Japon masalları
Yei Theodora Ozaki
“Güneşin Doğduğu Ülke” Japonya’dan mistik masallar…
Masallarda karşımıza çıkan mucizeler, fıkralar, efsaneler ve fabllar,eşsiz Japon kültürünün dünya görüşünü özetliyor. Japonların fantezi dünyasının en iyi örnekleri olan 22 masal,bu kitapta bir araya getirildi.
Bu masallar bizleri azizler, sahtekârlar, hortlaklar, şifacılar, cinler, ifritler, sihirli kuşlar, ejderhalar, samuraylar, tanrılar ve şeytanlarla dolu, uzak ama olağanüstü bir dünyaya davet ediyor.
Yei Theodora Ozaki
Japon Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke[1 - Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.]” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Pirinç Çuvalının Efendisi
Çok eski zamanlarda, Japonya’da cesur bir savaşçı yaşarmış. Herkes ona, “Tawara Toda" yani “Pirinç Çuvalının Efendisi” dermiş ama asıl adı Fujiwara Hidesato imiş. İşte bu adı nasıl aldığının çok ilginç bir hikâyesi var.
Hidesato, gerçek bir savaşçının ruhuna sahipti ve boş durmaya dayanamazdı. İşte bu yüzden, günün birinde, maceralara atılmak üzere iki kılıcını kuşandı, kendinden bile uzun olan kocaman yayını aldı, ok kılıfını da sırtına vurup yola koyuldu. Bir ucu güzel Biwa Gölü’ne dek uzanan Seta-no-Karaşi köprüsüne geldiğinde henüz fazla uzaklaşmamıştı. Köprüye adım atar atmaz, tam önünde uzanmış devasa yılan ejderhayı gördü. Gövdesi öyle büyüktü ki dev bir çam ağacının gövdesine benziyor ve bütün köprüyü genişlemesine kaplıyordu. Kocaman pençelerinden biri köprünün korkuluğuna dayanmış, kuyruğu ise öteki tarafa doğru uzanıyordu. Canavar uyuyor gibi görünüyordu ama her nefes alışında burun deliklerinden alevler ve dumanlar fışkırıyordu.
Hidesato, bu korkunç sürüngeni tam karşısında ilk gördüğünde korkusuna engel olamadı. Ya geri dönecekti ya da canavarın üzerinden geçecekti. Ama o cesur bir adamdı ve bütün korkusunu unutup gözünü kırpmadan ilerledi. Kart kurt! Ejderhanın üzerinden bir adım attı, sonra kıvrımlarına bastı ve yolunda ilerlerken bir kez bile ardına bakmadı.
Birkaç adım atmıştı ki ardından birinin seslendiğini duydu. Arkasını döndüğünde, ejderhanın tamamen gözden kaybolduğunu ve onun yerinde tuhaf görünümlü bir adam olduğunu görünce çok şaşırdı. Adam, son derece resmi bir şekilde başını önüne eğmekteydi. Omuzlarına dökülen kızıl saçlarının üzerinde ejderha başı şeklinde bir taç vardı ve su yeşili elbisesi deniz kabuklarıyla süslüydü. Hidesato, bu adamın sıradan bir ölümlü olmadığını fark etti ve bu garip olay karşısında oldukça meraklandı. Ejderha bu kadar kısa bir süre içinde nereye kaybolmuştu? Yoksa bu adama mı dönüşmüştü? Peki, bütün bunların anlamı neydi? Aklından bu düşünceler geçerken köprüdeki adama yanaşıp sordu:
“Biraz önce bana seslenen siz miydiniz?”
“Evet, bendim,” diye cevapladı adam. “Sizden bir ricam var. Bana yardım edebilir misiniz?”
“Eğer gücümün yeteceği bir şeyse, elbette,” diye cevapladı Hidesato, “Fakat önce bana kim olduğunuzu söyler misiniz?”
“Ben Gölün Ejderha Kralı’yım. Evim de bu köprünün altındaki sulardadır.”
“Peki, benden ne istiyorsunuz?” diye sordu Hidesato.
“Ezeli düşmanım kırkayağı öldürmenizi istiyorum. Şu uzaktaki dağda yaşar,” diyerek gölün karşısındaki yüksek bir tepeyi gösterdi Ejderha Kral.
“Uzun yıllardan beri bu gölde yaşıyorum. Çocuklarım, torunlarım var. Fakat epeydir korku içindeyiz çünkü canavar kırkayak evimizi keşfetti ve her gece gelip ailemden birini kaçırıyor. Onları kurtaracak gücüm yok. Eğer böyle devam ederse, bütün çocuklarımı kaybettiğim gibi kendim de bu canavarın kurbanı olacağım. Bu yüzden çok mutsuzum. Öyle çaresiz kaldım ki bir insandan yardım istemeye karar verdim. Bu niyetle, belki güçlü, cesur bir adam yoluma çıkar diye köprünün üzerinde o gördüğünüz korkunç ejderha kılığında günlerce bekledim. Ama kim geldiyse, beni görür görmez korkudan ödü koptu ve ardına bakmadan kaçtı. Korkmadan bana bakabilen tek kişi siz oldunuz. Böylece cesaretinizden emin oldum. Bana merhamet etmeniz için yalvarıyorum. Bana yardım edip düşmanım kırkayağı öldürecek misiniz?”
Hidesato, hikâyesini dinleyince Ejderha Kral’ın durumuna çok üzüldü ve ona yardım etmek için elinden geleni yapacağına söz verdi. Savaşçı, yaratığa hemen saldırabilmek için kırkayağın nerede yaşadığını sordu. Ejderha Kral, canavarın evinin Mikami Dağı olduğunu ama her gece belli bir saatte göldeki saraya geldiği için o saate kadar beklemenin doğru olacağını söyledi. Böylelikle Hidesato, köprünün altındaki Ejderha Kral’ın sarayına indi. Tuhaftır ki ev sahibini aşağı doğru takip ederken deniz ikiye ayrılarak geçmelerine izin verdi ve suların içinden yürümelerine rağmen kıyafetleri hiç ıslanmadı. Hidesato, hayatında gölün altında bembeyaz mermerden yapılmış bu saray kadar güzel bir şey görmemişti. Denizin dibinde, tuzlu su balıklarının hizmetçilik yaptığı bu sarayı çok duymuştu; fakat şimdi Biwa Gölü’nün tam kalbindeki bu muhteşem yapı tam karşısında duruyordu. Zarif süs balıkları, kırmızı sazan ve alabalıklar, Ejderha Kral ile misafirine hizmet etti.
Önüne serilen ziyafet sofrasını görünce Hidesato’nun ağzı açık kaldı. Yemekler, kristalize nilüfer yaprakları ile çiçeklerdi; yemek çubukları ise fildişinden yapılmıştı. Oturur oturmaz sürgülü kapılar açıldı ve on sevimli süs balığı dans ederek içeri girdi. Koto ve samisen[2 - Japonya’ya özgü telli çalgılar (e.n.)] taşıyan on kırmızı sazandan oluşan müzisyen grubu da onları takip ediyordu. Gece yarısına dek zaman su gibi akıp geçti. Hoş müzik ve danslar, kırkayakla ilgili bütün düşünceleri unutturdu onlara. Ejderha Kral, savaşçıya bir bardak daha şarap sunmak üzereydi ki saray birden gümbürtüyle sarsıldı. Sanki dev bir ordu yaklaşıyordu.
Hidesato ve ev sahibi ayağa kakıp balkona koşturdular. İşte o anda savaşçı, tam karşıdaki dağda parlayan iki alev topunun onlara doğru yaklaştığını gördü. Ejderha Kral, savaşçının yanında dikilmiş, korkudan tir tir titriyordu.
“Kırkayak! Kırkayak! O iki alev topu, onun gözleri. Avına geliyor! İşte şimdi onu öldürme vakti.”
Hidesato, ev sahibinin gösterdiği yere baktı. Yıldızlı akşamın loş ışığında, iki alev topunun ardındaki devasa kırkayağın uzun bedenini gördü. Yüzlerce ayağındaki ışıklar, kıyıya ilerleyen deniz fenerleri gibi parlıyordu.
Hidesato’nun yüzünde en ufak bir korku belirtisi yoktu. Ejderha Kral’ı sakinleştirmeye çalıştı.
“Korkmayın. Mutlaka öldüreceğim kırkayağı. Bana sadece yayımla okumu getirin.”
Ejderha Kral denileni yaptı. Savaşçı, ok kılıfında yalnızca üç ok olduğunu fark etti. Yayını eline aldı, çentiğe bir ok geçirdi, dikkatle nişan alıp oku fırlattı.
Ok, kırkayağın başının tam ortasına isabet etti ama başını delmedi, sıyırıp geçti ve yere düştü.
Cesaretini hiç kaybetmeyen Hidesato bir ok daha aldı, yayın çentiğine taktı ve fırlattı. Ok yine kırkayağın başının ortasına isabet etti ama başını delmedi, yine sıyırıp geçti ve yere düştü. Kırkayağa hiçbir şey etki etmiyordu! Ejderha Kral, bu cesur savaşçının oklarının bile kırkayağı öldürmeye yetmediğini görünce ümidini kaybedip korkudan titremeye başladı.
Savaşçının ok kılıfında şimdi bir tek ok kalmıştı. Bu atışta da başarısız olursa, kırkayağı öldürmesinin imkânı yoktu. Sulara baktı. Koca sürüngen korkunç bedenini dağın çevresine yedi kez sarmıştı ve çok geçmeden göle ulaşacaktı. Alev topu gözleri gittikçe yaklaşmış, yüzlerce ayağının ışığı gölün durgun sularına yansımaya başlamıştı.
Sonra savaşçı birden şunu hatırladı: İnsan tükürüğü, kırkayaklar için öldürücü özellikteydi. Fakat bu sıradan bir kırkayak değildi. Öyle korkunçtu ki bu yaratığı hayal etmeye çalışmak bile insanı korkudan perişan edebilirdi. Hidesato, son şansını denemeye karar verdi. Üçüncü okunu aldı, okun ucunu ağzına değdirdi, sonra yayın çentiğine takıp dikkatlice nişan adı ve bir kez daha fırlattı.
Ok yine canavarın başına isabet etti; ama bu defa sıyırıp geçmek yerine kırkayağın beynini deldi. Ardından çırpınıp titreyen sürüngenin bedeni hareket etmeyi bıraktı; koca gözleri ile yüz ayağının alevli ışığı fırtınalı bir günün ardından batan güneş gibi kararıp söndü. Büyük bir karanlık her tarafı kapladı, gök gürledi ve şimşek çaktı, rüzgâr öfkeyle uğuldadı. Sanki kıyamet kopuyordu. Saray öyle sarsılmıştı ki Ejderha Kral, çocukları ve hizmetçileri korkudan kuytu köşelere saklanmıştı. Nihayet bu dehşetli gece sona erdi. Güzel ve aydınlık bir gün doğdu. Kırkayak artık dağda değildi.
Sonra Hidesato, balkona gelmesi için Ejderha Kral’ı çağırdı. Kırkayak ölmüştü ve artık korkacak bir şey kalmamıştı.
Saray sakinleri neşe içinde dışarı çıktı. Hidesato gölü gösterdi. Ölü kırkayağın bedeni, kanıyla kırmızıya boyanmış suların üzerinde yüzüyordu.
Ejderha Kral’ın minnettarlığı sonsuzdu. Bütün aile gelip savaşçının önünde eğildi. Onu koruyucuları ve Japonya’nın en cesur savaşçısı ilan ettiler.
İlkinden daha görkemli bir ziyafet daha düzenlendi. Çiğ, buğulanmış, haşlanmış, kızartılmış olmak üzere akla gelecek her şekilde hazırlanmış her türden balık, mercan tepsiler ve kristal tabaklarda servis edilerek savaşçıya sunuldu. Hidesato hayatında hiç bu kadar güzel bir şarap tatmamıştı. Bütün bu güzellikleri tamamlayacak şekilde güneş parlıyordu. Göl sıvı bir elmas gibi pırıl pırıldı ve gündüz vakti saray, gece olduğundan binlerce kat güzeldi.
Ev sahibi, savaşçıyı birkaç gün daha kalması için ikna etmeye çalıştı ama Hidesato eve dönmeye kararlıydı. Görevini yerine getirdiğini ve geri dönmesi gerektiğini söyledi. Ejderha Kral ve ailesi, ondan bu kadar çabuk ayrılacakları için çok üzgündü ama korkunç düşmanları kırkayaktan onları sonsuza dek kurtardığı için duydukları minnettarlığın bir simgesi olarak (onların deyişiyle) birkaç küçük hediyeyi kabul etmesini istediler.
Savaşçı verandada veda ederken balıklar aniden bir grup erkek hâlini aldı. Hepsi tören üniformaları giymişti, başlarındaki ejderha taçları ise büyük Ejderha Kral’ın hizmetçileri olduklarını gösteriyordu. Ellerindeki hediyeler şu şekildeydi:
İlk olarak tunçtan yapılmış büyük bir çan. İkinci hediye bir çuval pirinç. Üçüncüsü bir top ipek. Dördüncüsü bir tencere. Beşincisi sıradan bir çan.
Hidesato, bu hediyelerin hepsini kabul etmek istemediyse de Ejderha Kral ısrar edince reddedemedi.
Ejderha Kral, köprüye kadar savaşçıya bizzat eşlik etti, ardından selamlar ve iyi dileklerle onu uğurladı. Hizmetçiler ise ellerinde hediyelerle Hidesato ile birlikte evine kadar gittiler.
Savaşçının ailesi ve hizmetçileri dün gece eve gelmediği için çok endişelenmişler, ancak şiddetli fırtına nedeniyle yola devam edemeyip bir yerlere sığınmış olabileceğini düşünmüşlerdi. Onu bekleyen hizmetçileri, savaşçıyı görünce efendilerinin geldiğini herkese duyurdu ve tüm ev halkı onu karşılamak üzere dışarı çıktı. Hediyeler ve bayraklar taşıyarak ardından gelen adamların hikâyesini çok merak etmişlerdi.
Ejderha Kral’ın uşakları hediyeleri bırakır bırakmaz ortadan kayboldular. Hidesato, başına gelen her şeyi anlattı.
Ejderha Kral’ın verdiği hediyeler sihirliydi. Sadece çan sıradan bir nesneydi. İhtiyacı olmadığı için Hidesato bu çanı yakındaki tapınağa verdi. Buraya asılan çanın sesi sayesinde bütün mahalle, günün hangi saati olduğunu öğrenebildi.
Savaşçı ve ailesi, yemek yapmak üzere içinden ne kadar pirinç alırsa alsın çuvalın içindekiler hiç eksilmiyordu. Çuvaldaki pirinci tüketmek imkânsızdı.
İpek topu da asla bitmiyordu. Hatta savaşçının, yeni yılda saraya giderken giyeceği yeni elbise için kesilen uzun parçalar bile ipeği kısaltmıyordu.
Tencere de bir harikaydı. İçine ne konulursa konulsun, altında ateş dahi yanmadan istenen her leziz yemeği pişiriyordu. Oldukça verimli bir tencereydi.
Hidesato’nun servetinin şöhreti çok uzaklara ulaştı. Artık ipek, pirinç ya da yakacağa para harcamasına gerek kalmadığı için zenginleşti ve varlıklı hâle geldi. Bundan sonra herkes onu Pirinç Çuvalının Efendisi olarak bildi.
Dili Kesik Serçe
Evvel zaman içinde Japonya’da yaşlı bir adam ve karısı yaşardı. Yaşlı adam uysal, iyi kalpli, çalışkan bir ihtiyardı ama karısı huysuz bir kadındı, dili tatlı söz söylemez, evin huzurunu bozardı. Sabahtan akşama kadar şikâyeti, dırdırı bitmezdi. Yaşlı adam, uzunca bir süre kadının huysuzluğuna aldırış etmedi. Günün büyük bölümünü tarlada çalışarak geçirirdi. Çocukları olmadığından eve gelince oynayıp eğlenmek için bir serçe yakaladı. Bu küçük kuşu sanki kendi çocuğuymuş gibi seviyordu.
Açık havada bütün gün çalıştıktan sonra tek eğlencesi serçesini beslemek, onunla konuşmak ve ona küçük oyunlar öğretmekti. Kuş, her şeyi çok çabuk kapıyordu. Yaşlı adam, serçenin kafesini açınca kuş odada kanat çırpar ve birlikte oynarlardı. Akşam yemeği vakti gelince yemek kırıntılarını saklayıp küçük kuşu beslerdi.
Günlerden bir gün yaşlı adam, odun kırmak için ormana gitti, yaşlı kadın ise çamaşır yıkamak için evde kaldı. Ondan önceki gün biraz çamaşır kolası hazırlamıştı, aradı ama bulamadı. Dün doldurduğu kâse şimdi bomboştu.
Kolayı kim kullanmış ya da çalmış olabilir diye düşünürken serçe kanat çırparak iniverdi. Sahibinin öğrettiği gibi tüylü küçük başını öne eğen güzel kuş cikcikledi ve dedi ki:
“Çamaşır kolasını ben aldım. O kâseye benim için yemek koyduğunuzu sandım, hepsini yedim. Hata ettiysem lütfen beni affedin! Cik cik cik!”
Gördüğünüz gibi serçe dürüst bir kuştu. Yaşlı kadın, kuşun kibarca dilediği özrü kabul etmeliydi ama öyle olmadı.
Yaşlı kadın serçeyi hiç sevmemişti. Evde böyle pis bir kuşu tutuyor diye kocasına kızıyor, “Bana yok yere iş çıkarıyorsun,” diyordu. Şimdi bu hayvancağızdan şikâyet etmesi için eline gerçek bir fırsat geçtiğinden pek mutluydu. Zavallı küçük kuşu iyice payladı. Bu duygusuz, kaba sözler de ona yetmedi. Pişman olduğunu göstermek için bunca zaman kanatlarını açıp başını öne eğmiş olan serçeyi kavradı. Hemen makasını kapıp zavallı kuşun dilini kesti.
“Kolamı o dille almıştın, değil mi? Şimdi dilsiz kal da gör bakalım!” Bu korkunç sözlerle kuşu kovdu, başına neler gelebileceği umurunda bile değildi ve zavallıya karşı en ufak merhameti yoktu. Böyle kötü bir kadındı!
Yaşlı kadın, kuşu kovduktan sonra başına iş çıktı diye homurdanarak biraz daha pirinç ezmesi hazırladı. Bütün giysileri kolaladıktan sonra İngiltere’de âdet olduğu üzere ütülemek yerine güneşte kurumaları için dışarı serdi.
Akşam ihtiyar adam eve geldi. Her zamanki gibi eve gelirken kapıya ulaştığında küçük serçesinin uçarak onu karşılayacağını, kanatlarını çırparak sevincini göstereceğini ve sonra da omzuna konacağını hayal etmişti. Ama bu akşam yaşlı adam hayal kırıklığına uğramıştı; çünkü sevgili serçesinin gölgesi bile gözükmüyordu.
Adımlarını hızlandırdı, hasır sandaletlerini hemen çıkardı ve verandaya gitti. Serçe hâlâ hiçbir yerde yoktu. Karısının sinirli bir anında kuşu kafese kapattığından emindi. Karısını çağırıp endişeyle sordu:
“Suzume San (Serçe Hanım) nerede?”
Yaşlı kadın önce bilmezden gelerek dedi ki:
“Serçen mi? Hiç bilmiyorum. Ha, şimdi düşündüm de bütün gün görmedim onu. Bunca zaman besleyip koruduktan sonra nankör kuş kaçıp seni bıraktıysa hiç şaşmam!”
Ama yaşlı adam ona hiç rahat vermeyip defalarca serçenin nerede olduğunu sordu, ona ne olduğunu illa ki biliyorsundur dedi. Sonunda kadın her şeyi itiraf etmek zorunda kaldı. Asık bir suratla, kıyafetlerini kolalamak için özel olarak hazırladığı pirinç ezmesini serçenin yediğini anlattı. Sonra serçe suçunu itiraf edince makasını alıp kuşun dilini kestiğini ve nihayet zavallı serçeyi kovup bir daha eve gelmesini yasakladığını söyledi.
Yaşlı kadın kocasına serçenin dilini göstererek dedi ki:
“İşte kestiğim dil! Pislik kuş, neden yedi ki hazırladığım kolayı?”
Kocası, “Nasıl böyle zalim olabildin? Ah! Nasıl böyle acımasız olabildin?” diye sormaktan başka bir şey söyleyemiyordu. Cadaloz karısını cezalandıramayacak kadar iyi kalpli bir adamdı ama zavallı serçesinin başına gelenler yüzünden çok üzgündü.
“Zavallı Suzume San’ım dilini kaybetmiş, ne kadar talihsizmiş!” dedi kendi kendine. “Artık cik cik ötemeyecek. Hem dili öyle fena şekilde kesildiğinden hasta olmuş olmalı! Ne yapmalı?”
Yaşlı adam, karısı uyuduktan sonra çok ağladı. Geceliğinin koluyla gözyaşlarını silerken güzel bir fikirle teselli buldu: Sabah olur olmaz serçeyi arayacaktı. Bu kararı verdikten sonra nihayet uykuya dalabildi.
Ertesi sabah gün ağarır ağarmaz uyandı, hızlıca kahvaltı edip tepeleri, ormanları aştı. Ne zaman bambu ağacı görse durup şöyle bağırıyordu:
“Benim kesik dilli serçem nerelerde? Nerelerde benim kesik dilli serçem?”
Öğle yemeğini yemek için bile mola vermedi. Büyük bir bambu ağacının yanına vardığında neredeyse akşam olacaktı. Bambu oyukları serçelerin en sevdiği yerler olduğu için yaşlı adam hep buralara bakıyordu. Nihayet sevgili serçesinin onu karşılamak için beklediğini gördü. Öyle sevindi ki gözlerine inanamadı. Hemen serçenin yanına koştu. Kuş, küçük başını öne eğdi ve sahibinin öğrettiği numaraları sergiledi. Böylece eski dostunu görmekten duyduğu sevinci gösterdi. Üstelik harika bir şey olmuştu, yine konuşabiliyordu. Yaşlı adam, başına gelenler yüzünden ne kadar üzüldüğünü söyledi ve dili olmadan nasıl bu kadar güzel konuşabildiğini sordu. Bunun üzerine serçe gagasını açtı ve eskisinin yerine çıkan yeni dilini gösterdi. İşte o zaman yaşlı adam, serçesinin sıradan bir kuş değil, bir peri olduğunun anladı. İhtiyarın neşesi kelimelerle tarif edilecek gibi değildi. Bütün üzüntüsünü, yorgunluğunu unuttu. Çünkü kaybettiği serçesini bulmuştu. Hem de hasta ve dilsiz değil, mutlu ve yepyeni diliyle sağlıklı bir hâldeydi; karısının ona reva gördüğü muamelenin izi kalmamıştı. Hepsinden önemlisi, o bir periydi.
Serçe, yaşlı adamdan onu takip etmesini istedi. Önden uçarak adamı bambu oyuğunun ortasında güzel bir eve götürdü. Eve girip ne kadar güzel bir yer olduğunu görünce yaşlı adam şaşırıp kaldı. Bembeyaz ahşaptan yapılmış, evde halı yerine konulan krem renkli hasırlar, gördüğü en zarif şeylerdi. Serçenin oturması için getirdiği minderler de en güzel ipek ve krepon kumaştan yapılmıştı. Her odadaki tokonoma[3 - Değerli nesnelerin sergilendiği bir çeşit cumba. (e.n.)] güzel vazolar ve cilalı kutularla süslenmişti.
Serçe, yaşlı adamı şeref köşesine götürdü. Saygısını gösteren bir uzaklıkta reverans yaptı, bunca yıl kendisine göstermiş olduğu nezaket ve iyilik nedeniyle adama teşekkür etti.
Sonra Serçe Hanım, artık ona böyle diyeceğiz, yaşlı adamı ailesiyle tanıştırdı. Zarif kaftanlar giymiş kızları, eski usul güzel tepsilerle türlü türlü leziz yemekler getirdiler. Öyle ki yaşlı adam, rüya gördüğünü düşünmeye başladı. Yemeğin ortasında serçenin kızları, misafirlerini eğlendirmek için harika bir dans gösterisi yaptı. Bu dansa “suzume-odori” yani “Serçe dansı” deniyordu.
Yaşlı adam ömründe hiç bu kadar eğlenmemişti. Peri serçelerin ona hizmet ettiği, ziyafet sunduğu ve dans ettiği bu güzel yerde saatler su gibi akıp geçmişti.
Fakat gece vakti gelip karanlık çökünce yaşlı adam, yolunun uzun olduğunu ve artık veda edip eve doğru yola çıkması gerektiğini hatırladı. Nazik ev sahibesine bu muhteşem eğlence için teşekkür edip onun hatırı için sinirli karısı yüzünden çektiği acıları unutmasını isteyerek yalvardı. Serçe Hanım’a onu böyle güzel bir evde hiçbir ihtiyacı olmadan yaşarken bulduğu için ne kadar mutlu olduğunu ve rahatladığını söyledi. Nasıl olduğunu, başına neler geldiğini öğrenmek için onu aradığını, onun için çok endişelendiğini anlattı. Artık her şeyin yolunda olduğunu bildiği için gönül rahatlığıyla evine dönebilirdi. Ona ihtiyacı olursa, haber göndermesi yetecekti.
Serçe Hanım, onlarla kalıp, dinlenip eğlenmesi için yaşlı adama yalvardı; ama ihtiyar, karısına ve işinin başına dönmesi gerektiğini söyledi. Muhtemelen karısı, geç geldiği için ona çok kızacaktı. Bu yüzden, çok istediği hâlde bu nazik daveti geri çevirmek zorundaydı. Ama artık Serçe Hanım’ın nerede yaşadığını bildiği için zamanı olunca gelip onu ziyaret edecekti.
Serçe Hanım, yaşlı adamı kalmaya ikna edemeyeceğini görünce hizmetçilerine biri büyük diğeri küçük iki kutu getirmelerini emretti. Kutular yaşlı adamın önüne kondu. Serçe Hanım, hangisini beğenirse onu hediye olarak vermek istediğini söyledi.
Yaşlı adam, bu nazik teklifi reddedemedi ve küçük kutuyu seçip şöyle dedi:
“Ağır olan büyük kutuyu taşıyamayacak kadar yaşlı ve güçsüzüm. İstediğimi alabileceğimi söylediğiniz için küçük olanı seçiyorum. Onu taşımam daha kolay olur.”
Bunun üzerine serçeler, kutuyu sırtına almasına yardımcı oldular; yaşlı adamı kapıya kadar geçirip defalarca reverans yaparak zamanı olduğunda tekrar gelmesi için adeta yalvardılar. Yaşlı adam ve serçesi, böyle mutlu bir şekilde ayrıldı. Serçe, yaşlı kadının elinden çektiği acılar yüzünden en ufak husumet işareti göstermemişti. Tam tersine, karısına bütün ömrü boyunca dayanmak zorunda olduğu için yaşlı adamın hâline üzülüyordu.
Yaşlı adam eve döndüğünde karısının suratı her zamankinden daha fazla asıktı. Çünkü gecenin geç saatleriydi ve uzun zamandır kocasını bekliyordu.
“Bunca zaman nerelerdeydin?” diye sordu yüksek sesle. “Neden bu kadar geç geldin?”
İhtiyar, getirdiği hediye kutusunu göstererek karısını yatıştırmak istedi. Sonra yaşadıklarını ve serçenin evinde nasıl eğlenceli zaman geçirdiğini anlattı.
“Bakalım kutuda ne varmış,” dedi yaşlı adam, karısına tekrar homurdanma fırsatı vermeden. “Kutuyu açmama yardım etmelisin.” Karı koca önüne oturup kutuyu açtılar.
İçindekileri görünce şaşkınlıktan ağızları açık kaldı; çünkü kutu, ağzına kadar altın ve gümüş para ve daha nice değerli eşyayla doluydu. Kutudakileri tek tek çıkarıp yere koydukları zaman küçük köy evlerinin paspasları ışıl ışıl parladı. Yaşlı adam, artık ona ait olan bütün bu serveti görünce sevinçten havalara uçtu. Serçenin armağanı, hayal edebileceklerinin ötesindeydi. Bu hediye sayesinde artık çalışmasına gerek olmadan ömrünün geri kalanını rahat ve refah içinde geçirebilirdi.
Hiç durmadan, “Benim güzel serçeciğim sayesinde! Güzel serçeciğim sayesinde!” diyordu.
Fakat yaşlı kadın, ilk şaşkınlığının ve altınla gümüşleri görünce duyduğu memnuniyetin ardından, kötü tabiatındaki açgözlülüğü daha fazla bastıramadı. Şimdi de büyük kutuyu getirmediği için yaşlı adamı azarlamaya başladı. Zira temiz kalpli adamcağız, serçelerin teklif ettiği büyük kutuyu değil de taşıması kolay olduğundan küçük kutuyu aldığını anlatmıştı.
“Seni aptal adam,” dedi kadın, “Büyük kutuyu neden getirmedin? Neler kazanacaktık bir düşün. Bunun iki katı altınımız, gümüşümüz olurdu. Aptal moruk seni!” diye bağırıp bütün öfkesiyle yatağa gitti.
Yaşlı adam keşke büyük kutudan hiç bahsetmeseydim diye düşündü ama artık çok geçti. Açgözlü yaşlı kadın, hiç ummadıkları bir zamanda, hem de kendisi hiç hak etmemesine rağmen, talih yüzlerine güldüğü için mutlu olacağı yerde mümkünse daha fazlasını elde etmeye karar verdi.
Ertesi sabah erkenden kalkıp yaşlı adama serçenin evine giden yolu tarif ettirdi. Adam, karısının aklındakini fark edince gitmesini engellemek istedi ama çabası boşunaydı. Kadın, kocasının tek bir sözünü bile dinlemedi. Yaşlı kadın, öfkeden deliye döndüğü o gün zavallı serçenin dilini kesmişti. Ama ne tuhaftır ki, bu zalimce hareketine rağmen serçenin evine gitmekten hiç utanmıyordu. Hırs gözünü öyle bürümüştü ki büyük kutuyu ele geçirme düşüncesi ona her şeyi unutturmuştu. Serçelerin ona kızgın olabileceğini -ki öylelerdi- ve yaptıkları yüzünden onu cezalandırmak isteyebileceklerini aklından bile geçirmemişti.
Serçe Hanım evine o harap hâlde, ağzı kan içinde ağlarken döndüğü gün bütün ailesi ve akrabaları, yaşlı kadının zalimliğinden başka bir şey konuşmamışlardı. “Pirinç ezmesini bilmeden yedi diye, böyle küçücük bir hata yüzünden nasıl oldu da bu kadar ağır bir ceza verebildi Serçe Hanım’a?” diye soruyorlardı birbirlerine. Bütün bu sıkıntılara sabırla dayanan iyi kalpli yaşlı adamı ise hepsi çok sevmişti ve ellerine fırsat geçtiği takdirde, kadına hak ettiği cezayı vermeyi kararlaştırmışlardı. Bunun için çok uzun beklemelerine gerek kalmadı.
Birkaç saat yürüdükten sonra yaşlı kadın, kocasının ayrıntılı bir şekilde tarif ettiği bambu oyuğunu nihayet buldu. Oyuğun önünde durup bağırdı:
“Dili kesik serçenin evi nerede? Dili kesik serçenin evi nerede?”
Sonunda evin saçaklarının bambu yaprakları arasından sallandığını gördü. Hemen koşturup gürültülü bir şekilde kapıyı çaldı.
Serçe Hanım, hizmetçiler eski sahibesinin kapıda onu aradığını söyleyince bu beklenmedik ziyaret karşısında biraz şaşırdı. Bütün o yaşananlardan sonra kadının buraya gelmeye cesaret etmesine hayret etti. Fakat Serçe Hanım, kibar bir kuştu; bu yüzden onun bir zamanlar sahibesi olduğunu hatırlayarak yaşlı kadını karşılamak üzere dışarı çıktı.
Fakat yaşlı kadın konuşarak vakit kaybetme niyetinde değildi. Hiç utanmadan hemen konuya girdi:
“Beni kocamı ağırladığın gibi ağırlamana gerek yok. Ben kocamın aptallık edip burada bıraktığı kutuyu almaya geldim. Büyük kutuyu verin, hemen gideyim. Tek istediğim bu!”
Serçe Hanım hemen kabul etti ve hizmetçilerinden büyük kutuyu getirmelerini istedi. Yaşlı kadın hemen kutuyu kavrayıp sırtına yükledi. Serçe Hanım’a teşekkür bile etmeden hızlıca evinin yolunu tuttu.
Kutu öyle ağırdı ki koşmak şöyle dursun hızlı bile yürüyemiyordu. Oysa hemen eve gidip kutunun içindekileri görmek istiyordu. Ama güçsüz düştüğü için oturup dinlenmek zorunda kaldı.
Taşıdığı ağır yükle zar zor ilerlerken kutuyu açma istediği dayanılmaz bir hâl almaya başladı. Artık daha fazla bekleyemeyecekti. Bu kutunun da kocasının getirdiği küçük kutu gibi altın ve gümüş dolu olduğundan emindi.
Sonunda, açgözlü ve bencil kadın kutuyu yol kenarında yere koydu ve bir altın madeniyle karşılaşmayı bekleyerek dikkatlice açtı. Ama kutunun içindekiler onu öyle bir dehşet içinde bıraktı ki gözleri görmez, kulakları duymaz oldu. Kutunun kapağını kaldırır kaldırmaz, korkunç canavarlar dışarı fırladı ve sanki onu öldürmek istiyorlarmış gibi etrafını sardı. Kâbuslarında bile bu kutudakiler kadar dehşet verici yaratıklar görmemişti. Alnının tam ortasında kocaman bir gözü olan canavar kadına gözlerini dikmişti, kocaman ağızlı yaratıklar sanki onu yiyecekmiş gibi bakıyordu. Devasa bir yılan kıvrıla kıvrıla kadına tısladı. Büyük bir kurbağa ise zıplayıp “vrak vrak!” diye kadına bağırdı.
Yaşlı kadın ömründe hiç bu kadar korkmamıştı. Dermansız bacaklarının gücü yettiğince oradan hızla kaçtı. Hayatta kaldığına mutluydu. Eve vardığında yere kapandı ve başına gelenleri, az kalsın kutudaki canavarların onu öldüreceğini gözyaşları içinde kocasına anlattı.
Sonra serçeyi suçlamaya başladı ama yaşlı adam onu hemen susturdu:
“Serçeyi suçlama sakın. Sonunda kötülüğünün karşılığını buldun. Umarım sana ders olur!”
Yaşlı kadın, başka söz söylemedi. O günden sonra asık suratlı, kaba davranışlarından pişman olup yavaş yavaş iyi bir kadın hâline geldi. Öyle ki artık kocası bile onu tanıyamaz oldu. Son günlerini birlikte mutlu bir şekilde geçirdiler. Kimseye muhtaç olmadılar. Yaşlı adamın dili kesik serçesinden aldığı hazineyi dikkatlice harcadılar.
Balıkçı Delikanlı Uraşima Taro’nun Hikâyesi
Çok uzun zaman önce, Japonya sahillerindeki Tango bölgesinde yer alan küçük balıkçı kasabası Mizu-no-ye’de Uraşima Taro adlı genç bir balıkçı yaşardı. Babası da balıkçıydı ve yeteneği oğluna fazlasıyla geçmişti. Öyle ki Uraşima o bölgedeki en hünerli balıkçıydı; arkadaşlarının bir haftada yakaladığı Bonito ve Tai balıklarını, o bir günde yakalayabiliyordu.
Fakat bu küçük balıkçı kasabasında işindeki hünerinden ziyade iyi kalpliliğiyle tanınıyordu. Hayatı boyunca küçük ya da büyük hiçbir canlıya zararı dokunmamıştı. Çocukken, hayvanları kızdıran arkadaşlarına katılmadığı için onunla alay ederlerdi; fakat o, diğer çocukları bu acımasız eğlenceden caydırmak için uğraşırdı.
Ilık bir yaz akşamı, bütün gün balık tuttuktan sonra evine dönerken bir grup çocuğa rastladı. Avazları çıktığı kadar bağırarak konuşuyorlardı; belli ki bir şey yüzünden çok heyecanlıydılar. Ne oluyor diye merak edip yanlarına gidince genç balıkçı, bir tosbağaya eziyet ettiklerini gördü. Çocuklardan ikisi, tosbağayı bir o tarafa bir bu tarafa çekiştirip dururken, üçüncü bir çocuk zavallı hayvana sopayla vuruyor, dördüncüsü ise kabuğunu taşlıyordu.
Uraşima, zavallı tosbağanın hâline çok üzüldü ve onu kurtarmaya karar verdi. Çocuklara dedi ki:
“Bana bakın çocuklar, bu zavallı tosbağaya öyle kötü davranıyorsunuz ki, sonunda öldüreceksiniz!”
Hayvanlara zalimce davranmaktan zevk aldıkları yaşta olan oğlanlar, Uraşima’nın nazik azarını hiç umursamadı.
Yaşı daha büyük olan çocuklardan biri dedi ki:
“Yaşamış ya da ölmüş kimin umurunda? Bize ne? Haydi çocuklar, devam, devam!”
Zavallı tosbağaya daha da acımasızca davranmaya başladılar. Uraşima, bu çocuklarla başa çıkabileceğini düşünerek biraz bekledi. Tosbağayı ona vermeleri için çocukları ikna etmeye çalışacaktı. Bu yüzden, gülümseyerek şöyle dedi:
“Eminim ki hepiniz iyi çocuklarsınız! Acaba tosbağayı bana verir misiniz? Çok isterdim bir tosbağam olsun!”
“Hayır, tosbağayı sana vermeyiz,” dedi çocuklardan biri. “Ne diye verecekmişiz? Onu biz yakaladık.”
“Doğru söylüyorsunuz,” dedi Uraşima, “ama karşılıksız istemiyorum zaten. Ben size para vereceğim, yani Ojisan (Amca) tosbağayı sizden satın alacak. Olur, değil mi çocuklar?” Parasını onlara gösterdi. Her bozuk paranın ortasında bir delikten geçirilmiş bir parça ip vardı. “Bakın çocuklar, bu parayla istediğiniz şeyi alabilirsiniz. Oysa şu zavallı tosbağa hiçbir işe yaramaz. Beni dinlediğinize göre ne kadar da iyi çocuklarsınız.”
Kötü çocuklar değillerdi, yalnızca yaramazlardı. Uraşima, nazik gülümsemesi ve şefkatli sözleriyle çocukların kalbini kazanmıştı. Japonya’da dendiği üzere “ruhu olan” biriydi. Çocuklar yavaşça yanına geldi ve küçük çetenin lideri tosbağayı uzattı.
“Tamam, Ojisan, parayı verirsen sana tosbağayı veririz!” Uraşima, tosbağayı alıp çocuklara para verdi. Çocuklar birbirlerine seslenip koşturarak ortadan kayboldular.
Uraşima, tosbağanın sırtını okşarken şunları söylüyordu:
“Ah, zavallıcık! Zavallıcık seni! Geçti, geçti! Artık güvendesin. Leylekler bin yıl yaşar derler; ama tosbağalar on bin yıl yaşar. Bu dünyadaki canlılar içinde en uzun ömürlü olan sensin. Ama o zalim çocuklar, az daha kıymetli hayatını elinden alacaklardı. Neyse ki yoldan geçiyordum da seni kurtardım. Hayatın kurtuldu. Şimdi seni hemen yuvana, yani denize götüreceğim. Bir daha yakalanayım deme, tamam mı, çünkü bu sefer seni kurtaracak biri olmayabilir!”
Bunları söylerken iyi kalpli balıkçı hızla sahile yürüyordu. Kayalıkları aştı, sonra tosbağayı denize bıraktı, hayvanın suda kayboluşunu izledi. Kendisi ise eve doğru yol aldı, çünkü artık yorulmuştu ve güneş batmıştı.
Ertesi sabah Uraşima her zaman yaptığı gibi teknesine gitti. Hava güzeldi, hafif puslu yaz sabahında deniz ve gökyüzü masmaviydi. Uraşima, teknesine atlayıp rüyada gibi denize açıldı. Çok geçmeden diğer balıkçı teknelerini geride bıraktı; öyle uzaklaşmıştı ki, diğer balıkçılar gözden kaybolmuştu. Teknesiyle mavi sularda hiç durmadan ilerledi. Neden bilmiyordu ama birden hiç olmadığı kadar mutlu hissetti kendini. “Keşke o serbest bıraktığım tosbağa gibi binlerce yıl sürecek upuzun bir ömrüm olsaydı,” diye düşündü.
Birinin adını bağırdığını duyunca dalıp gittiği düşlerden uyanıverdi:
“Uraşima, Uraşima!”
Adı, çan sesi kadar berrak ve yaz rüzgârı gibi yumuşak bir şekilde yayılıyordu denize.
Ayağa kalktı, etrafa bakındı. Diğer teknelerden birinin geldiğini sandı fakat ne kadar dikkatli bakarsa baksın, koca denizde, yakında veya uzakta bir tekne göremedi. Yani ses, bir insandan gelmiş olamazdı.
Şaşkın bir hâlde onu çağıranın kim olduğunu anlamaya çalıştı. Her tarafa baktı, sonra bir de gördü ki, teknesinin kenarına bir tosbağa gelmiş. Uraşima çok şaşırdı; çünkü bu, bir gün önce kurtardığı tosbağanın ta kendisiydi.
“Acaba, Sayın Tosbağa,” dedi Uraşima, “bana seslenen siz miydiniz?”
Tosbağa başıyla onayladı ve dedi ki:
“Evet, bendim. Dün sizin şerefli gölgeniz (o kage sama de) benim hayatımı kurtardı. Ben de size teşekkürlerimi sunmak ve bana yaptığınız iyilik nedeniyle duyduğum minnettarlığı ifade etmek istedim.”
“Hakikaten,” dedi Uraşima, “çok kibarsınız. Haydi, tekneye gelin. Size bir sigara ikram etmek isterdim ama bir tosbağa olarak sigara içmiyor olmalısınız.” Balıkçı yaptığı şakaya güldü.
“He-he-he-he!” diye güldü tosbağa, “sake (pirinç şarabı) en sevdiğim içecektir ama tütünden pek hazzetmem.”
“Gerçekten çok üzgünüm ama teknemde hiç ‘sake’ yok. Yine de yukarı çıkıp güneşte sırtınızı kurutabilirsiniz. Tosbağalar çok sever bunu,” dedi Uraşima.
Tosbağa tekneye tırmanırken balıkçı da ona yardım etti. Biraz hoşbeş ettikten sonra tosbağa dedi ki:
“Rin Gin’i hiç gördünüz mü Uraşima? Hani Denizlerin Ejderha Kralı’nın oturduğu saray.”
Balıkçı başını sallayıp “Hayır,” dedi. “Yıllardır deniz benim evim oldu ama Ejderha Kral’ın deniz altındaki ülkesini çok duymama rağmen muhteşem sarayını hiç görmedim. Eğer öyle bir yer varsa, çok uzak olmalı!”
“Gerçekten mi? Kralın sarayını hiç görmediniz demek, ha? Şunu söyleyeyim, şu koca evrendeki en göz alıcı manzaralardan birini kaçırmışsınız. Saray, denizin dibinde, çok uzaklarda ama isterseniz ben sizi hemen götürürüm. Kralın ülkesini görmek istiyorsanız, rehberiniz olurum.”
“Çok isterim oraya gitmeyi. Rehberim olmayı teklif ettiğiniz için de çok teşekkür ederim. Fakat unutmayın ki ben sıradan bir faniyim, siz ise bir deniz canlısı. Yani sizin kadar iyi yüzemeyebilirim…”
Balıkçı başka bir şey diyemeden, tosbağa sözünü kesti:
“Ne? Yüzmenize gerek yok ki. Sırtıma binerseniz rahat rahat gideriz, zahmet çekmezsiniz.”
“İyi ama,” dedi Uraşima, “küçücük sırtınızda beni nasıl taşıyacaksınız?”
“Size saçma gelebilir ama sırtıma binebilirsiniz, gerçekten. Haydi durmayın! Hemen sırtıma binin ve sandığınız gibi imkânsız mıymış görün.”
Tosbağa sözlerini bitirince, Uraşima kaplumbağanın kabuğuna baktı. Bir de ne görsün! Hayvan birden öyle büyüdü ki, koca bir insan üzerine oturabilirdi.
“Gerçekten çok garip!” dedi Uraşima; “O hâlde Bay Tosbağa, izninizle sırtınıza bineceğim. Dokoişo[4 - “Elbette” anlamında, genelde alt sınıf tabakası tarafından kullanılır.]!” diyerek tosbağanın sırtına atladı.
Tosbağa, sanki çok sıradan bir şey yapıyorlarmış gibi yüzünü hiç kımıldatmadan “Şimdi rahatça yola çıkabiliriz,” deyip sırtındaki Uraşima ile denize atladı. Tosbağa suyun dibine daldı. Bu iki tuhaf yol arkadaşı, uzun süre denizde yol aldı. Uraşima hiç yorulmadı, giysileri de ıslanmadı. Nihayet, uzaklarda muhteşem bir kapı belirdi. Kapının ardında ise sarayın uzun ve eğimli çatıları gözüküyordu.
“Evet,” diye haykırdı Uraşima, “büyük bir sarayın kapısına benziyor! Bay Tosbağa, görmekte olduğumuz bu yer nedir, söyleyebilir misiniz?”
“Rin Gin Sarayı’nın muhteşem büyük kapısı. Geride gördüğünüz büyük çatı da Deniz Kralı’nın sarayıdır.”
“O hâlde Deniz Kralı ve sarayına nihayet ulaştık,” dedi Uraşima.
“Evet, öyle,” dedi tosbağa, “çok hızlı gelmedik mi?” Bunları söylerken tosbağa kapının yanına ulaştı. “İşte geldik. Buradan itibaren yürümelisiniz.”
Tosbağa önden gitti ve kapıcıyla konuştu:
“Bu, Uraşima Taro. Japonya’dan geliyor. Kendisini ziyaretçi olarak krallığa getirmekten onur duyuyorum. Lütfen ona yolu gösterin.”
Kapıcı bir balıktı ve tosbağanın sözleri üzerine onları hemen kapıdan geçirdi.
Çipura, dere pisisi, dilbalığı, mürekkep balığı ve Denizlerin Ejderha Kralı’nın bütün tebaası, yabancıyı selamlamak üzere dışarı çıkıp saygıyla eğildiler.
“Uraşima Sama, Uraşima Sama! Denizlerin Ejderha Kralı'nın evi Deniz Sarayı’na hoş geldin. Uzak diyarlardan gelmişsin, hoş geldin. Ve siz Bay Tosbağa, Uraşima’yı buraya getirirken nice zahmet çektiniz, size minnettarız.” Sonra yine Uraşima’ya dönüp “Lütfen bizi izleyin,” dedi. Bütün balıklar, Uraşima’nın rehberi oldu.
Uraşima fakir bir balıkçıydı ve sarayda nasıl davranılır bilmiyordu. Her şey ona çok yabancı gelse de çekinip utanmamış, yavaşça nazik rehberlerini izleyerek sarayın içine ulaşmıştı. Ana kapılara vardıklarında, güzeller güzeli bir Prenses yanında hizmetçisiyle onu karşılamaya geldi. Prenses, olağanüstü bir güzellikteydi. Bir dalganın alt tarafı gibi kırmızı ve açık yeşil renkte, pileleri altın şeritlerle parlayan güzel bir kaftana bürünmüştü. Güzel siyah saçlarını, yüzyıllar önce kral kızlarının yaptığı gibi omuzlarına salmıştı. Konuştuğunda sesi, müzik gibi dalgalanıyordu suyun üzerinde. Uraşima, Prenses’in önünde reverans yapması gerektiğini hatırladı; ama daha başını eğemeden Prenses elinden tutup onu hoş bir salona, onur misafirlerine ayrılan yere götürdü ve oturmasını istedi.
“Uraşima Taro, sizi babamın krallığına kabul etmek büyük bir zevk,” dedi Prenses. “Dün bir tosbağayı özgürlüğüne kavuşturdunuz. Ben de bunun için size teşekkür etmek istedim, çünkü o tosbağa bendim. Eğer dilerseniz burada, yaz mevsiminin asla bitmediği ve üzüntünün asla uğramadığı bu sonsuz gençlik ülkesinde ebediyen yaşayabilirsiniz. İsterseniz karınız olurum ve birlikte sonsuza dek mutlu yaşarız!”
Prenses’in tatlı sözlerini dinleyip sevimli yüzüne bakarken Uraşima’nın kalbi şaşkınlık ve sevinçle doldu. Bütün bunlar bir rüya mı diye düşünüyordu:
“Söyledikleriniz için binlerce kez teşekkür ederim. Bugüne kadar adını çok duyduğum ama hiç görmediğim bu güzel ülkede, sizinle kalmayı her şeyden çok isterim. Kelimeler yetersiz kalır bu güzelliği tarife. Burası ömrümde gördüğüm en muhteşem yer.”
Uraşima bu sözleri söylerken törensel kıyafetler içinde bir grup balık belirdi. Sessiz ama heybetli adımlarla salona girdiler. Ellerinde leziz balık ve yosun yemeklerinin bulunduğu tepsiler vardı. Gelin ve damat için muhteşem bir ziyafet hazırladılar. Göz kamaştıracak kadar görkemli bir düğün yapıldı. Denizler Kralı’nın ülkesi sevinç içinde bu güzel günü kutluyordu. Genç çift, üç kez düğün şarabından tadar tatmaz müzik başladı, şarkılar söylendi. Gümüş pullu, altın kuyruklu balıklar dalgalardan fırlayıp dans ettiler. Uraşima gönlünce eğlendi. Hayatı boyunca böyle harika bir şölen görmemişti.
Eğlence sona erince Prenses damada sarayı gezdirip göstermeyi teklif etti. Mutlu balıkçı, karısını yani Denizler Kralı’nın kızını takip etti. Gençlik ve neşenin hiç ayrılmadığı, zaman ve yaşlılığın uğramadığı bu büyüleyici ülkenin tüm harikalarını gördü. Saray, mercanlardan yapılmış ve incilerle süslenmişti. Bu ülkenin güzellikleri ve harikalarını kelimelerle anlatmak imkânsızdı.
Ama Uraşima için saraydan bile muhteşem bir yer vardı: sarayı çevreleyen bahçe. Burada aynı anda dört mevsimin manzaraları görülebiliyordu. Yaz ve kışın, bahar ve sonbaharın güzellikleri hayranlık içindeki ziyaretçinin gözleri önüne serildi.
İlk önce doğu tarafına baktı. Erik ve kiraz ağaçları çiçeklenmişti, bülbüller iki yanı ağaçlı pembe yollarda şakıyorlardı ve kelebekler çiçekten çiçeğe uçuşuyordu.
Güneye bakınca yaz ortasında yemyeşil ağaçları gördü. Ağustos böcekleri ve cırcır böcekleri ötüşüyordu.
Batıya baktı. Akçaağaçlar sonbaharda güneşli bir gökyüzü gibi parlıyordu ve kasımpatılar mükemmeldi.
Kuzeye baktığında gördüğü değişim Uraşima’yı ürküttü. Çünkü her yer karla kaplanmıştı, bembeyazdı. Ağaç ve bambular da karla örtülmüştü. Gölet ise donmuştu.
Uraşima her güne yeni sevinçler ve muhteşem manzaralarla uyanıyordu. Öyle mutluydu ki, her şeyi unuttu. Bu üç gün, ardında bıraktığı anne babası ve ülkesi bile aklına gelmeden geçti. Sonra aklı başına geldi. Kim olduğunu ve bu muhteşem ülkeye ya da Denizler Kralı’nın sarayına ait olmadığını hatırladı. Kendi kendine dedi ki:
“Aman tanrım! Burada kalamam. Memleketimde beni bekleyen yaşlı bir annem ve babam var. Bunca zaman tek başlarına ne yaptılar acaba? Kim bilir eve dönmediğim için nasıl endişelenmişlerdir. Bir gün bile geçirmeden hemen eve dönmeliyim.” Hiç zaman kaybetmeden yolculuk için hazırlanmaya başladı.
Sonra güzel eşine gidip önünde eğilerek şunları söyledi:
“Gerçekten, seninle öyle mutlu oldum ki Otohime Sama (eşinin adı buydu), ve kelimelerle ifade edemeyeceğim kadar nazik davrandın bana. Ama artık veda etmeliyim. Yaşlı anne babamın yanına gitmeliyim.”
Otohime Sama ağlamaya başladı. Usulca ve üzgün bir sesle şunları söyledi:
“Burada iyi değil misin Uraşima? Onun için mi benden bu kadar çabuk ayrılmak istiyorsun? Neden bu acele? Bir gün daha kal, ne olur!”
Fakat Uraşima, yaşlı anne babasını hatırlamıştı. Japonya’da anne babanıza karşı olan görevinizi yerine getirmek, dünyadaki her zevkten ve hatta aşktan bile önemlidir. Uraşima’nın fikrini değiştirmek imkânsızdı ve şöyle cevapladı:
“Gerçekten gitmek zorundayım. Senden ayrılmak istediğimi sanma sakın. Öyle değil. Gidip anne babamı görmem lazım. Bir gün için gitmeme izin ver, sonra sana geri döneceğim.”
“Öyleyse, yapacak bir şey yok,” dedi Prenses üzgün bir şekilde. “Yanımda kalman için uğraşmak yerine seni hemen bugün annenle babana göndereceğim. Aşkımızın simgesi olarak bunu veriyorum sana, lütfen döndüğünde de yanında olsun,” diyerek Uraşima’ya parlak bir iple bağlanmış ve kırmızı ipek püsküllerle süslenmiş cilalı bir kutu verdi.
Uraşima, Prenses’ten o kadar çok şey almıştı ki bu hediyeyi kabul ederken biraz utanıp şöyle dedi:
“Benim için yaptıklarından sonra senden bir hediye daha almam doğru olmaz; ama böyle istediğin için yapacağım,” dedi Uraşima ve ekledi:
“Bu kutu nedir?”
“O,” dedi Prenses, “tamate-bako (Mücevher El Kutusu) ve içinde çok kıymetli bir şey var. Bu kutuyu asla açmamalısın! Açarsan başına çok kötü şeyler gelir! Şimdi bana söz ver, ne olursa olsun kutuyu açmayacaksın!”
Uraşima, ne olursa olsun asla kutuyu açmayacağına dair söz verdi.
Uraşima, Otohime Sama’ya veda edip deniz kenarına gitti. Prenses ve hizmetçileri de ardından geldi. Büyük tosbağa, orada Uraşima’yı bekliyordu.
Hemen hayvanın sırtına atladı ve berrak deniz üzerinde doğuya doğru ilerlediler. Gözden kaybolana dek Otohime Sama’ya el salladı ve Deniz Kralı’nın ülkesi artık çok uzaklarda kaldı. Uraşima, hevesle yüzünü kendi ülkesine döndü. Ufukta mavi tepeleri aradı gözleri.
Sonunda tosbağa, çok iyi tanıdığı körfeze getirdi Uraşima’yı. Balıkçı, sahile inip etrafına baktı. Tosbağa ise Deniz Kralı’nın ülkesine geri döndü.
Ama orada durmuş etrafına bakarken Uraşima’yı saran bu tuhaf korku da neyin nesiydi? Yanından geçen insanlara neden öyle gözlerini kırpmadan bakıyordu? Peki ya onlar neden durup Uraşima’ya bakıyorlardı? Sahil aynı, tepeler aynı ama yürüyüp geçen insanların yüzleri, o tanıdığı kişilere ait değildi.
Bütün bunların ne anlama geldiğini düşünerek hızlıca evine yürüdü. Evi bile değişmişti. Uraşima şöyle seslendi:
“Baba, ben geldim!” Tam eve girmek üzereyken yabancı bir adam çıktı dışarı.
“Belki ben yokken annemle babam taşınmıştır. Belki de başka bir yere gittiler,” diye düşündü balıkçı. Garip bir endişe kapladı yüreğini; ama nedenini anlayamıyordu.
“Affedersiniz,” dedi ona bakan adama. “Birkaç gün öncesine kadar ben bu evde yaşıyordum. Adım Uraşima Taro. Annemle babamı burada bıraktım, neredeler?”
Adamın yüzünden şaşkına döndüğü belliydi. Uraşima’nın suratına dikkatle bakmaya devam ederek dedi ki:
“Ne? Sen Uraşima Taro musun?”
“Evet,” dedi balıkçı, “Uraşima Taro’yum ben!”
“Ha, ha!” diye güldü adam, “böyle şakalar yapmamalısın. Evet, doğru, bir zamanlar burada Uraşima Taro adlı bir adam yaşamış. Ama üç yüz yıl önce. Şimdi yaşıyor olması imkânsız!”
Uraşima bu tuhaf sözleri duyduğunda, korkuya kapılıp şöyle dedi:
“Ne olursunuz benimle dalga geçmeyin. Çok şaşkınım. Ben gerçekten Uraşima Taro’yum ve üç yüz yıl falan yaşamadım. Dört beş gün öncesine kadar işte burada yaşıyordum. Lütfen, şaka yapmadan anlatın olanları.”
Fakat adamın yüz ifadesi giderek ciddileşti ve şöyle cevap verdi:
“Adın Uraşima Taro olabilir. Fakat benim duyduğum Uraşima Taro, üç yüz yıl önce burada yaşamış bir adamdır. Belki de onun ruhusun ve eski evini ziyaret etmeye gelmişsindir.”
“Neden benimle alay ediyorsunuz?” dedi Uraşima. “Ruh falan değilim ben! Kanlı canlı bir insanım. Ayaklarımı görmüyor musunuz?” Uraşima, ayaklarını gürültüyle yere vurup adama gösterdi (Japon hayaletlerin ayağı yoktur).
“İyi ama Uraşima Taro, üç yüz yıl önce yaşamış. Benim tek bildiğim bu. Köy yıllıklarında yazıyor,” diye ısrar etti adam. Balıkçının söylediklerine inanamıyordu.
Uraşima şaşkınlıktan ne yapacağını bilmiyordu. Etrafına bakındı, aklı karman çormandı. Gerçekten de her şey hatırladığından çok farklı gözüküyordu. Belki de adamın söyledikleri doğruydu. Bu korkunç duygu onu mahvetti. Sanki garip bir rüyadaydı. Deniz Kralı’nın deniz ötesindeki sarayında geçirdiği günler, sıradan günler değildi; yüzlerce yıl geçmişti aradan. Anne babası ölmüştü. Bütün tanıdıkları ve köylüler, onun hikâyesini yazmışlardı. Artık burada kalmanın bir faydası yoktu. Denizin ötesindeki güzel karısına geri dönmeliydi.
Sahile döndü. Prenses’in verdiği kutu yanındaydı. Ama hangi taraftan gidecekti? Tek başına yolunu bulamıyordu! Tam o anda kutuyu, tamate-bako’yu anımsadı.
“Prenses, kutuyu verirken asla açmamam gerektiğini, içinde çok kıymetli bir şeyin olduğunu söylemişti. Ama artık evim yok, burada benim için değerli olan her şeyi yitirdim. Kalbim üzüntüyle eriyor. Böyle bir zamanda kutuyu açarsam, bana yardım edecek, beni deniz ötesindeki güzel prensesime götürecek bir şey bulabilirim. Yapabileceğim başka bir şey yok. Evet, kutuyu açıp bakacağım!”
Böylece gönlü, bu itaatsizliğe ikna oldu. Verdiği sözü tutmayarak iyi bir şey yaptığına kendini inandırmaya çalışıyordu.
Kırmızı ipek bağı yavaşça çözdü; yine yavaşça ve merak içinde bu değerli kutunun kapağını kaldırdı. Peki, ne buldu? Üç küçük topak hâlinde, mor renkli, güzel ve ufak bir bulut yükseldi kutudan. Bir an için bulut yüzünü kapladı ve sanki gitmeye isteksiz gibi başının üzerinde dolandı, sonra buhar olup denizin üzerinde kayboldu.
O zamana kadar yirmi dört yaşında güçlü ve yakışıklı bir delikanlı olan Uraşima, birden çok ama çok yaşlı bir adam hâline geldi.
Yaşlılık yüzünden sırtı kamburlaştı, saçları kar beyazı oldu, yüzü kırıştı ve sahile düşüp ölüverdi.
Zavallı Uraşima! İtaatsizliği yüzünden Deniz Kralı’nın ülkesine dönemeyecek ve güzel Prenses’i bir daha göremeyecekti.
Çiftçi ve Porsuk
Evvel zaman içinde yaşlı bir çiftçi ile karısı yaşardı. Evleri, şehirden çok uzaklarda, dağlardaydı. Tek komşuları şirret bir porsuktu. Porsuk, her gece dışarı çıkıp çiftçinin tarlasına koşturur, adamcağızın binbir emekle yetiştirdiği sebzelerle pirinci mahvederdi. Sonunda porsuğun bu yaramazlığı öyle bir hâl aldı, o kadar çok zarara yol açtı ki, çiftçi daha fazla dayanamayıp bu duruma bir dur demeye karar verdi. Her gece elinde büyük bir sopayla porsuğu yakalamak için nöbet tuttu ama nafile. Bunun üzerine bu kötü hayvana tuzaklar kurdu.
Çiftçi zahmetinin ve sabrının karşılığını aldı; güzel bir günde çalışırken onu yakalamak için kazdığı deliklerin birinde porsuğu buldu. Çiftçi, düşmanını yakaladığı için çok mutluydu. Bir ipe bağladığı porsuğu evine götürdü. Eve varınca karısına dedi ki:
“Nihayet yaramaz porsuğu yakaladım. Ben çalışırken gözünü ondan ayırma ve sakın kaçmasına izin verme. Bu akşam ondan çorba yapmak istiyorum.”
Bunu söyleyip porsuğu kilerdeki kirişlere bağladı ve tarlasına gitti. Porsuk, büyük sıkıntı içindeydi; zira akşam çorba yapılma fikri hiç de hoşuna gitmemişti. Uzun uzun düşündü, bir kaçış planı kurmaya çalıştı. Bu rahatsız durumdayken düşünmesi çok zordu; çünkü baş aşağı asılmıştı. Çok yakınında, kilerin yeşil tarlalarla ağaçlara ve güzel gün ışığına bakan girişinde çiftçinin karısı arpa dövüyordu. Yorgun ve yaşlı bir kadındı. Yüzü kırışıklıklarla doluydu ve deri gibi kahverengiydi. Arada sırada durup yüzündeki ter damlalarını siliyordu.
“Sevgili hanımefendi,” dedi kurnaz porsuk, “bu yaşta böylesine ağır bir iş sizi çok yoruyor olmalı. Size yardım edeyim, ne dersiniz? Kollarım çok güçlüdür. Hem biraz dinlenmiş olursunuz.”
“Teşekkür ederim, çok iyisiniz,” dedi yaşlı kadın, “fakat benim yerime çalışmanıza izin veremem; çünkü sizi çözmemem gerek. Eğer çözersem kaçabilirsiniz. Kocam eve gelip de sizi bulamazsa çok kızar.”
Porsuk en kurnaz hayvanlardandır. Yine üzgün ve yumuşak bir sesle devam etti:
“Çok kabasınız. Beni çözebilirsiniz, kaçmayacağıma söz veriyorum. Kocanızdan korkuyorsanız, arpa dövmeyi bitirdikten sonra beni tekrar bağlarsınız. Bu şekilde bağlı durmaktan o kadar yoruldum ki, her yerim ağrıyor. Birkaç dakika aşağı indirseniz, size öyle minnettar olurum ki!”
Yaşlı kadın iyi mizaçlı, saf biriydi; kimse hakkında kötü düşünemezdi. Porsuğun kaçmak için onu kandırdığı aklına bile gelmedi. Onun için çok üzüldü ve yardım etmek için ona baktı. Bacaklarından tavana sıkıca asılan, ipler ve düğümler yüzünden derisi kesilen porsuğun durumu çok kötü görünüyordu. Kadıncağızın yüreği parçalandı. Yumuşak kalpli kadın, porsuğun kaçmayacağına dair verdiği söze inanıp ipi çözdü ve hayvanı yere indirdi.
Sonra yaşlı kadın, porsuğa tahta bir tokmak verip biraz çalışmasını istedi, kendisi de kısa bir mola verecekti. Porsuk tokmağı aldı; ama çalışmak yerine hemen yaşlı kadının üzerine atlayıp ağır bir darbeyle onu yere yığdı. Sonra kadıncağızı öldürüp lime lime doğradı ve çorba yaptı. Sonra da oturup yaşlı çiftçinin dönmesini bekledi. Yaşlı adam bütün gün tarlasında durup dinlemeden çalışmış ve artık o zararlı porsuk yüzünden emeklerinin heba olmayacağını düşünerek sevinmişti.
Gün batarken işini bırakıp evine dönmek için yola çıktı. Çok yorgundu ama eve gidince sıcak porsuk çorbası içeceğini düşününce neşelendi. Porsuğun kaçıp yaşlı karısından intikam alacağı aklının ucundan bile geçmedi.
Bu arada porsuk, yaşlı kadının kılığına bürünmüştü. Yaşlı çiftçinin yaklaştığını görür görmez onu karşılamak için küçük evin verandasına çıktı:
“Sonunda geldin. Porsuk çorbasını yaptım, kaç saattir seni bekliyorum.”
Yaşlı çiftçi hemen hasır sandaletlerini çıkarıp küçük akşam yemeği tepsisinin önünde oturdu. Ona hizmet edenin karısı değil de porsuk olduğundan bihaber adamcağız, hemen çorbayı istedi. Sonra porsuk birden kendi şekline döndü ve bağırdı:
“Karısını yiyen ihtiyar! Mutfağa git de kemiklere bak!”
Porsuk, alaycı kahkahalarla evden kaçıp tepelerdeki mağarasına gitti. Yaşlı adam tek başına kaldı. Gördüklerine, duyduklarına inanamıyordu. Gerçeği anlayınca öyle dehşete düştü ki, oracıkta bayıldı. Bir süre sonra kendine geldiğinde gözyaşlarına boğuldu. Adamcağız, hıçkırıklar içinde acı acı ağlıyordu. Çaresizce bir o yana bir bu yana sallandı durdu. Evde yaşananlardan habersiz, o kötü hayvanı yakaladığı için mutlu bir şekilde tarlada çalışırken sadık karısının porsuk tarafından öldürülüp çorba yapılmış olmasına bir türlü inanamıyordu. Korkunçtu bu, gerçek olamazdı. Olamaz! O berbat düşünce aklına geldi: o pis hayvanın, zavallı karısından yaptığı çorbayı içecekti az kalsın! “Aman tanrım, aman tanrım!” diye sızlandı durdu. Oradan çok uzakta olmayan, yine aynı dağlarda yaşayan iyi huylu bir tavşan vardı. Yaşlı adamcağızın ağlayıp sızladığını duyunca hemen ne oluyor diye öğrenmeye geldi, yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Yaşlı adam başına gelenleri tavşana anlattı. Olanları duyunca tavşan, kötü niyetli ve düzenbaz porsuğa çok kızdı. Yaşlı adama, “Her şeyi bana bırak, karının intikamını alacağım,” dedi. Çiftçi nihayet teselli buldu, gözyaşlarını silerek bu güç durumda yardımına koştuğu için tavşana teşekkür etti.
Tavşan, çiftçinin sakinleştiğini görünce porsuğa vereceği ceza için plan yapmaya başladı.
Ertesi gün hava güzeldi ve tavşan, porsuğu bulmak için dışarı çıktı. Ormanda, yamaçlarda ve tarlalarda onu aradı ama hiçbir yerde göremedi. Bunun üzerine tavşan, porsuğun mağarasına gitti ve onu orada saklanırken buldu. Yaşlı adamın gazabından korkan porsuk, çiftçinin evinden kaçtığından beri orada saklanıyordu.
Tavşan şöyle seslendi:
“Böyle güzel bir günde neden dışarıda değilsin? Haydi, gel benimle. Tepelere gidip çimen keselim.”
Porsuk, tavşanın dostluğundan hiç şüphe duymadan onunla dışarı çıkmayı kabul etti. Çiftçiyle karşılaşmaktan korktuğu için onun yaşadığı bu yerden uzaklaşacak olmaktan memnundu. Tavşan, evlerinden çok uzağa götürdü porsuğu. Bu tepelerde uzun, kalın ve tatlı çimenler vardı. Hemen işe koyuldular. Kestikleri çimenleri eve götürüp kışın yemek üzere saklayacaklardı. Diledikleri kadar çimen kestikten sonra bunları balyalar hâlinde bağlayıp sırtlarına aldılar ve evlerine doğru yola çıktılar. Bu sefer tavşan, porsuğun önden gitmesini istedi.
Biraz ilerledikten sonra tavşan, çakmak taşı kullanarak porsuğun çimen balyasını ateşe verdi. Porsuk, çakmak taşının çıtırdama sesini duyunca sordu:
“O ses ne öyle, çat çat?”
“Bir şey değil, canım,” diye cevap verdi tavşan. “Çat çat dedim çünkü bu dağın adı Çatırtı Dağı’dır.”
Çok geçmeden alevler, porsuğun sırtındaki kuru çimen balyasına yayıldı. Porsuk, yanan çimenin çıtırtısını duyunca yine sordu: “O ne?”
“Şimdi de Yanan Dağ’a geldik,” dedi tavşan.
Balya çoktan yanmış ve porsuğun sırtındaki tüyler de kül olmuştu. Porsuk, yanan çimenlerin kokusundan artık ne olduğunu biliyordu. Acıyla çığlık atan porsuk var gücüyle deliğine koşturdu. Tavşan takip etti ve onu, yatağına uzanmış, acı içinde kıvranırken buldu.
“Ne şanssızsın,” dedi tavşan. “Nasıl oldu bu, hiç anlamıyorum! Sana ilaç getireyim de sırtın hemen iyileşsin.”
Tavşan mutlu bir şekilde giderken porsuğun cezasının daha yeni başladığını düşünüyordu. Porsuğun, yanıkları yüzünden ölmesini diledi; çünkü ona güvenmiş yaşlı ve çaresiz bir kadını öldürdüğü için her şeyi hak ediyordu. Evine gidip sos ve kırmızı biber karışımından bir merhem hazırladı.
Merhemi porsuğa götürdü. Sürmeden önce merhemin canını çok yakacağını ama sabretmesi gerektiğini çünkü bunun yanık yaralarına çok iyi gelen bir ilaç olduğunu söyledi. Porsuk teşekkür edip merhemi hemen sürmesi için yalvardı. Yaralı sırtına kırmızı biber sürüldüğü an porsuğun duyduğu acıyı tarif etmeye kelimeler yetersiz kalır. Olduğu yerde kıvranıp duruyor, acısından uluyordu. Onu izleyen tavşan, çiftçinin karısının intikamı alınıyor diye düşündü.
Porsuk, bir ay kadar yatakta kaldı ama sonunda kırmızı bibere rağmen yanıkları düzeldi, iyileşti. Tavşan, porsuğun iyileştiğini görünce bu hayvanı öldürecek başka bir plan hazırlamaya girişti. Bir gün porsuğu ziyaret edip iyileşmesini kutladı.
Sohbetleri esnasında tavşan, balık avlamaya gideceğinden bahsetti. Hava güzel ve deniz sakinken balık tutmanın ne kadar güzel olduğunu anlattı.
Porsuk, tavşanın anlattıklarını büyük bir zevkle dinledi ve bir ay boyunca yaşadığı acıyı ve hastalığı unutup onunla birlikte balığa gitmenin ne kadar eğlenceli olacağını düşündü. Tavşana, tekrar balığa gideceği zaman onu da yanında götürüp götüremeyeceğini sordu. Tavşan tam da bunu istiyordu. Hemen kabul etti.
Tavşan evine gidip biri tahtadan diğeri çamurdan iki tekne yapmaya koyuldu. İşi bitince teknelere şöyle bir baktı.
Planı işe yarar da bu defa kötü porsuğu öldürebilirse bütün bu zahmete değecekti.
Sonunda, tavşanın porsuğu balık tutmaya götüreceği gün gelip çattı. Ahşap tekneyi kendisi aldı, toprak tekneyi ise porsuğa verdi. Teknelerden hiç anlamayan porsuk, yeni teknesini görünce çok sevindi; tavşan ne kadar iyi, diye düşündü. Teknelerine binip yola çıktılar. Sahilden biraz uzaklaştıktan sonra tavşan, hangisinin daha hızlı gideceğini görmek için yarışmayı teklif etti. Porsuk, buna hemen kandı. İkisi de var güçleriyle kürek çekti. Yarışın tam ortasında porsuğun teknesi parçalanmaya başladı. Çamur iyice yumuşamıştı. Korkuya kapılan porsuk, “Yardım et!” diye tavşana bağırdı. Ama tavşan, yaşlı kadının intikamını aldığını, başından beri niyetinin bu olduğunu söyledi. Porsuk artık yaptığı kötülüklerin cezasını alacak, kimsenin yardımını alamadan boğularak ölecek diye seviniyordu. Küreğiyle, batmakta olan çamur tekne gözden kaybolana dek var gücüyle porsuğa vurdu.
Böylece tavşan, çiftçiye verdiği sözü nihayet yerine getirmiş oldu. Sahile doğru kürek çekti. Sonra olanları, düşmanı porsuğun nasıl öldüğünü anlatmak için yaşlı çiftçinin evine koştu.
Yaşlı adam, ağlayarak tavşana teşekkür etti. Bugüne kadar geceleri uyku tutmadığını, gündüzleri huzur bulamadığını, karısının kanının yerde kaldığını düşünüp durduğunu anlattı. Ama şimdi eskisi gibi yaşayabilecekti. Onunla kalıp evini paylaşması için tavşana yalvardı. O günden sonra tavşan, çiftçinin evinde kaldı ve birlikte hayatlarının sonuna dek iki iyi dost olarak yaşadılar.
“şinanşa” ya da Güney Yönünü Gösteren Araba
İğnesi daima kuzeyi gösteren pusula hepimizin bildiği bir nesne ve pusulanın olağanüstü bir şey olduğunu düşünmüyoruz artık. Fakat ilk icat edildiğinde bu nesne, adeta bir mucize olarak görülüyordu.
Yıllar yıllar önce, Çin’de pusuladan da harika bir icat vardı. Adı “şinanşa” idi. Bu, üzerinde bir adam figürünün bulunduğu ve daima güneyi gösteren bir arabaydı. Araba nereye konursa konsun, üzerindeki figür daima güney yönünü gösteriyordu.
Bu tuhaf aracın mucidi, mitolojik dönem Çin imparatorlarından biri olan Kotei idi. Kotei, İmparator Yuhi’nin oğluydu. O doğmadan önce annesi, oğlunun büyük bir adam olacağını öngörmüştü.
İmparatoriçe bir yaz akşamı, gün sonunda esen serin rüzgârlarla rahatlayıp yıldızlı gökyüzünü izlemek için çayırlarda dolaşmaya gitmişti. Kuzey Yıldızı’nı izlediği sırada ilginç bir şekilde her yönde şimşekler çakmaya başladı. Bu olayın üzerinden çok geçmeden, oğlu Kotei dünyaya geldi.
Kotei, büyüyüp adam oldu ve babası İmparator Yuhi’den sonra tahta çıktı. Hükümdarlığının ilk dönemleri, isyancı Şiyu yüzünden sıkıntılı geçti. İsyancı, imparator olmak istiyordu ve bu amaçla savaştı. Şiyu, ayrıca kötü niyetleri olan bir büyücüydü. Başı demirdendi ve onu alt edebilecek hiç kimse yoktu.
Nihayet Kotei, isyancı Şiyu’ya savaş ilan etti ve ordusunu savaş meydanına götürdü. Ordular, Takuroku Meydanı’nda karşılaştı. İmparator cesaretle savaştı ama büyücü, savaş meydanını yoğun bir sis bulutu altında bıraktı. Kraliyet ordusu bu karmaşa içinde hareket etmeye çalışırken, Şiyu askerleriyle beraber geri çekilip tuzağa düşürdüğü kraliyet ordusunun hâline gülüyordu.
İmparator’un ordusu ne kadar güçlü ve cesur olursa olsun, isyancı Şiyu büyü gücü sayesinde kurtuluyordu.
Kotei, sarayına geri döndü ve bu büyücüyü nasıl alt edeceğini düşünerek kafa yordu. Vazgeçmemekte kararlıydı. Uzun süre uğraştıktan sonra üzerindeki adam figürünün daima güneyi gösterdiği “şinanşa” adlı arabayı icat etti. Zira o zamanlarda pusula yoktu. Hep güneyi gösteren bu araç sayesinde, sis her yanı kapladığında bile adamlarının aklı karışmayacaktı.
Kotei yine Şiyu’ya savaş ilan etti. Şişanşa’yı ordusunun önüne koyup savaş meydanına ilerledi.
Savaş çetin başladı. İsyancı, tekrar büyüye başvurduğunda kralın askerlerince geri püskürtüldü. Sonra garip bazı sözler söyledi ve savaş alanı koyu bir sisle kaplandı.
Fakat bu defa askerler sise aldırış etmedi, hiçbiri yolunu şaşırmadı. Kotei, şinanşa’yı göstererek yönünü buluyor ve ordusunu hatasız bir şekilde yönetebiliyordu. İsyancıların ordusunu yakından takip etti ve büyük bir nehre varana dek onları geri püskürttü. Kotei ve adamları gördü ki bu nehir, taşkınlarla kabarmış, geçilmesi imkânsız bir hâle gelmişti.
Şiyu, büyü kullanarak ordusuyla birlikte nehri kolayca geçti ve karşı tarafta bir hisara kapandı.
İlerleyişlerinin sona ermesi Kotei’yi büyük hayal kırıklığına uğrattı; çünkü nehir olmasaydı isyancı ordusuna yetişecekti.
Elinden hiçbir şey gelmiyordu. O zamanlarda tekne henüz icat edilmemişti. İmparator, burada bulabildikleri en güzel yere çadırının kurulmasını emretti.
Bir gün çadırından çıktı ve biraz yürüdükten sonra bir gölete vardı. Su kenarında oturup düşüncelere daldı.
Mevsim sonbahardı. Su kenarındaki ağaçlar yaprak döküyordu ve yapraklar suyun üzerinde yüzüyordu. Sonra suyun kenarındaki bir örümcek, Kotei’nin dikkatini çekti. Küçük böcek, suda yüzen yapraklardan birinin üzerine çıkmaya çalışıyordu. Sonunda bunu başardı ve göletin diğer tarafına doğru yüzmeye başladı.
Bu önemsiz olay sayesinde zeki İmparator, kendisini ve adamlarını aynı şekilde nehrin karşısına geçirecek bir şey denemeyi düşündü. Hemen işe koyuldu ve ilk tekneyi icat edene dek çalıştı. Başarılı olunca adamlarından daha fazla tekne yapmalarını istedi ve çok geçmeden bütün orduya yetecek kadar tekne inşa ettiler.
Kotei, ordusunu nehrin karşısına geçirdi ve Şiyu’nun karargâhına saldırdı. Saldırısı tam bir zaferle sonuçlandı ve ülkesini yıllardır perişan eden savaş sona erdi.
Zeki ve iyi kalpli İmparator, bütün ülkede huzur ve refahı tesis edinceye kadar çalıştı. Bütün tebaası onu çok seviyordu. Halkı, onun hükümdarlığında yıllarca barış içinde yaşadı. Kotei, halkının yararına olan icatlar yapmak için çalıştı. Tekne ve güneyi gösteren şinanşa’nın yanında daha birçok icat gerçekleştirdi.
Neredeyse yüz yıldır ülkesini yönetiyordu. Bir gün yukarı bakarken gökyüzü kıpkırmızı oldu ve altın gibi parlak bir şey yere indi. Yaklaşınca Kotei, bunun kocaman bir ejderha olduğunu gördü. Ejderha, yaklaşıp İmparator’un önünde başını eğdi. İmparatoriçe ve nedimeler korkudan kaçtı.
Ama İmparator yalnızca gülümseyip durmalarını istedi. Dedi ki:
“Korkmayın. Bu, göklerden gönderilmiş bir ulaktır. Buradaki zamanım sona erdi!” Ardından ejderhanın sırtına atlayıp göklere yükseldi.
İmparatoriçe ve nedimeler bunu görünce hep birlikte ağladılar:
“Bizi de bekle! Biz de gelelim,” diyerek ejderhaya tutunup üzerine binmeye çalıştılar.
Ama üzerinde bu kadar çok insanla ejderhanın uçması mümkün değildi. Birkaç kişi ejderhanın sakalına tutunup üzerine çıkmayı denedi; ama tutundukları kıllar kopunca yere düştüler.
Bu arada İmparatoriçe ve birkaç nedime, ejderhanın sırtına binmeyi başarmıştı. Ejderha göklerde öyle yükseldi ki, geride kalan üzgün saray halkı artık onları göremiyordu.
Bir süre sonra sarayın bahçesine bir ok ve yay düştü. Bunlar, İmparator Kotei’ye aitti. Nedimeler, ok ve yayı dikkatle yerden kaldırdı ve bu kutsal emanetleri sarayda sakladılar.
Altın Çocuk Kintaro’nun Maceraları
Evvel zaman içinde Kyoto şehrinde Kintoki adında cesur bir savaşçı yaşardı. Günün birinde güzel bir kadına âşık oldu ve onunla evlendi. Bunun üzerinden çok geçmemişti ki, bazı arkadaşları yüzünden sarayın gözünden düştü ve kovuldu. Başına gelen bu talihsizlik nedeniyle kendini yiyip bitirdi. Kovulmasından kısa bir süre sonra bu duruma daha fazla dayanamayıp öldü. Güzel karısı koca dünyada tek başına kaldı. Kocasının düşmanlarından korkan kadın, Aşigara Dağları’na kaçtı. Odunculardan başka kimsenin uğramadığı bu ıssız ormanda bir erkek çocuk doğurdu ve adını Kintaro yani “Altın Oğlan” koydu. Bu çocuğun olağanüstü bir özelliği vardı: Çok ama çok kuvvetliydi. Büyüdükçe daha da güçlendi. Sekiz yaşına geldiğinde oduncular kadar hızlı bir şekilde ağaçları kesebiliyordu. Sonra annesi ona büyük bir balta verdi. Ormana gidip odunculara yardım ederdi. Oduncular bu çocuğa “Harika Çocuk”, annesine ise “Dağların Yaşlı Annesi” adını vermişlerdi; zira kadına nasıl hitap edebileceklerini bilmiyorlardı. Kintaro’nun sevdiği şeylerden biri de kaya ve taşları parçalamaktı. Artık varın siz düşünün ne kadar güçlü kuvvetli olduğunu!
Diğer çocukların aksine Kintaro, dağlık alanda tek başına büyüdü. Başka arkadaşı olmadığı için hayvanlarla dost oldu ve onlarla konuşup anlaşmayı öğrendi. Yavaş yavaş bütün hayvanlar uysallaşıp Kintaro’yu efendileri olarak gördüler. Kintaro da onları hizmetçileri ve ulakları olarak kullandı. Ama ayı, geyik, maymun ve yaban tavşanı onun özel hizmetkârlarıydı.
Ayı yavrularını getirir, Kintaro’yla boğuştururdu. Çocuklarını almaya geldiğinde Kintaro, ayının sırtına binerdi, ayının mağarasına kadar böyle giderlerdi. Geyiği de çok severdi. Uzun boynuzlarından korkmadığını göstermek için kollarını hayvanın boynuna sarardı. Birlikte çok eğlenirlerdi.
Her zaman olduğu gibi yine bir gün Kintaro dağlara çıktı. Ayı, geyik, maymun ve yaban tavşanı da onu takip ediyordu. Dere tepe yürüdükten sonra güzel dağ çiçekleriyle kaplı büyük bir ovaya vardılar.
Burası hep birlikte boğuşup oynayabilecekleri güzel bir yerdi. Geyik, boynuzlarını bir ağaca sürttü. Maymun sırtını kaşıdı. Yaban tavşanı uzun kulaklarını düzeltti ve ayı da memnuniyetten hırıldadı.
Kintaro dedi ki: “İşte oyun oynayacak güzel bir yer. Güreşe ne dersiniz?”
İçlerinde en büyük ve cüsseli olan ayı cevap verdi:
“Çok eğlenceli olur. En güçlü hayvan benim. Bu yüzden güreşçilere alanı ben hazırlayacağım.” Toprağı kazıp düzelterek alanı hazırlamaya koyuldu.
“Pekâlâ,” dedi Kintaro, “siz birbirinizle güreşirken izleyeceğim. Her tur sonunda kazanana bir ödül vereceğim.”
“Çok eğlenceli olacak! Hepimiz ödülü kazanmaya çalışacağız,” dedi ayı.
Geyik, maymun ve yaban tavşanı güreşecekleri yeri hazırlayan ayıya yardım ettiler. İşleri bitince Kintaro seslendi:
“Şimdi başlayın! İlk karşılaşma, maymun ile yaban tavşanı arasında olacak. Geyik ise hakemlik yapacak. Bay Geyik, siz hakemsiniz!”
“He, he!” diye cevapladı geyik, “Ben hakem olacağım. Şimdi Bay Maymun ve Bay Yaban Tavşanı, ikiniz de hazırsanız lütfen gelin ve yerinizi alın.”
Maymun ve yaban tavşanı hemen yerlerinden zıplayıp güreş alanına koşturdular. Hakem olan geyik, ikisi arasında durup seslendi:
“Kızıl sırt! Kızıl sırt!” (Bunu maymuna söyledi, zira Japonya’daki maymunların sırtları kızıl tüylüdür.) “Hazır mısın?”
Sonra yaban tavşanına döndü:
“Uzun kulak! Uzun kulak! Sen de hazır mısın?”
İki güreşçi karşı karşıyaydı. Yaban geyiği, işaret olarak bir yaprağı kaldırıp gösterdi. Yaprağı yere atınca maymun ile tavşan, “Yoişo, yoişo,” diye bağırarak birbirilerinin üzerine çullandı.
Maymun ile tavşan güreşirken geyik onları cesaretlendirici şeyler söylüyor, bazen de birbirlerini alanın kenarına çekerek düşürecekleri zaman onları uyarıyordu.
“Kızıl sırt! Kızıl sırt! Dayan!” diye bağırdı geyik.
“Uzun kulak! Uzun kulak! Güçlü ol, diren. Maymuna yenilme sakın!” diye hırıldadı ayı.
Böylece, maymun ile tavşan, arkadaşlarının tezahüratları arasında kıyasıya güreşti. Sonunda tavşan, maymunu yendi. Maymun, çelme takmak üzereydi ki tavşan onu iterek alanın dışına attı.
Zavallı maymun sırtını ovarak oturdu. Öfkeyle bağırırken yüzü buruşmuştu. “Ah, ah! Sırtım koptu. Sırtım koptu!”
Maymunu yerde böyle acı içinde görünce geyik, yaprağını kaldırdı:
“Bu tur bitti. Tavşan kazandı.”
Bundan sonra Kintaro, beslenme kutusunu açıp pirinç mantısını çıkardı. Mantıyı tavşana verdi:
“İşte ödülün. Hak ettin bu ödülü!”
Maymun yerinden kızgın bir şekilde kalktı. Japonya’da dedikleri gibi “midesi kalkmıştı”; çünkü oyunu adil bir şekilde kaybetmediğini düşünüyordu. Kintaro ve yanındakilere dedi ki:
“Adil bir şekilde kaybetmedim. Ayağım kaydı, sendeledim. Lütfen bana bir şans daha verin. Tavşanla bir tur daha güreşeyim.”
Kintaro kabul edince, tavşan ile maymun tekrar güreşe başladı. Herkesin bildiği gibi maymun kurnaz bir hayvandır. Bu sefer tavşanı haklamaya kararlıydı. Bunun için en iyi yol, tavşanın uzun kulağını tutmak diye düşündü ve böyle de yaptı. Tavşanın uzun kulağını öyle sertçe çekti ki, hayvancağız acıdan yere düştü. Maymun bu fırsatı kaçırmadı ve tavşanın bacağını yakalayıp çardağın ortasına fırlattı. Şimdi maymun galip gelmişti ve Kintaro’dan pirinç mantısını aldı. Öyle mutluydu ki, sırtının acısını bile unuttu.
Geyik tavşanın yanına geldi. Bir tur daha güreşmeye hazır olup olmadığını, hazırsa da onunla güreşip güreşmeyeceğini sordu. Tavşan kabul edince güreşmeye başladılar. Ayı ise hakem olmuştu.
Uzun boynuzlu geyik ile uzun kulaklı tavşanın karşılaşması hakikaten eğlenceli bir manzaraydı. Birden geyik, bir dizi üzerine çöktü ve ayı elindeki yaprağı göstererek onu mağlup ilan etti. Bu şekilde bazen biri, bazen diğeri kazandı ve iyice yorulana kadar eğlenmeye devam ettiler.
Sonunda Kintaro ayağa kalkıp dedi ki:
“Bugünlük bu kadar yeter. Güreşmek için çok güzel bir yer bulduk. Yarın yine geliriz. Ama şimdi evlerimize gidelim. Haydi!” Böyle söyledikten sonra Kintaro önde, hayvanlar arkada eve doğru yola koyuldular.
Biraz yürüdükten sonra, vadi içinden geçen bir nehrin kenarına vardılar. Kintaro ve tüylü arkadaşları durup nehri nasıl geçeceklerini düşündüler. Köprü yoktu ve nehir hızla akıyordu. Hayvanlar ciddileşmişti, suyu aşıp akşam evde olmanın yolunu düşünmeye başladılar.
Fakat Kintaro dedi ki:
“Bir dakika bekleyin. Hepinize güzel bir köprü yapacağım hemen.”
Ayı, geyik, maymun ve tavşan ne yapacağını görmek için ona baktılar.
Kintaro, nehir kenarındaki ağaçlara doğru yürüdü. Sonunda suyun hemen kenarındaki çok büyük bir ağacın önünde durdu. Ağacın gövdesini kavrayıp bütün gücüyle çekti: bir, iki, üç! Üçüncüsünde Kintaro öyle büyük kuvvetle çekti ki, kök yerinden çıktı, ağaç tam nehrin üzerine düştü. Böylece mükemmel bir köprü oluştu.
“İşte,” dedi Kintaro, “köprüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Güvenlidir, korkmayın. Beni takip edin,” dedi ve nehri ilk geçen kendisi oldu.
Dört hayvan, Kintaro’nun ardından nehri geçti. Daha önce hiç bu kadar güçlü birini görmemişlerdi. Hepsi bağrıştı:
“Ne kadar güçlü! Ne kadar da güçlü!”
Bütün bunlar yaşanırken, nehrin kenarında suya bakan birisi, kayanın üzerinde dikilmiş onları gözlüyordu. Kintaro ve hayvan dostlarını şaşkınlık içinde izledi. Bu çocuğun koca ağacı kökünden söküp nehrin üzerine bir köprü olacak şekilde serdiğini görünce rüyada olmadığından emin olmak için gözlerini ovuşturdu.
Oduncu -kıyafetine bakılırsa oduncuydu- gördüklerine şaştı kaldı, kendi kendine dedi ki:
“Bu sıradan bir çocuk değil. Kimin oğlu acaba? Akşam olmadan öğreneceğim bunu.”
Hemen bu tuhaf grubun arkasına takılıp nehri geçti. Kintaro bundan habersizdi, takip edildiği aklına bile gelmedi. Nehrin diğer tarafına ulaşınca Kintaro ile hayvanların yolu ayrıldı. Kintaro onu bekleyen annesine, hayvanlar ise ormandaki inlerine gittiler.
Kintaro, çamların ortasında bir kibrit kutusu gibi kalan evine girer girmez annesini selamlayıp dedi ki:
“Okkasan (anne), ben geldim!”
“O, Kimbo!” dedi annesi gülümsedi oğlunun uzun bir günün ardından sağ salim eve döndüğüne sevinerek. “Bugün çok geciktin. Başına bir şey geldi diye çok korktum. Nerelerdeydin bakayım?”
“Dört arkadaşımı yani ayı, geyik, maymun ve tavşanı tepelere getirdim. Kimin en güçlü olduğunu görmek için güreş müsabakası yaptırdım onlara. Oyun oynarken çok eğlendik. Yarın aynı yere yine gideceğiz, tekrar güreş yapacağız.”
“Peki söyle bakalım, en güçlü kim?” diye sordu annesi, bilmiyormuş gibi yaparak.
“Ah, anne,” dedi Kintaro, “en güçlü benim, bilmiyor musun? Güreşmeme gerek bile yoktu.”
“Peki, senden sonra en güçlü kim?”
“Benden sonra en güçlü olan ise ayı,” diye cevap verdi Kintaro.
“Peki ya ayıdan sonra?” diye sordu annesi.
“Ayıdan sonra hangisinin en güçlü olduğunu söylemek zor. Geyik, maymun ve tavşan aynı güçte gibi gözüküyorlar,” dedi Kintaro.
Kintaro ve annesi, bir anda dışarıdan gelen bir sesle irkildi.
“Beni dinle küçük çocuk! Bir daha güreşeceğiniz zaman, bu yaşlı adamı da yanınızda götürün. O da yarışa katılmak istiyor!”
Bu, Kintaro’yu nehirden beri takip etmiş olan oduncuydu. Takunyalarını çıkarıp eve girdi. Yama-uba ve oğlu çok şaşırmıştı. Davetsiz misafire merakla baktılar. Daha önce onu hiç görmemişlerdi.
“Kimsiniz siz?” diye bağırdılar.
Oduncu güldü:
“Kim olduğum şu an için önemli değil. Ama en güçlü kolların sahibi kim, görmek istiyorum. Ben mi, bu çocuk mu?”
Ömrü boyunca ormanda yaşamış olan Kintaro, yaşlı adama yanıt verdi:
“İsterseniz deneriz, ama kim kazanırsa kazansın öfkelenmeyeceksiniz.”
Bunun üzerine Kintaro ve oduncu, sağ kollarını uzatıp birbirlerinin elini kavradı. Kintaro ve yaşlı adam, uzun süre bilek güreşine tutuştu. Her güreşçi, karşısındakinin kolunu bükmeye çalışıyordu; fakat yaşlı adam çok güçlüydü ve ikili eşit kuvvetteydi. Sonunda yaşlı adam, berabere kaldıklarını söyleyerek çekildi.
“Hakikaten çok güçlü bir çocuksun. Sağ kolumun gücüne sahip olmakla övünebilecek adamların sayısı bir elin parmaklarını geçmez!” dedi oduncu. “Seni birkaç saat önce nehrin kenarında gördüm. Akıntıyı geçmek için o koca ağaçtan köprü yaptın. Gördüklerime inanamadım. Seni evine kadar takip ettim. Biraz önce tecrübe ettiğim üzere, kol gücün gördüklerimin gerçek olduğunu kanıtlıyor. Büyüdüğünde şüphesiz, Japonya’daki en kuvvetli adam olacaksın. Bu uzak dağlarda herkesten saklı yaşıyor olman çok yazık.”
Sonra Kintaro’nun annesine döndü:
“Ve sen, çocuğunu başkente götürmek aklına gelmedi mi hiç? Orada bir samuray gibi kılıç taşımayı öğrenebilir.”
“Oğlumla bu kadar ilgilendiğiniz için çok teşekkürler,” dedi annesi, “fakat gördüğünüz gibi oğlum yabani ve eğitimsizdir. Korkarım, söylediklerinizi yapmak çok güç. Bebekken bile çok kuvvetliydi. O yüzden oğlumu ülkenin bu ıssız köşesine sakladım, zira yanına yaklaşan herkesin canını yakıyordu. Bir gün oğlumu iki kılıçlı bir samuray olarak görmeyi hep istemişimdir; ama başkentte bizi takdim edecek sözü dinlenir kimseyi tanımıyoruz. Korkarım ki umudum asla gerçekleşmeyecek.”
“Bu konuda hiç endişelenmeyin. Size gerçeği söyleyeyim: Ben oduncu filan değilim! Japonya’nın en büyük generallerinden biriyim. Adım Sadamitsu’dur ve kudretli Lort Minamoto-no-Raiko’nun hizmetlisiyim. Ülkeyi dolaşıp ordusunda görev almak üzere yetiştirilecek güçlü çocukları bulmam için beni görevlendirdi. Bu görevi en iyi şekilde yerine getirmek için oduncu kılığına girdim. Şansım yaver gitti, hiç ummadığım anda oğlunuzla karşılaştım. Eğer oğlunuzun samuray olmasını gerçekten istiyorsanız, onu götürüp Lort Raiko’ya asker adayı olarak takdim edeceğim. Ne dersiniz?”
Nazik general planını aşama aşama açıkladıkça, Kintaro’nun annesinin kalbi sevinçle doldu. Hayatı boyunca dilediği tek şeyin gerçekleşmesi için harika bir şanstı bu: Ölmeden önce oğlunu bir samuray olarak görebilecekti.
Saygıyla başını öne eğen kadın cevap verdi:
“Eğer bu söylediklerinizi yapacaksanız, oğlumu size emanet edeceğim.”
Bütün bu zaman boyunca Kintaro, annesinin yanında konuşulanları dinlemişti. Annesi sözlerini bitirince haykırdı:
“Ah, ne kadar mutluyum! Generalle gideceğim ve bir gün samuray olacağım!”
Böylece Kintaro’nun kaderi yazılmış oldu. General, hemen Kintaro’yu yanına alıp başkente doğru yola çıkmaya karar verdi. Yama-uba, oğlundan ayrıldığı için çok üzülüyordu; hayattaki tek varlığı oğluydu. Ama Japonya’da söylendiği üzere “matemini güçlü yüzünün ardına sakladı” ve üzüntüsünü belli etmedi. Bu ayrılığın oğlunun iyiliği için olduğunu biliyordu ve tam yola çıkmak üzereyken cesaretini kırmamalıydı. Kintaro, annesini asla unutmayacağına söz verdi. İki kılıç kuşanmış bir samuray olunca ona bir ev yapıp yaşlılığında annesine bakacağını söyledi.
Ona hizmet eden bütün hayvanlar; ayı, geyik, maymun ve tavşan gideceğini öğrenir öğrenmez Kintaro’nun yanına geldiler ve eskisi gibi ona hizmet edip edemeyeceklerini sordular. Temelli gittiğini öğrenince dağların yamacına kadar Kintaro’ya eşlik edip vedalaştılar.
“Kimbo,” dedi annesi, “dikkatli davran ve uslu ol.”
“Bay Kintaro,” dedi sadık hayvanlar, “size iyi yolculuklar ve sağlıklı bir hayat diliyoruz.”
Sonra hepsi bir ağaca tırmanıp son bir kez Kintaro’ya baktılar, gölgesi yok olana dek onu izlediler.
General Sadamitsu, hiç ummadığı bir zamanda Kintaro gibi genç bir yeteneği keşfettiği için neşeyle koyuldu yola.
Gidecekleri yere varınca General, Kintaro’yu bir an önce Lort Minamoto-no-Raiko’ya götürdü, çocuğu nasıl bulduğunu ve onun ne kadar kuvvetli olduğunu anlattı. Lort Raiko, duyduklarından çok memnun oldu. Kintaro’nun getirilmesini istedi ve onu hizmetkârlarından biri yaptı.
Lort Raiko’nun ordusunda kahramanlıklarıyla ün salmış “Dört Yiğit” vardı. Bu savaşçılar, askerlerin en cesur ve güçlüleri arasından seçilmişti. Bu küçük ve seçkin grup, tükenmez cesaretleriyle bütün Japonya’da tanınıyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yei-theodora-ozaki-9857029/japon-masallari-69403414/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.
2
Japonya’ya özgü telli çalgılar (e.n.)
3
Değerli nesnelerin sergilendiği bir çeşit cumba. (e.n.)
4
“Elbette” anlamında, genelde alt sınıf tabakası tarafından kullanılır.