Kral Arthur
Andrew Lang
Hikâyelerde hem insanlara hem de doğaüstü güçlere karşı savaşan kahraman savaşçı Kral Arthur, tarihin en büyük mitlerinden biridir. Onun dönemine dair sayısız efsane, yüzyıllardır kitaplara, filmlere, tiyatroya, müziğe, dansa konu olmuş, tarih boyunca her yaştan insanın ilgisini çekmiştir.
Saplandığı taştan kimsenin çıkaramadığı kılıcı çeken Arthur’un kral olması, Gölün Hanımı’nın Arthur’a Excalibur’u vermesi, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin toplanması, Morgana’nın Arthur’u öldürmeye çalışması, Merlin’in sonu, Kutsal Kâse arayışı, Kraliçe Guinevere adına yapılan savaş, Arthur’un ölümü ve efsaneyi oluşturan daha pek çok olay Andrew Lang’in canlı anlatımıyla bir kez daha hayat buluyor.
Andrew Lang
Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri
Giriş
Kral Arthur ve şövalyelerini konu alan hikâyelerin kökenleri Keltlere dayanıyor. Ülkenin tarih sahnesine çıktığı dönemde Britanya’nın hâkimi Keltlerdi. Hikâyelerdeki karakterlerin neden daha geç bir döneme aitmiş gibi hareket ettiklerini ve konuştuklarını açıklamak için ise birkaç detay vermek gerekiyor.
Kral Arthur’un altıncı yüzyılda yaşadığına inanılıyor. O dönemlerde Romalılar Britanya’dan çekilmişler, yağmacı Saksonların saldırılarına karşı kendilerini savunmak zorunda kalan Britonlar ayaklanıp Saksonları Badon Dağı’nda yenerek uzun yıllar sürecek bir barış ortamında kendilerini güvenceye almışlardı. Kral Arthur ve şövalyeleri, sonradan hikâyelere konu olup nesilden nesile aktarılacak kahramanlıkları muhtemelen o sıralarda sergilediler.
Eski zamanlarda halk ozanlarının ve hikâye anlatıcılarının tüm ülkeyi gezip meydanlarda kahramanlık ve şövalyelik hikâyeleri anlatması bir gelenekti. Kral Arthur’un hikâyeleri ise uzun yıllar boyunca hikâye anlatıcılar için büyük bir kaynak oluşturmaktaydı.
Bu şekilde hikâyeler babadan oğula aktarıldı. Breton’da (buranın halkı Gallilerle aynı ailenin üyeleriydi), Galler ve İngiltere’de gerçekleşen bu aktarımlar sayesinde hikâyelerin yitip gitmesi engellenmiş oldu. II. Henry ve I. Richard döneminde ise bu hikâyeler yazıya geçirilerek yazılı edebiyat ürünleri haline geldiler. Ne var ki Britanyalı bir yazar, bu olaydan önce hikâyelerin bazılarını kâğıda dökmüştü. II. Henry dönemindeki yazarlar ise hem bu yazardan hem de kendi nesillerindeki ozanlar ve hikâye anlatıcılarından bilgi edinebildiler.
Eski İngiliz yazarlar tarafından derlenen en ünlü kitaplardan biri, Asaph Piskoposu Geoffrey tarafından Latince yazılan Historia Britonum’du. Kral Arthur’un Batı Avrupa’da yürüttüğü bir savaştan bahsediyor, fakat Kutsal Kâse’den söz etmiyordu.
Sör Thomas Malory; yukarıda bahsi geçen kitaptan, İngiltere’de derlenen diğer macera kitaplarından ve yine büyük bir oranda Fransızca macera kitaplarından beslenerek 1470 yılında yazdığı Morte d’Arthur için gerekli materyali elde etti. Bu yapıt, Arthur efsanesini işleyen erken dönem kitapları arasında en ünlü yapıt konumunda, şimdi okuyacağınız kitaptaki hikâyelerin büyük bir bölümü de buradan alındı. Kalan kısmı için ise Dr. Sebastian Evans tarafından Fransızcadan çevrilen High History of the Holy Graal’dan faydalanıldı. Hikâyelerdeki dil, efsanelerin incelenmesini kolaylaştırmak amacıyla bir nebze değiştirildi.
Birinci Kısım
Kiliç Çekiliyor
Çok, çok uzun zaman önce, Uther Pendragon’un ölümünün ardından Britanya’da hiçbir kral hüküm sürmüyor, tüm şövalyeler ise tacı elde etmeyi arzuluyordu. Her yanda kanunlar çiğneniyor, fakirlere ekmek olacak tahıllar ayaklar altına alınıyordu; kötülük yapanı adalete teslim edecek kimse de olmadığından ülke çökmüş haldeydi. Sonra, her şey son derece kötü bir hal almışken Büyücü Merlin ortaya çıkıp hızlıca Canterburry Başpiskoposu’nun yaşadığı yere atını sürdü. Burada birbirlerine danıştılar. Britanya’daki tüm lortların ve soyluların Londra’ya gelerek yaklaşmakta olan Noel’de Büyük Kilise’de buluşmaları gerektiği üzerine fikir birliğine vardılar. Öyle de yapıldı. Gelgelelim Noel sabahında, tam kiliseyi terk edecekleri sırada bahçede büyük bir taş gördüler. Bu taşın üstünde çelik bir parça, bu çeliğin içinde de saplanmış halde duran kınsız bir kılıç vardı; hemen yanında ise altın harflerle şu sözcükler yazılıydı: “Bu kılıcı çekip çıkaran kişi, doğuştan gelen hakla, meşru İngiltere Kralı’dır.” Bunu görünce hayrete düştüler, Başpiskopos’u çağırıp taşın bulunduğu yere gelmesini istediler. Bunun üzerine orada bulunan şövalyelerden kral olmak isteyenlerin her biri kabzayı sıkıca kavrayıp tüm güçleriyle kılıcı çekmeye çalıştı, fakat kılıç kımıldamadı bile. Başpiskopos sessizce onları izledi, şövalyeler kılıca asılmaktan bitkin düşünce ise şu sözleri söyledi: “Bu kılıcı çekip çıkarabilecek kişi burada değil, nerede bulabileceğimizi de bilmiyorum. Fakat tavsiyem şudur ki kılıcı korumak için iki iyi ve dürüst şövalye seçmeliyiz.”
Öyle de yapıldı. Ne var ki lortlar ve soylular, kılıcı kazanmayı deneme şansına her insanın sahip olması gerektiğini haykırdılar, bu sebeple yeni yılın ilk gününde bir turnuva düzenlenmesi gerektiğine ve katılmak isteyen her şövalyenin bu yarışmaya katılabilmesine karar verdiler.
Böylece yeni yılın ilk gününde şövalyeler, geleneklere uygun olarak, Büyük Kilise’deki ayine katıldılar, ayin bittikten sonra ise turnuvaya hazırlanmak için meydanda buluştular. Cesur şövalye Sör Ector da oradaydı, yanında ise oğlu Sör Kay ve Sör Kay’in üvey kardeşi Arthur vardı. Önceki akşam Kay, kılıcının asılı olduğu kemeri çıkarmış, turnuvaya yetişme telaşıyla da geri bağlamayı unutmuştu, bu yüzden eve dönüp kılıcı getirmesi için Arthur’a yalvardı. Gelgelelim Arthur eve vardığında kapı kilitliydi, çünkü evin hanımı da turnuvayı izlemeye gitmişti. Arthur, içeri girmek için elinden geleni yapsa da başarılı olamadı. Bunun ardından büyük bir hışımla atına binip kendi kendine “Kay böylesi bir günde kılıçsız kalamaz. Kilise avlusundaki kılıcı alıp ona vereceğim,” dedi ve kilise avlusunun kapısına ulaşana dek atını dörtnala sürdü. Atından inip onu bir ağaca sıkıca bağladı, kılıca doğru koştu, kabzasını kavrayıp kılıcı hiç zorlanmadan bir çırpıda çıkarıverdi, sonra atına tekrar binip kılıcı Sör Kay’e ulaştırdı. Sör Kay, kılıcı gördüğü anda onun kendi kılıcı değil, taştaki kılıç olduğunu anlayarak babası Sör Ector’ı bulup ona “Efendim, bu taştaki kılıç. Dolayısıyla, meşru kral benim,” dedi. Sör Ector cevap vermedi, Kay ve Arthur’a kendisini takip etmelerini işaret etti, üçü birden kiliseye geri döndüler. Atlarını dışarı bırakıp içeri girdiler; orada Sör Ector, kutsal kitabı eline alarak Sör Kay’den kılıcı nasıl elde ettiğini yemin ederek anlatmasını istedi. “Kardeşim Arthur verdi,” diye cevapladı Sör Kay. Arthur’a dönen Sör Ector, “Onu nasıl aldın?” diye sordu. “Efendim,” dedi Arthur, “kardeşimin kılıcı için eve döndüğümde kılıcı bana verecek kimseyi bulamadım, yine de kardeşimin kılıçsız kalmaması gerektiğini düşündüm ve taştaki kılıç aklıma geldi; ben de gittim ve kılıcı çıkardım.” Sör Ector, “Bunu yaparken orada bir şövalye var mıydı?” diye sordu. “Hayır, hiç kimse yoktu,” dedi Arthur. “Öyleyse bu toprakların meşru kralı sensin,” dedi Sör Ector. “Tamam da neden kral benim?” diye sordu Arthur. “Çünkü bu büyülü bir kılıç, bir kral olarak doğmayan hiç kimse bu kılıcı taştan çıkaramaz. Bu sebeple kılıcı taşa geri koy ve çıkardığına şahit olabileyim,” diye cevapladı Sör Ector. “Derhal,” dedi Arthur ve kılıcı yerine koydu. Sör Ector’ın kendisi de kılıcı çıkarmayı denedi, ancak bunu başaramadı. Sör Kay’e dönüp “Şimdi senin sıran,” dedi. Tüm gücü ve kuvvetiyle kılıca asılmasına rağmen Sör Kay de babasından iyisini yapamadı. “Şimdi sen dene Arthur,” dedi Sör Ector.Arthur, kılıcı sanki bir kının içindeymiş gibi kolaylıkla çekti. Arthur kılıcı çeker çekmez Sör Ector ve Sör Kay, Arthur’un önünde diz çöktüler. “Babam, kardeşim, neden benim önümde diz çöküyorsunuz?” diye sordu Arthur şaşkınlıkla. “Hayır, hayır lordum. Ben sizin babanız değilim, bugüne kadar gerçek babanızın kim olduğunu bilmiyordum. Siz, Uther Pendragon’ın oğlusunuz. Doğduğunuzda sizi bana bizzat Merlin getirdi ve zamanı geldiğinde kimin soyundan olduğunuzu öğreneceğinize dair söz verdi.” Arthur, babasının Sör Ector olmadığını öğrendiğinde acı acı ağladı. En sonunda, “Eğer kral bensem ne istiyorsanız söyleyin ki gerçekleştireyim. Hem size hem de annem hanımefendiye, bu dünyadaki herkesten daha fazla borçluyum çünkü beni sevdiniz ve kendi oğlunuzdan ayırmadınız,” dedi. Bunun üzerine Sör Ector, “Efendim, sizden yalnızca üvey kardeşiniz Sör Kay’i tüm topraklarınızın kâhyası yapmanızı istiyorum,” dedi. “Seve seve,” diye cevapladı Arthur, “hem o hem ben hayatta olduğumuz sürece bu makam başka kimseye verilmeyecek.”
Sonrasında Sör Ector, onlara Başpiskopos’u bulmalarını söyledi. Böylece ona kılıçla ilgili olan bitenleri anlattılar, daha öncesinde Arthur kılıcı taşa geri koymuştu bile. On İkinci Gün’de şövalyeler ve baronlar tekrar geldiler, Arthur hariç hiçbiri kılıcı taştan çıkaramadı. Bunu gördükten sonra baronlar sinirlenip bağırmaya başlayıp kendi kanlarından daha asil bir kana sahip olmayan bu çocuğu kral olarak tanımayacaklarını söylediler. Böylece Meryem Ana Yortusu’na kadar beklemek üzere anlaştılar, çünkü yortuda daha çok şövalye hazır bulunacaktı. Bu süre içinde kılıcı gece gündüz koruması için ise yine aynı iki adam seçildi.
Gelgelelim Meryem Ana Yortusu’nda da Paskalya’da da hiçbir şey değişmedi. Hamsin Yortusu geldiğinde halk da oradaydı, Arthur’un kılıcı çekip çıkardığını gördüklerinde hep bir ağızdan krallarının Arthur olduğunu ve aksini söyleyen herkesi öldüreceklerini söylediler.
Böylece zengin fakir herkes Arthur’un önünde diz çöktü. Arthur da kılıcı alıp Başpiskopos’un beklemekte olduğu kilise mihrabına takdim etti; oradaki şahit ise Arthur’u şövalye ilan etti. Bunun ardından taç giydirildi. Arthur, orada bulunan lortlara ve köylülere, hayatı boyunca hakiki bir kral olacağına ve herkese adaletli davranacağına dair yemin etti.
Excalibur
Büyücü Merlin’in eşlik ettiği Kral Arthur, maceralara atılmak için saraydaki rahat yaşamını terk etti. Bir defasında tüm topraklardaki en uzun boylu şövalyeyle dövüştü. Sağlam ve iyi dövüşmesine rağmen, Merlin büyü yaparak şövalyeyi derin bir uykuya hapsetmeyip Kral’ı şifa sanatını iyi bilen bir keşişe götürerek tüm yaralarını üç gün içinde iyileştirmese Arthur ölebilirdi. Bu olayın ardından Arthur ve Merlin daha fazla oyalanmadan keşişe teşekkürlerini sunup oradan ayrıldılar.
Birlikte at sürerken Arthur, “Kılıcım yok,” dedi. Merlin, Arthur’a sabırlı olmasını ve ona çok yakında bir kılıç vereceğini söyledi. Çok geçmeden büyük bir göle geldiler. Arthur, gölün ortasında suyun içinden yükselen ve bir kılıç tutan kolu fark etti. “Bak!” dedi Merlin, “Sana bahsettiğim kılıç bu.” Kral tekrar baktığında genç bir kadın suyun üzerinde yükseldi. “Bu kadın Gölün Hanımı ve sana doğru geliyor, eğer nazik bir şekilde istersen kılıcı sana verecektir,” dedi Merlin. Genç hanım yaklaşınca Arthur onu selamlayarak şunları söyledi: “Ey genç hanım, suyun dışına doğru bir kolun tuttuğu o kılıcın kime ait olduğunu söylemeniz için size yalvarıyorum. O kılıcın benim kılıcım olmasını isterdim, zira kendi kılıcımı kaybettim.”
“O kılıç benim, Kral Arthur. Onu size verebilirim, ancak sizden istediğimde bana bir hediye getireceksiniz,” diye cevapladı kadın.
“Söz veriyorum, ne isterseniz isteyin size getireceğim,” dedi Kral. Bunun üzerine genç kadın, “Peki öyleyse, şuradaki filikaya binin ve kılıca doğru kürek çekin, böylece kılıcı ve kınını alabilirsiniz,” dedi. İşte bu kılıç Excalibur’du. “Hediyeme gelince, onu zamanı geldiğinde isteyeceğim.” Kral Arthur ve Merlin atlarından inip onları sıkıca bağladıktan sonra filikaya bindiler, kılıcın olduğu yere geldiklerinde Arthur kılıcın kabzasını kavradı ve kılıcı tutan kol gözden kayboldu. Sonra geri dönüp kılıçla beraber karaya çıktılar. Kral at sürerken kılıcına büyük bir sevgiyle bakıyordu, Merlin bunu gördüğünde gülümseyerek “Hangisini daha çok sevdin, kılıcı mı yoksa kınını mı?” diye sordu. “Kılıcı daha çok sevdim,” diye cevap verdi Arthur. “Öyleyse çok da bilge sayılmazsın, çünkü kın, kılıçtan on kat daha değerli. O üzerinde olduğu sürece fena halde yaralansan bile kan kaybetmezsin,” dedi Merlin. Carlion kentine doğru at sürdüler. Arthur’un şövalyeleri, onları sıcak bir şekilde karşılayarak tıpkı sıradan bir insan gibi hayatını riske atan bir krala hizmet etmekten memnuniyet duyduklarını belirttiler.
Yuvarlak Masa Şövalyeleri Toplanıyor
Kral Arthur, savaşıp birçok düşmanını yendikten sonra bir gün, tüm yaşamı boyunca danıştığı Merlin’e “Baronlarım beni rahat bırakmıyorlar, sürekli bir eş bulmamı söylüyorlar. Bense bana önermediğin sürece hiç kimseyle evlenmeyeceğimi söylüyorum,” dedi.
“Biriyle evlenmen güzel olur, fakat diğerlerinden daha çok sevdiğin herhangi bir kadın var mı?” diye sordu Merlin. “Evet,” dedi Arthur, “zamanında babam Cameliard Kralı Leodegrance’e yuvarlak bir masa hediye etmişti; işte o kralın kızı Guinevere’i seviyorum. O, hayatımda görüp görebileceğim en güzel kadın.” Bu cevabın ardından Merlin şunları söyledi: “Efendim, güzelliği hakkında söyledikleriniz doğru, ancak eğer kalbiniz onun için atmıyorsa size ondan çok daha güzelini ve iyisini bulabilirim. Gelgelelim eğer bir adam kalbini kaptırdıysa onu vazgeçirmeye çalışmak zaten beyhudedir.” Bunları söyledikten sonra Merlin, Arthur’dan şövalyeler ve beyefendilerden oluşan bir refakatçi topluluğu görevlendirmesini istedi, böylece Kral Leodegrance’in sarayına gidebilecek ve ona Kral Arthur’un Guinevere’le evlenme niyetinde olduğunu söyleyebilecekti. Arthur bu isteği memnuniyetle yerine getirdi. Merlin de atına atlayıp Cameliard Kalesi’ne varana dek hızla yol aldı, oraya vardıktan sonra Kral Leodegrance’e kendisini kimin hangi amaçla gönderdiğinden bahsetti.
“Bu, şu âna dek duyduğum en güzel haber,” diye cevapladı Leodegrance, “çünkü böylesine büyük ve asil bir kralın kızımla evlenmek isteyeceği hiç aklıma gelmezdi. Kızımla birlikte vereceğim topraklara gelince, Kral Arthur istediği yeri seçebilir. Fakat zaten kendi toprakları yeterince geniş olduğundan bunun yerine onu daha memnun edecek bir hediye, Uther Pendragon tarafından bana verilen, bir defada yüz elli şövalyenin birlikte oturabileceği Yuvarlak Masa’yı vereceğim. Bir çağrımla yüz iyi şövalye toplayabiliyorum, ancak ellisi eksik kalıyor çünkü savaşlarda birçoğunu yitirdik, kimileriyse kayıp.” Kral Leodegrance, böylece lafı daha fazla uzatmadan kızının Kral Arthur’la evlenmesine razı oldu. Merlin de ona eşlik eden şövalyeler ve beyefendilerle birlikte, Londra’ya yaklaşıncaya kadar bazen karadan bazen de sudan seyahat ederek geri döndü.
Kral Arthur, Merlin ve şövalyelerin Yuvarlak Masa’yla birlikte geldiğini duyunca neşeyle dolarak etrafındakilere “Merlin’in bana getirdiği bu haberler beni gerçekten çok mutlu etti, çünkü o güzel kadını uzun zamandır seviyorum ve Yuvarlak Masa benim için en büyük zenginliklerden daha değerli,” dedi. Bunun ardından Sör Lancelot’a Kraliçe’yi getirmek üzere yola koyulmasını emretti. Evlilik ve Guinevere’in taç giyme töreni için hazırlıkların başlatılmasına ilişkin emri de derhal yerine getirildi. “Şimdi Merlin, git ve krallığımı dolaşıp bu topraklarda bulunabilecek en cesur ve en meşhur elli şövalyeyi bana getir,” dedi Kral. Gelgelelim Merlin, yirmi sekiz şövalyeden fazlasını bulamadı. Arthur’un bu kadarıyla yetinmesi gerekiyordu. Canterbury Piskoposu getirildi, Yuvarlak Masa’daki sandalyeler kutsandı, şövalyeler de bu sandalyelere oturdular. Piskopos kutsamasını bitirdikten sonra Merlin, “Saygıdeğer efendiler, hepiniz ayağa kalkın ve kralınıza hürmetlerinizi sunun,” dedi. Şövalyeler ayağa kalkıp Merlin’in isteğini yerine getirdiler. Şövalyelerin oturduğu sandalyelerin her birinde, o sandalyede oturan şövalyenin ismi altın harflerle yazılıydı, ancak iki sandalye boştu. Bunun üzerine genç Gawaine, Kral’ın yanına gelip Guinevere’le evleneceği günde kendisini şövalye ilan etmesi için yalvardı. “Bunu seve seve yaparım, ne de olsa sen kız kardeşimin oğlusun,” dedi Kral.
Kral konuşurken perişan bir adam içeri girdi, yanında da cılız bir kısrağa binen on sekiz yaşlarında bir genç vardı, o zamanlarda erkeklerin kısrak sürmesi alışılmadık bir şeydi. “Kral Arthur nerede?” diye sordu adam. “Burada, onunla bir işin mi var?” dedi şövalyeler. Adam evet dedikten sonra ilerledi ve Kral’ın önünde saygıyla eğildi. “Yüce Kral Arthur, şövalyelerin ve kralların efendisi, duydum ki evleneceğiniz şu dönemde herkesin dileğini gerçekleştiriyormuşsunuz.”
“Bu doğru, tabii başkalarına veya krallığıma zararı dokunmadığı sürece,” diye cevapladı Kral.
“Lütufkâr sözleriniz için teşekkür ederim,” dedi fakir adam, “sizden istediğim şey, oğlumu bir şövalye ilan etmeniz.”
“Bu büyük bir lütuf,” diye cevapladı Kral. “Adın ne?”
“Efendim, adım Aries. Sığır çobanıyım.”
“Bu onura sahip olma düşüncesi senin mi aklına geldi yoksa oğlunun mu?”
“Bu benim değil, oğlumun isteğidir,” diye cevapladı adam. “Söylediğimde sığırlara bakan, tarlada çalışan on üç oğlum var, ancak bu çocuk ok fırlatmaktan ya da dövüşlere gidip şövalyeleri izlemekten başka hiçbir şey yapmıyor. Tüm gün boyunca yalnızca, şövalye olabileceği umuduyla, kendisini size getirmem için bana yalvarıyor.”
Arthur genç adama dönüp “Adın ne?” diye sordu.
“Efendim, adım Tor.”
“Seni şövalye ilan edebileceğim kılıcın nerede?” dedi Kral.
“Burada efendim.”
“Kınından çıkar ve seni bir şövalye ilan edebilmem için onu bana getir,” dedi Kral. Tor kısrağından inerek kılıcını çekip Kral’ın önünde diz çöktü. Bir şövalye olabilmek, hatta bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olabilmek için dua ediyordu.
“Şövalyeliğe gelince, seni bir şövalye yapacağım,” dedi Arthur, bu sırada kılıcı çocuğun boynuna koyuyordu, “eğer layık olduğunu kanıtlarsan bir Yuvarlak Masa Şövalyesi de olabilirsin.” Ardından büyük bir ziyafet hazırlandı. Kral, herkesin huzurunda güzel Guinevere’le Camelot’taki St. Stephen Kilisesi’nde evlendi. Ertesi gün Gawaine de bir şövalye oldu.
Çok geçmeden Sör Tor, gösterdiği kahramanlıklar sayesinde, Yuvarlak Masa’daki boş sandalyelerden birine oturmaya layık olduğunu kanıtladı.
Sör Balin’in Hikâyesi
Ogünlerde Deniz Adaları’nda birçok kral hüküm sürüyor, durmadan birbirlerine ya da kendilerine bağlı olan beyliklere savaş açıyorlardı. Günlerden bir gün Arthur’a, Kuzey Galler Kralı Ryons’ın büyük bir ordu toplayıp topraklarını yağmaladığının ve halkının bir bölümünü katlettiğinin haberi geldi. Arthur, bunu duyunca büyük bir öfkeyle ayaklandı ve tüm lortlarına, şövalyelerine ve muhafızlarına kendisiyle Camelot’ta buluşmasını emretti. Orada bir konsey toplayıp turnuva düzenleyecekti.
Toprakların her bir köşesinden şövalyeler Camelot’a akın etti. Şehir, silahlı adamlar ve atlarıyla dolup taşmıştı. Herkes toplanmıştı ki Avelionlu Leydi Lile’den bir haber getirdiğini söyleyen genç bir kadın çıkageldi ve kendisini Kral Arthur’a götürmeleri için oradakilere yalvardı. Kadın, Arthur’un huzuruna çıktığında omuzlarını kaplayan kürk pelerini çıkardı; orada bulunanlar, kızın yanında muhteşem şekilde dövülmüş bir kılıcın olduğunu gördüler. Kral, bu garip görüntü karşısında merakla sessizliğe gömüldü, ancak en sonunda “Genç hanım, bu kılıcı neden taşıyorsun? Kılıçlar senin gibiler için değildir,” dedi. “Ah efendim, onu verebileceğim bir şövalye bulabilsem bana ağırlık ve büyük bir külfet olan bu kılıçtan kurtulacağım. Fakat beni bu yükten kurtaracak kişi güçlü ellere, kötülük ya da ihanet nedir bilmeyen saf bir kişiliğe sahip olmalı. Eğer böyle bir şövalye bulabilirsem, bu kılıcı yalnızca o kınından çıkarabilir. Zira Kral Ryons’ın sarayında bulundum, o ve şövalyeleri tüm güçleriyle kılıcı çekmeye çalıştılar ama başaramadılar.”
“Şövalyelerin en iyisi olduğumu düşündüğümden değil; zira biliyorum ki birçok kez diğerleri tarafından alt edildim, buna karşın beni takip etmeleri için bir örnek oluşturmak amacıyla kılıcı çekebilecek miyim bir bakayım,” dedi Arthur. Bunu söyledikten sonra kılıcı, kınından ve kuşağından tutarak aldı, bütün gücüyle çekmeye çalıştı ama kılıç kının içinde sımsıkı duruyordu. “Efendim, bunun yarısı kadar bile güç sarf etmenize gerek yok, çünkü kılıcı çıkaracak kişi bunu pek az bir güçle de yapabilir,” dedi genç hanım. “Kılıç benim için dövülmemiş. Şimdi baronlarım, herkes şansını deneyebilir,” dedi Arthur. Böylece orada bulunan Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin birçoğu sırayla kılıcı çekmeye çalıştı, ne var ki hiçbiri kılıcı kınından çıkaramadı. “Vah! Vah!” diye haykırdı genç kadın büyük bir kederle, “Burada lekesiz ve yalansız bir yüreğe sahip şövalyelerin olduğunu düşünmüştüm, şimdiyse onları nerede bulabileceğimi bile bilemiyorum.” Arthur, “Onurum üzerine ant içerim ki bu dünyada benim şövalyelerimden daha iyi şövalyeler yoktur, fakat bu konuda bana yardım edemedikleri için son derece hoşnutsuzum,” diye karşılık verdi.
Kral’ın kuzenini katlettiği için bir buçuk yıl tutsak kalmış bir şövalye Arthur’un huzurundaydı. Asil kandan geliyordu, adı Balin’di. Yaptığı yanlışın cezasını on sekiz ay boyunca çektikten sonra baronlar, Kral’dan onu serbest bırakmasını istediler, Arthur da bunu kabul etti. Kılıcı çekmeyi deneyip başarılı olamayan şövalyelerden ayrı duran Balin’in kalbi bu manzara karşısında hızla atmaya başladı, ancak şansını denemekten geri durdu çünkü kaba saba bir şekilde giyinmişti ve diğer baronlarla kıyaslanamazdı. Ne var ki genç kadın, Arthur ve maiyetine veda edip evine doğru yola koyulacakken Balin ona seslenerek “Genç hanım, tıpkı bu beyler gibi bana da kılıcı çekme şansını tanımanız için size yalvarıyorum, her ne kadar perişan giysiler içinde olsam da kalbim onlarınki kadar asildir,” dedi. Genç hanım durdu, ona bakarak “Efendim, sizi böylesi bir derde sokmaya gerek yok, çünkü diğerleri başaramadı. Sizin başarmanız da pek olası görünmüyor,” dedi. “Ah! Sevgili hanımefendi, insanı insan yapan güzel kıyafetler değildir,” diye yanıtladı Balin. Bunun üzerine genç kadın, “Doğru söylüyorsunuz, öyleyse elinizden geleni yapın,” diye cevap verdi. Balin, kınından kolayca çektiği kılıcı gördüğünde büyük bir mutluluk duydu. Kral ve şövalyeler, başarıya ulaşan kişinin Balin olması sürpriziyle afallamışlardı, hatta birçoğu kıskanarak ona karşı öfke duydu. Bunun ardından genç kadın şunları söyledi: “Doğrusunu söylemek gerekirse bulabildiğim en iyi şövalye sizsiniz. Ancak efendim, kılıcı bana geri vermeniz için size yalvarıyorum.”
“Hayır, benden zorla alınana dek onu tutacağım,” dedi Balin. “Kılıcı kendi iyiliğim için değil, sizin iyiliğiniz için geri istiyorum, çünkü o kılıçla en çok sevdiğiniz insanı katledeceksiniz ve kendi sonunuzu hazırlayacaksınız,” dedi genç kadın. “Başıma gelenlere katlanacağım, ancak bedenim üzerine ant içerim ki kılıçtan vazgeçmeyeceğim,” diye cevapladı Balin. Bunun üzerine kız, büyük bir kederle oradan ayrıldı. Ertesi gün Sör Balin, kılıcını kuşanıp sarayı terk ederek macera arayışına düştü; hiç aklına gelmeyen birçok yerde bir dolu macerayla karşılaştı. Girdiği her mücadeleden galip ayrıldı. Arthur ve arkadaşı Merlin, Balin’den daha büyük bir başarıya ya da saygıya layık başka hiçbir şövalyenin yaşamadığını anlamışlardı. Herkes onu “Sör Balin le Savage”, “İki Kılıçlı Şövalye” olarak tanıyordu.
Bir gün Balin at sürerken yol dönemecinde bir çarpı işareti gördü, bu işaretin üzerinde altın harflerle “Hiçbir şövalye bu kaleye doğru at sürmesin,” yazıyordu. Sör Balin bu yazıyı okurken beyaz saçlı yaşlı bir adam çıkageldi ve “Sör Balin le Savage, senin yolun bu değil, bu yüzden dön ve başka bir yol seç,” dedi. Adam, bunu dedikten sonra ortadan kayboldu. Çok geçmeden çok şiddetli bir borazan çalındı, tıpkı bir canavarın ölümünde çalınan borazanlara benziyordu. Balin, “Bu borazan benim için çaldı, ancak hâlâ hayattayım,” diyerek kaleye doğru gitti. Orada onu şövalyelerden ve hanımefendilerden oluşan büyük bir topluluk karşıladı, onun için bir ziyafet hazırladılar. Sonrasında kalenin hanımı, ona “İki Kılıçlı Şövalye, şimdi bir adayı gözleyen şövalyeyle dövüş-mek zorundasın. Çünkü kanunlarımıza göre, buradan ayrılmak isteyen kişi önce dövüşmelidir,” dedi.
“Bu kötü bir gelenekmiş,” dedi Balin, “Fakat madem mecburum, öyleyse hazırım. Atım yorgun olsa da kalbim güçlü.”
“Efendim, kalkanınız sağlam gibi görünmüyor. Size başka bir kalkan vereyim,” dedi şövalyelerden biri. Balin de bu şövalyeyi dinleyip verilen kalkanı alarak kendi armalı kalkanını geride bıraktı. Kıyıya doğru at sürdü, atını bir kayığın içine koyup karşıya geçti. Diğer tarafa ulaştığında genç bir kadın ağlayarak Balin’in yanına geldi. “Ah şövalye Balin, kendi kalkanını neden geride bıraktın? Yazık! Kendini büyük bir tehlikeye attın, çünkü sen kalkanınla tanınıyorsun. Yaşayan hiç kimse cesaret ve gözü pek kahramanlıklar konusunda seninle boy ölçüşemezdi, bu yüzden senin kaderin için yas tutuyorum.”
“Bu ülkeye adım attığım için bile pişmanım, ancak ne yazık ki devam etmeliyim. Başıma ne gelirse gelsin, ister yaşam olsun ister ölüm, kabul etmeye hazırım,” diye cevapladı Balin. Sonra zırhına bir göz gezdirdi, sağlam olduğunu gördükten sonra atına bindi.
Yoluna devam ederken bir kalenin önünde dikilen bir şövalyeyi fark etti. Bu şövalye kızıllara bürünmüştü, kızıl koşum takımı olan bir ata biniyordu. Bu kızıl şövalye, iki kılıçlı adamı gördüğünde bir anlığına karşısındakinin Balin olduğunu düşündü, gelgelelim kalkan Balin’in armasını taşımıyordu. Bu yüzden mızraklarını birbirlerine doğrultup atlarını sürmeye başladılar, birbirlerinin kalkanlarına öyle sert vurdular ki hem atlar hem de adamlar darbelerin etkisiyle yere düştü, şövalyeler birkaç dakika boyunca baygın bir şekilde yerde yattı. Çok geçmeden tekrar doğrularak yeniden dövüşmeye başladılar. Dövüştükleri yer kanlarıyla kırmızıya dönene ve her ikisi de yedi büyük yara alana kadar dövüşü sürdürdüler. “Sen hangi şövalyesin?” diye sordu Balin le Savage, nefeslenmek için durmuştu, “Zira daha önce kendime denk bir şövalyeyle karşılaşmamıştım.” Kızıl şövalye, “Benim adım Balan, iyi şövalye Balin’in kardeşiyim,” dedi.
“Heyhat! Bunu da mı görecektim?” diye haykırdı Balin, kendini kaybedip yere düştü. Bunu gören Balan, ayakları ve elleriyle sürünüp Balin’in miğferini çıkardı, böylece kardeşinin yüzünü görebilecekti. Temiz hava Balin’i kendine getirmişti, uyanarak “Ah Balan, kardeşim, sen beni katlettin ben de seni. Tüm dünya ikimiz hakkında kötü konuşacak.”
“Ah,” diye iç çekti Balan, “keşke sen olduğunu anlasaydım! İki kılıcını gördüm, ancak kalkanın yüzünden başka bir şövalye olduğunu düşündüm.”
“Vay başıma gelenler!” dedi Balin, “Tüm bunlar kaledeki sevimsiz bir şövalye yüzünden gerçekleşti, kalkanımı kendi kalkanıyla değiştirmeme sebep oldu. Eğer hayatta kalabilecek olsaydım, o kaleyi yok edip başkalarını kandırmalarına izin vermezdim.”
“En iyisini yapmış olurdun,” diye cevapladı Balan, “çünkü bu adayı gözetleyen şövalyeyi yok ettiğimden beri beni esir olarak tutuyorlar, yani seni de esirleri yaparlardı.” Sonrasında kalenin hanımı ve beraberindekiler çıkageldiler, şövalyeler inledikçe onları dinlediler. Balan, kalenin hanımından kardeşiyle birlikte, öldükleri yere gömülme lütfunu bahşetmesini istedi. İstekleri gerçekleştirildi. Kadın ve beraberindekiler ise onlara acıyarak gözyaşı döktüler.
Hayatları bu şekilde son buldu. Kalenin hanımı, onlar için bir mezar yaparak mezarın üzerine yalnızca Balan’ın ismini yazdı, çünkü Balin’in ismini bilmiyordu. Gelgelelim Merlin biliyordu, ertesi sabah gelip altın harflerle Balin’in adını yazdı. Sonra Balin’in kılıcını gevşetti, kılıcın topuzunu çıkarıp kılıca başka bir topuz ekledi, oradaki şövalyeye kılıcı tutmasını söyledi, ancak şövalye bunu başaramadı. Bunu gören Merlin güldü.
“Neden gülüyorsun?” diye sordu şövalye. “Çünkü,” dedi Merlin, “bu kılıcı dünyadaki en iyi şövalyeden başka kimse zapt edemez, o kişi de ya Sör Lancelot ya da onun oğlu Sör Galahad’dır. Bu kılıçla Sör Lancelot en sevdiği insanı katledecek, o kişi ise Sör Gawaine.” Bu, tıpkı Merlin’in söylediği gibi, daha sonra denizlerin üstünde yapılacak bir dövüşte gerçekleşecekti.
Merlin, tüm bunları kılıcın topuzuna yazdı. Sonrasında adaya giden, on beş santim genişliğinde çelikten bir köprü inşa etti, bu köprüden kötü emellere sahip hiç kimse geçemeyecekti. Kılıcın kınını adanın bu yanında bıraktı, böylece Galahad onu bulabilecekti. Kılıcın kendisini ise nehir boyunca Camelot’a doğru yüzen, şimdilerde Winchester olarak bilinen büyülü bir taşa koydu. Günlerden bir gün Galahad nehre geldi, elinde kılıcın kını vardı. Kılıcı gördü ve tıpkı başka bir yerde anlatıldığı gibi onu taştan çıkardı.
Beaumains, Kraldan Ne istedi?
Paskalya Yortusu’ndan sonraki yedinci pazar yaklaşırken Kral Arthur, tüm Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin Galler toprakları yakınında bulunan ve büyük bir kaleye sahip Kin-Kenadon şehrindeki ziyafete katılmasını emretti. Hamsin Yortusu ismini verdiğimiz Paskalya’dan sonraki yedinci pazar gününde, büyük bir mucize duyana veya görene kadar hiçbir şey yememek Kral’ın âdetiydi. O sabah öğleden hemen önce Sör Gawaine pencereden bakıyordu ki gözüne at sırtındaki üç adam ilişti, yanlarında da bu adamlar inerken atları zapt eden bir cüce vardı. Sör Gawaine hemen Kral’a giderek “Efendim, yemeğinizi yiyin çünkü yakında çok tuhaf maceralar göreceğiz,” dedi. Bunun üzerine Arthur kaledeki diğer kralları çağırttı, Yuvarlak Masa Şövalyeleri de tam tamına yüz elli kişiydi; hep birlikte yemek yemek için oturdular. Masaya oturduklarında salona iki dirhem bir çekirdek giyinmiş iki adam girdi, bu adamların omuzlarına ise oradaki herhangi birinin görüp görebileceği en yakışıklı genç adam yaslanmıştı, bu adam diğer ikisinden bir karış uzundu. Gövdesi geniş, kolları kuvvetliydi, fakat uzun boyu sanki onun için bir yük ve utanç kaynağıymış gibi duruyordu; bu sebeple arkadaşlarının omuzlarına yaslanmıştı. Arthur onu fark eder etmez işaret verdi; üç adam da herhangi bir söze gerek kalmadan Kral’ın oturduğu yüksek platforma doğru yöneldi. Uzun genç adam doğrularak, “Kral Arthur, Tanrı sizi ve saygıdeğer arkadaşlarınızı, özellikle de Yuvarlak Masa kardeşliğini kutsasın. Sizden üç armağan dilemek için geldim ki bu hediyeleri bana şerefle bahşedebilirsiniz, çünkü isteyeceğim şeylerin ne size ne de bir başkasına herhangi bir zararı dokunmayacak.” “İste,” dedi Arthur, “iste ki dileklerin gerçek olsun.”
“Efendim, isteklerimin ilki yiyip içmek; diğer ikisine gelince, onları sonra isteyeceğim. Önümüzdeki on iki ay boyunca bana yemek ve içecek verin.” “Peki,” dedi Kral, “sana yeterince yemek ve içecek verilecek, çünkü ister dost olsun ister düşman, herkese yemek veririm. Ancak bana ismini söyle!”
“Onu size söyleyemem,” diye cevapladı genç. “Bu çok tuhaf, hayatım boyunca gördüğüm en yakışıklı gençsin,” dedi Kral, kâhyası Sör Kay’e dönüp genç adama en iyi yemekleri ve içecekleri vermesini, ayrıca ona sanki bir prensmiş gibi muamele etmesini söyledi. “Bunu yapmaya gerçekten gerek var mı? Çünkü bu adam eğer bir köylü değil de bir efendi olsaydı sizden at ve zırh isterdi. Zira bir adamın kişiliği neyse istekleri de o yönde olur. Ayrıca görüyorum ki bir ismi yok, bu sebeple ona bir isim vereceğim. Ona bundan sonra Beaumains, yani Güzel El diyeceğim. Mutfakta oturup et suyu içebilir, böylece bir yılın sonunda meşe palamuduyla beslenen bir domuz kadar şişman olacaktır,” diye cevapladı Sör Kay. Bu konuşmadan sonra genç adam, onu küçümseyen ve onunla alay eden Sör Kay’in himayesine verildi.
Sör Lancelot ve Sör Gawaine, Sör Kay’in sözlerini duyunca sinirlenerek gençle alay etmeyi bırakmasını söylediler, çünkü bu gencin ileride büyük bir kahraman olacağına inanıyorlardı. Buna karşın Sör Kay onlara kulak asmadı, genci alıp çocukların ve küçüklerin bulunduğu büyük salona götürdü. Genç adam orada üzüntü içinde yemeğini yedi. Yemeğini bitirdikten sonra hem Sör Lancelot hem de Sör Gawaine, yiyip içmesi için onu odalarına çağırdılar fakat genç, Sör Kay’in emirlerine uyması gerektiğini çünkü Kral’ın bu yetkiyi Sör Kay’e verdiğini söyleyerek şövalyelerin teklifini reddetti. Genç, Sör Kay tarafından mutfağa yerleştirildi, geceleri aşçı yamaklarıyla birlikte uyudu. Tüm bir yıl boyunca buna katlandı, her zaman sakin ve nazikti, hiç kimseye kötü söz sarf etmedi. Gelgelelim, ne zaman şövalyeler bir turnuvaya katılsa sessizce sıvışıp onları izlemeye giderdi. Sör Lancelot ve Sör Gawaine, gence harcaması için altın, giymesi için de elbiseler verirlerdi. Ne zaman bir şövalye turnuvasına katılsa mızrak ve taşları o kadar uzağa atıyordu ki diğerleri onun attıklarına anca iki metre yaklaşabiliyordu.
Hamsin Yortusu tekrar gelene kadar bir yıl geçti, Kral bu kez ziyafeti Carlion’da verdi. Kral Arthur yine, Hamsin Yortusu’nda ona birkaç macera anlatılmadan yemek yemedi. Sonra bir toprak sahibi gelip ona “Efendim, yemeğinizi yiyebilirsiniz, çünkü tuhaf hikâyeleri olan genç bir kadın geldi,” dediğinde büyük memnuniyet duydu. Bu genç kadın, salona alındıktan sonra Kral’ın önünde diz çökerek kendisine yardım etmesi için ona yalvardı. “Kim için? Hem macera nedir?” diye sordu Kral. “Efendim, kız kardeşim büyük bir şöhrete sahip asil bir hanımdır. Gelgelelim bir zalim tarafından kuşatma altına alındı ve kalesinden çıkamıyor. Sizin şövalyelerinizin dünyadaki en asil şövalyeler olduğu söylendiğinden yardım istemek için size geldim,” diye cevap verdi kadın. “Kız kardeşinin adı nedir, nerede yaşar? Onu kuşatan zalim kimdir, nerelidir?” diye sordu Kral. “Kral efendimiz, kız kardeşimin ismini size söyleyemem, ama muhteşem bir güzellikte, iyilik dolu bir hanımdır, pek çok toprağı vardır. Onu kuşatan zalime gelince, ona Kızıl Toprakların Kızıl Şövalyesi deniyor,” dedi. “Onu hiç duymadım,” dedi Kral. “Ben tanıyorum,” diye haykırdı Sör Gawaine, “O adam dünyadaki en tehlikeli şövalyelerden biridir. Yedi insan gücünde olduğu söylenir, bir keresinde onunla kılıçlarımızı çarpıştırmıştık; canımı zor kurtarmıştım.” Bunun üzerine Kral Arthur, “Genç hanım, burada leydini seve seve kurtaracak çok sayıda şövalye var, fakat hiçbiri benim rızam olmadan bunu yapmaz. Bu sebeple bana kız kardeşinin ismini ve kalesinin yerini söylemen gerekiyor,” dedi. “O zaman size daha çok şey anlatmalıyım,” dedi genç kadın. Henüz Kral’a cevap vermemişti ki Beaumains gelip Arthur’la konuştu, “Efendimiz, mutfağınızda yaşadığım ve yiyip içtiğim tüm yıl için size teşekkür ediyorum, şimdiyse bana tam bir yıl önce söz verdiğiniz diğer iki hediyeyi isteyeceğim.” “İste bakalım,” dedi Kral. “Efendim, iki isteğim şunlardır: İlk olarak bana bu genç hanımın macerasını üstlenme şansını verin, çünkü bu hakkımdır.” “Kabul,” dedi Kral. “Efendim, sonrasında ise Sör Lancelot du Lac’a beni şövalye ilan etmesini emretmenizi istiyorum, zira başka hiç kimsenin bahşettiği şövalyeliği kabul etmem.” “Bu da kabul,” dedi Kral. “Yazıklar olsun size!” diye bağırdı genç kadın, “Leydimi kurtarması için bir aşçı yamağından başkasını bulamadınız mı?” Büyük bir öfkeyle fırlayıp atına bindi.
Kadının salonu terk etmesinin üzerinden çok geçmemişti ki bir uşak gelip Beaumains’e atının ve sağlam zırhının hazır olduğunu, ayrıca bir şövalyenin ihtiyacı olan her şeyi taşıyan bir cücenin de yanına verileceğini söyledi. Kuşandığında ondan yakışıklısı pek yoktu, saraydakiler ise bu muhteşem zırhın nereden geldiği konusunda büyük bir meraka kapılmıştı. Derken Beaumains salona gelip Kral’a, Sör Gawaine’e ve Sör Lancelot’a veda etti. Sör Lancelot’un kendisini takip etmesi konusunda ricacı oldu. Böylece oradan ayrılarak genç kadının arkasından at sürdü. Ona bakan birçok kişi, atının gücü ve altın koşum takımı karşısında hayrete düştü, Beaumains’in parlayan savaş zırhını kıskandılar, fakat ne bir mızrak ne de bir kalkan taşıdığını gördüler. “Onu takip edeceğim,” dedi ve güldü Sör Kay, “Bakalım aşçı yamağım bana yaşamını borçlanacak mı?” “Genci rahat bırak ve burada kal,” dedi Sör Gawaine ve Sör Lancelot, gelgelelim Sör Kay onları dinlemeyip atına doğru koştu. Tam Beaumains genç kadına yetişmişti ki Sör Kay de Beaumains’e yetişip ona “Beaumains, beni tanımadın mı?” diye sordu.
Beaumains dönüp ona baktı. “Evet, senin kaba bir şövalye olduğunu biliyorum, bu yüzden benden uzak dur,” diye cevap verdi. Bunu duyan Sör Kay mızrağını kaldırıp ona doğru hücum etti, Beaumains de kılıcını çekerek Sör Kay’e hücum etti; mızrağın yanına bir darbe indirip kılıcını Sör Kay’in vücuduna sapladı, Sör Kay sanki ölmüşçesine yere yığıldı, Beaumains de onun kalkanı ile mızrağına el koydu. Sonra atına doğru koştu, cücesine Sör Kay’in atını almasını söyleyerek oradan ayrıldı. Onları takip eden Sör Lancelot tüm bu olanlara şahit oldu, ayrıca genç kadın da olanları görmüştü. Çok geçmeden Beaumains durdu ve Sör Lancelot’a kendisiyle dövüşüp dövüşmeyeceğini sordu. Bunun ardından birbirlerine öyle bir hızla hücum ettiler ki hem atlar hem de sürücüleri toprağa düşerek büyük yaralar aldı. İlk ayaklanan Sör Lancelot’tu ve Beaumains’e kalkması için yardım etti. Beaumains, kalkanını yere bırakıp ayakta dövüşmeyi teklif etti. Birbirlerine vahşi domuzlar gibi saldırdılar, bir saat boyunca döndüler, vurdular, darbeleri savuşturdular. Sör Lancelot, genç adamın gücü karşısında hayrete düştü, Beaumains’in bir şövalyeden çok bir dev olduğunu düşündü, rezil olabileceği düşüncesiyle korkuya kapılmıştı. Bu sebeple “Beaumains, bu kadar sert dövüşme, bizi dövüşü bitirmekten alıkoyan bir husumetimiz yok,” dedi. Beaumains kollarını indirip “Bu doğru, ancak efendim, gücünüzü yoklamak bana iyi geliyor,” diye cevap verdi. “Peki öyleyse, emin ol sen tarafından rezil edilmemek için çok zahmete katlandım, yani herhangi bir şövalyeden korkun olmasın,” dedi Sör Lancelot. “Gerçekten kendini kanıtlamış bir şövalyeye karşı durabileceğimi düşünüyor musunuz?” diye sordu Beaumains. “Evet,” dedi Lancelot, “bugün dövüştüğün gibi dövüşürsen herkese karşı sana kefil olurum.” “O zaman size yalvarıyorum,” diye bağırdı Beaumains, “bana şövalyelik nişanını takdim edin.” “Önce bana ismini ve soyunu söylemelisin,” dedi Lancelot. “Söylersem açığa vurmazsınız değil mi?” diye sordu Beaumains. “Hayır, herkesçe bilininceye kadar, bunu asla söylemem,” dedi Lancelot. “Peki efendim, madem öyle, benim adım Gareth. Sör Gawaine’in kardeşiyim.” “Ah, Sör,” diye bağırdı Lancelot, “şimdi sizi tanıdığıma daha da mutlu oldum. Asil bir kana sahip olduğunuzdan, saraya yalnızca yiyip içmek için gelmediğinizden emindim.” Sör Lancelot, genç adama dizlerinin üstüne çökmesini söyleyerek ona şövalyelik nişanını takdim etti. Bunun ardından Sör Gareth yola koyulmak isteyerek oradan ayrıldı. O ayrılınca Sör Lancelot da Sör Kay’in yanına dönerek birkaç adama onu bir kalkanın üzerinde eve taşımalarını emretti. Sör Kay’in yaraları zamanla iyileşti, fakat herkesin gözünde küçük düşmüştü bir kere, özellikle de hiç kimsenin soyu hakkında bir şey bilmediği ya da saraya ne için geldiği bilinmeyen genç bir adama öyle davranmamasını söyleyen Sör Gawaine ve Sör Lancelot’un gözünde.
Tüm bunlardan sonra Beaumains genç kadının ardından at sürdü, onun geldiğini gören kadın durdu. “Ne yapıyorsun burada?” dedi, “Kıyafetlerine mutfaktaki yağ ve et kokuları sinmiş! Orada şövalyenin üstesinden geldiğin için sana karşı olan fikirlerimin değişeceğini mi sanıyorsun? Doğrusunu istersen asla! Senin kim olduğunu çok iyi biliyorum aşçı yamağı! Senin için en uygun yer olan Kral Arthur’un mutfağına geri dön.”
Bunları duyan Beaumains cevap verdi: “Genç hanım, bana istediğini söyleyebilirsin, fakat ne yaparsan yap vazgeçmeyeceğim, çünkü kaledeki hanımı kurtarmak için Kral Arthur’a söz verdim. Ya onu özgür kılacağım ya da onun uğruna savaşırken öleceğim.” “Yuh sana bulaşıkçı,” dedi kadın, “karşısına çıkacağın kişi seni öyle bir karşılayacak ki onun yüzünü görmemiş olmak için pişirdiğin tüm yemekleri vermeyi dileyeceksin.” Beaumains, “Onu yenmek için elimden geleni yapacağım,” dedi ve sakinliğini korudu.
Çok geçmeden ormana girdiler. Bir adam, tüm gücüyle koşarak yanlarına geldi. “Ah, yardım edin! Yardım edin efendim! Beyim bir çalılıkta yatıyor, altı hırsız tarafından alıkonuldu, onu öldürmelerinden korkuyorum,” diye bağırdı. “Yolu göster,” dedi Sör Beaumains. Şövalyenin bağlanmış bir halde yattığı yere varana kadar birlikte at sürdüler. Sonra Sör Beaumains altı hırsıza hücum edip birini öldürdü, ardından bir diğerini, sonrasında bir diğerini… Derken diğer üçü dövüşten korkup kaçtı. Sör Beaumains körfeze varana kadar onları takip etti, hayatlarını kurtarmak için var güçleriyle dövüştüler ama Sör Beaumains en sonunda onların da üstesinden gelerek şövalyenin yanına dönüp onu çözdü. Şövalye, geldiği için Beaumains’e içten teşekkürlerini sunarak onu ödüllendirmek için kalesine davet etti. “Efendim, daha bugün asil Sör Lancelot tarafından şövalye ilan edildim. Bu, yapacağım her şey için yeterli bir ödüldür. Üstelik bu genç kadını takip etmeliyim,” dedi Beaumains. Gelgelelim yanına döndüğünde kadın tıpkı önceki gibi hakaret etmeye başladı, atını ondan uzakta sürmesini söyledi. “Biraz önce yaptığın şey yüzünden fikrimin değiştiğini mi sanıyorsun? Yakında öyle bir manzarayla karşılaşacaksın ki başka masallar anlatmaya başlayacaksın.” O anda Beaumains’in kurtardığı şövalye, genç kadının yanına doğru giderek geceyi kalesinde geçirmesi için yalvardı, zaten güneş de batıyordu. Genç kadın teklifi kabul etti, şövalye büyük bir akşam yemeği hazırlattı. Sör Beaumains’e genç kadının oturduğu yerden daha güzel bir yer ayırmıştı ki kadın büyük bir hiddetle ayaklandı. “Ayıp! Yazıklar olsun size şövalye hazretleri,” diye bağırdı, “bir mutfak yamağına benden daha çok kıymet verecek kadar kabasınız. Bu adam asil insanların dostluğuna uygun bir adam değil.” Kadının sözleri şövalyeyi mahcup etti, bu yüzden Beaumains’i alarak onu yandaki sehpaya oturttu, karşısına da kendi oturdu.
Sabah erkenden Sör Beaumains ve genç kadın, şövalyeye veda edip ormanın içinde at sürmeye devam ettiler, büyük bir nehre vardılar; nehrin diğer yanında geçişi gözetleyen iki şövalye vardı. “Ee, şimdi ne diyorsun? Onlarla dövüşecek misin yoksa geri mi döneceksin?” diye sordu genç kadın. “Yanınızda altı kişi daha bulunuyor olsaydı bile geri dönmezdim,” diye cevap verdi Sör Beaumains. Suya doğru koştu, şövalyelerden biri de ileri atıldı. Nehrin ortasında karşı karşıya geldiler, mızrakları hücumun etkisiyle paramparça oldu; bu yüzden kılıçlarını çekip birbirlerine vurmaya başladılar. Nihayetinde Sör Beaumains, şövalyeye öyle bir darbe indirdi ki adam atından düşüp nehirde boğuldu. Ardından Beaumains atını kıyıda bıraktı, orada onu ikinci şövalye bekliyordu, uzun bir süre boyunca dövüştüler, ta ki Sör Beaumains adamın miğferini iki parçaya ayırana kadar. Böylece onu da öldürüp genç kadının peşinden gitti.
“Yazık!” diye bağırdı kız, “Bir mutfak yamağı bile böylesi iki şövalyeyi yok edecek güce sahip! Eh, çok büyük iş başardığını sanıyor olabilirsin, oysaki yanılıyorsun! İlk şövalyenin atı tökezledi ve sen daha ona dokunmadan düşüp boğuldu. Diğerine ise arkadan saldırıp adam savunmasızken vurdun.” “Genç hanım!” diye cevap verdi Beaumains, “İstediğinizi söyleyebilirsiniz, ne söylediğiniz umurumda değil, tek derdim leydinizi kurtarmak.” “Hadi oradan pis mutfak yamağı, seni kepaze edecek şövalyelerle karşılaşacaksın,” dedi kadın. “Daha kibar bir dil kullanmanız için yalvarıyorum; karşıma gelecek şövalyelerin nasıl oldukları ise umurumda değil, onlarla dövüşeceğim,” diye cevap verdi Beaumains. “Seni iyiliğin için geri döndürmeye çalışıyorum, çünkü beni takip edersen eminim ki öleceksin, zira biliyorum ki bundan önce kazandığın tüm dövüşleri şansa kazandın,” dedi kadın. “İstediğinizi söyleyin genç hanım, ancak nereye giderseniz gidin, sizi takip edeceğim,” diye cevap verdi Beaumains. Akşam olana kadar birlikte at sürdüler, kadın ise tüm yol boyunca onu azarlamaya ve rahatsız etmeye devam etti.
En sonunda kara bir çimenliğin bulunduğu açık bir alana geldiler; çimenliğin üzerinde kara dikenler, onların üstünde bir tarafta kara bir arma, diğer tarafta ise büyük bir kara kalkan ve uzun bir kara mızrak vardı. Hemen yakınlarında üzeri ipekle örtülmüş, kara bir taşa bağlanmış kara bir at duruyordu. Atın üstünde ise kara zırhlar kuşanmış bir şövalye oturuyordu. Genç kadın, şövalyeyi gördüğünde ondan atıyla birlikte uzaklaşmasını istedi, çünkü atı eyerli değildi. Gelgelelim bu şövalye yaklaşarak kadına “Genç hanım, Kral Arthur’un sarayına gidip fedainiz olarak getire getire bu şövalyeyi mi getirdiniz?” diye sordu. “Doğrusunu isterseniz hayır, o yalnızca bir mutfak yamağı, Kral Arthur iyilik olsun diye ona yemek vermiş,” diye cevap verdi kadın. “Öyleyse neden zırh kuşanmış?” diye sordu şövalye, “Sizin yanınızda olması bile maskaralık.” “Ondan kurtulamıyorum, ben istemediğim halde benimle geliyor. Beni ondan kurtarabileceğinizi düşünüyorum! Onu ya öldürün ya da korkutun, yalnız dikkat edin, bugün bir şekilde geçitteki iki şövalyeyi katletmeyi başardı,” dedi kadın. “Asil kana sahip herhangi birinin onunla dövüşmeye neden razı geldiğini çok merak ediyorum,” dedi Kara Şövalye. “Onu tanımıyorlardı, benimle at sürdüğü için onun meşhur bir şövalye olduğunu sandılar.” Bunun üzerine Kara Şövalye, “Bu olabilir, yine de yapılı biri ve görünüşe göre güçlü de bir adam. Yine de onu yere çalacağıma, zırhını ve atını elinden alacağıma söz veriyorum, çünkü daha fazlasını yapmak benim için utanç kaynağı olur,” dedi. Sör Beaumains, onun bu şekilde konuştuğunu duyunca baktı ve şöyle dedi: “Sayın şövalye, kaygısızca atımı ve zırhımı almaktan bahsediyorsunuz, ancak bilesiniz ki siz isteseniz de istemeseniz de bu çimenlikten geçeceğim. Atımı ve zırhımı ancak adil bir dövüşte beni alt edebilirseniz alabilirsiniz. Öyleyse ne yapabilecekmişsiniz bir görelim.” Bunları duyan şövalye, “Öyle mi diyorsun? Bu hanımı takip etmekten vazgeç, bir mutfak yamağının böylesine asil bir leydiyle at sürmesi doğru değil,” diye cevap verdi. “Bu bir yalan, ben doğuştan bir beyefendiyim. Kanım ise seninkinden daha asildir ki bunu, seni alt ederek kanıtlayacağım.”
O esnada birbirlerine hızla hücum etmek için atlarını geri çektiler, bir buçuk saat boyunca bir hayli şiddetle dövüştüler. En sonunda Beaumains’in indirdiği darbe şövalyeyi atından düşürdü ve şövalye kendinden geçip öldü. Sonra Beaumains atından indi, şövalyenin atının ve zırhının kendininkilerden iyi olduğunu görünce onları kendine alarak genç kadının peşinden gitmeye devam etti. Bu şekilde birlikte giderlerken genç kadın her zaman yaptığı gibi onu azarladı, sonra yeşillere bürünmüş bir şövalyenin kendilerine doğru geldiğini gördüler. “Yanındaki kardeşim Kara Şövalye midir?” diye sordu şövalye, genç kadına. “Doğrusu hayır, bu aksi mutfak yamağı ne yazık ki kardeşinizi katletti.” “Heyhat!” diye iç çekti Yeşil Şövalye, “Kardeşimin ölümü, bir mutfak yamağının kaba ellerinden mi olacaktı? Hain!” dedi ve Beaumains’a döndü, “Kardeşim Sör Percard’ı katlettiğin için ölmelisin, zira o asil bir şövalyeydi.” Bu sözleri duyan Beaumains cevap verdi: “Onu alt ettim, çünkü iyi bir şövalyenin bunu yapması gerekir. Bu yüzden size de meydan okuyorum.”
Yeşil Şövalye, bir akasya ağacından sarkan borazanı alarak üç kere çaldı. İki genç kadın gelip onu zırhla donattı, şövalyeye yeşil bir kalkan ve yeşil bir mızrak verdiler. Böylece dövüş başladı; uzun bir süre boyunca, önce at sırtında sonra da ayakta, şiddetle devam etti. Ta ki ikisi de büyük yaralar alana dek. En sonunda genç kadın gelip yanlarında dikildi, “Efendim Yeşil Şövalye, bir mutfak hizmetlisiyle bu kadar uzun süre dövüştüğünüz için hiç mi utanç duymuyorsunuz? Sizden şövalye falan olmazmış!” Bu küçük düşürücü sözler Yeşil Şövalye’nin gururuna dokundu, haliyle öyle büyük bir darbe vurdu ki Beaumains’in kalkanı ikiye ayrıldı. Beaumains bunu gördükten sonra şövalyenin miğferine onu diz çöktürecek bir darbe indirdi, üzerine atılarak onu yerde sürükledi. Yeşil Şövalye, merhamet için haykırıp Beaumains’e kendisini esir almasını önerdi. “Genç hanım hayatınızı bağışlamamı istemediği sürece, söylediğiniz her şey beyhude,” diye cevap verdi Beaumains, ardından sanki öldürecekmişçesine şövalyenin miğferini çıkardı. “Ayıp sana, hain mutfak yamağı!” dedi genç kadın, “Şövalyenin hayatını bağışlamanı asla istemeyeceğim, çünkü hayatının tehlikede olmadığına eminim.” “Bir sözün beni kurtarabilecekken, ölmeme izin verme,” diye yakardı şövalye, daha sonra Beaumains’e dönüp “Hayatımı bağışla; ben de seni kardeşimin ölümü için affedeyim, sonsuza dek hizmetine gireyim ve sana hizmet etmeleri için otuz şövalyemi emrine vereyim,” dedi. “Şövalye hazretleri, bunların hiçbiri umurumda değil, genç hanım istemedikçe hayatınızı bağışlamam,” dedi Beaumains, sonra sanki şövalyeyi öldürecekmişçesine öne doğru adım attı. Genç kadın, “Tamam pis düzenbaz, öldürme. Eğer öldürürsen zaten bin pişman olursun,” dedi. Beaumains cevap verdi: “Genç hanım, size hizmet etmek benim için bir zevktir, isteğiniz üzerine onun hayatını bağışlayacağım. Yeşil zırhlı şövalye, bu genç hanımın isteği üzerine sizi serbest bırakıyorum, çünkü bana verdiği her görevi yerine getirmek boynumun borcudur.”
Yeşil Şövalye diz çöküp kılıcıyla saygılarını sundu. Genç kadın, “Aldığın yaralar ve kardeşinin ölümü için üzgünüm, gelgelelim ikinize de ihtiyacım var çünkü ormanı geçme konusunda büyük endişelerim var,” dedi. “Hiç korkmayın,” dedi Yeşil Şövalye, “zira bugün benim evimde kalacaksınız, yarın ise size ormanı geçebileceğiniz yolu göstereceğim.” Böylece Yeşil Şövalye’yle birlikte gittiler. Ne var ki genç kız, Beaumains’e karşı olan tavrını değiştirmedi ve onu her zamankinden daha fazla azarladı; ta ki Yeşil Şövalye, Beaumains’in mızrak tutan en asil şövalye olduğunu ve bir gün büyük bir kralın soyundan geldiğini öğreneceğini söyleyip kadına çıkışana dek. Yeşil Şövalye, emrindeki otuz şövalyeyi çağırıp onlara bundan böyle Beaumains’e hizmet etmelerini, onu ihanetten korumalarını ve ihtiyaç duyduğunda onun emirlerine uymak için hazır olmalarını söyledi. Böylece birbirlerine veda ettiler, Beaumains ile genç kadın ise tekrardan yola koyuldu. Sör Beaumains benzer bir şekilde, üçüncü kardeş olan Kızıl Şövalye’yi de alt etti. Kızıl Şövalye de merhamet dileyip altmış şövalyesini Beaumains’in hizmetine sunmayı teklif etti. Beaumains de genç hanımın isteği üzerine şövalyenin hayatını bağışladı. Aynı karşılaşma, Lacivert Şövalye Persant’la da gerçekleşti.
Bu kez genç kadın Beaumains’in dövüşmekten vazgeçmesini istedi, “Efendim, kim olduğunuzu ve hangi soydan geldiğinizi merak ediyorum. Cesurca konuşup cesurca hareket ediyorsunuz, bu yüzden hâlâ şansınız varken ayrılmanızı, kendinizi kurtar-manızı istiyorum. Zira hem siz hem de atınız büyük badireler atlattınız, ayrıca korkuyorum ki çok geciktik çünkü kuşatılmış kale buradan yedi mil uzaklıkta, bu hariç tüm tehlikeler ise arkamızda kaldı. Ciddi şekilde yaralanmanızdan korkuyorum. Üstelik bu Lacivert Şövalye Sör Persant, leydimi tutsak eden şövalyenin yanında bir hiç sayılır,” dedi. Tüm bunlara rağmen Sör Beaumains, kadının sözlerine kulak asmayacaktı, öğleden sonra iki saatte onu alt edeceğine ve kaleye gün içinde varacaklarına dair söz verdi. “Siz nasıl bir adamsınız?” diye sordu genç kadın, büyük bir hayretle Beaumains’e bakıyordu, “Hiçbir kadın bir şövalyeye benim size davrandığım kadar kötü ve rezil bir şekilde davranmamıştır, oysa siz her zaman bana karşı nazik ve saygılı oldunuz, asil kandan da gelse hiç kimse böyle bir davranış sergilemez.” “Genç hanım, sözleriniz yalnızca daha sert vurmama yol açıyor, her ne kadar Kral Arthur’un mutfağında yiyip içmiş olsam da belki de istediğim herhangi bir yerde de en az o kadar yiyip içebilirdim. Tüm bu yaptıklarım ise dostlarıma kendimi kanıtlamak içindi. Sevgili hanımım, bir beyefendi olayım ya da olmayayım, size bir beyefendi gibi hizmet ettim ve bakarsınız birbirimizden ayrılmadan önce size daha çok hizmet edebilirim,” diye cevap verdi Beaumains. “Ah nazik Beaumains, size söylediğim ve yaptığım her şey için beni affedin,” dedi kadın. “Sizi tüm kalbimle affediyorum. Artık bana karşı güzel sözler sarf etmekten hoşnut olduğunuza göre, bilin ki ben de sözlerinizi memnuniyetle dinliyorum. Bu yüzden o şövalyeyle karşılaşacak kadar güçlü hisseden biri varsa o da benim.”
Böylece Beaumains, Lacivert Şövalye Sör Persant’ı da alt edip yüz şövalyeyi emri altına aldı. Ertesi sabah genç kadın, Beaumains’i kaleye, Kızıl Toprakların Kızıl Şövalyesi’nin hanımı tutsak ettiği yere götürüyordu. Gidecekleri yeri duyan Sör Persant, “Tanrı sizinle olsun,” diye bağırdı, “O adam yaşayan en tehlikeli şövalyedir, çünkü yedi insan gücündedir. Dünyadaki en güzel kadınlardan biri olan o hanıma büyük yanlışlar yaptı, sanıyorum ki bu genç kadın da onun kız kardeşi. İsminiz Linet değil mi?” Genç kadın cevap verdi: “Evet efendim. Hanımım, yani kız kardeşimin adı ise Dame[1 - Kadınlara verilen, şövalyelik düzeyinde bir asalet unvanı. (ç.n.)] Lyonesse’dir.” Bunun üzerine Sör Persant, “Kızıl Şövalye, iki yıllık kuşatmanın ardından bitkin düştü, birçok kez kaleye girmeyi deneyebilirdi ancak Sör Lancelot du Lac’ın, Sör Tristram’ın ya da Sör Gawaine’in gelip kendisiyle dövüşeceğini umdu,” dedi. “Lordum Lacivert Şövalye Sör Persant, sizden bu beyefendiyi Kızıl Şövalye’yle mücadeleye girişmeden önce şövalye ilan etmenizi istiyorum,” dedi genç kadın. “Seve seve yaparım,” diye cevap verdi Sör Persant, “eğer benim gibi sıradan bir insandan şövalyelik nişanını almak onu da memnun edecekse tabii.” Beaumains cevap verdi: “Efendim, iyi niyetiniz için teşekkür ediyorum fakat bu vazifenin daha en başında şövalyelik nişanını bana Sör Lancelot bahşetti. Ben, Orkney’li Sör Gareth. Sör Gawaine ise kardeşimdir, gelgelelim ne o ne de annemin erkek kardeşi Kral Arthur bunu bilir. Bu yüzden bu sırrı saklamanızı istiyorum.”
O sıralarda Kral Arthur tarafından gönderilen bir şövalyenin kendisini kurtarmaya geldiği haberi, bir cüce tarafından kuşatma altında bulunan leydiye iletilmişti. Leydi, Beaumains’in tüm yaptıklarını ve önüne çıkanları bir bir nasıl alt ettiğini öğrenince cüceye fırında pişmiş geyik eti, etine dolgun tavuklar, iki gümüş sürahide şarap ve bir altın kupa götürüp tüm bunları yakınlardaki keşiş kulübesinde yaşayan keşişe bırakmasını söyledi. Cüce bu işi halletti. Leydi daha sonra kız kardeşini ve Sör Beaumains’i karşılamaya gitmesi için yine cüceyi gönderdi. Cüce, onlara keşişin hücresinde yiyip içmelerini ve dinlenmelerini söyledi; onlar da öyle yaptılar. Kuşatılmış kaleye yaklaşınca Sör Beaumains, topuklarında mahmuzları, ellerinde kılıçları bulunan tam kırk şövalye gördü; hepsi çimenlikten yükselen uzun ağaçlara asılmıştı. “Efendim, bu şövalyeler buraya kız kardeşim Dame Lyonesse’i kurtarmak için geldiler,” dedi genç kadın, “Eğer Kızıl Toprakların Kızıl Şövalyesi’ni alt edemezseniz siz de oraya asılacaksınız.”
“Gerçekten de Kral Arthur’un şövalyelerinin hiçbirinin bu Kızıl Toprakların Kızıl Şövalyesi’yle başa çıkamamış olması bir mucize,” diye cevapladı Beaumains. Etrafı yüksek duvarlar ve derin hendeklerle çevrili kaleye doğru yola koyuldular, en sonunda büyük bir çınar ağacına geldiler, bu ağaçta bir borazan asılıydı. Kızıl Şövalye’yle dövüşmeyi arzulayan kişi, bu borazanı şiddetle üflemeliydi.
Beaumains borazanı almak için yeltendiğinde Linet araya girdi: “Efendim, size yalvarıyorum, tam öğle vakti gelmeden bu borazanı çalmayın, çünkü öğleden önceki üç saat boyunca Kızıl Şövalye gücünün doruklarında oluyor ve yedi insan kuvvetine ulaşıyor, fakat öğle vakti geldiğinde sıradan bir adama dönüşüyor.”
“Ah! Böyle sözler söylediğiniz için utanmalısınız genç hanım. Şövalye her ne durumdaysa onunla ya o durumdayken savaşacağım ya da hiç savaşmayacağım,” dedi Beaumains, borazanı alıp öyle bir öttürdü ki ses tüm kale içinde yankılandı. Kızıl Şövalye de zırhını kuşanıp Beaumains’in dikildiği noktaya geldi. Böylece dövüş başladı, hem de ne dövüş; Beaumains öğle vaktine kadar dayanmak için çok çaba sarf etti ki o andan itibaren Kızıl Şövalye’nin gücü tükenmeye başladı. Bir ara soluklandılar, sonra tekrar başladılar, en sonunda Kızıl Şövalye mecburen Sör Beaumains’e teslim oldu. Kaledeki tüm efendiler ve baronlar, kazanana saygılarını sunmaya gelerek Kızıl Şövalye’nin hayatının bağışlanması karşılığında Beaumains’in hizmetine girmek için yalvardılar. Bu istekleri gerçekleşti, Linet ise şövalyenin yaralarını sarıp merhem sürdü, aynı şeyi Sör Beaumains için de yaptı. Sonrasında Kızıl Şövalye, Kral Arthur’un sarayına gönderildi, orada Sör Beaumains’in yaptıklarını anlattı. Kral Arthur ve şövalyeleri hayrete düştüler.
Sör Beaumains, dövüşten önce Dehşet Kalesi’nin penceresine bakmış, Leydi Lyonesse’in yüzünü görmüş, gördüğü yüzün dünyadaki en güzel yüz olduğunu düşünmüştü. Kızıl Şövalye’yi bertaraf ettikten sonra hızla kaleye girdi. Beaumains, Leydi Lyonesse tarafından karşılandıktan sonra ona, tüm benliğiyle âşık olduğunu söyledi. Kadın Beaumains’i reddetmedi, fakat bir süreliğine onu oyaladı. Sonrasında Kral, Leydi ve Beaumains’e, yani Sör Gareth’a mektuplar yollayıp saraya gelmelerini iletti. Sör Gareth’ın tavsiyesiyle Leydi Lyonesse, Kral’dan bir turnuva düzenlemesine izin vermesini istedi. Bu turnuvada en iyi olduğunu kanıtlayacak şövalye, eğer evli değilse, leydiyle evlenecek ve tüm topraklarının sahibi olacaktı. Gelgelelim eğer şövalye evliyse, bu sefer ona bembeyaz bir akdoğan, eşine ise kıymetli taşlarla bezeli altın bir taç verilecekti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/andrew-lang/kral-arthur-69403444/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kadınlara verilen, şövalyelik düzeyinde bir asalet unvanı. (ç.n.)