi gerektiği söyledi durdu. Ancak her zamanki küstahlığıyla Ulysses ile Diomede’yi korkak olmakla suçladı, halbuki Diomede gerçekten cesur bir adamdı, Ulysses ise tüm askerlerin evlerine dönmesine mani olmuştu. Ulysses bu suçlamaya insancıl bir şekilde karşılık verirken Diomede o an tek kelime etmemişti. Aklındakileri sonradan söyleyecekti. At arabasından inen Diomede’yi gören diğer komutanlar da aynısını yaptı. Arkalarında at arabaları tek sıra halinde onu takip etmeye başladılar. Mızrakçılar ve okçular da onları arabaların ardından izliyorlardı. Truva ordusu ileri atıldı, kendi tuhaf dilinde bağırıp çağırıyordu hepsi. Truvalıların aksine Yunan ordusu sessizce ilerliyordu. Çok geçmeden iki taraf karşı karşıya geldi, kalkanlar çarpışıyordu. Çıkan ses tepelerden gürül gürül akan taşkın suların uğultusuna benziyordu sanki. Askerler öldürdükleri kişinin zırhını çıkarıyor ve onun bedenini kalkan olarak kullanarak dövüşmeye çalışıyordu. Ölen askerin arkadaşları da ölüye karşı yapılan bu onursuz davranışa son vermek adına ölü bedenin üzerinden diğerini yenmeye çalışıyordu.
Ulysses yaralanan arkadaşının üzerine çıkmış savaşıyordu ve mızrağını Truvalı bir prensin kafasını hedef alıp onun miğferine sapladı. Etraftaki askerler savaşçıların fırlattığı mızraklar, oklar ve ağır kayalar altında yere yığılıyorlardı. Bu sırada Menelaus, Paris’in Yunanistan’a gittiği gemi de dahil olmak üzere tüm gemileri inşa eden adamı mızrakla vurdu. Yerdeki toz, sanki bir bulut gibi havalandı, bir sis bulutu dövüşen askerlerin üzerine çıktı. Diomede taşan bir nehir misali hızla ovanın karşı tarafına geçiyor, akan nehrin yatağı üzerinde ağaç dallarını ve ot parçalarını bırakması gibi o da ölü bedenler bırakıyordu arkasında. Pandarus, Diomede’yi okuyla yaralasa da Diomede onu öldürdü. Sapedon ve Hektor kendilerini Yunanların üzerine atınca Truvalılar savaşta geri çekilmeye başladılar. Hatta Diomede Hektor’u görünce ürperdi ve onu Truvalı askerleri öldüren Ulysses’e bıraktı. Savaş bu şekilde sürüp gitti, oklar yağmur gibi döküldü.
Kadınların tanrıça Athena’ya dua etmesini sağlamak için Hektor şehre gönderildi. Paris’in evine de uğradı. “Beni buraya kadar sürükleyenler, rüzgâr ve insanı sularında boğan dalgalardı. Elbet bir gün geçeceğini biliyordum işte!” dedi Hektor.
Sonra da sevgili eşi Andromakhe’yi görmeye gitti. Eşinin babası kuşatmanın ilk günlerinde Akhilleus tarafından öldürülmüştü. Oğlunu taşıyan bakıcıyı ve eşini buldu, kadının koynunda çocuğun güzel ve parlak başı bir yıldız gibi parlıyordu sanki. Helen, Paris’in dövüşe geri dönmesi konusunda ısrarcıydı. Andomakhe ise Hektor’un şehirde kalması ve artık savaşmaması için dua ediyordu. Eşi ölürse kendisi dul, çocuğu ise yetim kalacaktı. Kendilerini koruyacak kimsenin kalmayacağından korkuyordu. Söylediğine göre uzun bir süre duvarların arasında güvendeydiler ve ordu açık arazide değil duvarların ardında dövüşmeyi beklemeliydi. Fakat Hektor hiçbir koşulda savaşmaktan korkup kaçmayacağını söyledi ona ve ekledi: “Tüm kalbimle biliyorum ki kutsal Truva şehrini indireceğimiz gün gelecektir ve tabii Priam ve halkını da. Ama senin düşündüğün gibi ölecek olmam beni hiç endişelendirmiyor. Beni örten lahdimin başı gökyüzüne dönük olsun ki yaşayacağın tutsaklığın haykırışlarını ve hikâyesini daha iyi duyayım.”
Bunları söyledikten sonra Hektor iki elini küçük oğluna doğru uzattı ama çocuk babasının ışıldayan miğferi ve miğferinin tepesinde sallanan at kılından korkmuştu. Bu yüzden Hektor miğferini çıkarıp yere koydu ve çocuğu kollarının arasına alıp sevdi, eşini de sakinleştirmeye çalıştı. Son kez hoşça kal dedi onlara çünkü Truva’ya yeniden sağ salim ulaşamayacağının farkındaydı. Geldiği yoldan savaş alanına geri döndü, yanında görkemli zırhını giyen Paris de vardı. Savaş meydanına varır varmaz Yunan prensleri düşmanı öldürmeye başlamışlardı bile.
Hava kararana dek savaş sürüp gitti. Gece Yunanlar ve Truvalılar ölülerini yaktı. Truvalıların şehirden gelip açık arazide dövüşmeye başlaması karşısında bir güvenlik önlemi olarak Yunanlar ordugâhlarının etrafına bir hendek kazıp duvar inşa etti.
Ertesi gün Truvalılar o kadar büyük bir başarı elde ettiler ki geceleyin duvarların arkasına çekilmediler. Ovada binlerce ateş yaktılar ve her bir ateşin etrafında flüt müziği eşliğinde yaklaşık elli asker yemek yiyor, şaraplarını yudumluyorlardı. Ateşlerin sayısı bini bulmuştu. Yunanların gözü korkmuştu. Agamemnon tüm orduyu bir araya getirdi ve gece gemileri suya indirip eve dönmeyi önerdi. Bunun üzerine Diomede ayağa fırladı ve “Bana korkak demiştin ama asıl korkak sensin! Korkuyorsan gidebilirsin ama biz Truva şehrini alana dek burada kalıp savaşacağız,” dedi.
Bunu duyan herkes bağırmaya ve Diomede’yi öven sözler söylemeye başladı. Nestor gece vakti Truvalıların saldırıya geçmesi durumunda düşman askerleri izleyip yeni inşa edilen duvarı ve hendeği gözetleyecek beş bin askerin, oğlu Thrasymeds’in idaresine gönderilmesi gerektiğini söyledi. Ardından Ulysses ile Aias’ın Akhilleus’un yanına gönderilmesini, Briseis’i geri vermesi için onu yapılan saygısızlığın karşılığı olarak pahalı altın hediyeler verilip af dileneceğinin söylenmesini önerdi. Akhilleus Agamemnon ile yeniden arkadaş olursa ve eskisi gibi savaşırsa Truvalılar da kısa sürede evlerine geri gönderilecekti.
Tüm ordunun mağlup edilip gemilerin yok edileceğinden ve askerlerin öldürüleceği veya köle olarak ele geçirileceğinden ödü kopan Agamemnon af dilemeye çoktan hazırdı. Bu nedenle Ulysses, Aias ve Akhilleus’un yaşlı hocası Phoenix, Akhilleus’un yanına gidince pahalı hediyeleri kabul edip Yunan halkına yardımcı olması için onu ikna etmeye çalıştılar. Ancak Akhilleus Agamemnon’un verdiği tek bir söze bile inanmadığını söyledi; Agamemnon ondan ölesiye nefret ederdi, hep etmişti. Öfkesi dinmeyen Akhilleus sonraki gün tüm adamlarıyla denize açılacaktı, diğerlerinin de onunla gelmesini istemişti. Nadiren konuşan uzun boylu Aias ona sordu: “Neden bu kadar öfkelisin? Bir kadın için bu kadar zahmete değer mi? Sana bir sürü hediyenin yanında yedi kız da vereceğiz.”
Truvalıların kendi gemilerini yakması şartıyla Akhilleus, ertesi gün denize açılmayacağını söyledi ve Hektor’un yapacak bir sürü işi olduğunu düşündü. Ulysses, Akhilleus’un mesajını ilettiğinde Yunanlar suskundu. Diodeme ayağa kalktı ve Akhilleus olsun ya da olmasın yüreklerini ortaya koyarak savaşmaları gerektiğini söyledi ve barakalara veya barakaların önlerinde açık havada uyumaya gittiler.
Agamemnon uyuyamayacak kadar huzursuzdu. Karanlıkta parlayan binlerce Truva ateşini izliyor, neşeli flüt melodilerini duyuyordu. Acıyla inledi ve uzun saçlarını eliyle kavrayıp çekiştirdi. Ağlamaktan, sızlanmaktan ve saçlarını çekiştirip durmaktan yorulunca yaşlı Nector’un tavsiyesini dinlemeye karar verdi. Aslan derisi yatak örtüsünü alıp omuzlarını örttü, mızrağını aldı ve dışarı çıkıp soğuk havadan dolayı uyuyamayan Menelaus’un yanına gitti. Menelaus Truvalıların arasına bir casus gönderilmesini önerdi, tabii bunu yapacak kadar cesur biri varsa. Çünkü Truva kampı yanan ateşler nedeniyle aydınlıktı ve bu iş tehlikeliydi. Bu nedenle ikisi gidip Nestor ile onun yanındaki diğer komutanları uyandırdılar. Hepsi yatak örtülerine sarınmıştı ve zırhlarını çıkarmışlardı. İlk olarak duvarı gözetlemekle görevli beş bin askerin yanına gittiler, sonra da hendeği geçip dışarıda oturdular ve ne yapılabileceğini düşündüler. “Biriniz casus olarak Truvalıların arasına gidecek misiniz?” diye sordu Nestor. Hiçbir askerin kabul etmeyeceği belliydi. Diodeme eğer birkaç kişi de onunla gelirse bu riski göze alabileceğini ve eğer yanına bir arkadaş seçecekse de bu kişinin Ulysses olacağını söyledi.
“Hadi o zaman, yola koyulalım,” dedi Ulysses, “Gece sona ermek üzere, neredeyse şafak sökecek.” Bu iki komutan üzerlerine zırh giymedi, alevler arasındayken bronz kadar parlamayacağını düşünerek muhafız askerlerden deri kasket ödünç aldılar. Ulysses’in ödünç aldığı kasketin dışı domuz dişleriyle sağlamlaştırılmıştı. Agamemnon’un şehrinde bulunan Miken’in mezarında kılıçlar ve zırhlarla birlikte bu amaçla yapılan pek çok kasket bulunmuştur. Ulysses’in ödünç aldığı kasketi ise biri Hırsızların Ustası olarak tanınan büyükbabası Autolykus’tan çalmış, hediye olarak arkadaşına vermişti. Birkaç kez el değiştiren kasket en sonunda Giritli genç asker Meriones’in eline geçmişti ve şimdi Ulysses’e ödünç verilmişti. Böylece iki prens karanlıkta yola çıktı. O kadar karanlıktı ki bir balıkçılın seslerini duyuyor ama nereye uçtuğunu göremiyorlardı.
Ulysses ve Diomede ölü bedenlerin arasında iki kurt gibi karanlıkta sessizce yol alırken Truvalı liderler toplanıp ne yapmaları gerektiğini görüşüyordu. Yunanların her zaman olduğu gibi düşman yaklaştığında diğerlerini ikaz etmek için nöbetçi ve gözcü asker yerleştirip yerleştirmediğini bilmiyorlardı. Bu nedenle Hektor geceleri sürünerek ilerleyecek ve Yunanları gizlice dinleyecek askerin ödüllendirilmesini teklif etti. Ayrıca casusa Yunan kampındaki en iyi iki at da hediye edilecekti.
O sırada Truvalı askerlerin arasında Dolon adında genç bir adam vardı. Babası zengindi ve ailedeki beş kız kardeş içinde tek erkek oydu. Çirkindi ama hızlı bir koşucuydu ve atlar onun için dünyadaki her şeyden daha önemliydi. Dolon ayağa kalkıp “Atlar ile Peleus oğlu Akhilleus’un at arabasını vereceğinize dair ant içerseniz Agamemnon’un kulübesine kadar görünmeden gider, onları dinler ve Yunanların savaşa devam edip etmeyeceğini öğrenmeye çalışırım,” dedi. Dünyadaki en iyi atların ona verileceğine dair ant içilince Dolon yayını aldı, gri kurt postunu omuzlarına attı ve Yunan gemilerine doğru koştu.
Dolon’un gelişini gören Ulysses, Diomede’ye dönüp “Geçmesine izin ver, sonra da oklarınla onu gemilere doğru sürer Truva’dan atarsın,” dedi. Böylece Ulysses ve Diomede savaşta ölen askerlerin arasına uzandı, Dolon da onları geçip Yunan askerlerine doğru koşmaya devam etti. Ardından ikisi ayaklandı ve iki tazı bir yabantavşanını kovalarken onlar da Dolon’u izledi. Dolon gözcülerin yanına gelmişti ki Diomede haykırdı: “Olduğun yerde kal, yoksa ok fırlatacağım!” dedi ve Dolon’un omzunun tam üzerine bir ok fırlattı. Dolon hareketsiz kaldı, korkudan beti benzi atmıştı, dişleri birbirine çarpıyordu. İkisi yaklaştığında Dolon ağlıyordu. Babasının zengin olduğundan ve fidye karşılığında onlara altın, bronz ve demir ödeyebileceğinden söz etti.
“Kendine gel ve ölümü aklından çıkar da neden buraya geldiğini söyle bize,” dedi Ulysses. Dolon Yunanları gizlice dinlemesi karşılığında Hektor’un ona Akhilleus’un atlarını vaat ettiğini söyledi. Ulysses “Ne büyük beklentilerin varmış,” dedi. “Akhilleus’un atları dünyadan değil, daha kutsal bir yerden geliyor. Onlar tanrının hediyesidir. Sadece Akhilleus onlara binebilir. Şimdi söyle bana, Truvalı askerler bizi gözetliyor mu ve Hektor atlarına binip nereye gitti?” Ulysses’e göre Hektor’un atlarıyla uzaklaşması büyük bir tehlikenin habercisiydi.
“Hektor komutanlarla birlikte; Ilus’un mezarında meclis toplandı,” dedi Dolon, “Ancak düzgün bir güvenlik önlemi alınmadı. Truvalı halk ise işaret ateşi etrafında bekliyor, çünkü eşlerinin ve çocuklarının güvenliğini düşünmek zorundalar.” Sonra da Priam için savaşan farklı halkların nerede olduklarını söyledi ve “At çalacaksanız en iyileri Trakların Kralı Rhesus’undur. Bu gecelik bize katıldılar. O ve adamları en arka sırada uyur, atları şimdiye kadar gördüklerim arasında en iyisidir. Uzun, kar gibi beyaz ve rüzgâr gibi hızlı. At arabaları altın ve gümüşle işlenmiştir, atın zırhı altındandır. Şimdi beni tutsağınız olarak geminize götürün ya da bağlayıp arkanızda bırakın. Yalan söyleyip söylemediğimi göreceksiniz.”
“Olmaz,” dedi Diomede, “canını bağışlarsam gelip yine casusluk yapabilirsin.” Kılıcını çekti ve Dolon’un başını uçurdu. Kasketini, okunu ve mızrağını sonradan kolayca bulabilecekleri bir yere sakladılar ve gece boyu hiç ateş yanmayan ve hiçbir korumanın bulunmadığı Kral Rhesus’un karanlık ordugâhına doğru ilerlediler. Ardından Diomede sırayla uyumakta olan erkekleri kalbinden bıçaklıyor, Ulysses ise ölüleri ayaklarından tutup atlar korkmasın diye bir tarafa fırlatıyordu ki atların ölü askerlerden korkup kaçtığı bir durum hiçbir savaşta yaşanmamıştı. Son olarak Diomede, Kral Rhesus’u öldürdü ve Ulysses kralın atlarını serbest bırakıp at arabasından kırbacı almayı unuttuğundan onları elindeki yayla kamçıladı. Sonra Ulysses ve Diomede atların sırtına atladılar çünkü at arabasını yanlarında taşıyacak zamanları kalmamıştı. Gemilere doğru dörtnala koşturdular, Dolon’un mızrağını, okunu ve kasketini almak için durdular. Prenslere doğru ilerlediler, prensler onları içtenlikle karşıladı. Beyaz atları görünce ve Kral Rhesus’un öldüğünü duyunca hep birlikte keyif içinde güldüler. Artık Rhesus’un ordusunun dağılıp eve, Thrace’e geri döneceğini tahmin ediyorlardı. Devam eden savaşta onlardan haber alamadığımız için eve dönmüş olmalılar. Yani Ulysses ve Diomede Truvalıların binlerce askerden mahrum kalmasına neden olmuştu. Diğer prensler kafalarında güzel düşüncelerle uyumaya gittiler. Ulysses ve Diomede ise denizde yüzüp kaplıcaya gittiler, gül rengindeki şafak gökyüzünü kaplarken kahvaltı ettiler.

VI
Gemi Savaşları
Şafak sökünce Agamemnon uyandı, kalbindeki korku gitmişti. Zırhını giydi ve at arabalarının önünden yürüyecek komutanları sıraya dizdi. Komutanları ordunun mızrakçıları, okçuları ve sapancıları izleyecekti. Büyük kara bir bulut kapladı gökyüzünü ve buluttan kırmızı bir yağmur döküldü. Truvalılar bir tepede toplanmıştı. Zırhı parıldayan Hektor sağa sola, ileri geri dolanıyordu, tıpkı bulutun arkasına bir gizlenip bir ortaya çıkan yıldız gibi.
Ordular karşı karşıya geldi ve bir orağın uzun mısır tarlasını kesip geçmesi gibi askerler de birbirlerini devirdiler. En cesur Truvalı askerlerin miğferleri Yunan ordusundaki rütbelilerin ellerine geçmişti. En cesur Yunan askerlerin kılıçları da Truvalıların ellerindeydi ve aynı zamanda oklar yağmur gibi yağıyordu üzerlerine ama iki taraf da pes etmiyordu. Ancak ağaçları kesmekten yorulan oduncuların sessiz tepelerde yemek molası vermesi gibi öğle vakti Yunan askerlerin ilk sırası taarruza geçti, önlerinde Agamemnon ilerliyordu. Agamemnon iki kişiyi mızrakla vurdu, onların göğüs zırhlarını alıp at arabasına yükledi. Sonrasında Hektor’un bir kardeşini mızrakla vurup diğerini kılıcıyla yere serdi. Boşu boşuna savaş tutsağı olmayı talep eden iki kişiyi daha öldürdü. Piyade erleri başka piyade erlerini öldürdü; at arabası süren askerler de diğerlerini. Yunanlar rüzgârlı bir günde ormana düşen yangının ağaçlara sıçraması, uğuldaması ve hızla ilerlemesi misali Truvalı askerlerin arasına daldılar. Sahipsiz at arabalarını çeken atlar arazide deli gibi koşuşturuyordu. At arabalarını süren askerler ölmüştü. Devasa kanatlarını çırpan açgözlü akbabalar askerlerin üzerini sarmıştı. Agamemnon devam etti ve en gerideki Truvalıları da vahşice katletti ancak geri kalanlar geçitlere ve geçitlerin dışındaki meşe ağacına kadar çekildiler, sonra da durdular.
Hektor savaşmıyordu ama emri altındaki askerlerin düşmana karşı gelip bir sıra oluşturması ve rahatlaması için onları cesaretlendiriyordu çünkü ovanın ta karşısından Yunan duvarından geri çekilmişlerdi. Eski kral Ilus’un mezarının bulunduğu tepeyi ve incir ağacının olduğu yeri arkalarında bırakmışlardı. Truvalı askerleri yeniden harekete geçirmek için Hektor’un pek çok şeyle uğraşması gerekiyordu ve biliyordu ki askerler yeniden toparlanırsa onları hiçbir kuvvet yenemezdi. Bunun doğru olduğunu da kanıtladı. Truvalılar yeniden bir araya gelip sıraya girdi. Agamemnon Kral Rhesus’tan önce savaşmak için Truva’ya gelen Trak komutanını öldürdü. Fakat komutanın abisi mızrakla Agamemnon’u kolundan vurdu ve Agamemnon da ona karşılık verdi. Komutanın yarası çok fazla kanıyordu, dayanılmaz acılar içindeydi. Sonunda at arabasına atladı ve araba onu gemilere taşıdı.
Hektor askerlere taarruz emrini verdi. Truvalı askerlerin hattına doğru koşturdu ve ilerlerken öldürmeye de devam etti. Öldürdüğü dokuz Yunan komutanı gezinen dalgaların etkisiyle dağılan dalgalar gibi mızrakçıların üzerine düştü ve onları etrafa dağıttı.
Yunan askerler dağılmıştı artık. Ulysses ve Diomede dört Truva liderini öldürmek için merkezde durmasaydı askerler gemilere doğru sürülür ve acımadan öldürülürdü. Truvalıların tarafında savaşan Hektor onlara saldırsa da Yunanlar geri dönüp düşmanlarıyla yüz yüze gelmeyi düşündü yeniden. Fakat Diomede mızrağıyla Hektor’un miğferine doğrudan nişan aldı ve miğfere sertçe çarptı. Mızrağın ucu miğferi delip geçmese de Hektor sersemledi ve yere yığıldı. Kendine geldiğinde at arabasına bindi ve yaveri onu at arabasıyla Yunan ordusunun sol kanadında bulunan Nestor ve Idomeneus’un yanına götürdü. Sonra Diomede eski kral Ilus’un mezarının olduğu tepeciğin üstündeki sütunun yanında duran Paris’le dövüşmeyi sürdürdü ve Paris onun ayağına okunu sapladı. Ulysses yere oturan Diomede’nin yanına gelip ayağına saplanan oku çıkardı. Diomede at arabasına atladı ve onu gemilere taşıdılar.
Merkezde dövüşen Yunan komutanlardan bir tek Ulysses kalmıştı geriye. Yunanlar kaçışınca Ulysses Truvalıların oluşturduğu kalabalık içinde yalnız kalmıştı. Truvalı askerler ona doğru koşturuyordu. “Bu savaştan kaçanlar korkaktır,” dedi Ulysses kendi kendine. “Ama ben kaçmayacağım. Hepsine karşı tek dövüşeceğim.” Vücudunun ön kısmını boynunun etrafından bir kemerle tutturduğu devasa kalkanıyla kapladı. Dört Truvalıyı öldürdü, beşincisini yaraladı ama yaralanan askerin kardeşi Ulysses’in göğüs zırhına mızrağıyla hedef aldı, mızrak zırhın tam yanını sıyırarak geçti. Sonrasında Ulysses ona mızrak fırlatan Truvalıya dönüp saldırdı. Asker kaçınca Ulysses mızrağını omzunun üstünden fırlatıp askerin göğsüne sapladı ve asker oracıkta öldü. Ulysses kendisini yaralayan okun düştüğü yere doğru sürüklendi ve tam üç kez diğer Yunanlara seslendi. Menelaus ve Aias onu kurtarmaya koştu. Etrafını saran Truvalılar bir adamın vurduğu yaralı geyiğin etrafında toplaşan çakallara benziyordu. Aias koşup kendi büyük zırhıyla yaralı Ulysses’in üstünü örttü. Menelaus’un at arabasına binip gemiye doğru ilerlediler.
Bu süre zarfında savaşın sol kanadında Hektor Yunan askerlerini öldürüyordu. Paris Yunan hekim Machaon’u okuyla yere serdi ve Idomeneus, Nestor’a Machaon’u at arabasına koymasını ve kendi kulübesine götürmesini emretti. Hekimin yarası orada iyileştirilebilirdi. Tam bu sırada Hektor Aias’ın Truva askerlerini öldürdüğü hattın merkezine hızla girdi ancak Yunan komutan Eurypylus, Paris’in yayından çıkan bir okla yaralandı. Komutanın yoldaşları onu kalkanları ve mızraklarıyla korudu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403501?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Odysseus, Odisseas ya da Ulyxes olarak da bilinir. (ç.n.)

2
Yüz Yıl Savaşları’nda tanrının sesini duyduğu söylenen ve savaşın gidişatını değiştiren Fransız kadın. (ç.n.)

3
Yunanistan’ın bir diğer adı. (ç.n.)
Truva Andrew Lang

Andrew Lang

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Truvalı Paris, Sparta Kralı Menelaus’un karısı Helen’i kaçırır ve Yunanlarla Truvalılar arasında on yıl sürecek bir savaşın fitilini ateşler. Anadolulu ozan Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında anlattığı Truva Savaşı ve savaştan sonra, aynı zamanda Truva Atı fikrinin de sahibi olan Ulysses’in (Odysseus) İthaka’ya dönüş maceraları Yunan mitolojisinde çok önemli bir yere sahiptir.

  • Добавить отзыв