Rus masalları
William Ralston Shedden Ralston
Karlı ve uzun geceler ülkesi Rusya’dan beyaz (!) masallar…
Rus insanının eşsiz anlatım yeteneğinin kendini en iyi gösterdiği yer şüphesiz masallardır. Rus masallarının kulağa hoş gelen bir dili, etkileyici bir anlatımı, doğal bir mizahi yanı ve mükemmel tasvirleri vardır. Bu kitap özenle seçilmiş 51 masalı bir araya getirirken Rus masallarının tema ve karakterlerini de inceliyor.
Uzun ve soğuk kış gecelerini canlandıran eğlencelerde yüzyıllardır anlatılan bu masallarda cadı Baba Yaga’dan ölümsüz Koshchey’e, tek gözlü Likho’dan Budala İvan’a ya da Bilge Vasilissa’ya kadar pek çok ünlü Rus figürü karşımıza çıkmaktadır.
W. R. S. Ralston
Rus Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke[1 - Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.]” Japonya, rengârenk kültüründen beslen en rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
1. Bölüm
Giriş
“Halk Masalları”nın sözünü ettiği Periler Diyarı sakinleri arasında, kız kardeşlerinin küçümsemesi ve kıskançlığına maruz kalıp uzun zaman kimsenin dikkatini çekmeden ocağın başında oturan, ama günün birinde herkesten habersiz muhteşem bir sarayı ziyaret ettiğinde geç de olsa takdir gören, meziyetleri sayesinde hak ettiği konuma getirilen Külkedisi gibi ünlü, çok az kahraman vardır. İşte bu bölümdeki halk masallarının kendisi de Külkedisi’nin talihiyle benzerlik taşıyor. Bu masallar, yıllar boyunca sıradan halkın kalbinde yer etmesine rağmen, toplumun üst tabakalarındaki kişilerce tamamen göz ardı edilmişti. Sonra kültürlü dünyanın bu masalların varlığını tanıdığı bir dönem geldi. Fakat bunlara “çocuk masalları” ya da “kocakarı masalları”ndan daha yüksek bir değer atfedilmedi. Tabii ki bir akademisyenin lütfederek elit tabakaya ulaşabilmeleri için masalları güzelce süslediği ender durumlar hariç. Halk masalları, bir köylü kulübesinin alacakaranlığından gün ışığına çıktığında ve onları çirkin gösteren giysilerden kurtulduğunda nihai değişimi yaşamış oldu. Kral soyundan gelen ailelerin evladı sayıldılar. Öyle ki bazı aile üyeleri, masalların kökenini eski tanrılara kadar götürüyordu.
Günümüzde halk masalları gençlik ve cahilliğin dikkatsiz korumasına bırakılmak yerine, akademisyenlerin en yetkinlerince özenle ve büyük bir hürmetle ele alınmaktadır. Masalların kökeni konusundaki görüşler büyük farklılıklar gösterebilir. Halk masallarının çoğunun orijinal biçimleri korunarak yüzyıllar öncesinden günümüze geldiğine inanılmaktadır. Bir kısmının ise birbirini takip eden çağlardan geçerek tarih öncesi bir dönem boyunca kadim filozofların maddi ya da manevi dünyaya ilişkin fikirlerini ifade ettikleri o mitlere götürülebileceği düşünülmektedir.
Fakat her halk masalı, böyle soylu bir kökene sahip değildir ve halk masallarının orijinal anlamını keşfetmeye uğraşan mitoloji uzmanlarının önündeki engellerden biri, bunlardan hangilerinin hakikaten kadim ve dolayısıyla eleştirel analiz yapmaya değer olduğuna karar vermektir. Bir ülkenin masallarını ele alırken bunlardan hangilerinin o ülkenin kendi varlığı olduğuna veya hangilerinin ödünç alındığı ya da uyarlandığına karar vermek de güçtür. Çeşitli Avrupa halkları arasında mevcut masalların büyük bölümünün iki farklı hipotezle açıklandığını biliyoruz. Birinci hipoteze göre bu masalların büyük kısmı, “göç etmeden evvel Aryan kabilelerinin özünü oluşturan topluluğun ortak varlığıydı” ve dolayısıyla “bu gelenekler, tıpkı lisanları gibi atalarımızın ortak mirasının bir parçasıdır.” Diğer hipotez ise masalların büyük çoğunluğunun ithal olduğunu söyler. Buna göre bu masallar; çeşitli tercümeler vasıtasıyla, Doğu ve Batı’yı daima birbirine bağlamış olan gezginler ve tüccarlar, Haçlılar veya İspanya’yı yönetmiş Araplar yahut da eski zamanlarda Rusya’ya hâkim olmuş Tatarlar gibi savaşçı aktarıcılar sayesinde Avrupa’ya getirilmiştir. İlk görüşe göre, “dadıların neredeyse aynı sözlerle Thüringen ormanında ve Norveç köylerinde hâlâ anlattığı ve Hindistan’da pippal ağaçları altında kalabalık grupların bugün bile dinlediği bu masallar, Hint-Avrupa halklarının ortak mirasına ait”tir. İkinci görüşe göre ise Avrupa masallarının büyük bölümü, Avrupa’daki yabancılardan öğrenilmiştir ve tıpkı bugünkü sakinleri gibi bu masal ve fabllar da aynı mirası yansıtmaz. Bu masallar dolambaçlı bir yolla Hindistan’dan gelip Boccaccio veya La Fontaine’e ulaşmıştır.
Bu çelişkili hipotezlerin yol açtığı sorular üzerinde şimdilik durmayacağız. Şu an için Rus masallarını ele alırken bu hikâyelerin doğduğu yeri keşfetmek ya da orijinal anlamını ortaya koymaktan ziyade, bunların temel özelliklerini tanımaya ve böylelikle, bizimkiyle veya Rusya’ya göre daha çok aşina olduğumuz yabancı ülkelerde yaygın olan aynı türdeki masallarla hangi bakımlardan ayrıldığını görmeye çalışacağız.
Bir ülkenin ezgi ve masallarından, o ülkede yaşayan insanların iç dünyasına dair çok şey öğrenebileceğimiz sıkça söylenir. Ayrıca bu türden halk anlatıları, daima ulusal karakterin izini taşır, ulusal zihnin refleksini sunar. Halk şarkıları söz konusu olduğunda bu ifade doğru gözükmektedir ancak aynı durum Avrupa halk masalları söz konusu olduğunda pek de geçerli sayılmaz. Her ülke, kendi örf ve âdetlerine özgü göndermelerin olduğu bazı masallara sahiptir ve bu tür masalları toplayarak o ülkenin ulusal yaşamının tasvirine yaklaşan bir şey oluşturulabilir. Fakat bu sınıftaki masallar çoğu zaman eski ve yabancı temaların karşılaştırmalı uyarlamalarından öteye gidememektedir. Öte yandan bu masallar, ulusal bir resmi tamamlamak üzere malzeme sağlamaya yetecek kadar çok sayıda değildir. Bıraktıkları boşlukları doldurmak için başka iklime açıkça işaret eden masallardan birçok parçayı bir araya getirmek gerekir. Yabancı filiz ya da tohum yahut da kök salmış bitkinin yerinden taşındığından beri maruz kaldığı yeni etkiler sebebiyle bu boşluklara, fazlalık ya da gelişme şeklinde bakılabilir.
Rus halk masallarının ve bütün Hint-Avrupa uluslarının masallarının büyük çoğunluğu, sıradan erkek ve kadınlarla ilişkisi olmayan prens ve prenseslere, ayrıca yılanlar, devler ve ifritlerin maceralarına adanmıştır. Bu kahramanlar, yerli halklarla işgalciler arasındaki yıkıcı mücadelelerin sona ermesinden beri modern Avrupa’nın sakinleriyle uyumsuzdur. Kimi yorumcular bu mücadelelerin, halk masallarımızın kahramanları ile devler, troller, cüceler, yılanlar, ejderhalar ve diğer canavarlar arasındaki dövüşlerle temsil edildiğini düşünmektedir. Bu masallarda Periler Diyarı’nın havasını soluruz. Varlık koşulları, insan türünün hem maddi hem de manevi dünya ile arasındaki ilişki, şu an içinde bulunduğumuz ilişkilerle tamamen alakasızdır. Ölümlüler ve ölümsüzler, insanlar ve vahşi hayvanlar arasında sonsuz bir ilişki özgürlüğü vardır. Ayrıca daima dikkat edilmesi gereken bazı geleneksel kurallar olmasına rağmen bunlar, antropologlara göre insanlarca uygulanmış kurallar değildir. Tüm Avrupa’daki yaygın masallar hiç şüphesiz ki her ülkede farklılık göstermektedir; varyasyonlardaki içerik farklılığı, öğretici karakterden ziyade anlatıcıların coğrafi dağılımından kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Bu masalların anlatılma şekli, anlatıcıların zihinsel kapasitesini gösteren bir test olarak alınabilir. Zira halk masalları seyahat ettikleri süre içinde büyük değişim gösterir. Bir ülkede kısa, öz ve eksiksiz anlatılan bir masal, başka bir ülkede belirsizlik veya laf kalabalığı nedeniyle anlaşılmaz hâle gelebilir. Bir millet tarafından şiir canlılığına yükseltilirken, bir diğeri tarafından sıkıcı bir hikâye şekline indirgenebilir.
Tarz söz konusu olduğunda “skazka”lar, yani “Rus halk masalları”nın Rus halkının özelliklerini yansıttığını söyleyebiliriz. Avrupa’daki tüm Aryan halklarına ait “alt sınıflar”ın birbirine oldukça benzediği pek çok nokta vardır ama Rus köylüsü, Slav kardeşleriyle benzer bir şekilde, kendisini daha uzak kuzenlerinden ayırt eden gerçek bir anlatım yeteneğine sahiptir. Rus köylüleri arasında yaygın olan masalların anlatımı genellikle oldukça etkileyicidir. Masalların, basit ve kulağa hoş gelen bir dili vardır. Bu hikâyelerdeki mizah unsuru, doğal ve mütevazıdır. Kişi veya olay tasvirleri ise çoğu zaman mükemmeldir. Rusya’da tiyatro zevki yaygındır ve buna uygun olarak Rus halk masalları da anlatıcının teatral yeteneklerini sergilemesine olanak veren pek çok dramatik unsur içerir. Arada sırada hikâye anlatıcısı tarafından masala samimi bir komedi unsuru eklenmiştir ki, anlatının orijinal şeklinde bu unsur muhtemelen eksiktir.
Dolayısıyla, Rus masallarına bakarak Rus köylüsünün zihinsel özelliklerine dair bir fikir edinmek mümkün olabilir. Elbette bu, eksik bir fikir olacaktır ama dar sınırları içinde yeterince doğrudur. Ayrıca bu masallarda Rus köylüsünün yaşamına dair verilen tasvirler konusunda da aynı ifade geçerlidir. Bu masallar doğaldır ve Rus köylülerinin örf ve âdetlerine yabancı bir kişiye ilettikleri fikrin hatalı olması muhtemel değildir; ancak hikâyeler bu denli ileri gitmemektedir. Bir yabancı için büyük ilgi kaynağı olacak kimi sorulara hiç değinmemektedir. Mesela, insanların dini görüşleri hakkında çok az bilgiye rastlanırken, serflik döneminde efendi ve köleler arasındaki ilişkiye dair bir fikir edinmek de mümkün değildir masallardan. Fakat masal diyarının tasvirleri ve kahramanların maceralarının geçtiği hikâyelerde zaman zaman ortaya çıkan gerçek olay ve sıradan mesleklere yapılan atıflardan -kimi zaman yenilmez prensler ve dayanılmaz prenseslerin idealleştirilmiş portreleri arasına iliştirilmiş gerçekçi görüntülerden-, bir Rus köyünün genel görünümü ve sakinlerinin her zamanki davranışı hakkında bir fikir edinmek mümkün olabilir. Bu tesadüfi tasvirlerin birinden diğerine geçtiğimizde, kendine özgü bir cazibesi olan zihinsel bir resim yaratırız yavaş yavaş. Düz tahıl tarlasının geniş arazisini, uçsuz bucaksız ormanın kasvetini, yavaşça kıvrılan nehrin ışıltısını görürüz. Köyün tek caddesi boyunca yürür ve ahırı andıran ahşap kulübelere bakarız. Pencereleri sarmaşıklarla çevrili ve verandasındaki güllerle bizi karşılayan ideal İngiliz köy evinden çok farklıdır burası. Bahar zamanı bir keder bataklığı etrafındaki alanını, yaz mevsiminde sonsuz yeşil denizini, hasat zamanı altın ışıltısını, kışın ise ayak basılmamış geniş kar denizini görürüz. Pazar ve tatil günlerinde köylülerle birlikte beyaz duvarlı, yeşil kubbeli kiliseye gideriz; sonrasında kızların neşeyle dans edişlerini seyreder ve şarkılarını dinleriz ya da uzun kış gecelerini canlandıran toplantıların eğlencesine katılırız. Bazen de bir köy düğününün hoş lirik eğlencesi gözlerimizin önünde cereyan eder; kimi zaman Rus köylülerinin ölülerini koyduğu o kasvetli ve tenha kuytulara yönelmiş bir cenaze alayının peşinden gideriz. İş günlerinde sabah erkenden at arabalarını tarlaya götüren ve akşama dek toprağı sürmek, tırpanlamak yahut da orak veya balta vurmakla meşgul olan köylüleri görürüz. Yaz zamanı hafifçe dalgalanan çay ya da gölet kenarında kızların neşeli şarkılarını ve kahkahalarını işitiriz. Fakat kış mevsiminde köyün kadın ve kızlarının sık sık uğradığı ve dev örtüsü içinde bir “buz çukuru”na dönüşmüş yer haricinde hayat belirtisi görülmez. Geceleri köylülerin sade evlerinin, gün ışığı altında yabancı oldukları bir manzaraya büründüğünü görürüz; sert hatları, yaz gecelerini süsleyen ayın tatlı güzelliğiyle yumuşamış ya da biçimsiz yapıları, yıldızların aydınlattığı kış karı ile ortaya çıkmıştır esrarengiz bir şekilde. Hepsinden önemlisi, masalların birçok göndermede bulunduğu köy evlerinin içiyle tanışırız. Bazen sıkça zikredilen kapılardan geçerek etrafını çitlerin sardığı daha üst tabakaya ait çiftlik evlerini görürüz. Ahırlara ve hayvan kulübelerine, ayrıca aile için sebze ve meyve yetiştirilen bahçeye (Çiçekler! Ne yazık ki kuzey bölgelerinde çiçeklere az yer verilmiştir.) bir bakıp birçok gelenekçe kutsanan eşiği geçeriz ve daha gösterişli evlerde antre denilebilecek bölümden geçerek “oturma odası”na ulaşırız. Odanın düzenlemesini, ahşap zemin altındaki kileri, “kutsal resimler”in konulduğu “şeref köşesi”ni ve gündüzleri evin kalbi gibi işleyen, geceleri ise onun üzerinde ailenin huzurunun yok olduğu ve masallarda büyük yer kaplayan ocağı görürüz. Bazen yoksul köylünün kulübesini ziyaret ederiz. Burası, daha ziyade bir ahıra benzer, her yer kerpiçle sıvanmıştır ve delik çatısından duman sinsice yol alır. Bu yoksul evlerde çok acı çekildiğine şahit oluruz ama bunlara sabır ve tevekkülle katlanılmasına saygı duymayı öğreniriz. Misafir olduğumuz mütevazı evlerin çoğunda, birçok ailevi değer ve erdemin varlığının farkına varırız; aile şefkati ya da kardeş saygısı ve anne baba sevgisinin birçok örneğini görürüz. Gece vakti köy sokağında yürürken yoksul hanelerde bile “kutsal resimler” önünde bir mumun yandığını gösteren soluk huzmenin zifiri karanlıkta ışıdığına şahit oluruz. Bu fakir toprak işçilerinin, çoğu zaman cahil ve görgüsüz olsalar bile yaşamak zorunda kaldıkları sıkıcı ve zor hayatlarının düşük seviyesini, yüce düşünceler ve asil tutkularla yükseltebileceklerini hissederiz.
Bu bölümdeki masallar, Rus köy hayatına dair en açık tasvirleri içeren ya da Rus hissiyatı ve mizahını bilhassa ortaya çıkaran hikâyeler arasından seçilmiştir. Bunların aktarabileceği her bilgi, hâliyle bölük pörçük olacaktır ama doğru bir izlenim vermeyi başarabilir. Çoğu kez, bir ressamın kabaca aldığı notlar ve yaptığı karalamalar, aslına resmin son hâlinden daha sadık olabilmektedir.
Skazka kelimesi, yani halk masalı, Rus masallarında çok sık karşımıza çıkmaz. Yine de ortaya çıktığı durumlar da vardır. Bir prensesin skazkalardaki kadar güzel olduğunun söylenmesi gibi, skazkalara yapılan göndermeler genelde dolaylıdır. Ama bazen doğrudan ifade edilir. Mesela, bir masalda bir çocuk Baba Yaga (bir tür cadı) tarafından kaçırılmıştır. Kız kardeşi onu kurtarmaya geldiğinde çocuk bir koltukta oturmaktadır. Kedi Jeremiah ise ona skazkalar anlatıp şarkılar söylemektedir. Bir diğer masalda bir Durak, yani bir “budala” veya “sersem”, anne babalarının yokluğunda köy çocuklarına bakmakla görevlendirilir. “Bütün çocukları bir evde topla ve onlara skazkalar anlat,” talimatını alır. Çocukları toplar ama “hepsi çok pistir.” Bu yüzden çocukları temizlemek üzere kaynar suya atar ve ölümlerine sebep olur.
Uzun kış akşamlarında Rus köylerinde sosyal hayat canlıdır ve toplantıların bazılarında skazkalar anlatılır. Gerçi sadece gençlerin katıldığı toplantılarda şarkılar, oyunlar ve danslar daha popülerdir. Aşağıdaki skazka, giriş bölümünde bir vechernitsa ya da köy suaresini ve köylerde nasıl flört edildiğini tasvir etmesi sebebiyle seçildi. Masalın geri kalanı, modern hayata sadakati bakımından önemli değil ama ait olduğu masal sınıfına, yani genellikle Doğu kaynaklarına götürülebilecek kötü ruhlar hakkındaki masallara iyi bir örnek teşkil edecektir.
İfrit
Ülkenin birinde yaşlı bir çift yaşardı. Maruşya (Mary) adlı bir kızları vardı. Yaşadıkları köyde, İlk Çağrılan Aziz Andrew[2 - Hz. İsa tarafından papaz olarak çağrılan ilk kişi olması dolayısıyla dini ünvanı “İlk Çağrılan” olmuştur. (e.n.)] gününü (30 Kasım) kutlamak âdetti. Kızlar bir köy evinde toplanıp pampuşki[3 - Pampuşki: Mayasız ekmekten yapılan ve sarımsakla tatlandırılan hamur işi. (ç.n.)] pişirir ve bir hafta, hatta bazen daha uzun bir süre doya doya eğlenirlerdi. Bayram günü gelip çattı ve kızlar yine toplanıp çeşit çeşit yiyecek ve içecekleri hazırlamaya koyuldular. Akşamları ise delikanlılar gelip müzik yapıyor, dans ediyorlardı. Yanlarında içki de getirmişlerdi. Bütün kızlar çok güzel dans ediyordu; ama içlerinde en iyi dans eden Maruşya’ydı. Bir zaman sonra çok hoş bir delikanlı geldi köy evine. Hem de ne delikanlı! Akıllara ziyan türden. Ay parçası gibi, üstelik iki dirhem bir çekirdek giyinmiş.
“Merhaba, güzel kızlar!” dedi.
“Merhaba, delikanlı!” diye cevap verdiler.
“Eğlenceniz mi var?”
“Evet, haydi sen de katıl bize.”
Bunun üzerine delikanlı cebinden altın dolu bir cüzdan çıkararak içki, biraz yemiş ve zencefilli kek istedi. Dilediği şeyler çabucak getirildi ve delikanlı, oradaki genç kız ve erkeklere ikramda bulundu. Ardından dansa başladı. Onu izlemek ne büyük zevkti! Delikanlının en çok hoşuna giden kız, Maruşya’ydı. Bu yüzden daima onun yakınında durdu. Nihayet eve gitme vakti geldi.
“Maruşya,” dedi, “haydi, gel de beni uğurla.”
Kız, delikanlıyı geçirmeye gitti.
“Maruşya, tatlım!” dedi delikanlı, “Benimle evlenmek ister misin?”
“Arzun buysa, memnuniyetle evlerinim seninle. Ama söyle bakalım, nereden geliyorsun?”
“Şöyle şöyle bir yerden geliyorum. Bir tüccarın yanında kâtibim.”
Birbirlerine veda edip ayrıldılar. Maruşya eve döndüğünde annesi sordu:
“Anlat bakalım kızım! Eğlendin mi?”
“Evet, anneciğim. Ama sana söylemek istediğim güzel bir şey var. Yakınlardan gelen bir delikanlı vardı. Çok yakışıklı, üstelik çok parası var ve benimle evleneceğine söz verdi.”
“Beni iyi dinle, Maruşya! Yarın kızların yanına giderken yanına bir top ip al, bir ilmik at ve delikanlıyı uğurlarken düğmelerinden birine ilmiği takıp ipi yavaşça açmaya başla. Böylelikle genç adamın nerede yaşadığını öğrenebilirsin.”
Ertesi gün Maruşya yine toplantıya gitti ve annesinin tavsiyesine uyarak yanına bir top ip aldı. Delikanlı da eğlenceye gelmişti.
“İyi akşamlar, Maruşya!” dedi delikanlı.
“İyi akşamlar,” dedi kız.
Oyun ve danslar başladı. Delikanlı, öncekinden de çok yaklaştı Maruşya’ya. Öyle ki kızdan bir adım bile uzaklaşmıyordu.
Sonra eğlence bitti ve eve dönme vakti geldi.
“Haydi, gel de beni uğurla, Maruşya!” dedi yabancı.
Kız dışarı çıktı ve delikanlıya veda ederken ipe attığı ilmiği belli etmeden gencin bir düğmesine taktı. Delikanlı yola çıktı. Maruşya ise olduğu yerde kalıp ipi yavaşça açmaya başladı. Bütün ipi açtıktan sonra nişanlısının nerede yaşadığını öğrenmek için ipin peşinden koşturdu. Önce bütün yolu gitti, sonra çitleri ve hendekleri aştı. İpi takip eden Maruşya, sonunda kiliseye yönelerek verandaya gitti. Kapıyı açmayı denedi ama kilitliydi. Sonra kilisenin etrafını dolaştı ve pencerenin yanında bir merdiven buldu. İçeride neler olduğunu görmek için hemen merdivene çıktı. Kiliseye girince, nişanlısını bir mezarın yanı başında, bir cesedi hapur hupur yerken gördü. Cenaze o geceliğine kilisede bırakılmıştı.
Maruşya, sessizce merdivenlerden inmek istedi; ama korkudan tedbiri elden bırakarak biraz gürültü yaptı. Sonra hemen eve koşturdu. Tanık olduğu dehşet yüzünden kendini kaybetmiş, yol boyunca takip ediliyormuş hissine kapılmıştı. Eve vardığında ölüden farksızdı. Ertesi sabah annesi sordu:
“Söyle bakalım, Maruşya! Delikanlıyı gördün mü?”
“Gördüm, anne,” diye cevap verdi. Ama gördüğü diğer şeyleri annesine anlatmadı.
O sabah Maruşya oturmuş eğlenceye gitsem mi gitmesem mi diye düşünüyordu.
“Git,” dedi annesi. “Gençsin! Eğlenmek, gülmek hakkın!”
Bunun üzerine kız eğlenceye gitti. İfrit çoktan gelmişti. Yine oyunlar başladı. Dans edildi, eğlenildi. Diğer kızlar, Maruşya’nın başına gelenlerden henüz haberdar değildi. Vedalaşıp eve gitmek üzere hazırlandıklarında İfrit seslendi:
“Haydi, Maruşya! Gel de beni uğurla.”
Kız çok korkuyordu, yerinden kımıldayamadı bile. Bunu fark eden diğer kızlar Maruşya’nın başına üşüştü:
“Ne düşünüyorsun? Ne oldu da birden bu kadar utangaç oluverdin? Haydi, git de geçir delikanlıyı.”
Çaresi yoktu. Maruşya, başına neler geleceğini bilmeden dışarı çıktı. Biraz ilerleyince İfrit, kızı sorgulamaya başladı:
“Dün gece kilisede miydin?”
“Hayır.”
“Peki, orada ne yaptığımı gördün mü?”
“Hayır.”
“Çok güzel! Yarın baban ölecek!”
Bu sözleri söyleyip ortadan kayboldu.
Maruşya çok üzgün ve düşünceli bir hâlde eve döndü. Sabah uyandığında babası can vermişti!
Bütün aile zavallı adam için ağlayıp sızladı. Sonra onu tabuta koydular. Akşam olunca Maruşya’nın annesi rahibin yanına gitti; Maruşya ise evde kaldı. Sonunda evde tek başına olduğu için korkuya kapıldı. “Arkadaşlarımın yanına gideyim,” diye düşündü. Öyle de yaptı. Ne var ki İfrit de oradaydı.
“İyi akşamlar, Maruşya! Hiç neşen yok, neden böylesin?”
“Nasıl neşeli olayım? Babam öldü!”
“Ah! Zavallı şey!”
Herkes Maruşya’nın durumuna çok üzüldü. Lanetli İfrit bile üzüldü, sanki bütün bu olanlar onun başının altından çıkmamıştı.
Yavaş yavaş veda zamanı geldi ve herkes eve gitmek üzere hazırlandı.
“Maruşya, haydi beni uğurla!” dedi İfrit.
Kız gönülsüzdü.
“Ne düşünüyorsun, çocuk?” diye ısrar etti kızlar. “Neden korkuyorsun? Git, uğurla onu.”
Maruşya, delikanlıyı uğurlamak üzere yerinden ayrıldı. Birlikte dışarı çıktılar.
“Söyle bakalım, Maruşya. Kilisede miydin?”
“Hayır.”
“Ne yaptığımı gördün mü?”
“Hayır.”
“Peki öyleyse! Yarın annen ölecek.”
Sözlerini bitirir bitirmez ortadan kayboldu. Maruşya, hiç olmadığı kadar kederli bir hâlde eve döndü. Sabah oldu ve uyandığında annesini ölü buldu! Bütün gün ağladı ama güneş batıp etraf kararınca Maruşya yalnızlıktan korkuya kapılıp arkadaşlarının yanına gitti.
“Ne oldu, neyin var? Suratından düşen bin parça!” dedi diğer kızlar.
“Nasıl neşeli olmamı bekliyorsunuz? Dün babam öldü, bugün de annem.”
“Zavallı seni! Zavallı bahtsız kız!” diye üzüldüler Maruşya’nın hâline.
Sonra yine veda vakti geldi. “Beni uğurla, Maruşya,” diye bağırdı İfrit. Kız da onu uğurlamak için dışarı çıktı.
“Söyle bakalım, kilisede miydin?”
“Hayır.”
“Peki, ne yaptığımı gördün mü?”
“Hayır.”
“Pekâlâ! Yarın sen öleceksin!”
Maruşya geceyi arkadaşlarıyla geçirdi. Sabah uyanınca ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Büyükannesi aklına geldi. Çok yaşlı bir kadındı büyükannesi ve uzun yıllardır da gözleri görmüyordu. “En iyisi gidip büyükannemden öğüt isteyeyim,” diye düşündü kız. Sonra yaşlı kadının evine gitti.
“İyi günler, büyükanne!” dedi.
“İyi günler, güzel torunum! Ne haberler getirdin bakalım? Annen, baban nasıl?”
“Öldüler, büyükanne,” diye cevap verdi kızcağız ve ardından başına gelenleri anlattı.
Yaşlı kadın her şeyi dinledi ve dedi ki:
“Ah canım! Benim bahtsız çocuğum! Hemen papazın yanına git ve şunu rica et: Eğer ölürsen, bedenini kapıdan çıkarmasınlar. Eşikten itibaren bir çukur kazılsın ve seni oradan çekip alsınlar. Bir de dört yolun birleştiği bir kavşakta gömülmeyi iste.”
Maruşya papazın yanına gitti, gözyaşları içinde başına gelenleri anlattı ve büyükannesinin talimatlarının izleneceğine dair söz aldı. Sonra eve döndü, bir tabut satın aldı ve içine yattı. Hemencecik can verdi.
Papaza haber verildi. Papaz önce kızın babasını ve annesini, ardından da kızı gömdü. Ama Maruşya’nın bedeni eşiğin altından geçirilerek bir kavşağa gömüldü.
Bundan kısa bir süre sonra bir derebeyinin oğlu, Maruşya’nın mezarının yanından geçti. Mezarın üzerinde muhteşem güzellikte bir çiçek açmıştı. Böyle harikulade bir çiçek görmemişti ömründe. Genç derebeyi uşağına emretti:
“Git, o çiçeği kökünden sök. Eve götürüp saksıya dikeceğiz. Belki orada filizlenir.”
Çiçeği söküp eve götürdüler, bir saksıya dikip pencere kenarına yerleştirdiler. Çiçek iyice büyüdü ve daha da güzelleşti. Bir gece uşak henüz uyumamış, pencereye bakıyordu ki mucizevi bir olay gerçekleşti. Çiçek birden titremeye başladı, sonra köküyle beraber yere düştü ve güzeller güzeli bir kıza dönüştü. Çiçek güzeldi ama kız çok daha güzeldi. Odadan odaya geçip çeşitli yiyeceklerden atıştırdı, içeceklerden içti. Sonra yere yatıp eskisi gibi çiçeğe dönüştü. Pencereye çıkarak saksıdaki yerini aldı. Ertesi gün uşak, gece şahit olduğu mucizeyi efendisine anlattı.
“Ah, kardeşim!” dedi genç adam, “Niçin beni uyandırmadın? Bu gece ikimiz birlikte nöbet tutacağız.”
Gece oldu. Uyumayıp nöbet tuttular. Saat on ikiyi vurunca, çiçek filizi yine titremeye başladı. Oradan oraya savrulup nihayet yere düştü ve güzeller güzeli kız ortaya çıktı. Kendine yiyecek bir şeyler bulup karnını doyurdu. Genç derebeyi, ileri fırlayıp güzel kızı pamuk ellerinden tuttu. Karşısındaki öyle bir güzellikti ki genç adam ona bakmaya dahi kıyamıyordu!
Ertesi sabah anne babasına gidip dedi ki: “Lütfen evlenmeme müsaade edin. Kendime bir eş buldum.”
Anne babası gencin bu dileğini kabul etti. Maruşya ise şöyle dedi:
“Yalnızca bir şartla seninle evlenirim. Dört sene boyunca kiliseye gitmeyeceğim.”
“Pekâlâ,” dedi genç adam.
Bunun üzerine gençler evlendi ve birlikte iki sene yaşadıktan sonra bir oğulları oldu. Günlerden bir gün, evlerinde misafir ağırlıyorlardı. Misafirler yiyip içtikten sonra eşleriyle övünmeye başladılar. Birinin karısı güzeldi, diğerininki hepsinden güzeldi.
“İstediğinizi söyleyin,” dedi ev sahibi, “ama benimkinden güzel bir eş dünyada bulunmaz!”
“Güzel olmasına güzel ama,” diye cevap verdi misafirler, “dinsizin teki.”
“O da ne demek?”
“Ne demek olacak, hiç kiliseye gittiğini görmedik.”
Maruşya’nın kocası bu sözleri pek nahoş buldu. Pazar gününe kadar bekledi. Sonra kiliseye gitmek üzere hazırlanmasını istedi karısından.
“Ne söyleyeceğin umurumda değil,” dedi kocası. “Git, hemen hazırlan.”
Hazırlandılar ve kiliseye gittiler. Önce kocası içeri girdi, dikkatini çeken bir şey görmedi. Ama Maruşya etrafına bakınca pencere kenarında oturan İfrit’i gördü.
“Aha! Nihayet geldin!” diye bağırdı İfrit. “Eski zamanları hatırlayalım. O gece kilisede miydin?”
“Hayır.”
“Orada ne yaptığımı gördün mü?”
“Hayır.”
“Pekâlâ! Yarın kocan ve oğlun ölecek.”
Maruşya hemen kiliseden dışarı fırlayıp büyükannesinin yanına gitti. Yaşlı kadın ona iki küçük şişe verdi. Birinde kutsal su, diğerinde ise ölümsüzlük suyu vardı. Sonra torununa ne yapması gerektiğini anlattı. Ertesi sabah, Maruşya’nın kocası ve oğlu öldü. Ardından İfrit uçarak yanına gelip sordu:
“Söyle bakalım, kilisede miydin?”
“Evet.”
“Peki, ne yaptığımı gördün mü?”
“Bir cesedi yiyordun.”
Maruşya bu sözleri söyleyip İfrit’in üzerine kutsal sudan serpti. Canavar, anında toz ve küle dönüşüp rüzgârla beraber savrulup gitti. Ardından Maruşya, kocası ve oğlunun üzerine ölümsüzlük suyundan serpti. Bunun üzerine genç adam ve oğlu hemen canlandı. O günden sonra üzüntü ve ayrılık uğramadı hayatlarına, birlikte mutlu mesut yaşadılar.
Ölü Anne
Köyün birinde mutluluk ve huzur içinde yaşayan bir karı koca vardı. Bütün komşuları onlara imrenirdi. Bu çifti görmek, köyün dürüst halkına zevk veriyordu. Bir zaman sonra, bir erkek çocukları oldu; ama kadın doğumda hayatını kaybetti. Zavallı mujik[4 - Mujik: Rus köylüsü. (ç.n.)] ağlayıp sızladı. Ama adam her şeyden önce yavrusu için çok üzülüyordu. Annesi olmadan bebeği nasıl büyütecekti? En doğrusunu yaparak çocuğa bakması için yaşlı bir kadın tuttu. Bu arada bir de ne olsa beğenirsiniz? Bebek mamasını reddediyor, bütün gün ağlamaktan başka bir şey yapmıyordu! Çocuğu yatıştırmanın yolu yoktu. Fakat çocuk geceleri öylesine sessiz ve huzurlu uyuyordu ki, varlığı hiç hissedilmiyordu. “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu kendi kendine yaşlı kadın. “En iyisi bu gece uyumayıp öğreneyim.”
Gece yarısı olduğunda kadın, birinin sessizce kapıyı açıp beşiğe yaklaştığını duydu. Bunun üzerine bebek, sanki emziriliyormuş gibi ağlamayı bırakarak sakinleşti.
Ertesi gece ve ondan sonraki gece de aynı şey yaşandı. Kadın, bebeğin babasına bu olanları anlattı. Adam akrabalarını çağırıp onlara danıştı. Şu karara vardılar: Bütün gece nöbet tutup bebeği emzirmeye gelenin kim olduğunu öğreneceklerdi. Bunun üzerine akşam olduğunda yere uzanıp saklandılar ve yanlarına toprak bir kabın içine gizledikleri ince bir mum aldılar.
Gece yarısı olunca evin kapısı açıldı. Biri içeri girip beşiğe yöneldi. Çok geçmeden bebek ağlamayı kesti. Tam o anda akrabalardan biri mumu çıkardı. Bir de ne görsünler! Çocuğun ölü annesi, gömüldüğü elbiseleriyle beşiğin yanına diz çökmüş, ölü bedenindeki memesiyle bebeğini emziriyordu.
Köy evi mum ışığıyla aydınlandığı an, kadıncağız ayağa kalkıp üzgün gözlerle yavrusuna baktı ve ardından hiç ses etmeden, kimseye tek kelime söylemeden odadan çıktı. Onu gören herkesin nutku tutulmuştu. Ardından çocuğun ölmüş olduğunu gördüler.
Ölü Cadı
Bir zamanlar korkunç bir cadı yaşardı. Bir kızı ve bir torunu vardı. Kocakarının ölüm vakti yaklaşınca kızını yanına çağırıp şu talimatları verdi: “Dinle kızım! Ben ölünce sakın bedenimi ılık suyla yıkama. Bir kazanı suyla doldur ve iyice kaynat. Sonra o kaynar suyu üzerime boşaltıp beni iyice haşla. Bu söylediklerimi düzenli aralıklarla tekrarla.”
Bu sözlerin ardından cadı kadın, iki üç gün hasta yattı ve sonunda can verdi. Kızı, komşulara gidip annesini yıkamak için yardım etmelerini istedi. Bu sırada cadının küçük torunu evde yapayalnız kalmıştı. İşte o anda küçük kız, orada gördü onları. Ansızın ocağın altından iki ifrit çıkıvermişti. Biri küçük, diğeri büyük bu iki ifrit ölü cadıya saldırdı. Yaşlı olanı kadının ayaklarını kavradı ve tek çekişte derisini çıkarıverdi. Ardından küçük ifrite döndü:
“Eti senin olsun, ocağın altına çek.”
Bunun üzerine küçük ifrit, sarıldığı cesedi ocağın altına çekti. Yaşlı kadından geriye sadece derisi kalmıştı. İşte bu derinin içine yaşlı ifrit girdi. Sonra yaşlı cadının hasta yattığı yere uzandı.
Bu sırada cadının kızı, yanında neredeyse on kadınla döndü. Hep birlikte cadının cesedini yere koydular.
“Anneciğim,” dedi çocuk, “sen yokken büyükannemin derisini soydular.”
“Ne diye böyle yalanlar söylüyorsun?”
“Doğru söylüyorum, anneciğim! Ocağın altından kara bir cin çıkıverdi. Sonra büyükannemin derisini soyup içine girdi.”
“Sus diyorum sana, yaramaz çocuk! Saçmalıyorsun!” diye bağırdı acuzenin kızı. Sonra kocaman bir kazan getirip soğuk suyla doldurdu, kazanı ocağın üzerine koyup fokur fokur kaynayana dek bekletti. Ardından kadınlar hep birlikte yaşlı kadını kaldırıp taş yalağa yatırdı ve kazandaki suyu kadının üzerine döküverdi. Bu acıya katlanamayan ifrit, yalaktan fırlayıp kapıdan dışarı çıktı ve çırılçıplak bir hâlde gözden kayboldu. Kadınlar öylece bakakaldı:
“Bu nasıl bir mucizedir, yüce Tanrım!” diye bağrışıyorlardı. “Ölü kadın daha demin buradaydı ama şimdi yok. Gömecek kimse yok burada. İfritler gözümüzün önünde kaçırdılar kadını!”
Rus köylerindeki cenaze törenlerinde ölünün ardından uzun uzun ağlanır. Bu gelenek, bir ölçüde İrlandalıların “ağıt yakma” törenlerini andırır. Ayrıca Korsikalı “bağırıcılar” veya modern Yunanistan’daki “mersiyeciler”e çok benzeyen kiralık ağıtçılar tarafından seslendirilen zaplaçki, yani ağıtlara masallarda sık sık gönderme yapılır. Mesela, çok iyi bilinen “Jack ve Fasulye Sırığı” öyküsünün bir versiyonu olan “Ağıtçı Tilki” masalında, ihtiyar bir adam karısını bir çuvala koyup fasulye sırığına çıkararak göklere götürmek ister. Yolda yorgun düşünce çuvalı düşürüverir ve yaşlı kadıncağız ölür. Karısının cesedi başında ağlayıp sızladıktan sonra bir ağıtçı aramaya başlar. Yoluna bir ayı çıkar. Adam, hayvana bağırır: “İhtiyar karım için biraz ağıt yak, ey ayı! Bunu yaparsan, sana güzel iki tavuk veririm.” Ayı gürler: “Ah, sevgili nineciğim! Senin için nasıl da üzülüyorum!” “Yok, yok!” der yaşlı adam, “Sen ağıt yakmayı beceremiyorsun.” Biraz daha ilerleyince karşısına çıkan kurttan yardım ister ama kurt da ancak ayı kadar başarılı olur bu işte. Nihayet bir tilki çıkar yaşlı adamın karşısına. Adamın ricası üzerine yüksek sesle “Turu Turu, büyükanne! Büyükbaba öldürdü seni!” diye ulumaya başlar. Bu ağıt, yaşlı adamın öyle hoşuna gider ki tavukları hemen tilkiye verir ve mest olmuş bir hâlde “aynı melodi”yi tekrar rica eder.
Hazine
Uzun zaman önce bir krallıkta, yoksulluk içinde yaşayan ihtiyar bir karı koca vardı. Bir zaman sonra yaşlı kadıncağız öldü. Kış mevsimiydi, şiddetli soğuk ve don vardı. Yaşlı adamcağız, arkadaşları ve komşularına giderek karısına mezar kazmak için yardımlarını istedi. Fakat adamcağızın içinde bulunduğu yoksulluktan haberdar olan yakınları yardım isteğini reddetti. Bunun üzerine ihtiyar adam papaza gitti (ama o köyde son derece acımasız ve vicdansız bir papaz vardı) ve dedi ki:
“Muhterem Peder, lütfen yaşlı bir kadını defnetmeme yardım edin.”
“Peki, cenaze töreni için paran var mı bakalım? Eğer varsa önceden ödemen gerek!”
“Sizden bir şey saklamanın faydası yok. Cebimde tek kopek[5 - Rublenin yüzde birine denk gelen Rus para birimi, kuruş. (ç.n.)] yok. Ama biraz bekleyebilirseniz, bir miktar kazanıp borcumu faiziyle öderim. Sözüm söz!”
Papaz ihtiyarı dinlemedi bile.
“Paran yoksa sakın buraya geleyim deme,” dedi.
Ne yapacağını düşünüp duruyordu yaşlı adam. “Mezarlığa gidip elimden geldiğince güzel bir mezar kazacağım ve yaşlı karımı kendim defnedeceğim.” Bunun üzerine eline bir kazma kürek alıp mezarlığın yolunu tuttu. Var gücüyle kazdı durdu. Sonunda küreği alev gibi parlayan altın paralarla dolu metal bir küpe vurdu. Yaşlı adam çok sevindi. “Ey Tanrım, sana şükürler olsun! Artık karımı âdetlere göre defnedebileceğim, içim rahat edecek.”
Bu sevinçli olaydan sonra mezar kazmayı bırakmıştı. Altın dolu küpü alıp evine götürdü. Eh, paranın nelere kadir olduğunu hepimiz biliyoruz. Her şey tereyağından kıl çeker gibi kolay oldu! Göz açıp kapayıncaya kadar mezarı kazıp tabutu hazırlayacak insanlar bulunuverdi. Yaşlı adam, gelinini alışverişe yollayarak türlü türlü yiyecek ve içecekler almasını istedi. Cenaze yemeğinde kuş sütü bile eksik olmamalıydı. Kendisi ise eline aldığı bir altınla beraber topallayarak Papaz’ın yanına gitti. Kapıya vardığı an Papaz, adamcağızın üzerine atladı.
“Paran yoksa buraya bir daha gelme demedim mi sana, hödük herif? Utanmadan karşıma dikilmişsin yine.”
“Kızmayın, batyuşka[6 - Sevgili peder, saygıdeğer peder. (ç.n.)],” dedi yaşlı adam yalvarırcasına. “İşte size bir altın. İhtiyar karımı gömmeme yardım ederseniz, bu iyiliğinizi hiç unutmam.”
Papaz parayı alınca yaşlı adamı nasıl misafir edeceğini, nereye oturtacağını, hangi sözlerle gönlünü alacağını şaşırdı. “Ah, benim eski dostum! Hiç üzülme, ne gerekiyorsa yaparız,” dedi.
Yaşlı adam selam verip eve döndü. Papaz ve karısıysa adamcağız hakkında konuşmaya başladılar. “Ayı herif. Fakirlikten ağzı kokuyor ama bize bir altın veriyor. Çok ölü gömmüşlüğüm var, hepsi de birbirinden cibilliyetsizdi, lakin böylesi bir adama ömrümde rastlamadım.”
Papaz, maiyetiyle beraber işe koyulup yaşlı kadını usulünce defnetti. Cenazeden sonra ihtiyar adam, mevta anısına verdiği yemeğe çağırdı Papaz’ı. Sonra adamın evine girdiler, masaya oturdular. Her türden et ve bol bol yiyecek içecek vardı masada. Papaz sofraya oturur oturmaz üç kişilik yemeği mideye indirdi, ama hâlâ açgözlülükle başkalarının yediğini süzüyordu. Diğer misafirler yemeklerini bitirip evlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından papaz da masadan kalktı. Yaşlı adam papazı yolcu etmek istedi. Bahçeye çıktıklarında yalnız kalmalarından istifade eden papaz, hemen adamı sorguya çekmeye başladı: “Bak, dostum! Bana her şeyi itiraf et de ruhunda tek bir günahın dahi izi kalmasın. Benim huzurumdayken Tanrı’nın huzurunda sayılırsın! Birden böylesi bir refaha nasıl erdin? Yoksul köylünün tekiydin, bir de şimdiki zenginliğine bak! Bütün bu varlık, bu zenginlik nereden geldi? İtiraf et dostum. Kimin canına kıydın? Kimin malını yağmaladın?”
“Neden bahsediyorsunuz, batyuşka? Size doğruyu anlatayım. Ne hırsızlık, ne yağma ne de cinayet. Kendiliğinden bir hazine geçti elime.”
Ardından başına gelenleri eksiksiz anlattı. Papaz, bütün bunları duyduğunda gözleri yuvalarından fırladı. Evine döndü ama gece gündüz aklında şöyle düşünceler vardı: “Şu sefil köylü böyle büyük bir hazineye konsun, ha! Olacak iş değil! Onu aldatıp altın küpünü elinden almanın bir yolu yok mu?” Papaz karısına da bundan bahsetti. Meseleyi konuşup tartıştılar.
“Bana bak hanım. Bizim bir keçimiz var, değil mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Pekâlâ, o zaman. Gece oluncaya dek bekleyelim. Sonra da işe koyulalım.”
Gece geç saatlerde Papaz, keçiyi içeri getirip öldürdü. Sonra derisini soydu. Boynuzlarını, sakalını kopardı. Sonra keçinin derisinin içine girip karısına dedi ki:
“İğne iplik getir, hanım. Keçi derisini etrafıma iyice sar ki kayıp çıkmasın.”
Kadın, büyük bir iğneyle kalın bir ip getirip kocasının içine girdiği keçi derisini güzelce kapattı. Gecenin karanlığı iyice çökünce Papaz, yaşlı adamın evine gitti, pencerenin altına gizlendi ve oraya buraya vurmaya başladı. Sesleri duyan yaşlı adam birden yerinden zıpladı:
“Kim var orada?”
“Şeytan.”
“Mübarek yer burası!” diye bağırdı köylü ve haç çıkarıp dualar okumaya başladı.
“Bana bak ihtiyar,” dedi papaz, “istediğin kadar dua et, istavroz çıkar, yine de benden kaçamazsın. En iyisi altın küpünü bana ver, yoksa itaatsizliğinin bedelini fena ödersin. Talihsizliğine acıdım ve bir hazine bulmanı sağladım. Çünkü cenaze için paraya ihtiyacın olduğunu biliyordum. Ama sen ihtiyacın kadarıyla yetinmedin, bütün hazineyi yağmaladın.”
İhtiyar adam pencereden başını çıkarınca, keçinin boynuzlarıyla sakalını gördü. Artık şüphesi kalmamıştı, karşısındaki Şeytan’ın ta kendisiydi.
“Para falan umurumda değil, şu Şeytan’dan kurtulmalıyım,” diye düşündü yaşlı adam. “Daha önce parasız yaşıyordum, bundan sonra da öyle yaşamaya devam ederim.”
Bunun üzerine altın küpünü alıp dışarı çıkardı ve yere fırlattı. Ardından da kapıları çabucak sürgüledi.
Papaz, altın küpünü alıp eve koşturdu. Karısına dedi ki: “Gel, bak. Para artık bizim. Bu küpü gözden ırak bir yere koy. Sonra keskin bir bıçak alıp ipi kes de kimse görmeden evvel keçi derisinden çıkayım.”
Kadın eline bir bıçak alıp iple diktiği yerleri açmaya başladı. Ama karısının açtığı yerlerden kan fışkırıyordu. Papaz acı içinde inledi:
“Ah! Çok acıyor, hanım! Çok fena yandı canım. Dur, kesme, bırak!”
Kadın, deriyi başka bir yerden açmaya çalıştı ama sonuç yine değişmedi. Keçinin derisi, adamın tüm vücuduna yapışmıştı. Ne yaptılarsa çare olmadı. Hatta ihtiyar adama parasını geri götürdüler ama Papaz, başındaki dertten kurtulamadı. Keçi derisi her yerine yapışmıştı. Belli ki Tanrı, açgözlülüğü yüzünden onu böyle cezalandırmayı uygun görmüştü.
Karşı Teminat
Bir zamanlar, nehir kenarındaki bir şehirde iki tüccar yaşardı. Biri Rus, diğeri ise Tatardı. İkisi de zengindi. Ama Rus tüccarın işleri çok kötü gittiği için malı mülkü kalmamıştı. Sahip olduğu her şeye el konmuş, parası çalınmıştı. Rus tüccarın elinde avucunda hiçbir şey kalmamıştı, Hint fakirine dönmüştü. Bu yüzden Tatar arkadaşına gidip biraz borç para istedi.
“Bana teminat vermen gerek,” dedi Tatar.
“İyi ama sana kefil gösterebileceğim kimsem yok ki! Ama dur bir dakika. Kilisedeki haç var, işte onu teminat gösterebilirim sana!”
“Pekâlâ, dostum!” dedi Tatar. “Teminatına güveniyorum. Ha senin dinin, ha benim dinim, ikisi de aynı benim için.” Bu sözlerin ardından Rus tüccara elli bin ruble verdi. Rus, parayı alıp Tatar’a veda ettikten sonra farklı yerlerde ticaret yapmaya devam etti.
İki yılın sonunda, ödünç aldığı elli bin rubleyle tam yüz elli bin ruble kazanmıştı. Günün birinde gemisiyle Tuna Nehri’ne açılmış, mallarını bir yerden diğerine götürmek için ilerlerken birden bir fırtına çıktı. Az daha gemisi batacaktı. Sonra kilise haçını teminat göstererek arkadaşından borç para aldığını ama ödemediğini hatırladı. Hiç şüphesiz fırtınanın sebebi buydu! Böyle düşündükten kısa bir süre sonra fırtına dinmeye başladı. Tüccar bir fıçı aldı. Sonra elli bin ruble sayıp Tatar arkadaşına bir not yazarak parayla birlikte fıçıya koydu. Fıçıyı suya fırlattı ve içinden şöyle geçirdi: “Tatar’a teminat olarak haçı gösterdiğime göre, para mutlaka ona ulaşacaktır.”
Fıçı hemen denizin dibine battı. Herkes gibi siz de paranın kaybolduğunu sandınız, değil mi? Peki gerçekte ne oldu?
Şimdi, bizim Tatar’ın evinde bir Rus hizmetçi kız vardı. Bir gün su almak için nehir kenarına gitmişti. İşte o sırada suyun sürüklediği fıçı, kızın gözüne ilişti. Hizmetçi kız suya girip fıçıyı tutmaya çalıştı. Ama bir türlü başarılı olamadı! Elini her uzattığında fıçı geri çekiliyordu. Kız karaya döndüğünde ise fıçı arkasından geliyordu. Bir süre fıçıyı yakalamaya çalıştı; ama çabaları sonuçsuz kalınca, eve gidip olanları efendisine anlattı. Tatar tüccar, ilk başta kıza inanmadı ama sonunda nehre gidip fıçıyı bizzat kendisi görmek istedi. Suya vardığında kızın anlattıklarının doğruluğunu kendi gözleriyle görmüş oldu. Tatar, giysilerini çıkarıp suya girdi. Daha iki adım atmamıştı ki fıçı kendiliğinden ona yanaştı. Adam fıçıyı kavrayıp evine götürdü. İçini açıp bakınca parayı gördü. Paranın üzerinde ise bir not vardı. Notu çıkarıp okudu. Şunlar yazıyordu:
“Sevgili dostum! Can bahşeden haçı kefil göstererek senden borç aldığım elli bin rubleyi geri ödüyorum.”
Tatar, bu sözleri okuyunca can bahşeden haçın gücüne şaşırıp kaldı. Parayı dikkatlice sayıp eksik var mı diye baktı. Para tamdı.
Bu arada Rus tüccar, beş sene kadar ticaret yaptıktan sonra hatırı sayılır bir hazineyle evine döndü. Fıçının kaybolduğunu düşündüğü için borcunu ödemeyi, ilk görevi olarak görüyordu. Bu nedenle, Tatar tüccarın evine gidip borç aldığı miktarda parayı arkadaşına uzattı. İşte o zaman Tatar ona olanları anlattı, nehir kenarında bir fıçı bulduğunu söyleyip parayla notu gösterdi:
“Bu senin el yazın değil mi?”
“Evet, benim yazım,” diye cevap verdi diğeri.
Bu muhteşem olay herkesi şaşkına çevirmişti. Tatar dedi ki:
“Öyleyse, bana borcundan fazlasını ödedin, kardeşim. O parayı geri al, lütfen.”
Rus tüccar, Tanrı’ya şükranlarını sundu. Ertesi gün Tatar, bütün ev halkıyla birlikte vaftiz oldu. Vaftiz babası Rus tüccar, vaftiz annesi ise hizmetçi kızdı. Bundan sonra mutlu mesut yaşadılar, uzun bir ömür sürüp huzur içinde öldüler.
Skazkalarda[7 - Rus halk masalları (ç.n.)] Rus köylüsünün karakteristik bir özelliği olan içki tutkusuna sık sık gönderme yapılır. Güçlü bir içki onun için bir dost, bir teselli ve hayatın kötülükleri arasında bir avuntu kaynağıdır. Sarhoşluk, utanılarak anılacak ya da korkulacak kötü bir huydan ziyade, sevinçle beklenen ya da geçmişin mutlu hatıralarına eşlik eden bir neşe kaynağıdır. Rus köylüsü için sarhoşluk, tıpkı uyku gibi kederin ilacıdır ve hizmetine çok daha kolayca başvurulan bir dosttur. Belli durumlarda sarhoş olmak, kiliseye ya da ölülerin anısına bir borç bilinir. Rus köylüsü, kimi zaman belli bir nedeni olmaksızın coşku verici içkilere karşı ani ve karşı konulmaz bir arzuyla dolar ve -koma aralıklarıyla beraber- günler, hatta haftalar süren bir içki nöbetine girer. Ardından günlük hayatına ve her zamanki ayıklığına sanki hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Rus köylüsünün tüm bu fikir ve alışkanlıkları, çoğu zaman hikâyenin geri kalanıyla bağdaşmayan olaylara yol açarak halk masallarında yer bulur. Mesela çok yaygın bir hikâye vardır: bir kahramanın tutsaklıktan kurtardığı üç prensesin hikâyesi. Prensesler, daha sonra bu kahramanın elinden kaçırılırlar ve sıradan işçilerin üretmesi imkânsız bazı giysi ya da ayakkabılar getirilmedikçe evlenmeyi reddederler. İşte bu hikâyede talihsiz bir ayakkabıcıya, (kendisine ölçü verilmediği hâlde tam uyması ve değerli taşlarla süslenmesi istenen) söz konusu ayakkabıları ertesi güne kadar hazırlayamadığı takdirde asılacağı bildirilir. Ayakkabıcı hemen bir traktir, yani tavernaya gider ve acısını içerek unutmak ister. Bir süre sonra yalpalamaya başlar. “En iyisi eve giderken yanıma bir şişe içki alıp doğruca yatağa gireyim. Yarın sabah beni asmaya geldiklerinde şişenin yarısını kafaya dikerim. Böylece beni assalar bile hiç farkında olmam,” diye düşünür.
“Satın Alınan Hanım” adlı hikâyede güzel Prenses Anastasya, fidye ödeyerek onu kurtaran genç İvan’ı şu şekilde cesaretlendirir: Bir süredir işlediği nakışı bitirir ve İvan’dan işlemeyi pazara götürmesini ister. “Fakat biri satın alacak olursa, sakın parasını alma. Bunun yerine seni sarhoş etmeye yetecek kadar içki vermesini iste,” der. İvan, Prenses’in söylediğini yapar. Sonuç şudur: İvan, iyice sarhoş olana kadar içer ve meyhaneden ayrılırken ayağı takılıp çamurlu suya düşer. Etrafına toplanan kalabalık gence bakıp alaycı sözler söyler: “Ah, delikanlı! Artık kiliseye gidip evlenme zamanın gelmiş!”
“Öyle ya da böyle! Dilediğim takdirde güzel Anastasya, beni alnımdan öpecektir.”
“Öyle övünüp durma,” der zengin bir tüccar. “Suratına bile bakmaz o kız senin.” Aksini ispat ettiği takdirde İvan’a malını mülkünü vereceğini söyler, İvan da bu meydan okumayı kabul eder. Prenses, ortaya çıkıp delikanlıyı alnından öper. Sonra üzerini temizleyip onu eve götürür. Delikanlı, hâlâ sarhoş ve meteliksizdir.
Bazen köylülerden başkası da sarhoş olur. Bir kadının zekâsı sayesinde bütün bilmeceleri bilip hileleri tespit ettiği ve güçlükleri yendiği meşhur masalın bir versiyonu olan “Semilétka”da kadın başkahramanın bir voyvoda[8 - Voyvoda: Slav dillerinde eski zamanlarda ordu kumandanı ve general, daha sonra ise prens veya vali anlamında kullanılmış bir kelime. (ç.n.)] tarafından eş olarak seçildiği anlatılır. Fakat kadın, voyvodalık meselelerine burnunu soktuğu takdirde babasının evine geri gönderilecek ama en çok değer verdiği eşyalarını yanında götürebilecektir. Nikâh kıyılır fakat günün birinde ödünç alınan kısrağın yavrusuyla ilgili bir dava, Voyvoda’nın önüne gelir. Yavru, kısrağın sahibine mi yoksa yavruladığı esnada yanında bulunduğu ve onu ödünç almış olan kişiye mi aittir? Voyvoda, ödünç alan adamın lehine karar verir ve hikâye şu şekilde sonlanır:
Semilétka bunu duyunca kendini tutamayıp kocasına haksız bir karar verdiğini söyler. Voyvoda sinirden küplere biner ve boşanmak ister. Akşam yemeğinden sonra Semilétka, babasının evine dönmek zorunda kalır.
Ama yemek sırasında Voyvoda’yı sarhoş olana dek içirmiştir. Semilétka, içkinin etkisiyle uyuyakalan kocasını bir arabaya bindirip onunla beraber babasının evine gitmiştir. Oraya vardıklarında Voyvoda uyanıp sorar:
“Kim getirdi beni buraya?”
“Ben getirdim,” der Semilétka. “Yaptığımız anlaşmaya göre en çok değer verdiğim şeyleri yanımda getirebilecektim. İşte ben de seni aldım yanıma!”
Voyvoda, karısının zekâsına hayran kalır ve onunla barışır. Sonra birlikte evlerine döner ve eskisi gibi mutlu mesut yaşarlar.
Ezgilerde olduğu gibi halk masallarında da sarhoşluk çok yumuşak bir dille ele alınsa da, pek çok ahlak dersinin konusunu oluşturur. Stikhi (Kör dilenciler ve kilise önlerinde şarkı söyleyen gezgin ozanlarca söylenen dini içerikli şiirler) ve yarı dini nitelikteki masallar olan “Efsaneler”de son derece şiddetli biçimde verilir bu dersler. Sarhoşlukla ilgili bu türden masalların güzel bir örneğini Korkunç Sarhoş’ta görebiliriz.
Korkunç Sarhoş
Bir zamanlar ihtiyar bir adam yaşardı. Öyle çok içerdi ki sarhoşluğunu tarife kelimeler yetmezdi. Neyse, bir gün gidip yine şişeleri kafaya dikti ve kör kütük sarhoş bir hâlde evine doğru yol aldı. Bu sırada yoluna bir nehir çıktı. Nehre geldiğinde çok düşünmeden çizmelerini çıkarıp boynuna bağladı ve doğruca suya girdi. Daha yolun yarısını gitmemişti ki bir taşa takılıp suyun içine yuvarlandı. Adamın sonu böyle oldu.
İhtiyar adam, ardında Petruşa adlı bir oğul bırakmıştı. Peter, babasının hiç iz bırakmadan ortadan kaybolmasına çok üzüldü, çok ağladı. Babasının ruhuna dualar okuttu. Artık ailenin reisi kendisiydi. Bir pazar günü, Tanrı’ya dua etmek için kiliseye gitti. Yolda bir kadının sert adımlarla önünden yürüdüğünü gördü. Kadın yürüdü, yürüdü ve sonunda ayağı bir taşa takılınca küfürler savurup “Hangi şeytan itti seni ayağımın altına?” dedi.
Bu sözleri duyan Petruşa sordu:
“İyi günler, teyze! Nereye gidiyorsun?”
“Kiliseye, çocuğum. Tanrı’ya dua etmeye.”
“İyi ama bu davranışın günahkârca değil mi? Tanrı’ya dua etmek için kiliseye giderken Şeytan’ı aklına getiriyorsun. Ayağın takıldı diye suçu Şeytan’a attın!”
Bu sözlerin ardından Peter önce kiliseye gidip dua etti, sonra da evine döndü. Epeyce yürüdükten sonra, nereden çıktığını tanrı bilir, hoş görünümlü bir adam belirdi. Peter’e selam verip konuştu:
“Güzel sözlerin için teşekkürler, Petruşa!”
“Sen de kimsin? Bana neden teşekkür ediyorsun?” diye sordu Petruşa.
“Ben Şeytan’ım. Sana teşekkür ediyorum; çünkü o kadın tökezleyip sebepsiz yere bana sövdüğünde benim için güzel sözler söyledin.” Sonra genç adama yalvardı: “Haydi benimle gel, Petruşa. Seni en güzel şekilde mükâfatlandırırım, şüphen olmasın! Altın ve gümüş veririm sana.”
“Pekâlâ,” dedi Petruşa. “Geleceğim.”
Ona yolu tarif ettikten sonra Şeytan gözden kayboldu ve Petruşa eve döndü.
Ertesi gün Petruşa Şeytan’ı ziyaret etmek için yola çıktı. Az gitti uz gitti, tam üç gün yol teptikten sonra karanlık ve sık bir ormana ulaştı. Ormanın içinden gökyüzünü görmek imkânsızdı! Tam ortada görkemli bir saray duruyordu. Petruşa saraya girince güzel bir kız ilişti gözüne. Bu kız, kötü bir ruh tarafından köyün birinden kaçırılmıştı. Petruşa’yı görünce bağırıp ağlamaya başladı:
“Niçin buraya geldin, delikanlı? Burada Şeytan hüküm sürer. Seni görürse paramparça eder.”
Petruşa, o saraya neden ve nasıl geldiğini anlattı.
“Pekâlâ. Şimdi beni dinle,” dedi güzel kız. “Şeytan sana gümüş ve altın verecek. Hiçbirini kabul etme. Kötü ruhların odun ve su almak için kullandığı sefil atı iste ondan. O at senin baban. Meyhaneden sarhoş hâlde gelip suya düşünce iblisler onu yakalayıp ata çevirdi. Şimdi de su almaya ve odun toplamaya giderken onu kullanıyorlar.”
O anda Petruşa’yı davet eden yiğit ortaya çıkıverdi ve ona türlü türlü yiyecek ve içeceklerle ikramda bulundu. Petruşa’nın eve dönme vakti gelince “Haydi,” dedi Şeytan, “Sana biraz parayla bir de at vereyim ki hızlıca evine varasın.”
“Ben hiçbir şey istemiyorum,” diye cevap verdi Petruşa. “Ama illa ki bana bir armağan vermek istiyorsanız, odun ve su almak için kullandığınız şu düldülü verin bana.”
“O at ne işine yarayacak ki? Hızlıca eve koşmaya kalksan ölüverir!”
“Olsun, yine de izin verin o atı alayım. Başkasını istemiyorum.”
Bunun üzerine Şeytan, o düldülü verdi. Petruşa atı yularından tutup götürdü. Kapılara vardığında güzel kız ortaya çıktı ve sordu:
“Atı aldın mı?”
“Aldım.”
“Öyleyse güzel delikanlı, köyüne yaklaştığında göğsündeki haçı çıkar, bu atın etrafında üç kez dön ve haçı atın boynuna tak.”
Petruşa, kızdan ayrılıp kendi yoluna gitti. Köyüne yaklaşınca kızın dediklerini harfi harfine yaptı. Bakır haç kolyesini çıkarıp atın çevresinde üç kez döndü, sonra haçı atın boynuna astı. Bir anda at ortadan kayboldu. Onun yerine Petruşa’nın babası gelmişti. Baba oğul sarılıp ağlaştılar. Sonra Peter, babasını evine götürdü. Yaşlı adam üç gün boyunca tek kelime etmedi, dilsiz gibiydi. Bundan sonra mutluluk ve refah içinde yaşadılar. İhtiyar adam içkiyi bıraktı ve son nefesine kadar tek damla dahi içki içmedi.
Rus köylüsü, mizah konusunda asla geri kalmaz. Skazkalar bu gerçeği gösteren pek çok kanıt sunmaktadır.
Ama bu mizah anlayışını tam olarak yansıtan hikâyeleri bulmak çok kolay değil. Çok yönlü Rus masallarının konularını oluşturan fıkralar genelde tüm Avrupa’da yaygındır. Birçok ülkenin masalları konusunda da benzer şeyler söylenebilir. Hikâyenin alt katmanlarında bilinmeyen bir fıkra bulmak zordur. Yalnızca bir ülkenin halk masallarını okumuş biri, o ülke sakinlerine aslında hak etmedikleri bir komedi orijinalliği atfedebilir. Bu yüzden kendi ülkesinin masallarını bilen ama diğer ülkelerin masallarını incelememiş bir Rus, skazkaların çok sayıda “komik fıkra”yla dolu olduğunu söyleyebilir. Esasen bunların Rus hikâyelerindeki payı çok azdır. Gerçekte bu fıkralar, Fransa ya da Almanya’daki üzüm bağları arasında ya da Yunanistan dağları, Norveç fiyortları veya Britanya yahut Argyleshire sahillerinde yaşayan zeki köylülerin repertuarındandır. Yüzyıllardır bunlar, Kahire ve İsfahan’da kök salmış, Hindistan’ın kavurucu güneşi altında bütün gün çalışıp didinmiş yorgun köylünün kalbine akşam serinliğinde neşe vermiştir.
Söz konusu fıkra, onlara özgü bir özellikle ilgiliyse, o zaman sadece bu halk arasında biliniyor olması muhtemeldir. Fakat Rus fıkralarının çoğu, tüm dünyada bilinen konular etrafında dönmektedir ve erkeğin iflah olmaz aptallığı, kadının değişmeyen inatçılığı gibi genel konulara değinir. Bu konuları işlerken çok az yeni özellik sunar. Bu tür bir hikâyenin çok uzak diyarlara yayılmasına karşın, çok az değişmesi de oldukça ilginçtir. Mesela, tüm dünyada popüler olan kadın aleyhtarı bazı hikâyeleri düşünelim. Rusya’nın merkezden uzak bölgelerinde, İngiliz mizah külliyatında uzun zamandır var olan iğneleyici sözlerin aynısını bulmak mümkündür. Mesela, bir ipin makasla mı yoksa bıçakla mı kesildiğini tartışan karı kocanın hikâyesi vardır. Hikâye, makas diye direten kadının, bıçakta ısrar eden kocası tarafından nehre atılıp ölmesiyle sonuçlanır. Fakat kadın, ölüm anında dahi parmaklarını su üzerinde oynatarak eliyle makas işareti yapar. Bu hikâyenin Astrahan bölgesinde anlatılan Rus versiyonunda tartışmanın sebebi adamın sakalıdır. Adam, sakalını tıraş ettiğini, kadınsa kestiğini söyler. Sonunda adam, karısını derin bir gölete fırlatıp “tıraş ettin” demesini ister. Kadın, imkânı yok bu sözleri söylemez ama bunun yerine elini su üzerinde kaldırıp iki parmağıyla kesme işareti yapar. Hatta bu hikâye deyimleşmiştir. İnatçı bir kadın söz konusu olduğunda Rus köylüler, “Sen ‘tıraş ettim’ dersin o ‘kestin’ der,” deyimini kullanır.
Aynı şekilde Ruslar arasında yayılmış bir başka hikâyede eski dostumuz dul adam, boğulan karısını ararken -bu kadın çok ters bir mizaca sahiptir- aşağı gideceğine nehrin yukarısına gider. Buna şaşıran arkadaşlarına “Her şeyin tersini yapardı karım. Eminim şimdi de akıntının tersine gitmiştir,” der.
Bu türden bir başka hikâyeyi de zikretmemiz gerek, zira Rusların başka halklardan ayrıldığı bir geleneği gösteriyor.
Adamın biri öyle kaprisli bir kadınla evlidir ki, bu kadınla yaşamanın imkânı yoktur. Her çareyi deneyen zavallı koca sonunda karısına nasıl yetiştirildiğini sorar ve kadının neredeyse tamamen Almanca ve Fransızca eğitim aldığını, hiç Rusça ders almadığını öğrenir. Hatta bebekken kundaklanmamış, liulkada[9 - Liulka: Rus usulü beşik. Geleneksel beşikler gibi yere konup sallanmaz, salıncak gibi yukarıdan asılarak sallanır. (ç.n.)] sallanmamıştır. Bunun üzerine kocası, kadının çocukluğundaki bu eksiklikleri gidermeye karar verir. “Kadın kaprislere başladığında, kocası hemen koşup onu kundaklar ve liulkaya yatırıp tıngır mıngır sallar.” Altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra kadın “yumuşacık” olmuştur. Bütün kaprisleri yok olmuştur.
Ama kadınların huysuzlukları gibi bereketli bir konuyu ele alan farklı hikâyelerden bölümler vermek yerine, bunlardan birkaçını tamamen buraya alacağız. Birincisi, uzun bir aile ağacına sahip olan ve dalları dünyanın pek çok ülkesine yayılmış bir hikâyenin Rus versiyonudur. Dr. Benfey, Pançatantra’nın giriş bölümünde bu konuya on altı sayfa ayırmış, hikâyenin Hindistan’daki yuvasından başlayarak Pers ülkesi ve ardından diğer bütün Avrupa ülkelerine giden yolculuğunu izlemiştir.
Kötü Hanım
Bir zamanlar çok kötü bir kadın yaşardı, kocasına hayatı zindan ederdi. Adamcağızın söylediklerine hiç kulak asmazdı. Kocası erken kalkmasını istediyse, o üç gün yataktan çıkmaz; uyumasını istediyse, kadını uyku tutmazdı. Kocası, gözleme yapmasını istese kadın şöyle derdi: “Pis hırsız seni, sen gözleme yemeyi hak etmiyorsun!”
Adam, “Peki, hanım. Hak etmiyorsam, gözleme yapma,” dese, kadın iki tencere dolusu gözleme yapıp “Haydi, tıkanana kadar ye,” diye bağırırdı.
“Tamam, hanım,” derdi kocası. “Üzülüyorum hâline. Bütün gün çalışıp durma, saman kesmeye de gitme.”
“Sus be hırsız herif! Sana inat olsun diye gideceğim ve sen de peşimden geleceksin!” diye cevap verirdi.
Günün birinde yine karısıyla kavga edip üzülen adam, kederini dağıtmak için biraz çilek toplamak üzere ormana gitti. Kuşüzümlerinin bulunduğu bir çalılık gördü. Çalılığın tam ortasında ise dipsiz bir kuyu vardı. Bir süre kuyuya bakıp kendi kendine düşündü: “Ne diye kötü karımın işkencelerine katlanıyorum? Onu bu kuyuya atıp iyi bir ders veremez miyim?”
Bunun üzerine eve gidip karısına dedi ki:
“Hanım, sakın çilek toplamaya ormana gitme.”
“Seni hödük herif, bal gibi de gideceğim ormana.”
“Orada çalılıklar içinde kuşüzümleri buldum, onları elleme sakın.”
“Bak gör nasıl koparacağım bütün üzümleri. Sana da tek bir tane vermeyeceğim!”
Adam dışarı çıktı, kadın da ardından gitti. Çalılıklara geldiklerinde kadın otların içine atlayıp avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Sakın buraya geleyim deme, hırsız herif, yoksa öldürürüm seni!”
Çalılığın ortasına doğru gidince birden dipsiz kuyuya düşüverdi.
Kocası neşe içinde eve döndü ve üç gün bekledi. Dördüncü gün, neler olduğunu görmek istedi. Eline uzun bir ip alıp kuyuya saldı. İpi yukarı çektiğinde küçük bir ifritle karşılaştı. Korkudan dili tutulan adam, ifriti hemen geri salacaktı ki, canavar bağırıp içtenlikle yalvardı:
“Beni kuyuya geri gönderme, ey mujik! Ne olur, bırak da dışarı çıkayım! Kötü bir kadın geldi. Hepimizi yedi bitirdi. Derman bırakmadı hiçbirimizde. Bana yardım edersen, güzel bir iyilik yaparım sana.”
Bunun üzerine adam onu serbest bıraktı. Artık kutsal Rusya’da dilediği yere gidebilirdi. Sonra İfrit dedi ki:
“Bak, beyim. İstersen benimle beraber Vologda kasabasına gel. Zalim insanlara götüreyim seni, sen de onları iyileştirirsin.”
İfrit, tüccar karıları ve kızlarının olduğu bir yere götürdü köylü adamı. İfritin etkisiyle çarpılınca hastalanıp kafayı üşüttüler. İşte tam bu noktada mujik devreye giriyordu. O içeri girdiği an İfrit ortadan kayboluyor ve eve huzur doluyordu. İşte bu sebeple herkes adamın sahiden doktor olduğuna inanıp ona para veriyor, pastalar ikram ediyordu. Bu sayede adam epey para biriktirdi. Sonunda İfrit dedi ki:
“Artık çok paran var. Mutlu değil misin? Şimdi gidip Boyar’ın kızını çarpacağım. Sakın onu da iyileştireyim deme. Yoksa yerim seni.”
Boyar’ın kızı hastalanıp aklını yitirdi. Öyle ki, insanları yemeye kalktı. Boyar, adamlarına köylü adamı bulmalarını emretti. Onu hekim sanıyorlardı. Mujik gelip eve girdi, Boyar ile bütün kasaba halkından dışarı çıkmalarını, arabacılardan onları arabalarına götürmelerini ve hep birlikte caddenin başında beklemelerini istedi. Ayrıca bütün arabacılara kırbaçlarını vurup avazları çıktığı kadar şöyle bağırmalarını emretti: “Kötü Hanım geldi! Kötü Hanım geldi!” Bunları söyledikten sonra içerideki odaya girdi. Onu gören İfrit, adamın üzerine atıldı: “Bu da ne demek, ey Rus? Ne işin var burada? Ama dur sen, yiyeceğim seni!” dedi.
“Asıl sen ne demek istiyorsun?” dedi köylü adam, “Buraya seni evden çıkarmaya gelmedim ki. Sana acıdığım için Kötü Hanım’ın burada olduğunu söylemeye geldim.”
Bunu duyan İfrit, hemen pencereye koşup etrafı kolaçan etti ve herkesin avazı çıktığı kadar “Kötü Hanım geldi!” diye bağırdığını duydu.
“Köylü,” diye yalvardı İfrit, “söyle, nereye saklanayım?”
“Kuyuya geri dön. Artık oraya gelmeyecektir.”
İfrit, kuyuya ve tabii böylece Kötü Hanım’ın yanına geri döndü.
Hizmetinin karşılığı olarak Boyar, köylüye büyük mükâfatlar bahşetti; onu kızıyla evlendirip malının yarısını ona verdi.
Kötü Hanım’a gelince, hâlâ Tartarus’taki kuyuda beklemektedir.
Kadınları hicveden skazkalara vereceğimiz son örnek, Golovikha adlı hikâye. Rusya’daki toplumsal kurumların işleyişine ışık tutan birkaç halk masalından biri olduğu için çok daha değerli. Golovikha kelimesi, Golova, yani bir Volost’un ya da köy toplulukları birliğinin başkanı (Golova=baş) anlamına geliyor. Ama burada “Kadın Golova” yani “Kadın Başkan” anlamında kullanılmış.
Golovikha
Evvel zaman içinde ziyadesiyle kendini beğenmiş bir kadın yaşardı. Bir gün köy meclisi toplantısından dönen kocasına sordu:
“Hangi konuyu görüştünüz mecliste?”
“Hangi konuyu mu görüştük? Golova seçimini tabii ki.”
“Kimi seçtiniz peki?”
“Daha kimseyi seçmedik.”
“Beni seç,” dedi kadın.
Bu kadın kötü bir karaktere sahipti ve kocası ona iyi bir ders vermek istiyordu. Bu yüzden meclise döner dönmez oradaki yaşlılara karısının söylediklerini anlattı. Onlar da kadını hemen golova seçtiler.
Kadın işe koyuldu, meseleleri halletti, rüşvet aldı ve köylülere verilecek ödeneklerle içkiler içti. Ama sonra herkesten vergi toplama zamanı geldi. Golova bu işi beceremedi, vergiyi vaktinde toplayamadı. Bir Kazak[10 - Rus ordusunda önemli mevkiler almış Slav kökenli bir halk; Rus Kazakları. Türk kökenli Kazak halkından farklı bir etnik gruptur. (ç.n.)] gelip Golova’yı görmek istedi; ancak kadın saklanmıştı. Kazak’ın ziyaretini duyar duymaz evine koştu.
“Ah, nerelere saklansam?” diye bağırdı kocasına. “Kocacığım! Beni bir çuvala sarıp mısır çuvallarının yanına koy.”
Dışarıda beş tane mısır çuvalı vardı. Kocası, Golova’yı bağlayıp onların yanına koydu. Sonra Kazak geldi ve dedi ki:
“Ha! Demek Golova saklanıyor.”
Sonra kırbacıyla çuvallara tek tek vurmaya başladı. Kadın acıyla inliyordu:
“Aman, babacığım! Golova olmayacağım ben! Golova falan olmayacağım!”
Kazak sonunda çuvallara vurmayı bırakarak atına binip gitti. Ama kadın Golova olmaya doymuştu. Ondan sonra kocasının sözünden hiç çıkmadı.
Başka bir konuya geçmeden önce iyi ve akıllı bir kadının değerinin kabul edildiği bir hikâyeyi aktarmak doğru olacaktır. Bu amaçla, büyük ihtimalle dünyada “Whittington ve Kedisi” adıyla bilinen hikâyenin de kaynağı olan bir masalın versiyonlarından birini seçtim. Hikâyenin kökeni konusunda hiç şüphe yok, zira tütsü yakmak unsuru doğrudan Budist kaynakları işaret ediyor. Masalın adı Üç Kopek.
Üç Kopek
Bir zamanlar öksüz bir delikanlı yaşardı. Bu genç adam öyle yoksuldu ki, elinde avucunda harcayacak tek kuruşu yoktu. Bu nedenle zengin bir köylünün hizmetine girdi, yılda bir kopek karşılığında çalışmayı kabul etti. Bütün sene çalıştıktan sonra parasını alınca bir kuyuya gidip şöyle diyerek parayı kuyunun içine attı: “Batmazsa parayı saklarım. Efendime sadakatle hizmet ettiğim böylece açıkça gözükür.”
Fakat kuyuya attığı kopek suya battı. Delikanlı, bir yıl daha çalışarak ikinci kez parasını aldı. Yine gidip parayı kuyuya attı ve para yine dibe battı. Üçüncü yıl da çalışmaya devam etti ve yine ödeme zamanı gelmişti. Bu sefer efendisi bir ruble verdi. “Hayır,” dedi öksüz delikanlı, “Paranı istemiyorum, bana hak ettiğim bir kopeki ver.” Parayı alıp kuyuya fırlattı. Bir de ne görsün! Üç kopek su üzerinde yüzüyordu. Genç adam, paraları alıp kasabaya gitti.
Yolda yürürken küçük çocukların bir kedi yavrusuna işkence ettiğini gördü. Kediciğin hâline üzülüp dedi ki:
“Şu kediciği bana verir misiniz çocuklar?”
“Tamam, veririz ama para karşılığında.”
“Ne kadar istiyorsunuz?”
“Üç kopek.”
Öksüz delikanlı kediciği satın alıp bir tüccarın yanına gitti ve adamın dükkânında işe başladı.
Tüccarın işleri çok iyi gitmeye başladı. Malları yetiştiremiyordu. Müşterileri her şeyi göz açıp kapayana dek kapış kapış götürüyordu. Tüccar denize açılmaya hazırlandı, bir gemiye binip delikanlıya dedi ki:
“Kedini bana ver. Belki gemide fare falan yakalar. Hem beni de eğlendirir.”
“Buyur, usta! Yalnız kedimi kaybedersen, sana pahalıya patlar.”
Tüccar, uzaklarda bir ülkeye vardı ve bir hana yerleşti. Han sahibi, tüccarın epey zengin olduğunu görünce ona sıçan ve farelerle dolu bir oda verdi. Kendi kendine dedi ki: “Fareler adamı yerse parası bana kalır.” O ülkede kimsenin kedilerden haberi yoktu. Bu yüzden, sıçanlar ve fareler her yeri sarmıştı. Tüccar, kediyi beraberinde odasına götürüp yatağına yattı. Ertesi sabah hancı odaya girince, tüccarı sağ salim buldu. Kolunun altına aldığı kedisini seviyor, kedi de keyiften mırıldanıp duruyordu. Yerde ölü sıçan ve farelerden oluşan bir yığın vardı!
“Tüccar Efendi, o hayvanı bana satın lütfen,” dedi hancı.
“Pekâlâ,” dedi tüccar.
“Ne kadar istiyorsunuz?”
“Küçük bir meblağ yeterli. Ben hayvanı ön bacaklarından tutarken arka bacakları üzerinde durmasını sağlayacağım ve siz de etrafına onu örtecek kadar altın yığacaksınız. İşte bu kadarı bana yeter!”
Hancı bu pazarlığı kabul etti. Tüccar kediyi verip karşılığında bir çuval dolusu altın aldı ve işlerini halledip hemen ülkesine döndü. Denize açıldığında şöyle düşündü kendi kendine:
“Bunca altını o öksüze neden vereyim ki? Bir kedi için bu kadar para çok fazla! Hayır, para bende kalacak.”
Bu günahı işlemeye karar verdiği an, şiddetli bir fırtına kopuverdi! Geminin batmasına ramak kalmıştı.
“Tanrı beni kahretsin! Bana ait olmayana göz koydum. Tanrım, bu günahkârı bağışla! Tek bir kopek bile almayacağım! Delikanlıya hakkını vereceğim.”
Tüccar dua etmeye başlayınca fırtına dindi, deniz duruldu ve gemi rahatça limana doğru yol aldı.
“Merhaba, usta!” diye seslendi öksüz delikanlı. “Yalnız, kedim nerede?”
“Sattım,” diye cevap verdi tüccar. “İşte paran. Hepsi senin.”
Delikanlı, altın dolu çuvalı alıp gemicilerin olduğu sahile gitti. Altın karşılığında onlardan bir gemi dolusu tütsü alıp sahil boyunca yerleştirdi ve Tanrı’ya şükretmek için yaktı. Tütsülerden çıkan güzel koku bütün ülkeye yayıldı ve birden ihtiyar bir adam çıktı ortaya. Delikanlıya dedi ki:
“Hangisini arzu edersin: Zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi?”
“Bilmiyorum, ihtiyar.”
“Öyleyse, durma yürü. Şu ötede çift süren üç kardeş var. Git onlara danış.”
Bunun üzerinde delikanlı üç kardeşin yanına gidip “Tanrı yardımcınız olsun,” dedi.
“Teşekkürler, delikanlı!” dediler. “Ne istiyorsun?”
“Beni buraya yaşlı bir adam gönderdi ve zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi istemeliyim diye size sormamı söyledi.”
“Ağabeyimize sor. Şu arabada oturuyor.”
Öksüz delikanlı, arabada oturanın üç yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu olduğunu gördü.
“Ağabeyleri bu çocuk mu yani?” diye düşündü ama sonunda çocuğa sorusunu sordu:
“Sence hangisini seçmeliyim? Zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi?”
“İyi bir eş.”
Bunun üzerine delikanlı, yaşlı adamın yanına döndü.
“İyi bir eş istememi söylediler,” dedi.
“Pekâlâ!” dedi yaşlı adam ve bir anda gözden kayboldu. Delikanlı şöyle bir etrafına bakındı. Yanı başında çok güzel bir kadın ortaya çıkmıştı.
“Merhaba, delikanlı!” dedi kadın. “Ben senin karınım. Haydi, gidip beraber yaşayabileceğimiz güzel bir yer bulalım.”
Halk Masallarının en ağır dille eleştirdiği günahlardan biri açgözlülüktür. Her ülkenin masalları, cimrilerle alay etmeye, onları nahoş durumlara sokmaya ve ölüm döşeğinde acı çekerek hayattan bezmelerine bayılır. Birçoğu muhtemelen Doğu kökenli olan bu türden hikâyelerin, Rus köylüsü tarafından nasıl ele alındığına örnek olarak şu masalı verebiliriz:
Cimri
Bir zamanlar Marko adında zengin bir tüccar vardı. Gelmiş geçmiş en cimri adamdı! Bir gün biraz yürümek için dışarı çıkmıştı. Yolda yaşlı bir dilenciye rastladı. “Ey Ortodoks dinine iman etmiş kimse! İsa aşkına şu fakire bir sadaka!”
Zengin tüccar Marko, adamın yanından geçip gidiverdi. Onun arkasından ise yoksul bir mujik geliyordu. Dilencinin hâline üzülüp ona bir kopek verdi. Bunu gören zengin Marko biraz utanır gibi oldu ve mujiğe dedi ki:
“Merhaba, komşu. Bana bir kopek borç ver de şu fakire bir şey vereyim. Bozuk para yok üstümde.”
Mujik denileni yaptı ve parasını ne zaman geri alabileceğini sordu. “Yarın gel,” dedi Marko.
Ertesi gün fakir adam, borç verdiği parayı almak için zengin adamın evine gitti. Büyük bahçeye girince sordu:
“Zengin Marko evde mi?”
“Evet. Ne istiyorsun?” diye cevap verdi Marko.
“Bir kopek borç vermiştim, onu almaya geldim.”
“Ah, kardeşim! Bugün git, yarın gel. Gerçekten hiç bozuk param yok.”
Yoksul adam, “O zaman yarın gelirim,” dedikten sonra selam edip uzaklaştı.
Ertesi gün adam yine geldi ama geçen günkü olayın aynısı yaşandı.
“Tek kuruşum yok. Bir banknot bozdurmamı ister misin? Yok mu? O zaman iki hafta sonra yine gel.”
İki haftanın sonunda adamcağız yine geldi ama zengin Marko onu pencereden görünce karısına dönüp dedi ki:
“Bana bak hanım! Çırılçıplak soyunup kutsal resimlerin altına uzanacağım. Üzerimi bir örtüyle örtüp yanıma otur ve ağlamaya başla. Sanki ölüye ağlar gibi yap. Mujik parasını istemeye gelince bu sabah öldüğümü söyle.”
Kadın, kocasının söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Gözyaşları içinde oracıkta oturmuş beklerken, mujik içeri girdi.
“Ne istiyorsun?” dedi kadın.
“Zengin Marko’dan alacağım parayı,” diye cevap verdi yoksul adam.
“Ah, mujik! Zengin Marko bize veda etti, az önce öldü.”
“Mekânı cennet olsun! İzin verirseniz hanımefendi, benden borç aldığı kopek karşılığında son görevimi yerine getireyim, ölü bedenini yıkayayım.”
Bu sözlerin ardından bir kap dolusu kaynar suyu Marko’nun üzerine boşalttı. Kaşları çatılan, bacakları birbirine dolaşan Marko, bu eziyete güç bela dayandı.
“İstediğin kadar kıvran,” diye düşündü yoksul adam, “ama benim paramı öde!”
Marko’nun vücudunu yıkadıktan sonra dedi ki:
“Hanımefendi, şimdi bir tabut alıp kocanızı kiliseye götürün. Ben duasını okurum.”
Böylece Marko, tabuta konup kiliseye götürüldü ve duasını mujik okudu. Gün battı, gece oldu. Birden bir pencere açıldı ve bir grup hırsız kiliseye girdi. Mujik mihrabın arkasına saklandı. Haydutlar içeri girer girmez ganimeti bölüşmeye başladılar. Her şeyi paylaştılar; fakat geriye kalan altın kılıçta anlaşamadılar. Her biri o kılıcı istiyordu. O anda yoksul adam ortaya çıktı:
“Böyle tartışmanın anlamı ne? Şu cesedin başını koparan, kılıcı alsın!”
Bunu işiten Marko deli gibi ayağa fırladı. Haydutlar, az kaldı korkudan akıllarını kaçıracaktı. Ganimeti bırakıp oradan sıvıştılar.
“Baksana mujik,” dedi Marko, “haydi parayı bölüşelim.”
Hırsızların bıraktığı parayı paylaştılar. İkisine de büyük bir hisse düştü.
“Peki ya bana borcun olan bir kopek ne olacak?” diye sordu yoksul adam.
“Ah, kardeşim!” dedi Marko, “görüyorsun ya hiç bozuk param yok!”
Böylelikle zengin Marko, borcunu ödemekten yine kurtuldu.
Bütün dünyada çok sevilen safdil kimseler hakkındaki hikâyeler var sırada. Skazkalarda safdillere duràk denir. Çok çeşitli açıklamaları içeren bir kelimedir bu. Bazen “ahmak”, bazense “soytarı” anlamına gelir. Köy hayatına ilişkin hikâyelerde genelde “budala” anlamındadır. Elbette bu durumda kahramanın durachestvo yani aptallık özelliği tamamen öznel bir durumdur. Ailesi ya da komşularının, kahramanın karakterine dair oluşturmuş olduğu yanlış fikirlerde mevcut bir özelliktir. Ama sıradaki hikâyede bahsi geçen duràk hakikaten “ahmak”tır. Hikâye, skazkalarda görülen geleneksel girizgâhla başlar.
“Bir zamanlar bir tsarstvo’da, gosudarstvo’nun birinde…” – fakat “krallık” ya da “devlet” anlamındaki eşanlamlı bu iki kelime, yalnızca kafiyeli oldukları için kullanılmıştır.
Budala ve Huş Ağacı
Bir zamanlar ülkenin birinde üç oğlu olan ihtiyar bir adam yaşardı. Oğullarından ikisinin aklı başındaydı fakat üçüncüsü budalanın tekiydi. Yaşlı adam ölünce oğulları, mallarını paylaşmak için aralarında çöp çektiler. Kurnaz olanlar her türlü güzel şeyi kaparken aptal olanın payına bir öküz düştü. Üstelik kemik torbası bir öküz!
Neyse, zamanı gelince akıllı kardeşler hazırlanıp ticaret yapmak için yola çıkmaya karar verdi. Budala oğlan bunu görüp dedi ki:
“Ben de sizinle geleceğim, ağabeylerim. Öküzümü satacağım.”
Bunun üzerine öküzün boynuna bir ip bağlayıp şehre götürdü. Yolu bir ormana düştü. Bu ormanın ortasında yaşlı bir huş ağacı vardı. Rüzgâr her estiğinde huş ağacı çatırdıyordu.
“Şu ağaç ne diye çatırdayıp duruyor?” diye düşündü Budala. “Öküzüm için pazarlık ediyor olmalı. Pekâlâ, öküzümü almak istiyorsan itirazım yok. Yalnız, fiyatı yirmi ruble. Bundan aşağısını kabul etmem. Haydi, sökül bakalım paraları!” dedi.
Huş ağacı hiç cevap vermeden sallanmaya devam etti. Fakat Budala, ağacın öküzü veresiye almak istediğini sandı. “İyi, tamam,” dedi, “Yarına kadar beklerim ben de!” Öküzünü huş ağacına bağlayıp oradan ayrıldı. Ardından akıllı ağabeyleri gelip sordular:
“Ne oldu, Budala? Sattın mı öküzünü?”
“Sattım.”
“Kaça?”
“Yirmi rubleye.”
“Peki, para nerede?”
“Daha parayı almadım. Yarın gidip alacağım, öyle anlaştık.”
“Senden de bu beklenirdi!” dediler.
Budala sabah erkenden kalkıp giyindi ve parasını almak için huş ağacının yanına gitti. Ağaç oracıkta rüzgârla salınıyordu ama öküz ortalıkta yoktu. Hayvancağız, gece kurtlara yem olmuştu.
“Haydi, komşu!” diye seslendi ağaca. “Paramı öde. Bugün ödeme yapacağına söz vermiştin.”
Rüzgâr esti, ağaç çatırdadı ve Budala bağırdı:
“Yalancının tekiymişsin! Dün ‘Paranı yarın vereceğim,’ diyordun, şimdi yine aynı şeyi söylüyorsun. Öyle olsun. Ama bir günden fazla beklemem. Paramı yarın isterim.”
Eve dönünce ağabeyleri yine sorular sormaya başladı:
“Paranı aldın mı?”
“Hayır. Yine beklemem gerekiyor.”
“Kime sattın ki?”
“Ormandaki solmuş huş ağacına.”
“Ah, geri zekâlı seni!”
Üçüncü gün Budala, baltasını alıp ormana gitti. Parasını istedi ama huş ağacı çatırdamaktan başka şey yapmıyordu. “Yok, komşu, böyle olmaz!” dedi. “Bana vaatte bulunup duracaksan seninle işimiz iş. Ben böyle şakalardan hiç hoşlanmam. Bu yaptığını sana ödeteceğim!”
Bu sözleri söyleyip baltasını savurmaya başladı. Huş ağacının içinde bir oyuk vardı ve haydutlar bu oyuğa bir küp altın saklamışlardı. Balta darbeleriyle ağaç ikiye yarılınca, altınlar ortaya çıktı. Budala, kaftanının eteklerine alabildiği kadar altın doldurup eve koştu. Ağabeylerine altınları gösterdi.
“Bu hazineyi nereden buldun, Budala?” diye sordular.
“Bir komşu öküzüm karşılığında verdi. Ama hepsi bu değil, daha çok var! Haydi, gelin ağabeylerim, geri kalanını da siz alın!”
Hep beraber ormana gidip bütün altınları topladılar ve eve getirdiler.
“Bak şimdi Budala,” dedi işbilir ağabeyleri, “bu kadar çok altınımız olduğunu kimselere söyleme.”
“Korkmayın, kimseciklere tek laf etmem!”
Ansızın bir Diachok[11 - Diachok: Ortodoks Kilisesinde ruhban sınıfında sayılmamakla birlikte, diğer din âlimlerinden daha düşük rütbede olan kilise görevlisi. (ç.n.)] çıktı karşılarına ve dedi ki:
“Ormandan ne götürüyorsunuz öyle, biraderler?”
Akıllı kardeşler cevap verdi: “Mantar.” Ama Budala onların sözlerini inkâr ederek dedi ki:
“Yalan söylüyorlar! Para götürüyoruz. İşte, bak!”
Diachok derin bir ah çekip altının üzerine atıldı ve ceplerini avuç avuç altınla doldurdu. Bu işe çok öfkelenen Budala, baltasıyla Diachok’u bir hamlede yere serip öldürdü.
“Budala! Sen ne yaptın?” diye bağırıştı kardeşleri. “Sen iflah olmaz bir adamsın. Bizim de felaketimiz olacaksın! Bu cesedi ne yapacağız, ha?”
Uzun süre düşündüler ve sonunda cesedi boş bir kilere götürüp attılar. Fakat biraz zaman geçince en büyük ağabey, ortancaya endişelerini anlattı:
“Bu işin sonu kötü olacak. Diachok’u aramaya başladıklarında, göreceksin bak, Budala içinde hiçbir şeyi tutmadan her şeyi anlatıverecek. Şimdi ben diyorum ki bir keçi öldürüp kilere gömelim ve ölü adamın cesedini başka bir yere saklayalım.”
Her neyse. Kardeşler gece oluncaya dek bekledikten sonra bir keçi öldürüp kilere attı. Planladıkları şekilde Diachok’u da başka bir yere götürüp gömdüler. Birkaç gün geçtikten sonra insanlar her yerde Diachok’u arayıp sordular.
“Ne yapacaksınız Diachok’u?” dedi Budala kendisine sorulduğunda. “Birkaç gün evvel baltamla öldürdüm onu. Ağabeylerim de kilere götürdü.”
İnsanlar Budala’nın yakasına yapışıp bağırdılar: “Hemen bizi ona götür, nerede olduğunu göster.”
Budala, kilere gidip keçinin başını tuttu ve sordu:
“Sizin Diachok siyah saçlı mıydı?”
“Evet.”
“Sakalı var mıydı?”
“Evet, vardı.”
“Peki ya boynuzları?”
“Ne boynuzundan bahsediyorsun sen Budala?”
“Gelin de kendiniz görün,” dedi keçinin başını onlara çevirerek. Kilerdekinin keçi leşi olduğunu görünce Budala’nın yüzüne tükürüp evlerine gittiler.
Bütün dünyada en çok bilinen budala masallarından biri, henüz doğmamış torunlarını bekleyen olası talihsizlikleri hayal ederek kendini üzen ve çocuklarına çok düşkün olan anne babaların öyküsüdür. İskoçya’da bu hikâye biraz farklı bir şekilde anlatılır. Bir zamanlar yaşamış iki yaşlı kadın vardır. Günün birinde hüngür hüngür ağladıkları görülür. Üzüntülerinin sebebini anlatmak zorunda kalırlar. Buna göre iki kadın hayaller kurmuştur: Evli olsalardı, birinin erkek, diğerinin ise kız çocuğu olsaydı, sonra bu çocuklar büyüyüp evlense ve bebekleri olsaydı, bu küçük torun pencereden yuvarlanıp ölseydi, ne korkunç bir şey olurdu. İşte bu korkunç düşünce, kadıncağızları gözyaşlarına boğar. Bu hikâyenin Rusça versiyonlarından birinde ise Lutonya adlı bir çocuğun yaşlı anne babası, hayali bir torunun ölümüne ağlayıp durur. Yaşlı kadının düşürdüğü odun yüzünden küçücük çocuğun ölmesi ne korkunç bir felaket olurdu, diye düşünürler. Lutonya, anne babasının bu üzüntüsünü öyle gereksiz bulur ki, sonunda evden ayrılır ve onlardan daha aptal insanlar bulana dek geri dönmeyeceğini söyler. Dere tepe düz gider ve çoğuna aşina olduğumuz birçok aptallığa şahit olur. Mesela, orada yetişen çimleri yesin diye evin damında bırakılan bir ineğe rastlar, bir başka yerde hamutuna zorla sokmaya çalıştıkları bir at görür, üçüncü bir diyarda ise her defasında kilerinden bir kaşık süt getiren bir kadın çıkar karşısına. Fakat kahramanımız, aradığı üstün aptallığı bulamadan masal sona erer. Buna benzeyen başka bir Rus masalında Lutonya, kurnaz bir üçkâğıtçının oyununa gelen annesinden aptal birini bulmak için evinden ayrılır. Önce kısa bir ipi germeye çalışan marangozlarla karşılaşır ve ipe bir parça ekleyebileceklerini göstererek onların minnettarlığını kazanır. Sonra orak nedir bilmeyenlerin yaşadığı ve insanların darıları ısırarak hasat ettiği bir yere gelir. Onlara orak yapıp bir darı demetinin içine saplar ve orada bırakır. Köylüler, devasa bir solucan sandıkları orağın ucuna bir ip bağlayarak nehre kadar çekiştirerek götürürler. İçlerinden birini bir kütüğe bağlayıp suya bırakırlar, ipin bir ucunu da ona vererek “solucan”ı suya götürmesini isterler. Kütükle beraber köylü adam da ters döner, başı su altında kalır, bacakları ise suyun üstüne çıkar. “Kardeşim!” diye bağırırlar adama nehrin karşısından “Çoraplarını neden bu kadar umursuyorsun? Bırak ıslansın, ne olacak? Sonra ateşte kurutursun.” Ama adamcağız cevap veremez çünkü boğulmuştur. Nihayet Lutonya, içinde bulunduğu gruptakileri sayarken kendini saymayı unuttuğu için güçlük yaşayan İrlandalı’nınkine eşdeğer bir aptallık örneği bulmuştur. Bu olaydan sonra evine döner.
Bu tür mizahın örneklerini çoğaltmak, tüm Rusya’da bilinen halk masallarında bunlara rastlamak kolaydır. Gotham’ın bilge adamlarına, Stout adlı seyyar satıcı tarafından iç eteklikleri kesilen yaşlı kadınlara ya da çocuk kalbimizi hâlâ mest eden Aptallar Diyarı’nın diğer sakinlerine dair hikâyeler ile mübalağa hikâyeleri, Baron Munchhausen’ın şaşırtıcı maceralarının dayandığı Alman Lügenmährchen (Yalan Masallar) bunların benzerleridir. Fakat sözünü ettiğim örneklerle devam etmeyeceğim ve daha önemli bir skazka grubuna geçmeden evvel de Rus masal anlatma sanatını yansıtan bir “hayvan hikâyesi” ve bir “efsane”ye yer vererek bu bölümü sonlandıracağım. İşte birinci hikâye:
Mizgir
Çok ama çok uzun zaman önceydi. Denizin kabarması ve yazın sıcağıyla beraber dünyaya sıkıntı ve utanç hâkim olmuştu. Çünkü tatarcıklar ve sinekler dört bir yana akın ederek insanları sokuyor, kanlarını akıtıyordu.
İşte o zaman cesur kahraman Örümcek çıktı ortaya ve tatarcıklarla sineklerin en çok uğradığı yerlere ağlar ördü.
O tarafa yaklaşan korkunç bir Atsineği, tökezleyip Örümcek’in tuzağına düştü. Örümcek, onu boğazından sıkıca kavrayıp dünyadaki hayatına son vermeye hazırlanıyordu ki Atsineği Örümcek’ten merhamet diledi.
“Örümcek Baba! Ne olur öldürme beni. Bir sürü yavrum var. Öksüz kalacaklar. Bir lokma yiyecek için kapı kapı dilenip köpeklerle didişecekler.”
Bunun üzerine Örümcek, Atsineği’ni bıraktı. Sinek uçup gitti ve vızıldayıp cızıldayarak başına gelen her şeyi diğer tatarcık ve sineklere anlattı.
“Hey, tatarcıklar ve sinekler! Şu dişbudak ağacının altına toplanın. Haberlerim var. Bir örümcek gelmiş, kollarını savura savura ağlar örüyor ve tuzaklarını tam da sinek ve tatarcıkların kondukları yerlere kuruyor. Hepimizi tek tek yakalayacak!”
Bu haberi alan bütün sinekler bahsi geçen yere uçtu. Dişbudak ağacının köklerine saklanıp ölmüş gibi yaptılar.
Örümcek geldi ve orada bir cırcırböceği, bir kınkanatlı ve bir de tahtakurusu gördü.
“Hey, Cırcırböceği!” diye seslendi, “Bu tümsekte oturup enfiye çek! Kınkanatlı, sen de davul çal! Sana gelince Tahtakurusu, ağacın altına top gibi yuvarlanıp git de cesur kahraman Örümcek’in haberini sal. Yiğit kahraman Örümcek, artık bu dünyada değil. Onu Kazan’a yolladılar. Kazan’da bir kütüğün üzerine koyup başını kopardılar. Kütük de onunla birlikte yıkıldı.”
Tatarcıklar ve sinekler sevinip rahatladı. Doğruca Örümcek’in kurduğu tuzaklara yöneldiler. Örümcek dedi ki:
“Ah, ama beni unuttunuz! Keşke çok daha sık ziyaretime gelseniz! Şarabımdan ve biramdan içip misafirim olsanız!”
Demirci ve İfrit
Evvel zaman içinde bir Demirci yaşardı. Bu adamın akıllı mı akıllı, altı yaşında bir oğlu vardı. Bir gün yaşlı adam kiliseye gitti. Mahşer Günü’nü tasvir eden bir resmin önünde dikilirken simsiyah, boynuzlu bir İfrit’in de resimde yer aldığını gördü.
“Aman Tanrım!” dedi kendi kendine. “Demirci dükkânıma bundan bir tane yaptırsam iyi olacak.” Bunun üzerine bir sanatçıyla anlaşarak demirci dükkânının kapısına kilisede gördüğü resmin aynısını yaptırdı. Bundan sonra yaşlı adam dükkânına her girdiğinde İfrit’e bakıp “Günaydın, hemşerim!” diyecekti. Sonra kazanı ateşleyip işine başlayacaktı.
Bizim Demirci, on yıl kadar İfrit’le mutlu mesut yaşadı. Sonra hastalanıp öldü. Oğlu evin reisi oldu ve demirci dükkânının da başına geçti. Fakat o, İfrit’e babası gibi ilgi göstermeye pek meyilli değildi. Sabahları dükkâna girerken ona asla günaydın demiyordu. Ona güzel bir söz söylemek yerine bulduğu en büyük çekici eline alıp İfrit’in alnının tam ortasına üç defa vurur, sonra işine koyulurdu. Tanrı’nın kutsal günleri geldiğinde kiliseye gider ve her aziz için bir mum yakardı; fakat İfrit’i görünce yüzüne tükürürdü. Böylece üç yıl gelip geçti. Demirci’nin oğlu, her sabah İfrit’e tükürmeye ya da ona çekiçle vurmaya devam etti. İfrit, bütün bunlara sabırla katlandı, ancak sonunda sabrı taştı. Bu kadarı çok fazlaydı.
“Yeterince hakaretine katlandım!” diye düşündü. “Şimdi biraz diplomasi kullanarak ona bir oyun oynama vakti!”
Bunun üzerine İfrit, bir delikanlı kılığına bürünüp demirci dükkânına gitti.
“Günaydın, amca,” diyerek içeri girdi.
“Günaydın!”
“Beni yanına çırak alır mısın, amca? Hiç olmasa senin için odun taşıyıp körükleri çalıştırırım.”
Demirci bu fikri beğendi. “Neden olmasın?” diye cevap verdi. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Öyle değil mi?”
İfrit, demircilik zanaatını öğrenmeye başladı. Bir ay sonunda ustasından çok daha fazla şey biliyordu ve onun yapamadığı her şey İfrit’in elinden geliyordu. Onu izlemek gerçekten çok keyifliydi!
Ustasının ondan duyduğu memnuniyeti, onu ne kadar çok sevdiğini anlatmaya kelimeler yetmez. Bazı günler ustası dükkâna gitmiyordu bile; çünkü kalfasına tamamen güveniyor, genç adamın işe hâkim olduğunu biliyordu.
Günün birinde usta evinde değildi. Kalfa, demirci dükkânında tek başına kalmıştı. O esnada arabasıyla yoldan geçen yaşlı bir hanım gördü ve bunun üzerine başını kapıdan çıkarıp bağırmaya başladı:
“Hey, beyler, hanımlar! Lütfedip buraya bakın! Yeni dükkân açtık, yaşlıları gençleştiriyoruz.”
Bunu duyan kadın hızla arabasından atlayıp demirci dükkânına koşturdu.
“Neler diyorsun bakayım sen öyle? Doğru mu söylediklerin? Gerçekten yapabilir misin bunu?” diye sordu delikanlıya.
“Kimse bilgimizden şüphe etmeye kalkmasın!” diye cevap verdi İfrit. “Söylediğimi yapamayacak olsam insanları buraya çağırmazdım.”
“Peki, kaç para?” diye sordu kadın.
“Hepsi birlikte beş yüz ruble.”
“Pekâlâ, işte paran. Haydi, beni genç bir kadına çevir.”
İfrit, parayı alıp kadının arabacısını köye gönderdi. “Haydi, git de bana iki kova süt getir,” dedi.
Sonra eline bir maşa alıp kadını ayaklarından tuttuğu gibi kazana fırlattı ve yaktı. Kadından geriye bir tek kemikleri kaldı.
Süt dolu kovalar getirilince İfrit, bunları büyük bir küvete boşalttı. Ardından kemikleri toplayıp sütün içine attı. Bir de ne olsa beğenirsiniz? Üç dakika sonra kadın, genç ve güzel bir hâlde sütün içinden çıkıverdi!
Sonra kadın arabasına binip evine gitti. Doğruca kocasının yanına koştu ama adam dikkatlice bakmasına rağmen karısını tanıyamadı.
“Ne diye duruyorsun öyle?” dedi kadın. “Ne kadar genç ve zarifim, baksana! Bu güzel hâlimle yaşlı bir koca istemiyorum yanımda. Hemen demirciye git ve seni genç yapmasını iste. Yoksa artık yüzümü göremezsin!”
Başka çaresi olmayan adam yola koyuldu. Ama demirci ustası geri dönmüş, vakit kaybetmeden dükkânına gitmişti. Demirci etrafına bakındı ama kalfa ortalıkta yoktu. Ne kadar sorup soruştursa da delikanlının nerede olduğunu öğrenemedi. Bunun üzerine tek başına işe koyulup çekiç sallamaya başladı. İşte tam o esnada zengin kadının kocası dükkâna geldi.
“Beni genç bir adama dönüştür,” dedi.
“Senin aklın başında mı Barin[12 - Barin: Çarlık Rusya’sında derebeyi ya da soylu ve zengin kimse. (ç.n.)]? Ben nasıl gençleştireyim seni?”
“Haydi ama! Biliyorsun işte”
“Hiçbir şeycik bilmiyorum.”
“Yalan söyleme, hilebaz! Benim ihtiyar karımı nasıl genç kız yaptıysan, beni de öyle delikanlı yapacaksın. Yoksa karım beni terk edecek!”
“İyi de ben senin karını hayatımda görmedim ki!”
“Kalfan görmüş ya işte! Hem ne fark eder? O, bu işi nasıl yapacağını biliyorsa, ustası olarak sen çok daha iyi biliyor olmalısın. Haydi, bir an evvel işe koyul. Yoksa senin için çok fena olur. Huş ağacından havlularla keseletip doğduğuna pişman ederim seni!”
Demirci, zengin beyefendiyi dönüştürme işlemini denemek zorunda kaldı. Kalfanın yaşlı kadına neler yaptığını öğrenmek için gizlice arabacıyla konuştu. Sonra kendi kendine düşündü:
“Pekâlâ, öyle olsun! Ben de aynısını yapacağım. Başarırsam ne âlâ. Yok başaramazsam, ne diyeyim, başa gelen çekilir!”
Bunun üzerine hemen işe koyuldu. Beyefendiyi çırılçıplak soyup maşayla bacaklarından tuttuğu gibi kazana attı. Sonra körükleri çalıştırmaya başladı. Adamı iyice yakıp kavurduktan sonra kemiklerini süte attı ve genç bir adamın ortaya çıkmasını bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. Küveti etraflıca aradı. Kapkara olmuş kemiklerden başka bir şey yoktu.
O sırada beyefendinin karısı, demirciye bir ulak yollayarak kocasının ne zaman hazır olacağını sordurdu. Zavallı Demirci, beyefendinin artık yaşamadığını söylemek zorunda kaldı.
Kadın, kocasının gençleştirileceği yerde köze çevrildiğini öğrenince çok öfkelendi. Güvenilir hizmetçilerini çağırıp Demirci’yi darağacına götürmelerini emretti. Emri hemen yerine getirildi. Hizmetçileri, Demirci’nin evine giderek adamı yakalayıp derdest etti ve darağacına götürdü. Demirci’nin kalfalığını yapmış olan genç adam ansızın ortaya çıkıp sordu:
“Seni nereye götürüyorlar, usta?”
“Beni asacaklar,” dedi Demirci ve başına gelenleri çabucak anlattı.
“Ah, amca!” dedi İfrit, “Bana bir daha çekiçle vurmayacağına ve baban gibi saygılı davranacağına yemin et ki, beyefendi dirilsin. Hem de genç bir delikanlı olarak!”
Demirci, İfrit’e bir daha el kaldırmayacağına ve ona hürmet edeceğine söz verdi. Bunun üzerine kalfa bir koşu demirci dükkânına gidip geldi. Beyefendiyi de yanında getirdi ve hizmetçilere seslendi:
“Durun! Bekleyin! Onu asmayın! İşte efendiniz burada!”
Hizmetçiler hemen ellerini çözerek Demirci’yi serbest bıraktı. Kalfa ortadan kayboldu ve bir daha hiç görünmedi. Ama beyefendi ve hanımı, refah içinde uzun bir ömür sürdü.
2. Bölüm
Mitolojik Masallar – 1
Kötülük Resmedilirken Kullanılan Şekiller
Bu bölüm, pek çok Rus eleştirmenin açıkça mite özgü nitelikler taşıdığını ileri sürdüğü skazka örneklerine ayrılmıştır. Bu sınıfta yer alan masalların çok sayıda olması, seçimi epey güçleştirdi. Fakat Rusya’da yaygın olan “mitsel” masal türünü en iyi yansıtan örnekleri ayırmak için elimden geleni yaptım.
Batı Avrupa masallarıyla kıyaslandığında bu türdeki Rus masallarında, sıradan olayları konu alan (bilhassa gülünç kahramanların bulunduğu) hikâyelerdekine oranla daha belirgin bir bireysellik söz konusudur. Avrupa köy hayatına dair kısa gülmecelerdeki kahramanlar, sahne nereye yerleştirilirse yerleştirilsin başlık ya da karakter bakımından çok az değişiklik göstermektedir. Tıpkı Avrupa hayvan efsanelerinde Tilki, Kurt ve Ayı’nın yaşadıkları bölgeye göre değişebilen rollere bürünmesi gibi. Fakat her ulusa özgü periler diyarındaki olağanüstü varlıklar pek çok açıdan birbirlerine benzeseler bile, bazı noktalarda da dikkat çekici bir biçimde ayrılmaktadır. Bunlar, aynı orijinal masal tipinin farklı gelişimlerinden kaynaklanıyor olabilir, bugün birbirinden büyük ölçüde ayrılmış Aryan halklarının tarih öncesi ataları arasında yaygın hikâyelere götürülebilir, hikâyelerdeki ilginç özellikler ise uzak ülkelerden gelen gezginlerin mesul olduğu tesadüflerden kaynaklanıyor olabilir. Ama her durumda, bugün her ailenin kendine has özellikleri, komşularından bariz bir şekilde ayrılan nitelikleri vardır. Benim ana hedefim, skazkalardaki “mitsel varlıklar”a bireysellik kazandıran bu özelliklere dair bir fikir verebilmek. Bu amaçla, sözü geçen olağanüstü varlıkları tasvir etmeye çalışacağım. Belli ölçüde Slav peri ülkesine özgü bu varlıklar, Rus halk masallarında da ortaya çıkıyor. Başka bir yerde bunlara dair kısa bir açıklama yaptım. Şimdi varlıklarının dayandığı kanıtlardan bir kısmını sadece zikretmek yerine, ayrıntılı bir şekilde vererek bunları ele almak istiyorum.
Kolaylık olması açısından, zıt unsurların çelişkisini açıkça bünyesinde barındıran birçok mitsel skazka arasından seçim yapabiliriz: İyi ve Kötü, Aydınlık ve Karanlık, Sıcak ve Soğuk ya da antagonistik güç veya fenomenleri içeren bir başka ikili olabilir bu. Haklıların davasını temsil eden ve mitoloji uzmanları tarafından pek çok farklı esasa ayrılan bu türden hikâyelerin tipik kahramanı, benimsendiği ülkelerin birçoğunda neredeyse tamamen aynı şekilde ortaya çıkar. Doğaüstü güçleri vardır ama buna rağmen etten kemikten bir insan olarak kalır.
Kadın kahraman konusunda da benzer şeyler söylemek mümkündür. Çünkü periler diyarındaki yaşam türleri hem kadınları hem de erkekleri kabul eden bir tabiata sahiptir. Skazka ve diğer halk masallarında kadın kahraman, evinin karanlığını giderecek vasıtaları ararken dişi ifritlerin gazabıyla karşılaşma cesaretini gösterir ya da büyü yapılmış ağabeylerini, büyücü kadına köle olmaktan veya kocasını karanlık bir zindanda tutsak kalmaktan kurtarır.
Fakat düşmanları, yani kahramanın nihayetinde saldırdığı ya da erdemleri sayesinde aşmayı başardığı karanlık ya da kötücül varlıklar, bulundukları bölge ya da hatıralarına karıştıkları insanlar bakımından belli ölçüde değişir. Jack’in öldürerek şan kazandığı devler, Norveç trolleri, Güney masallarındaki gulyabaniler, modern Yunanistan’ın Drakos ve Lamia’sı, Litvanyalı Laume ve diğer bütün canavarımsı varlıklar, önemli ölçüde ve bariz bir şekilde birbirinden ayrılmaktadır. Bu varlıklar, her halkın, (bir hipoteze göre) korktuğu Karanlık Güçler ya da (bir diğer teoriye göre) tiksindiği yerli halklar hakkında hayal gücüyle geliştirdiği fikirlere dayanmaktadır. Bunun harika bir örneği, Slav masallarındaki bu türe ait olağanüstü varlıklar ile Hint-Avrupa ailesinin Slav olmayan üyelerince iskân edilmiş ülkelerdeki muadilleri arasındaki tezatlıktır. Elbette, halk masallarındaki bütün bu fikirler arasında bu aileye özgü benzer unsurlar bulunabilir ancak Slav halk masallarının bizimle tanıştırdığı karanlık figürlerin, Latin, Helen, Cermen veya Kelt kökenli akrabaları olan canavarlar ile farklılığı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Rus skazkalarının ilgili olduğu bu masallardan bir örnek vermek istiyorum. Bırakalım, hikâyeler kendi adına konuşsun.
“Mitsel” skazkalardaki karanlık güçler, erkek ve kadın olarak iki gruba ayrılırsa en önemli figürler ilk grupta yer alan Yılan (ya da “Zoolojik Mitoloji”nin bir başka örneği), Ölümsüz Kosçey, Çar Morskoy ya da Denizler Kralı’dır. İkinci grupta ise başlıca karakterler; Baba Yaga ya da Acuze, onun yakın akrabası Cadı ve son olarak Dişi Yılan’dır. Her iki sınıftan daha az göze çarpan karakterlerin şekli ve tabiatı üzerinde şu anda durmayacağız. Bunların bir kısmından başka bir bölümde söz etme fırsatımız olacak.
Yılanla başlayalım. Yılanın açıkça tasvir edilmesi nadirdir. Farklı kılıklarda karşımıza çıkar ve bu kılıklara dair tatmin edici bir görüş elde etmek güçtür. Bazen hikâye boyunca sürüngen karakterindedir. Kimi zaman da hem insan hem de yılan kılığına bürünür. Bir hikâyede, bileğinde bir şahin (ya da sırtında bir kuzgun) ve ayakucunda bir tazı olduğu hâlde ata bindiğini görürüz. Bir diğer masalda insan vücutlu ve yılan-başlı olarak karşımıza çıkarken, üçüncü bir hikâyede ise sahibi olan kadının çardağına hışımla giren bir yılandır ama ayağını yere vurarak yiğit bir delikanlıya dönüşür. Fakat çoğu durumda yalnızca kanatlı ve çokbaşlı olmasıyla diğer yılanlardan ayrılır. Genelde üç ila on iki arasında başı vardır.
Çoğu zaman Zméï (yılan) veya Goruinuiç (gora ya da dağın oğlu) adıyla tanınır ve bazen de dağ mağaralarını mesken tutar. Yeraltının derinliklerinde ya da dünyanın tam ortasında bir yerde, gösterişli bir saray veya “tavuk bacağında bir izba” yani ince direkler üzerine kurulmuş bir kulübede yaşayabilir. İşte, yılan avını buraya getirir. Bir masalda gün ışığını çalmış ya da gizlemiştir. Bir diğer hikâyede ise ölümünden sonra ışıldayan ay ve yıldızlar çıkar içinden. Ama genel olarak Plüton’un Proserpina’yı kaçırması gibi, yılan da bir kraliçe ya da prensesi evinden kaçırıp götürür. Genç kadın onun yanında gönülsüzce kalır ve onunla dövüşen kişiyi kurtarıcısı olarak selamlar. Fakat kimi zaman yılanın kendi türünden bir karısı ve anne babasının zevk ve güçlerini paylaşan kızları vardır. İşte Güney Rusya’ya ait aşağıdaki hikâyede bu durum söz konusudur:
İvan Popyalof
Evvel zaman içinde yaşlı bir karı koca yaşardı. Bunların üç oğlu vardı. İkisinin aklı başındaydı; ancak üçüncüsü budalanın tekiydi. İşte bu şapşal oğlanın adı İvan, soyadı ise Popyalof’tu.
On iki koca sene boyunca İvan, ocak küllerinin arasında yattı durdu; ama sonunda öyle bir ayağa kalkıp silkindi ki, üzerinden yüz kilo kül döküldü.
İşte İvan’ın yaşadığı bu ülkede hiç bitmeyen bir gece yaşanmaktaydı. Bütün bu karanlığın sorumlusu ise Yılan’dı. Neyse, günün birinde İvan bu Yılan’ı öldürmeyi üstlendi. Babasına dedi ki: “Baba, yüz kiloluk bir gürz yap.” Babasının yaptığı gürzü alıp tarlaya gitti ve elindeki topuzu var gücüyle havaya savurdu. Ardından eve döndü. Ertesi gün topuzu savurup yukarı fırlattığı noktaya geldi, başını geriye çekmiş hâlde oracıkta dikilip bekledi. Fırlatıldığı yerden aşağı düşen gürz, İvan’ın alnının tam ortasına isabet etti ve ikiye ayrıldı.
İvan hemen eve gidip babasına dedi ki: “Baba, haydi bir tane daha gürz yap bana. Ama bu sefer iki yüz kiloluk olsun.” Yeni gürzü alıp yine tarlaya gitti ve yukarı fırlattı. Gürz, üç gün üç gece havada döndü durdu. Dördüncü gün İvan aynı yere gidip gürzün aşağı inmesini bekledi. Bu sefer gürzün önüne dizini koydu ve gürz, üç parçaya bölündü.
İvan, eve dönünce babasından üçüncü bir gürz yapmasını istedi. Bu seferki üç yüz kilo olacaktı. Sonra yine tarlaya gidip eline aldığı gürzü havaya fırlattı. Bu defa gürz, tam altı gün havada asılı kaldı. Yedinci gün geldiğinde İvan her zamanki yerindeydi. Gürz yere indi ve İvan’ın alnına çarptı. Darbenin etkisiyle alnı yamuldu. Bunun üzerine İvan, “İşte bu gürz, Yılan’ı alt eder!” dedi.
Her şey hazır olunca ağabeyleriyle beraber Yılan’la dövüşmek için yola koyuldu. Az gittiler uz gittiler, sonunda bir tavuğun bacakları üzerinde yer alan bir kulübeye vardılar. İşte yılan bu kulübede yaşıyordu. Üç kardeş tam bu noktada durdu. Sonra İvan, eldivenlerini asıp ağabeylerine döndü: “Eldivenlerimden kan akacak olursa, hemen imdadıma koşun.” Bu sözlerin ardından kulübeye girdi ve tahta kaplamanın altına oturdu. Kısa süre sonra üç başlı Yılan belirdi. Küheylanı tökezledi, tazısı uludu ve şahini feryatlar kopardı.
Bunun üzerine Yılan bağırdı:
“Ne diye tökezlersin ey Küheylan! Ya sen ne diye ulursun ey Tazı! Peki ya sana ne demeli, nedir o yaygara ey Şahin!”
“Nasıl tökezlemeyeyim,” diye cevap verdi Küheylan, “Tahtanın altında İvan Popyalof oturmakta!”
Bunun üzerine Yılan dedi ki: “Haydi çık dışarı İvanuşka! Gel de gücümüzü yarıştıralım.” İvan karşılarına geçti ve dövüşe başladılar. Mücadelenin sonunda İvan, Yılan’ı öldürmeyi başardı. Sonra yine tahta kaplamanın altında oturmaya devam etti. Tam o sırada bir başka Yılan ortaya çıktı. Bunun altı başlı vardı ve İvan onu da öldürdü. Ardından bu defa on iki başı bir yılan geldi. İvan, onunla da kavgaya tutuşup canavarın dokuz başını kopardı. Yılan’ın takati kalmamıştı. O esnada bir kuzgun kanat çırparak geldi ve hırıldadı:
“Krof[13 - Rusça bir kelime olan Krof, kan anlamına gelir. (e.n.)]? Krof!”
Bunun üzerine Yılan da Kuzgun’a seslendi: “Haydi, bir an evvel uç git de karımı çağır ve İvan Popyalof’u yemesini söyle.”
Ama İvan bu sözleri karşılıksız bırakmadı: “Haydi uçup git de ağabeylerime haber ver. Buraya gelsinler de şu Yılan’ı birlikte öldürelim, sonra da etini yiyesin diye sana verelim.”
İvan’ın söylediklerini işiten Kuzgun, hemen İvan’ın ağabeylerinin yanına gidip başlarının üzerinde ciyak ciyak bağırmaya başladı. Kardeşler uyanıp Kuzgun’un sözlerini işitince İvan’ın yardımına koştular. Birlikte Yılan’ı öldürdüler ve başlarını alıp kulübeye götürerek burada imha ettiler. Bu olayın hemen ardından bütün ülke parlak bir ışıkla aydınlandı.
Yılan’ı öldürdükten sonra İvan Popyalof ve ağabeyleri evlerinin yolunu tuttular. Ama İvan, eldivenlerini unutmuştu. Hemen koşturup kulübeye geri döndü ve eldivenlerini buldu ama o sırada Yılan’ın karısı ve kızlarının kendi aralarında konuştuklarını duydu. Bunun üzerine kendini bir kediye dönüştürüp kapının dışında miyavlamaya başladı. Kediyi içeri aldılar ve o da söyledikleri şeyleri dikkatle dinledi. Sonra İvan, eldivenlerini alıp koşturdu. Ağabeylerinin bulunduğu yere varınca atına bindi ve hep birlikte yola koyuldular. Az gittiler uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Karşılarına yemyeşil bir çayır çıktı. Çayırın üzerinde ise ipek minderler vardı. Ağabeyleri dedi ki “Haydi, atlarımızı burada otlatalım. Hem biz de biraz dinleniriz.”
Ama İvan itiraz etti: “Durun bir dakika, ağabeyler!” Hemen gürzünü eline alıp minderlere vurdu. Bir anda minderlerden kan fışkırmaya başladı.
Bu olayın ardından yola devam ettiler. Epey at bindikten sonra dalları altın ve gümüş elmalarla dolu bir elma ağacına rastladılar. Ağabeyleri dedi ki: “Haydi birer elma koparıp yiyelim.” Ama İvan durumdan şüphelenmişti: “Bir dakika ağabeylerim. Ben bir tatlarına bakayım önce.”
Sonra gürzünü alıp elma ağacına fırlattı. Ağaçtan oluk oluk kan akmaya başladı.
Bu olayın üzerine oradan ayrılıp yola devam ettiler ve epey yol aldıktan sonra bir çeşme çıktı karşılarına. Ağabeyleri dedi ki: “Haydi, biraz su içelim.” Ama İvan Popyalof buna karşı çıktı: “Durun, ağabeylerim!”
Gürzünü bir kez daha kaldırıp çeşmeye vurdu ve çeşmeden kanlar akmaya başladı.
Çünkü çayırdaki minderler, elma ağacı ve çeşme, hepsi ama hepsi Yılan’ın kızlarıydı.
Yılan’ın kızlarını öldürdükten sonra İvan ve ağabeyleri evlerine döndü. Tam o sırada Yılan’ın karısı uçarak peşlerinden geldi ve gökyüzünden yere doğru çenesini kocaman açarak İvan’ı yutmayı denedi. Ama İvan ve ağabeyleri, Yılan’ın karısının ağzına üç yüz kilo tuz atarak karşılık verdi. Canavar, İvan Popyalof olduğunu sandığı tuzu yuttu. Ancak tuzun tadını alınca bunun İvan olmadığını anlayabildi ve hemen İvan’ı kovalamaya devam etti.
Tehlikenin çok yakın olduğunu anlayan İvan, atını bırakıp Kuzma ve Demian’ın[14 - Kuzma ve Demian, Rus masallarında kutsal ve olağanüstü güçlere sahip demirciler olarak karşımıza çıkar. Sık sık yılanlarla mücadele ederler. (ç.n.)] demir ocağının on iki kapısı ardına saklandı. Yılan’ın karısı uçarak geldi ve Kuzma ve Demian’a seslendi: “İvan Popyalof’u bana verin.”
“On iki kapının ardından dilini sok da kendin al,” dediler. Bunun üzerine Yılan’ın karısı kapıları yalamaya başladı. Bu arada demirciler, bütün kerpetenleri ateşte ısıtmıştı. Yılan’ın karısı, dilini demirci dükkânından içeri sokar sokmaz, kerpetenlerin gazabına uğradı. Sonra çekiçlerle öldürdükleri Yılan’ın karısını yakıp küllerini rüzgâra savurdular. Ardından evlerine döndüler. Bol bol yiyip içerek ziyafet çektiler, dans ederek gönüllerince eğlendiler.
Ben de oradaydım ve ufak bir içki de ben içtim. Ama içki boğazıma değmeden sakalımdan aşağı akıp gitti.
İvan Buikoviç’in (Boğa’nın oğlu) skazkalarında bu masalın bir varyantı var; ama burada Slav Aziz George’un öldürdüğü canavar bir yılan değil, Chudo-Yudo’dur[15 - Chudo kelimesi “dâhi, deha” anlamına gelmektedir. Yudo ise Judas’a gönderme olabilir ya da tamamen kafiye kurmak için kullanılmış olabilir. (ç.n.)]. Bir gece İvan, ağabeyleri uyurken nöbet tutmaktadır. O sırada “altı kafalı bir Chudo-Yudo” gelir. İvan kolayca hakkından gelir canavarın. Ertesi gece, aynı aileden dokuz başlı bir canavarı katleder ama bu defa biraz zorlanmıştır. Üçüncü gece “on iki başlı Chudo-Yudo”, “on iki kanatlı, postu gümüşten, yelesi ve kuyruğu altından” bir at üzerinde görünür. İvan, canavarın üç başını kopartır ama Lernæan Hydra’nın başları gibi, sahiplerinin “öfkeli parmağı”nın tek dokunuşuyla yerlerine tekrar yenisi çıkar. Düşmanı tarafından dizlerine kadar toprağa gömülen İvan, eldivenlerinden birini ağabeylerinin uyumakta olduğu kulübeye doğru fırlatır. Eldiven pencereleri tuz buz eder ama uykucular oralı bile olmazlar. Bu arada İvan, düşmanının altı kafasını uçurmuştur ama daha önce olduğu gibi canavarın başları yeniden çıkar. Canavarın var gücüyle itip neredeyse yere gömdüğü İvan, diğer eldiveni de kulübeye atar. Bu kez eldiven çatıyı delip geçmiştir. Ama ağabeyleri hâlâ mışıl mışıl uyumaktadır. Nihayet, Chudo-Yudo’nun dokuz başını boş yere uçurduktan ve koltuk altlarına kadar kara toprağa gömdükten sonra İvan, başlığını kulübeye fırlatır. Darbenin etkisiyle kulübe sallanır, kirişleri kopar. Bunun üzerine ağabeyleri uyanır ve yardımına koşarlar. Hep birlikte Chudo-Yudo’yu yok etmeyi başarırlar. Üç canavarın dul eşleri olan “Chudo-Yudo hanımları”, “İvan Popyalof” masalında Yılan’ın kızlarına verilen rolü oynamak üzere ortaya çıkar. “Altın ve gümüş meyveli bir elma ağacı olacağım,” der birincisi, “Kim bir elma koparırsa hemen patlayacaktır.” İkincisi der ki: “Ben bir çay olacağım. Suyun üzerinde biri altın, diğeri gümüşten iki bardak olacak. Bardaklara dokunanı boğacağım.” Sıra üçüncü eşe gelir: “Altın bir yatak olacağım. O yatağa uzanan ateşlerde yanacak.” Serçe kılığına bürünmüş İvan bütün bunları işitir ve önceki masaldaki gibi hareket eder. Üç dul ölür ama “yaşlı bir cadı” olan anneleri intikam almaya karar verir. Dilenci kadın kılığına girerek geri çekilmekte olan kardeşlerden sadaka ister. İvan ona bir duka verir. Kadın, parayı değil İvan’ın uzattığı eli kavrar ve apar topar yer altına götürür. Kocası burada yaşamaktadır ve Sırpların Vy adını verdiği mitsel bir varlık olan İhtiyar Adam görünümündedir. “Demir bir kanepede yatar ve gözleri hiçbir şey görmez. Uzun kirpikleri ve kalın kaşları, gözlerini saklamaktadır,” ama “on iki cesur kahraman”ı çağırarak demir çatallar alıp gözlerini örten kılları kaldırmalarını emreder. Sonra ailesini yok eden adama bakar. Vy’nin bakışı, Medusa bakışı gibi öldürücü bir etkiye sahiptir fakat Rus masalının anlatıcı babası, tutsağının canını incitmez. Onu şu an ilgilenmeyeceğimiz yeni maceralara göndermekle yetinir.
Bu masalın üçüncü varyantında kahramanımız İvan Koshkin’in (Kedi oğlu) öldürdüğü yılanlar söz konusudur. Ayrıca yılanların, yılanın karıları ve kızlarının ölümünün intikamını almayı üstlenen kişi bir Baba Yaga yani Acuze’dir. Aldığı karara uygun olarak üç kardeşin peşine düşer ve ikisini yutmayı başarır. Üçüncü kardeş yani İvan Koshkin, bir demirci ocağına sığınır ve yine canavarı dilinden yakalayıp avını ağzından çıkarana dek çekiçlerle döverler. Böylece kardeşlerin geçici tutsaklığı son bulur.
Chudo-Yudo hikâyesinde gördüğümüz gibi Yılan’ın ikamet ettiği yerde kimi zaman başka sihirli yaratıklar da vardır. Üç kardeşin, izinsiz evlerine giren birini yakalamak ya da gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuş bir anne ya da kız kardeşi bulmak için yola koyulduğu masallarda bu durum sıkça yaşanır. Genelde yeraltında bir dünyaya veya ulaşılmaz tepenin altına varırlar. En küçük kardeşleri duruma göre aşağı iner ya da yukarı çıkar ve onu bakır, gümüş ve altın krallıklarına götüren pek çok maceradan sonra ağabeylerinin onu beklemekte oldukları yere muzaffer bir şekilde döner. Neredeyse tüm hikâyelerde ağabeyler, ona eşlik eden güzel prensesleri ele geçirdikten sonra kardeşlerini kaderine terk ederler. Sıradaki Güney Rusya masalında bu olay örneklendiriliyor.
Norka
Evvel zaman içinde bir Kral ve Kraliçe yaşardı. Üç oğulları vardı. Bunlardan ikisi aklı başında gençlerdi; ama üçüncüsü budalanın tekiydi. Bu Kral’ın her türden hayvanı barındıran bir hayvanat bahçesi vardı. Bahçenin müdavimlerinden biri de Norka adlı dev hayvandı. Buraya gelip herkesi korkutan fenalıklar yapar, her gece birkaç hayvanı mideye indirirdi. Kral, ne yaptıysa bu canavarı yok etmeyi başaramadı. Sonunda oğullarını çağırıp dedi ki: “Norka’yı kim yok ederse krallığımın yarısı onundur.”
Bu zorlu görevi, en büyük oğul üstlendi. Gece olur olmaz silahlarını kuşanıp yola çıktı. Ama bahçeye ulaşmadan önce bir traktir yani tavernaya gitti ve bütün gece vur patlasın çal oynasın eğlendi. Kendine geldiğinde artık çok geçti, gün çoktan aydınlanmıştı. Artık elinden bir şey gelmezdi, zira babasının gözünden çoktan düşmüştü. Ertesi gün, ikinci oğlu aynı görevi yerine getirmek için gitti ve aynı şeyi yaptı. Kral, iki oğlunu sert sözlerle azarladı.
Derken üçüncü güne gelindi ve en küçük oğul bu görevi üstlendi. Ama bunu duyan herkes onunla dalga geçiyordu; çünkü bu delikanlı öyle aptaldı ki, elinden hiçbir iş gelmeyeceğinden herkes emindi. Ama o kimseyi dinlemeden silahlarını kuşandı ve doğruca bahçenin yolunu tuttu. Çimenlerin üzerine öyle bir konumda oturdu ki, uykuya dalacak olsa silahları sırtına batıp onu uyandırıyordu.
Bu arada saat gece yarısını vurmuştu. Toprak titremeye başladı ve Norka koştura koştura bahçe çitlerinden içeri girdi. Gerçekten devasa bir hayvandı. Prens, kendini toparlayıp ayağa kalktı, istavroz çıkardı ve doğruca hayvana saldırdı. Dövüşmeye başladılar. Canavar kaçtı; ama Prens peşinden gitti. Çok geçmeden bu canavarı yayan olarak yakalamasının imkânsız olduğunu gördü ve ahıra koşturup oradaki en iyi atı seçtikten sonra Norka’nın peşine düştü. Kısa sürede Canavar’a yetişti ve yeniden dövüşe tutuştular. Epey dalaştılar. Prens, Canavar’ı üç yerinden yaraladı. Nihayet her ikisi de bitap düşmüştü. Bu yüzden biraz mola verdiler. Ama Prens gözlerini kapar kapamaz Canavar, ayağa fırlayıp kaçmaya koyuldu. Atı Prens’i uyandırdı. Delikanlı hemen yerinden fırlayıp atına bindi ve Canavar’ın peşinden dörtnala koşturup ona yetişti. Bir kez daha kavgaya tutuştular. Prens, yine Canavar’ı üç yerinden yaraladı ve ardından yine çok yoruldukları için dinlenmeye karar verdiler. Bunun üzerine Canavar tekrar kaçtı. Prens onu yakaladı ve yine üç yerinden yaraladı. Ama tam Prens dördüncü defa Canavar’ın peşinden koştururken Canavar bir anda kocaman beyaz bir taşa atıldı, taşı kaldırdı ve Prens’e şöyle seslenerek yeraltına, yani diğer dünyaya kaçtı: “Ancak buraya girdiğinde beni alt edersin.”
Prens, eve gidip bütün olanları babasına anlattı ve ondan diğer dünyaya ulaşacak uzunlukta derin bir ip ördürmesini istedi. Babası ipin yapılması emrini verdi. İp hazır olunca Prens, iki ağabeyini çağırdı ve hizmetçileriyle bir sene boyunca onlara yetecek erzakı yanlarına alıp hep birlikte Canavar’ın kaybolduğu yere doğru yola çıktılar. Tam o noktaya bir saray yaptılar ve bir süre burada yaşadılar. Fakat her şey hazır olduğunda en küçük kardeş diğerlerine döndü: “Pekâlâ, ağabeylerim, bu taşı kim kaldıracak?”
Ağabeyleri taşı yerinden bile oynatamadı; ama İvan dokunduğu an, dağ gibi kocaman taş bir anda uçuverdi. Taşı kenara fırlatınca ağabeylerine döndü:
“Norka’yı alt etmek için öteki dünyaya kim gidecek?”
Hiçbiri bu işi üstlenmeyi teklif dahi etmedi. Bunun üzerine Prens, böyle korkak oldukları için ağabeylerine gülüp dedi ki:
“Pekâlâ, ağabeylerim, elveda! Şimdi beni öteki dünyaya indirin ve sakın buradan bir yere ayrılmayın. İpi salladığımda hemen yukarı çekin beni.”
Ağabeyleri, Prens’i aşağı indirdi ve delikanlı böylece diğer dünyaya ulaştı. Yeraltındaki bu yerde epeyce yürüdükten sonra süslü koşum takımlarıyla donatılmış bir at gördü. At seslendi: “Merhaba Prens! Uzun zamandır seni bekliyordum!”
Prens hemen ata bindi ve bakırdan bir saraya varana dek ilerledi. Sarayın bahçesine girdi, atını bağladı ve içeri girdi. Odalardan birinde akşam yemeği sunulmaktaydı. Oturup karnını doyurdu. Sonra da yatak odalarından birine gidip dinlenmek için biraz uzandı. Bu sırada ancak masallarda görülecek güzellikte bir kız gelip dedi ki:
“Evimdeki kişi, ismini söyle! Eğer yaşlı bir adamsan, babam olasın; orta yaşlı bir adamsan ağabeyim kabul ederim seni. Fakat genç bir adamsan, kocam olasın. Kadınsan ve yaşlıysan, o hâlde büyükanne derim sana; orta yaşlıysan annem, genç bir kızsan kız kardeşim sayarım seni.”
Bunun üzerine Prens, kendini gösterdi. Onu gören kız, mutluluktan havaya uçtu:
“Ey Prens İvan, sen benim kocam olacaksın! Söylesene nereden geldin buraya?”
Prens, başından geçenleri kıza anlattı. Bunun üzerine kız dedi ki:
“Alt etmek istediğin o canavar, benim ağabeyimdir. Şu an ablamın yanında kalıyor. Ablam, buradan çok uzakta olmayan gümüş bir sarayda yaşar. Ağabeyimin vücudunda açtığın üç yarayı bizzat ben sardım.”
Neyse, bu sözlerin ardından yiyip içtiler, eğlendiler, tatlı tatlı muhabbet ettiler. Sonra Prens, güzel kıza veda edip gümüş sarayda yaşayan ikinci kız kardeşin yanına gitti. Burada da bir süre misafir oldu. Kız, ağabeyi Norka’nın altın bir sarayda yaşayan en küçük kız kardeşlerinin yanında olduğunu söyledi. Bunun üzerine Prens, altın saraya gitti. Burada yaşayan kız, Norka’nın mavi denizde uyumakta olduğunu söyleyip Prens’e çelikten bir kılıç ve Güç Suyu’ndan bir yudum verdi; ağabeyinin başını tek vuruşta uçurmasını istedi. Bütün bunları dikkatle dinledikten sonra Prens yola çıktı.
Nihayet Prens mavi denize vardı; etrafına bakınca Norka’nın denizin ortasında bir taşın üzerinde uyumakta olduğunu gördü. Norka her horladığında koca deniz sallanıyordu. Prens, istavroz çıkarıp kılıcını Canavar’ın başına indirdi. Havaya fırlayan baş, “Şimdilik işim bitti!” diye bağırıp denize yuvarlandı.
Canavar’ı öldürdükten sonra Prens, geri dönüp üç kız kardeşi yanına aldı; niyeti hepsini yerin üstüne çıkarmaktı. Zira kızların hepsi Prens’i çok sevmişti ve ondan ayrılmak istemiyorlardı. Aynı zamanda büyü yapabilen bu kızların her biri kendi sarayını bir yumurtaya çevirdi. Sonra yumurtaları nasıl saraya ve ardından yine yumurtaya çevireceğini Prens’e öğretip yumurtaları ona teslim ettiler. Ardından yerin üstüne çıkarılacakları noktaya geldiler. Prens ipi buldu ve sıkıca kavrayıp kızları ipe bağladı. Sonra ipi salladı. Ağabeyleri ipi çekmeye başladı. Yukarı çıkmakta olan muhteşem güzellikteki kızları görünce bir kenara çekilip kendi aralarında konuştular: “İpi biraz indirelim ve kardeşimizin olduğu kısmı keselim. Belki ölecektir ama sağ kalırsa bu güzelleri eş olarak vermeyecektir bize.” Bu plan üzerinde anlaşıp ipi indirdiler. Ama Prens sandıkları kadar aptal değildi, neyin peşinde olduklarını anlamıştı. Bu yüzden ipi bir taşa bağlayıp çekti. Ağabeyleri taşı epey yükseğe çekip ipi kestiler. Taş bir anda aşağı düşüp paramparça oldu. Prens, ağabeylerini denemiş ve kötü niyetlerini ispatlamıştı. Gözyaşları içinde oradan uzaklaştı. Az gitti uz gitti. Sonunda bir fırtına çıktı, şimşek çaktı, gök gürledi, seller aktı. Prens bir ağacın altına saklandı. Ağacın üzerinde yağmurdan sırılsıklam olmuş minik kuşlar vardı. Prens kaftanını çıkarıp kuşların üzerine örttü ve kendisi de ağacın altına oturdu. Bu sırada dev bir kuş kanat çırparak geldi. Öyle büyük bir kuştu ki, gün ışığını bile gölgelemişti. Hava zaten kararmıştı ama kuşun gelmesiyle beraber iyice karardı. Bu, Prens’in örttüğü yavru kuşların annesiydi. Gökyüzünde kanat çırparken yavrularının biri tarafından örtüldüğünü hissedip “Yavrularımı kim sarıp sarmaladı?” diye sormuştu. Sonra Prens’i görünce dedi ki: “Sen mi örttün çocuklarımı? Minnettarım sana! Bu iyiliğinin karşılığında ne dilersen dile benden. Ne istersen yaparım.”
“O hâlde beni diğer dünyaya götür,” diye cevap verdi Prens.
“Bana ortasından ikiye ayrılmış büyük bir zasyek[16 - Zasyek: bir tür kasa ya da kutu. (ç.n.)] yap,” dedi anne kuş. “Her türden av hayvanını yakalayıp yarısına bunları koy, diğer yarısına su dök. Böylece yiyeceğim et, içeceğim su hazır olsun.”
Prens bütün bunları yaptı. Sonra Prens’in ortasına oturduğu zasyeki sırtına alan anne kuş havalandı. Bir süre uçtuktan sonra yolculuk sona erdi ve Prens’e veda edip yuvasına döndü. Prens ise bir terzinin evine gidip onun hizmetine girdi. Öyle kötü giyiniyordu ki dış görünümü bütünüyle değişmişti; onun aslında bir prens olduğu hiç kimsenin aklına bile gelmezdi.
Ustasının hizmetine gittikten sonra Prens, o ülkede neler olduğunu sordu. Ustası cevap verdi: “İki prensimiz -zira üçüncü prens ortalıktan kayboluverdi- diğer dünyadan güzel kızlar getirip onlarla evlenmek istediler; ancak kızlar razı gelmiyor. Gelinliklerinin, tıpkı diğer dünyada giydikleri elbiseler gibi yapılmasını istiyorlarmış. Üstelik ölçü alınmasına karşı çıkıyorlarmış! Kral, ülkede eli dikiş tutan herkesi topladı ama hiçbiri bu işin üstesinden gelemedi.”
Bunları duyan Prens dedi ki: “Usta, şimdi Kral’a git ve elinden geleni yapacağını söyle.”
“İyi ama ben o türden elbiseleri nasıl yapayım? Ben sıradan halk için giysi dikiyorum,” dedi ustası.
“Haydi usta! Dediğimi yap, gerisini bana bırak,” dedi Prens.
Terzi saraya gitti. Kral en azından bir kişinin bu işi üstlendiğini görünce çok sevindi ve adama dilediği kadar para verdi. Terzi her şeyi halledince eve döndü. Prens dedi ki:
“Şimdi Tanrı’ya dua et ve yatıp uyu. Yarın her şey hazır olacak.” Terzi, delikanlının tavsiyesini dinleyip yatağına yattı.
Gece yarısı olunca Prens uyanıp şehirden çıktı, tarlalara gitti. Burada kızların verdiği yumurtaları cebinden çıkarıp onlardan öğrendiği büyüyü kullanarak bunları üç saraya çevirdi. Bu sarayların her birine girip kızların giysilerini aldı. Ardından sarayları yeniden yumurtaya çevirdi ve evin yolunu tuttu. Sonra elbiseleri duvara asıp uyudu.
Sabah erken saatlerde ustası uyanınca bir de ne görsün! Ömründe görmediği türden altın, gümüş ve kıymetli taşlarla süslü harika elbiseler asılıydı duvarda. Adamcağız bu işe çok sevindi, elbiseleri kaptığı gibi Kral’a götürdü. Prensesler, diğer dünyada giydikleri elbiseleri karşılarında görünce Prens İvan’ın bu dünyaya gelmiş olduğunu anladılar. Birbirleriyle bakıştılar ama durumu belli etmediler. Elbiseleri teslim eden terzi ise evine döndü fakat sevgili çırağı ortalıkta yoktu. Çünkü Prens ayakkabıcıya gitmiş ve onu da Kral’a göndermişti. Aynı şekilde havai fişekçileri de saraya yolladı. Hepsi delikanlıya şükranlarını sundu; onun sayesinde Kral tarafından mükâfatlandırılmışlardı. Prens, tüm bu işleri hallettiğinde prenseslerin tüm arzuları yerine getirilmişti. Elbiseleri, tıpkı diğer dünyada giydikleri türdendi. Ama kızlar durmadan ağlıyordu çünkü Prens hâlâ gelmemişti. Daha fazla direnmeleri mümkün değildi, evlendirilmek üzereydiler. Tam düğün için hazırlandıkları sırada en küçük kız Kral’a dedi ki:
“Babacığım, lütfen dilencilere sadaka vermeme müsaade edin.”
Kral izin verdi. Kız, her bir dilenciyi dikkatle inceliyordu. İçlerinden birine para vermek üzereyken diğer dünyada Prens’e verdiği yüzüğü fark etti, ablalarının verdiği yüzükler de dilencinin parmaklarındaydı. İşte Prens’i bulmuştu. Onu elinden tutup saraya götürdü ve Kral’a döndü:
“İşte, bizi yeraltından çıkaran oğlunuz burada. Ağabeyleri, onun hayatta olduğunu söylemekten men etti bizi. Aksi hâlde öldürmekle tehdit ettiler.”
Bu sözleri işiten Kral öfkeden deliye döndü ve iki oğlunu en ağır şekilde cezalandırdı. Sonra üç düğün yapıldı.
Bu masalın sonu biraz belirsiz. Varyantların çoğunda Prens, ağabeylerini affeder ve üç prensesten ikisiyle evlenmelerine izin verir. Ama bu versiyon, Prens’in hiç şüphesiz üç kızla birden evlendiği orijinal hikâyeye daha yakın gözükmektedir.
Kardeşlerin en küçüğü olan prensin maceraları pek çok hikâyenin ana temasıdır ki bunların bir kısmı da Norka masalının varyantlarıdır. Bu masallarda Prens ya yeraltı dünyasına indirilmiş ya da göklerdeki sihirli bir diyara gönderilmiştir. Prens, yeraltından yukarı çıkmak ya da tepelerden aşağı inmek üzereyken ağabeyleri neredeyse her defasında onu öldürmeye kalkar. Bir masalda ağabeyler, davranışlarını şu bahaneyle açıklar: Masalın baş kahramanı, yeraltında bir Yılan’ı öldürmüştür ve başını bir mızrakta taşımaktadır. Bu sırada ağabeyleri onu yukarı çekmeye başlamıştır. “Ağabeyleri, yılan başını görünce korkuya kapılıp Yılan’ın geldiğini sanmış ve İvan’ın tekrar çukura düşmesine neden olmuştur.” Ama bu bahane, hikâye anlatıcısının hayal gücünden kaynaklanıyor gibi gözükmektedir. Ağabeylerin kardeşliğe yaraşmayan bu davranışları bazı durumlarda şu şekilde açıklanabilir: Doğu masallarında kahraman genelde kralın en genç karısının oğludur. Dolayısıyla, yaşlı kraliçenin oğulları olan ağabeylerin, prensten nefret etmesi tamamen sebepsiz değildir. Ağabeyler, prensten kurtulmak için ellerinden geleni yaparlar. Mesela, Norka ile benzerlik gösteren Hint masallarından birinde kahramanın saraydaki başarısı “ağabeylerinin (şüphesiz üvey ağabeyleridir bunlar) kıskançlık ve haset duymasına sebep olmuş ve onu ortadan kaldırmak ümidiyle bir plan hazırlayana dek tatmin olmamışlardır.” Ayrıca biliyoruz ki “Israel, bütün çocukları içinde en çok Joseph’i sevmiştir,” çünkü o, “ihtiyarlık” döneminde kendisine bağışlanan çocuktur ve bunun sonucunda “ağabeyleri (farklı annelerden olma ağabeyleri), babalarının hepsinden çok onu sevdiğini görünce Joseph’ten nefret etmişlerdir.” Bu tür masallar Hıristiyan isimleriyle Batı dünyasına ulaştığında çokeşlilikle ilgili göndermeler sürekli olarak bastırılmış ve kardeşler ile anneleri farklı kardeşler arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Aynı şekilde orijinal masallarda rakibinin çocuklarına zulmeden yaşça daha büyük ve kıskanç kadının yerini, Hırıstiyanlığın etkisiyle, kocasının önceki evliliğinden olan çocuklarından nefret eden üvey anne almıştır.
Fakat iki ağabeyin davranışına mitolojik bir açıklama getirmek mümkündür. Profesör de Gubernatis’e göre, “Veda ilahilerinde üçüncü ve en becerikli kardeş Tritas, ağabeyleri tarafından zulüm görmüştür.” Bu ağabeyler, kardeşlerinin karanlık ülkesi, yani sarnıç ya da kuyudan beraberinde getirdiği güzel karısı ve bu kadının yeryüzüne taşıdığı ışık ve zenginlik nedeniyle kıskançlık krizine girerek kardeşlerini kuyuda bırakırlar.” Ayrıca Profesör de Gubarnatis, şu Hindu hikâyesinde aldığı efsane formuyla bu masalı karşılaştırır. “Üç kardeş, Eka-ta (birincisi), Dwita (ikinci) ve Trita (üçüncü) çölde ilerlemekteydi. Susuzluktan perişan hâle geldiler ve bir kuyu buldular. En küçük kardeş Trita, kuyudan su çekip ağabeylerine uzattı. Buna karşılık ağabeyleri, onu kuyuya itip eşyalarına el koydu, kuyunun üzerini bir araba tekeriyle kapayıp delikanlıyı kuyuda bıraktılar. Trita, bu müşkül durumdan onu kurtarmaları için tanrılara dua edip yalvardı ve onların ihsanıyla kuyudan kurtulmayı başardı.” Bu efsane, ağabeylerinin bir kuyuya ya da uçurumdan aşağıya attığı küçük kardeş hakkındaki halk masallarının çekirdeği olmuş olabilir.
Norka’nın üç kız kardeşinin, ağabeylerinin yıkımını istemesini açıklamak biraz daha zor gözükebilir. Tabii, bütün masalı mitolojik olarak sınıflandırırsak bu güçlüğü aşabiliriz ki Hint masallarındaki karşılıkları, hiç şüphesiz böyledir. Ama aynı masalın pek çok varyantlarında bu güçlük ortaya çıkmaz. Çoğu zaman bakır, gümüş ve altın diyarlarının prenseslerinin, kahramanın öldürmeye geldiği yılan ya da canavarla kan bağı yoktur. Örneğin, “Usuinya” masalında bu güzel kızlarla kralın bahçesinden altın elmaları çalan ve kralın en küçük oğlu İvan tarafından öldürülen “Usuinya Kuşu” arasında hiçbir akrabalık yoktur. Söz konusu canavar, kanatlı bir ejderhadır. “Bu Usuinya kuşu, on iki başlı bir yılandır,” der kızlardan biri. Tam o esnada upuzun kanatlarını çırpıp bıyıklarını yere değdiren (usui adını buradan alır) kuş çıkagelir[17 - Усы (usı), Rusça “bıyık” demektir. (ç.n.)]. Aynı hikâyenin bir başka koleksiyondaki versiyonunda Norka’nın rolünü beyaz bir kurt üstlenmiştir. İvan Suchenko masalında üç prensesi kaçıran üç yılan vardır. Zira yılan bu kaçırma işini çok sık yapmaktadır, bilhassa “Ölümsüz Koshchey” kılığına büründüğünde. Koshchey, ele aldığımız türdeki halk masallarında birçok korkunç kılığa bürünen, karanlık gücün vücut bulmuş hâllerinden yalnızca biridir. Bazen tamamen yılan şeklindedir, kimi zaman ise kısmen insan kısmen sürüngendir; ancak masalların bir kısmında insan şeklinde karşımıza çıkar. Kimi mitoloji uzmanlarına göre ismi, “kemik” anlamına gelen kost sözcüğünden gelir ve bu kelime, katılaşmak, taş kesilmek ve donmak hâllerine işaret eden bir fiilin de köküdür. Bunun nedeni, uzuvlarının kemikli olması ya da kurbanlarında donmak veya taş kesilmek benzeri bir etki yaratmasıdır.
Var olmanın sıradan kurallarına karşı üstünlüğü nedeniyle “Ölümsüz” adını almıştır. Bazen, mesela Baldur’un durumunda söz konusu olduğu gibi, onu öldürebilecek tek bir madde vardır. Ancak canavarın “ölüm”üne sebep olacak, yani hayatının ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğu nesne, bedeni içinde bulunmamaktadır. Ünlü İskandinav masalındaki “kalpsiz dev”in yaşam merkezi gibi, etkilediği varlığın dışında yer alabilir ve bu nesne yok edilinceye dek canavar, tüm saldırıların üstesinden gelebilir. Ama her zaman böyle olmaz. Bu tür canavarların başrolde olduğu skazkalara örnek olarak şu masalı verebiliriz:
Marya Morevna[18 - Morevna, More’nin yani Deniz’in Kızı anlamına gelir. (ç.n.)]
Bir krallıkta İvan adında bir prens yaşardı. Üç kız kardeşi vardı. Birincisi Prenses Marya, ikinci kardeşi Prenses Olga ve üçüncüsü Prenses Anna. Anne ve babaları ölüm döşeğinde yatarken İvan’a şunları tembih etti: “Kız kardeşlerini ilk talipleriyle evlendir. Onları yanında tutma!”
Kısa bir zaman sonra Kral ve Kraliçe son nefeslerini verdi. Prens anne babasını defnetti. Sonra kederlerini az da olsa hafifletebilmek için kız kardeşleriyle birlikte yeşil bahçeye gidip gezindi. Ama birden gökyüzü kapkara bulutlarla örtüldü, korkunç bir fırtına koptu.
“Haydi, eve gidelim, kardeşlerim!” diye bağırdı Prens İvan.
Saraya yeni girmişlerdi ki gök gümbür gümbür gürledi, tavan ikiye ayrıldı ve içinde bulundukları odaya kocaman bir şahin kondu. Şahin ayağını yere vurunca yiğit bir delikanlıya dönüştü ve dedi ki:
“Selam olsun, Prens İvan! Eskiden misafir olarak gelirdim ama şimdi talip olarak karşındayım! Kız kardeşin Prenses Marya ile evlenmek istiyorum.”
“Kız kardeşimin gözlerinde sana karşı bir ilgi görüyorsan, isteğinize karşı çıkmam. Tanrı’nın adıyla, evlenmenize izin veririm!”
Prenses Marya razı oldu. Şahin, Prenses’le evlenerek onu kendi ülkesine götürdü.
Günler günleri kovaladı ve koca bir yıl geçti. Bir gün Prens İvan ve iki kız kardeşi yeşil bahçede gezinmekteydi. Yine bir kasırga koptu, şimşekler çaktı.
“Haydi, eve gidelim, kardeşlerim!” diye seslendi Prens. Saraya girer girmez gök gürledi ve düşen yıldırımla çatı paramparça oldu. Kanat çırparak yaklaşan bir kartal girdi içeri. Kartal pençelerini yere vurdu ve yiğit bir delikanlıya dönüştü.
“Selam olsun Prens! Eskiden misafir olarak gelirdim ama şu an kız kardeşine talip olarak karşındayım!”
Delikanlı, Prenses Olga’yla evlenmek istediğini söyledi. Bunun üzerine Prens İvan dedi ki:
“Prenses Olga’nın gözlerinde sana karşı ilgi görüyorsan, onunla evlenmene izin veririm. Ama kardeşimin seçimine karışmam.”
Prenses Olga rızasını bildirdi ve Kartal’la evlendi. Kartal, kızı alıp kendi krallığına götürdü.
Bir yıl daha geçti. Prens İvan, en küçük kız kardeşine dedi ki:
“Haydi, gidip yeşil bahçede biraz dolaşalım!”
Bir süre bahçede gezindiler. Sonra birdenbire gökleri kara bulutlar kapladı, fırtına koptu, şimşekler çaktı.
“Haydi, eve dönelim, kardeşim!” dedi Prens.
Eve döndüler ama daha oturmaya vakit bulamadan gök şiddetle gürledi, evin çatısı ikiye ayrıldı ve bir kuzgun girdi içeri. Kuzgun pençesini yere bir kez vurunca yiğit bir delikanlıya dönüştü. Önceki delikanlılar yakışıklıydı ama bu, hepsinden daha yakışıklıydı.
“Selam sana Prens İvan! Önceden misafir olarak gelirdim buraya ama şimdi talip olarak karşındayım. Prenses Anna’yı bana ver, karım olsun!”
“Kardeşimin özgür iradesine karışmam. Eğer onun sevgisini kazanırsan, evlenmenize izin veririm.”
Böylece Prenses Anna da evlenmiş oldu. Kuzgun, karısını alıp kendi ülkesine götürdü. Prens İvan tek başına kalmıştı. Koca bir yıl kız kardeşlerinden ayrı yaşadı. Ama artık yalnızlıktan sıkılmıştı. Dedi ki:
“Kız kardeşlerimi aramaya gideceğim.”
Yola hazırlandı, az gitti uz gitti ve günlerden bir gün koca bir vadide cansız yatan bir tabur askerle karşılaştı.
“İçinizde sağ bir adam varsa cevap versin! Bu koca orduyu kim katletti?” diye bağırdı.
Sağ kalmış bir adam yanıt verdi:
“Bu koca orduyu güzel Prenses Marya Morevna helak etti.”
Prens İvan biraz daha ilerledi ve beyaz bir çadıra ulaştı. Güzel Prenses Maryaister, yani Prenses Marya Morevna onu karşıladı.
“Selam sana Prens!” dedi, “Tanrı aşkına, sen nereden geldin? Kendi isteğinle mi geldin, yoksa biri seni zorladı mı?”
Prens İvan cevap verdi: “Yiğit delikanlıları kimse hiçbir yere gitmeye zorlayamaz!”
“Peki. İşin acil değilse çadırımda biraz dinlen.”
Bu sözler, Prens İvan’ın hoşuna gitti. İki gece, Prenses’in çadırında konakladı ve Marya Morevna’nın gözlerinde sevgi görüp güzel Prenses’le evlendi. Prenses Marya Morevna, onu kendi ülkesine götürdü. Birlikte biraz zaman geçirdiler. Ardından Prenses, savaşa gitmeye karar verdi. Evle ilgili bütün işleri Prens İvan’a bırakarak ona şu talimatları verdi:
“Her şey sana emanet. Gönlünce dolaş, dilediğini yap. Yalnız şuradaki dolaba sakın bakayım deme.”
Delikanlı merakını yenemedi; Marya Morevna evden çıkar çıkmaz dolaba koşup kapağını açtı ve içine baktı: Ölümsüz Koschey, on iki zincirle bağlanmış hâlde dolapta asılıydı. Dolabın açıldığını gören Koshchey, Prens İvan’a yalvardı: “Ne olur bana acı, bir yudum su ver! On yıldır burada işkence görüyorum, hiçbir şey yiyip içmiyorum. Boğazım kupkuru, sanki dikenler batıyor.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/william-ralston-shedden-ralston/rus-masallari-69403471/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.
2
Hz. İsa tarafından papaz olarak çağrılan ilk kişi olması dolayısıyla dini ünvanı “İlk Çağrılan” olmuştur. (e.n.)
3
Pampuşki: Mayasız ekmekten yapılan ve sarımsakla tatlandırılan hamur işi. (ç.n.)
4
Mujik: Rus köylüsü. (ç.n.)
5
Rublenin yüzde birine denk gelen Rus para birimi, kuruş. (ç.n.)
6
Sevgili peder, saygıdeğer peder. (ç.n.)
7
Rus halk masalları (ç.n.)
8
Voyvoda: Slav dillerinde eski zamanlarda ordu kumandanı ve general, daha sonra ise prens veya vali anlamında kullanılmış bir kelime. (ç.n.)
9
Liulka: Rus usulü beşik. Geleneksel beşikler gibi yere konup sallanmaz, salıncak gibi yukarıdan asılarak sallanır. (ç.n.)
10
Rus ordusunda önemli mevkiler almış Slav kökenli bir halk; Rus Kazakları. Türk kökenli Kazak halkından farklı bir etnik gruptur. (ç.n.)
11
Diachok: Ortodoks Kilisesinde ruhban sınıfında sayılmamakla birlikte, diğer din âlimlerinden daha düşük rütbede olan kilise görevlisi. (ç.n.)
12
Barin: Çarlık Rusya’sında derebeyi ya da soylu ve zengin kimse. (ç.n.)
13
Rusça bir kelime olan Krof, kan anlamına gelir. (e.n.)
14
Kuzma ve Demian, Rus masallarında kutsal ve olağanüstü güçlere sahip demirciler olarak karşımıza çıkar. Sık sık yılanlarla mücadele ederler. (ç.n.)
15
Chudo kelimesi “dâhi, deha” anlamına gelmektedir. Yudo ise Judas’a gönderme olabilir ya da tamamen kafiye kurmak için kullanılmış olabilir. (ç.n.)
16
Zasyek: bir tür kasa ya da kutu. (ç.n.)
17
Усы (usı), Rusça “bıyık” demektir. (ç.n.)
18
Morevna, More’nin yani Deniz’in Kızı anlamına gelir. (ç.n.)