Mitler ve efsaneler
Anonim
Tüm dünyanın tanıdığı ve bildiği mitolojik kahramanları
ölümsüzleştiren ve efsaneleştiren hikâyeler
Herkül’ün Görevleri
Niobe
Gorgon Başı
Oedipus Ve Sfenks
Sadık Bir Evlat Ve Kız Kardeş Antigone
Truva’nın Yağmalanması
İyi Kral Arthur
Demirci Wayland
İnsanın Dostu Prometheus: Bundan çok uzun zaman önce, Prometheus ve Epimetheus adlarında iki kardeş yaşardı. Bu kardeşler, Jüpiter’e karşı savaşan ve aşağı dünyadaki büyük hapishaneye zincirlenen fakat bir şekilde kaçıp kurtulan Titanların oğullarıydılar…
Logan Marshall
Mitler ve Efsaneler. Mitolojik Hikâyeler
Giriş
Burada bir araya toplanan mitler ve efsaneler her çağda insanların ilgisini çekmiştir ve çekmeye de devam edecektir. Antik dünya, medeniyetimizin ayrılmaz bir parçasıdır ve nesilden nesle aktarılacak bir varlık mirasıdır. Bu dünyada yaşayan her bireyin kültürüne, geçmişine, inançlarına, günlük yaşamına ve insanlık tarihine kopmaz bir şekilde bağlı bu hikâyeler, yüzyıllar önce vücut bulmuştur. Kurgu dünyasının hiçbir yerinde bu hikâyelerle kıyaslanabilecek başka hikâyelere rastlayamayız.
Kim Yunanları, Truva hikâyesini anımsamadan ya da Roma’yı Virgilius’un dünya çapında bilinen Latin destanının kahramanı Aeneas’ı anmadan düşünebilir? Wagner’in müzikal piyesleriyle on dokuzuncu yüzyılda ölümsüzleştirilen Töton halkının en eski edebi kahramanı, efsane prens Siegfried’i tanımadan, Alman medeniyetine dair her türlü kavrayış yetersiz sayılır. Yine aynı şekilde, yarı tarihi bir figür olan, ortaçağdaki bir yığın efsane arasından yüceltilen ve Victoria dönemindeki saray şairlerinin pastoral melodilerinde hayat bulan Kral Arthur’u bilmeden İngiliz medeniyetine dair her türlü fikir, eksik kalacaktır. Bu böylece sürüp gider. Birçok açıdan bir ülkenin mitolojisi ve folkloru, o ülkenin insanları hakkında tarih kitaplarında bulabileceklerinizden çok daha fazla şey anlatır.
Eskilerin hayal gücü pek sınır tanımamıştır. O görkemli zekâsı düşünüldüğünde Athena’nın bile, tanrıların ve yarı tanrıların masalsı hikâyelerini normal karşılaması dikkate değerdir. Bugünse, daha çok okuyor ve merak ediyoruz, bilgiye daha kolay ulaşıyoruz. Yine de tarihimizi yeniden yaşamaktan, bizden yüzyıllar önce yaşayanların yarattığı efsanelerden ve mitlerden zevk almaya devam ediyoruz. Onları yaratan hayal gücüne hayran kalıyoruz. Okurlarına zengin ve görkemli bir harikalar diyarı sunan bu hikâyeler, bizleri büyülemeye devam ediyor.
Zaman sınavından geçerek gelen ve canlılığından yüzyıllardır hiçbir şey kaybetmeyen bu hikâyelerin her birini keyifle okuyacağınızdan eminiz.
İnsanın Dostu Prometheus
Bundan çok uzun zaman önce, Prometheus ve Epimetheus[1 - Prometheus, Yunanca pro (önce) ve mathio (öğrenmek) sözcüklerinden oluşur ve “önce öğrenen” anlamına gelir. Epimetheus, Yunanca epi (sonra) ve mathio (öğrenmek) sözcüklerinden oluşur ve “sonradan öğrenen” anlamına gelir. (ç.n.)] adlarında iki kardeş yaşardı. Bu kardeşler, Jüpiter’e karşı savaşan ve aşağı dünyadaki büyük hapishaneye zincirlenen, fakat bir şekilde kaçıp kurtulan titanların oğullarıydılar.
Ancak Prometheus, Olimpos Dağı’nda tanrılarla kalarak aylaklık etmek istemedi, bunun yerine vaktini yeryüzünde geçirerek yaşamlarını kolaylaştırmak ve iyileştirmek için insanlara yardım etmeyi tercih etti. Yeryüzünün çocukları, Satürn’ün yönettiği altın zamanlardaki kadar mutlu değillerdi. Aslına bakılırsa oldukça fakir, sefil ve üşümüş haldelerdi. Sığınak denemeyecek kadar sefalet kokan mağaralarda, aç ve üşüyerek yaşıyorlardı.
Prometheus, eğer ateş olursa en azından vücutlarını ısıtıp yiyeceklerini pişirebileceklerini, daha sonra aletler yapıp evler inşa edebileceklerini ve tanrıların sahip olduğu refahın keyfini sürebileceklerini düşündü.
Böylece Prometheus, Jüpiter’le konuşmaya giderek ondan ateşi dünyaya götürmesine izin vermesini istedi; ancak Jüpiter başını öfkeyle iki yana salladı ve “Ateş ha, öyle mi?” diye bağırdı. “Eğer insanlar ateşi elde ederlerse, çok geçmeden Olimpos’ta yaşayanlar kadar güçlü ve bilge olurlar. Buna asla rıza göstermeyeceğim.”
Prometheus cevap vermedi ama insanlara yardım etme fikrinden de vazgeçmiş değildi. “Muhakkak başka bir yol bulunur,” diye düşündü.
Bir gün sazlıklar arasında yürürken, bir tane kamış kopardı ve içi boş sapının kuru, yumuşak bir özle dolu olduğunu gördü ve bağırdı:
“Nihayet! Ateşi bunun içinde taşıyabilirim ve Jüpiter’e rağmen insanlar bu büyük armağana sahip olabilirler.”
Derhal eline uzun bir sap alarak güneşin uzak doğudaki hanesine doğru yola koyuldu. Sabahın erken saatlerinde, tam da Apollo’nun savaş arabası göklerdeki yolculuğuna başladığı sırada oraya vardı. Kamışı tutuşturduktan sonra, değerli kıvılcımı içi boş sapın içine gizleyerek hemen geri döndü.
Sonrasında insanlara kendileri için nasıl ateş yakacaklarını öğretti ve bu, Prometheus’un hayal ettiği gibi insanların kendileri için mükemmel şeyler yapmalarına neden oldu. Yemek pişirmeyi, hayvanları evcilleştirmeyi, tarlaları sürmeyi, değerli madenleri çıkarmayı ve onları eriterek alet ve silah yapmayı öğrendiler. Karanlık ve kasvetli mağaralarından çıkıp kendilerine ağaçtan ve taştan çok güzel evler inşa ettiler. Üzgün ve mutsuz olmayı bırakıp gülerek şarkılar söylemeye başladılar. “Şuraya bakın, Altın Çağ yeniden geldi,” dediler.
Fakat Jüpiter o kadar mutlu değildi, insanların her geçen gün daha fazla güç kazandığını görüyordu. Onların refahı Jüpiter’i çok öfkelendirmişti.
Prometheus’un yaptıklarını öğrenince, “Demek şu genç titan! Bu yaptıkları için onu cezalandıracağım!” dedi.
Fakat Prometheus’u cezalandırmadan önce, insanoğlunun canını sıkmaya karar verdi. Demircisi Vulcan’a bir topak çamur göndererek ona bir kadın şekli vermesini söyledi. İşi bittiği zaman, yapıtını Olimpos’a götürdü.
Jüpiter diğer tanrıları bir araya topladı ve her birinin bu kadına bir yetenek bağışlamasını buyurdu. Biri ona güzellik, bir diğeri nezaket, bir başkası yetenek, diğeri merak bahşetti ve bu böylece devam etti. Jüpiter’in kendisi de yaşamı sundu ona ve kadına “tüm tanrıların armağanı” anlamına gelen “Pandora” adını verdiler.
Daha sonra tanrıların ulağı Merkür, Pandora’yı alarak onu dağın yanından aşağı, Prometheus ve kardeşinin yaşadığı yere bıraktı.
“Epimetheus, bak burada Jüpiter’in eşin olması için sana yolladığı güzel bir kadın var,” dedi Prometheus.
Buna çok memnun olan Epimetheus, çok geçmeden iyiliği ve güzelliğine hayran olduğu Pandora’yı büyük bir aşkla sevdi.
Pandora yanında Jüpiter’den bir hediye getirmişti: altın bir kutu. Athena, ne olursa olsun açmaması için onu uyarmıştı ancak Pandora, kutunun içinde ne olduğunu merak etmekten kendini alamıyordu. Belki de içinde harika mücevherler vardı, neden boşa gitsindi?
Sonunda, merakını daha fazla bastıramadı. İçine kaçamak bir bakış atmak için kutuyu hafifçe araladı. Birden bir uğultu, bir vızıltı sardı etrafı; kutunun kapağını kapatmasına fırsat kalmadan binlerce küçük, çirkin yaratık dışarı fırladı. Bunlar, azat edildikleri için çok mutlu olan hastalıklar ve dertlerdi.
Dünyanın dört bir yanına uçtular, her eve girdiler ve gittikleri her yere üzüntü ve sıkıntıyı götürdüler.
Pandora’nın merakının sonuçlarını gören Jüpiter nasıl da kahkahalar atıyor olmalıydı!
Bu olaydan kısa bir süre sonra Jüpiter, artık Prometheus’u cezalandırma zamanının geldiğine karar verdi. Güç ve Kuvvet’i çağırarak titanı yakalamalarını ve onu Kafkas Dağları’nın en yüksek tepesine götürmelerini emretti. Daha sonra demir zincirlerle ayaklarını ve ellerini kayalara sıkıca bağlaması için Vulcan’ı gönderdi. Vulcan, Prometheus’a üzülmüştü ancak itaatsizlik etmeye cesaret edemedi.
Böylece insanın dostu düştü; sefil bir halde mahkûm edilmiş ve rüzgârlara karşı çırılçıplak kalmıştı. Bir kartal zalim pençeleriyle gelip ciğerini deşerken fırtınalar onu rahat bırakmıyordu. Fakat tüm bu çektiklerine rağmen Prometheus asla sızlanmıyordu. Yıllar sonra bile acı içinde kıvranıyordu; yine de ne şikâyet etti, ne merhamet dilendi ne de yaptıklarından pişmanlık duydu. İnsanlar onun için üzülüyorlardı ancak ellerinden bir şey gelmiyordu.
Derken bir gün, çok güzel beyaz bir inek dağın etrafından geçerken üzgün gözleriyle Prometheus’a bakmak için durdu.
Prometheus “Seni tanıyorum,” dedi. “Sen İo’sun, bir zamanlar Argos’ta yaşayan saf ve mutlu bir genç kızdın. Jüpiter ve onun kıskanç kraliçesi tarafından bu kılıkta dünyayı dolaşmaya mahkûm edildin. Güneye doğru git, sonra da Nil Nehri’ne varıncaya dek batıya doğru yol al. Orada, hiç olmadığın kadar saf bir genç kız olacaksın yeniden ve oradaki ülkenin kralıyla evleneceksin. Senin dölünden benim zincirlerimi kıracak ve esaretimi sonlandıracak bir kahraman yeşerecek.”
Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra, görkemli kahraman Herkül Kafkas Dağları’na geldi. Sarp kayalıklara tırmanarak en tepeye çıktı, acımasız kartalı öldürdü ve kuvvetli darbeleriyle insanın dostunu bağlayan zincirleri kırdı.
Herkül’ün Görevleri
Herkül dünyaya gelmeden önce, Jüpiter tanrılar konseyini toplayarak Perseus’un soyundan gelecek ilk kişinin, kendi neslinin hükümdarı olacağını ilan etmişti. Bu onur Perseus’un oğlu ve Alkmene için öngörülmüş olsa da; bu durumu kıskanan Juno, Perseus’un soyundan gelen Eurystheus’un Theseus’tan önce dünyaya gelmesine neden oldu. Böylece Eurystheus Miken kralı olurken, sonradan doğan Herkül ise ona tabi olarak hayatını sürdürüyordu.
Genç rakibinin yükselen şanını endişeyle seyreden Eurystheus onu ayağına çağırarak bazı büyük görevleri yerine getirmesini emretti. Herkül buna itaat etmedi, bunun üzerine Jüpiter, Yunan kralına karşı hizmetlerini yerine getirmesi için ona haber yolladı.
Yine de Herkül, tanrının kahraman oğlu olarak basit bir ölümlüye hizmet edip etmeme konusunda kararsız bir halde Delfi’ye doğru yola koyuldu. Delfi kâhininin yanına vardığında ona ne yapması gerektiğini sordu ve aldığı yanıt şuydu:
“Eğer ki Herkül, Eurystheus’un ona vereceği on görevi tamamlarsa, Eurysthues’un egemenliği buna göre değerlendirilecektir. Ve tüm bunlar sona erdiğinde, Herkül’ün adı ölümsüz tanrılar arasına yazılacaktır.”
İşte o an Herkül’ün içini büyük bir keder kapladı; kendisinden çok daha önemsiz bir adama hizmet etmek, onurunu ve kendine olan saygısını zedelese de, Jüpiter onun sitemlerini duymayacaktı.
Birinci Görev
Eurystheus’un Herkül’e verdiği ilk görev, Nemean aslanının derisini getirmekti. Bu canavar, Peloponnesus[2 - Mora Yarımadası (ç.n.)] Dağı’nda, Kleona ve Nemea arasında kalan ormanda yaşıyordu. İnsan eliyle yapılmış hiçbir silah bu canavara zarar veremiyordu. Bazıları onun dev Typhon’la yılan Ehidna’nın oğlu olduğunu söylüyor, bazıları da aydan yeryüzüne düştüğünü iddia ediyordu.
Böylece Herkül yola koyuldu ve Kleona’ya vardı. Molorchus adında zavallı bir işçi Herkul’ü misafirperverlikle karşıladı. Adam o esnada Jüpiter’e bir kurban sunmak üzereydi.
Herkül, “Ey, iyi adam,” dedi. “Bırak bu hayvan otuz gün daha yaşasın, eğer dönersem benim kurtarıcım Jüpiter’e adarsın onu; eğer dönemezsem, ölümsüzlük şerefine erişen kahraman olan benim namıma kurban edersin.”
Bunun üzerine Herkül oklarını koyduğu kılıf omzunda yoluna devam etti. Bir elinde yayı, diğer elindeyse, Helicon Dağı’ndan geçerken köklerinden söktüğü yabani zeytin ağaçlarının gövdesinden yaptığı bir sopayı tutuyordu. Nihayet ormanın içlerine girdiğinde, canavar onu görmeden önce ona dair bir ipucu bulmak amacıyla her yere dikkatlice baktı. Gün ortasıydı ve Herkül’ü, aslanın inine götürecek ne bir yol ne de bir iz vardı. Kimseler yoktu meydanda; korku, hepsini uzaktaki barınaklarına hapsetmişti. Tüm öğleden sonrasını, aslanla karşılaşır karşılaşmaz gücünü sınamaya kararlı bir halde sert çalılıkların arasında dolanarak geçirdi.
Nihayet akşama doğru canavar parçalara ayırdığı avıyla ininden çıkarak ormana doğru geldi.
Her yeri kana bulanmıştı; başından, yelesinden ve göğsünden pis kokular yayılıyordu. Büyük diliyle pençelerini yalıyordu. Henüz yakınlaşmadan onun geldiğini gören Herkül, bir çalılığın arkasına gizlenerek canavarın yaklaşmasını bekledi. Sonrasında okunu aslana fırlattı ancak ok, hayvanın etini delip geçmek yerine taşa çarpıp geri dönercesine sekti ve yosun tutmuş yere düştü.
Hayvan kanlar içindeki başını yukarı kaldırarak etrafına dikkatlice göz gezdirdi. Acımasız bir öfkeyle çirkin dişlerini gösterdi. Başını kaldırmasıyla göğsü ortaya çıkan canavara Herkül, ciğerini deşip geçmesini umut ederek hemen bir ok daha fırlattı. Yine derisine saplanmayan ok aslanın ayaklarının dibine düştü.
Canavar bakışlarını Herkül’den yana çevirdiği esnada Her-kül üçüncü oku eline aldı. Hayvanın boynu öfkeden kabarmıştı, kükrüyordu ve sırtını bir yay gibi bükmüştü. Düşmanına doğru fırladı, fakat Herkül okunu fırlattı ve bir yandan sağ eliyle sopasını canavarın kafasına indirmeye, diğer yandan da sol eliyle aslanın derisini soyup atmaya başladı. Boynuna büyük bir darbe indirdikten sonra hayvan yere düştü, başını sallayarak titreyen ayakları üzerinde doğruldu. Fakat hayvan bir nefes dahi alamadan Herkül tepesine bindi.
Yüklerinden kurtulmak istercesine sadağını ve yaylarını bir kenara bıraktı. Hayvana arkadan yaklaştı, kolunu boynuna dolayarak onu boğdu. Uzun bir süre, hayvanın derisini yüzmek için bir şey aradı. Ne silah ne de taş bu işini görmeye yarıyordu. Sonunda aklına, hayvanın derisini kendi pençeleriyle yüzme fikri geldi ve bu yöntem hemen sonuç verdi.
Kendine hayvanın derisinden bir zırh, boyundan yeni bir miğfer yaptı. Fakat şimdilik kendi kıyafetlerini giyip, silahlarını kuşanmaktan memnundu. Ve böylece aslanın derisini kolunun altına alarak, Tiryns’e doğru geri yola koyuldu.
İkinci Görev
İkinci görev bir hidrayı[3 - Hidra (Hydra): Yunan mitolojisinde adı geçen çok başlı yaratık. (ç.n.)] ortadan kaldırmasını gerektiriyordu. Bu canavar, Lerna bataklığında yaşıyordu. Fakat sıklıkla şehre gelip sürüleri telef ediyor, tarlaları tahrip ediyordu. Hidra devasa bir yaratıktı: Dokuz başından yalnızca bir tanesi ölümsüz olan dev bir yılandı.
Herkül büyük bir cesaretle yola koyuldu. Savaş arabasına bindi, yanında çok sevdiği yeğeni, üvey ağabeyi İfikles’in oğlu İolaus vardı. Uzun zamandır onun ayrılmaz yoldaşı olmuştu, şimdi de yanında gelerek atlara göz kulak oluyordu. Böylece Lerna’ya doğru yola çıktılar.
Nihayet canavar, yuvasının bulunduğu Amymone kaynağının olduğu tepede ortaya çıktı. İolaus hayvanların başında beklerken, Herkül at arabasından atlayarak, çok başlı canavarı kovuğundan çıkarmak için yakıcı oklar aramaya koyuldu. Sonrasında tıslamalar duyuldu; canavarın birden havaya kaldırdığı dokuz kafası, tıpkı fırtınaya yakalanan bir ağacın dalları gibi sallanıyordu.
Herkül, dehşete kapılmadan ona doğru yaklaştı, yakaladı ve hızlıca kavradı. Fakat yılan kendisini Herkül’ün bacağına sarmaladı. Bunun üzerine Herkül kılıcıyla hayvanın kafalarını kesip koparmaya başladı ancak bu beyhude bir çabaydı. Kafalardan birini keser kesmez onun yerine iki tane yeni kafa çıkıyordu. Tam bu esnada koskoca bir yengeç hidraya yardıma geldi ve Herkül’ün ayağını ısırmaya başladı. Sopasıyla bu yaratığı öldürürken İolaus’u yardıma çağırdı.
İolaus bir meşale yakarak, ormanın yakınlarında bir alanı ateşe vermişti. Ateş sayesinde, canavarın büyüyen kafalarını dağlayarak yeniden çıkmasını engelliyordu. Böylece durumu tekrar kontrol altına alan Herkül, canavarın ölümsüz başını bile kesmeyi becerdi. Ölümsüz olan başı toprağa gömdü ve üzerine sert bir kaya yerleştirdi. Hidranın ikiye yarılmış vücudundan akan zehirli kana oklarını batırdı.
Bu andan itibaren Herkül’ün oklarının sebep olduğu yaralar ölümcül hale geldi.
Üçüncü Görev
Eurystheus’un Herkül’e verdiği üçüncü görev, Kyreneia geyiğini canlı olarak getirmesiydi. Bu, altın boynuzları ve demir ayakları olan son derece soylu bir hayvandı. Arkadya’nın tepelerinde yaşıyordu. Tanrıça Diana’nın ilk avında yakaladığı beş geyikten biriydi. Beşi içerisinden sadece bu geyik ormanda kendi halinde dolanabiliyordu. Kaderi baştan, bir gün Herkül’ün onu avlayacağı gerçeğiyle yazılmıştı.
Koca bir yıl boyunca Herkül peşinden koştu, geyik nihayet Ladon Irmağı’na geldiğinde Herkül onu yakaladı. Burası, Tanrıça Diana’nın dağlarına kurulu Oenon şehrine çok yakın bir yerdi. Hayvanı yaralamadan onu zapt edemeyeceğini anlayan Herkül, attığı okla hayvanı sakatladı ve omzuna yükleyerek Arkadya’ya doğru yol almaya başladı.
Arkadya’ya geldiğinde, Apollo’yla beraber olan Diana’yla karşılaştı. Diana onu, kendisine ait kutsal bir hayvanı öldürmek istediği için azarladı ve hayvanı tam Herkül’ün elinden alacakken Herkül kendini savunmak için şöyle söyledi:
“Yüce Tanrıçam, asla size saygısızlık etme niyetinde değilim; ancak korkunç bir gereklilik yüzünden buna mecburdum. Başka türlü kendimi nasıl Eurystheus’a karşı savunabilirim?”
Böylece, tanrıçanın öfkesi yatıştı ve hayvanla beraber Mi-ken’e döndü.
Dördüncü Görev
Daha sonra Herkül dördüncü görevini üstelenerek yollara düştü. Görevi, aynı biçimde Diana için kutsal olan, ülkenin her yerini harap eden Erymanthian yaban domuzunu canlı olarak Miken’e getirmekten ibaretti.
Bu macerasının peşinde dolanıp dururken yolu Silenus’un oğlu Pholus’un yaşadığı yere düştü. Bütün Centeurlar gibi Pholus da yarı insan yarı attı. Misafirini konuksever bir şekilde karşıladı, kendi yediği çiğ etten pişirterek misafirine ikram etti. Fakat Herkül bunun yanına içecek bir şeyler istedi.
“Değerli misafirim,” dedi Pholus, “kilerimde bir fıçı var fakat bu tüm Centaurlara aittir. Misafirleri pek de sevmediklerini göz önüne alınca, açıp açmamak konusunda tereddütlerim var.”
“Hiç düşünmeden aç,” dedi Herkül, “herhangi bir sıkıntıya karşı ben senin yanındayım.”
Bu fıçı Centaurlara şarap tanrısı Bacchus (Dionysus) tarafından, Herkül yanlarına geldikten dört yüz yıl sonra açmaları şartıyla verilmişti.
Pholus kilere giderek harikulade gözüken fıçıyı açtı. Derken eski şarabın ender rastlanan kokusunu alan Centaurlar, Pholus’un mağarasının etrafını taşlarla ve çamdan yapılmış sopalarla sardılar. Herkül, içeri girmeye çalışan ilk Centauru ateşle dağlayarak geri püskürttü. Geri kalanınaysa yayı ve oklarıyla karşılık veren Herkül, onları eski dostu iki kalpli Centaur olan Chrion’un yaşadığı Ma-lea’ya kadar kovaladı. Centaurlar korunmak için Chrion’a sığınmışlardı.
Fakat Herkül oklarını fırlatmaya devam etti, yaşlı Centaurun koluna doğru fırlattığı oklardan biri maalesef doğruca Chrion’un dizine saplandı, etini delip geçti. Eski arkadaşını o anda tanıyan Herkül büyük bir endişeyle ona doğru koştu, oku çekip çıkardı ve tıpkı bilge Chrion’un ona öğrettiği gibi yaralı yere merhem sürdü. Fakat hidranın zehriyle dolan yara hiçbir şekilde ihya olmazdı. Centauru mağarasına taşıdılar, burada eski dostunun kolları arasında can vermeyi temenni ediyordu, ancak bu beyhude bir istekti. Yaralı Centaur ölümsüz olduğunu bir an için unutuvermişti.
Herkül gözyaşları içinde eski hocasına veda ederken, ona her ne olursa olsun büyük kurtarıcı Ölüm’ü göndereceğine söz verdi. Hepimizin bildiği gibi, sözünü tuttu.
Diğer Centaurların peşinden giden Herkül, Pholus’un yaşadığı yere geri döndüğünde onun da öldüğünü gördü. Pholus, Centaurlardan birinin cansız bedeninden çekip çıkardığı oka bakarken bu kadar küçük bir şeyin nasıl olup da böyle büyük bir hasar verdiğini merak etmişti. Zehirli ok parmaklarının arasından kayıp gitmiş ve ayağına saplanarak onu anında öldürmüştü. Herkül yıkılmıştı, büyük bir saygı göstererek ölü bedenini dağın altına gömdü ve o günden sonra burası Foloi olarak anılmaya başlandı.
Herkül, yaban domuzunu avlama işine devam etti. Feryat figan hayvanı ormanın derinliklerine kadar kovaladı, kalın kar tabakası içine sürüklediği dermansız kalan hayvanı kıstırdı ve ondan istendiği üzere, canlı bir şekilde Miken’e götürdü.
Beşinci Görev
Bunun üstüne Kral Eurystheus’un Herkül’e verdiği beşinci görev, pek de kahramanlara yaraşır cinsten değildi. Bu göreve göre, Herkül’ün Augeas’ın ahırlarını bir gün içerisinde temizlemesi gerekiyordu.
Augeas, Elis kralıydı ve çok fazla sığırın olduğu bir sürüye sahipti. Geleneklere göre, bu sürü sarayın önündeki büyük alanda tutuluyordu. Üç bin sığır buraya yerleştirilmişti ve bu ahırlar yıllardan beri temizlenmiyordu. O kadar fazla dışkı birikmişti ki, bunları bir günde temizlemesini istemek Herkül’e hakaret etmek demekti.
Herkül, Eurystheus’un ona verdiği görevden bahsetmeksizin Kral Augeas’ın karşısına çıkıp, bu hizmeti yerine getirmek istediğini söyledi. Kral, aslan derisi içindeki bu soylu adamı ölçüp tarttı, böyle iyi bir savaşçının bu kadar bayağı bir görevi üstlenmek istemesine gülmemek için kendini zor tutuyordu. Kendi kendine dedi ki:
“Mecburiyet, birçoklarını cesur bir adama çevirir, belki bu adam da benim sayemde kendi değerini artırmak istiyordur. Ahırlarımı temizleme karşılığında ona büyük bir ödül teklif edersem, bir günde yapabileceğinden daha iyisini yapabilir.” Kendisinden emin bir şekilde şöyle devam etti:
“Dinle, ey yabancı! Eğer bütün ahırlarımı bir gün içerisinde temizlersen, sahip olduğum sığırların onda biri senindir!”
Herkül, Augeas’ın oğlunu anlaşmaya tanıklık etsin diye çağırdıktan sonra teklifi kabul etti. Bunun üzerine Kral, Her-kül’ün eline kürek alıp temizlemeye başlamasını bekledi ancak Herkül, ahırları ikiye ayırıp, yakınlardan geçen Alpheus ve Peneus akıntılarını bu ahırlara yönlendirdi. Bu sayede, su bütün pisliği temizleyip ahırların diğer ucundan alıp götürdü. Herkül de böylece, bu bayağı işi bir ölümsüze yaraşmayacak bir şekilde alçalmadan tamamladı.
Fakat Augeas, bu görevin Eurystheus tarafından verildiğini öğrenince Herkül’e ödülünü vermeyi reddedip böyle bir vaatte bulunmadığını söyledi, hatta gerekirse mahkeme önünde sorgulanmaya hazır olduğunu da ekledi. Yargıçlar bir araya geldiler. Herkül’ün tanık olarak çağırmak istediği Phyleus babası aleyhinde ifade vererek, Herkül’e ödül vermeyi teklif ettiğini anlattı. Fakat çok sinirlenen Augeus, kararın açıklanmasını beklemeden, bir yabancı gibi oğluna derhal krallığını terk etmesini emretti.
Altıncı Görev
Yeni maceralara atılmaya hazır Herkül, Eurystheus’un yanına vardığında Kral ona, karşılığında bir ödül talep ettiği için, beşinci görevinin hakkını teslim edemeyeceğini söyledi. Altıncı görev için hazır olan Herkül’e Stymphalidesleri defetmesini emretti. Turnalar kadar büyük olan bu avcı kuşlar; demirden tüyleri, gagaları ve pençeleri olan canavarlardı. Arkadya’daki Styhmphalus Gölü’nün kıyılarında yaşayan bu kuşlar tüylerini ok gibi kullanma kabiliyetine sahiptiler. Gagalarıyla, bronz zırhları bile delik deşik ediyorlardı. Bütün ülkede, hem hayvanlara hem de insanoğluna yıkımdan başka bir şey getirmiyorlardı.
Gezinip durmaya alışmış Herkül, kısa bir gezintiden sonra bir ormanın gölgelediği göle vardı. Ormanda büyük bir kuş sürüsü, kurtlar tarafından soyulma korkusu içinde uçuşmaktaydı. Bir süre kararsız bir şekilde ayakta dikildikten sonra, korku dolu kalabalığı gördü ve bu kadar fazla düşmanın üstesinden nasıl geleceğini bilemedi. Omzunda hafif bir dokunuş hisseden Herkül arkasına dönüp baktığında upuzun Tanrıça Minerva’nın onu süzen bakışlarını gördü. Herkül’e, Vulcan tarafından yapılmış iki adet sağlam pirinç çıngırak veren Tanrıça, bunları Styhphalidesleri uzaklaştırmak için kullanmasını söyleyerek ortadan kayboldu.
Herkül, gölün yakınlarında bir tepeye çıkarak, çıngırakların sesiyle Stytmphalidesleri korkutmaya başladı. Bu korkunç gürültüye daha fazla dayanamayan Stymphalidesler dehşetle uçuşarak ormandan uzaklaştılar. Herkül, yayını kaptığı gibi peşlerinden okları fırlatmaya başladı, birçoğunu havada yakaladı. Ölmeyenlerse gölü terk ettiler ve bir daha asla geri dönmediler.
Yedinci Görev
Girit Kralı Minos, Denizler Tanrısı Neptün’e (Poseidon), kurban etmek için o kadar kıymetli bir hayvanı olmadığından dolayı sudan çıkıp gelen ilk hayvanı ona adayacağına söz vermişti. Bunun üzerine Neptün çok güzel bir boğanın denizden çıkıp gelmesini sağladı. Fakat hayvanı gören Kral, onun asaletinden o kadar etkilenmişti ki hayvanı gizlice kendi sığırlarından biriyle değiştirdi ve onu kurban etti. Bunu anlayan ve çok sinirlenen Neptün, hayvanın delirmesine sebep oldu, bu da Girit Adası’na çok büyük bir felaket getirdi. Hayvanı yakalamak, ona hükmetmek ve Eurystheus’a teslim etmek Herkül’ün yedinci göreviydi.
Herkül şehre gelip niyetini krala açıkladığında, adayı boğanın dehşetinden temizleme beklentisi içinde olan kral bu habere bir hayli sevindi ve kendisi de delirmiş hayvanı yakalaması için Herkül’e yardım etti. Ürkütücü hayvana korkusuzca yaklaşan Herkül, hakkını vererek hayvana hükmetti. Denizleri aşarak boğanın üstünde yurduna vardı.
Bu durumdan oldukça hoşnut kalan Eurystheus, hayvana uzun zaman boyunca keyifle baktıktan sonra onu azat etti. Herkül’ün denetiminden çıkan hayvan yeniden vahşileşti. Bütün Arkadya ve Lakonia’yı dolanarak, Attica’dan Marathon’a[4 - Marathos, antik Yunanca rezene anlamında gelir; Marathon da rezenelerle kaplı yer anlamındadır. (ç.n.)] varan kıstağı aşarak, tıpkı Girit Adası’na yaptığı gibi tüm ülkeyi yıkıp geçti. Sonrasında hayvana hükmetmesi için kahraman Theseus’a verildi.
Sekizinci Görev
Herkül’ün bu görevi, Trakyalı Diomedes’in kısraklarını Miken’e getirmekti. Diomedes, Mars’ın oğluydu ve savaşçı bir halk olan Bistonların hükümdarıydı. Sadece demir zincirlerle zapt edebildikleri çok vahşi ve güçlü kısrakları vardı. Yemleri özenle seçiliyordu fakat şehre gelme talihsizliğine sahip olanlar, hayvanların önlerine taze et niyetine atılıyordu.
Herkül şehre gelir gelmez öncelikli olarak merhametsiz kralı yakaladı ve muhafızları etkisiz hale getirdi. Kralı kendi kısraklarının önüne fırlattı. Yedikleri bu yemekten tatmin olan hayvanları Herkül kolaylıkla denize doğru önüne kattı.
Fakat Bistonlar silahlarını kaptıkları gibi Herkül’ün peşine düştüler, Herkül de geri dönüp onlarla savaşmak zorunda kaldı. Kısrakları, Merkür’ün oğlu çok sevdiği arkadaşı Abderus’a emanet ettikten sonra Herkül savaşmaya gitti. Sonrasında çok acıkan hayvanlar bakıcılarını mideye indirdi.
Geri dönen Herkül bu kaybı yüzünden büyük bir yasa boğuldu, daha sonra Abderus anısına kaybettiği arkadaşının adını verdiği bir şehir kurdu. Bu süre zarfında, kısraklara hükmettiği ve daha fazla aksilik yaşamadan onları Eurystheus’a getirdiği için mutluydu.
Eurystheues’un Juno’ya adadığı kısrakların soyundan gelenler de çok kuvvetli hayvanlardı ve Makedonyalı Büyük İskender onlardan birine bindi.
Dokuzuncu Görev
Uzun yolculuğundan dönen kahramanımız, dokuzuncu görevini tamamlamak için Amazonlara doğru uzun bir sefere hazırlanıyordu. Amacı, Amazon Hippolyta’nın kılıç kayışını Eurystheus’a getirmekti.
Erkeklerin vazifelerini üstlenen güçlü kadınlardan oluşan Amazonlar, Thermedon Nehri’nin aktığı bölgede yaşıyorlardı. Çocukları arasından sadece kızları seçerek büyük bir ordu kurmuşlar ve büyük savaşlar yapmışlardı. Kraliçeleri Hippolyta, önderliğin bir işareti olarak savaş tanrıçasının ona hediye ettiği kuşağı takıyordu.
Yaşadığı bir sürü maceranın ardından Herkül, savaşçı arkadaşlarını bir gemide toplayarak, Karadeniz’e doğru yelken açtı. Nihayetinde Thermedon Nehri’nin[5 - Samsun yöresinde bulunan Terme Çayı, Karadeniz’e dökülür. (ç.n.)] ağzına varıp Amazonların liman şehri Themiscira’ya[6 - Themiscira: Terme Ovası. (ç.n.)] geldiler. Kraliçe, onları limanda karşıladı.
Herkül’ün asil duruşu kraliçenin gururunu okşadı. Gelme sebebini öğrendiğindeyse, kemeri ona vereceğine söz verdi. Fakat Herkül’ün aman vermeyen düşmanı Juno, bir Amazon kılığına girerek diğerlerinin arasına karıştı ve yeni gelen yabancının kraliçelerini alıp götüreceği haberini yaydı. Bunu duyan Amazonlar Herkül’ün savaşçılarıyla çarpıştı. En iyi savaşçılar Herkül’e saldırdı ve ona zor bir mücadele yaşattılar.
Herkül’le çarpışmaya başlayan ilk savaşçı, çok hızlı oluşundan dolayı Rüzgârın Gelini adı verilen Aella, Herkül’le çarpışırken rakibinin kendisinden de hızlı olduğunu gördü. Hızlı hareketleri Herkül tarafından alt edilen Aella mağlup oldu. İkinci savaşçı da daha saldırır saldırmaz yenildi. Herkül, yedi düellodan zaferle ayrılmış üçüncü savaşçı Prothoe’nin de hakkından geldi. Diğer sekizini de yere serdi. Bunlardan üçü Diana’nın avcı dostlarıydı. Vaktiyle silahlarına çok güvenseler de bugün, Herkül’ün okları karşısında boşu boşuna kalkanlarını havaya kaldırdılar; hiçbiri amaçlarına ulaşamadı. Hayatı boyunca bekâr yaşayacağına yemin eden Akippe bile yenildi; evlilik üzerine verdiği yemini tuttu ama yaşamı pek de uzun sürmedi.
Amazonların cesur lideri Melanippe de esir düştü, geri kalanların tümü firar etti. Kraliçe Hippolyta, çarpışmadan önce söz verdiği gibi kılış kayışını Herkül’e teslim etti, kefareti ödenen Melanippe de serbest kaldı.
Onuncu Görev
Kraliçe Hippolyta’nın kemerini Eurystheus’a getirdikten sonra, Kral hiç ara vermeden Herkül’ü dev Geryoneus’ın sığırlarını derhal ele geçirmesi için yolladı. Dev, denizin ortasında bir adada yaşıyordu. Bir başka dev ve iki başlı köpek tarafından korunan ahırında çok güzel kırmızı sığırları vardı.
Geryoneus, üç vücudu, üç kafası, altı kolu ve altı ayağı olan devasa bir yaratıktı. Yeryüzündeki hiçbir insanoğlu ona karşı çıkacak güce sahip değildi. Herkül, bu canavarı alt etmek için çok fazla hazırlık yapması gerektiğini biliyordu. Herkesin bildiği gibi, zenginliğinin bir göstergesi olarak Altın Kılıç adını taşıyan Geryoneus’un babası bütün İberya’nın[7 - Bugün, İspanya ve Portekiz devletlerini içine alan bölge. (ç.n.)] kralıydı. Kralın, kendisi için çarpışan üç tane cesur oğlu olmasının yanı sıra, her birinin emri altında savaşan muazzam orduları da vardı. İşte tüm bu sebeplerden dolayı, can düşmanı Herkül’ün böyle bir ülkede ölüp gitmesi umuduyla Eurystheus bu görevi ona vermişti. Ancak Herkül bu görevi de tıpkı diğer maceraları gibi korkusuzca kabul etti.
Vahşi hayvanlardan temizlenen Girit Adası’nda ordusunu toplayan Herkül, önce Libya’ya yanaştı. Burada, toprağa değdikçe güçlenen dev Antaeus’la karşılaştı. O da, vahşi hayvanlar ve zalim insanoğlundan nefret ettiği için avcı kuşlardan temizlemişti Libya’yı. Çünkü onlarda, uzun yıllar boyu hizmet ettiği zorba ve adaletsiz lordun yansımasını görüyordu.
Dört bir yanı çöl olan bu ülkeyi uzun uzun gezip dolandıktan sonra, içinden büyük nehirler geçen verimli topraklara vardı. Burada büyük bir şehir kurdu ve şehre, Yüz Kapılı Şehir anlamına gelen Hecatompylos adını verdi. Nihayet Atlas Okyanusu’na ulaştı ve buraya, kendi adıyla anılan iki muazzam sütun[8 - Herkül’ün Sütunları: Birçok farklı anlatımı mevcut olmakla birlikte, Roma kaynaklarına göre, Erytheia’ya varmak için dağı aşmak zorunda olan Herkül, dağı aşmak yerine güçlerini kullanarak Atlas Okyanusu’nu ve Akdeniz’i bağlayan Cebelitarık Boğazı’nı yarattı. Bu ayrılan dağlardan kuzeyde olanı Cebelitarık Kayası, güneyde olanı da Jebel Musa Dağı olarak bilinir. (ç.n.)] dikti.
Kavurucu güneş cayır cayır yakıyordu, daha fazla takati kalmayan Herkül havaya kaldırdığı okuyla güneş tanrısını tehdit etti. Onun bu cesareti karşısında şaşıran Apollo, yolculuğu için kendisinin de sabahtan akşama kadar içinde uzandığı yelkenlisini ödünç verdi. Herkül bu tekneyle İberya’ya yelken açtı.
Burada Altın Kılıç’ın üç oğluyla karşılaştı. Üçünün de ordusu yan yana karargâh kurmuştu ancak Herkül üçünün de liderlerini öldürdükten sonra bu diyarı yağmaladı. Daha sonra Geryoneus’un sığırlarıyla yaşadığı Erytheia Adası’na doğru yola çıktı.
İki başlı köpek, Herkül’ün geldiğini anlar anlamaz ona doğru atıldı. Azılı köpeği sopasıyla vurarak öldürdü. O esnada köpeğin yardımına gelen ahır bekçisi devi de öldüren Herkül, sığırları alarak hızlıca oradan uzaklaştı.
Fakat Geryoneus ona yetişti ve aralarında sert mücadele yaşandı. Juno, deve yardım etmeyi teklif etti ancak Herkül, fırlattığı okla tanrıçayı kalbinden vurdu ve yaralanan tanrıça kaçarak oradan uzaklaştı. Devin üç parçadan oluşan vücudu, ölümcül okların kudreti karşısında pes etmek zorunda kaldı.
Herkül’ün şanlı maceraları, sürüyü İberya ve İtalya’dan geçerek eve götürmeye çalışırken de devam etti. Güney İtalya’daki Rhegium’dayken[9 - Bugünkü İtalya’da Reggio olarak bilinen yer. (ç.n.)], sığırlardan biri kaçtı ve Sicilya Boğazı’nı boydan boya geçti. Derhal diğer sığırları da suya yönlendiren Herkül, hayvanın boynuzuna tutunarak Sicilya’ya kadar yüzdü. Sonrasında daha fazla aksilik yaşamadan İtalya, İlirya[10 - Balkan Yarımadası’nın kuzeybatısındaki bu bölgede, İlirler olarak bilinen Hint-Avrupa kökenli bir halk yaşamıştır. (ç.n.)] ve Trakya’dan geçerek Yunanistan’a vardı.
Herkül, kendisine verilen on görevi de tamamlamasına rağmen, bu durumdan hoşnut olmayan Eurystheus üstlenmesi için iki görev daha verdi.
On Birinci Görev
Jüpiter ve Juno’nun düğün merasiminde tüm tanrılar mutlu çifte düğün hediyelerini takdim ederken, Toprak Ana da mutlu çift için büyük dünya denizinin batısında, dallarından altın elmalar taşan bir ağaç yarattı. Gecenin kızları olarak bilinen Hesperidler bu kutsal bahçeye göz kulak oluyorlardı. Ayrıca bir sürü canavarın atası sayılan, Phorkys’in oğlu yüz başlı ejderha Ladon da bu ağacı koruyup kolluyordu. Asla uyumayan bu canavar, her bir gırtlağından farklı tonlamalarla çıkan korkunç tıslamaları sayesinde her daim tetikte bekliyordu. İşte Eurysteus’un Herkül’e verdiği on birinci görev, bu ağaçtaki altın elmaları getirmekti.
Böylece Hesperidlerin yaşadığı yerden habersiz Herkül, kendini kör talihin ellerine bırakarak uzun ve macera dolu yolculuğuna başladı.
İlk önce, karşısına çıkan her bir gezgini bir kafa darbesiyle yere yığan dev Termerus’un yaşadığı Teselya’ya vardı. Fakat kafatası devinkinden çok daha güçlü olan Herkül sayesinde devin kafası ikiye ayrıldı.
Yoluna devam eden Herkül bu sefer Mars ve Pyrene’nin oğlu olan bir başka canavar Cycnos’la[11 - Cycnos ya da Cycnus, (kiknos olarak telaffuz edilen kelime) kuğu anlamına gelmektedir. (ç.n.)] karşılaştı. Herkül, Hesperidlerin bahçesiyle ilgili soru sorduğunda cevap vermek yerine kahramanı düelloya davet eden Cycnos yenildi. Daha sonra Herkül, oğlunun intikamını almaya gelen savaş tanrısı Mars’la savaşmak zorunda kaldı. Fakat evlatlarının birbirlerinin kanını dökmesine razı olmayan Jüpiter, şimşeklerini göndererek ikisini ayırdı.
Herkül yoluna devam edip Eridanus Nehri’nin hızlandığı İlirya’ya vardı. Nehrin yakınlarında yaşayan Jüpiter’in ve Themis’in orman perilerinin yanına girerek Hesperidleri nerede bulabileceğini sordu.
“Yaşlı nehir tanrısı Nereus’a git,” dediler. “O her şeyi görür ve bilir. Uykusunda gafil avla ve sana yanıt vermesi için onu zorla. Sana doğru cevabı verecektir.”
Verdikleri tavsiyeye uyan Herkül nehir tanrısının üstesinden gelmeyi başardı. Her ne kadar, her şekle girmeyi becerse de, Hesperidlerin bahçesinin nerede olduğunu öğrenmeden Herkül onu serbest bırakmazdı.
İstediği bilgiyi alan Herkül, Libya ve Mısır’a doğru yoluna devam etti. Mısır, Lysianassa ve Neptün’ün oğlu Busiris tarafından yönetiliyordu. Bir kâhinin, Busuris’e anlattığı kehanete göre, dokuz yıldır devam eden kıtlığın sona ermesi ve toprakların eski verimli haline dönebilmesi için her yıl bir yabancının Jüpiter’e kurban edilmesi gerekmekteydi. Minnettarlık içindeki Busuris ilk önce kâhinin kendisini kurban etti. Bundan büyük zevk duymaya başlayan Busuris, Mısır’a her geleni öldürtür oldu. Şehre gelen Herkül de yakalanıp Jüpiter sunağına götürüldü. Fakat onu bağlayan zincirleri kıran Herkül, Busuris’i, oğlunu ve papazın elçisini öldürdü.
Bir sürü macerayla yoluna devam eden Herkül, Kafkas Dağları’na zincirlenen Prometheus’u kurtardı ve nihayet, omuzlarında göklerin yükünü taşıyan Atlas’ın olduğu yere geldi. Buranın yakınlarında, Hesperidlerin altın elmalarını veren ağaç yetişiyordu.
Prometheus, kahramanımıza elmaları çalmak için kendisinin bir girişimde bulunmamasını, bu işi Atlas’a yaptırmasını salık vermişti. Dev bu teklifi kabul etti ancak bir şartla; kendisi gittiğinde gökleri bir süreliğine Herkül’ün sırtlanmasını istedi. Herkül kabul ettikten sonra Atlas gitti ve ağacın altında yaşayan ejderhayı uyutup onu öldürdü. Bir hileyle bakıcıların da üstesinden gelen Atlas, elinde üç altın elmayla Herkül’ün yanına döndü.
“Fakat,” dedi, “artık göklerin ağır yükünden kurtulmak nasıl bir hismiş, anlıyorum. Daha fazla taşımayacağım omzumda onları.” Elindeki elmaları Herkül’ün ayaklarına fırlattıktan sonra, onu alışkın olmadığı bu korkunç ağırlığın altında tek başına bırakıp gitti.
Fakat Herkül bundan kurtulmak için bir plan yapmıştı. “İzin ver de, başımın etrafına sarmak için kendime bir halat yumağı yapayım,” dedi deve, “böylece göklerin ağırlığı dayanılmayacak hale gelmez.”
Bu isteği gayet mantıklı bulan Atlas, birkaç dakikalığına gökleri tekrardan sırtlanmaya razı oldu. Böylece hilekârı kafesleyen Herkül, yerden kaptığı elmaları da alarak geri dönüş yolunu tuttu. Herkül’den kurtulma amacına bir türlü ulaşamayan Eurystheus, elmaları hediye olarak ona verdi. Herkül de elmaları Minerva’nın sunağına götürdü fakat bu kutsal meyveyi alıp götürmenin ilahi dileklere ters düştüğünü bilen tanrıça meyveleri tekrardan Hesperidlerin bahçesine yolladı.
On İkinci Görev
Eurystheus, Herkül’e verdiği görevlerin, can düşmanını yok etmek yerine onu güçlendirdiğini gördü. Kader onu seçmişti ve namı yayılmıştı. Yeryüzündeki tüm haksızlığa uğramışların koruyucusu ve ölümlüler arasındaki en cesur maceracı oluvermişti.
Fakat kahramanın üstlenmesi gereken son görev, güçlerinin ona yardım edemeyeceği bir yerde olacaktı; en azından zalim kral böyle umut ediyordu. Son görevi yeraltının karanlık güçleriyle savaşmaktı. Cehennem köpeği Kerberos’u Hades’ten[12 - Hades, hem yeraltı dünyası tanrısının, hem de bu yeraltı ülkesinin adıdır. Ayrıca, Hades’in Roma mitolojisinde karşılığı Plüton’dur. (ç.n.)] alıp getirecekti. Bu hayvanın üç kafası ve üzerlerinden durmadan zehir damlayan ürkütücü pençeleri vardı. Bir ejderhanın kuyruğuna sahip bu hayvanın başındaki ve sırtındaki tüylerin hepsi tıslayan yılanlar biçimindeydi.
Herkül kendisini bu korku dolu yolculuğa hazırlamak için, Attika bölgesindeki Eleusis’e gitti. Buradaki bilge bir rahipten aşağı ve yukarı dünya hakkında gizli talimatlar edinen Herkül, Centaur’un öldürülmesiyle alakalı olarak da af diledi.
Ardından yeraltının dehşetengiz dünyasıyla yüzleşmek için gücünü toplayan Herkül, Peloponnesus’a giderek, oradan Lakonia’daki, kapıları aşağı dünyaya açılan Taenarum şehrine geçti. Herkül, Merkür’le birlikte toprakta açılmış çukurdan yerin altına doğru indi. Kral Plüton’un şehrine açılan kapılara geldiler. Gölgeler hüzünlü bir halde bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Bir an için canlı bir adam şekline bürünmüş birini gördüklerini zannederlerken şehrin kapıları birden havalanarak kayboldu. Geriye sadece Gorgon Medusa ve Meleagros’un ruhu kalmıştı. Herkül, kılıcını çekerek saldırmak istedi ancak Merkür koluna dokunarak, ölüp gidenlerin ruhlarının sadece boş birer gölge olduğunu, bu ruhların insanoğlunun silahlarıyla yaralanmayacağını söyledi.
Bunun üzerine Herkül, Meleagros’la dostane bir sohbete koyuldu, yukarı dünyayla ilgili anlattığı sevgi dolu hikâyeleri dinledi. Hades’in kapılarına yaklaştıklarında, arkadaşları Theseus ve Prithous’u görür gibi oldu. Onlar da Herkül’ü görmüşlerdi. Ellerini yalvarırcasına ona doğru uzattılar. Herkül sayesinde yeniden yukarı dünyaya ulaşmanın umuduyla titriyorlardı. Her-kül, Theseus’u elinden yakaladığı gibi hemen zincirlerini kırdı ve arkadaşını yerden kaldırdı. Tam Pirithous’u serbest bırakmaya yöneldiğinde, ayaklarını bastığı yer açıldı ve yere düştü.
Ölüler Şehri’nin kapısında bekleyen Kral Plüton, Herkül’ün içeri girmesine izin vermiyordu. Bunun üzerine kahramanımız okuyla tanrıyı omzundan vurdu. Korkan tanrı, köpeğe giden yolu göstermesini istediğinde ona daha fazla karşı koyamadı. Fakat onu, hiçbir silah kullanmadan köpeğe hükmetmesi gerektiği konusunda uyardı. Herkül, sırtında aslan derisi ve zırhıyla harekete geçti.
Köpeği, Acheron[13 - Ölüler Şehri’nde bir ırmak. (ç.n.)] yakınlarında otururken buldu. Hayvanın kafalarından çıkan, adeta korkunç bir fırtınanın aksiymiş gibi yayılan kükremelere aldırış etmeden köpeği bacaklarından yakalayıp kolunu boynuna doladı. Hayvanın ejderhadan kuyruğu Herkül’ün göğsünü ısırdı ancak Herkül köpeği bırakmadı.
Kerberos’u boynundan sıkıca kavrayan Herkül, hayvana tam anlamıyla hükmedene dek onu tutmaya devam etti. Ardından hayvanı kaldırarak Hades’in diğer çıkışından uzaklaşarak mutluluk içinde yurduna döndü. Gün ışığını görünce korkudan etrafa zehirli salyalar akıtan köpeğin salyalarının döküldüğü yerlerde zehirli bitkiler bitmeye başladı. Zincirlediği hayvanı Tiryns’e getirip şaşkınlık içindeki Eurystheus’a sundu. Kral, gözlerine inanamıyordu.
Euryshteus, can düşmanından kurtulup kurtulamayacağına artık emin değildi. Kaderine teslim oldu ve kahramanın gitmesine izin verdi. Herkül de köpeği aşağı dünyadaki sahibine teslim etti.
Böylece, verilen tüm görevleri tamamladıktan sonra Eurysheus’un nihayet azlettiği Herkül, Teb’e geri döndü.
Deukalion ve Pyrrha
Tunç Devri[14 - Yunan ve Roma mitolojisinde insanoğlunun yaşadığı çağlar, insanın yeryüzünde varoluşunun basamaklarını anlatır. Bu çağlar, Hesiod’a göre beş, Ovid’e göre dört dönemden oluşur. Tunç Devri, her iki anlatıda da insanların kötülüklerinin çoğaldığı, ruhlarının yok olarak savaşa ve yıkıma taptıkları bir dönem olarak tasvir edilir. Apollodorus’un Bibliotheca’sına göre, Jüpiter saldırganlaşan ve yamyamlaşan insanları cezalandırmak için büyük bir tufan meydana getirerek bu döneme son vermiştir.] insanları henüz yeryüzünde yaşamlarını sürdürürken, Jüpiter’in kulağına insanoğlunun kötülük peşinde olduğuna dair söylentiler geldi. Jüpiter bunun üzerine bu söylenenlerin aslı olup olmadığını öğrenmek amacıyla insan kılığına girerek yeryüzüne inmeye karar verdi. Gittiği her yerde, gerçeğin söylenenlerden daha ılımlı olduğunu gördü.
Bir akşam alacakaranlığında, zalim hükümdarlığıyla bilinen Kral Lycaon’un ücra barınağına girdi. İçerdeki kalabalık, tanrı olduğuna dair alametler gösteren Jüpiter’in önünde diz çöktü fakat Lycaon kalabalığın dualarına kulak asmadı.
“Görelim bakalım,” dedi, “bir tanrı mı yoksa bir ölümlü mü?”
Bunun üzerine, pineklediği yerden öleceğinden bihaber bu misafiri yok etmeye karar verdi. Fakat öncesinde, Molossianların gönderdiği zavallı rehineyi öldürdü, adamın yarı canlı organlarını kaynayan suda haşlayıp ateşte pişirdikten sonra misafirinin önüne akşam yemeği olarak sundu.
Tüm bunlardan haberi olan Jüpiter, masadan kalktı ve tanrıtanımaz bu adamın kalesini öfkeyle ateşe verdi. Korkan kral boş araziye kaçtı. Ağzından çıkan ilk ses bir uğultuydu; kıyafetleri kürkü, kolları bacakları haline gelen adam kana susamış bir kurda dönüşmüştü.
Olimpos’a dönen Jüpiter, tanrılar konseyini topladı ve bu pervasız insan ırkını ortadan kaldırmaya karar verdi. İlk başta insanoğlunun üzerine şimşeklerini yollamayı düşündü fakat gökyüzünün ateş alıp kâinatın eksenini yok edebileceği korkusuyla vazgeçti bu fikrinden. Kiklopların onun için tasarladığı şimşek asasını bir kenara bırakıp, göklerden yolladığı yağmurlarla insan ırkını yeryüzünden silmeye karar verdi.
Kuzey Rüzgârı ve bulutları dağıtan diğer tüm rüzgârlar derhal Aeolus[15 - Rüzgârların ilahi koruyucusu ve yüzer ada Aeolia’nın efsanevi kralı.] Mağarası’na kapatıldı, sadece Güney Rüzgârı salındı dışarıya. Bulutların ağırlaştırdığı sakalı, karanlığın sardığı korkunç suratıyla yeryüzüne inen Rüzgâr’ın beyaz saçlarından sel akıyordu. Kaşları sisle kaplanmıştı, bağrından sular damlıyordu. Gökleri kuşatmış bulutları ele geçiren Güney Rüzgârı hepsini ellerine alarak sıkmaya başladı. Gökler gürledi, büyük bir yağmur tufanı koptu. Kalan tüm ekinler yüzünü toprağa döndü, çiftçilerin umudu, koskoca yılın bütün emeği yok olup gitmişti.
Denizler Tanrısı Neptün de kardeşinin yardımına koştu. Bütün nehirleri bir araya toplayarak, “Akıntılarınızın dizginlerini bırakın, evlere girin, tüm barajları yıkın!” dedi.
Nehirler, hemen tanrının dediğini yaptı. Neptün’ün kendisi de üç çatallı mızrağını toprağa saplayarak tufanı yeryüzüne davet etti. Açılan yarıklardan taşan dereler tarlaları kapladı; ağaçları, tapınakları ve evleri yerlerinden söküp attı. Sarayın duvarları da sularla kaplandı, en yüksek kuleleri bile suların altında kaldı. Kara ve deniz artık bir bütündü; sel, dört bir yanı kaplamıştı.
İnsanlar kendilerini ellerinden geldiğince kurtarmaya çalıştılar. Dağların en tepelerine tırmananlar, botlarına atlayıp kürek çekenlerin hepsi şimdi yıkılmış evlerin çatılarında, talan olmuş üzüm bağlarının tepelerindeydiler. Balıklar, en yükseklerdeki ağaçların dalları arasında yüzüyordu. Yaban domuzları da sele kapılmıştı. Su insanları sürükleyip götürmüş, kendilerini kurtaranlar da çorak alanlarda açlıktan ölüp gitmişlerdi.
Phocis bölgesindeki yüksek dağlardan birinde, hâlâ etrafı sarmalayan suların altında kalmamış iki doruk noktası vardı. Bu, büyük Parnassos Dağı’ydı. Bu akıntıda yüzen bir kayığın içinde Prometheus’un oğlu Deukalion ve karısı Pyrrha vardı. Daha önce, doğruluk ve dürüstlük yoluyla tüm bunları aşan hiçbir erkek ve kadın olmamıştı. Göklerden yeryüzünü seyreden Jüpiter, binlercesinden geriye yalnızca bir ölümlü çiftin kalmış olduğunu gördü. Her ikisi de kendilerini tanrılara adamıştı. Hemen bulutları bir araya toplaması için Kuzey Rüzgârı’nı çağırdı. Gök ve yer yeniden birbirinden ayrıldı.
Bunun üzerine denizlerin efendisi Neptün de üç çatallı mızrağını çekip aldı topraktan, tufanı dindirdi. Okyanuslar kıyılarına kavuştu, nehirler yataklarına döndü. Ağaçlar çamur kaplı gövdeleriyle meydana çıktı, tepeler yeniden göründü ve nihayet, kara ortaya çıkmaya başladı. Yeryüzü eski haline dönmüştü.
Deukalion çevresine bakındı. Her yer talan olmuştu, etrafı bir ölüm sessizliği sarmıştı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla karısı Prryha’ya, “Sevgilim, ömrümün biricik yoldaşı, etrafımızı saran bu yerde yaşayan hiçbir canlı görmedim. İnsanların yeniden yeryüzünde nefes almasını sağlamalıyız, görünüşe göre kalanların hepsi tufanda boğulup ölmüşler. Bizim bile yaşayıp yaşamayacağımız kesin değil. Gördüğüm her bulut içime bir korku veriyor. Tüm tehlike geçse bile, yalnız başımıza bu ıssız dünyada ne yaparız? Ah, babam Prometheus bana insan yaratma ve onlara can verme sanatını öğretmişti,” dedi.
Ardından birlikte gözyaşı döktüler. Tanrıça Themis’in yarısı yıkılmış sunağının önünde diz çökerek dua etmeye başladılar. “Söyle bize, ey Tanrıça, yok olup giden insan ırkını yerine ne yaparak koyabiliriz? Ah, yardım et dünyanın yeniden hayat bulmasına!”
“Sunaktan ayrılın!” dedi tanrıçanın sesi. “Başınızı açın, kıyafetlerinizi çözün ve annenizin arkanızda kalan kemiklerini toplayın.”
Uzun bir süre, Deukalion ve Prryha tanrıçanın bilmece gibi sözlerinin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştılar. Sessizliği bozan ilk kişi Prryha oldu. “Beni affedin ey soylu tanrıçam,” dedi. “Ancak bu dediğinizi yapıp, annemin kemiklerini boşa harcamaya razı olamam.”
Deukalion’un aklına güzel bir fikir geldi, hemen karısını yatıştırarak, “Ya aklım beni yanıltıyor,” dedi, “ya da tanrıçanın sözleri aslında hiçbir saygısızlık yapmamızı emretmiyor. Hepimizin annesi toprak değil mi? Demek ki onun kemikleri de bu taşlar. Hemen arkamızdalar.”
Tanrıçanın sözlerini doğru yorumlayıp yorumlamadıklarına emin olmasalar da, denemekten ne zarar gelebilirdi ki? Hemen başlarını açıp kıyafetlerini çözdüler ve arkalarındaki taşları bir araya getirmeye başladılar.
Sonrasında mükemmel bir şey oldu. Taş, sertliğini kaybedip yumuşamaya başladı. Büyüdü, başta çok belli olmasa da, sanatçı sert bir mermeri ilk kez yontarken beliren kaba şekli aldı. Taşların içindeki nemli ya da toprağımsı şey her neyse ete dönüştü, daha sert yerler kemikleri oldu. Kayanın damarları, insanın damarları oluverdi. Böylece tanrıların da yardımıyla kısa bir süre içinde Deukalion’un şekil verdiği taşlar erkek, Prryha’nın şekil verdiği taşlar da kadın biçimini aldılar.
İnsan ırkı, yolculuğa nasıl başladığını inkâr etmez; onlar, çalışmaya alışkın, dayanıklı varlıklardır. Günün her dakikası, ne kadar dayanıklı bir soydan geldiklerini akıllarında tutarlar.
Theseus ve Centaur
Atina Kralı Theseus kuvveti ve cesaretiyle nam salmıştı, fakat antik zamanların en büyük kahramanlarından biri olan İksion’un oğlu Pirithous, Theseus’u bir sınava tabi tutmaya karar verdi. Bu sebeple de Theseus’a ait sığırları Marathon’dan alıp götürdü. Bunu duyan Theseus elinde silahıyla Pirithous’un peşine düştü. Onun da istediği tam olarak buydu; kaçıp uzaklaşmadı, geri dönüp onunla karşılaştı.
İki kahraman birbirlerini görebilecek kadar yakınlaştıklarında, her ikisi de karşı tarafın güzelliğine ve cesaretine hayran kaldı. Adeta malum olmuşçasına, ikisi de silahlarını yere fırlatıp birbirlerine doğru hızlıca harekete geçti. Pirithous Theseus’a elini uzatarak sığırlarla ilgili meselenin çözümlenmesi için arabuluculuk yapmasını önerdi. Theseus’un istediği bedel her ne olursa olsun, Pirithous buna gönülden razı gelecekti.
“Arzuladığım tek şey,” dedi Pirithous, “benim düşmanım olmak yerine, dostum ve silah arkadaşım olmandır.”
Ardından iki kahraman birbirlerine sarıldı ve sonsuza dek dost kalacaklarına yemin etti.
Bundan kısa bir süre sonra Pirithous, Lapitlerin soyundan gelen Teselyalı prenses Hippodamia’yla evlenmeye karar verdi ve Theseus’u düğününe davet etti. Düğün merasimi Lapithlerin toprağında gerçekleştirilecekti. Teselya’nın ünlü ailelerinden olan Lapithler atı evcilleştirmeyi öğrenen ilk ölümlülerdi. Bazı açılardan hayvanlara benziyorlardı. Dağda yaşayan kaba bir kabileydi. Bu ailenin soyundan olan gelin, hiçbir şekilde kendi halkına benzemiyordu. Gencecik narin yüzüyle çok güzel ve çok asil bir kadındı, hatta öyle ki herkes Pirithous’a talihinden dolayı imreniyordu.
Teselya’nın tüm prensesleri ve Pirithous’un akrabaları olan Centaurlar da düğündeydi. Centaurlar, Tanrıça Hera kılığına giren bir bulutun döllerinden doğmuştu, babaları da Pirithous’un babası olan İksion’du. Centaurlar ve Lapithler ebedi düşmanlardı. Fakat düğün vesilesiyle, gelinin hatırına eski düşmanlıklarını bir kenara koyarak bu mutlu günde bir araya gelmişlerdi. Pirithous’un büyük şatosundan mutluluk sesleri yayılıyordu; düğün şarkıları çalınıp söyleniyor, etraf şarap ve yemeklerle dolup taşıyordu. Sarayın barındırabileceğinden çok fazla misafir vardı. Lapithler ve Centaurlar, ağaçlar tarafından etrafı çevrilmiş bir mağarada onlar için özel hazırlanmış bir masada oturuyorlardı.
Eğlence uzun bir süre hiç bozulmadan sürdü. Derken şarap, Centaurların en vahşilerinden Eurytion’u heyecanlandırmaya başladı ve Prenses Hippdamia’nın güzelliği onda, gelini damattan kaçırma gibi çılgınca bir arzu uyandırdı. Kimse olayların nasıl geliştiğini, bu akla gelmez meselenin nasıl vuku bulduğunu anlayamadan vahşi Eurytion, prensesi bacaklarından yakaladığı gibi havaya kaldırdı. Kadın çırpınarak yardım istiyordu. Bu hareketiyle, diğer tüm sarhoş Centaurlara aynısını yapmaları işareti veriyordu. Daha diğer kahramanlar ve Lapithler yerlerinden kalkamadan, her bir Centaur, kralın sarayından yahut düğün için toplaşan prenseslerden birini yakaladı.
Şato ve mağara ele geçirilmiş bir şehri andırıyordu, kadınların çığlıkları geliyordu uzaklardan. Dostlar ve akrabalar hemen yerlerinden fırladı.
“Eurytion, bu nasıl bir çılgınlıktır?” diye bağırdı.
Theseus, “Ben hâlâ hayattayken Pirithous’u nasıl incitebilirsin? Böyle yaparak her ikimizi de öfkelendirdin!” Bu sözleri ederken, kalabalığın arasından geçerek kaçırılan gelini hırsızın elinden kurtardı.
Bu yaptığı için af dileyemeyecek olan Eurytion bir şey demedi, Theseus’a yaklaşarak ellerini havaya kaldırdı ve göğsüne sert bir darbe indirdi. Elinde hiçbir silahı olmayan Theseus hemen yanında duran, ustalıkla işlenmiş demir sürahiyi kaptığı gibi rakibinin suratına geçirdi. Centaur sırtüstü yere düştü, kafasındaki yaradan kanlar akıyordu.
Dört bir yandan “Herkes silahlara!” diye bağrışmalar yükseldi. Bardaklar, şişeler, kâseler havada uçuyordu. Derken günahkâr canavarlardan biri komşu diyarlardan gelen adakları kaptı, bir diğeri masanın üstündeki yanmış kuzuyu parçaladı, başka biri de mağaranın duvarında asılı olan kutsal geyikle cebelleşiyordu. Korkunç kıyımlar birbirini izledi. Eurytion’dan sonra en kötü Centaur olan Rhoetus sunaktan kaptığı kızgın demiri yere düşmüş bir Lapith’in derin yarasına sapladı, bunu yapar yapmaz suya atılan kızgın bir demirin sesini andıran bir tıslama duyuldu. Hemen onun karşısında Lapithlerin en cesuru Dryas yanmakta olan bir kütüğü kaptığı gibi Rhoetus’un boynuna yapıştırdı. Sonra azılı çeteye dönerek beş tanesini yere serdi.
Derken kahraman Pirithous’un mızrağı uçarak, sopa niyetine kullanmak üzere bir ağacı sökmeye çalışan Centaur Petraus’un etini deşti. Çetrefilli meşe ağacına rağmen mızrak saplanmıştı. Yunan kahramanı bir diğerini, Dictys’i bir anda yere devirdi, Centaur düşerken bir dişbudak ağacını kırıp yere devirdi. Öç almak için gelen bir diğeri Theseus’un meşe sopasıyla ezildi.
Centaurların en yakışıklısı ve genci Cyllarus’tu. Altın gibi uzun saçları ve sakalıyla dostça gülümserdi. Boynu, omuzları, kafası ve göğsü bir sanatçının elinden çıkmış gibi çok güzeldi. Gövdesinin ata benzeyen aşağı bölümü bile kusursuzdu; simsiyahtı rengi, bacakları ve kuyruğuysa daha açık renkti. Ziyafete güzel karısı Hylonome’yle katılmıştı. Masada kocasına yaslanmış şekilde oturan Hylonome, kavgada bile kocasıyla omuz omuzaydı. Cyllarus, bilinmeyen biri tarafından kalbinin yanına hafif bir yara aldı ve kötüleşerek karısının kolları arasında can verdi. Hylonome onu iyileştirmeyi denedi, öptü ve uçup giden nefesini geri döndürmeye çalıştı. Onu tamamen kaybettiğini anlayan Hylonome, göğsünde sakladığı hançeri çıkarıp kendine sapladı.
Lapithler ve Centaurlar arasındaki kavga uzun süre devam etti. Gece, nihayet bu kargaşaya bir son verdi. Pirithous gelinine kavuştu ve Theseus ertesi sabah arkadaşına veda ederek oradan ayrıldı. Ortak giriştikleri bu kavga, yeni yeşeren kardeşlik bağlarını daha dayanıklı hale getirmiş oldu.
Niobe
Teb ülkesinin kraliçesi Niobe hayatındaki birçok şeyden gurur duyardı. Kocası Amphion, Müzlerden çok güzel bir lir getirmişti, kraliyet sarayının taşları lirin melodisiyle can bulmuştu. Babası, tanrılar tarafından ağırlanan Tantalus’tu ve kendisi, güçlü bir krallığın yöneticisiydi; muhteşem bir güzelliğin ve ruhun büyük kadınsı gururunu taşıyordu. Fakat bunlardan hiçbiri ona, on dört çocuğunun verdiği gururdan daha fazlasını veremezdi. Yedi kız ve yedi oğlan dünyaya getirmişti.
Annelerin en mutlusu olan Niobe, kendisinin böyle özel olarak kutsandığına inanmasaydı, her şey belki de böyle sürüp giderdi. İyi talihi hakkındaki kanaati onun felaketiydi.
Kâhin Tiresias’ın kızı, tanrılar konusunda oldukça bilge biri olan Manto bir gün Teb’in bütün kadınlarını, Tanrıça Latona ve onun iki çocuğu Apollo ile Diana onuruna bir arada toplanmaya çağırdı. “Defneden taçlarınızı başınıza koyun,” dedi “kurbanlarınızı getirin ilahi dualarla.”
Tebli kadınlar bir araya toplanmaya başladığı esnada, Niobe altın işlemeli kıyafetlere sarınmış, öfkesine rağmen göz alıcı güzelliği ve omzuna dökülen saçlarıyla, peşinde kalabalık bir grupla çıkageldi. Bir şeylerle uğraşan bu kadınların ortasında durdu ve sesini yükselterek onlara seslendi:
“Daha ayrıcalıklı kişiler arasında yaşarken, gidip de size hikâyeleri anlatılan bu tanrılara tapacak kadar aptal mısınız? Siz Latona’ya kurbanlar sunarken benim ilahi ismim neden duyulmadan kalsın? Babam Tantalus tanrıların sofrasına oturan tek ölümlü ve annem Dione ise, göklerde yıldız gibi parlayan Pleiades’in kardeşidir. Amcalarımdan biri sırtına yüklediği gökleri taşıyan dev Atlas’tır, büyükbabam Jüpiter ise tanrıların atasıdır. Frigya halkı bana itaat eder; kocamın çaldığı müzikle bir araya getirdiği duvarlarla örülü Cadmus şehri kocamla bana aittir. Sarayımın her köşesi paha biçilemez mücevherle doludur. Elbette başka mücevherlerim de var; başka hiçbir anneye nasip olamayacak yedi güzel kız, yedi kuvvetli oğlan ve birçok gelinimle damadım var. Söyleyin bakalım bu gururum yersiz mi? Bana değil de, titanların adı sanı duyulmamış bu kızına tapmadan önce bir daha düşünün. Bu kadın, koca dünyada yaşayacak yer bulamayıp, haline acıyan Delos’un adasında, tekinsiz bir sığınakta doğurdu çocuklarını. Bu zavallı yaratık, sadece iki çocuğun annesi oldu o izbe yerde. Benim annelik mutluluğumun sadece yedide biri! Kim benim talihimi inkâr edebilir? Kim her daim mutlu olacağımdan şüphe duyabilir? Eğer benim mutluluğumu paramparça etseydi, talih zor durumda kalırdı. Benim kıymetli çocuklarımdan alın birini, yine de sayıları asla Latona’nın iki değersiz çocuğu kadar az olmayacak. Alın kurbanlarınızı buradan! Çıkarın defneden taçlarınızı başınızdan. Evlerinize dönün ve bir daha asla böyle bir aptallık yaptığınızı görmeyeyim!”
Birdenbire meydana gelen bu olaydan korkan kadınlar, taçlarını saçlarından çıkarıp, kurbanlarını bırakıp evlerine dönerken, hâlâ içlerinden Latona’ya dua ediyorlardı.
Delos adasında Cynthia Dağı’nın tepesinde, Latona iki evladıyla otururken Teb’de yaşanan bu olayı izlemişti. “Bakın sevgili evlatlarım,” dedi, “ben, sizi doğurduğu için çok mutlu olan ve Juno hariç hiçbir tanrıçaya boyun eğmeyen ben, sonradan görme bir ölümlü tarafından alay konusu oldum. Ve eğer beni korumazsanız, tüm eski ve kutsal sunaklardan silinip gidecek adım! Niobe, sizi de küçük düşürdü; kendi çocukları için sizi bir kenara fırlatıp atmak istiyor.”
Latona sözlerine devam edecekken Apollo araya girerek, “Daha fazla dövünme anne, bu sadece onun cezasını bir an önce kesmemizi engeller.”
Hemen o ve kız kardeşi, sihirli bir buluta bürünerek kendilerini gizlediler ve havada usulca süzülerek Cadmus kalesine ve şehrine geldiler.
Şehir duvarlarının hemen dışında atları yarışlara hazırlamak için kullanılan boş bir arazi vardı. Amphion’un yedi oğlu burada kendilerince eğleniyorlardı, birden en büyük olanı çığlık atarak dizginlerini bıraktı ve atından düştü. Kalbine bir ok saplanmıştı. Birbiri ardına hepsi yere devrildi.
Kara haber tez yayıldı şehirde. Yedi oğlunun da can verdiğini duyan Amphion kendi kılıcının üstüne düştü. Hizmetkârlarının çığlıkları kadınların olduğu kısma yayıldı.
Niobe, uzunca bir süre tanrıların böylesi bir intikam aldığına inanamadı. Durumu idrak eder etmez, kendisine yakışmayan bir şekilde, yüce tanrıçanın sunağındaki insanları önüne katarak kibirli bir tavırla şehri arşınladı. Kederinden gözü dönmüş kraliçe, oğullarının olduğu yere aceleyle yol aldı. Kendisini evlatlarının ölü bedenlerine yasladı, her birini tek tek öptü. Kollarını göğe kaldırarak bağırdı: “Gör benim ıstırabımı seni zalim Latona; yedi evladımın ölümü başımı yere eğdirdi. Zafer senin, ey benim muzaffer düşmanım!”
Niobe’nin yedi kızı, yas kıyafetleri üzerlerinde, salınmış saçlarıyla ağabeylerinin yanlarında duruyorlardı. Onları gören Niobe’nin beyaz yüzüne bir umut ışığı geldi. “Ey muzaffer, bunca kaybıma rağmen yine de senin mutluluğundan daha fazlasına sahibim.”
Kadın zar zor konuşmaya devam ederken birden gerilen bir yayın sesi duyuldu. Olayı seyreden herkes korkudan kalakaldı, ancak kötü talihi Niobe’yi öyle güçlendirmişti ki hiç korkmadı.
Derken kızlardan biri elini göğsüne götürdü, etine saplanmış oku çekip çıkardı ve bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı. Kızlardan bir diğeri annesini teselli etmek için hızlıca yanına giderken, vücudunda açılan gizli bir yara yüzünden birden yere düştü. Bir tek kız kalana kadar hepsi teker teker yere düştü. Kız, Niobe’nin kucağına koştu ve tıpkı bir çocuk gibi başını annesinin kıyafetleri arasına gömdü.
Niobe, “Bu evladımı bırak bana,” diye bağırdı. “En küçüğü o!”
Fakat daha yakarışı bitmeden kızının cansız bedeni kucağından kayıp düştü ve Niobe kızlarının ve oğullarının ölü bedenleri arasında tek başına kaldı. Kederden dili tutulmuştu. Saçları bile kımıldamıyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Dertli çehresindeki gözleri hareket etmiyordu. Vücudunun hiçbir yerinde en küçük bir yaşam belirtisi yoktu. Damarları kan taşımayı durdurdu, boynu kaskatı kesildi, kolları ve ayakları sertleşti; tüm vücudu soğuk, cansız bir taşa dönüştü. Taş olmuş gözlerinden akmaya devam eden yaşlar hariç, hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı.
Sonra çok kuvvetli bir rüzgâr taşa dönüşen sureti aldı, denizleri aşarak onu Sipylus’un falezleri altındaki, çıplak dağların içine kurulmuş Lidya’ya getirdi. Burası, Niobe’nin memleketiydi. Burada, dağın tepesinde, Niobe mermerden yapılmış bir heykel gibi hareketsiz kalacaktı artık. Ve o gün bugündür, bir annenin kederli çehresinden süzülen yaşları orada görebilirsiniz.
Gorgon Başı
Perseus, bir kralın kızı olan Danae’nin oğluydu. Henüz daha küçük bir çocukken, kötü kalpli bazı insanlar onu ve annesini bir sandığa kapatarak, denize bıraktılar. Rüzgâr estikçe sandık kıyıdan uzaklaşıp sürükleniyordu. Sonrasında güçlü dalgalar sandığı bir ona yana bir bu yana sallamaya başladı. Heybetli büyük dalgalar köpürerek üstlerine geliyordu, Danae de hemen oğlunu bağrına bastırdı. Gece olduğunda sandık biraz duruldu; ne battı ne de alabora oldu. Bir adanın yakınlarında süzülüyordu ki balıkçının birinin ağına takıldı. Hemen dışarı çıktılar ve kumda iyice kurudular. Bu adanın ismi Seriphus’tu ve balıkçının kardeşi olan Kral Polydectes tarafından yönetilmekteydi.
Bunu söylemekten pek memnunum ki, bu balıkçı son derece insancıl ve doğru düzgün bir adamdı. Danae ve oğluna çok kibar davrandı; Perseus büyüyüp de çok yakışıklı, çok güçlü ve eli silah kullanmaya pek yatkın bir delikanlı oluncaya dek onlarla arkadaşlık yapmaya devam etti. Kral, bu zamandan çok daha öncesinde, yüzen bir sandıkta topraklarına gelen bu yabancıları, yani Danae ve oğlunu, görmüştü. Erkek kardeşi balıkçı gibi kibar ve iyi kalpli olmayan bu adam kötülük dolu birisiydi. Bu sebeple çareyi, Perseus’u çok tehlikeli ve hatta ölümüne bile sebep olabilecek bir göreve göndermede buldu, böylece Danae’ye istediği kötülüğü yapabilecekti. Böylece kötü kalpli kral, genç bir adama verebileceği en tehlikeli görevin ne olabileceğine dair düşünmeye başladı. Nihayet aklına Perseus’u göndermek için çok tehlikeli bir fikir geldi.
Genç adam saraya geldi ve kralı tahtında otururken buldu.
“Perseus,” dedi kral kurnazca gülümseyerek. “Artık büyüyüp kocaman adam oldun. Annene ve sana çok büyük iyiliklerim dokundu, elbette erkek kardeşimin de. Umarım, bize olan borcunun bir kısmını ödemek seni üzmez.”
“Lütfen, majesteleri,” dedi Perseus. “Bunun için hayatımı seve seve riske atarım.”
“Peki öyleyse,” diye devam etti kral, dudaklarında aynı şeytani gülümsemeyle. “Sana teklif etmek istediğim bir macera var. Oldukça cesur ve girişken bir delikanlı olduğun için, şüphesiz bu maceranın kendini göstermek adına çok büyük bir fırsat olduğunu sen de göreceksin. Benim iyi Perseus’um, bilmelisin ki güzel Prenses Hippodamia’yla evlenmeyi düşünüyorum. Böylesi olaylarda geleneksel olarak geline oldukça abartılı, seçkin ve merak uyandırıcı hediyeler sunmak gerekir. Açıkça söylemeliyim ki, prensesin zarif zevkine göre bir hediyeyi nereden bulabileceğim konusunda kafam biraz karışık. Kendimi övmek gibi olmasın ama bu sabah bu hediyenin ne olacağına dair bir karar verdim.”
Perseus oldukça hevesli bir şekilde “Ve benim Majestelerine bu konuda yardımcı olmamı istiyorsunuz,” dedi.
Kral Polydectes olabilecek en cana yakın tavrıyla, “Eğer inandığım kadar cesursan, yardımcı olabilirsin,” diye yanıtladı. “Güzeller güzeli Hippodamia’ma sunmak için aklıma koyduğum hediye yılan saçları olan Gorgon Medusa’nın başı ve sevgili Perseus, onu getirmen için sana bel bağladım. Prensesle bir yuva kurma konusunda çok endişeliyim; sen Gorgon’u aramak için ne kadar erken yola çıkarsan, o kadar iyi olur.”
“Yarın sabah yola koyulacağım,” diye yanıtladı kralı Perseus.
“Yalvarırım sana öyle olsun, benim yürekli delikanlım,” dedi kral neşelenerek. “Ve Perseus, Gorgon’un başını keserken, darbelerine çok dikkat et, görünüşüne bir zarar verme. Onu eve, Prenses Hippodamia’nın zarif zevkine sunulabilecek en iyi şekilde getirmelisin.”
Perseus saraydan ayrılırken, Polydectes’in patlattığı kahkahayı duymamıştı. Çok eğlenen kötü kral genç adamı kapana kıstırmanın yolunu bulmuştu. Perseus’un yılan saçlı Medusa’nın kafasını kesme görevini üstlendiği haberi çabucak yayıldı. Herkes çok neşelenmişti, bu adada yaşayan insanlar da tıpkı kralları gibi çok kötüydüler, Danae ve oğlunun başına gelecek her türlü kötülük onlar için her şeyden daha güzeldi. Bu talihsiz Seriphus adasındaki tek iyi kalpli adam balıkçıydı. Perseus yoldan geçerken onun arkasından işaret ediyorlar, birbirlerine göz kırpıp bağırarak onunla alay ediyorlardı.
“Haha, Medusa’nın yılanları adamakıllı sokacak onu,” diyorlardı.
O zamanlarda üç tane Gorgon hayattaydı ve bu yaratıklar dünya kurulduktan bu yana, hatta sonrasında ve hatta tüm zamanlar boyunca görüp görülebilecek en korkunç ve en garip canavarlardı. Bunların ne çeşit yaratıklar ya da ifritler olduğunu bilemiyorum. Üç kız kardeştiler ve oldukça uzaktan da olsa kadınlara benzeyen bir şekilde dünyaya gelmişlerdi. Fakat gerçekte, oldukça korkunç ve zararlı ejderhaların soyundan geliyorlardı. Aslına bakarsanız, bu üç kız kardeşin ne kadar gudubet yaratıklar olduklarını hayal etmek oldukça güç. İnsanların dediklerine bakarsanız eğer, saç örgüleri yerine, her birinin kafasından yüz devasa yılan fışkırıyordu ve bu yılanların her biri canlı, yerinde durmayan, kıvrım kıvrım halde hareket edip en sonunda da zehirli ve çatallı dilleriyle ısırıyorlardı. Dişleri oldukça uzun ve sivriydi, elleri pirinçten yapılmıştı ve gövdeleri demirden değilse bile, onun kadar sert ve delinmez pullarla kaplıydı. Kanatları da vardı ve olağanüstüydüler. Sizi temin ederim ki Gorgonlar gün ışığında uçmaya başladıkları zaman, hiç şüphe yok, baş döndürücü gözüküyorlardı çünkü kanatlarındaki her bir tüy kusursuz, göz alıcı, parıldayan altından yapılmıştı.
Fakat göklerde uçarken, bu göz alıcı parlaklıkları insanların gözlerine iliştiğinde, hepsi onlara bakmayı bırakıp derhal saklanacakları bir yer bulmak için koşuşturmaya başlıyorlardı. Şimdi siz bu insanların Gorgonların saç yerine kafalarından çıkan yılanların ısırıklarından, korkunç sivri dişleriyle onları ısıracaklarından ya da pirinçten yapılmış elleriyle onları parçalayacaklarından korktuklarını düşünüyor olabilirsiniz. Elbette bunlar da tehlikelerden bazılarıydı ancak ne en büyüğü ne de kaçması en zor olanıydı. Bu mendebur yaratıklarla ilgili başlarına gelebilecek en büyük felaket şuydu: Eğer ki zavallı bir ölümlü gözlerini bu canavarlardan birinin yüzüne dikerse, derhal eti ve kanı yok olarak soğuk ve cansız bir taşa dönüşüyordu.
Yani hepinizin anlayacağı gibi bu, kötü kral Polydectes’in masum delikanlı için planladığı çok tehlikeli bir görevdi. Perseus bu vazife üzerine biraz düşündükten sonra, bu görevin üstesinden gelme şansının ne kadar az olduğunu kendisi de gördü ve Medusa’nın yılan saçlı kafasını getirme fikrinden ziyade kendisini taşa dönüşmüş olarak hayal ediyordu. Diğer tüm tehlikeler bir yana, Perseus’un üstesinden gelmesi gereken bir büyük tehlike daha vardı. Bu altın kanatlı, demir pulla örtülü, uzun sivri dişli, pirinçten pençeleri olan ve yılan saçlı canavarlarla savaşıp onları öldürmenin yanında, bir de bu işi gözleri kapalı ya da en azından çarpıştığı düşmana pek de göz atmadan yapmalıydı. Aksi takdirde daha elini darbe indirmek için kaldırır kaldırmaz, bir taşa dönüşür ve yüzyıllarca, ta ki rüzgâr, hava ve zaman onu un ufak edene kadar kolu havada kalırdı. Böyle bir şeyin başına gelmesi, daha birçok cesur vazifeye atılmak ve parlak, güzel dünyanın keyfini çıkarmak isteyen genç bir adam için çok hüzünlü bir son olurdu.
Bu düşünceler Perseus’u öyle büyük kederlere gark etti ki, üstlendiği görevi annesine söylemeye dili varmıyordu. Bu sebeple, zırhını giydi, kılıcını kuşandı ve adadan ayrılarak anakaraya geçti. Burada kuytu bir yer bulup gözyaşlarının akıp gitmesine engel olamadan oturdu.
Acı içinde otururken, yakından gelen bir ses duydu.
Ses “Perseus,” dedi. “Neden bu kadar üzgünsün?”
Ellerinin arasına aldığı kafasını kaldırarak dikkatlice etrafa baktı. Perseus kendisini bu ıssız yerde yalnız sanıyordu ama bir yabancı vardı burada. Oldukça çevik, zeki ve cin fikirli görünen genç bir adamdı. Kafasına eski usul bir şapka ve omuzlarına bir pelerin geçirmişti. Elinde garip kıvrımları olan bir asa tutuyordu, belinde eğri büğrü ve kısa bir kılıç takılıydı. Oldukça canlı ve hareketli biriydi, tıpkı sürekli egzersiz yapan, hoplamaya zıplamaya alışkın insanlar gibi. Tüm bunlar bir yana, yabancının oldukça neşeli, bilgiç ve yardımsever bir havası da vardı, gerçi biraz kurnazca bir hali de yok değildi. Perseus ona baktıkça ruhunun daha da canlandığını hissediyordu. Öte yandan çok cesur bir genç olarak, birinin onu küçük bir okul çocuğu gibi gözyaşları içinde görmüş olmasından büyük utanç duyuyordu, üstelik umutsuzluğa kapılmak için de bir neden yoktu. Perseus gözyaşlarını kuruladı ve yabancıya hareketli bir şekilde ve elinden geldiğince cesur görünmeye çalışarak cevap verdi.
“Hayır, üzgün değilim,” dedi. “Sadece üstlendiğim görevle ilgili endişeliyim.”
“Demek öyle,” dedi yabancı. “Öyleyse anlat bana, büyük ihtimalle sana yardımcı olabilirim. Ben birçok genç adama, başta çok zor görünen maceralara atılmalarında yardım ettim. Belki beni duymuşsundur. Birçok adım var ancak bunlar içinde bana en uygun olanı Quicksilver. Söyle bakalım derdin nedir ve bunu halledebilmek için neler yapabiliriz, konuşalım.”
Yabancının sözleri ve tavrı, Perseus’u deminki halinden bambaşka bir hale soktu. Şimdiki halinden daha kötü olamayacağını ve yeni arkadaşının sonunda her şeyi yoluna koymak için ona tavsiyeler verebileceğini düşündü. Böylece yabancıya, konunun ne olduğunu anlaması için birkaç kelime etmeye karar verdi. Kral Polydectes’in güzel Prenses Hippodamia’ya düğün hediyesi olarak yılan saçlı Medusa’nın başını vermek istediğini, kendisinin bu görevi üstlendiğini ancak taşa dönüşmekten korktuğunu anlattı.
“Ve bu pek yazık olur,” dedi kurnazca gülümsemesiyle Quicksilver. “Doğrusunu istersen senden çok yakışıklı mermer bir heykel olur ve un ufak olup gitmen de yüzyıllar sürer. Yine de kısa süreliğine genç bir adam olmak, yıllarca taş kesilip kalmaktan iyidir.”
“Hem de nasıl!” diye bağırdı Perseus, gözyaşları tekrardan akıyordu. “Üstelik biricik oğlu taşa dönüşürse, benim sevgili annem ne yapar?”
“Tamam, tamam, ümit edelim ki olaylar böyle kötü bir şekilde bitmesin,” dedi Quicksilver cesaretlendirici bir ses tonuyla. “Ben tam da sana yardım edebilecek insanım. Kız kardeşim ve ben şu an içinden çıkılmaz gibi gözüken bu macerayı güvenle atlatman için elimizden geleni yapacağız.”
“Kız kardeşin mi?” dedi Perseus.
“Evet, kız kardeşim,” dedi yabancı. “Sana yemin ederim, kendisi çok bilge birisidir; benim de zekâm kıvraktır. Eğer cesur ve dikkatli olup bizim tavsiyelerimizi dinlersen, taşa dönüşme konusunda asla endişelenmene gerek kalmaz. Fakat öncelikle, şu zırhını ayna gibi olana dek güzelce bir temizle.”
Bu Perseus’a, bir maceraya başlama yolu olarak çok garip geldi; zırhına bakıp kendi suretini görmektense zırhının Gorgonların pirinçten pençelerine karşı onu koruyacak olması ona daha mühim bir meseleymiş gibi geliyordu. Yine de, Quicksilver’ın kendisinden daha bilgili olduğunu göz önüne alınca hemen işe koyuldu ve zırhını ovmaya başladı. O kadar özenli ve iyi niyetle yaptı ki işini, zırhı, tıpkı hasat zamanındaki ay gibi parlamaya başladı. Quicksilver gülümseyerek zırha baktı, onaylarcasına başını salladı. Sonra kısa ve eğri büğrü kılıcını çekerek, eskimiş kılıcı yerine onu Perseus’un kemerine bağladı.
“Benim kılıcım hariç hiçbir kılıç senin amacına hizmet etmez,” dedi Quicksilver. “En mükemmel şekilde yapılmıştır, demiri ve pirinci kolayca keser. Evet, şimdi işe koyulalım, sırada Üç Gri Kadın’ı bulmak var, onlar bize orman perilerinin nerede olduklarını söyleyecekler.”
“Üç Gri Kadın!” diye bağırdı Perseus. Bu ona, macera yolunda karşılaşacağı yeni bir zorluk gibi geliyordu. “Yalvarırım söyle, kim bu Üç Gri Kadın? Daha önce hiç duymamıştım.”
“Onlar, oldukça garip üç yaşlı hanım,” dedi Quicksilver gülerek. “Ortak kullandıkları bir gözleri ve sadece birer dişleri var. Dahası, onları ya yıldızların aydınlattığı bir vakit ya da akşam alacasında bulabilirsin çünkü güneş ışığında ya da ay ışığında kendilerini asla göstermezler.”
“İyi de,” dedi Perseus. “Neden zamanımı bu Üç Gri Kadın’la harcayayım? Bir an önce korkunç Gorgonları aramaya başlamak daha iyi olmaz mı?”
“Hayır, hayır,” diye yanıtladı arkadaşı. “Gorgonlara giden yolu bulmadan önce yapman gereken başka şeyler var. Bu hanımları avlamaktan başka yapacak bir şey yok. Onlarla tanıştığımızda, Gorgonlara çok da uzak olmadığımıza emin olabilirsin. Hadi biraz canlanalım.”
Perseus arkadaşının bilgeliğine çok güvendiği için daha fazla itiraz etmedi ve maceraya bir an önce başlamaya hazır olduğunu söyledi. İşleri gereğince yola koyuldular ve oldukça hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Hatta öyle ki, Perseus atik arkadaşı Quicksilver’a yetişmekte epeyce zorlandı. Doğruyu söylemek gerekirse, bu konuda aklına gelen tek şey Quicksilver’ın bir çift kanatlı ayakkabıya sahip olduğu ve haliyle onun fevkalade bir biçimde yol almasına yardımcı olduğuydu. Bir de göz ucuyla arkadaşının yan tarafına bakınca, kafasının hemen yanında kanatları olduğunu gördü. Tam olarak bakışlarını çevirse de algılanabilecek bir şey yoktu, sadece tuhaf bir miğfer takmıştı. Kıvrımlı asa da Quicksilver’a çok büyük kolaylık sağlıyordu; öyle ki oldukça hareketli genç bir adam olan Perseus’un nefesi kesilmişken arkadaşı asa sayesinde hızla yola devam ediyordu.
“Hey!” diye bağırdı arkadaşı nihayet. Perseus’un ona yetişmesinin ne kadar zor olduğunu biliyordu bu yaramaz. “Asayı sen al, belli ki benden daha fazla ihtiyacın var. Seriphus adasında senden daha iyi yürüyen başka adamlar yok mu?”
“Eğer bir çift kanatlı ayakkabım olsaydı,” dedi Perseus şakacı bir şekilde arkadaşının ayağına bakarak “oldukça iyi yürürdüm.”
“Bir çift de sana bulmalıyız,” diye yanıtladı Quicksilver.
Fakat asa en ufak bir güçsüzlük hissetmeden Perseus’un yoluna devam etmesine yardım etti. Sanki bu sopa canlıydı ve canının bir kısmını Perseus’a ödünç vermişti. O ve Quicksilver sohbet ederek kolaylıkla ilerliyorlardı. Quicksilver eski maceraları hakkında konuşuyor, bir sürü güzel hikâye ve cin fikirlerinin bu maceraları çözme konusunda nasıl yardımcı olduğunu anlatıyordu. Perseus onun ne kadar harika bir insan olduğunu düşünmeye başladı. Besbelli dünyayı iyi biliyordu, kimse Perseus’a bu çok bilgili arkadaşı kadar büyüleyici gelmemişti. Perseus, kendi zekâsının daha kıvrak olmasını umarak arkadaşını daha bir hevesle dinlemeye başladı.
Derken Perseus, Quicksilver’ın bir kız kardeşten bahsettiğini ve onun atıldıkları bu macerada onlara yardım edebileceğini söylediği anımsadı.
“Kız kardeşin nerede?” diye sordu “Yakın bir zamanda tanışacak mıyız?”
“Her şeyin zamanı var,” dedi arkadaşı. “Fakat şunu söylemeliyim ki kız kardeşim benden oldukça farklı bir karaktere sahiptir. Ağırbaşlı ve ölçülüdür, nadiren gülümser, asla gülmez ve eğer çok mühim bir mesele değilse asla tek bir kelime etmez. En aklı başında sohbet hariç hiçbir sohbeti de dinlemez.”
“Olur şey değil!” diye bağırdı, “Tek bir kelime etmeye korkarım.”
“Seni temin ederim, çok yetenekli birisidir,” diye devam etti Quicksilver. “On parmağında on marifet vardır. Kısacası öyle bilgedir ki çoğu insan onu bilgeliğin simgesi olarak görür. Fakat gerçeği söylemek gerekirse, ben onu pek şen şakrak bulmam ve sanırım sen de onu en iyi yol arkadaşı olarak düşünmezsin. Yine de kendine göre çok iyi olduğu yönleri de vardır ve Gorgonlarla karşılaştığında bu yönlerinden kesinlikle faydalanacaksın.”
O zamana kadar ortalık alacakaranlığa dönmüştü. Her yanı kabarık otların sardığı, çok vahşi ve ıssız bir yere gelmişlerdi. Öyle sessiz ve kasvetli bir yerdi ki daha önce kimse burada yaşamamış ya da yolu buradan geçmemişti adeta. Giderek karanlıklaşan gri alacakaranlıkta her yer harabeye dönmüş ve tenhalaşmıştı. Perseus kederli biçimde Quicksilver’a baktı ve daha gidecek çok yolları olup olmadığını sordu.
“Şişt!” diye fısıldadı arkadaşı. “Sessiz ol. Bu, Üç Gri Kadın’la tanışmak için en doğru yer ve zaman. Sen onları görmeden önce onlar seni görmesin, dikkatli ol. Üçünün tek bir gözü olmasına rağmen, yarım düzine normal gözden çok daha keskindir.”
“Peki, onlarla karşılaştığım zaman ne yapmalıyım?” diye sordu Perseus.
Quicksilver Perseus’a Üç Gri Kadın’ın bir tek olan gözü nasıl kullandıklarını açıkladı. Alışkanlıkları gereği, kendi aralarında bu gözü değiştirip kullanıyorlardı; tıpkı bir çift gözlük camına sahiplermiş gibi; onların durumunda daha uygun bir deyişle, tek camlı bir gözlüğe sahiplermiş gibi. Üçünden biri belli bir süre kullandıktan sonra, gözü çukurundan çıkarıp diğer kız kardeşine veriyordu. Sıra kime gelmişse hemen gözü alıp yuvasına koyuyor ve dünyaya göz atarak eğleniyordu. Buradan da anlaşılacağı üzere, diğer iki kadın karanlıkta kalırken sadece bir tanesi görebiliyordu. Dahası, tam gözü elden ele uzattıkları esnada, yaşlı kadınlardan hiçbiri en ufak bir ışıltı dahi göremiyordu. Bugüne kadar birçok tuhaf şey duydum ve birçoğunu da deneyimledim ancak bunlardan hiçbiri tek bir gözle dünyayı seyreden bu Üç Gri Kadın’ın hikâyesiyle kıyaslanamaz.
Perseus da böyle düşünmüş olacak ki şaşırıp kalmıştı. Neredeyse arkadaşının onunla dalga geçtiğini ve yaşlı hanımların bu dünyada olmadıklarını zannetmişti.
“Birazdan doğru mu yoksa yalan mı söylüyorum anlarsın,” dedi Quicksilver. “Sus, şişt, şişt! Geliyorlar.”
Perseus dikkatli bir şekilde akşam alacasına doğru baktı ve orada, çok uzak olmayan mesafede Üç Gri Kadın’ı fark etti. Işık giderek sönükleşmişti, kadınların ne çeşit şekillere sahip olduklarını zar zor görebiliyordu. Sadece uzun gri saçları olduğunu gördü, kadınlar yakınlaştıkça, iki tanesinin alınlarının tam ortasında boş bir göz çukuru olduğunu gördü. Fakat üçüncü kız kardeşin alnının ortasında çok büyük, parlak ve delici bir göz vardı. Yüzükteki mükemmel bir elmas gibi parlıyordu. Perseus iyice kavradı ki tıpkı gündüz vakti gördüğü gibi, en karanlık gecede de her bir yanı mükemmelce görmeleri bu yüzdendi. Üç kişinin gözlerinin görebileceği tüm yetenek tek bir gözde bir araya gelmişti.
Bu üç yaşlı hanım sanki her biri kendi başına görebiliyormuş gibi tek bir gözle rahatça idare ediyorlardı. Alnında gözü taşıma şansına sahip olan kadın her kimse diğer ikisini elleriyle yönlendiriyor ve etrafına keskin bakışlarla göz gezdiriyordu. O kadar ki Perseus acaba kadın kalın ot yığınlarının arkasında saklanan onu ve arkadaşı Quicksilver’ı görüyor mu diye ürkmüştü. Tanrı korusun, böylesi keskin bir gözün menzilinde olmak gerçekten çok korkutucuydu.
Ot yığınlarına varmadan evvel kadınlardan biri konuştu:
“Kardeşim, Korkuluk Kardeşim!” diye bağırdı. “Sen hakkını yeterince kullandın, şimdi sıra bende.”
“Biraz daha kalsın bende Karabasan Kardeşim,” dedi Korkuluk. “Sanırım şu otların olduğu yerde bir şey görür gibi oldum.”
“Peki neymiş o?” diye sertçe ve meraklı bir biçimde yanıtladı Karabasan. “Kalın otların içini senin kadar iyi göremez miyim? Göz senin olduğu kadar benim de. Ben de senin kadar biliyorum onu kullanmayı hatta belki biraz daha bile iyi biliyorum. Hemen bakmak için ısrar ediyorum!”
Aslında sıra, üçüncü kız kardeş olan Dehşet’e aitti. O da şikâyet etmeye başladı ve sıranın kendisinde olduğunu, hep diğer ikisinin kullanmak istediklerini söyledi. Tartışmanın sonunda yaşlı Bayan Korkuluk gözü alnından çekip çıkardı ve elinde tutmaya başladı.
“Alın biriniz,” dedi. “Ve şu aptalca tartışmaya bir son verin. Kendi adıma, bir parça karanlıktan memnun olurum. Alın çabuk aksi takdirde yeniden alnıma yerleştirmem gerekecek.”
Hemen, Karabasan ve Dehşet’in her ikisi de ellerini uzatıp Korkuluk’un elinden gözü kapmak için hevesle yokladılar. Her ikisi de kör olduğu için Korkuluk’un elini bulmaları hiç de kolay değildi ve Korkuluk da o esnada gözü elinde tuttuğu için diğer iki kardeşi kadar kördü. Elleri gözü bir türlü bulamıyordu. Böylece, siz sevgili okurlarımın bir bakışta anlayabileceği gibi, bu üç yaşlı hanım tuhaf bir karışıklığın içinde buldular kendilerini. Korkuluk onu elinde tutarken, göz parlamasına ve bir yıldız gibi ışımasına rağmen Gri Kadınlar en ufak bir ışıltıyı bile yakalayamıyorlardı, çünkü görme arzusuyla öyle sabırsızdılar ki, her biri karanlıkta kalmıştı.
Quicksilver, Dehşet ve Karabasan’ın gözü yakalamaya çalışmasından ve sürekli suçu birbirlerine atmasından dört köşe olmuştu. Bir kahkaha patlatmamak için kendini zor tutuyordu.
“Şimdi senin sıran,” diye fısıldadı Perseus’a. “Acele et, ikisinden biri gözü alıp kafalarına yerleştirmeden önce yaşlı kadınlara doğru git ve gözü Korkuluk’un elinden kap!”
Üç Gri Kadın hâlâ bağrışırken, Perseus bir anda çalılıkların arasından fırladı ve ödülü kaptı. Elinde tuttuğu bu olağanüstü göz ışıl ışıl parlıyordu, sanki bir çift gözkapağına sahip olmuş olsaydı göz kırpacakmış gibi bilmiş bir havayla Perseus’a bakıyordu. Fakat Gri Kadınlar’ın ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu, her biri gözü bir diğeri aldı zannediyordu ve yeni bir münakaşa başladı aralarında. Perseus bu üç saygıdeğer hanımı daha büyük anlaşmazlıklara düşürmemek için onlara konuyu açmanın en doğrusu olacağını düşündü.
“Güzel hanımlar,” dedi. “Yalvarırım birbirinize kızmayınız. Eğer hatalı biri varsa o da benim; sizin mükemmel ve göz kamaştırıcı gözünüzü elimde tutma şerefine nail olduğum için!”
“Sen! Gözümüz sende! Peki ya sen kimsin?” diye bağırdı kadınların üçü de bir nefeste. Elbette çok korkmuşlardı; kim olduğunu asla tahmin edemedikleri bir yabancı gelip onlara ait gözü elinde tuttuğunu söylüyordu. “Ah, ne yapacağız kardeşlerim? Ne yapacağız? Hepimiz karanlıkta kaldık! Gözümüzü geri ver! Kıymetli, biricik gözümüzü bize geri ver! Senin zaten iki tane var. Gözümüzü ver!”
“Onlara,” diye fısıldadı Quicksilver Perseus’a “uçan pabuçlara, sihirli cüzdana ve karanlığın başlığına sahip olan perileri nerede bulacağını sana söyler söylemez gözü geri alacaklarını söyle.”
“Benim sevgili, değerli güzel hanımlarım,” dedi Perseus Gri Kadınlar’a dönerek. “Bu kadar korkmanıza gerek yok, ben kötü bir adam değilim. Bana perileri nerede bulacağımı söylediğiniz an, gözünüzü eskisinden de parlak ve sapasağlam bir şekilde geri alacaksınız.”
“Periler! Aman Tanrım! Hangi perilerden bahsediyor?” diye bağırdı Korkuluk. “Dediklerine göre birçok harika peri varmış. Bazıları ormanda avlanmaya gidermiş, bazıları ağaçların arasında yaşarmış, bazılarının da su kaynaklarının oralarda çok rahat evleri varmış. Biz onlar hakkında bir şey bilmiyoruz. Alacakaranlıkta gezinmeye giden üç talihsiz zavallıyız. Sahip olduğumuz tek şey gözümüzdü, o da çalındı şimdi. Lütfen onu geri ver, iyi kalpli yabancı, her kimsen geri ver onu lütfen!”
Bu esnada Üç Gri Kadın’dan her biri elleriyle etrafı yokluyor ve Perseus’u yakalamak için olanca güçleriyle çabalıyorlardı. Fakat Perseus gözü onlardan uzak tutmak için önlemini almıştı.
Annesinden aldığı terbiyesiyle Perseus, “Saygıdeğer hanımlar,” dedi. “Gözünüzü elimde tutuyorum ve siz bana perilerin yerini söyleyene dek onu güvenli bir şekilde tutmaya devam edeceğim. Bahsettiğim bu periler, sihirli cüzdana, uçan pabuçlara ve görünmezlik başlığına sahip olan periler.”
“Acı bize! Kardeşlerim, bu genç adam neden bahsediyor böyle?” diye bağırdı üç kız kardeş büyük bir şaşkınlık içinde. “Bir çift uçan pabuç,” dedi, “eğer onları giyecek kadar aptal olsaydı topukları kafasından yükseklerde uçardı. Ve bir görünmezlik başlığı! Eğer altında saklanacak kadar büyük değilse, bir başlık onu nasıl görünmez kılabilir ki? Ve bir de sihirli cüzdan! Ne çeşit bir buluş bu gerçekten merak ettim! Hayır, hayır sevgili yabancı, bu olağanüstü şeylerle ilgili sana söyleyecek bir şeyimiz yok. Kendine ait iki gözün var, bizdeyse üç kişiye yalnızca bir göz! Bu bahsettiğin harikaları, bizim gibi üç kör yaşlı yaratıktan daha kolay bulabilirsin.”
Onların bu şekilde konuştuğunu duyan Perseus Gri Kadınlar’ın gerçekten de bir şey bilmediğini düşünmeye başladı. Bu kadar zahmete soktuğu için çok üzülen Perseus tam gözü onlara geri verip çaldığı için özür dileyecekti ki Quicksilver hemen elini yakaladı.
“Seni kandırmalarına izin verme!” dedi Quicksilver. “Bu Üç Gri Kadın, dünya üzerinde sana perilerin yerini söyleyebilecek yegâne kişilerdir. Ve eğer bu bilgiyi edinemezsen, yılan saçlı Medusa’nın kafasını kesme görevini asla başaramazsın. Gözü sakın bırakma, her şey yoluna girecek.”
Quicksilver haklıydı ve dediği gibi oldu. İnsanların değer verdikleri çok az şey vardı, görme yetenekleri de bunlardan biriydi. Gri Kadınlar, tek bir göze öylesine değer veriyorlardı ki adeta sahip olmaları gereken yarım düzine göz bu tek bir gözde bir araya gelmişti. Onu ele geçirmenin başka yolu olmadığını anlayan kadınlar, nihayet Perseus’a istediği şeyi söylediler. Kadınlar istediğini söyler söylemez, derhal ve büyük bir saygıyla elindeki gözü kadınlardan birinin alnındaki boş çukura koydu, nezaketleri için onlara teşekkür ederek veda etti. Genç adam artık onları duymuyordu ama onlar çoktan yeni bir tartışmaya başlamışlardı. Çünkü Perseus, bu olay yaşanmadan önce de gözü kullanan Korkuluk’a takmıştı.
Elbette ki, Üç Gri Kadın’ın bu çeşit didişmeleri, kendi aralarında karşılıklı ahenkli bir alışkanlığa dönüşmüştü. Aslında bir bakıma çok üzücü bir durumdu, çünkü içlerinden herhangi biri olmadan yapamazlardı, birbirlerinden asla ayrılamaz üç yoldaştılar. Tüm insanlara, erkek ya da kız kardeş olsunlar veya yaşlı ya da genç olsunlar, tavsiyem şudur: Eğer kendi aralarında sahip oldukları tek bir göz varsa, müsamaha göstermeli ve hep birden o gözden bakmaya çalışmamalılar.
Bu esnada, Quicksilver ve Perseus perileri aramaya yola çıkmışlardı. Yaşlı hanımlar onlara çok bariz talimatlar vermişlerdi, böylece onları bulmak için çok uzun bir süre harcamamışlardı. Karabasan, Shakejoint ve Korkuluk’tan çok farklı görünüyorlardı; yaşlı olmalarına rağmen hâlâ genç ve güzeldiler. Kardeşler gibi tek bir göz yerine, her birinin Perseus’a dikkatlice baktığı, fazlasıyla parlak bir çift gözü vardı. Quicksilver’la tanışık gibi bir halleri vardı, arkadaşı Perseus’un üstlendiği vazifeden bahsedince, macera için gerekli malzemeleri vermekte hiç zorluk çıkarmadılar. İlk önce, geyik derisinden yapılmış ve incelikle işlenmiş küçük bir cüzdanı andıran bir şey getirdiler. Güvende tutacağına inanarak ona teslim ettiler. Bu sihirli cüzdandı. İkinci olarak topuklarında kanatları olan bir çift sandalet gösterdiler.
“Giy bunları Persues,” dedi Quicksilver. “Yolculuğumuzun geri kalanında, arzu ettiğin kadar atik olduğu göreceksin.”
Persues ayakkabılardan birini ayağına geçirdiği esnada, diğer teki hemen yanında duruyordu. Birden hiç beklenmedik bir şekilde ayakkabının tekinin kanatları açıldı, yerden havalanarak kanat çırpmaya başladı ve eğer Quicksilver zıplayıp da havada yakalayamasaydı muhtemelen uçup gidecekti.
“Daha dikkatli olmalısın,” dedi ayakkabıyı Perseus’a geri verirken. “Eğer aralarına karışmış bir ayakkabı görürlerse, gökte uçan kuşlar korkabilir.”
Perseus ikisini de ayaklarına geçirince, bir an önce adımlamak için heyecanlanmıştı. Bir adım attı ve ikincisi ve şuraya bakın! Quicksilver ve perilerin üstünde havaya yükseldi ancak aşağı nasıl ineceğini bulmakta bir hayli zorlandı. Kanatlı ayakkabılar ve diğer tüm uçan icatları idare etmek biraz alışana kadar çok zordu. Quicksilver arkadaşının bu istemsiz hareketine güldükten sonra ona fazla acele etmemesini ve görünmezlik şapkasını beklemesini söyledi.
Tüyleri uçuşan, koyu renk sorgucu olan başlık, iyi kalpli perilerin elinde, kafasına takması için Perseus’u bekliyordu. Tam o esnada henüz size bahsetmediğim bir olay oldu. Başlığı kafasına giymeden bir saniye önce, elinde parıl parıl parlayan kalkanı, kemerindeki eğri büğrü kılıcı, altın gibi saç lüleleri ve kırmızı yanaklarıyla delikanlı Perseus ayakta duruyordu; canlılık ve cesaretle aydınlanmış gibi hazırda bekliyordu. Fakat başlığı kafasına koyar koymaz, Perseus ortadan kaybolmuştu! Havadan başka bir şey yoktu! Onu gizleyen başlık bile görünmez olmuştu!
“Perseus, neredesin?” diye sordu Quicksilver.
“Nasıl, buradayım elbette,” dedi Perseus oldukça sakin bir sesle. Sesi sanki şeffaf bir boşluktan geliyordu. “Az önce neredeysem yine oradayım. Beni görmüyor musun?”
“Doğrusunu istersen, hayır!” diye cevapladı arkadaşı. “Başlığın altına gizlendin. Yani eğer ben seni göremiyorsam, Gorgonlar da göremez. Şimdi beni takip et de uçan ayakkabılarla birlikte ustalığını bir görelim.”
Bu sözcüklerle birlikte, Quicksilver’ın şapkasının kanatları açıldı, sanki kafası omuzlarından uçup gidecek gibiydi. Fakat tüm vücuduyla yavaşça havaya kalktı ve Perseus da onu takip etti. Birkaç yüz fit yükseldikten sonra genç adam, bu sıkıcı yeryüzünü aşağıda bırakıp bir kuş gibi uçup gidebilmenin ne kadar da harika bir duygu olduğunu hissetmeye başladı.
Gece iyice ilerlemişti. Perseus başını yukarı kaldırdı ve yuvarlak, parlak, gümüş renkli aya baktı, oraya doğru uçup gitmekten ve hayatını orada geçirmekten daha güzel bir şey olamayacağını düşündü. Sonra başını aşağı eğerek yeryüzüne baktı; denizleri ve gölleriyle, akıp giden gümüşi nehirleriyle, dağlarının karlı tepeleriyle, tarlalarda esen rüzgârıyla, öbek öbek gözüken ormanlarıyla, tüm etrafı kaplayan ay ışığının yansıdığı beyaz mermerden yapılma şehirleriyle yeryüzünün de, gökteki ay ya da parlayan bir yıldız kadar harikulade olduğunu gördü. Diğer her şeyin arasından annesinin yaşadığı Seriphus Adası’nı gördü sonra. Bazen o ve Quicksilver, gümüş renginde yumuşak tüyden yapılmış gibi gözüken bir buluta yaklaşıyor ve içine girdiklerinde kendilerini donmuş ve gri sisle nemlendirilmiş gibi hissediyorlardı. Bulutun içinden yeniden ay ışığına çıktıklarında uçuşları hızlanmıştı artık. Yükseklerde uçan bir kartal, görünmez Perseus’a doğru uçtu. En cesur olanlar meteorlardı, sanki gökte bir ateş yakılmış gibi parlayarak ay ışığını soluklaştırmışlardı.
İki arkadaş ileri doğru uçarlarken, Perseus hemen yanında bir kumaş hışırtısı gibi bir şey hissetti. Diğer tarafta Quicksilver vardı ve o gayet görünür biçimdeydi.
“Yanımda hışırtılarını duyduğum bu giysi kimin?” diye sordu Perseus.
“Ah, o benim kız kardeşimin!” diye cevapladı Quicksilver. “Sana sözünü ettiğim gibi, bizimle geliyor. Kardeşimin yardımı olmazsa hiçbir şey yapamayız. Onun ne kadar bilge olduğunu bir bilsen. Öyle gözleri vardır ki! Görünmez olmana rağmen seni görebiliyor ve iddia ediyorum ki Gorgonları ilk keşfeden o olacak!”
Havada uzun yolculuklarının devam ettiği esnada, birazdan üzerinde uçacakları koskoca okyanusu gördüler. Hemen altlarında dalgalar denizin ortasında gürültüyle çalkalanıyor, beyaz köpüklü dalgalar kulakları sağır eden bir kükremeyle karalara vuruyordu; ancak sesleri Perseus’un kulaklarına adeta yarı uykuda bir bebeğin yumuşak mırıltısı gibi geliyordu. Sonrasında havada, hemen yanından bir ses duydu. Çok yumuşak olmasa da, ağırbaşlı ve ılıman denilebilecek bir kadın sesine benziyordu.
“Perseus,” dedi ses. “Gorgonlar işte orada.”
“Nerede?” diye bağırdı Perseus. “Onları göremiyorum.”
“Hemen senin altındaki adanın kıyılarında,” diye yanıtladı ses. “Senin elinden düşen bir çakıl taşı tam ortalarına isabet edebilir.”
“Gorgonları ilk onun keşfedeceğini söylemiştim sana,” dedi Quicksilver Perseus’a. “Ve işte oradalar!”
Hemen aşağıda, kayalık kıyılarını beyaz köpüklü dalgaların sardığı, denizin içinde küçük bir adayı fark etti Perseus. Sadece kar beyazı kumlarla kaplı kıyının etrafı beyaz köpüklü dalgalarla sarmalanmamıştı. Aşağı doğru inişe geçti ve simsiyah kayalardan oluşan uçurumun dibinde kümelenen parlaklığa dikkatlice baktı; işte, korkunç Gorgonlar oradaydı! Denizin gürlemesiyle yatışıp uykuya dalmışlardı çünkü böylesi vahşi yaratıkları uyutmak için, diğer herkesi sağır edecek derecede güçlü bir gürültü lazımdı. Ay ışığı, çelikten derileri ve kayıtsızca kumlara yayılmış altından kanatları üzerinde parlıyordu. Gorgonlar, zavallı ölümlüleri paramparça ettikleri rüyalarındayken, bakması korkunç pirinçten pençeleri dalgaların dövdüğü kayalardan düşen parçaları yakalamıştı. Kafalarındaki saç mahiyetinde yılanlar da onlar gibi uykuda gözüküyordu. Yine de ara sıra, içlerinden biri debelenerek başını kaldırıyor ve çatallı dilini uzatıp uykulu bir tıslama sesi çıkarıyordu. Sonrasında tekrar yılan kardeşlerinin arasına dönerek uyumaya devam ediyordu.
Gorgonlar her şeyden çok, korkunç dev böcekleri andırıyorlardı. Tıpkı aynı anda hem güzel hem de çirkin olan, kocaman altın kanatlı böceklerin ya da yusufçukların milyon kere büyükleri gibiydiler. Ancak tüm bunların yanında kısmen insani yanları da vardı. Yatış şekillerinden dolayı yüzleri Perseus’tan saklanmıştı. Çok şanslıydı fakat bir anlığına bile onlarla göz göze gelirse, hissiz bir taş gibi havadan aşağı düşebilirdi.
“Şimdi,” diye fısıldadı Quicksilver Perseus’un yanında uçarken. “Harekete geçme zamanın geldi. Acele et, eğer herhangi biri uyanırsa çok geç olur!”
“Peki hangisine saldıracağım?” diye sordu Perseus kılıcını çekip biraz alçalırken. “Üçü de aynı. Hepsinin saçı yılandan. Hangisi Medusa?”
Anlaşılacağı gibi, Medusa, Perseus’un kafasını kesebileceği tek canavardı. Perseus diğer ikisine, ona dünyanın en iyi dövülmüş kılıcını verseniz bile, zamanın azlığından dolayı en ufak bir zarar veremezdi.
Önceden onunla konuşan sakin ses “Dikkatli ol,” dedi. “Gorgonlardan biri uykusunda kımıldanıyor ve uyanmak üzere. O Medusa, sakın ona bakma! Bir bakışı seni taşa çevirmeye yeter. Sadece parıldayan kalkanına yansıyan yüzüne ve vücuduna bak.”
Perseus şimdi anlamıştı neden Quicksilver’ın bu denli ısrarla kalkanını parlatmasını istediğini. Kalkanın yüzeyine baktığında kolayca Gorgon’un yüzünü görebilirdi. İşte, ay ışığı kalkanın üzerine düşerek parlatmıştı ve Medusa’nın korkunç çehresi rahatlıkla görülebiliyordu. Nefret dolu doğaları yüzünden hep birlikte uyuyamayan yılanlar Gorgon’un alnı üzerinde kıvrılıp duruyorlardı. Bu şimdiye kadar görülmüş ya da tahayyül edilmiş en vahşi ve en korkunç yüz olmakla birlikte yine de garip, korku dolu vahşi bir güzellik barındırıyordu. Gözleri kapalıydı ve Gorgon hâlâ derin bir uykudaydı fakat sanki kötü bir rüya görür gibi, çehresinde huzursuz bir ifade vardı. Uzun beyaz dişlerini gıcırdattı ve pirinçten ellerini toprağa gömdü.
Yılanlar da Medusa’nın gördüğü rüyayı fark etmiş olsalar gerek ki huzursuzlanmışlardı. Karmaşık düğümlerle birleşmiş yılanlar, gözlerini açmadan tıslayan yüzlerce kafalarını kaldırmışlardı.
Quicksilver giderek sabırsızlanmıştı. “Şimdi,” dedi, “canavara darbeyi indir.”
“Fakat sakin ol,” dedi genç adamın yanındaki ağırbaşlı, melodili ses. “Aşağı doğru uçarken kalkanına bak ve dikkatli ol, sakın ilk darbeni ıskalama.”
Perseus tedbirli bir şekilde aşağı doğru uçarken bakışları hâlâ Medusa’nın kalkanın üstüne yansıyan yüzündeydi. Yakınlaştıkça, canavarın metalsi vücudu ve yılana benzeyen yüzü giderek daha korkunç bir hal alıyordu. Nihayet canavara bir kol boyu mesafe yaklaşınca, Perseus kılıcını havaya kaldırdı, tam bu esnada Gorgon’un başındaki yılanlar tehditkâr şekilde havaya kalkmışlardı. Medusa gözlerini tekrar kapadı ama çok geçti artık. Kılıç keskindi; darbesi bir yıldırım gibi inmişti ve korkunç Medusa’nın başı vücudundan ayrılıp yere yuvarlandı.
“Harika bir iş başardın!” diye bağırdı Quicksilver, “Acele et ve başı hemen sihirli cüzdanın içine koy.”
Perseus, boynunda asılı duran, işlemeli ve şimdiye kadar bir kese kadar küçük cüzdanın birden Medusa’nın başını içine alacak kadar büyümesine donup kalmıştı. Elinden geldiğince hızlı biçimde yakaladı, yılanlar hâlâ kıvranmaya devam ediyordu ki kafayı çantanın içine sıkıştırdı.
“Görevin tamamlandı,” dedi sakin ses. “Diğer Gorgonlar Medusa’nın intikamını almak için harekete geçmeden önce uç buradan.”
Gerçekten de bir an önce gitmekte fayda vardı, çünkü Perseus işini sessiz sakin halletmemişti. Kılıcının çıkardığı ses, yılanların tıslamaları ve Medusa’nın başının dalgaların vurduğu kumsala doğru devrilip yuvarlanması diğer iki canavarı uyandırmıştı. Bir anlığına oturup uykulu gözlerini pirinçten parmaklarıyla ovuşturdular, o esnada başlarındaki yılanlar da neler olup bittiğinden habersiz bir şekilde kafalarını uzatıp baktılar ve kötü bir sürprizle karşılaştılar. Fakat Gorgonlar Medusa’nın pullarla kaplı cesedini ve altın kaplı kanatlarını hırpalanmış ve kuma dağılmış halde görünce kıyameti kopardılar. Ve o yılanlar! Hep birden diğerlerinin bağırışlarının yüz misli tısladılar ve Medusa’nın yılanları da onlara cüzdandan yanıt veriyorlardı.
Gorgonlar tamamen ayılır ayılmaz havaya doğru fırladılar. Pirinçten pençelerini sallayarak, korkunç uzun dişlerini gıcırdatarak koca kanatlarını öylesine çırpıyorlardı ki, altından tüylerinin bazıları koparak kıyıya kadar süzüldü. Belki de bu tüyler bugün hâlâ orada dağılmış halde duruyorlardır. Giderek yükselen Gorgonlar, etraflarına birini taşa çevirme hırsıyla bakıyorlardı. Eğer Perseus onlara baksaydı yahut onlardan birine yakalansaydı, zavallı annesi oğlunu bir daha asla öpemeyecekti! Fakat dikkatli davranarak hep başka yöne baktı. Zaten görünmezlik başlığı sayesinde Gorgonlar onun nereye uçtuğunu asla takip edemezlerdi. Ve uçan ayakkabıları sayesinde dikey olarak bir mil yukarı çıkmıştı. En tepeye vardığında, bu berbat yaratıkların çığlıkları giderek azalmıştı ve böylece Kral Polydectes’e Medusa’nın başını teslim edebilmek için yolunu doğruca Seriphus Adası’na çevirdi.
Perseus’un yuvasına dönerken başına gelen diğer maceraları, mesela devasa bir canavarın genç bir kızı tam parçalayıp midesine indireceği esnada, Gorgon’un başını ona göstererek korkunç devi taştan bir dağa çevirmesini anlatmak için hiç zamanım yok. Eğer bu öyküden şüphe duyanlar varsa, bir gün Afrika’yı ziyaret edip hâlâ bu devin ismiyle anılan dağı görebilirler.
Nihayet cesur kahramanımız Perseus annesini görme arzusuyla adaya vardı. Fakat Perseus’un yokluğunda korkunç kral, Danae’ye çok kötü davranmıştı. Kadını kaçmaya mecbur etmiş ve sonrasında esir alarak bir tapınağa kapatmıştı. Burada yaşlı papazlar kadına çok kibar davranmışlardı. Bu kadirşinas papazlar ve Perseus’la annesini sandıkta bulup onlara çok iyi davranan balıkçıdan başka hiç kimse iyilik yapmakla ilgilenmiyordu. Kral Polydectes başta, geri kalan hiç kimse birazdan başlarına gelecek olandan daha iyi bir kaderi hak etmiyordu.
Annesini evde bulamayan Perseus doğruca saraya gitti ve derhal kralın huzuruna çıktı. Kral onu gördüğüne hiçbir şekilde sevinmemişti. Kendi şeytani düşüncelerinden kesinlikle emindi, nasıl olsa Gorgonlar bu genç adamı paramparça edip bir güzel yiyeceklerdi. Fakat onun güvenli bir şekilde geri döndüğünü görünce en iyi maskesini takındı ve macerasını nasıl başardığını sordu.
“Sözünü yerine getirdin mi?” diye sordu. “Yılan saçlı Medusa’nın kafasını getirdin mi bana? Eğer getirmediysen bu sana pahalıya mal olur delikanlı. Biliyorsun, Prenses Hippodamia’ya bir düğün hediyesi vermeliyim ve onun, bundan daha çok arzuladığı başka bir hediye yok.”
“Evet, elbette majesteleri,” diye yanıtladı Perseus, sanki başardığı vazifesi çok da mühim bir şey değilmiş gibi. “Size Medusa’nın başını, yılan saçlarını, her şeyi getirdim.”
“Öyle mi? Yalvarırım göster,” dedi Polydectes. “Bir gezgin olarak sözlerini yerine getirdiğine göre çok merak uyandırıcı bir gösteri izleyecek olmalıyız!”
“Evet, Majesteleri doğru söylüyor,” diye yanıtladı. “Gerçekte ona her bakanın bakışlarını donduran bir şey. Eğer Majesteleri uygun görürse, bir tatil günü belirleyip kralın emriyle tüm tebaasını bir arada toplayıp merakları giderelim. Tahminimce pek azı bir Gorgon başı görmüşlerdir ve belki bir daha asla göremeyecekler!”
Kral, tebaasının birtakım aylak serserilerden oluştuğunu ve hepsinin, tıpkı bütün aylaklar gibi, gezip görmeye çok hevesli olduklarını biliyordu. Böylece genç adamın tavsiyesine uyarak, bütün tellallarını ve ulaklarını gönderip her köşe başında, her pazar yerinde ve iki yolun birleştiği her yerde trompetler çalınmasını emretti, herkesi saraya çağırttı. Yemekten başka düşünecek hiçbir şeyleri olmayan bir sürü serseri toplandı saraya. Bunların hepsi, eğer Perseus Gorgonlarla karşılaştığında kötü talihe kapılsaydı çok mutlu olacak insanlardı. Eğer adada başka iyi insanlar varsa -yani gerçekten olabileceğini umuyorum ancak kaynaklarda böyle bir şey yazmıyor- evlerinde kalıp işleriyle uğraşıp küçük çocuklarıyla ilgileniyorlardı. Yerleşik halktan çoğu koşarak saraya doluşmuştu, birbirlerini itip kakarak elinde işlenmiş bir cüzdanla duran Perseus’un olduğu balkona doğru gitmeye çalışıyorlardı.
Balkonun tamamını gören bir platform üzerinde, yanında şeytani danışmanları, etrafında yarım daire olmuş yalaka saray görevlileriyle güçlü Kral Polydectes oturuyordu. Kral, danışmanlar, saray mensupları ve tebaa, hepsi ama hepsi gözlerini meraklı bir şekilde Perseus’a dikmişlerdi.
Halk, “Bize kafayı göster! Bize kafayı göster!” diye bağırıyordu. Sanki Perseus’un gösterdiği şey onları memnun etmezse, delikanlıyı paramparça edeceklermiş gibi kötülükle bağırıyorlardı. “Yılan saçlı Medusa’nın kafasını göster bize!”
Genç Perseus’a bir acıma duygusu geldi ve kederlendi.
“Ey Kral Polydectes!” diye bağırdı. “Ve siz insanlar, size Gorgon’un başını göstermeye çok isteksizim.”
“Ah, seni hain ve korkak!” diye bağırdı halk eskisinden de daha şiddetli. “Bizimle oyun oynuyor, onda Gorgon’un başı falan yok. Eğer elindeyse bize Gorgon’un başını göster yoksa biz seninkini alıp top yapacağız.”
Şeytani danışmanları kralın kulağına kötü tavsiyeler fısıldadılar, saray görevlileri mırıldanmaya başladılar; Perseus’un, lordlarına ve efendilerine saygısızlık ettiğini söylediler. Bunun üzerine kral, elini kaldırdı ve ağır sözlerle kafayı göstermesini emretti.
“Bana Gorgon’un başını göster yoksa senin başını kesip atarım!”
Ve Perseus iç geçirdi.
“Derhal!” dedi Kral Polydectes. “Yoksa ölürsün!”
“İyice bakın öyleyse!” diye bağırdı Perseus. Sesi, bas bas bağıran bir trompet sesi gibiydi.
Daha bir göz kırpmaya bile vakit kalmadan Kral Polydectes, şeytani danışmanları ve kötü kalpli tebaası basit putlara dönüşmüşlerdi. Sonsuza dek şimdiki bakışları ve hareketleriyle sabitlenmişlerdi. Medusa’nın en küçük bir bakışıyla mermer gibi bembeyaz kesilmişlerdi. Perseus kafayı tekrardan cüzdanın içine koydu ve annesine, bundan sonra artık kötü Kral Polydectes’ten korkmasına gerek kalmadığını söylemeye gitti.
Altın Post
Iolchos’un devrik kralının oğlu olan İason henüz küçük bir çocukken ailesinden alınarak, görüp görebileceğiniz en acayip eğitimcilerden birinin ellerine teslim edilmişti. Bu adam, Centaur denilen, yahut dört ayaklı da diyebilirsiniz, kişilerden biriydi. Büyük bir mağarada yaşan bu adamın vücudu ve bacakları beyaz bir atınkiyle aynıydı; başı ve omuzlarıysa bir insana aitti. Adı Chiron’du ve tuhaf görünüşüne rağmen mükemmel bir öğretmendi. Adlarını dünyaya duyurarak kendisine saygınlık getirmiş bir sürü öğrencisi vardı. Meşhur Herkül bunlardan biriydi; Aşil ve Philoctetes de aralarındaydı. Aesculapius da büyük üne sahip bir doktor olarak adını duyurmuştu. Yüce Chiron öğrencilerine arpın nasıl çalındığını, hastalıkların nasıl iyileştirildiğini, kılıcın ve kalkanın nasıl kullanıldığını ve bugünlerde öğretilen yazma ve aritmetik yerine, o zamanlarda öğretilen çeşitli eğitim dallarından bir sürü şey öğretmişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/neizvestnyy-avtor-24202785/mitler-ve-efsaneler-69403456/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Prometheus, Yunanca pro (önce) ve mathio (öğrenmek) sözcüklerinden oluşur ve “önce öğrenen” anlamına gelir. Epimetheus, Yunanca epi (sonra) ve mathio (öğrenmek) sözcüklerinden oluşur ve “sonradan öğrenen” anlamına gelir. (ç.n.)
2
Mora Yarımadası (ç.n.)
3
Hidra (Hydra): Yunan mitolojisinde adı geçen çok başlı yaratık. (ç.n.)
4
Marathos, antik Yunanca rezene anlamında gelir; Marathon da rezenelerle kaplı yer anlamındadır. (ç.n.)
5
Samsun yöresinde bulunan Terme Çayı, Karadeniz’e dökülür. (ç.n.)
6
Themiscira: Terme Ovası. (ç.n.)
7
Bugün, İspanya ve Portekiz devletlerini içine alan bölge. (ç.n.)
8
Herkül’ün Sütunları: Birçok farklı anlatımı mevcut olmakla birlikte, Roma kaynaklarına göre, Erytheia’ya varmak için dağı aşmak zorunda olan Herkül, dağı aşmak yerine güçlerini kullanarak Atlas Okyanusu’nu ve Akdeniz’i bağlayan Cebelitarık Boğazı’nı yarattı. Bu ayrılan dağlardan kuzeyde olanı Cebelitarık Kayası, güneyde olanı da Jebel Musa Dağı olarak bilinir. (ç.n.)
9
Bugünkü İtalya’da Reggio olarak bilinen yer. (ç.n.)
10
Balkan Yarımadası’nın kuzeybatısındaki bu bölgede, İlirler olarak bilinen Hint-Avrupa kökenli bir halk yaşamıştır. (ç.n.)
11
Cycnos ya da Cycnus, (kiknos olarak telaffuz edilen kelime) kuğu anlamına gelmektedir. (ç.n.)
12
Hades, hem yeraltı dünyası tanrısının, hem de bu yeraltı ülkesinin adıdır. Ayrıca, Hades’in Roma mitolojisinde karşılığı Plüton’dur. (ç.n.)
13
Ölüler Şehri’nde bir ırmak. (ç.n.)
14
Yunan ve Roma mitolojisinde insanoğlunun yaşadığı çağlar, insanın yeryüzünde varoluşunun basamaklarını anlatır. Bu çağlar, Hesiod’a göre beş, Ovid’e göre dört dönemden oluşur. Tunç Devri, her iki anlatıda da insanların kötülüklerinin çoğaldığı, ruhlarının yok olarak savaşa ve yıkıma taptıkları bir dönem olarak tasvir edilir. Apollodorus’un Bibliotheca’sına göre, Jüpiter saldırganlaşan ve yamyamlaşan insanları cezalandırmak için büyük bir tufan meydana getirerek bu döneme son vermiştir.
15
Rüzgârların ilahi koruyucusu ve yüzer ada Aeolia’nın efsanevi kralı.