Patrona Halil

Patrona Halil
Maurus Jókai
18. yy. İstanbul'u iki ayrı dünyaya ev sahipliği yapıyordu. Bir yanda ışıl ışıl aydınlatılan bir şehir… Sokak merasimleri… Dünyanın dört bir yanından gelen çeşit çeşit laleler… Savaş meydanlarında çarpışmaktansa laleler ile ilgilenmeyi tercih eden ince ruhlu bir sultan… Ve sultanın etrafında toplanmış keyfine düşkün bürokratların saray ve köşklerde geçen hayatı… Kısacası, zevk-u sefa ve Lale Devri'nin dillere destan eğlenceleri…

Diğer tarafta, saklandıkları küçük dünyalarında kimseye fark ettirmeden hayatlarını devam ettiren İstanbul'un yoksul halkı ve can korkusu… Bir türlü dile gelmeyen sessiz bir öfke… Derinden derine kalplerde büyüyen muazzam bir hoşnutsuzluk…

Bu iki dünyayı birbiriyle buluşturan, sıradan bir esnaf olan Patrona Halil'in başlattığı halk ayaklanması olacaktı. İsyanın öncüsü, ruhunun derinliklerine gizlenmiş hükmetme ihtirasını ilk fırsatta açığa serecek ve karşısına çıkan tüm engelleri birer birer aşarak imparatorluğun tek hakimi konumuna yükselecekti. Yeni bir dünya kuruluyordu artık. Ayaklar baş oluyor, hükmedilenler hükmetmeye başlıyordu. Ne var ki güzeller güzeli sevgilisi Gülbeyaz'a yapılanların öcünü almak için çıktığı bu yolda, hiç kimsenin beklemediği kadar büyük bir güç elde eden Halil'i, aynı ölçüde büyük bir trajedi bekliyordu.

Gerçeklikle kurguyu buluşturan Maurus Jokai, bir yandan renkli anlatımıyla bir döneme tanıklık ederken diğer yandan Lale Devri'ne son veren büyük halk isyanının gerçekçi bir portresini çiziyor.

Maurus Jokai
Patrona Halil

Giriş
28 Eylül 1730 tarihinde Sultan III. Ahmet’e karşı bir isyan çıktı. Padişah’ın İranlıların muzaffer ordularının karşısına çıkmakta tereddüt etmesi halkı ve orduyu ayaklanmaya teşvik etmişti. İsyan, yeniçerilerin kampında başladı. Elebaşı yoksul bir Arnavut denizci olan Patrona Halil’di. Bir süre işportacılık yaptıktan sonra bir kaza ya da suç olayına adı karıştığı için imparatorluğun paralı askerlerine sığınmak zorunda kalmıştı. İsyan beklenmedik bir şekilde başarılı oldu. Önde gelen divan üyelerini boş yere ayaktakımının hırsına kurban eden Sultan, daha sonra Patrona Halil tarafından tahttan indirilmiş ve yerine I. Mahmut getirilmişti. Bu olayı izleyen altı hafta boyunca Osmanlı İmparatorluğu eski bir seyyar satıcı tarafından yönetildi. 25 Kasım tarihinde ise o ve diğer isyan liderleri, pek az tanınan bir kişiyken imparatorluk tahtına oturttukları hükümdarın gizli talimatıyla öldürüldüler.
Bu dramatik olay, Jokai’nin “A Feher Rozsa” isimli ünlü öyküsünün tarihsel arka planını oluşturmaktadır. Şüphesiz ki güler yüzlü Macar roman yazarı; sert, dobra ve otoriter bir isyan lideri olan Patrona Halil’i yurtsever bir devlet adamı, bir adalet ve onur şehidi gibi yansıtmıştır. Diğer taraftan yazar Halil’in karakterinin en belirgin özelliklerini gerçekçi bir biçimde ortaya koyabilmiştir. Büyük ölçüde Hammer-Purgstall’ın (Geschichte des Osmanischen Reichs) artık demode hale gelen anlatımına dayansa da tarihsel gerçeklerin dışına çıkmamıştır. Bizim gibi aklı başında batılılara inanılmaz şaşırtıcı gelen III. Ahmet’in asilere uysallıkla boyun eğişi, en basit hizipçilerin imparatorluğun en yüksek mevkilerine ulaşmaları ya da lale saksıları vakası gibi ayrıntılar tartışılmaz tarihi gerçeklerdir. Haliyle Jokai’nin muhteşem hayal gücü Türk vakanüvislerinin yalın anlatımını çok başarılı bir biçimde zenginleştirmiştir. Halil’in ilginç hikâyesi, hayat dolu, romantik ve çelişkilerden hoşlanan yazara dayanılmaz bir biçimde çekici gelmiş olmalıdır. Diğer taraftan yazar romanında Patrona Halil’in yaşam öyküsü dışında başka kaynaklardan da yararlanmıştır. Jokai, romanın Gülbeyaz’ın saraydaki korkunç acılarının anlatıldığı eşsiz bölümünün, en azından kısmen Binbir Gece Masalları’ndan esinlendiğini ifade etmektedir.

1. Bölüm
İşportacı
Mezhepler arasında yüzlerce yıl süregelen mücadele, İslam dünyasını ikiye bölmüştü. İran ve Hindistan Şii topraklarıydı. Türkiye, Arabistan, Mısır ve Berberi diyarı ise Sünnilere aitti.
Şiiler ve Sünniler arasındaki çekişmede çok fazla kan dökülmüştü. Çatışmaya çoğu zaman maddi çıkarlar damgasını vurmuş, bu iki mezhebin üyeleri arasında tarih boyunca çok sayıda aforoz ve din değiştirme olayı yaşanmıştı. Hâlâ hangi mezhebin üyelerinin gerçek Müslümanlar olduğu sorusuna net bir yanıt verilememişti. Tartışma konusu olan mesele, peygamberin dört halefinden (Ali, Ebubekir, Osman, Ömer) hangisinin halifelik makamının gerçek sahibi olduğuydu. Şiiler’e göre sadece Ali halifelik makamının gerçek sahibiydi. Sünnilere göreyse dördünün de halife olmaya hakkı vardı ve her biri eşit derecede kutsal kişilerdi. Şüphesiz ki Şiilerin, Tanrı’nın kendilerinin hoşlanmadığı bu üç kutsal kişiyi bu makama layık görmüş olabileceğini kabul etmek yerine, binlerce kez kıyıma uğratılmayı göze almaları anlaşılmaz bir durumdu.
Sünni Şeyhülislam, İran Şahı Mahmut hakkında üç kez “katli vaciptir” fetvası vermiş ve bu fetva üzerine kahraman Sünni orduları, Şii bölgelerini işgal etmişlerdi. Heybetli Sadrazam Damat İbrahim; Kırım, Erivan, Kirmanşah ve Hamadan’ı Şiilerin elinden almış ve bu zaferler İstanbul halkının tek sohbet konusu haline gelmişti. Ahalinin bu zaferleri hatırlamak için kendilerine göre son derece haklı sebepleri vardı. Zira yeniçeriler, her yeni zafer ilanından sonra, askeri hünerlerini aslında korumakla yükümlü oldukları sivil halkın üzerinde deniyorlardı. Üstelik sadece ahali değil, hâlâ barışçıl eğilimlerini koruyan Sultan bile zaman zaman bu denemelerden payını alıyordu. İtiraf etmek gerekirse sürekli çiçek açan laleleri ve laleleri gölgede bırakan saray kızlarıyla mutlu olan Sultan, Sünnileri ya da Sadrazam’ının zaferlerini çok fazla umursamıyordu.
* * *
Gün batımının son ışıkları da İstanbul’un minarelerinden çekilmek üzereydi. Yedi tepeli şehrin heybetli silueti, akşam güneşinin altında muhteşem bir tablo gibi ortaya çıkıvermişti. Aşağıda, gün batımının kızıllığı ile alev alev olan boğaz uzanıyordu. Pera’nın, Galata’nın ve Saray’ın rengârenk büyülü konakları, dizi dizi evleri denizin üzerine yansımıştı. Uzun, dolambaçlı ve dar sokaklar bir tepeden diğerine doğru tırmanıyordu. Tepeler yemyeşildi. Doğrusu tabiat ana, kendine ait olanı korumakta çok hodbin davranmıştı.
İstanbul bu haliyle; asfaltla kaplanmış ve süpürülerek temizlenmiş sokaklarında, bizim uç uca dizili sert taşlardan başka hiçbir şey göremeyeceğiniz batılı şehirlerimizden çok farklıydı. Burada, yüzünüzü çevirdiğiniz her noktada gözünüze yeşilin farklı tonları çarpıyordu. Kaleler sarmaşık ve zeytin ağaçları ile yeşillendirilmişti; zengin evlerinin önünde nar ve selvi ağaçları dururdu. Bahçeleri olmayan yoksul ahali ise evlerinin çatılarına çiçek eker ya da en kötü ihtimalle pencerelerinin etrafında zamanla bütün evi kaplayan sarmaşıklar yetiştirirlerdi. Bu uçsuz bucaksız yeşil deryasının içinde yer yer şehirdeki seksen caminin kubbeleri parlardı.
Hemen hemen her ana yolun sonunda gür çimlere ve kalın yapraklı selvilerle kaplanmış yerlere rastlamak mümkündü. Buraların ebedi istirahatin hüzünlü mekânları olduğunu, ancak üzerlerinde sarık bulunan mezar taşlarından anlayabilirdiniz. Bu tablonun etkisi, boğazın altın aynasındaki yansıması ve yanı başındaki sarayların hepsine hakim gözüken Ayasofya Camisi’nin büyük kubbesiyle daha da artıyordu. Kısa süre içinde boğazın altın aynası bronz rengine büründü. Güneş kaybolurken deniz mavi gökten metalik bir pırıltıyı ödünç aldı. Köşkler karanlığın içinde kayboldu. Rumeli ve Anadolu Hisarları’nın zorlukla seçilebilen ana hatları, yıldızlarla kaplı gökyüzünün karşısında ancak belli belirsiz bir hale geldi. Yabancı tüccarların kaldığı hanlardaki birkaç lamba ile birkaç minare dışında, devasa şehir bütünüyle karanlığa gömüldü.
Müezzinler, camilerin ince minarelerine çıkıp akşam ezanını okumaya başladılar. Ahali hava iyice kararmadan evlerine varmak için acele ediyordu. Katır sürücüleri yüklü hayvanlarını kırbaçlayarak hızlandırmaya çalışıyorlardı. Hayvanlara asılı çanlardan çıkan sesler dar sokaklarda yankılanmaktaydı. Omuzlarındaki uzun sopaları, geçtikleri sokakları kaplayan hamallar ve sakalar, sokaklarda bağırarak dolaşıyorlardı. Karşılarına çıkan herkes onların bu halinden ürküyordu. Şehrin tüm köpek sürüleri, meydandaki çöpler için kavga etmek üzere gizlendikleri mezarlıktan çıkmıştı.
Müslümanlar karanlık çökmeden evlerine ulaşmaya gayret gösterirler ve her ne bahaneyle olursa olsun müezzinin sabah ezanını okumasından önce evden dışarı çıkmayı bir tür intihar sayarlardı. Özellikle bu saatlerde Et Meydanı’ndan geçmeye cüret eden bir kişinin ya deli cesaretine sahip olduğu ya da bu bölge hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı düşünülürdü. Zira yeniçeri barakalarının üç kapısı bu meydana açılmaktaydı. Yeniçeriler ise ellerine geçirebildikleri kişileri canlarına okumadan bırakmazlardı. İyi günlerinde bile olsalar kurbanlarına karşı merhametli davrandıkları görülmemişti. Müslümanlar bu nedenle Kur’an’ın “Aptal, kaçabilecekken kendini tehlikeye atan kişidir.” ayetini hep akıllarının bir köşesinde tutar ve mecbur olmadıkça Et Meydanı’na girmemeye özen gösterirlerdi.
Hava kararmaya başladığı sırada iki adam, Et Meydanı’na çıkan sokaklardan birinde karşılaştı. Adamlardan biri Eflak gunyası giyiyordu. Uzun ayakkabıları ve yanında sallanıp duran kaba bir el çantası vardı. Bir yabancıydı. Kırk yaşlarındaydı. Bu adam, ışıkta seçilebildiği kadarıyla güçlü, boylu posluydu ve epeyce şişman bir yüze sahipti. Yüzünde o an için hiçbir korku ya da bir insanın ilk kez ziyaret ettiği büyük bir şehirde hissedebileceği bir tereddüt işareti bulunmuyordu. Diğeri, otuz yaşlarında, kömür karası kalın sakalları olan bir Müslüman’dı. Tutkulu ve asabi bir tabiata sahipti. Karakteri bütünüyle parlak siyah gözlerine yansımıştı. Sarığını, onu normalde olduğundan daha kavgacı gösteren kaşlarını bütünüyle kapatacak şekilde şakaklarının hizasına çekmişti.
Yabancı, Et Meydanı’na gidiyor gibiydi. Diğeri de arkasından geliyordu. Yabancı, duvara doğru yanaşarak arkadan gelenin kendisini geçmesine izin verdi. Muhatabını şöyle bir tartıp kötü bir niyeti olmadığını anlayınca konuşmaya başladı:
“Merhametli Müslüman; yalvarırım kızma bana, Et Meydanı’nın nerede olduğunu söyler misin?”
Hızla ilerleyen adam, kısa bir an durdu. Yabancıyı sert bir bakışla süzdü ve yanıtladı:
“Doğru devam et. Vardın sayılır.”
Duydukları karşısında, yabancının korkudan dizleri titremeye başlamıştı.
“Eyvahlar olsun muhterem Müslüman! Yalvarırım kızma bana, sana Et Meydanı’nın nerede olduğunu oraya gitmek istediğim için sormadım. Yanlışlıkla yolum oraya düşmesin diye sordum. Ben bu şehirde yabancıyım. Hiç arzu etmediğim halde kendimi gitmekten dehşetle kaçındığım pek çok yerde bulduğum zamanlar oldu… Yalvarırım beni burada tek başıma bırakma. Bütün evlerin kapıları kilitlenmiş. Bu saatte hiçbir han beni içeri almaz. Beni evine götür. Size yük olmayacağım. Avlunuzda ya da kilerinizde uyuyabilirim; yeter ki korktuğum başıma gelmesin, bütün gece sokakta kalmaktan kurtulabileyim.”
Türk, elinde sazlardan dokunmuş bir sırt çantası taşıyordu. Açtı ve içine baktı. Pazar yerinden akşam yemeği için aldığı balık ve soğanın iki kişi için yeterli olup olmayacağını düşündü. Sonunda karar vermiş gibi kafasını salladı.
“Pekâlâ, gel bakalım,” dedi. “Beni takip et.”
Yabancı, öpmek için muhatabının ellerine yapıştı. Aslında yeni arkadaşına karşı hissettiği şükran duygusunu ne yaparsa yapsın tam anlamıyla göstermesi mümkün değildi.
“Bana teşekkür etmeden önce neyle karşılaşacağını görmek için beklemelisin,” dedi Türk. “Ben yoksul bir adamım. Seninle ancak konukseverliğimi paylaşabilirim.”
“Ah, ona bakılırsa ben de yoksulum, gerçekten çok yoksulum.” Yunan ırkına özgü ustaca bir kıvraklıkla yanıt verdi yabancı. “Benim adım Janaki. Jassy’de kasabım. Kavaslar, çırağıma ve tüm hayvanlarıma el koydular. Bu yüzden İstanbul’a geldim. Onları geri alamazsam çaresizlikten dilenmek zorunda kalacağım.”
“Pekâlâ. Bozma moralini, Allah sana yardım eder. Şimdi bizi daha fazla oyalama da bir an önce gidelim. Baksana, hava şimdiden karardı.”
Türk, Hebdomon (Bakırköy) Sarayı’na çıkan karmaşık yolların dar ve dolambaçlı labirentinde önden yürüyerek yabancıya rehberlik etti. Bir zamanlar Yunan imparatorlarına ev sahipliği yapmış olan bu bölge, şimdi en yoksul sınıfların toplandığı bir mahalle haline gelmişti. Buradaki sokaklar o kadar dardı ki karşılıklı evlerin çatılarında büyüyen sarmaşık ve su kabağı filizleri birbirlerine dolanarak, yolda yürüyenlere ferahlık veren doğal bir gölgelik oluşturmuştu.
Alışılmadık derecede dar ve uzun bir patikaya doğru girdikleri sırada, kendilerine doğru gelen birini gördüler. Adam bağıra çağıra şarkı söylüyordu. Besbelli ki sarhoştu. Böyle aslan kükremesini andıran bir ses çıkarabildiğine göre çok sağlam ciğerlere sahip olmalıydı. Zaman zaman, önünden geçtiği evlerin kapılarını büyük bir gürültü çıkartarak yumrukluyor; varlığını belli ediyordu.
Yabancı, “Eyvah! Muhterem kardeşim, yoksa bu gelen bir yeniçeri mi?” diye kekeledi.
“Kesin öyle. Böyle bağırıp çağırmak kendi halinde bir insanın aklına bile gelmez.”
“Geri dönsek daha iyi olmaz mı?”
“Farklı bir yoldan gidersek bunun gibi başkalarıyla da karşılaşabiliriz. Bak bu sözümü hiç unutma: Bir kere çıktığın yoldan asla geri dönme. Yoksa daha büyük belalarla karşılaşırsın.”
Konuşarak ilerlerken, bu kükreyen cengâvere giderek daha fazla yaklaşmaktaydılar. Çok geçmeden adam burunlarının dibinde bitiverdi.
Görüntüsü, her bakımdan sesiyle uyum içerisindeydi. 1,80 boylarında bir insan azmanıydı. Dolmanının düzensiz görünüşü ve sarığının normalde olması gerekenden daha eğik duruşu, hakkında daha önce oluşan şüpheleri doğruluyordu. Belli ki peygamberin inananlara yasakladığı içkiyle de arası iyiydi.
Yeniçeri bütün gücüyle, “Haydi, hepiniz birden gelin!” diye kükredi. Bağırırken yolun bir tarafından diğerine doğru sendeliyor, bir taraftan da elinde tuttuğu kılıcını havaya doğru savuruyordu.
“Eyvahlar olsun benim cesur Müslümanım!” diye fısıldadı Eflaklı kasap. “Şu benim sopamı sen alsan daha iyi olmaz mı? Bunu benim elimde görürse ona meydan okuduğumu zannedebilir.”
Türk, kasabın korktuğunu görünce sopayı elinden aldı.
“Bak sen. Bu senin sopa hiç de fena bir şey değilmiş. Topuzu çivilerle süslenmiş ve ayrıca kurşunla ağırlaştırılmış. Bunu nasıl kullanacağını bilmemen çok kötü.”
“Benim tek isteğim insanların huzur içinde yaşamama izin vermeleri.”
“Çok güzel. Arkama saklan ve çekinmeden yürü. Yanından geçerken ne olursa olsun onunla göz göze gelmemeye çalış.”
Ah, keşke bu mümkün olabilseydi! Ne var ki yeniçeri, daha uzaktayken kasabın bakışlarını yakalamıştı. Kasap, rehberinin gömleğini çekiştirerek uzaklaşmaya çalışırken, yeniçeri birden yolunu kesti. Korkunç elleriyle yakasından yakaladı ve zavallı adamı kendisine doğru çekti.
“Domuz herif! Öyle kolay değil, dur bakalım. Sana söyleyecek bir çift lafım var. Kendime yeni bir yatağan aldım. Onunla boynunu keseceğim. Görelim bakalım dedikleri kadar keskin miymiş.”
Zavallı adam neredeyse korkudan ölmek üzereydi. Ölümden kurtulabilmek için her türlü dalkavukluğu yapıyor bir yandan da dört küçük çocuğu için yalvarıyordu. Geride onlarla ilgilenecek kimse kalmadığında çocuklarına ne olacaktı?
Rehberi cesaretle araya girdi:
“Geri çekil, pis sarhoş. Ne cüretle benim misafirime el kaldırırsın! Bilmez misin ki gerçek bir müminin misafirine kötülük yapan kişi lanetlenmiş sayılır.”
“Aman, sakın ha!” diyerek alaycı bir ifadeyle gülümsedi yeniçeri. “Muhterem balıkçım. Sen aklını mı kaybettin ki peygamber bahçesinin çiçekleriyle, Bektaş’ın çocuklarıyla, cesur yeniçerilerle laf dalaşına giriyorsun? Hâlâ fırsatın varken çekil git yolumdan. Biraz daha buralarda durursan sana söz dinlemeyi öğretirim ben.”
“Misafirimi rahat bırak dedim sana. Kendi yoluna git!”
“Neden? Senin derdin ne muhterem Müslüman? Sana bir şey diyen oldu mu? Maşallah! Benim bir köpeğin başını kesmek istememden sana ne? Onun gibi on tanesini daha istediğin zaman sokaklardan toplayabilirsin.”
Sarhoş bir adamı güzellikle yola getirmenin mümkün olmayacağını anlayan Türk, ona doğru yaklaşarak yatağanı tutan elini kavradı.
“Ne istiyorsun sen?” diye bağırdı yeniçeri. Bu aşırı cesur hareket karşısında öfkeden deliye dönmüştü.
“Hadi, kendi yoluna git.”
“Sen kimin elini tuttuğunu biliyor musun? Benim adım Halil.”
“Benimki de Halil.”
“Benimki Halil Pehlivan.”
“Benimki Patrona Halil.”
Bu meydan okuma üzerine yeniçerinin aklı başından gitti.
“Seni solucan. Seni çarpık bacaklı işportacı parçası, zavallı ip tüccarı seni. Eğer hemen elimi bırakmazsan ellerini, ayaklarını, kulaklarını ve burnunu kesip asarım seni!”
“Sen de eğer misafirimi rahat bırakmazsan sopamla yere deviririm seni.”
“Ne, sen mi beni devireceksin? Beni? Senin gibi bir adam Halil Pehlivan’ı bir sopayla tehdit edecek, olacak iş mi bu? Hadi vur bakalım. Seni köpek, seni haysiyetsiz yaratık seni! Müslümanların yüz karası! Vur hadi cesaretin varsa vur!”
Küstah bir tavırla yüzünü çevirdi. En küçük bir çekinmesi bile olmaksızın rakibine kafa tutuyordu.
Patrona Halil, böyle bir meydan okumayı karşılıksız bırakmayacak kadar cesurdu. Kurşun kaplı sopayı olabildiğince sert bir şekilde yeniçerinin yüzüne indiriverdi. Bir anda, adamın yüzünden kanlar akmaya başladı.
Pehlivan aniden gürledi, kanlı başını iki yana sallayarak yaralı bir ayı gibi Patrona’ya saldırdı. Omuz ve kollarındaki taze yaralar, yatağanını düşürmesine neden oldu. Yaraların acısını umursamaksızın rakibini devasa elleriyle sıkıca kavrayarak havaya kaldırdı. Ve sonra avını saran bir boa yılanı gibi onu kucakladı. Ne var ki Patrona da savunma sanatının acemisi değildi. Devasa adamın boğazını iki eliyle kavrayarak çok sert bir biçimde sıkmaya başladı. Birkaç saniye içerisinde yeniçeri, ileri geri sendelemeye başladı. Sonunda geriye doğru düştü. Patrona, Pehlivan’ın göğsünün üzerine eğildi ve hatıra olarak saklamak üzere, yeniçerinin sakalından birkaç tel kopardı. Patrona ve korkudan ödü patlamış olan misafiri aceleyle evlerinin yolunu tuttukları sırada içkinin ve düşerken aldığı darbelerin etkisiyle Pehlivan, uzandığı yerde kalakaldı.
Dar ve dolambaçlı patikalardan oluşan labirentlerde dolaşıp, çeşit çeşit bahçelerin ve kalabalık ailelerin yaşadığı harap evlerin arasında ileri geri zikzaklar çizdikten sonra Patrona Halil, sonunda kendi evine vardı.
Bu semtte herkesin kendine ait bir sokak kapısı olduğunu söylemek mümkün değildi. Civarda beş yüz ya da daha fazla tahta ev bulunuyordu. Evler, birbirlerinden ayrılamayacak derecede içe içe geçmişti. Öyle ki herkesin evine giden en kısa yol komşusunun evindeki dehlizlerden, hollerden ya da avlulardan geçiyordu. Bu evlerde kalmak zorunda olanlar birbirleriyle inanılmaz bir uyum içerisinde yaşamaya alışmışlardı. Mahalle sakinleri istedikleri zaman birbirlerinin evlerine önceden haber vermeksizin girebilmekteydiler. Bazı evlerde çatılar birbirleriyle bitişikti. Bazılarında ise bir evin kilerinden diğer evin kilerine geçmek mümkündü. Takip edilmekte olan herhangi bir mahalle sakini çatıların, dehlizlerin ve kilerlerin yardımıyla arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolabilirdi.
Patrona Halil’in evi de diğerleri gibi tahtadan yapılmıştı. Ev genişçe bir odadan ibaretti. İçinde bir ocağı vardı. Misafir zor beğenen biri bile olsa asma yapraklarının gölgelediği çatıda yatmaktan hoşnut kalacaktı. Evde fazla eşya yoktu. Odanın ortasında bir hasır, köşede halıyla kaplı bir kanepe, tahtadan yapılmış birkaç tabak ve çanak, tahta rafın üzerinde bir testi ve ocağın içinde basit mutfak gereçleri… Bütün eşyalar bunlardan ibaretti. Odanın tavanında, Patrona’nın eski moda bir çakmaktaşı ve çelik ile tutuşturduğu çanak lamba asılıydı. Halil, elini yüzünü yıkaması için misafirine yuvarlak bir leğen ve içi kuyudan çektiği içme suyu ile dolu uzun bir testi getirdi. Daha sonra kaba dokuma pazar sepetini çıkartarak içindekileri hasırın üzerine boşalttı. Janaki’nin karşısına oturdu ve vakit kaybetmeden misafirini sofraya buyur etti.
Aslına bakılırsa birkaç küçük balık ve birkaç güzel kırmızı soğandan başka doğru dürüst yiyecek bir şey yoktu. Fakat Halil’in, yedikleri hakkında söyleyecek çok fazla sözü vardı. Balıklar nerede ve nasıl yakalanmışlardı? Lezzetli olmaları için nasıl kızartılmaları gerekiyordu? Hangilerinin güçlü, hangilerinin zayıf balık yumurtalarına sahip olduğu nasıl anlaşılabilirdi? Ananastan bile fazla sayıda farklı soğan türü olduğunu daha önce hiç duymuş muydu? Peki, saf suya ne demeliydi? Kur’an’ın neden baştan sona saf suya övgülerle dolu olduğunu biliyor muydu? Halil tüm bunları yüreğiyle anlıyordu, ayetleri okumak için kutsal kitaba bakmasına gerek yoktu. Çölde yollarını kaybedip susuzluktan ölmek üzereyken Allah’ın rehberliğiyle serin vahalara ulaşan yolcular hakkında da pek çok hikâye biliyordu Halil. Hepsini anlattı misafirine. Böylelikle misafir, kendini gerçekten de mükemmel bir ziyafetin parçasıymış gibi hissetmeye başladı. Yiyip içtiklerinden hoşlanmıştı. Sofradan kalkarken keyfi yerindeydi.
Yanı başındaki masalarda tepeleme yığılı duran meyve ve şekerlemelere, etrafında dans edip şarkı söyleyen iki yüz odalığına rağmen, Sultan Ahmet’in ihtişamlı sofrasından kalkarken hissettiği doygunluk duygusu bunun yanında ne kadar da sıradan kalırdı.
“Hadi, şimdi yatalım,” dedi Patrona Halil misafirine. “Uyku, Allah’ın insan aklına bahşettiği keyiflerin en güzelidir. Uyanık olduğumuz zamanlarda hepimiz başkalarına aitiz. Ama rüyalar âlemi sadece bizimdir. Eğer güzel rüyalar görürsen bunun için sevinmelisin. Yok, eğer bir kâbus görüyorsan yine sevin; çünkü o sadece bir rüyadır. Bu gece hava güzel, çatıda uyuyabilirsin. Eğer yukarı çıktıktan sonra ipli merdiveni yukarı çekersen kimse seni rahatsız edemez.”
Janaki her şey için teşekkür etti. İstekli bir şekilde çatıya tırmandı. Çatıda daha önce kendisi için hazırlanmış olan ve üzerinde uyuyacağı hal ile kürkle kaplı minderi gördü. Evde bunların dışında başka halı ve minderin olmadığını fark etmişti. Patrona Halil’e seslendi:
“Ah, merhametli efendim! Bana kendi halını ve yastığını verdin. Peki, sen nerede uyuyacaksın?”
“Sen beni dert etme misafir! Ben diğer halımı ve yastığımı çıkarıp onların üstünde uyuyacağım.”
Janaki çatıya çıktıktan sonra, aşağıdan gelen seslere kulak verdi. Patrona Halil aşağıda abdest alıp namazını kıldı. Ardından, yuvarlak bir yalağı baş aşağı çevirerek hasırın üzerine yerleştirdi. Başını yalağın üzerine koyup kollarını göğsünde kavuşturdu. Çok geçmeden huzur içinde uykuya daldı.
Ertesi sabah Janaki uyandı ve Halil’in yanına indi. Halil’e bir altın dinar verdi. “Bu parayı al muhterem efendim,” dedi. “Bir gün daha evinde kalmama izin ver. Bu parayla da ikimiz için güzel bir öğle yemeği hazırla.”
Parayı alan Halil, meydana gitmek için hemen yola koyuldu. Her türden yiyecek için esnaflarla uzun uzun pazarlık yaptı. Alışverişten sonra kendisine emanet edilen paradan geriye sadece bir bakır akçe arttırabilmiş olması vicdanını rahatsız etmişti. Misafiri için etli pilav yaptı. Ona en büyük aşçı ve tatlıcıların tezgâhından çıkmış ballı kekler, dulchalar, şam fıstıkları, içi fındıkla dolu ve balla pişirilmiş tatlı biber kekleri ve daha nice lezzetli yiyecekler getirdi. Gördükleri ve aldığı kokular karşısında şaşıran Janaki, “Sultan Ahmet bile bundan iyisine sahip olamaz!” diye bağırdı. Bunun üzerine Halil, Janaki’yi, Sultan’ın adını çok sık ve böyle yüksek sesle telaffuz etmemesi konusunda uyardı.
Halil, misafirini yine çatıda ağırlayacaktı. Önceki gece yatağında sürekli sağa sola dönmesi dikkatini çekmişti. Belki de yattığı yer ona biraz sert geliyordu. Bu kez tedbirli davranmış, kendi kaftanını misafirin yattığı halının altına sererek onun rahatını garantiye almıştı.
Ertesi sabah Janaki, Halil’e bir altın dinar daha verdi.
“Bana kalem ve kâğıt al,” dedi Janaki. “Birisine mektup yazacağım. Ondan sonra da Tanrı izin verirse buradan ayrılıp kendi yoluma giderim.”
Halil yola çıktı. Pazarda esnaflarla pazarlık yapıp alışverişini tamamladıktan sonra, almak için gittiği şeylerle birlikte geri döndü. Misafirine kuruşu kuruşuna yaptığı harcamaların hesabını verdi. Kalemin fiyatı şu kadar, mürekkebi satın almak bu kadara mâl oldu, mühüre şu kadar verdim diyerek hesaplamayı yaptıktan sonra paranın üstünü Janaki’ye verdi.
Janaki çatıya çıkıp mektubunu yazdı, mühürledi. Mektubu halının altına sıkıştırdı. Yolculuk sırasında yanında taşıdığı sopasını eline aldı. Halil’e kendisine karşı gösterdiği konukseverlik için teşekkür ettikten sonra, Pera yoluna nasıl gidebileceğini kendisine tarif etmesini rica etti.
Halil, yolu tarif ettiği misafirine en yakın caddeye kadar eşlik etti. Janaki, boğazın görünmeye başladığı yerde yolun kendisine tanıdık geldiğini fark etti. Bundan sonrasına kendi başına devam edebilirdi. Birdenbire yüksek sesle konuşmaya başladı:
“Hay Allah! Bak şimdi hatırladım. Çatıda yazdığım mektup aklımdan çıkıp gitmiş. Halının altında duruyor. Yanında mektupla göndermeyi düşündüğüm bir de para kesesi var. Bu saatten sonra ben oraya geri dönemem. Sana yalvarıyorum, şimdi eve dön ve mektubu para kesesiyle birlikte yazıldığı kişiye teslim et. Tanrı yardımcın olsun!”
Halil, bu yeni görevi de mümkün olan en kısa sürede yerine getirmek için hemen harekete geçti.
“Parayı da sahibine vermeye unutma,” dedi Yunanlı.
“Hiç merak etme. Götürüp kendin teslim etmişsin gibi rahat olsun için.”
“Bir de bana söz ver. Ne yapıp edip mektubun gönderildiği kişiyi parayı kabul etmesi için ikna edeceksin.“
“Ondan parayı aldığını söyleyen imzalı bir kâğıt alana kadar evinden ayrılmayacağım. Bir gün yolun bu tarafa düşer diye de o kâğıdı her zaman saklayacağım.”
“Öyleyse Tanrı’ya emanet ol, dürüst Müslüman.”
“Ve aleykümselam!”
Halil, hızla evine geri döndü. İp merdiveni kullanarak çatıya tırmandı. Para ve mektup halının altındaydı. Yokluğunda çalınmadıklarını görünce keyfi yerine geldi. Mektubu ve keseyi örme çantasının içine attı. İçinde ne olduğuna bakmak aklına bile gelmemişti. Çantasında mektup ve para kesesi ile birlikte aceleyle pazar yerine doğru yola çıktı. Pazarda, İstanbul’da yaşayan hemen hemen herkes hakkında bilgi sahibi olan bir sarraf tanıyordu. Onun sayesinde, mektubun yazıldığı kişinin nerede yaşadığını öğrenebilirdi.
Mektubu fazla incelemeden sarrafa verdi. Böylelikle bundan sonra yapması gerekenleri ondan öğrenebilirdi. Sarraf mektubun üzerinde yazan adresi inceledikten sonra bir an büyük bir şaşkınlığa kapıldı.
“Patrona Halil!” diye bağırdı. “Sen çok mu safsın, saf taklidi mi yapıyorsun? Yoksa okuman mı yok?”
“Okumam var tabii. Ama adamın mektubu kime gönderdiği beni ilgilendirmiyor.”
“Peki öyleyse, şöyle söyleyeyim. Sen bu kişiyi çok yakından tanıyorsun. Bu mektup sana yollanmış be adam!”
Şaşkına dönen Halil, o ana kadar ilgisini çekmeyen mektubu eline aldı. Gerçekten de kendisine yazılmıştı.
“Galiba mektubu bırakan adam delinin tekiydi.
İşin tuhafı şimdi elimde bir de teslim etmem gereken para kesesi var.”
“Evet, onun üzerinde de senin adın yazıyor.”
“İyi de ben bu para kesesi ve mektupla ne yapacağım? Bunları bana emanet eden adamın kesin aklından zoru var.”
“En güzeli sen bu mektubu açıp oku. O zaman onlarla ne yapman gerektiğini de öğrenmiş olursun.”
Öyle ya. Doğrusu buydu. Bir adam kendisine gönderilen bir mektupla ne yapması gerektiğini ancak onu okuyarak öğrenebilirdi.
Mektupta şunlar yazıyordu:
“Muhterem Patrona Halil,
Sana yoksul bir adam olduğumu söylemiştim. Bu doğru değil. Aksine, Tanrı’ya şükür ki varlıklı bir adamım. Sürekli seyahat etmemin sebebi ise benden çalınan hayvan sürülerini geri almak değil benim için tüm hazinelerimden daha değerli olan kızımdır. Her nerede olursa olsun onu bulabilmek ve eğer mümkünse kaçıranların elinden kurtarabilmek için arkasında bıraktığı izleri takip ediyorum. Bana çok büyük yardımın dokundu. Benim hatrım için sarhoş yeniçeri ile kavga ettin. Evini benimle paylaştın. Kendin yerde yatarken yatağını bana verdin. Daha rahat olabilmem için kendi kaftanını bile çıkarıp bana yatak yaptın. Sana olan minnet borcumun bir karşılığı olarak, mektubun yanındaki bu küçük keseyi kabul et. İçinde beş bin kuruş var. Seni tekrar ziyaret ettiğim zaman, daha iyi koşullarda yaşadığını görebilmeyi umuyorum. Her konuda Tanrı yardımcın olsun.
Minnettar kulun,
Janaki”
“Ben demedim mi bu adam deli diye!” diye yüksek sesle söylendi Halil. “Bir deliden başka kim üç kırmızı soğan için beş bin kuruş verir?”
Konuşulanlara tanık olanlar, etraflarında toplanmıştı. Kafa kafaya vermişler, üç kırmızı soğan için beş bin kuruş veren Janaki’nin mi yoksa bu parayı kabul etmek istemeyen Halil’in mi daha saf olduğunu tartışıyorlardı. En sonunda, saflık konusunda kimsenin Halil’in eline su dökemeyeceğine kanaat getirildi. Zira hiç vakit kaybetmeden, kendisine parayı veren adamı aramaya başlamıştı. Ne var ki tüm aramalarına rağmen adamın izini bulamadı. Bu kadar para elinden çalınmış olsaydı hırsızların peşine düşüp yakalamak belki de bundan çok daha kolay olacaktı.
Janaki’nin izini bulmak için dolaşırken Halil’in yolu, üç gün önce Halil Pehlivan’la kavga ettiği yere düştü. Nerede olduğunu hemen fark etmişti. Devasa adamın kafasından akan kan izleri hâlâ yerde duruyordu. Karşıdaki evin duvarında, her ikisinin de adları yazılıydı. Anlaşılan, yaşadıkları olayı ölümsüzleştirmek isteyen yeniçeri, kendine geldiğinde parmağını kendi kanına daldırıp duvara kendisinin ve rakibini ismini karalamıştı. Üstte Halil Pehlivan’ın, altta ise Patrona Halil’in kendi isminin yazılması dikkatinden kaçmadı.
“Yok. İşte bu doğru değil,” dedi Halil kendi kendine. “Mağlup olan sendin!”. Yerden kaptığı kırmızı bir taş parçasıyla kendi adını Halil Pehlivan’ın üstüne yazdı.
Geç saatlere kadar ordan oraya koşuşturup durmasına rağmen, Janaki’nin izine rastlamak mümkün olmamıştı. Akşam karanlığı çökerken kafası çeşit çeşit düşüncelerle karmakarışık bir haldeydi. O kadar ki Et Meydanı’nda balık pazarlığı yaparken tek bir sazanın bin kuruş olduğunu söyleseler Halil birazcık olsun şaşırmazdı. Bütün geceyi, parayı nasıl saklayabileceğini düşünerek uykusuz geçirdi.
Ertesi gün yine pazarları dolaştı. Sonra adının duvarına yazılı olduğu evin olduğu yere gitti. O da nesi? Halil Pehlivan’ın adı yine kendi isminin üstüne çıkmıştı.
“Artık buna bir son vermeli,” diye homurdandı Halil. Bir hamal çağırdı. Hamalın omuzlarının üzerine çıkarak adını evin saçaklarının hemen altında bulunan bir noktaya yazdı. Böylece Halil Pehlivan’ın adı artık kendi isminin üstüne çıkamayacaktı. Patrona Halil, altta kalmayı kabullenmeyen bir tabiata sahipti. Kendisinden üstün başka bir insanın varlığı düşüncesi ona ıstırap veriyordu. Evine doğru giderken Çırağan Sarayı’nın yanından geçti. O geçtiği sırada, Padişah Sultan III. Ahmet, Sadrazam’ı Damat İbrahim, Kâhya Bey, Kaptan-ı Derya ve Ayasofya Vaizi İspirizade sarayın çevresinde geziniyorlardı. Onları fark edince yere kapandı. O sırada kalbinin derinliklerinden gelen bir sesin ona şöyle fısıldadığını hissediyordu: “Bir gün gelecek şimdi benim yaptığım gibi siz de benim karşımda eğileceksiniz. Benim, Patrona Halil’in, işportacının… Evet evet siz, imparatorluğun ve evrenin tüm efendileri.”
Halil, evrenin efendileri maiyetleri ile beraber yanından geçip giderken kafasını kaldırmadığı için çok şanslıydı. Aksi halde Sultan’ın önünde, elinde palasıyla yürüyen Halil Pehlivan onu tanıyabilirdi. Bu durumda yeniçeri, Halil’in kafasını ortadan ikiye ayırıverdi. Hiç kimse de gariban işportacının başına gelenleri sorgulamaz, Halil canından olduğu ile kalırdı.

2. Bölüm
Gülbeyaz
Patrona Halil’in dükkânı pazardaki yerini almıştı. Halil, tütün, uzun tütün çubuğu ve pipo sapları satıyordu. Yaptığı iş çok kârlı sayılmazdı. Tezgâhında, âlemcilerin en önemli gözdesi olmasına rağmen afyon bulundurmuyordu. Zaten haline ve tavrına bakan birisi, onun uyuşturucu satmadığını kolaylıkla anlayabilirdi. Ruhu uyuşturan böyle şeyleri tezgâhında satmayacağına dair kendi kendine söz vermişti. Ne zaman bu konudaki kararlılığında bir gevşeme hissetse kendisine verdiği bu sözü aklına getirirdi. Zaman zaman etrafına topladığı komşularına bu mesele hakkında söylevler veriyordu. Afyon belasını inançlı insanların başına, onları mahvetmek isteyen şeytan musallat etmişti. Afyon cinlerin pisliğiydi. Buna rağmen Müslümanlar bu pis şeyi ağızlarına alıp çiğnemekten, dumanını içlerine çekmekten çekinmiyorlardı. Bu yaptıkları onlar, gelecek kuşaklar ve tüm İslam dünyası için büyük bir felakete neden olacaktı. Komşuları onu karşı çıkmadan dinleseler de olabildiğince fazla miktarda afyon satmaya devam ediyorlardı. Zira afyon ticareti benzerleri arasında en kârlısıydı. Meseleyi kendi aralarında da tartıştıkları oluyordu. Herhangi bir kişi bıçakla kendi boğazını kesebilir diye tezgâhlarda bıçak satmaktan vazgeçmek akıllıca bir iş miydi? Halil’in ticaretten anlamadığı çok açıktı. Elde ettiği küçük kârla mutlu oluyor ve asla daha fazlasını istemiyordu.
Birdenbire beş bin kuruşa sahip olan Halil, ne yapacağını şaşırmıştı. Gerçekten arzuladığı şey, erişemeyeceği kadar uzaktaydı. Gönlünde yatan arzu; donanma filolarını, savaş düzenindeki şanlı orduları yönetmekti. Şehirler ve kaleler inşa etmek; bir emriyle yükselttiği paşaları bir diğeriyle indirmek istiyordu. İçinde her şeye hakim olma arzusu vardı. Ne yazık ki sahip olduğu beş bin kuruş, bu hayallerin gerçekleşebilmesi için yeterli değildi. Bir açıdan bakıldığında çok fazla gözüken bu para, hayallerinin büyüklüğü karşısında çok küçük kalıyordu. Sonuç olarak elindeki parayla ne yapacağını hâlâ bilemiyordu.
Dükkânı, pazarın nispeten daha tenha bir bölümüne bakıyordu. Bu boş alan, pazarın esnaflara ait dükkân ve tezgâhların bulunduğu bölümünden yüksek demir korkuluklarla ayrılmıştı. Burası, kölelerin en aşağı sınıfının alınıp satıldığı bir köle pazarıydı. Halil dükkânından burada yaşananları izlerdi. Her gün yirmiye yakın insan, tezgâhtaki mallar gibi sergilenir ve satışa sunulurdu. Artık alışmıştı bu manzaraya.
Köle pazarında, şair ve romancıların anlatmaktan çok hoşlandığı dokunaklı manzaralardan eser yoktu. Lafın gelişi burada Derbend’in zengin tüccarının en yüksek teklifi verenlere sunduğu şehvet dolu mucizevi güzelliklere rastlayamazdınız. Erkeklerin sert bakışlarını üzerlerinde fark ettiklerinde yanakları kızaran ve yeni efendilerinin kendilerini çağıran sesleriyle gözleri dolan Çerkez ve Gürcü bakireler hani neredeydi? Bu civarda böyle şeyler yoktu. Burası yıllarca kullanıldıktan sonra bir kenara atılan işe yaramaz esirlerle doluydu. Derileri buruş buruş olmuş yaşlı zenci kadınlar, artık hiçbir işe yaramayan, içleri kinle dolu eski beslemeler… Bu insanlar emirlerini yerine getirecekleri yeni sahiplerinin kim olacağı konusunda tam bir kayıtsızlık içerisindeydiler. Ne kadar kaliteli olduklarını ballandıra ballandıra anlatan mezatçının konuşmalarını da aynı kayıtsızlık içerisinde dinliyorlardı. İstekli alıcılar işlerine yarayıp yaramayacaklarını anlamak için dişlerini, kollarını ve bacaklarını inceledikleri sırada sanki orada değillermiş gibi davranıyorlardı.
Halil her zaman olduğu gibi, pazardaki dükkânının önünde oturuyordu. Bu sırada çığırtkan, köle pazarının ortasında beliriverdi. Peçeli bir cariyenin elini tutuyordu. Bağırarak anlatmaya başladı:
“Merhametli Müslümanlar! Hele bir bakın. Sizlere haşmetli Sultanımızın hareminden bir odalık getirdim. Kendisi bizzat Padişahımızın emriyle açık artırmaya çıkarılmıştır. Bu odalığın ismi Gülbeyaz’dır. On yedi yaşındadır. Dişleri tamam, sağlığı yerindedir. Cildi temiz, saçları gürdür. Dans edip şarkı söyleyebilir. Elinden, kadınlara özgü her iş gelir. En yüksek ücreti veren ona sahip olacak, satış geliri ise dervişler arasında pay edilecektir. Şimdiden onun için iki bin kuruş verenler vardır. Gelin ve inceleyin onu. Kim daha fazlasını verirse ona sahip olacak.”
“Aman Allah korusun!” dedi akıllı bir tüccar. “Böyle bir kıza sahip olmanın bir sürü para verip Padişah’ın gazabını satın almaktan ne farkı var?” Esnaflar, aklın yolu birdir deyip tezgâhlarının gerisine doğru çekildiler. Sultan’ın hareminden çıkarılan bir odalığı almaya kalkan bir adamın başına nelerin gelebileceğini çok iyi biliyorlardı. Bu cüreti gösteren bir kişiden, evinin duvarlarına intikam meleklerinin adını yazmasını ya da muskasını ayaklarının altına alıp çiğnemesini de bekleyebilirdiniz. Sultan’ın attığı bir çiçeği yerden kaldırıp koklamak, akıllı bir adamın yapacağı iş değildi.
Çığırtkan, yanında köle kızla birlikte pazarın ortasında kalakalmıştı. Esnaflar, dükkânlarına girmekle kalmamışlar; kapılarını koruyan demir parmaklıklarını da indirmişlerdi. Sanki bu hareketleriyle “Çok teşekkür ederiz ama biz böyle bir hediyeyi kabul edemeyiz,” demeye çalışıyorlardı.
Hâlâ dükkânının önünde duran tek bir adam kalmıştı: Patrona Halil. Sadece o, köle kızı dikkatli bir şekilde inceleyecek cesarete sahipti.
Belki de acımıştı köle kıza. Zavallı kız kim bilir nasıl tir tir titriyordu şimdi. Topuklarına kadar uzanan örtü, kızın ne halde olduğunu tam olarak anlamasına izin vermiyordu. Sadece gözleri görünebiliyordu kızın, gözleri yaşlıydı.
“Gel bakalım. Onu dükkânıma getir,” dedi Halil çığırtkana. “Ortalık yerde durmasın, bütün gözler onun üstünde.”
“İmkânsız,” diye yanıtladı çığırtkan. “Bana verilen emirleri yerine getirmezsem kellem gider. Örtüsünü sıradan kölelerin satışa sunulduğu açık artırma alanında açmam emredildi. Onun için ne kadar ödeme yapıldığını da herkesin duyabileceği bir şekilde buradan ilan etmem gerekiyor.”
“Bu kızın günahı nedir? Neden böyle rezilce davranıyorsunuz ona?”
“Patrona Halil!” diye yanıtladı çığırtkan. “Sen bu soruyu hiç sormamış ol. İkimiz için de en iyisi bu. Ben bana ne denildiyse onu yapıyorum. Kızı tanıtmak, elinden ne işlerin geldiğini anlatmak benim vazifem. Eksik de söylemem fazla da. Hiç kimseye ne almasını ne de almamasını tavsiye ederim. Allah hepimizin alnına ne yazdıysa başımıza gelecek olan da odur.” Lafı biter bitmez, kızın başındaki örtüyü çekip çıkardı.
Aman yarabbi! Ne güzel kızdı gerçekten. Ne gözler ama. Konuşuyorlar sanki. Bir adam bu gözlere yeterince uzun süre bakarsa ne çok şey öğrenebilirdi. Kim bilir belki Kur’an’ın tümünde yazılandan daha fazlasını. Ne de güzel dudaklardı! Sadece bu dudakları izlemek için sonsuza dek sarayın kapısının önünde beklenebilirdi. O nasıl bir beyazlıktı öyle. Gerçekten de Gülbeyaz adını hak ediyordu. Yanakları beyaz güller gibiydi. Ve yanaklarından akan gözyaşları, güllerin üzerindeki çiy tanelerini andırıyordu. Güldüğünde nasıl olurdu bu gözler? Kim bilir hafifçe kızardığında nasıl da tatlı bir hal alırdı? Konuştuğunda ya da arzuyla ürperdiğinde kim bilir ne güzeldi bu mükemmel ağız…
“Uzaklaştırma onu” dedi çığırtkana. “Kimseye gösterme ki hiç kimse onu almaya cüret etmesin. Ben sana onun için hiç kimsenin vermeyi düşünemeyeceği bir para ödeyeceğim, tam beş bin kuruş.”
“Öyle olsun,” dedi çığırtkan. Tekrar örttü kızı. “Nasılsa kızı gördün. Parayı getir kızı al.”
Halil, içeri girip keseyi aldı. Çığırtkana teslim etti. Kesedeki paraya hiç dokunulmamıştı. Odalığın elinden tuttu. Artık kızla yan yanaydılar.
Halil, bir dakika bile kaybetmeden dükkânının kapısını kilitledi. Elinden tuttuğu odalığını yalnız ve yoksul evine götürdü.
Yol boyunca kız tek bir kelime bile etmedi.
Halil, eve vardıklarında kızı ocağın yanına oturttu. Yumuşak bir tonda konuşmaya başladı:
“Burası benim evim. İçeride gördüğün ne varsa bundan sonra ikimizindir. Gerçi çok bir şeyimiz yok, burada süslü eşyalar da bulamayacaksın. Fakat istediğin gibi girip çıkmakta serbestsin, kimseden izin almana gerek yok. Burada iki kuruş var. Bununla bize bir akşam yemeği hazırla.”
Halil, kızı evde yalnız başına bırakıp pazara geri döndü. Akşam saatlerine kadar da geri dönmedi.
Bu sırada Gülbeyaz iki kuruşla alabildiği malzemelerle akşam yemeğini hazırlamıştı. Halil akşam eve döndüğünde Gülbeyaz, onun tabağını önüne koyup yanından uzaklaşarak kapının eşiğine oturdu.
“Oraya değil, gel de yanıma otur,” dedi Halil. Odalığın titreyen elini sıkıca tutarak onu yanı başındaki mindere oturttu. Kızın tabağına pilav koydu ve onu güzel sözlerle cesaretlendirerek yemeğe davet etti. Odalık, kendisine söyleneni yaptı. O ana kadar tek bir kelime bile etmemişti. Yemeğini bitirdiğinde Halil’e döndü ve kısık bir sesle konuşmaya başladı:
“Altı gündür hiçbir şey yememiştim.”
“Ne?” şaşkınlıkla çığlık attı Halil. “Altı gün! Korkunç! Kim yaptı bu zulmü sana?”
“Kendim! Ölmek istedim çünkü.”
Hafifçe başını salladı Halil.
“Bu kadar gençsin ve ölmek istedin ha? Peki, söyle bakalım hâlâ ölmek istiyor musun?”
“Gördüğün gibi artık istemiyorum.”
Halil, kıza karşı büyük bir yakınlık hissetmeye başlamıştı. Daha önce hiç kimseye âşık olmamıştı. Fakat şimdi; kara kirpiklerinin gölgesi solgun yanaklarına düşen kızın donuk çehresindeki hüznü izlerken, bir peri kızının karşısında olduğunu hayal ediyordu. Bu sıradışı cazibenin etkisiyle içinde yepyeni bir insanın ortaya çıkmakta olduğunu fark etmişti.
Halil, böyle bir coşkuyu en son ne zaman hissettiğini hatırlayamıyordu. Şu an ise bu güzel hizmetçinin karşısında otururken kalbi göğsünden fırlayacak gibiydi. Şairin sözleri ne kadar da doğruydu: “Gerçekte iki dünya vardır: Biri güneşin altında, diğeri de bir genç kızın yüreğinde.”
Bir süre, kendinden geçmiş bir biçimde, güzel cariyeyi izledi. Kızın hoş yüzü, şehvet uyandıran sinesi ve her bakımdan bir huriyi andıran görüntüsüne hayran kalmıştı… Nasıl bir güzellikti bu böyle, ne kutsal bir güzellik. Sonra, bu güzelliğin kendisine ait olduğunu hatırladı. O bir cariyeydi. Ona sahip olan kişi onunla birlikte olma hakkına da sahipti. Bu düşünce heyecanlandırdı Halil’i. Kız onu yumuşacık kadife kolları ve simsiyah dalgalı bukleleri ile saracaktı. Ah bu kırmızı dudaklar ne de tatlıydı. Bu kar beyazı göğüsler ne kadar da dolgun ve ateşliydi. Bu düşüncelerin dolaştığı zihni büyük bir neşeyle doldu.
Hâlâ ona nasıl seslenmesi gerektiğine karar verememişti. Daha önce hiç cariyesi olmamıştı. Cafcaflı kibar laflara bir türlü dilini döndüremezdi zaten. Bir kadını etkilemek için ona neler söylenmesi gerektiğini de bilmiyordu.
“Gülbeyaz,” diye mırıldandı boğuk bir sesle.
“Emrinize amadeyim efendim.”
“Benim adım Halil. Sen de bundan sonra bana Halil de.”
“Emrine amadeyim Halil.”
“Bırak şimdi emirleri. Gel yanımda otur. Hadi, yaklaş biraz.”
Kız yanına oturdu. Şimdi iyice yaklaşmıştı Halil’e.
İşin en kötü yanı, Halil’in kıza ne söylemesi gerektiğine dair en ufak bir fikri olmamasıydı.
Kız ise üzgün ve ilgisizdi. Köle kızlardan beklendiği gibi ağlayıp zırlamıyordu. Halil kızın kendisine başından geçenleri, neden böyle hüzünlü olduğunu anlatmasını çok isterdi. Böylelikle konuşmak onun için de kolaylaşmış olacaktı. Hem bu sayede kızı teselli edebilirdi. Tabii ki tesellinin arkasından aşk gelecekti.
“Anlat bakalım Gülbeyaz,” dedi. “Nasıl oldu da Sultan seni pazarda satışa çıkardı?” Kız büyük siyah gözleriyle baktı Halil’e. Uzun kara kirpiklerini kaldırdığında sanki iki siyah güneş çıkmıştı ortaya. Hareketsiz ve hüzünlü bir şekilde bakmaya devam etti. “Yakında öğrenirsin,” diye mırıldandı Gülbeyaz.
Halil, ateş parçasına yaklaştıkça arzularının giderek daha fazla şiddetlendiğini hissediyordu. Bu güzelliğe tanık olan gözleri ışıl ışıldı. Kızın elini tuttu ve dudaklarına götürdü. O da nesi? Nasıl bu kadar soğuk olabilirdi bu eller! Alın size bir sebep daha. Bu elleri öpmesi, sinesinde ısıtması lazımdı. Ne var ki bütün çabasına rağmen bu küçük elleri ısıtmakta başarısız kaldı. Kızın elleri bir ceset kadar soğuktu.
Herhalde bu dolgun göğüsler, bu kışkırtıcı dudaklar o kadar soğuk olamazdı. Tutkuyla kendini kaybeden Halil kızı kucakladı. Kızı göğsüne doğru çekip bastırdığı sırada, kendi kendine mırıldandı kız; sesi yürekten bir yakarışı andırıyordu: “Kutsal Meryem.”
Kızın uzun siyah saçları yüzüne döküldü. Halil, kucaklamasının kızın yüzüne biraz olsun renk getirip getirmediğini görmek için saçlarını düzeltti. Hayret! Kızın yüzü her zaman olduğundan daha beyaz görünüyordu. Bütün canlılık izleri kaybolmuştu. Gözleri devrilmişti, dudakları kapalıydı ve iyiden iyiye morarmıştı. Yoksa? Yoksa yanı başında bir cenazeyle mi beraberdi Halil?
İnanmak istemedi. Kızın ölü taklidi yapıyor olabileceğini düşündü. Elini kızın güzel göğsünün üzerine koydu. Kalp atışlarını hissedemedi. Kız, tüm yaşam belirtilerini kaybetmişti. Onunla ne yapacaktı şimdi? Göğsünün üstünde bir ölü yatıyordu.
Halil’in kalbini, tüm şehvetini söndüren buz gibi bir korku kapladı. Kızı ürkekçe uzaklaştırdı kendinden ve geri bıraktıktan sonra korkuyla fısıldadı:
“Uyan hadi. Sana zarar vermeyeceğim. Sana zarar vermeyeceğim.”
Kızın parlak kaftanı göğsünün altına doğru kaymıştı. Eliyle düzeltti. Ve dehşet içerisinde bu güzel cesedi izlemeye devam etti.
Kısa bir süre sonra kızın dudakları aralandı, Gülbeyaz yeniden nefes alıyordu. Çok geçmeden büyük kara gözlerini açtı. Dudakları yeniden eski koyu kırmızı rengindeydi. Gözlerinin büyüleyici parlaklığı, yüzünün beyaz gülleri andıran kırılgan tazeliği yeniden eski halini almıştı. Göğsü yükselip alçalıyordu.
Halil’in onu yatırdığı halıdan doğruldu. Etrafta dağınık duran bulaşıkları toplamaya başladı. Birkaç dakika geçtikten sonra ise şaşkınlığını frenleyemeyen Halil’e fısıldadı:
“Artık Padişah’ın neden adi bir köle gibi pazarda satılmamı emrettiğini biliyorsun. Herhangi bir adam beni kucakladığı anda bir ölüden farksız hale geliyorum. Ancak beni bıraktıktan kısa bir süre sonra eski haline dönüyor bedenim. Beni öpmeye kalktıklarında dudaklarım buz kesiyor. Bana sarıldıklarında hissettiğim kalp atışları midemi bulandırıyor. Benim asıl adım Gülbeyaz değil, ölü beyaz!”

3. Bölüm
Sultan Ahmet
Sarayın pencerelerine güneş vurmuştu. Padişah için dua etmekle görevli iki ulema geri çekilmişti. Kapı Ağası ve Anahtar Oğlanı, aceleyle Padişah’ın soyunma odasına giden yoldaki kapıları açmaya çalışıyorlardı. Onu orada, sarayın en mümtaz şahsiyetleri beklemekteydiler. Giysilerin efendisi Has Odabaşı, Sultan’ın kıyafetlerini giymesine yardımcı olan Çobodar, kuşağını belinin etrafına dolayan Dülbendar, Sultan’ı tıraş etmekle görevli Berberbaşı, Sultan’ın ellerini yıkayan İbriktar Ağa, Sultan’ın ellerini kurulayan Peşkircibaşı, Sultan’a nefis içecekler hazırlamakla görevli Şerbetçi-başı ve dikkatli bir şekilde tırnaklarını kesen Tırnakçı. Tüm bu asil kişiler, Sultan’ı fark ettiklerinde yerlere kadar eğilerek selamladılar. Üzerinde ihtişamlı oyma kapıların bulunduğu yoldan soyunma odasına doğru ilerlemesi için Sultan’ın önünü açtılar.
Burası basit, altıgen bir odaydı. Altın işlemeli afili pencereleri vardı. Duvarlara mor kuvars taşlarıyla süslemeler yapılmıştı. Topaz ve süsenle yapılan parlak çiçek kabartmalarının arasında belirgin bir biçimde göze çarpan sümbül rengi arka plan, odanın güzelliğinin asıl kaynağıydı. Sultan değerli taşlara çok düşkündü. Giysileri pırıl pırıl parlayan görkemli elmaslar, yakutlar ve incilerle süslüydü. Bütün parmaklarında, ışıldayan yüzükler vardı. Şatafatın onun hayatında çok önemli bir yeri vardı. Çehresi de aynı ölçüde ihtişamlıydı. Zarif, kibar ve ışık saçan bir yüzdü bu. Bir baba şefkati vardı yüzünde. Yüz yüze geldiği herkesi sevecen bakışlarla izlerdi. Düz ve hassas alnında hemen hemen hiçbir kırışıklık yoktu. Sahibi hiçbir zaman öfkelenmeyeceğinden, belki de hiç kırışmayacaktı. Bakımlı, siyah saçlarında tek bir beyaz bile yoktu. Sanki gamın, kederin ne olduğunu hiç duymamıştı. Her daim mutlulukla doluydu.
Gerçekten de onun neşesini kaçırmak mümkün değildi. Yirmi yedi yıl boyunca tahtta kalmıştı. Bu yirmi yedi sene içerisinde hiç sevindirici olmayan pek çok gelişme yaşanmıştı. Neyse ki Allah onu, bu olaylar karşısında kayıtsız kalabilmesini mümkün kılan huylarla donatmıştı. Aslına bakılırsa kendi canını bile fazla düşünmüyordu. Gerçek bir filozof olarak her koşulda kendini mutlu edecek bir şeyler bulabiliyordu. Güzel kadınları ve güzel çiçekleri seviyordu. Ve her ikisine de fazlasıyla sahipti. Bahçesi, Kanuni Sultan Süleyman’ınkinden bile daha olağanüstüydü. Sahip olduğu otuz bir çocuk, hareminde de hiç canının sıkılmadığının en güzel deliliydi.
O gün, Sultan’ın keyfi fazlasıyla yerindeydi. Gece alışılmadık hoş rüyalar görmüş olabilirdi. Gözde eşi güzel Adsalis’in onu anlattığı sıradışı hikâyelerle eğlendirmiş olması da mümkündü. Belki de yeni bir lalenin açmasına tanıklık etmişti. Herkese el öptürdüğü sırada, arkasındaki minderi düzeltmekle uğraşan sadık hizmetkârı Berberbaşı’nın kırmızı tombul yanaklarını hafifçe tokatladı. Berberbaşı, henüz Zara kasabasında bir berber çırağıyken bile tombul yanaklıydı. Yine de bu yanakların şimdiki hallerini almaları Berberbaşı’nın yüksek makamlara gelmesinden sonra mümkün olabilmişti.
“Allah razı olsun Berberbaşı, ellerin dert görmesin. Anlat bakalım, şehirde yeni haberler var mı?”
İstanbul’da da berberler dedikoduları büyük bir ilgi ile takip ederlerdi. Berberbaşılık makamına bile gelmiş olsalar, bu durum değişmezdi. Bu sayede en ilginç dedikoduları anlatarak tıraş ettikleri müşterilerini rahatlatırlar, sıkılmalarına engel olurlardı.
“Eğer değersiz kölenizin her şeyi duyan zavallı kulakları ile işittiği değersiz sözleri dinleme lütfunda bulunursanız, size İstanbul’da yaşanan ilginç bir olayı anlatabilirim.”
Sultan bir parmağından çıkarıp diğerine taktığı yüzüğüyle oynamaya devam ederken, “Bana emir buyurmuştunuz kudretli Padişahım” dedi Berberbaşı. Sultan’ın başındaki inci nakışlı kavuğu çıkardıktan sonra devam etti: “Bana haremden kovulduktan sonra Gülbeyaz’ın başına ne geldiğini öğrenmemi emir buyurmuştunuz. Akşamdan sabaha, sabahtan akşama; ev ev dolaştım. Dikkatli bir şekilde araştırma yaptım. Onlardan biri gibi giyinerek pazar esnafının arasına karıştım. Konuşturup ağızlarını aramaya uğraştım. Sonunda olan biteni öğrenebildim. Duyduğuma göre uzun süre kimse kızı almaya cesaret edememiş. Öyle ya, dünyanın en büyük hükümdarının fırlatıp attığını yerden kaldırmaya kim cüret edebilir? Hünkârımızın nargilesinden dökülen küllerin bile üzerine kimse ayak basmamalıdır. Buna rağmen kızın cazibesine kapılıp eceline susayan akılsız bir adam çıkmış. Beş bin kuruş verip kızı çığırtkandan satın almış. Bu beş bin kuruş da zaten sahip olduğu yegâne paraymış. Evinde ağırladığı yabancı bir tüccar vermiş ona.”
“Adı neymiş bu adamın?”
“Patrona Halil.”
“Peki, sonra ne olmuş?”
“Adam, güzelliği herkesin başını döndüren bu kızı alıp evine götürmüş. Kızın başına gelenlerden habersizmiş. Sadrazam Damat İbrahim’in köşkünde yaşananları, Beyaz Şehzade’nin, hareminde tanık olduğu şeyleri bilmiyormuş. Kızı sadece seyretmenin bile nasıl bir zevk olduğu malum. Bu güzelliğin karşısında insanın aklını kaybetmesi işten bile değil. Hele hele onun asla koparılmaması gereken bir çiçek olduğunu bilmeyenlerin vay haline. Cennetteki hurileri bile utandırabilecek olan bu güzellik, bir adamın kollarındayken kaskatı kesilip bir ceset halini alıyor. Ne Padişahımızın güneş yüzünün sıcaklığı ne de Sadrazam’ın gazabı… Ne Haseki Sultan’ın kırbaç darbeleri ne de Beyaz Şehzade’nin yalvarışları… Hiçbiri kızı bu ölümü andıran baygınlık halinden kurtarmak için yeterli olmadı.”
“Peki, sonra ne olmuş kıza, öğrenebildin mi?”
“Evet. Ağzınızdan çıkan her söz benim için emirdir Padişahım. Kızın peşinden gittim. Bu esnaf, kızla birlikte kendi evine gitmiş. Elinde avcunda ne varsa onunla paylaşacağını düşünerek mutlu oluyormuş. Kızı yanı başına oturtmuş. Tadına bakmak istemiş. Kızı kucaklamaya kalkmış. Onu göğsüne bastırdığında, kız birdenbire bir ölü gibi yığılıvermiş kollarına. Kendisine herhangi bir erkek dokunduğu zaman yaptığı gibi bir takım büyülü sözler söylemiş. Şeytan işi şeyler. Allah Müslümanları böyle şeylerden korusun. Gâvurların üzerine resminin çizili olduğu semboller taşıdıkları, Müslümanlara saldırırken ismini haykırdıkları o kutsal kadının adını söylemiş.”
“Adam öfkelenip kızı evden atmış mı?”
“Aksine böyle bir şeye tanık olduğu için halinden memnunmuş. Daha da dokunmamış kıza. Onun perili olduğunu, aklının yerinde olmadığını düşünerek kıza yumuşak davranıyormuş. Kız evin içinde istediği gibi gezip dolaşmakta özgürmüş. Halil, kıza ağır işler yaptırmıyor; aksine her işini kendi görüyormuş. Tüm arkadaşları bu olaya bir mucize gözüyle bakıyorlarmış. Halil’in sabrı da dillere destan olmuş. ‘Halil kendine bir cariye aldı, ama nasıl olduysa kızın kölesi olup çıktı,’ diyorlarmış.”
“Gerçekten tuhaf bir olay,” dedi Padişah. “Bundan sonra da nelerin olup bittiğini öğrenmeye çalış. Tezkerecibaşı da senin anlattıklarını kayıt altına alsın ki bu yaşananlar sonsuza kadar hatırlansın.”
Bu konuşma sırasında Berberbaşı, Padişah’ın resmi tıraşını ustaca hareketlerle tamamladı. Sonra İbrikdar Ağa’nın yıkadığı ellerini Peşkircibaşı, dikkatli bir biçimde kuruladı. Tırnakçıbaşı tırnaklarını kesti. Dülbendar, kavuğunu başına yerleştirip uzun doğu kuşağını belinin etrafına sardı. Çobadar, Sultan’ın dış ceketini ve turkuaz binişini giymesine yardımcı oldu. Silahtar, püsküllerle süslenmiş kılıcını taktı. Odada efendileriyle birlikte baş başa kalan Has Odabaşı ve Kapı Ağası haricindeki herkes, geleneksel selamlarını verdikten sonra geri çekildi.
Has Odabaşı, Sultan’ın iki aciz kulunun kapıda olduklarını duyurdu. Dışarıda Şeyhülislam Abdullah ve Sadrazam Damat İbrahim, içeri buyur edilmek üzere beklemekteydiler. İmparatorluğun onur ve güvenliğini ilgilendiren yeni bir gelişme hakkında konuşmak istiyorlardı.
Sultan henüz cevap vermemişti ki hareme açılan kapıda Kızlar Ağası göründü. O, harem ağalarının başıydı. Kalın dudaklarıyla ve kara teniyle saygıdeğer bir beyefendiydi. Hareme günün her saatinde girebilmenin hüzünlü ayrıcalığına sahipti. Şüphesiz ki bu durum karşısında herhangi bir haz duymuyordu.
Harem Ağası’nı “Kızlar Ağası, benim sadık kulum. Ne istiyorsun söyle bakalım?” diyerek karşıladı Sultan Ahmet. Onunla dengiymiş gibi konuşmuştu.
“Merhametli Padişahım!” diye haykırdı. “Çiçekler güneş olmadan hayatta kalamazlar. Ve çiçeklerin en güzeli, en mis kokulusu Haseki Sultanımız, sizin çehrenizdeki güneşten nasiplenmek için yanıp tutuşurlar.”
Bu sözler Sultan Ahmet’in içini daha da yumuşatmış, yüzüne daha sıcak bir gülümseme yerleştirmişti.
Padişah, Has Odabaşı ve Kapı Ağası’na başka bir odaya çekilmelerini emretti. Kızlar Ağası’ndan ise Haseki Sultan’ı getirmesini istedi.
İnsanların Adsalis adını verdiği Haseki Sultan, olağanüstü sayılabilecek güzellikte bir Şam kızıydı. Doğal bir çekiciliği vardı. Teni fildişinden daha beyaz ve kadifeden daha yumuşaktı. Onun siyah perçemleri ile karşılaştırıldığında en karanlık gece bile soluk bir gölge gibi kalırdı. Güleç yüzünün rengi gün doğumunu ve yeni gonca vermiş bir gülü bile kıskandırabilirdi. İçinde cennete ait hazların tomurcuklandığı gözleriyle Sultan Ahmet’e baktığında, Padişah, yüreğinde şimşeklerin çaktığını hissederdi. Adsalis şehvetle büyüleyen dudaklarıyla bir şey istediğinde, onu kim reddedilirdi ki? Sultan Ahmet onu kesinlikle reddedemezdi. Reddetmesi ne mümkün! “Yeter ki iste, ülkemin yarısı senindir,” derdi. Bu sözler, ona yağdırdığı iltifatların en basiti olarak görülebilirdi. Eğer ona sarılabiliyorsa, onun alev alev yanan gözlerini ve gülümsemesini tekrar tekrar görebilecekse, geri kalan her şey boştu. Başkent İstanbul’u, ülkeyi, savaşı ve yabancı elçileri tamamen unutabilir ve ömrünün kalan kısmını böyle bir güzelliği yarattığı için Allah’a şükretmekle geçirebilirdi.
Gözde Sultan, yüzünde büyüleyici gülümsemesiyle Ahmet’in yanına yaklaştı. Sultan, bu gülümsemeye tanıştığı günden beri hiç karşı koyamamıştı. Sultanının dudaklarından dökülen hiçbir isteği bugüne kadar reddedememişti. Bu kez ne istiyordu acaba? Zaten henüz günün yeni ağardığı bu erken saatlerde neden yalnız bırakmıştı ki onu. Kim bilir ne hayaller kuruyor, yüreğinden neleri geçiriyordu.
Padişah, eşini elinden tutarak tahtının yanına getirdi ve ayaklarının dibine oturttu. Sultan, ellerini Padişah’ın dizlerine koydu. Gözlerini yüzüne dikerek konuşmaya başladı:
“Küçük kızınız Emine’nin yanından geliyorum. Beni kendi yerine ayaklarınıza kapanıp yalvarmam için size gönderdi. Sizi nasıl görüyorsam onu da aynı şekilde görüyorum Hünkârım. Ona her baktığımda sanki karşımda siz oluyorsunuz. O da sizi parlak bir yıldız, göz alıcı bir güneş gibi görüyor. Ömrünün üç yılını daha geride bıraktı, dördüncü yazına giriyor. Ne var ki halen kendisine bir talip çıkmadı. Bu sabah siz yanımdan ayrıldıktan sonra bir düş gördüm. Aynı düşü daha önce de görmüştüm. Kızlarınız Ayşe, Hatice ve Emine, Açık Meydan’da olağanüstü güzellikteki çadırların altında oturmaktaydılar. Orada yan yan duran üç çadır vardı. Biri beyazdı, biri menekşe renginde. Bir diğeri ise parlak yeşil. Söylediğim gibi çadırlarda kızlarınız oturuyorlardı. Sırlı kumaştan kapanijaklar giymişlerdi. Başlarında yuvarlak selmikler vardı. Kadın cinsine şans getiren yedi şanslı çemberle süslenmişlerdi. Ah Padişahım, bu çemberlerin ne olduğunu bilir misiniz? Hükümdarlık tacı, gerdanlık, küpe, yüzük, korse, bilezik ve elbise tokası… Bunlar damatların gelinlere, mutluluklarının bir işareti olarak verdikleri hediyelerdir. Üstelik bu üç çadırın yanında, sayılamayacak sayıda başka çadırlar vardı. Çadırlar yeşilin ve mavinin farklı tonlarındaydılar. İçlerinde emir defterdarlar, reis efendiler, müderrisler ve şeyhler vardı. Çok kalabalıktılar. Sarayın önüne üç yüksek palmiye ağacı dikilmişti. Ağaçlar buraya kadar filler tarafından çekilen büyük tekerlekli arabalarla taşınmışlardı. Burada üç bahçe bulunuyordu. Bahçedeki çiçekler şekerden yapılmıştı. Sonra baş vezirler ayağa kalktılar ve düğün başladı. El öpme merasiminden sonra evlenme faslına geçildi. Kâhya damadın, Kızlar Ağası gelinin şahidi oldu. Herkese hediyeler dağıtıldı. Derken hediyeler eşliğinde düğün alayı geldi. Ardı sıra çiçek ve meyvelerle dolu yüz deve altın, değerli taşlar ve yalnızca periler diyarında görülebilecek türden tüller taşıyan bir fil… İki harem ağası zümrüt işlemeli aynalar getirdi. Miri akhorok görkemli bir şekilde donatılmış savaş atlarının dizginlerini elinde tutuyordu. Sonra Sadrazam’ın adamları geldi. Yaptıkları atıcılık gösterisini izleyenlerin şaşkın bakışlarından çok hoşnut kalmışlardı. Sonra, şarap tulumları içerisindeki şarap taşıyıcıları ve gerçek bir insan başlı atla gösteri yapan adamlar için kurulmuş bir çadır ortaya çıktı. Ayrıca Mısırlı kılıç ve çember dansçıları ile Hintli cambazlar ve yılan oynatıcıları da oradaydı. Derken Şeyhülislam geldi. Sizin yüzünüze karşı, Kur’an’dan bir bölüm okudu. Okudukları hakkında kısa bir açıklama yaptı. Cephanelikten gelen iri yarı becerikli adamlar silindirler üzerinde yelkenleri açık büyük kalyonları çekiyorlardı. Arkalarından gelen topçular ise yine silindirlerin üzerinde, bir kale dolusu topu sürüklemekteydiler. Topları arka arkaya ateşleyerek kalabalığı şaşkına çeviriyorlardı. Derken Mısırlı esrarkeşlerin dansı başladı. Gerçekten de en ilgi çekici gösteri buydu. Onlardan sonra ayı ve maymun oynatıcıları sahne aldı, hepimizi çok eğlendirdi. Çok geçmeden sıra, loncaların geçidine geldi ve yeniçeriler için verilen ziyafet başladı. Böylece Palmiye Merasimi tamamlanmış oluyordu. Palmiyeler, daha önce size bahsettiğim şekerden yapılmış bahçelerle birlikte saray kapılarından içeri alınmıştı. Sonra Lamba Merasimi başladı. Çiçek açmış yirmi bin lalenin arasında on bin lamba pırıl pırıl parlıyordu. O kadar iç içeydiler ki uzaktan bakan birisi, lambalar çiçek açarken lalelerin parladığını bile düşünebilirdi. Bir yandan Anadolu ve Rumeli Hisarı’nın bütün topları gümbür gümbür patlarken boğaz, aydınlatılmış gemiler ve havai fişeklerin ışıkları sayesinde adeta bir ateş denizine dönüşmüştü. İşte bu, kullarınızın en âcizinin; Osmanoğulları için uğurlu bir gün olan Cemaziyülahır ayının on ikinci günü, sabahın erken saatlerinde gördüğü rüyadır.”
Böylesine başı sonu belirsiz ve uzun bir hayali dinlemek son derece sıkıcı bir durum olabilirdi. Ama Ahmet iyi bir dinleyiciydi. Ayrıca böyle şeylerden hoşlanıyordu. Hiçbir şey onu büyük merasimler kadar mutlu edemezdi. Onun takdirini kazanmanın en kesin yolu seçkin, gösterişli ve ataları tarafından bilinmeyen özgün kutlamalar düzenlemekti. Adsalis, her yıl düzenlenen Lale ve Lamba Merasimlerini icat ederek Sultan’ın gönlünü fethetmişti. Palmiye Merasimi ve şekerden bahçe kurulması da şimdi ortaya attığı yeni fikirleriydi. Ahmet, büyük bir coşkuyla gözde sultanını göğsüne bastırdı. Hayalini gerçekleştireceğine dair kararlı bir biçimde söz verdi ve Adsalis’i hareme geri yolladı.
Kızlar Ağası, sonunda dışarıda bekleyen iki yüksek rütbeliyi içeriye buyur etti. Önce Şeyhülislam girdi içeri ve arkasından Sadrazam Damat İbrahim. Uzun ve dalgalı sakalları bembeyazdı. Çehrelerinde saygıdeğer ve ağırbaşlı bir ifade vardı.
Sultan’ı yerlere kadar eğilerek selamladılar. Kıyafetinin eteklerini öptüler. Kalkmalarını emredene kadar Sultan’ın önünde secdede kaldılar.
“Sizi saraya getiren nedir, muhterem kullarım?” diye sordu Sultan.
Âdet olduğu üzere önce Şeyhülislam konuştu:
“Merhametli ve kudretli efendimiz. Eğer sözlerimizle huzurunuzu kaçıracak olursak bizi affedin. Su uyur, düşman uyumaz demişler. Gelecek tehlikelere karşı uyanık olmayan kişi, kendi evini soyan adam gibidir. Her zaman uyanık olmakta fayda vardır. Bildiğiniz üzere yüce Padişahım, birkaç yıl önce hikmetinden sual olunmayan Allah, Fars isyancı Eşref’e adil hükümdarı Tamasıp’ı başkentinden çıkarmayı nasip etti. Bunun üzerine prens, kaçak hayatı yaşamaya başladı. Annesi üzerinde yırtık pırtık bez parçalarıyla İsfahan sokaklarında ayak işleri yapan düşkün birisi olup çıktı. Şanlı Osmanlı orduları, bir hırsızın çaldığı tahtta daha fazla oturmasına göz yumamazdı. Vezir İbrahim ve ünlü Numan Köprülü’nün soyundan gelen Adil Köprülü’nün yönettiği muzaffer savaşların sonucunda Kirmanşah, isyancı Eşref Han’ın yönettiği Farsların elinden alındı ve sizin sancağınızın altına girdi. Daha sonra da beklenmedik gelişmeler yaşanmaya devam etti. Mahvolduğu sanılan Şah Tamasıp, başında bulunduğu bir avuç kahraman askeriyle ortaya çıktı ve Damakhar, Derekhan ve İsfahan’da verilen üç büyük meydan muharebesinin sonucunda gaddar Eşref Han’ı bozguna uğrattı. Eşref Han’ı ele geçirdikten sonra onu atlarına çiğnetti. Şimdi de yeniden kurulan hükümdarlık Osmanlı’dan, kaybettiği topraklarını geri almak istiyor. Fars asıllı Sadrazam Safikuli Han, Köprülü’nün oğluna karşı büyük bir ordu hazırlamakta. Yaşanacak olan bir yenilgi, Osmanlı ordularının gücüne gölge düşürecektir. Kudretli Padişahım! Sizin böyle bir felaketin gerçekleşebileceğini düşünerek dertlenmenize gerek yok. Sadrazamınız ve ben, ordunuzu boğaz kıyılarında topladık. Gemilere binmek için hazır vaziyette bekliyorlar. Para ve erzak. heybetli Numan Köprülü’ye 1500 devenin sırtında önceden yollandı. Her şey sizin bir emrinize bakıyor. Emir buyurun, imparatorluklarında taş üstünde taş bırakmayalım. Onlara darbe üstüne darbe vuralım. Sizin bir işaretinizle düşman orduları yeryüzünden silinecek. 400 yıl önce ülkeleri için şehit olan Osmanlı kahramanları bile peygamberin sancağını korumak için mezarlarından çıkmaya hazır. Fakat bunun için sancağı sizin kaldırıp bizim aciz ellerimize teslim etmeniz gerekiyor, yüce Padişahım. Yalnızca sizin mevcudiyetiniz bize zaferi getirebilir. Kalkın ve şanlı atanız Muhammed’in kılıcını kuşanın. Sizin yüzünüzü görmeyi güneşin doğuşunu bekler gibi arzulayan ordularınızın başına geçin! Karanlık geceye bir son verin!”
Ahmet, dalgın gözlerle izliyordu muhatabını. Şeyhülislam’ın kendisine yönelen tutkulu söylevi onu hiç etkilememişe benziyordu.
“Sadık kullarım,” dedi gülümseyerek. “Bugün çok mutlu bir günümdeyim. Haseki Sultan bu sabah gerçekleştirilmeye layık bir düş görmüş. İstanbul’un sokaklarında kutlanacak büyüleyici bir merasim. Bütün şehir ışıklar içinde. Çiçek bahçeleri ve su kenarlarındaki köşklerin avluları lalelerin ve lambaların ışıltısıyla aydınlanmış. Sokaklar dalgalanan palmiyeler ve şekerden yapılmış çiçeklerle kaplanmış. Kalyonlar, tekerleklerin üzerine yüklenmiş, meydanda dolaşıyor. Bu rüya, rüya olarak kalmak için fazla güzel. Mutlaka gerçeğe dönüştürmeliyiz bunu.”
Şeyhülislam, elini göğsüne koyup önünde eğilerek Sultan’ı selamladı:
“Allahu ekber. Allah kerimdir. Allah büyüktür. Nasıl emir buyurduysanız öyle olacak. Siz dilerseniz güneş bile batıdan yükselir, Padişahım.” Şeyhülislam kenara çekildi.
Yaşlı Sadrazam Damat İbrahim öne çıktı. Yaşlı gözlerini kaftanına sildikten sonra, hüzünlü bir şekilde Padişahın karşısına geçti. Ve şunları söyledi:
“Ah efendim. Allah kimi günleri bayram, kimi günleri ise matem için yaratmıştır. Bunları birbirine karıştırmak doğru değildir. Şu anda kutlanacak neredeyse hiçbir şey yok. Ama matem yapmamızı gerektiren pek çok şey var. İmparatorluğun her tarafından, yaklaşan fırtınayı işaret eden kötü haberler geliyor. Büyük yangınlar, salgın hastalıklar, depremler, su baskınları, fırtınalar… İnsanlar bunlar yüzünden paniğe kapılıp kargaşaya sürükleniyorlar. En son bu hafta İstanbul’un en güzel yeri, Çayırbaşı, yanıp kül oldu. Birkaç hafta önce aynı felaket, Eyüp’ün sahil kesiminin başına geldi. Üstelik bu olay yaşandığı sırada, şehrin kalan kısımları Sultan Murat’ın doğum günü şerefine boydan boya ışıklandırılmıştı. Gelibolu’da cephaneliğe yıldırım düştü. Beş yüz işçi orada can verdi. Bir gece Kâğıthane deresi bütün dere yataklarını dolduracak kadar kabardı. Civarda bulunan büyük toplar selle birlikte sürüklendi. Ah Padişahım, bildiğiniz üzere bir başka gün Santorino adasının yanında yeni bir ada yükseldi. İzleyen üç ay içerisinde bu yeni ada giderek büyüdü. O büyürken İstanbul’da yer sarsıntıları yaşandı. Bunlar hiç de hayra alamet değil Padişahım. Ah benim efendim! Eğer bu aciz kulunuzun sözlerine kulak verirseniz İstanbul’un başında dolaşan kara bulutları dağıtmak için bir oruç ve tövbe günü ilan etmelisiniz. Şimdi ihtiyacımız olan merasim yapmak değildir. Düşmanların sesi tüm sınırlarımızdan duyulabiliyor. Tuna kıyılarından, Prut suyunun yanı başından, Erivan dağlarının arasından, Ege Adaları’nın ötesinden… Müslümanlar savaşma azmini korudukları müddetçe imparatorluğu korumak için gereken güce hâlâ sahibiz demektir. Küstahlığımı yaşlılığıma verin Padişahım. Şehir merasimler için her ışıklandırıldığında, gözümün önüne alevler içinde bir İstanbul geliyor; dehşete kapılıyorum. Bizi bu kaderden koruması için önce Allah’a, sonra size yalvarıyorum. Allah yardımcımız olsun.”
Sultan Ahmet’in yüzündeki ifadede yine en ufak bir değişiklik olmamıştı. Merhamet dolu gülümsemesi yerinde duruyordu.
“Muhterem İbrahim,” dedi sonunda. “Senin Osman adında bir oğlun vardı, değil mi? Dört yaşına yeni basmış olacak. Benim de üç yaşını dolduran bir kızım var, Emine. Bak şimdi. Ben bu çocukları evlendirene kadar ne peygamberin kılıcını kuşanırım ne de onun sancağını kaldırırım. Birlikte olmak onların kaderinde var. Bil ki bu evliliğe onay vermen halinde, gözümdeki değerin çok daha artacak. Haseki Sultan’a bunun için söz verdim. Bir ateşperest kâfir gibi sözümden dönecek halim yok. Ateşperestler verdikleri sözleri tutmazlar. Onların verdikleri sözler hep yalandır. Bu yüzden sözlerinin hiçbir kıymeti yoktur. Müslümanlar, onlar gibi sözlerini tutmamazlık edemezler. Ben bu merasimin yapılacağına dair söz verdim. Ve onun çok görkemli bir merasim olmasını emrediyorum.”
Sadrazam Damat İbrahim içini çekti. Mutsuz bir yüz ifadesiyle, kendisine karşı gösterdiği lütuf için Sultan’a teşekkür etti. Her şeye rağmen üç yaşındaki gelin ve dört yaşındaki damadın evlilik törenlerini bir biçimde ertelettirebileceğini umuyordu.
“Allah kerimdir. Allah gölgenizi hiçbir zaman üstümüzden eksik etmesin yüce Padişahım,” dedi Damat İbrahim. Yüce Hünkârının elini öptü. O ve Şeyhülislam odadan çıktılar.
Şeyhülislam sarayın kapısında Sadrazamla konuşurken içi hüzün doluydu.
“Keşke bugünleri hiç görmemiş olsaydık!” dedi.
Bostancı’yı da yanına alan Sultan Ahmet, bu sırada laleleri ile uğraşmak üzere çoktan bahçesinin yolunu tutmuştu.

4. Bölüm
Cariyenin Kölesi
Patrona Halil’in başına gelenler herkesin dilindeydi. Pazarda ona “cariyenin kölesi” adını takmışlardı. Bu durum Halil’e zarar vermedi. Aksine şimdi her zamankinden daha fazla müşterisi vardı. İnsanlar, el süremeyeceği bir cariyeyi satın alan bu adamla tanışmak istiyorlardı. Üstelik bütün ev işlerini de kendisi yapmaya başlamıştı. Sanki Halil cariyeyi değil, cariye Halil’i satın almıştı.
Patrona’nın semtinde geçimini terlik dikerek karşılayan, Musli adında eski bir yeniçeri yaşıyordu. Kimi geceler Halil’in, çatıda uyuyan Gülbeyaz’ın başında beklediğini görürdü. Halil kızın birkaç adım uzağına oturur, saatlerce başucunda beklerdi. Genellikle gece yarısına kadar hiçbir şey yapmadan öylece dururdu. Bazı zamanlarda ise orada sabahlardı. Çenesini avcunun içine alıp Gülbeyaz’ın büyüleyici çehresini izlerdi, solgun ama güzel çehresini… Zaman zaman neredeyse dudaklarını yüzüne değdirecek kadar yaklaştığı olurdu Gülbeyaz’a. Sonra aniden geri çekilirdi. Kız uyanacak gibi olduğunda ise onu sakinleştirerek uyumaya devam etmesini sağlardı. Kimse ona zarar veremezdi, Halil yanında olduğu sürece güvendeydi.
Halil, hakkında dolaşan dedikoduları hiç umursamamıştı. Gerçi nedendir bilinmez yüzü eskiden olduğundan daha solgun gözüküyordu. Yine de gücü kuvveti yerindeydi. Hatta bu meseleyle ilgili Halil’le dalga geçme cüretini gösterenler onun hiçbir biçimde güçten düşmediğini bizzat kendi deneyimleri ile öğreniyorlardı.
Bir gün yine her zamanki gibi dükkânının kapısında oturmuş bekliyordu. Gelip geçenlere karşı ilgisizdi. Dalgın dalgın etrafına bakınıyordu. Bu sırada yavaşça birisi yaklaştı yanına. Gelişini fark ettirmemek istemişti. Şefkatli bir ses tonuyla selamladı Halil’i:
“Eee, benim sevgili aşçım. Nasılsın bakalım?”
Patrona sesin geldiği yöne baktı. Gizemli misafiri Yunanlı Janaki’ydi bu.
“Ooo, sen miydin misafir? Ayrıldıktan sonra iki koca gün boyunca seni aradım. Bana hediye ederek ne kadar aptal olduğunu gösterdiğin beş bin kuruşu sana geri verecektim. Seni bulamayınca aramaktan vazgeçtim. Sonunda da paranın hepsini harcadım.”
“Bunu duyduğuma çok sevindim Halil. İnşallah paranın sana bir hayrı dokunmuştur. Peki, söyle bakalım beni bir kez daha evine misafir olarak kabul eder misin?”
“Zevkle. Ama önce bana iki konuda söz vermelisin. Birincisi benim karşılık beklemeden yaptığım şeyler için bana ödeme yapmaya kalkmayacaksın. Bu amaçla türlü dolaplar çevirmeyeceksin. İkinci olarak gece benim evimde kalamazsın. Çadırını komşum Musli’nin evinin önüne kurarsın. O bekardır. Terlik tamiri yaparak geçinir. Son derece muhterem bir insandır.”
“Neden senin evinde uyuyamıyorum?”
“Çünkü artık evimde yalnız değilim. Bir cariyem var.”
“İyi de bu sorun değil ki Halil. Ben çatıda uyurum. Sen de cariyenle birlikte evde kalırsın.”
“Maalesef bu olmaz Janaki.”
“Neden olmaz?”
“Çünkü ben aslında bir kaplanın ininde uyuyorum. Benim uyuduğum yer aslında bir fil yuvasıdır. Ben timsahların bekçilik ettiği bir kanonun üzerinde yatıyorum her gece. Ben gecelerimi akrepler ve çıyanlarla dolu bir kilerde geçiriyorum. Ya da cinlerin zapt ettiği Surem Kulesi’nde. Bu yerde cariyemle birlikte uyuyacağım, hiç olur mu?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/maurus-j-kai/patrona-halil-69403465/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Patrona Halil Maurus Jókai

Maurus Jókai

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 18. yy. İstanbul′u iki ayrı dünyaya ev sahipliği yapıyordu. Bir yanda ışıl ışıl aydınlatılan bir şehir… Sokak merasimleri… Dünyanın dört bir yanından gelen çeşit çeşit laleler… Savaş meydanlarında çarpışmaktansa laleler ile ilgilenmeyi tercih eden ince ruhlu bir sultan… Ve sultanın etrafında toplanmış keyfine düşkün bürokratların saray ve köşklerde geçen hayatı… Kısacası, zevk-u sefa ve Lale Devri′nin dillere destan eğlenceleri…

  • Добавить отзыв