Haremin sultanları
Fazlı Necip
Nurü’l-ayn sadece İstanbul’da değil, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir cariyeydi. Feleğin cilveleri onu oradan oraya savurmasaydı, belki çoktan bir kraliçe yahut sarayda bir haseki olacaktı. Kim bilir, belki yine de buydu kaderi. Bir zengin onu satın alır ve saraya takdim ederse eğer… Ve bir gün zengin bir adam, Nurü’l-ayn’ı satın alıp Padişaha hediye etti. İmparatorluğun başına açtığı beladan bihaberdi…
Osmanlı tarihinde Kösem Valide adıyla şöhret kazanan Mahpeyker Sultan da istisnai bir kadındı. Rum papazının bu çok güzel ve çok zeki kızı, kaçırılarak saraya takdim edildiği zaman henüz çocuk denecek yaşta olmasına rağmen Sultan Ahmet’i etkilemeye, sarayda büyük bir nüfuz edinmeye muvaffak olmuştu. Yaşı ile birlikte yetenekleri de büyüdü, gelişti. Oğlu Sultan Murat namına saltanatı büsbütün ele aldığı senelerde güç ve kudretin sembolü haline geldi. Müthiş cüretkâr, neredeyse gözle görülür, elle tutulur bir ihtiras sahibiydi.
Zekası, azmi ve cesaretiyle herkesi etkiliyor, arzuları, aşkı ve düşmanlığı ise korkutuyordu.
Sonra bir de Şekerpare Haseki, Hubyar Kadın ve Fitne Kumkuması Hamide Hatun vardı tabii. Haremde sultanlık mücadelesi iki kişi arasında kalmayacak, Osmanlı Sarayı hiç olmadığı kadar karışacaktı…
Fazlı Necip
Haremin Sultanlari
1
Esirci Evi
Yol soracak birini arıyorlardı. Bu tenha mahallenin bostanlar, bağlar arasından geçen kaldırımsız dar sokaklarında kimseler görünmüyordu.
Güneş havayı iyice ısıtmış, sanki etrafa altın renkli ateşler saçmıştı.
Kırk beşlik olduğu tahmin edilebilen, göbeğini kısa bacakları üzerinde güçlükle taşımaya çalışan Zeynel Ağa durdu. Uçlarına sırma dallar ve budaklar işlenmiş çevresiyle terini silerken yanındaki tellala, “Burada bir parça dinlenelim,” dedi. Parmağıyla büyük çınar altında kurumuş bir çeşme gösterdi. Oraya doğru yürüdüler, büyük mermer yalağın iki kenarına oturdular.
Karşıda, biraz uzakta yüksek kale duvarları görünüyor, duvarın ardından hafif bir lodos esintisinden doğan dalgaların sahile çarptığı işitiliyordu. Zeynel, yol arkadaşına sordu:
“Daha Davutpaşa’ya gelmedik mi?”
“Geldik, Efendim. İşte buraları Davutpaşa bostanları.”
“Peki, gideceğimiz köşk nerede?”
“Etrafta görünen köşklerden biri olacak, fakat hangisi?”
“Bana mı soruyorsun? Ben bilsem seni yanıma alır mıydım?”
“Sahibini biliyorum, Cezayirli Abdüssamed. Şimdi bir adam geçince sorup öğreneceğim. Saray gibi büyük, güzel bir köşk diyorlardı.”
“Duvarı salkımlar, yaseminler, sarı güller, sarmaşıklarla örtülmüş şu köşk olmasın? Bu dar yoldan gitsek mi?”
Uzaklardan, ağaçların arasından gelen bir ses işitildi.
“Bal! Leziz bal! Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi, bal! Bal! Leziz bal!”
Tellal yerinden fırladı.
“İşte bir satıcı… Bunlar bütün mahalleyi tanırlar. Ondan öğreniriz,” diyerek sesin geldiği tarafa koştu.
Yumuşak bir ses, tatlı nağmelerle yaklaşıyordu. Nihayet, iki bağın hendekleri arasındaki dar yoldan sesin sahibi meydana çıktı. Bir elinde sepeti, diğerinde terazisi, hafif adımlarla yürüyen bir gençti. Boyu fidan gibi, yüzü güzeldi. Gözlerinde zekâ ışıltıları vardı. Elbisesi düzgün, kendisi bir resim, bir hayal gibiydi. Satıcıdan çok bir cengâvere benziyordu.
Tellal ona işaret ederek yanına çağırdı. İkisi birlikte Zeynel Ağa’nın yanına geldiler. Balcı küçük, hafif sepetini yere koydu. Malını satmaya önem vermiyor gibi görünüyordu. Zeynel Ağa sordu:
“Buralarda esirci Cezayirli Abdüssamed’in evi varmış, biliyor musun?”
Balcının hararetle açtığı büyük, güzel, siyah gözlerinde bir şimşek çaktı.
“Aaa! Siz de mi orasını arıyorsunuz? Fakat bilir misiniz, orası belalı bir evdir. Orada bir afet var.”
“Ne afeti?”
“Gönül afeti… Yüzü görülmeden sesi bile canlar yakan bir afet… Ona tutulanlar benim gibi divane olurlar.”
“Pek güzel bir kız mı bu?”
“Bir kız, belki bir melek. Öyle bir ses, öyle güzel…”
“Sen kızı gördün, tanıdın mı?”
“Uzun macera…”
Zeynel Ağa gencin sözlerine hayret ediyor, şimdi ona dikkatli bir şekilde bakıyordu.
“Sen gerçekten balcı mısın? Sesin, nağmelerin, yüzün güzel; hal ve hareketlerin kibar… Gözlerinde zekâ nurları parlıyor. Bu meziyetlerle saraylarda yaşamaya lâyık iken nasıl oluyor da sokaklarda satıcılık yapıyorsun? Satışın bile esrarengiz… Bana bu muammayı açıklar mısın?”
“Esrarımı size açmadan evvel, ben de sizin kim olduğunuzu öğrenmeliyim. Hani, sizin de orasını arayışınız?”
Zeynel Ağa kahkahalarla güldü.
“Sevdiğin kıza ben rakip olmam, evlat. Benim halimde, yaptıklarımda hiç esrar yok. Ben Mısır Valisi Maksut Paşa’nın kâhyasıyım. Paşaya bir cariye satın almak istiyorum. Bu tellal, Abdüssamed’in evinde satılık pek güzel cariyeler bulunduğunu haber almış. Evi bulmak, cariyeleri görmek istiyoruz.”
“Onu siz alır mısınız? Abdüssamed onun için binlerce altın istiyor. Ödenemeyecek bir hazine…”
“Mısır Valisinin serveti sonsuzdur, oğlum. Ben pek güzel, pek pahalı bir cariye arıyorum.”
Güzel balcının yüzünü bir bulut sardı. Ümitsiz, düşünceli bir tavırla çeşmenin yıkılmış mermerlerinden bir parçasına çöktü. Şimdi yalvarır gibi bir bakışla Zeynel Ağa’nın yüzüne bakıyordu. Deminki neşesi uçmuştu. Söyleyecek söz bulamıyordu. Zeynel sordu:
“Hani ya bana maceranı anlatacaktın?”
O, biraz düşündükten sonra cevap verdi:
“Sen mert bir adama benziyorsun. Yalnız kalırsak…”
Zeynel o zaman tellala emretti, “Sen biraz uzaklarda dolaş,” dedi.
“Ben Sultan İbrahim’in, daha doğrusu onun Cinci Hocasının belasına, haksızlığına uğramış bir vezirin oğluyum. Şu karşıdaki bahçeler arasında güzel bir köşkümüz, uşaklarımız, cariyelerimiz, şanımız, şerefimiz vardı. Mutlu bir gençtim. Zevk içinde yaşardım. Bir gün evimize geldiler. Babamı tutup aldılar, götürdüler. Hiçbir şey, hiçbir sebep bilmiyor, anlamıyorduk. Ertesi gün felâket haberleri geldi. Babamı sarayda boğmuş, idam etmişlerdi. Bütün mallarına da el koydular. Bizi sokağa attılar. Azatlı kölemiz ve lalam biraz yaşlı oldukları için kurtulmuşlardı. Lalamın evine yerleştik. Annem babamı çok severdi. Bu felâketin acısına dayanamadı. Bir ay içinde söndü, öldü gitti. Ben lalamın evinde kimsesiz, öksüz kaldım. İşte böyle güya bal satıyor, mahallelerde serseri serseri geziyorum. Bir gün kale duvarının dışarısında, sahillerde dolaşırken esirci Abdüssamed’in oturduğu köşkten insanı büyüleyen bir ses işitmiştim. Durdum. Kalın kale duvarlarını aşarak sahillere dağılan bu ses bilmediğim bir tarzda, anlamadığım bir dilde şarkı söylüyordu. Bu sese âşık oldum. Benim sesim de güzeldir. Musikiden anlarım. Herkes sesimin çok tatlı ve pek etkileyici olduğunu söyler. Fakat benim sesim o kızın nağmeleri, ahengi karşısında nedir ki!
Bu emsalsiz nağmelerin sahibi olan kızı görmek için günlerce, haftalarca esirci evinin etrafında dolaştım. Dikkatleri o kadar üzerime çektim ki bir gün iki yeniçeri azgını beni tehdit ettiler. O günlerde kale dışarısında, öldürülerek hisardan atılmış bir ceset bulunmuştu. Bunun, esirci evindeki kızlara musallat olmuş, gizlice eve girmiş olduğu için öldürülerek atılmış birine ait olduğu söyleniyordu.
Yeniçeri kolluk kuvvetleri esirci Abdüssamed’i korudular. Soruşturmadan hiçbir şey çıkmadı. Maktulü gömdüler. Her şey unutuldu. Yalnız ben unutamıyordum. O güzel sesli güzel kızı görmek, tanımak hevesi ruhumu büyülerken tehlikelerden korkuyor, geceleri oralarda dolaşamıyordum. Cariyeyi satın alabilecek param da yok. Bu güzel kızı kaçırmayı düşündüm. İşte onun için gördüğünüz gibi bir satıcı kıyafetine girdim. Sabrediyor, fırsat bekliyorum. Çünkü ben onsuz yaşayamayacağım. En yanık, en etkileyici sesimle nağmeler icat ediyor, köşkün etrafında dolaşarak bal satıyorum. Dikkat çeksin diye bu şairane satışı düzenleyip besteledim. Bal! Leziz bal! Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi bal! Leziz bal, diye bağırıyorum. Ben geçerken bütün kadınlar, kızlar ve çocuklar pencerelere, kafeslere koşuşuyorlar. Yalnız Abdüssamed’in evinden kimse çıkmıyor, ben de onu göremiyorum.
Nihayet geç kaldığım bir gündü. Güneş batmış, gökler yıldızlarla çiçeklenmişti. Köşkün karşısında büyük bir çınar var. Altında oturdum. Etrafı derin bir sessizlik, bir vahşet kaplamıştı. Şiddetli bir lodos rüzgârı heybetli çınarın dallarını sarsıyor, kükremiş denizden sahillere çarpan dalgaların uğultusu bana kadar geliyordu. Yorgun ve umutsuz onu düşünüyordum.
Birdenbire bir ses, bir nağme bu vahşi gürültüleri yırttı. Hepsinin üstüne çıktı. Bu, onun sesiydi. İnce, ahenkli, etkili bir kadın sesi… Nağmeleri serin, berrak bir su gibi yüzüme, ruhuma serpiliyordu. Gönlümü, gözümü açtı.
Elimde olmadan doğruldum. Korkuyu, önlemleri unutmuştum. O sustuğu zaman ben söylemeye başladım. Bal! Bal! Leziz bal! Güneş damlası! Cennet şebnemi! Bin bir çiçek rayihası, huriler busesi bal! Leziz bal!
İçeride inceli kalınlı cıvıltıları takiben sesler kesildi. Onu kaçırdılar, uzaklaştırdılar. Ve o günden beri bir daha bu sesi duymadım. Hayaline taptığım kızı göremedim.”
“Biz şimdi cariye beğenmek ve satın almak için oraya gidiyoruz. Beraber gelir misin? Belki kızı görürsün!”
Genç âşık, Zeynel Ağa’nın ellerine sarıldı. Kendisine gösterilen bu şefkate karşılık onları minnet ve şükran hisleriyle öptü.
“Mademki bana merhamet ediyorsunuz, onu satın alırsanız beni de alınız. Ben onunla beraber gitmek, onun etrafında yaşamak için köle olmaya, köle gibi Mısır’a gitmeye razıyım,” dedi.
Zeynel Ağa sordu:
“Ben vezirlerin çoğunu tanırım. İdam edilen babanız kimdi, sorabilir miyim?”
“Babam Trabzonlu İslam Paşa idi. Sultanzâde Mehmet Paşa’ya çok yardımcı olmuştu. Paşa, sadrazam olduğu zaman minnetten kurtulmak için babamın idamına razı oldu.”
“Yaa! İslam Paşa mı? Tanırım. Hatta onun iyiliklerini bile gördüm. Öyle ise seni bir esir gibi değil evlat gibi yanıma alıyorum.”
***
Abdüssamed’in oturduğu köşkün büyük bahçe kapısından girdiler. Bakımsız bırakılmış bahçelerin, esrarengiz ve sık ağaçlıkların arasından geçtiler. En üst kat pencereleri denizi görebilmek için kale duvarlarını aşmış, filizî boyalı, nakışlı, muhteşem bir binanın önüne geldiler. Burası eski ve terk edilmiş bir saray olmalıydı.
Sekiz on basamak mermer merdivenlerden çıktılar. İçerideki gürültülü çığlıklar, kahkahalar dışarı taşıyordu. Misafirlere rehberlik eden ihtiyar zenci köle kapıyı açınca garip bir manzara ortaya çıktı: irili ufaklı, Kızıl Deniz’den gelmiş abanoz gibi siyah zenciler; açık kahverenginde Habeşîler; Kafkas Dağları’nın mavi, yeşil, sarı ve kara gözlü dilberleri, sarışın Çerkezler, Abazalar, Gürcüler… Rum, Rus, Macar kızları karmakarışık oynuyor, şuh kahkahalarla gülüyorlardı. Kapının açıldığından haberleri bile olmadı.
İnce hasır döşenmiş büyük sofayı süpürmeye çalışan zenci kalfanın ayakları arkasına sekiz on yaşlarında çapkın bir köle yumulmuş, öndekiler bacıyı ürkütünce zavallı bacı arka üstü düşmüş, ayakları havaya kalkmıştı. Herkes bu manzara karşısında kahkahalarla gülüyordu.
Kapıyı açan zenci kölenin bağırması üzerine, çil yavruları gibi, her biri bir tarafa dağıldı.
Zenci köle, Zeynel Ağa ile arkadaşlarını misafir odasına götürdü. Abdüssamed’e bilgi vermeye gitti.
Misafirlerin Mısır Valisi için cariyeler satın almaya gelmiş oldukları dışarıda duyulmuştu. Burada mahpus gibi yaşayan, dünya yüzü görmeyen esirlerden birçoğu usandıkları bu hayattan kurtulmak için satılmaya can atıyorlardı. Şimdi gençler ve çocuklar fiskoslarla gülüşerek oda kapısı önüne toplanıyor, içeridekileri görmek için birbirlerini iterek anahtar deliğinden bakmaya çalışıyorlardı.
Bu sırada Abdüssamed göründü. Cezayir Dayıları kıyafetinde iri yarı bir herifti. Belinde büyük bir kılıcı, elinde kamçısı vardı. Acı bir nara ile bağırdı. Kamçısını sallayarak insan sürüsünü ürküttü. Önündekilerin her biri vahşi hayvanlar gibi bir tarafa kaçışıp dağıldı.
Abdüssamed kurnaz bir esirci idi. Müşterilerini onlara yaltaklanarak değil, caka satarak etkilemesini bilirdi.
Odaya girince selam verdi. Zengin ve kendini beğenmiş bir tüccar gibi oturdu. Tellalı tanıyordu. Onunla gelen bu iki kişiden hangisinin efendi olduğunu kestirmek için dikkatle baktı. Genç adamın halinde, yüzünde öyle bir soyluluk nuru vardı ki, efendi ve müşteriyi o zannetti. Zeynel Ağa’ya önem vermeyerek ona hitap etmeye başladı.
“Efendi nasıl bir halayık, nasıl bir kul ister? Beyaz? Habeş? Siyah? Küçük? Genç? Güzel? Çok güzel? Ucuz? Pahalı? Hepsi var.”
Zeynel Ağa cevap verdi:
“Görelim.”
“Evet, Efendi, siz görecek, beğenecek, sonra pazarlık yapacak. Fakat evvela ne ister, bana onu söyleyecek.”
“En evvel, bir sarayda bulunabilecek en güzel kızları göster.”
Abdüssamed, Zeynel Ağa’nın istediği gibi en güzel malını en önce sunmadı. Kızların en adi ve en ucuzlarını getirip göstererek başladı. Onlar beğenilmedikçe daha değerlilerine sıra geliyordu. Adam kapının önünde durmuş, bizzat isimleriyle çağırdığı kızları odaya alıyor; her birinin özelliklerini, meziyetlerini sayıp döktükten sonra fiyatını söylüyordu.
Zeynel Ağa gururlu bir tavırla, “Daha âlâsı, daha kıymetlisi yok mu?” dedikçe, Abdüssamed mânâlı tebessümlerle,“Var, ya Efendi,” diyor ve daha güzelini getiriyordu.
Sonunda dışarı doğru, “Nurü’l-ayn,” diye bağırdı ve kızın gelmesini beklerken hakkında bilgi vermeye başladı.
“Bu, İstanbul’da değil dünyada eşi benzeri bulunmaz bir cariye. Feleğin cilveleri onu buraya atmasaydı, bugün belki bir kraliçe yahut sarayda bir haseki olacaktı. Ve belki yine olacak. Bir zengin bunu satın alır ve saraya takdim ederse…”
“O kadar fevkalâde bir şey mi bu?”
“Şimdi görecek ve anlayacaksınız, Efendi. Güzelliği kadar fevkalâde zekâsı, emsalsiz güzellikte bir sesi var. Macar kızıdır ama Türklerden iyi Türkçe okur ve yazar. Tambur, rebap çalar. O kadar kibar, o kadar terbiyeli ki… Göreceksin, hayran olacaksın, Efendi…”
Abdüssamed malını methetmek için belli ki daha çok konuşacaktı. Fakat davet olunan Nurü’l-ayn’ın odaya girişi ortamı değiştirdi. Zeynel Ağa ile arkadaşı Suphi Bey’i hayretler içinde bıraktı.
Bu, alelade bir kız değil, kendisine esir olunacak bir varlıklı. Karanlığa doğan nur gibi, serin bir rüzgâr gibi içeri girdi. Uzun, güzel endamını Arap tarzı ipekli bir bornozla örtmüş, sırma rengi saçlarını sarı lalelerden oluşan bir taç gibi başı üstüne toplamıştı.
Onda ne bir esirin utancı ne de bir fahişenin serbestliği vardı. Güzelliğinin kıymet ve önemini bilen bir gururla yürüyor; baygın, mavi gözlerinden zekâ nurları saçıyordu.
Zeynel Ağa kıza saygılı bir tavırla, “Sizi Mısır’a, Kasr-ı Yusuf Sarayı’na götürmek istiyoruz, gelir misiniz?” dedi.
Kız hafif, alaycı bir tebessümle güldü.
“Cevap vermiyorsunuz, gelir misiniz?”
“Esirin arzuları sorulur mu, Efendim?”
“Mısır Valisi Maksut Paşa terbiyeli, genç, yakışıklı, güzel ve mükemmel bir insandır. Orada bir hükümdar gibidir. Saraylarda yaşar. Servetinin haddi hesabı yoktur. Bu güzelliğiniz ve kültürünüzle orada bir sultan gibi hükümran olursunuz.”
Nurü’l-ayn önüne bakıyor, cevap vermiyordu.
Abdüssamed, elindeki kamçı ile ona çıkması için işaret etti. Kız büyük bir ağırbaşlılık ve gurur ile odadan çıktı.
Mısır Valisinin kethüdası, paşasını memnun edecek mücevheri bulmuştu. Pazarlık kolayca sonuçlandırıldı.
Ertesi gün altınları getirmek ve kızı almak için esircinin evinden çıktılar.
2
Gemi Korsanları
Suphi şair yaradılışlı bir gençti. Bütün ruhunu saran şiddetli sevdasıyla zaman zaman dünyadan bihabermiş gibi daldığı olurdu.
Bu akşam da geminin baş tarafında bir kenara çekilmiş derin derin düşünüyor, dilinin alıştığı bir ahenkle, hafif nağmelerle mırıldanıyordu:
“Bal, bal, leziz bal… Güneş damlası, cennet şebnemi, bin bir çiçek rayihası, huriler busesi, leziz bal…”
Bu nağmeler onun Davutpaşa Bağları’nda, esirci evi etrafında Nurü’l-ayn’ı görmek, sesini işitmek için gezindiği zamanları düşündüğünü anlatıyordu.
Gemi, pupadan gelen rüzgâr ile dalgalar üzerinden sekerek şuh bir dans eder gibi uçarken; güneş, Girit Dağları üzerinde parçalanmış, rengârenk bulutlar arasından gurup ediyor, ufukları kana boyuyordu. Gemide müezzinlik yapan Mekke Kadısı o anda ezan okumaya başladı.
Suphi ezanı işitince kendi kendine, “Çiçeklere renk ve rayiha, Nurü’l-ayn’a güzellik ve cazibe veren, bu latif tebessüm ile havayı ve denizi dalgalandıran Rabbime hamd ve senalar olsun,” dedi.
Ezan okunurken geminin köpeği de geminin baş tarafına geldi. Dalgalara havlıyor, bu ruhani nağmelerin hüznüne acı ve korkunç feryatlar karıştırıyordu. Köpek, insanlarda bulunmayan bir his ile herkesten evvel düşmanın tehlike ve kokusunu almıştı. Bu durum yolcuları rahatsız ediyordu ama gemiciler için bir ikazdı.
Koca sarıklı, Cezayir kıyafetli kaptan meydana çıktı. Etrafa bakıyor, ufukları gözlüyordu. Nihayet bir şeyler gördü ve bağırdı:
“Tehlike var! Girit korsanlarıdır! Savaşacağız!”
Bu müthiş haber üzerine etrafı çığlıklar, gürültüler kapladı. Haber verilen, korkulan felâket işte gelip çatmıştı. Şimdi Mekke Kadısına sövüyor, sayıyorlardı. Kaptan bağırıyordu:
“Bize buralarda Girit korsanları dolaşıyor, Girit sularından geçmek caiz değildir demediler miydi? İnanmadılar. Bana korkak dediler. İşte felâket geldi çattı.”
Hiddetlenen, korkan diğer gemiciler de bağırmaya başladılar:
“Kadı Efendi nasihat dinledi mi? Kaptana korkak dedi, hakaret etti. Mutlaka yola çıkmalıyız diye ayak diredi.”
“Kadı Efendi hac zamanını kaçırmamak, zavallı hacılardan ölenlerin mirasına konmak için bir an evvel Mekke’ye yetişmek istiyor.”
“Şimdi iyi yetişecek.”
Bu gürültüler arasında Mekke Kadısı ile upuzun, sivri, simsiyah ihtiyar zenci Sümbül Ağa meydana çıktılar. Onlar da korku ve heyecan içindeydiler.
***
1052’de, Sultan İbrahim’in çılgın saltanatı zamanındaydı. Sarayda hasekilerden birinin hışmına uğrayan Darüssaâde Ağası Sümbül, görevinden alınmış ve derhal Mısır ’a sürgün edilmesine emir çıkmıştı.
Donanma Karadeniz’deydi. Darüssaâde Ağasını Mısır’a götürecek uygun büyüklükte bir gemi bulunamadı. İbrahim Çelebi namında bir reisin çektirisi kiralandı. Kızlar Ağasının mallarına el konulmamıştı. Bütün kıymetli eşyası ve pek sevdiği atları da gemiye bindirildi.
İbrahim Çelebi çekirdekten yetişmiş, yakışıklı, cesur bir gemiciydi. Fakat açgözlüydü. Kızlar Ağasının eşyası ve hayvanlarıyla dolmuş olan gemisine başka müşteriler de aldı.
Hac zamanı geçmeden önce görev yerine yetişmek isteyen ve gidecek yolcu gemisi bekleyen Mekke Kadısı da maiyeti ile beraber bu gemiye bindi. İbrahim Çelebi, müracaat eden daha birçok hacıyı, Mısır yolcularını da reddetmedi. Gemi hıncahınç dolmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı.
Gemi Rodos’a varacağı zaman hükümet memurları, “Bugünlerde Mısır’a doğru gitmeyiniz. Girit sularında korsan gemileri görüldü. Balıkçı kayıklarını bile soydular,” demişlerdi.
Reis İbrahim Çelebi, Girit korsanlarının ne müthiş canavarlar olduğunu bilirdi. Yola çıkmak istemedi.
“Beş on gün burada bekleriz. Elbet uzaklaşırlar. Yahut buraya başka gemiler de uğrar, onlarla beraber çıkarız,” dedi.
Fakat Mekke Kadısı hac zamanı geçmeden Hicaz’a yetişmek istiyor, vakit kaybedilmemesi, hemen yola çıkılması için ısrar ediyordu. Kızlar Ağasını kandırmıştı. Cahil ve mağrur zenci, “Su üstünde niye duralım? Biz Padişahın iradesiyle gidiyoruz. Kimden korkacağız? Girit korsanlarının bize ilişmek haddine mi düşmüş?” diyordu.
İbrahim Reis, “Yeterli topumuz yok. Gemi çok yüklü. Onlar bir sürü gemiyle gelecekler. Tehlike büyük,” dedikçe, Kızlar Ağası, Mekke Kadısının teşvikiyle, “Sen korkak… Sen miskin…” diye zavallının hislerine saldırıyor, onu tahrik ediyor, bağırıyor çağırıyordu.
Hacılar, yolcular iki taraf olmuşlardı. Bir kısmı hemen yola devam etmek, diğer kısmı beş on gün Rodos’ta kalarak durumu değerlendirmek, başka gemiler gelirse yola onlarla beraber çıkmak istiyorlardı.
Kalmak taraftarlarından biri karısına hafif bir sesle, “Reis kendi kamarasını esrarengiz bir aileye kiralamıştır. Şişman bir adamla pek güzel bir kızı, bir de oğlu var. Kalabalık arasına çıkmıyor, kimse ile görüşmüyorlar. Ben onları bir sabah, herkesin uyuduğu sırada, güneş doğarken hava almaya çıktıklarında gördüm. Saraya mensup pek nüfuzlu, önemli bir adam olmalı. Ona başvuralım,” dedi.
“Bu divane Kızlar Ağası ve Mekke Kadısına söz geçirebilirse!”
İkisi birlikte bu esrarengiz kişiyi görmek, işe müdahalesini rica etmek için kaptan kamarasının kapısına gittiler.
Karşılarına genç âşık Suphi çıktı. Ona pek önemli bir iş için babasını görmek istediklerini söylediler.
Zeynel Ağa gecelik entarisi, laubali tavrı ile epeyce neşeli bir halde kapı önünde göründü. Ziyaretçiler ona gelişlerindeki maksadı anlattılar. Hayretle gözlerini açtı.
“Ne diyorsunuz? Bu divane Arap ile Kadı bütün mallarını verdikten başka esir olmak, satılmak mı istiyorlar? Hiç korsanlara karşı böyle yüklü bir tek gemi ile gidilir mi?” dedi.
Hemen giyindi. Heybetli bir kıyafetle meydana çıktı. Evvela kaptanın yanına gitti, onu kandırmaya çalıştı. İnatçı İbrahim Çelebi başka söz söylemiyordu.
“Bana korkak dediler. Ölümlerden bile korkmadığımı ispat edeceğim. Bela gelir çatarsa onlar da görürler.”
“Çelebi, sen hiç korsanlara tesadüf etmedin mi? Ben bir kere esir oldum, biliyorum. Denizde onlar müthiş bir afettir. Bütün malı aldıktan başka gemiyi elinden alacaklar, hepimizi esir edeceklerdir. Geçen defa kendimi satın alıncaya kadar ne belalar çektim, ben bilirim. Memleketinde serveti olan, yolunu bulan kişi kendini satın alıp kurtarabilirse de buna muvaffak olamayanlar hayvan gibi pazarlarda satılır, ölünceye kadar itilir kakılırlar. İyi düşün. Bir gücenme, bir inat uğruna kabadayılık davasıyla atılacağın felâketin derecesini ölç, biç.”
“Ne yapalım, Allah’ın dediği olacak. Bana korkak diyenler düşünsün.”
“Peki, sana korkak diyen ve gitmek isteyenler bu fikirlerinden vazgeçer, sana gelir, gitmeyelim derlerse?”
İnatçı kaptan bir an düşündü. Kızlar Ağası ile Mekke Kadısının ayağına gelerek kendisinden özür dilemeleri hoşuna gidecekti.
“Hele bir kere gelecek olsunlar,” dedi.
Zeynel Ağa oradan Kızlar Ağasının yanına gitti. Mekke Kadısı da orada idi. Onlara tehlikenin büyüklüğünü, neticelerini, bütün felâketleri, kendisinin esarette geçirdiği günleri uzun uzadıya anlattı. Onları yumuşatmayı başardı. Daha beş on gün kalmaya razı oldular. Şimdi iş onların gemi reisine gidip Rodos’ta kalmayı kabul ettiklerini, geminin bugün hareket etmemesini söylemelerine kalmıştı.
Zeynel Ağa bunu teklif edince Kızlar Ağası yerinden fırladı.
“Ne? Ben, saraylarda padişahlarla sultanlar arasında yaşamış Darüssaâde Ağası, bu miskin gemicinin ayağına mı gideyim? Onun gibi bin gemiciye ayağımı öptürmüşüm, ayağına gider miyim?”
Mekke Kadısı da zencinin bu gururunu, inadını görünce ondan aşağı kalmak istemedi. İlmiye payesinin büyüklüğünden, şerefinden bahsediyor; kaptanın ayağına gitmeye, ondan özür dilemeye katiyen razı olamayacağını anlatıyordu.
“Fakat sizin gururunuz, inadınız yüzünden gemideki bütün insanların hayatı müthiş tehlikelere itiliyor.”
“Bundan ben sorumlu değilim. Onu reis denen Çelebiye anlat.”
“O, inatçı bir cahil. Söz anlamıyor, Bana korkak dediler. Korkak olmadığımı anlasınlar, özür dilesinler, diyor. Siz bu cahilin aklına uymayın.”
Her ikisi bir ağızdan bağırdılar.
“Mümkün değil! Biz o miskin herifin ayağına gidip ne özür dileriz, ne de yalvarırız. O korsanlardan korkmuyorsa, biz hiç korkmayız.”
Bu inat karmaşasında uyuşma sağlayabilmek için Zeynel Ağa bir yandan diğer yana koşturuyordu. Onca uğraşa rağmen hiçbir tarafı ikna etmeyi başaramadı. Nihayet gemi yola çıktı.
İşte korkulan felâket de bunun sonucu gerçekleşti.
***
Rodos’tan hareket ettikleri zaman Zeynel Ağa şiddetli bir öfke ve sinirlilik içindeydi. Bu inatçı, cahil, anlayışsız heriflere küfürler ediyordu. Oturdukları kaptan kamarasının kapısına geldiği zaman durdu, düşündü. Şimdi ne yapacaktı? Tehlikeyi, korkularını Nurü’l-ayn ve Suphi’ye anlatmalı mıydı? Kendi kendine, “Belki korsanlara rastlamaz, felâkete uğramayarak sağ salim Mısır’a gideriz. Şimdiden bu zavallı gençlere müthiş endişeler, heyecanlar yaşatmaya gerek yok!” dedi.
İçeri girdiği zaman davetin nedenini sordular.
“Geminin reisi ile Kızlar Ağası ve Mekke Kadısı kavga etmişler. Onları barıştırmaya çalıştım,” dedi.
Nurü’l-ayn sordu:
“Barıştırabildiniz mi?”
“Hayır.”
“Neden kavga etmişler?
“Biri diğerine korkak demiş.”
“Neden korkak, korkulacak bir şey mi varmış?”
“Adam sende, nemize lazım! Biz burada kendi zevkimize bakalım. Şuradan dolu bir kadeh daha ver de, başladığın tatlı hikâyeye devam et.”
Güzel kız, Zeynel Ağa’ya bir kadeh şarap sundu. Sonra oturdu. Konuşmasını büyük bir şevkle bekleyen Suphi’ye tebessümler ederek başladı. Çocukluk hayatını ve esarete nasıl düştüğünü anlatıyordu.
“Misafir çocuklarıyla şatonun bahçesinde, ağaçların altında oynuyorduk. Şatodan iyice uzaklaşmıştık. Birdenbire kilisenin çanı tehlike, felâket bildiren bir ahenkle acı acı çalmaya başladı. Arkasından da gürültüler, çığlıklar koptu.
Hep çocuktuk. Fakat en küçüğümüz on yaşında vardı. Ani bir felâket geldiğini anlayabilmiştik. Şatoya doğru koşarken etraftan silah sesleri ve naralar gelmeye başladı. Savaş oluyordu. Şato düşman hücumuna uğramıştı. Henüz tereddütler içinde şatoya kaçmak için koştuğumuz sırada, çılgınca koşturdukları atlarla bize doğru gelen sekiz on kadar sarıklı, sırmalı cepkenli, korkunç suratlı süvarinin karşısında donup kaldık. Korkumuzdan bağırıp ağlayamıyorduk bile.
Bu süvarilerden biri parmağını dudaklarının üstüne koyarak bize sus işareti yaptı. Yanımıza yaklaştı. Her birimizin boyunu, bosunu, yüzünü inceledi. İçimizden üçünü seçti ve hayvanlarının terkisine bindirerek güzelce bağladı. Bu esir alınan kızlar içinde ben de vardım.
Ağlamak, bağırmak isteyenleri müthiş tehditlerle susturuyorlardı. Bizi şatodan bir saat kadar uzaktaki ormana götürdüler. Orada birçok süvari, esir alınmış diğer Macar kızlarla çocuklar, pahada ağır yükte hafif eşyalar vardı.
Birkaç saat bekledik. Bizden sonra da birtakım süvariler, esirler ve eşya geldi. Meğer bunlar huduttan gelen Türk akıncıları imiş. Yıldırım hızıyla etrafı talan eden akıncılar burada toplanınca dönüş başladı. Günlerce hayvan üstünde gittik. Türk akıncılarının geçtiğinden haberdar olan bütün Macar köylüleri dağılıp gizlenmişlerdi. Kırlarda, köylerde kimselere tesadüf etmiyorduk.
Sınıra geldiğimiz zaman dağıldık. Benim Macar asilzadelerinden olduğumu, sesimin güzelliğini, iyi saz çaldığımı anladıkları zaman beni Budin Valisine gönderdiler. Vali Mustafa Paşa da biraz zaman geçtikten sonra beni İstanbul’a, Padişahın kız kardeşi Belkıs Sultan’a hediye yolladı.
Sultanın eşi Nakkaş Paşa Mısır Valisi idi. Oraya servet toplamaya, zengin olmaya gitmişti. Belkıs Sultan İstanbul’da eşinin getireceği hazineleri beklerken büyük bir ihtişam ve debdebe içinde yaşıyordu. Sarayında benim gibi yüzlerce cariye ve kölesi vardı.
Sultan beni pek beğendi ve sevdi. Kendi evladı olmadığı için, beni bir evlat gibi terbiye ederek büyütmeye çalışıyor, eğitimde gösterdiğim kabiliyetten pek memnun oluyordu. Kısa zamanda Türkçeyi öğrendim. Okuyup yazmaya başladım. Rebap çalıyor; doğu müziğinden anlıyor, zevk alıyordum.
Belkıs Sultan’ın sarayında bir prenses gibi büyüdüm. On dört yaşına gelmiştim. Mazimi, içinde bulunduğum durumu, geleceğimi düşünebiliyordum. Beni en çok Macaristan’daki ailem, onların hali düşündürüyordu.
Bir gün derdimi Belkıs Sultan’a açtım. Beni lütfen Bu-din Valisinin yanına kadar gönderin. Oradan Macaristan’a geçeyim. Bir kere ailemi bulup, onlarla görüşeyim. Onlar da benim hayatta ve mutlu olduğumu anlasınlar. Yine buraya gelirim, diye yalvardım. Sultan güldü.
Çocuk, dedi. Aklın mı ermiyor, beni aldatmak mı istiyorsun? Ailenin yanına gittikten sonra bir daha onlar seni bırakırlar mı? Demek burada benim evladım gibi yaşamaktan memnun değilsin ki…
Vallahi çok memnunum. Sizden ayrılmak istemem. Fakat ne yapayım? Devamlı onları düşünüyorum. Anamı, babamı bir kerecik olsun görmek istiyorum. Annem benim için kim bilir ne kadar ağlıyordur.
Bu sözleri üzgün, ümitsiz bir tavırla söylemiştim. Belkıs Sultan acıdı, beni yanına oturttu. Hüznümü gidermek için saçlarımı okşarken konuşuyor, bana ümitler veriyordu.
Bak kızım, ben seni bu memlekette hükmü geçen biri olman için büyütüyor, terbiye ediyorum. Olgunlaştığın zaman seni kardeşim Sultan İbrahim’e hediye edeceğim. Bizde padişahlar ekseriya senin gibi esir kızlara esir olmuşlardır. Yıldırım Beyazıt, Sırp Kralı’nın kız kardeşi Olivera ile evlendiği zaman onun otoritesine yenik düştüğü gibi, bir Rus rahibinin kızı olan Roksalan da Hürrem Sultan unvanıyla Kanuni Sultan Süleyman’ı zülfünün teline bağlayıp senelerce hükümran oldu. Venedikli Sofia Baffo yani Safiye Sultan, Üçüncü Murat’ı cazibesine, kültürüne esir etti. Nihayet, hâlâ başımıza bela kesilen Valide Sultan senelerden beri padişahları ve memleketi pençesinde tutmuyor mu? O da bir Rum rahibin kızı Anastasya idi, Mahpeyker Sultan oldu. Şimdi kardeşim Sultan İbrahim’i bu Valide Sultanın hâkimiyetinden, pençesinden kurtarmak gerek. Bunu da ancak pek güzel, pek zeki bir kadın yapacaktır. Seni bunun için yetiştiriyorum. Sarayda hükmü geçen bir sultan olduğun zaman Macaristan’daki bütün akrabalarını buraya getirir, görür, servet ve zenginliğe gark edersin.
O zaman pek taze, çocuk sayılabilecek bir çağda idim. Saraya girmek, sınırsız elmaslara, hazinelere sahip bir sultan olmak hayali kalbimde arzular, hevesler uyandırdı. Daha ciddi bir gayretle çalışmaya, okumaya, yazmaya, her şeyi öğrenmeye çalıştım ve en çok da tarih okudum. Dünyayı, hayatı anladım zannediyordum.”
Zeynel Ağa, bilhassa Suphi Bey, güzel kızın sözlerini büyük bir hayretle dinliyorlardı. Nurü’l-ayn gözlerinde bir kat daha yükseliyordu. Zeynel Ağa sordu:
“Şimdi hayatı o zaman öğrendiğiniz, anladığınızdan başka mı buluyorsunuz?”
“Tabii değil mi? Hayat okumak, masal dinlemekle anlaşılmıyor. Zihnin, gözlerin açılması için türlü hadiseler arasında yuvarlanmak, felâketler görmek, tecrübeler edinmek lazımmış.”
“Demek ki Belkıs Sultan’ın sarayında acılar, felâketler gördünüz?”
“Gözümün önünde yıkımlar ve değişiklikler oldu. Talih sediri darağacına, debdebe ve ihtişam sarayı aciz ve yoksul bir kulübeye döndü. Sultanın kocası Mısır Valisi Nakkaş Paşa’nın dönüşünü bekliyorduk. Bize emsalsiz elmaslar ve kumaşlar getireceğini bildiğimiz Nakkaş Paşa, neticede İstanbul’a gemiler dolusu muazzam bir servetle gelmişti. Fakat onu rakip gören, sadrazam olmasından korkan gammazlar kuş beyinli Padişahı kolayca aldattılar. Belkıs Sultan’ın karşısına çıkacağı düşüncesi Mahpeyker Sultan’ı da etkiledi. Güya diğer vezirlerin yapmadığı bir şeymiş gibi Nakkaş Paşa’nın Mısır’da ahaliyi soyarak büyük bir servet topladığını ileri sürdüler. Servetine el konulması için Hünkârı kandırdılar. Bu haber bizim saraya gelince Belkıs Sultan küplere bindi. Zeki fakat çok asabi bir kadındı. Heyecanlarla yerinden kalktı, Topkapı Sarayı’na koştu ve kardeşini buldu. Galiba bulunduğu sinirli haliyle bağırmış, çağırmış, divane Padişahı büsbütün kızdırmış. Sonunda Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın da hapsedilerek bütün malına el konulmasına emir çıkmış.
Padişahın hemşiresi sarayından çıkarıldı. Damat Nakkaş Paşa ise Yedikule’ye kapatıldı ve idam edildi. Belkıs Sultan’ın sarayındaki bütün mallara el konuldu. Cariyeler de, köleler de haraç mezat satıldı. Böylece ben de esirci Abdüssamed’in eline düştüm. Orada sefil bir esaret hayatı yaşadım. Fakat işkencelere bile katlanabilecek bir azim ve kuvvet kazandım.”
***
Geçmişe, saray hayatına, esaret felâketlerine ilişkin konulardan saatlerce bahsedildi. Tatlı tatlı konuşuyor, geminin arkadan gelen uygun bir rüzgârla ilerlemekte olduğunu anlıyorlardı.
Akşam olmuştu. Suphi kalkıp kandili yaktı. Artık hiçbir işi Nurü’l-ayn’a bırakmıyor, ona tapınan bir kul gibi hizmet ediyordu.
Dışarıdan bir gürültü, bir bağırma işitildi. Zeynel Ağa yerinden fırladı. Dışarı çıkmasıyla içeri dönmesi bir oldu.
“Korktuğum felâket nihayet başımıza geldi. Karşımıza korsanlar çıktı. Kaptan savaşa hazırlanıyor,” dedi.
Bu haber Suphi’yi sarsmıştı. Endişeli gözlerle Nurü’l-ayn’a bakıyordu. Hâlbuki güzel kız felâketi soğukkanlı ve korkusuzca karşıladı. Nemli gözlerle kendisine bakan Suphi’ye, “Çok mu korkuyorsun?” dedi.
“Kendim için değil, sizin için korkuyorum.”
“Ne benim için ne de kendin için kork. Korku ansızın gelen uğursuz bir beladır. İnsanın iradesini yok eder, kurtuluşun kapılarını kapatır. Felâketleri ancak cesaret, soğukkanlılık ve birtakım önlemlerle yenebiliriz.”
Genç kızın bu cesur ve kararlı sözleri, Zeynel Ağa’ya da hayret ve cesaret verdi. Kıza sordu:
“Korsanlardan korkmuyor musun?”
“Niye korkayım? Zaten esirim, esaretten daha büyük bir felâkete uğrayacak değilim ki!”
“Fakat bugün bir saraya gidiyorsun.”
“Esir olanlar için sarayla hapishanenin ne farkı var?”
“Sen beni dinle. Çocukluğu bırak. Korsanların elinden ucuz kurtulmanın çaresine bakalım. Esir olduğunuzu, Mısır ’a Kasr-ı Yusuf ’a gideceğinizi kimseye, ama hiç kimseye söylemeyeceksiniz. Ben bir tüccarım. Siz de oğlumla kızımsınız. Hep beraber hacca gidiyoruz. Anlıyorsunuz ya, başka söz söylemeyecek ve güzelliğinizi, kabiliyetlerinizi, zekânızı sezdirmemeye çalışacaksınız.”
Dışarıda feryatlar, gürültüler, koşuşmalar devam ediyordu.
Zeynel Ağa, “Ben dışarıya çıkıyorum. Geminin kaptanını savaştan vazgeçirmeye çalışacağım. Teslim olmak felâketin en hafifidir,” dedi.
Bu sırada atılan bir top bütün gemiyi sarstı. Zeynel Ağa’nın arkasından Nurü’l-ayn ile Suphi de dehşetle dışarı fırladı.
“Batıyor muyuz?” diyorlardı.
***
Dışarıda dehşetli bir manzarayla karşılaştılar. Hava bulutluydu. Etrafı zifiri bir karanlık sarmıştı. Birkaç yüz adım uzakta üç korsan gemisi görünüyordu. Bunlar kendilerini ve kuvvetlerini göstermek için ışık yakmışlardı. Kırmızı ışığın huzmeleri arasında iri yarı, posbıyıklı, baştan aşağı silahlı korsanlar korkunç görünüyorlardı.
Işıklar söndü. Etrafı daha vahşi bir karanlık ve belirsizlik kapladı. Kaptan bağırıyordu.
“Korsanlar yaklaşıyorlar. Hazır olun! Şimdi top ve kurşun menziline girecekler. Savaşacağız. Silahı olmayan ve savaşa girmek istemeyenler ambarlara çekilsin.”
Kaptanın bu sözlerine karşılık kimse ambarlara girmek, o karanlığın ve belirsizliğin içinde kalmak istemiyordu. Meydanda bulunmak, hadiselerin gidişatını ve tehlikeleri görmek, kurtulma çareleri aramak arzusunda idiler. Etraflarını saran bu dehşetin heyecanı ile kalpleri titriyordu.
Zeynel Ağa ile bazı ihtiyar yolcular kaptanın etrafını almışlar, onu kandırmaya çalışıyorlardı.
“Savaşmadan, zaafımız ve güçsüzlüğümüz anlaşılmadan evvel teslim görüşmelerine girişecek olursak birçok fayda elde edebiliriz.”
“Zaten nasıl savaşabiliriz? Karşımızda dehşetli, silahlı üç gemi var. Kaçmak da mümkün değil. Herhalde teslim olacağız.”
“Evet, teslim olalım. Başka çare yok.”
“Beyhude kan dökmeyelim.”
Kaptan somurtuyor, bütün bu söylenenlere cevap vermeye gerek bile duymuyordu. Humbaracısına emirler veriyor, topu doldurtuyordu.
Nihayet ihtiyarların ısrarlarına, ricalarına karşı, “Ne tehlike olursa olsun; benim namusum var. Kesinlikle savaşacağım. Bana korkak diyenlere karşı cesaretimi ispat edeceğim,” dedi.
“Fakat boş yere geminin yanması, batması tehlikeleri var.”
“Varsa ne yapalım?”
“Biz de beraber batarız.”
“Bana korkak diyen, gemiyi zorla bu felâkete sürükleyenler de batar ya!”
Kaptan bu sinir ile topa tekrar ateş emrini verdi. Top patladı. Merminin hedefe isabet edip etmediği anlaşılamadı. Fakat karşı taraftaki korsanlar topa topla karşılık vermediler. Bu güzel gemiyi, içindeki kıymetli malları ve esirleri batırmak istemedikleri anlaşılıyordu. Korsanlar sadece kurşun atmakla yetindiler.
Yolcular heyecanla kaptana yalvarmaya devam ettiler. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
“Sana haksız yere korkak diyenleri buraya getirelim. Gözünün önünde falakaya yatıralım, dövelim.”
“Kadınlar, masum çocuklar var. Gemiyi inat uğruna ateşe atma, günahtır. Teslim işareti ver,” diyorlardı.
Savaş olacağını, batma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını anlayan bazıları canlarını kurtarabilmek ümidiyle geminin sandallarına hücum etmiş, içlerine doluşmuşlardı. Sümbül Ağa ile Mekke Kadısı da gelmişler, hâlâ rütbe ve büyüklük davasıyla sandalda kendilerine bir yer açılmasını istiyor, bağırıyorlardı.
Bu sırada birkaç kişi, kaptana hakaret ederek onu kızdıran ve bu felâkete sebep olan Kızlar Ağasıyla Mekke Kadısının şimdi de kendilerine saygı duyulup, sandalda yer verilmesini istemelerine öfkelendiler. Bu gururlu ve inatçı herifleri yaka paça tutup sürükleyerek kaptanın karşısına getirdiler. Bir taraftan kaptana, “Vur! Terbiye et. İntikamını al,” diye bağırıyor, diğer taraftan kendileri de hakaretler ve sillelerle bilhassa Kızlar Ağasının üzerine hücum ediyorlardı.
Karşıda korsan gemileri alenen ölüm tehditleri savururken, beri tarafta Sümbül Ağa ile Mekke Kadısını falakaya yıkıp cezalandırmaya çalışıyorlardı. Kaptanın intikamını almak teşebbüsleri ile ince uzun zencinin azameti garip bir komedi şekline girmişti.
Bu esnada iyice yaklaşan korsan gemilerinden birinin açtığı yaylım ateşi ortalığı allak bullak etti. Halk kaçışıyor, bağrışıyor, ağlaşıyordu.
Birçok yaralı yerlere serilmişti. Geminin kaptanı İbrahim Çelebi ile Kızlar Ağası Sümbül Ağa da yaralılar arasında idi.
Bir korsan şalopası gemiye iyice yaklaştı. Şimdi kaptansız, kumandasız, kargaşa içinde, yelkenlerini şişirmiş, kendi havasında ilerleyen geminin yanı sıra şalopa da ilerliyordu. İçindeki tepeden tırnağa silahlı korsanlar, gemide dayanma gücü kalmadığını anladıkları için çekinmeden meşaleler yakmışlardı. Meşalelerle gemiyi tutuşturacaklarını anlatıyorlar ve yolcuları tehdit ediyorlardı. Meşalelerin kızıl ve titrek alevlerinin dalgalı denize, bulutlu semaya aksiyle manzara bir kat daha vahşileşiyordu.
Zeynel Ağa’nın teşvikiyle beyaz çarşaflar, mendiller açılıp sallanarak teslim işaretleri verildi.
Korsanlar yanaşarak gemiye atladılar. Dümeni, kumandayı ele aldılar. Bütün gemicileri birer birer bağladılar. Gemide nakit ve mal namına her ne varsa soydular.
Gemi pupa yelken Girit Adası’na doğru giderken içeride sorgulamalar, görüşmeler gerçekleştiriliyor; kimin, nereden, ne kadar para getirtip kendini satın alabileceğinin pazarlıkları yapılıyordu.
Son karar bildirildi.
“Para getirtip fidye ödeyemeyecek olanlar, köle ve cariye diye esir pazarlarında satılacaktır!”
3
Saray Entrikacıları
Kara Mustafa Paşa kendini kabul ettirmiş, eşine az rastlanır, namuslu ve güçlü sadrazamlardan biriydi.
Saraydan yetişmiş ve sarayların içyüzünü, hanedan üyelerinin kıymetini anlamıştı. Sonra uzun müddet yeniçeri ağalığında bulundu. Ocak denilen zorbalık merkezinin harap ve berbat çevresini, işleyişini iyi tanıdı.
Sultan Murat’ın meşhur Bağdat seferinde yanında bulunmuştu. Kıymetli hizmetleri üzerine sadrazam oldu.
Sultan Murat’ın vefatı üzerine Deli İbrahim tahta geçtiği zaman Sadrazam Kara Mustafa Paşa yeniçerileri sindirmiş, büyük bir nüfuz ve kuvvetle hükümeti ele almıştı.
Fakat ötede, Dördüncü Murat’ın nüfuzunu kırarak bir kenarda bıraktığı Valide Sultan vardı. Kösem Valide diye şöhret bulan Mahpeyker Sultan evvelki nüfuz ve kuvvetini geri almak istiyor, Kara Mustafa Paşa’yı çekemiyor, oğlu Deli İbrahim’i Sadrazam aleyhine kışkırtıyordu.
Yeniden saray entrikaları meydana çıkmıştı. Padişaha karşı bu entrikaların muhalif kanadını oluşturan gözde hasekilerin, cariyelerin, hemşire sultanların, ulema takımının, yeniçeri zorbalarının ve Cinci Hocanın önünde Kösem Valide Sultan gidiyordu. Bunların hepsinin müşterek bir hasımları vardı:
Sadrazam Kara Mustafa Paşa.
Çünkü Sadrazam, ulema denilen çıkarcı cahillerin oyunlarını bozmuştu. Yeniçeri zorbalarına baş kaldırtmıyor, saray entrikalarına ve yağmalarına meydan bırakmıyordu. Padişahı korkutmuş, sindirmişti. Cinci Hoca ile avenesi de ondan titrerdi. Hasılı bütün nüfuz ve kudret onun elinde idi.
Nihayet Kösem Valide Sultan’ın şeytanlığı galip geldi. Padişah ile yeniçeri zorbalarının arası iyileşti. Sadrazam, Deli Hünkâr ’ı yeniçerilerle korkuturdu. Zorbaları yalnız kendi kuvvetiyle tutmakta olduğuna inandırmıştı.
Valide Sultan, Cinci Hoca vasıtasıyla Padişahı gizli gizli yeniçeri zorbalarıyla görüştürdü. Yeniçeri ocağının ağaları da Padişahın yanında Sadrazamdan şikâyete başladılar.
Sultan İbrahim, Cinci Hocası olacak genç, edepsiz softanın büyüklüğüne ve mucizelerine inanmıştı.
Cinci Hoca Hüseyin Efendi yakışıklı bir genç olduğu için onu kadınlar da takdir ederdi. Saraydaki birçok gözde, onun nefesinin tesirinden istifade için hastalıklar icat ediyorlardı. Cinci Hoca sarayda okumak, nefes etmek bahanesiyle her daireye giriyordu. Büyük bir itibar kazanmaya muvaffak olmuştu.
Şeytan gibi zeki, çok kuvvetli, çok cesur bir adamdı. Bütün bu kuvvetlerini büyük bir servet toplamak hırsıyla kullanıyordu. Hırs ve açgözlülüğünün sınırı yoktu. Padişahtan, sultanlardan, hasekilerden aldığı büyük bağışlarla yetinmiyor, siyaset işlerine de burun sokuyor ve para ile valilikler, kadılıklar dağıttırıyordu. Karşısında bu yaptıklarına şiddetle muhalif müthiş bir kuvvet vardı. Sadrazamı attırmak ve idam ettirmek için Deli Hünkâr ’ı kandırmak hiç de güç bir şey olmadı. Çünkü o da Sadrazamdan korkuyor, onu istemiyordu. Bir sebep icat ettiler, nihayet Sadrazam idam edildi.
***
Kara Mustafa Paşa’nın ortadan kalkmasıyla memleket ve idare bir girdaba doğru süratle yuvarlanmaya başladı. Sarayları dolduran kadın erkek türlü türlü mecnunları zaptedecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Müthiş bir curcuna, bir keşmekeş hüküm sürüyor, yeniçeri zorbaları şımardıkça şımarıyordu.
Az zaman sonra meşhur şair, Şeyhülislam Yahya Efendi de vefat etti. Memlekette yeniçerilerden daha büyük bir bela olan, ulema namı altındaki cahiller sürüsünü zaptedecek bir kuvvet kalmadı. Saraylıların başında Yusuf Paşa, ulema sürüsünün başında Cinci Hoca vardı. Bunlar birleşerek Padişahı pençelerinin arasına aldılar.
Mertlik, kahramanlık zamanı değildi. Hileler, fitneler arasında koşan kalleşler yüz buluyor, iş görüyordu.
Sadarete Sultanzâde Mahmut Paşa getirilmişti. O da her emre itaat ederek yağmacılıkta bütün devlet ileri gelenlerini geride bırakacak bir kalleşti.
Bu keşmekeş içinde İstanbul’da yer yer gizli cemiyetler ve külah kapmak için tuzaklar kuruluyor, fitne kazanları kaynatılıyordu.
Hobyar Köşkü’nde de bu maksatla bir içki âlemi tertip olunmuştu.
Köşkün dağ tarafı bağlar, bahçeler arasından Haliç’e bakıyordu. Hobyar Kadın sarayda büyümüş, bütün entrikalara karışmış, şeytan gibi zeki, melek gibi güzel bir afetti. Her işe burnunu soktuğu sırada nasılsa Kösem Valide Sultan’ın gazabına uğramış, saraydan atılması istenmişti.
İşlediği suç, bir çuvala konulup Sarayburnu’ndan akıntıya atılmasını gerektirecek kadar büyük değildi. Sarayda birçok dostları, yandaşları vardı. Ona acıdılar. Çeyizi düzülerek, devletin ileri gelenlerinden İbrahim Ağa adında birine verildi. Çırak çıkarıldı.
İbrahim Ağa rint, laubali, şen, neşeli, delişmen bir Bektaşi idi. Dünyada zevkinden, içki âlemlerinden başka hiçbir şeye önem vermezdi. Genç, güzel, pek zeki karısını da erenler divanına soktu. Hobyar tekvin devranını gördü, dört kapı âlemini öğrendi, cem âlemlerinde birçok saygın kadın tanıdı. Bektaşilik muhitinde yüz güzelliği mânâlı ve çok önemli bir şeydi. Hobyar da çok parlak ve nadide bir güzelliğe sahipti. Erenler arasında yüksek mertebelere çıktı.
Köşkte sık sık gönül ehli canlarla Cam-ı Cem âlemleri tertip olunur, bazen de fitne fesat cemiyetleri kurulurdu. İşte bugün de böyle bir cemiyet toplanmıştı. Gelenlerin çoğu Bektaşi idi. Fakat Bektaşi olmayanların da davet edildiği olurdu.
Bugünkü cemiyette Sultan İbrahim’in anne ayrı hemşirelerinden Belkıs Sultan da hazırdı. Bu sebeple kadınlar erkeklerden ayrı olarak toplanmışlardı.
Belkıs Sultan’la Hobyar’ın her ikisi de Kösem Valide’nin hışmına, zulmüne uğramışlardı. Düşmanları müşterekti. Aralarında pek samimi bir yakınlaşma meydana gelmişti. Her ikisi de saray ve şehir entrikalarıyla meşgul olur, “İhtiyar Cadı” dedikleri Kösem Valide Sultan’ın kuyusunu kazmaya çalışırlardı.
Her ikisinin de güzelliği, zekâsı, saraylardaki tanıdıkları, yorulmak bilmez faaliyetleri, sönmez kin ve düşmanlıkları kendilerine büyük bir itibar ve kuvvet sağlamıştı. Her şeyden haberdar oluyorlar, her olaydan faydalanmasını biliyorlardı. Sarayda, sahip oldukları kuvvet sayesinde Kösem Valide Sultan ile oğlunun arasını bozmada başarılı olmuşlardı. Deli İbrahim, validesini saraydan uzaklaştırıp sözde bağımsız kalmış, aslında Cinci Hoca ve Yusuf Paşa gibi entrikacıların pençesine düşmüştü.
Düşmanları müşterek olduğu için Belkıs Sultan ve Hobyar Kadın ile Cinci Hoca arasında tanışıklık vardı. Hatta Kara Mustafa Paşa’yı düşürmek, idam ettirmek için de hep el birliğiyle çalışmışlardı.
Kardeşinin zulmüyle kocası Nakkaş Paşa idam olunup bütün mal varlığına el konulduktan sonra Belkıs Sultan ihtişam ve debdebeden mahrum, sade bir hayat yaşamaya başlamıştı. Arabaları yoktu. Buraya ihtiyar bir kölesinin eşliğinde yürüyerek gelmişti. Kendisini karşılamaya çıkan Hobyar Kadın’a, “Çok terliyim. Bahçede oturamayacağım. Yukarı çıkalım, terimi alayım. Sonra bahçeye ineriz,” dedi. Yan yana yürürlerken ilave etti:
“Sana gizlice anlatılacak önemli haberlerim var.”
Yukarıda oturunca Hobyar Kadın büyük bir merakla sordu:
“Önemli haberleriniz neye ilişkindir? Acaba benim de haber aldığım şeyler mi?”
“Benim aldığım haberleri İstanbul’da hiç kimsenin duyabilme ihtimali yoktur. Mısır ’dan mektup aldım.”
“Mısır ’dan mı? Kimden?”
“Yetiştirdiğim bir Macar kızı, zeki, güzel bir halayığım vardı. Bütün mallarım gibi onu da haraç mezat satmışlardı. Kızdan şimdiye kadar hiçbir haber almamıştım. Hayret ediyordum. Onu evladım gibi, büyük emellerle büyütmüş, terbiye etmiştim. Pek güzel okur ve yazardı. Bana senelerden beri bir mektup bile göndermemiş olmasından endişeler içinde kaldım. Ve nihayet bir felâkete uğramış, belki de ölmüş olduğuna hükmettim. Kızı unutmuştum. Dün Mısır ’dan gönderdiği bir mektubunu getirdiler.”
“Kızı Mısır ’a satmışlar demek?”
“Evet, hem de Mısır Valisi Maksut Paşa’ya satmışlar.”
“Allah, Allah! Ne garip tesadüf ! Sizin Paşanın idamına sebep olan Kara Mustafa’nın adamı değil mi?”
“Ta kendisi.”
“Vah zavallı kız! O hainin eline düşmüş.”
“Zavallı değil, şeytan gibi bir afettir. O Maksut’un eline değil, Maksut Paşa onun eline düşmüş. Hiç şüphe etmem intikamımızı alacaktır.”
“Bunları size o mu yazıyor?”
“Böyle şeyler mektupla yazılır mı hiç? Bizim hadımağalarından Dilâver vardı. Rahmetli Paşa ile Mısır’a gitmişti. Paşa görevden alındığı ve döneceği esnada Dilâver hasta yattığı için beraberinde gelememiş. Daha sonra Maksut Paşa’ya kapılanmış, Mısır’da kalmış. Nurü’l-ayn Mısır’a gidince Kasr-ı Yusuf ’ta buluşmuş, tanışmışlar. Nurü’l-ayn’a bizim bütün felâketlerimize sebep olanın Maksut Paşa olduğunu anlatmış. Sadık Arap, Mısır ’da kalmak istemeyerek İstanbul’a kaçmış, geldi beni buldu. Nurü’l-ayn’ın mektubunu getirdi.”
“Ben bunda o kadar mühim bir şey görmüyorum.”
“Görmüyor musun? Ayol, ben şimdi Maksut Paşa’nın Mısır ’da nasıl yaşadığını, neler yaptığını, bütün sırlarını biliyorum. Maksut, Kara Mustafa’nın yetiştirdiği adamlardandır. O da Arnavut’tur. Bu yılanın başını ezmek, hem intikam almak, hem de bundan istifade ederek tekrar saraya çıkmak mümkün olacak…”
“Nasıl?”
“Onu sonra, sırası gelince etraflıca anlatacağım. Sen şimdi beni Cinci Hocayla bir görüştürmenin yolunu bul.”
“Ondan kolay ne var. Ne zaman arzu ederseniz Hocayı davet ederim, burada görüşürsünüz.”
Belkıs Sultan biraz düşündükten sonra, “Önümüzdeki pazartesi günü olur mu?” dedi.
“Neden olmasın? Hoca her gün karşıya, tersaneye gidiyor. Girit seferi için donanma hazırlamakla meşgul.”
“Girit seferiyle Hocanın ne ilgisi var?”
“Yaa! Gördünüz mü? Sizin bilmediğiniz sırlar hakkında da benim bilgim var.”
“Anlat rica ederim, merak ediyorum.”
“Cinci Hoca Anadolu Kazaskeri iken Mekke Kadılığını çok büyük para karşılığında birine satmış. Kadı, Mekke’ye gidince orada vefat edecek bütün hacıların malını, parasını zaptedeceği cihetle kazanacağı binlerce altının mühim bir kısmını Cinci Hocaya getirecekti. Mekke’ye giderken karşılarına Girit korsanları çıkmış, Kadıyı esir etmişler. O da İstanbul’dan para getirterek kendini satın almış, kurtulmuş. Kurtulmuş ama Mekke’ye gidemediği için Cinci Hocaya söz verilen altınlar gelmemiş. Hoca da oldukça hiddetlenmiş. O zaman araları pek iyi olan Kösem Valide Sultan’la Silahtar Yusuf Paşa’yı kandırmış. Deli’ye, Ne demek Efendim, Girit kâfirleri sizin kuvvetinizden, büyüklüğünüzden korkmayarak bir hacı gemisini, Darüssaâde Ağası Sümbül Ağa ile Mekke Kadısını, bütün hacıları esir etmiş. Bu küstahlığın cezasını vermek gerekir. Bir donanma gönderelim, Girit Adası’nı zaptedelim, demiş. Deli de razı olmuş. Kara Mustafa’nın bıraktığı hazineler var ya! Cinci Hocanın intikamını almak için o hazinenin de bütçeye katılması ile sefer hazırlıklarına başlanmış.”
“Girit seferinin Hocanın keyfi için açıldığını, bunda da onun parmağı olduğunu bilmiyordum.”
“Hocanın buraya soktuğu parmak öyle sıkıştı ki; şimdi ne yapacağını bilemiyor.”
“Girit seferi zannettikleri gibi kolay olmadı, uzadı. Hazinede paralar suyunu çekti. Zorluklar artınca Hocanın düşmanları fırsat buldular. Onu Padişahın gözünden düşürmeye çalışıyorlar. O da makamını koruyabilmek için Girit seferini başarıyla neticelendirmek istiyor.”
“Fakat şimdi Sadrazamla da, Valide Sultanla da arası bozulmuş.”
“Evet, lakin Valide Sultanı yenmeyi başardı. Gözdelerden Kaya Sultan’a, bilhassa Şekerpare’ye çattı. Saray bunların elinde demek… Kösem Valide, Topkapı’da, bağlar arasındaki köşke atıldı. Saraya gelmesine izin verilmiyor. Orada düşmanlarına diş biliyor.”
“Ya Sadrazam?”
“Onun makamı baki. Fakat Hocanın cinleri yakında onu da çarpacak sanırım.”
“Öyleyse vaziyet iyi demektir. Hele bir kere Hoca ile görüşelim. Bizim de onun cinlerine çok yardımımız olur.”
Dışarıdan gelen çalgı, çengi sesleri bunları da davet ediyordu sanki. Kalkıp bahçeye doğru yürüdüler.
4
Kasr-ı Yusuf’ta
O zamanlar Mısır Valiliği âdeta hükümdarlıktı.
İstanbul ile ulaşım ve haberleşme pek güç ve nadir olduğu için uzakta, kendi âleminde yaşayan bu büyük memlekete en ziyade sevilen, itimat edilen vezirler gönderilirdi. Daha sonraları en çok para verenler tayin olunmaya başlanmıştı.
Valinin ne yaptığını, Mısır ’ı nasıl idare ettiğini arayan soran yoktu. İstenilen şey hazine payının gününde gönderilmesi; saraya, Babıâli’ye sık sık kıymetli hediyelerin takdim edilmesiydi.
Valiler ancak İstanbul’a külliyatlı para yetiştirmek, oradaki zavallıları idare etmekle makamlarını koruyabiliyorlardı. Bütün gayret ve iktidarlarını para toplamaya, aciz halkı soymaya hasrediyorlardı. İstanbul’a gönderilecek hazinelerden başka kendisi için de büyük bir servet toplamak fırsatını kaybetmek isteyen yoktu. Mısır’dan dönen her vali muhakkak zengindi.
Mısır Valisi Nakkaş Paşa, damat olmasına güvenerek ahaliyi soymak hususunda bütün eski valilere rahmet okutacak derecede ileri gitmişti. Bundan başka Babıâli’ye de önem vermiyor, hazineye göndermesi gerekeni de göndermeyip, bütün topladığı hazineleri kendine mal ediyordu.
Sadrazam Kara Mustafa Paşa çok zeki, kararlı ve cesur adamdı. Nakkaş Paşa’nın kendisine önem vermeyişine çok gücendi. Padişahın hemşiresi onun alınmış olacağını hiç düşünemedi. Sadrazam, Deli İbrahim’i kandırarak eniştesinin azledilmesi için bir ferman çıkarmada başarılı oldu.
Nakkaş Paşa İstanbul’a geldiği zaman gemiler dolusu mal ve eşya getirdi. Doğruca karısı Belkıs Sultan’ın sarayına giderek Sadrazamın semtine uğramadı. Hiddeti artan Sadrazam, Deli Hünkâr ’a eniştesinin Mısır’dan getirdiği hazineleri, pek kıymetli eşyaları anlatarak, onun hırsını tahrik etti. Nakkaş Paşa’nın sahip olduğu eşyaya el konulması için ikinci bir ferman çıkarttı. Mısır Valiliğine de hemşerilerinden Maksut Paşa’yı gönderdi.
Kara Mustafa Paşa’nın Maksut’a o kadar ilgisi ve itimadı vardı ki, “Benden sonra sadrazam olmaya lâyık yegâne kişidir,” derdi.
Maksut Paşa, Sadrazamın ilgi ve korumasına güvenerek Mısır’da Kasr-ı Yusuf ’ta gerçek bir hükümdar gibi debdebe ve ihtişam içinde yaşıyordu. Harem dairesi de saray kadar kalabalıktı. Fakat kadınların çoğunluğunu Habeşî, zenci halayıklar oluşturuyordu. Rum, Çerkez, Gürcü, Rus dilberler nadirdi.
Maksut Paşa’nın o zamanlar pek nadir olan bir özelliği vardı. Hevesi gelip geçici değildi. Beğendiği bir kadını sever, onunla yetinir, vefa gösterirdi. Son göz ağrısı olan bir Gürcü kızının doğururken vefat etmesine pek üzülmüştü. Sarayı dolduran kadınlar arasında üzüntüsünü giderebilecek, kendisini teselli edecek, sevilmeye lâyık bir kız bulamıyordu.
O esnada İstanbul’a hazine götürmeye kethüdası Zeynel Ağa’yı memur etmişti. Zeynel’in kılığı, kıyafeti, hali, hareketi kaba görünürdü fakat ruhen pek ince, fikren pek zarif bir adamdı. Paşanın kethüdası olmaktan öte, arkadaşı idi. Onun her halini, zevkini, huyunu bilirdi. Ona İstanbul’dan güzel, terbiyeli, nazik bir cariye alıp götürürse pek makbule geçeceğini düşündü. Kendisine bu cariye vasıtasıyla minnettar kalacak Maksut Paşa üzerinde daha etkili bir nüfuzunun olacağı da hesaba dâhildi tabii.
Birçok esirci evini gezdikten sonra nihayet Nurü’l-ayn’ı Mısır Valisine takdim edilmeye lâyık görmüştü. Yüksek bir fiyatla satın aldığı kızı beraberinde Mısır’a götürürken ruhunu, ahlâkını, yeteneklerini daha iyi tanıyor, tanıdıkça kıymetini daha yüksek buluyordu.
Geminin esir alındığı, Nurü’l-ayn ve Suphi ile beraber Girit korsanlarının eline düştükleri vakit, bu taze ve nazik kızın gösterdiği cesaret ve kuvvete hayran olmuştu. Suphi, Nurü’l-ayn’dan daha büyük, daha kuvvetli olduğu halde ondan akıl, fikir, cesaret alır; onun emir ve işaretiyle hareket ederdi.
Girit korsanlarıyla görüşmeler yapıldığı sırada Nurü’l-ayn öyle isabetli fikirler verdi ki, Zeynel Ağa da güzel kıza sormadan hiçbir iş göremez oldu. Onun güzelliğine, aklına, fikrine, pratik zekâsına hayran olduğu kadar ağırbaşlılığını ve namusunu da takdir ediyordu. Suphi’nin kendisine âşık olduğunu kız da anlamıştı. İhtimal o ki bu genci kendisi de sevmiş ve beğenmişti. Fakat Suphi’ye cesaret verecek en küçük bir zaaf göstermiyor, onu daima saygılı davranmaya mecbur ediyordu.
Aslında Suphi de Zeynel Ağa’ya verdiği söze tamamıyla uyuyor, Nurü’l-ayn’a karşı kardeş gibi görünüyordu.
***
Zeynel Ağa ile Nurü’l-ayn’ın ve Suphi’nin birbirine karşı vaziyetleri garip bir şekil almıştı.
Kendilerini kurtarmak için Zeynel Ağa’nın Mısır ’dan getirttiği para ellerine ulaşana kadar esarette geçirdikleri zaman samimiyetlerini arttırdı. Her iki erkek de mesut yaşıyor, ertesi günü düşünmüyorlardı. Düşünen ve vaziyeti anlayan sadece Nurü’l-ayn idi.
Nurü’l-ayn pek ince bir kadın bakışı ve hissiyle bu adamların kalbini okuyordu. Her ikisinin de kendisine başka başka hislerle âşık olduğunu biliyor, her ikisini de ağırbaşlılık ve nezaketle arzu ettiği gibi kullanıyordu.
Zeynel, Nurü’l-ayn’a onu ilk gördüğü anda, daha esirci evinde hayran olmuştu. Fakat onu kendi halinden, makamından çok yüksek, çok mümtaz bulduğu için bir insaf ve takdir hissiyle efendisine, Paşasına lâyık gördü. O fikir ve karar ile satın aldı.
Zeynel zeki bir İstanbul çocuğu idi. Kültürü ve görgüsü vardı. Tabiatın kendisini güzellikten mahrum bıraktığını, yaşının ilerlediğini bilirdi. Kısa boylu, esmer ve şişmandı. İnce bacakları üstünde koca göbeği, koca kafası, ablak yüzü, küçük burnu, ince dudakları ve seyrek bıyıkları tuhaf bir manzara oluşturuyordu. Yalnızca bir yeri güzeldi. Gözleri…
Gözlerinden parlak bir zekâ, derin bir şefkat, büyük bir vicdan nuru okunurdu. Bunun dışında sevilecek hiçbir şeyi bulunmadığını kendisi de bilir, itiraf ederdi. İhtiyarlamıştı. Yaşı elliyi geçiyordu. O pek güzel, çok zeki, henüz on sekiz yaşında taze kızı delice bir aşk ile sevmenin ve ondan karşılık beklemenin divanelik olacağını biliyordu.
Nurü’l-ayn’ı daha iyi tanıdığı, onun ruhundaki derin fikirleri okumayı başardığı zaman, yaradanın bu pek parlak ve pek güzel eserini Maksut Paşa’ya da lâyık görmemeye başladı. Güzel kızın Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda mutsuz olacağını tahmin ediyordu.
Suphi’nin Nurü’l-ayn’ı yalnız sesi için değil, bütün özelliklerini takdir ederek derin bir aşkla sevdiğini anlamıştı. Gerçi Suphi güzel kız için kalbinde günden güne büyüyen muhabbeti fevkalâde bir azim ve gayretle gizlemeye çalışıyordu. Fakat zavallı âşığın kalbini, Nurü’l-ayn gibi Zeynel de bütün açıklığıyla okuyordu.
Bir zaman geldi, Zeynel bir başkasına lâyık gördüğü bu iki genci birbirine bağışlayıp baş göz etmeyi düşündü. Bu fikir hoşuna da gitti ve kafasında onu tatlı hülyalarla büyüttü. Mademki Suphi’yi evlat gibi kabul etmişti, bu iki genci evlendirmeyi, kendisinin de şefkatli bir baba gibi onların yanında tatlı bir hayat yaşama hayalini gerçekleştirmeyi düşündü. Yalnız kaldıklarında uzun bir konuşmadan sonra bu fikrini Nurü’l-ayn’a açtı.
“Benim hepimizi rahatlıkla geçindirebilecek kadar servetim var. Dünyada hiç kimsem yok. Arzu ederseniz Mısır’a gideceğimize İstanbul’a dönelim. Orada Suphi ile evlenir, rahat ve huzurlu bir hayat yaşarsınız. Ben de yanınızda bir baba gibi mesut olurum,” dedi.
Nurü’l-ayn birkaç dakika kadar tereddütler içinde kaldıktan sonra cevap verdi:
“Müsaade ediniz, etraflıca, iyice bir düşüneyim. Yarına kadar bir karar verir, size söylerim. Bu fikrinizi Suphi’ye açtınız mı?”
“Hayır, henüz ona bir şey söylemedim.”
“İsabet!”
Nurü’l-ayn birdenbire kendisine sunulan bu teklif üzerine tereddütler içinde kalmıştı. Fakat biraz düşününce kalbinde derin kökler salmış olan büyük arzular karşısında tereddütleri sona erdi. Zeynel Ağa’nın parlak bir şekilde anlattığı rahat hayatın resmi zihninde soluverdi.
Nurü’l-ayn’ın kültürüne, zekâsına, fikirlerine, her şeyine galip gelen pek kuvvetli bir hissi vardı. Çok açgözlüydü. Servet ile istikbale, şan ile şöhrete sonsuz bir hırs ve iştahla tutkundu. Belkıs Sultan bu hırsı beslemiş, büyütmüş, genç kızın kalbinde saraya girmek, sultan olmak, Padişahı ve memleketi pençesine almak arzusu derin kökler salmıştı. Kendisi gibi güzel, zeki bir esirden başka bir şey olmayan Hürrem, Safiye, Mahpeyker Sultanlara benzemek istiyordu. Çünkü zemini, zamanı eskisinden daha müsait buluyor; kendini Roksalanlardan, Sofia Baffolardan, Anastasyalardan daha güzel, daha zeki, daha haklı görüyordu.
Bir aralık Suphi’yi düşündü. Evet, bu genç çok yakışıklı, çok zeki, çok hassastı. Kendisine derin bir sevdası olduğunu biliyordu. Kalbini yokluyor, Suphi’ye karşı ilgisiz olmadığını anlıyordu. Fakat Suphi için beslediği sevginin, büyük arzularına ve hırsına galip gelmekten pek uzak olduğunu çarçabuk anladı. Zeynel’in teklifini kabul edip Suphi’nin eşi olarak İstanbul’a dönecek olursa bütün arzularına, bütün hayallerine veda etmesi gerekeceğini düşündü. O durumda da bedbaht olacağını hissediyordu.
Suphi’nin muhabbetini reddetmeyerek onu ümitler içinde yaşatmak, gelecekte onun aşkından yararlanmak mümkündü. Evet, Suphi’ye karşı ilgisiz değildi. Bu güzel genç için kalbinde bir meyil ve muhabbet hissediyordu. Fakat bu hissiyat şiddetli ihtiraslarına mağlup oluyordu.
Epeyce düşündükten sonra kararını verdi. Suphi’yi sevecek, yanında ve emri altında bulunduracak, emellerine ulaşmak için bir alet gibi kullanacaktı.
İstanbul’a istediği gibi şanlı bir şekilde dönüp saraya girebilmek için öncelikle Mısır ’a gitmek, Belkıs Sultan ile Nakkaş Paşa’nın felâketlerine ve bilhassa kendisinin bütün emellerinin yıkılmasına sebep olan Maksut Paşa’yı görmek, muvaffakiyetler göstermek, büyük bir servet toplamak hayallerini besliyordu.
Ertesi gün Zeynel Ağa’ya, “Bir kere Mısır’a kadar gidelim. Mısır ’ı, Maksut Paşa’yı görmek, tanımak istiyorum. Üçümüz müttefik olduktan sonra oradan kaçmak arzu ettiğimiz zaman mümkündür. Kararımızı orada veririz. Şimdilik Suphi’ye hiçbir şey açmayınız,” dedi.
***
Henüz Kahire’nin Özbekiye civarı şöhret kazanmamış, yeni saraylar, sayfiyeler yapılmamıştı. Vali, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda otururdu. Saray eski bir bina idi. İstanbul sarayları tarzında kıymetli halılar, Hint kumaşları, Şam ipeklileri ile süslenmişti.
Sarayın harem dairesini boy boy, renk renk cariyeler doldurmuştu. Nurü’l-ayn bu çevreye girince hayretler içinde kaldı. İstanbul’da, Belkıs Sultan’ın sarayında gördüğü, alıştığı vakar ve sükûnete karşılık burada karınca yuvası gibi bir kaynaşma, bir lâubalilik vardı. Bir sultan, hâkim bir hanım bulunmadığı için hadımağaların düzensiz idaresi altında kalan bu bir sürü kadın ve daire pek perişandı.
Maksut Paşa, kâhyası Zeynel’in kendisine takdim ve hediye ettiği cariyeyi pek beğendi. O akşam harem bahçesinde şarabını Nurü’l-ayn’ın elinden içmek istedi. Şakilik ederken büyük bir vakar ve zarafet gösteren, saz çalıp şarkı söylemekte harikalar yaratan Nurü’l-ayn’ın her hal ve hareketi Paşanın gözünde kıymetini arttırıyordu. O kadar ki neşesi tamam olunca Paşa, Nurü’l-ayn’a hayran bir şekilde, “Ben sana esir oldum,” diyerek bir öpücük için ricada bulunmaya başladı. Diğer bütün cariyeleri kıskandırıyor, ondan başka kimseye iltifat etmiyordu.
Paşanın bu derece büyük iltifatını herhangi bir cariye kendisi için şeref ve muvaffakiyet sayarken Nurü’l-ayn ilgisiz ve kibirli duruyor, elini bile öptürmüyordu. İlgi göstermeyen, dudakları üzerinde uçan tebessümleri ile daima nezaket, zarafet saçan bu güzel kızın hiçbir temasa gelmemekteki inadı Paşanın hayret ve arzusunu arttırdı. Hadımağalarına, “Halvet olsun… Bizi Nurü’l-ayn ile yalnız bırakınız,” emrini verdi.
Meclis dağıldı. Sazlar, sözler, danslar bitti. Etrafı bir sessizlik kapladı. Paşa mahmur gözleriyle Nurü’l-ayn’a hayran ve meftun bakakalmıştı. Bu kahredici ve baskıcı Paşa, güzel kızın önünde cazibesine kapılmış gibi diz çöktü. Titreyen elleriyle ona sarılmak istiyor, bir buse için yalvarıyordu.
O zaman genç kız vakur ve samimî bir tavırla Paşayı elinden tuttu, kaldırdı. Kendi de geçip karşısına oturdu. Yavaş yavaş, sohbet eder gibi söylüyordu.
“Paşam! Ben daha çocukluğumda en yüksek çevrelerden en derin belaların tam ortasına düştüm. Felâketler, acı tecrübeler görerek büyüdüm. Beni ne kamçı, ne işkence, ne de ölüm yıldırabilir. Hepsini gördüm ve dayandım. Hayatta kati bir azmim ve arzularım var. Beni hakiki bir muhabbetle sevecek, ebediyen bana bağlı kalacak vefakâr bir erkeğe eş, namuslu bir anne olmak isterim. Çocuklarımı büyütmek için tertemiz kalmasını istediğim ellerime, kocamdan başka hiçbir erkek el süremeyecektir.”
Paşa mest olmuş ve saygı dolu bir tavırla, “İşte sana ebediyen bağlı kalacak koca ve âşık benim,” dedi.
“Bu, bir tek sözle ispat edilemez. Zamanla gerçekleşen deliller ister. Şunu ruhumun bütün saflığıyla söylüyorum. Daha ilk bakışta kalbim size kayıtsız kalamadı. Çehreniz sevimli, hal ve hareketleriniz mertçe, sözleriniz tatlıdır. Bekleyişiniz ruhunuzun, nişlerinizin inceliklerine şahittir. Sevilmeye lâyık bir kahramansınız. Fakat ben Avrupalı bir kızım. Pek kıskanç yaratılmışım. Seveceğim erkeğin muhabbetine başka kadınların iştirak etmesine mümkün değil katlanamam. Sevgilim benim, yalnızca benim olmalıdır. Sevdamızda kabullenebileceğimiz bir eşitlik bulunmalıdır.”
Sarhoşluğuna rağmen genç kızı can kulağıyla ve anbean artan bir dikkatle dinleyen Paşa yalvararak, “Vallahi istediğin gibi yapacağım. İstersen bugünden, bu andan tezi yok bütün odalıklarımı saraydan çıkartayım. Burada sen, yalnızca sen hükümran ol,” dedi.
“Bu yeterli değil. Ben sarayda değil, sizin gönlünüzde hükümran olmak isterim. Buna da zamanla, delillerini görüp de inanmalıyım.”
“Peki, ne delil istersin? Seni inandırmak için ne yapayım?”
“Yalnızca sabrediniz. Zamanın gelmesini bekleyiniz.”
“Bekleyeceğim, sana sahip olabilmek için her neyi emredersen onu yapacağım.”
***
Nurü’l-ayn, Kasr-ı Yusuf Sarayı’nda artık hükümran oluyordu. Fakat Maksut Paşa’nın aşkının günden güne alevlenmekte olmasından korku duyuyor, sıkılıyor, onun zaptedilemeyecek bir dereceye gelmesinden endişe ediyordu.
Zeynel ile Suphi sarayın selamlık dairesinde idiler. Nurü’l-ayn, Zeynel Ağa’ya bir baba gibi hürmet ettiğini Maksut Paşa’ya söylemişti. Zaten Paşanın da Zeynel’e büyük bir itimadı vardı. Böyle olunca Nurü’l-ayn zaman zaman Zeynel’i görüyor, ondan mühim haberler alıyordu. Bu arada Maksut Paşa’nın hamisi Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın idam edildiğini, İstanbul’da talihin Kara Mustafa Paşa taraftarlarına küsüp, muhaliflerinin ve yağmacıların yüzüne gülmeye başlamış olduğunu öğrenmişti. Maksut Paşa’nın da bu durumdan dolayı endişelere düştüğünü anlamıştı.
Demek İstanbul’da devir değişmişti. Belkıs Sultan’ın Kara Mustafa’ya şiddetle karşıt ve düşman olduğunu biliyordu. Nakkaş Paşa’yı Kara Mustafa idam ettirmemiş miydi? Şimdi Kara Mustafa’nın öldürülmesini sağlayan, Deli İbrahim’i elde ederek iktidar makamına geçenler arasında Belkıs Sultan’ın da bulunmasının imkânsız olmadığını hesap etti.
Belkıs Sultan kardeşi deli Hünkâr ile barışmış ise, kendisinin o yolla saraya girip Sultan İbrahim’i etkileyerek ona ve memlekete hükümran olmasının mümkün olabileceğini düşündü.
Önce Belkıs Sultan’a bir haber uçurmak istedi. Bunu ancak Zeynel aracılığıyla yapabilirdi. Fakat ellerinden kaçmak, İstanbul’a gitmek, Belkıs Sultan’a katılmak fikrini Zeynel’e açmanın uygun olmayacağını düşünüyordu. Zeynel’i de kandırabileceği başka bir plan tasarladı.
Bir gün Zeynel Ağa ile görüştükleri sırada gayet sade bir tavırla, “İstanbul’da beni evlat gibi büyütmüş, terbiye etmiş olan Belkıs Sultan’a derin bir saygı ve minnet beslerim. Onun bütün malına el konmuş, zavallı Sultan sefalet içinde kalmıştır. Maksut Paşa bana burada birçok hediyeler, elmaslar, altınlar veriyor. Bunlardan bir kısmını olsun bu zavallı kadına göndermek, onunla dayanışma içinde olmak mümkün olamaz mı? İstanbul’a gönderilecek bir adam, bir vasıta bulamaz mıyız?” dedi.
“Vasıtaya ne lüzum var? Biz kaçalım, kendimiz gidelim.”
“Bizim firarımız tehlikelidir. Bunu kaç sefer düşündükse sakıncalı bulmadık mı? Maksut Paşa’nın hâlâ büyük bir itibarı ve kuvveti var. Beni devamlı olarak ilgi ve dikkatle takip ediyor, kıskanıyor. Kaçarsak firarımızı derhal haber alacak ve bizi takip ettirecektir. Uygun bir fırsatın çıkmasını beklemek gerekir. O zamana kadar nasıl olsa ben kendisini oyalayacak, daha birçok hediyeler ve bağışlar alacağım. Benden direniş gördükçe hevesi daha da artıyor.”
“Fakat bu heveslerle birlikte tehlike de artıyor. Nihayet bir gün elinden kurtulamayacaksınız.”
“Ben kurtulmanın yollarını düşündüm. O zaman da uzak değildir. Mademki İstanbul’da Sadrazam öldürülmüş, Paşayı koruyan da kalmamıştır. Onu kolay kolay burada, Mısır Valiliğinde, bir servet ve gelecek merkezinde bırakmazlar. Yakında buraya yeni bir valinin çıkıp geldiğini göreceğiz. O zaman Maksut Paşa İstanbul’a dönmeye mecbur olacaktır. Biz de rahat ve esenlikle İstanbul’a döneriz.”
“Ya validen evvel bir cellat gelirse?”
“Cellat gelirse bize ne?”
Zeynel Ağa acı acı güldü.
“Evet, sizin için bir şey yok. Fakat bu zamanda kafası kesilen vezirlerin kethüdaları da beraber kurban gidiyor.”
“Sen o kethüdalardan değilsin. Merak etme, sana bir şey olmaz, seni ben mutlaka kurtarırım.”
Kethüda düşünmeye başlamıştı. Nurü’l-ayn ona, “Endişelere, acı düşüncelere daldın?” dedi.
“Hayır, İstanbul’a gönderilecek bir vasıta düşünüyordum. Nakkaş Paşa Mısır ’dayken hizmetinde bulunan zenci kölesi Reyhan, Paşanın Mısır ’dan gidişi esnasında hasta olduğundan burada kalmış, onunla beraber gidememiş. Sonra Nakkaş Paşa’nın felâketini haber alınca, burada bulunan Darüssaâde Ağası Dilâver Ağa’nın konağına kapılanmış.”
“Reyhan şimdi burada, Mısır ’da mıdır? Onu çok iyi tanırım. O da beni iyi bilir. Onu buraya getirip benimle görüştüremez misiniz?”
“Dilâver Ağa’nın bizim Paşa ile arası açıktır. Onun adamlarıyla ilişki kuramayız. Reyhan’ı buraya getirmek zordur. Onu bir kere ben göreyim.”
“Hayır, onu mutlaka benim görmem gereklidir.”
Nurü’l-ayn, Zeynel’e sokuldu. Ona istediğini yaptırmak için iltifatlarla tombul yanaklarını okşayarak, “Sen benim babam, ben de senin kızın olacak değil miyiz?” deyiverdi.
Zeynel bu güzel ellerin yüzüne temasından, kendine yapılan iltifatlardan sonra yılıştı, yumuşadı. Dedi ki,
“Çare bulmak kolay değil. Reyhan’ın buraya geldiğini Paşa haber alırsa düşmanlarıyla birlik olduğumuzu düşünür. Zaten kuşkular, endişeler içindedir. Hepimizden şüphelenir. Acaba nasıl bir çare bulmalı?”
“Burada Reyhan’ı kim tanıyacak? Mesela, onu satılık bir hadımağası olarak buraya getirirler. Yeteneklerinin anlaşılması için birkaç gün sarayda kalır. Ben onu hizmetime alırım. Bir iki gün sonra da beğenmemiş olurum. Saraydan defederiz. Şüphe edilecek bir tarafı da kalmaz.”
“Bakalım, düşüneyim. Arayacak, elbette bir çare bulacağız.”
***
Zeynel Ağa çareyi bulmuş, Reyhan saraya girmişti. İşte Nurü’l-ayn’ın odasında baş başa vermiş, konuşuyorlardı. Nurü’l-ayn, “Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın bugün matemler, sefaletler içinde sürünmesine asıl sebep Maksut Paşa’dır,” dedi.
Arap hayretle gözlerini açtı.
“Maksut Paşa mı? Nasıl olur? Maksut Paşa Mısır ’a geldi, bizim Paşa İstanbul’a gitti!”
“Öyle ama bizim Paşa İstanbul’a gidince arkasından Maksut Paşa Sadrazamla Padişaha şikâyetnameler yazmış. Nakkaş Paşa bütün Mısır ahalisini zulümlerle soydu. Beraberinde İstanbul’a birçok hazineler götürdü, demiş. Sadrazam ve Padişah, Nakkaş Paşa’nın elindeki malları alıkoymak için bu sözleri bir koz olarak kullandılar. Paşa hapsedildi. Eşi Belkıs Sultan yapılanlara gücendi, kardeşi Hünkâra karşı bağırıp çağırdı. Deli Hünkâr da hiddetlendi. Belkıs Sultan’a düşman olan Kösem Valide Sultan, Padişahı teşvik ve tahrik etti. Nakkaş Paşa idam edilerek bütün malına el konuldu. Belkıs Sultan da saraydan atıldı.”
“Allah, Allah!”
“Şimdi düşünelim. Eğer Maksut Paşa o iftiraları yapmamış olsaydı, Nakkaş Paşa asılır mıydı? Ben de satılır mıydım?”
“Doğru, doğru. Hakkın var.”
“Hepimize bir anne gibi bakan, büyüten, seven Belkıs Sultan bugün ne büyük acılar, sefaletler içindedir bir bilsen.”
“Vah, vah, vah!”
“Ben de sarayda sultanın kızıymışım gibi güzellikler ve rahat içinde büyürken satıldım. Senelerce esirci ellerinde hakaretler, işkenceler içinde süründüm. Nihayet buraya düştüm. Şimdi burada olduğumu, buranın durumunu Belkıs Sultan’a bildirmek istiyorum.”
“Bir mektup yazdıralım.”
“Mektup yazılması mümkün değil. Çünkü şimdi Sultanın İstanbul’da nerede oturduğunu bilmem. Bilsem bile mektup yazamam. Çünkü Vali Paşanın koruyucusu olan Sadrazam idam edildiği için şimdi Vali burada endişeler, kuşkular içindedir. Düşmanlarının İstanbul’a şikâyetnameler göndermelerinden korkuyor. Kuş uçurtmuyor. Mısır’dan İstanbul’a giden her gemi teftiş ediliyor. Bütün mektuplar okunuyor. Paşa benim Belkıs Sultan’a mektup yazdığımı haber alırsa hem mektubu göndermez, hem de bana işkenceler eder.”
“O halde ne yapmalı?”
“İstanbul’a inanabileceğim, söz anlar, emniyetli bir adam göndermek istiyorum. Seni bunun için arattım, bunun için buraya davet ettim.”
“Ben de İstanbul’a gitmek isterim. Fakat seyahat için çok para gerekli. Bende ise beş para yok.”
“Sen onu düşünme. Bende para var. Vali Paşa bana bol bol hediyeler veriyor, bağışlar yapıyor. Onun taşıyla yine onun başını yarmaya çalışalım. Sana istediğin kadar para veririm. Sen dediklerimi yapmaya razı olacak mısın?”
“Ne diyecek, ne isteyeceksin? Yapabileceğim bir iş mi? Bilmem ki!”
“Kolay bir iş… Sana burada anlatacağım şeyleri gidip İstanbul’da Belkıs Sultan’ı bularak ona anlatacaksın. Sözlerim çok önemli sırlar olduğu için Sultandan başka hiç kimseye, hiçbir harf söylemeyeceğine yemin edeceksin. Razı mısın?”
“Evet, bu kolay bir iş… Yapabilirim.”
“Öyle ise derhal hazırlanmaya başla. Yarın İskenderiye’ye gidecek, oradan ilk vasıta ile İstanbul’a hareket edeceksin. Orada Sultana söyleyeceğin şeyleri ben bu gece hazırlayacağım. Yarın sabah beni görecek, talimat alacaksın. Eğer işi lâyıkıyla yaparsan İstanbul’da büyük mükâfatlara nail olacaksın. Yakında biz de İstanbul’a gideceğiz. Seni orada Sultanın yanında bulurum.”
“Siz de mi İstanbul’a gideceksiniz? Ne zaman?”
“Zamanını bilmem. Fakat benim hesabıma göre sen İstanbul’a vardıktan bir iki ay sonra.”
***
Mehtaplı, güzel bir geceydi.
Nurü’l-ayn odasının penceresinde oturmuş, ertesi sabah Reyhan’a vereceği talimatı düşünüyordu.
O zaman İstanbul gibi Mısır’da da geçerli ve değerli iki şey vardı: sihir ve musiki.
Sihirbazlar ve efsunkârlar herkesi kolayca aldatmayı başarabiliyorlardı. Çünkü ortam çok müsaitti. Memlekette ilim ve irfan namına hiçbir şey kalmamış gibiydi. Ulema zümresinin makamını zekâ ve şeytanlıkla entrika çeviren, açgözlü ve ahlâksız cahiller işgal ediyordu. Bunlar ilim, iman, din namına birtakım efsaneler, hurafeler, batıl rivayetler ile halkı aldatmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı.
İçki, kadın, ahlâksızlık son derece revaçta olduğu için gençler arasında güzel sesi olan ve saz çalanlar tercih ediliyorlardı.
Maksut Paşa zeki ve hassas bir adamdı. Buna rağmen cin, peri ve sihre de pek inanırdı. Mısır’ın meşhur büyücülerini saraya getirtir, onlar vasıtasıyla Padişahın yönetiminin devamı, kendisinin de Mısır’da kalması için sihirler yaptırır, efsunlar okuturdu.
Nurü’l-ayn bütün bu sırlara vakıf olmuştu. Şimdi Mısır Valisinin Padişaha sihirler, büyüler yaptırmakta olduğunu Deli Hünkâr ’a ihbar ederse, onun derhal azledilmesine, hepsinin İstanbul’a gitmesine sebep olabilirdi. Çünkü Deli İbrahim de sihir, efsun ve büyüye inananıp korkanların başında geliyordu.
Bu haberi Belkıs Sultan vasıtasıyla, Deli Hünkâr’ın kulağına fısıldayabilirse kendini ona tanıtmış olacağını, kolaylıkla saraya girebileceğini hesap ediyordu.
Gençlik, güzellik, akıl ve zekâ hazinelerinden başka sesinin güzelliğinin, rebap çalmadaki ustalığının sarayda ne büyük, ne kuvvetli bir silah olduğunu biliyordu. Arzusu bir kere saraya girebilmekti. Ötesinin çok kolay olacağını düşünüyordu.
Bu güzel mehtaplı gecede sarayın bahçelerinde takım takım içki ve musiki âlemleri yapılıyordu. Paşa bu gece selamlıkta kalmıştı. Haremlik bahçesinde hanımlarla cariyeler kendi aralarında eğlenirlerken, selamlık bahçesindeki içki âleminde çalınan sazlar ve okunan şarkılar ahenklerin en güzel örneğini sergiliyordu. Erkek seslerinin arasında Suphi’nin davudi sesi hemen seçiliyordu.
Nurü’l-ayn, kendi aşkıyla buralara kadar gelen bu İstanbul çocuğunun yanık yanık okumaya başladığı gazeli dinlemeye daldı.
Suphi, o anda Nurü’l-ayn’ın kendisini dinlediğini düşünerek, ona hitap ediyor gibi kalpten gelen, etkili bir gazel okuyor, “Aman!” diyor, “Ah!” ediyordu. Güzel kadın bu zavallı, hassas, hayalperest âşığına acıdı. Onun İstanbul’da, Davutpaşa Bağları’nda, esirci evinin etrafında gezinirken bu etkili sesiyle bal satar gibi kendisini davet edişini hatırladı. İşte şimdi de o ahenk ile yine uzaklardan kendisine hitap ediyordu.
Nurü’l-ayn bu şiddetli sevdanın etkisinden, cazibesinden kurtulamadı. Gözlerinden kayan ateşli gözyaşlarının yanakları üzerinden yuvarlandığını hisseti. Suphi’yi düşünüyor ve ona acıyordu.
Nurü’l-ayn, Suphi’nin muhabbetine karşı ilgisiz değildi. Eğer gelecek ve iktidar hırsı kalbini ve bütün hislerini bu derece kaplamamış olsaydı o muhabbet şüphesiz kalbinde en mümtaz yeri tutacaktı. Fakat çok meşhur bir kadın olmak, hükümdarlara hükmetmek hevesi bir hastalık gibi bütün benliğini sarmış, hırsı aşkını yine yenmişti.
Suphi’yi seviyor ve ona acıyordu. Lakin onunla mesut olmak için o büyük arzularından vazgeçemiyordu. Kendi kendini tatmin ve teselli etmek istiyormuş gibi, “Elbet bir zaman gelecek, onu görmeyi ve mutlu etmeyi başaracağım,” diye mırıldandı.
5
Şekerpare Haseki
Reyhan ertesi gün Nurü’l-ayn’ın yanına gülümseyerek, muzaffer bir tavırla geldi.
“Dün akşam Dilâver Ağa’nın köşkünde çok önemli bir kadına rastladım. Şekerpare buraya gelmiş.”
Nurü’l-ayn bu ismi işitince hayretle yerinden fırladı. Reyhan’ın sözünü kesti.
“Deli Hünkâr ’ı pençesine alan gözdelerden, Birinci Haseki Şekerpare mi?”
“Evet, ta kendisi…”
“Buraya nasıl gelmiş?”
“Sürgün etmişler.”
“Ya… Neticenin böyle olacağı beliydi. Belkıs Sultan devamlı söylerdi. Desene Şekerpare o harika güzelliğine, zekâsına ve düşlerine yenilip gözden düştü, felâkete uğradı demek.”
“Evet. Bütün malına el koymuşlar. Buraya beş parasız gelmiş. İstanbul’a gitmek için çareler arıyor. Benim İstanbul’a gideceğimi haber alınca geldi, ellerime sarıldı, Aman! Beni de götür, diye yalvarmaya başladı. O kadar devlet ve ihtişam görmüş bu kadına acıdım. Fakat size sormadan cevap veremezdim.”
“Şekerpare halen o meşhur, göz kamaştırıcı güzelliğini koruyor mu?”
“Halen fevkalâde güzel… fakat sizin elinize su dökmeye bile lâyık olamaz. Otuzuna yaklaşmış. Hele son kahırlar, felâketler, kederlerle âdeta solmuş, sararmış, yüzünün feri, rengi uçmuş.”
“Şimdi İstanbul’a giderse tekrar Padişaha gözde olacağını mı zannediyor?”
“Zannetmem. Padişah ondan zevkini, hevesini almış. Onun devri, günü geçmiştir. Sanırım İstanbul’da güzelliğine bağlanacak pek çok tanıdıklar bulur, işler görür.”
Nurü’l-ayn, Reyhan’ın bu sözlerinden çok memnun oldu. Şekerpare’nin İstanbul’a giderse tekrar saraya girmesinden, kendisine rakip olmasından korkuyordu. Sonra düşündü. Onun Reyhan’la gitmesine mani olsa bile kadın elbet diğer bir vasıta ve çare bulacak, İstanbul’a kaçacaktı. Ona yardım ederse, sarayın bütün içyüzünü, Hünkârın ruhunu, zevkini ve heveslerini tanıyan bu fevkalâde zeki kadından istifade edebilirdi. Sordu:
“Sen Şekerpare’yi beraberinde götürmek istiyor musun?”
“Siz izin verirseniz…”
“İstanbul’dan sürülmüş meşhur bir kadının seninle beraber oluşu seyahatine, İstanbul’a girmene bir zorluk çıkarmaz mı?”
“İstanbul’a Şekerpare adıyla ve şöhretiyle gidecek değil ya! Elbet kendine başka bir isim bulacak, kıyafet değiştirip gidecektir. Belki onu satılık bir cariye gibi götürürüm.”
Nurü’l-ayn yine düşünceye daldı. Derin hesaplar, tahminler yapıyordu. Nihayet, “Karar vermek için kendisiyle bir görüşmeliyim. Onu bugün buraya getirebilir misin?” diye sordu.
“Buraya girmesinde bir mahzur görmez misiniz?”
“Ne mahzuru olacak? Seni buraya satılık köle diye getirmediler mi? Onu da satılık cariye diye getirirler. Gerekiyorsa Zeynel Ağa’ya da İstanbul’da terbiye görmüş, eğitimli bir cariye istediğimi söylersin.”
“Pekâlâ, onu hemen şimdi getireyim mi?”
“Hiç durma!”
***
Nurü’l-ayn’ın görmek istediği Şekerpare, önemle incelenmesi gereken bir şahsiyettir. O devrin tarihi, Şekerpare’nin hikâyeleri ile doludur.
Sultan Murat, başına bir iş getirebilirler korkusuyla, yerine getirilebilecek bütün şehzadeleri öldürtmüş, yalnız Deli İbrahim’i sağ bırakmıştı. İbrahim tahta geçtiği zaman hanedanın biricik erkek evladıydı. Hanedanın zürriyeti bitmesin diye Deli’ye herkes tahammül ediyor, onu saf dışı bırakmayı hiç kimse aklına getirmiyordu.
Bütün çılgınlıklarına tahammül edildikçe İbrahim daha da şımarıyor, kibri ve delilikleri artıyordu.
Neslinden bir şehzade gelsin, hanedanın nesli tükenmekten kurtulsun gayretiyle Valide Sultan ve bütün saray ileri gelenleri Padişaha cariyeler takdim etmeye başladılar. Bu, zamanın modası oldu. Cariye takdim edenlerin gayesi, hanedan neslinin devamına çalışmaktan ziyade sarayda bir el, Deli Hünkâr’ın yanında kendisini koruyup muhafaza edecek bir vasıta bulundurmak idi.
Saray boy boy, cins cins, her memleketten birbirinden güzel kızlarla dolmuştu. Bunlar Padişahın gözüne girip kendisini saraya gönderen efendiyi koruyabilecek beceride zeki, fettan, efsunkâr, şeytan gibi kızlardan seçiliyordu. Padişahın muhabbetini, sevgisini kazanmak için ne şekilde hareket edeceklerini öğrenip sonra saraya yollanıyorlardı.
Sarayı dolduran bütün bu kızların içinde Telli Haseki, Saçı Bağlı Haseki, Şekerpare gibi güzel ve mümtaz olanları da vardı. Padişahı güzelliklerine, cazibelerine bağlayabilmek için aralarında amansız bir rekabet ve türlü türlü hileler dönüyordu. O kadar ki sadrazamlar için sarayın harem dairesini idare etmek, devletin iç ve dış işlerini idare etmekten daha da zor bir duruma gelmişti. Sadrazamlar, valiler hep saraylıların hileleri, ayak oyunları ve entrikaları ile değişirdi. Bütün memuriyetler onların vasıtasıyla satılırdı.
Curcuna o dereceye varmıştı ki tecrübelerine, becerilerine rağmen Valide Kösem Sultan bile sarayı ve Padişahı idare etmekte aciz kalıyordu.
Deli Hünkâr, bu kadınların fitne ve fesatları arasında büsbütün sersem olmuş, âdeta mecnun denilecek bir hale gelmişti. Cazibesine tutulduğu, pençesine düştüğü kadından ne öğrenirse onu söylüyor ve mutlaka yaptırıyordu.
Bir ara Üçüncü Haseki, kıymetli taşlarla süslü bir araba istemişti. Derhal yaptırıldı. Kadın bu araba ile Padişahın yanında bir gezinti yapmak isteğinde bulundu. İbrahim buna da razı oldu. Beraberce Davutpaşa mesiresine gittiler. Haseki, arabasından yol güzergâhındaki halka avuç avuç altın saçarak İstanbul’da eşi görülmemiş delice bir ihtişam gösterisinde bulundu. Bu deliliğe de hiç kimse ses çıkaramadı.
İşte bu sıralarda, İstanbul’da serveti, zekâsı, şeytanlığı ile meşhur ulemadan Sebzecizâde İbrahim Efendi ele geçirdiği fevkalâde güzel ve fettan bir kızı saraya överek takdim etti. Sarayda Şekerpare adı verilen bu kız, Padişahtan büyük bir ilgi gördü. Zekâsıyla en etkin ve seçkin gözdelerin üstüne çıkmayı başardı. Sebzecizâde’yi kendisine Deli Hünkâr’ın emriyle kethüda tayin ettirdi.
Sebzecizâde aç gözlü bir adamdı. Saraya girip çıkıyor, Şekerpare’nin nüfuzuyla her işe burun sokuyor, getirisi çok olan memuriyetleri satıyor, saray arazilerini ihale ediyor, çeşitli iradeler ve fermanlar çıkartıyordu. Fakat Şekerpare de zenginlik ve servet toplamak hırsında Sebzecizâde’den aşağı kalmıyordu. Onun vasıtasıyla kazanılan altınları, Padişahtan koparttığı hediyelerle elmasları Valide Hanı’nda kiraladığı kâgir odalarda topluyor, saklıyordu.
Şekerpare güzelliği ve zekâsıyla Valide Kösem Sultan’la da rekabet etmeye, onun oğlu üzerindeki etkinliğini kırmaya başlamıştı.
Kösem Sultan, oğlu İbrahim’e nasihatler eder, onu korkutur, birçok deliliklerine mâni olurdu. Şekerpare ise delinin bütün istek ve arzularını hoş görmek suretiyle Kösem Valide Sultan’ı yendi. Padişah, keyfine kâhyalık eden annesinin Sakız Adası’na sürülmesini emretti.
Kösem Sultan’ın da pek çok taraftarı vardı. Yüksek mevkilerde heyecanlar, yeniçeri ocağında galeyanlar, müthiş dedikodular saray çevresini sardı. Deli’yi korkuttular. Sadrazamın ve ileri gelenlerin araya girmesi ile annesinin Sakız Adası’na gönderilmeyerek Davutpaşa’daki köşkte ikamet etmesine razı oldu.
Şeytanlıkta üstüne olmayan Kösem Valide Sultan rahat durmadı. Saraydaki taraftarları ve casusları vasıtasıyla her şeyi haber alıyordu.
Rakibi Şekerpare’yi mağlup edebilmek için ondan daha güzellerini bulup Padişaha sevdirmek yolunu seçti. Büyük bir serveti vardı. Büyük fedakârlıklarla eline geçirdiği en güzel kız ve kadınları istediği gibi yetiştirip taraftarları vasıtasıyla saraya sokuyor, Padişaha takdim ettiriyor, taraftarlarını devamlı arttırıyordu.
Hazırladığı düzenler, yaptığı hücumlar sonunda netice verdi. Şekerpare gözden düştü ve Mısır’a sürgün edilmesine emir çıktı.
Şekerpare’nin yardakçılarından saraya çok girip çıkan, “Fitne Kumkuması” adı verilmiş biri vardı: Hasan Paşa’nın boşadığı eşi Hamide Hatun. Müthiş bir kadındı. Kösem Valide Sultan onun da Mısır’a, Şekerpare’nin yanında sürgüne gönderilmesi için emir çıkarttı.
Bostancılar Hamide Hatun’u tutup Şekerpare’nin sürgüne gönderileceği gemiye götürmek için konağına gittikleri zaman, Fitne Kumkuması’nın düzenlediği büyük bir hileyle oyuna geldiler. Şeytan kadın, sürgün edileceğini haber alınca sadık cariyelerinden birini çoktan kandırmıştı. Bostancılar Hamide Hatun’u almak için konağa geldiklerinde sadık halayık, “Hamide Hatun benim! Ne istiyorsunuz?” diye meydana çıktı. Bostancılar onu tuttu, bu sayede Fitne Kumkuması İstanbul’da kalıp gizlenmeyi başardı.
Koçbeyoğlu Pehlivan Ahmet, Şekerpare’yi sürgün yerine götürmek için görevlendirilmişti. Kuvvetli, zeki, atak bir pehlivandı. İşgüzarlık gösterdi. Bir sabah şafak sökerken Şekerpare’nin konağını sardı. Yatağından dehşetle uyandırılan güzel kadın, uyku sersemliği ile o kadar şaşırmıştı ki muazzam servetinden beş on kese altın almak şöyle dursun, odasında bulunan mücevherlerini bile cebine koymaya fırsat bulamadı. Beş parasız yola çıktı.
O kadar hırs ile toplayıp İstanbul’da bıraktığı servetinin haddi hududu yoktu. Konağında ve Valide Hanı’ndaki odalarda bulunan servetine el konulduğunda, bu servet Padişahı bile şaşkına çevirmişti.
Yalnız Valide Hanı’ndaki odalarda sandıklar dolusu mal bulundu, saraya getirildi. Deli Hünkâr’ın isteği üzerine gözleri önünde birer birer açıldı. Her birinden emsalsiz inciler, elmaslar, parlak altın sikkeler, kıymetli şallar ve kumaşlar çıkıyordu. Hepsi meydana yığıldı.
Deli, bir çocuk gibi yerinden sıçrıyor, seviniyor, bağırıyordu:
“Hey kâfir! Benden ne kadar mal çalmış! Ne güzel, ne nadide şeyler toplamış.”
Bütün bu servet Padişahın gözü önünde hazine dairesine taşındı. Sonra onun emriyle Şekerpare’nin konağı da arandı. Orada bulunan sırmalı, inci işlemeli yorganlar, yatak takımları, ağır kürkler ve ipekli kumaşların hepsi saraya getirildi. Delinin önüne saçıldı.
Padişah, Şekerpare’nin bu muazzam serveti toplamasına kethüdası Sebzecizâde İbrahim Efendi’nin vasıta olduğunu haber aldığı zaman, onun da idam edilip bütün servetine el konulmasını emretti.
Böyle beş parasız, sefil bir halde gemiye getirilen Şekerpare, beraber sürgün edildiği kadının Fitne Kumkuması Hamide Hanım olmadığını kimseye söylemedi. Onun İstanbul’da kalmasının kendisi için önemli bir dayanak noktası olacağını düşünüyordu. Mısır ’a gelir gelmez İstanbul’a dönebilmek için çareler aramaya başladı.
Nurü’l-ayn, Şekerpare’yi nazik bir saygıyla karşıladı ve sordu:
“Sarayda Belkıs Sultan’ı gördünüz, tanıdınız mıydı?”
“Tanımamak mümkün müydü? Onun felâketlerine benim düşmanım sebep olmuştu.”
“Onun felâketine Maksut Paşa sebep olmuştu. Paşa sizin de düşmanınız mıdır?”
“Hayır, o görünür sebeptir. Felâketlerimizin asıl sebebi Valide Mahpeyker Sultan’dır.”
“Kösem Valide Sultan mı?”
“Evet. Bu kadın oğlunu daima kontrolü altında tutmak, onun namına ferman çıkarmak için Padişahın yanında şeref ve itibarı olanları perişan edecek bin türlü hile icat ederdi. Belkıs Sultan’ın saraydan atılması, kocasının idamı, mallarına el konulması hep Kösem Valide’nin tertibi ve teşvikiyle olmuştur.”
“Acayip! Belkıs Sultan ise Kösem Valide’den devamlı güleryüz gördüğünü söylüyor, ondan hiç şüphelenmiyordu.”
“Ah! O ne yılandır. Beni de hep öyle tebessümlerle okşayarak zehirleyeceğini anladığım için ondan evvel davrandım. Padişahı onun etkisinden kurtarmaya çalıştım.”
“Onun nüfuzunu nasıl kırabildiniz?”
“Onun nüfuzunu kırmak için Padişahı kandırmak, onunla bir arada olmak yeter sandım. Deli, validesinin Sakız Adası’na sürgüne gönderilmesini emretti. Sonra Kösem Sultan’ın taraftarlarının girişimleriyle Davutpaşa Köşkü’nde kalmasına razı oldu. Ben burada aldandım. Onu saraya sokmamak, Padişahla görüşmesine meydan bırakmamak nüfuzunun kırılmasına yeter sandım. Onun hile ve yalanları yalnız beni değil, Fitne Kumkuması’nı bile aldattı.
Kendisinden bahsettirmiyor, saraya uğramıyordu. Fakat taraftarları vasıtasıyla devamlı benim ve Hamide Hatun’un kuyusunu kazıyordu. Bizim gafil bulunduğumuz bir anda Mısır’a sürgün edilmemiz için bir emir çıkarttılar. Bir sabah yatağımda gözlerimi açınca karşımda müthiş, silahlı, iriyarı üç yeniçeri gördüm. Beni hiç konuşturmadan evden çıkardılar. Ancak gemiye atıldığım zaman işi anlayabildim.”
“Şimdi İstanbul’a giderseniz yine saraya girmeyi başarabilecek misiniz? Ümidiniz var mı?”
“Kesinlikle hayır. Benim zamanım geçti. Saraya girmemi yalnız Valide Sultan değil oradaki bütün gözdeler sonuna kadar önlemeye çalışırlar. Hoş, artık beni Padişah da aramaz ya… O, daima yeniler, tazeler ister.”
“Durum böyleyse, İstanbul’a gitmek için neden bu kadar gayret gösteriyorsunuz?”
“İntikam almak için.”
“Kimden?”
“Kösem Valide’den.”
“Güç iş.”
“Çok güç olduğunu bilirim. Fakat intikam o kadar tatlıdır ki, en zor şeyleri bile göze aldırtır. Ben şimdi sarayın bütün sırlarını, Deli’nin eğilimleriyle zayıf noktalarını bilirim. İstanbul’da saraya takdim olunacak pek güzel, çok zeki bir kız arayacağım. O, sarayda benim talimatım doğrultusunda hareket edecek, ben dışarıdan ona yardımcı ve destek olacağım. Orada Kösem Valide’den intikam almak için benimle beraber çalışacak, Belkıs Sultan gibi, Hamide Hatun gibi birçok kuvvetli yardımcılar bulurum. Kesinlikle Kösem Valide’nin nüfuzunu kırmayı başarırız.”
Şekerpare bu sözleri derin bir hırs ve kızgınlıktan doğan heyecanlarla söylemişti. Bir an durdu. İhtimal ki çok ileri gitmiş; yardımını istediği bu genç, güzel, tecrübesiz kızı ürkütmüş ve korkutmuş olduğunu düşündü.
Diğer taraftan Nurü’l-ayn da başka düşüncelere dalmıştı. Acaba bu müthiş kadına açılmak, kendi arzularını ona anlatmak, onunla beraber çalışmak doğru muydu? Şekerpare’nin İstanbul’da arayacağını söylediği kız, tam kendisi değil miydi? Kendisi saraya girmek, rakiplerini mağlup ederek Padişahı pençeleri arasına almak, güç ve servet kazanmak arzuları beslemiyor muydu? Biraz kuşkuluca sordu:
“İstanbul’a vardığınız zaman Belkıs Sultan’ı arayacak mısınız?”
“Ona şüphe mi var?”
“Zannederim ki o da şimdi İstanbul’da, Kösem Valide’den intikam almak için sizin de takip ettiğiniz hedefe doğru gidiyor. Benim burada olduğumu ve aynı maksat için çalıştığımı haber alınca çok sevinecektir.”
“Siz de mi Kösem Valide’nin mağdurlarındansınız? Siz de mi ondan intikam almayı düşünüyorsunuz?”
Nurü’l-ayn onaylamak için hafif bir gülümseme ile başını salladı. Sonra ona açıldı. Macaristan’dan nasıl getirildiğini, Belkıs Sultan’ın sarayında ne maksatla, nasıl bir talim ve terbiyeyle büyütüldüğünü anlatmaya başladı.
Çok nazik ifadelerle, mütevazı bir şekilde anlattığı hayat hikâyesi, Şekerpare’yi hayretler içinde bırakmıştı. Fettan kadın, İstanbul’da arayacağı ve bulmakta çok zorluk çekeceği güzel ve fevkalâde zeki kızın işte karşısında oturmuş, kendisine tebessümler ettiğini görüyordu. Hayret ve sevincinden zaman zaman yerinden fırlıyor, güzel kızın boynuna sarılıyor, onu şapır şupur öperken, “Sen benim tecrübelerimden, bilgilerimden, yardımlarımdan; Belkıs Sultan’ın da itibarından istifade ederek çalışırsan hiç şüphesiz başarılı oluruz,” diyordu.
Bu uzun sohbetlerden sonra iki güzel kadın arasında gizli olduğu kadar derin bir samimiyet de kurulmuştu.
Nurü’l-ayn o gece Şekerpare’yi misafir etti. Beraber yediler, biraz şarap içtiler. Güzel kız rebap çaldı, şarkılar söyledi. Şekerpare onun sazda olduğu kadar sözde de olan becerisini, neşeyle süzülen gözlerinin sihrini, gönülleri âşık eden cazibesini, hele daha açılıp saçıldığı zaman vücudunun muntazamlığını, yay gibi endamını, cildinin tazeliğini görmüştü. “Hünkâr bu güzellik hazineleri, bu cazibeler, bu nazireler, bu nimetler karşısında çıldıracak, sana esir olacaktır. Ona her ne istersen yaptırabileceksin. Fakat yaptırılacak, istenilecek şeyleri bilmek gerekir,” dedi.
Gece geç vakte kadar sohbet ettiler.
Bir ara, sarayın selamlık tarafına doludizgin koşarak birtakım atlıların gelişi bir hareket, bir heyecan uyandırdı. Sarayda bu tür harekete alışkın olmayan Nurü’l-ayn endişeli bir tavırla kulak kabartmış dışarıyı dinliyor, hareme de intikal eden bu seslerin önemli bir manası olması gerektiğini düşünüyordu.
Yerinden fırladı ve pencereye koştu. Sofayı gören pencerenin perdesini aralayarak dışarıya baktı. Sonra da kendi kendine söylenir gibi,
“Paşayı uyandırmışlar. Selamlığa çıkıyor. Çok önemli bir şeyler olmalı!” dedi.
Şekerpare, bulunduğu bu yabancı ortamda şaşırmış, neşesi kaçmıştı. Endişeli bir tavırla yavaşça sordu:
“Ne olabilir?”
“Her şey olabilir. Bir yerlerde ihtilal… Yahut İstanbul’dan haber getiren bir haberci… Herhalde çok önemli bir şey… Zaten Paşanın hamisi Sadrazam Kara Mustafa Paşa idam edildiğinden beri burada çok önemli olaylar bekleniyordu.”
“Bu olanların size bir zararı dokunur mu?”
“Bana ne zararı olacak! Biz yatalım ve ışığı söndürelim. Paşa tekrar hareme girdiğinde burada ışık yandığını görmesin.”
Telaşla yerlerinden kalktılar. Fakat henüz hiçbir şey yapmaya vakit bulamamışlardı ki, oda kapısının hafif hafif vurulduğunu işittiler.
Nurü’l-ayn yavaşça kapıya gitti. Heyecanlı ve yavaş bir sesle sordu:
“Kim o!”
“Ben, Reyhan. Açınız.”
Kapı açıldı. Hadımağası içeri girince kapıyı tekrar kapadı. Esrarengiz bir tavırla, “Beni Zeynel Ağa gönderdi,” dedi.
“Önemli bir şeyler oluyor galiba?”
“Olan olmuş. Paşa görevden alınmış. Mısır Valiliğine tayin olan Küçük Emin Paşa İskenderiye’ye ulaşmış. Yakın zamanda buraya gelir. Yarın saray tahliye olunacak. Yeni valiyi karşılamak için hazırlanacak. Zeynel Ağa, Korkmasınlar, her an hazırlıklı olsunlar, diye benimle size haber gönderdi.”
“Korkulacak bir şey var mı? Paşanın idamına ferman mı gelmiş?”
“Belli değil. Paşa selamlıkta heyecanlar içindedir. Onun muntazam, kuvvetli ve sadık bir kapı halkı var. Yeni Vali kolay kolay tutup onu idam edemez. Bu sebeple buraya cellat gönderilmesine ihtimal verilmiyor. Fakat her ihtimale karşı uyanık bulunmak için hazırlanıyorlar.”
“Yeni Vali kaç güne kadar buraya gelebilir?”
“Büyük bir kafilenin İskenderiye’den Kahire’ye gelebilmesi alelade yolcuların gelmesi kadar kolay değil. Bir iki hafta geçer sanırım.”
“Öyle ise siz yarın sabah erkenden buradan çıkıp derhal İskenderiye’ye gitmelisiniz. Oradan kaça olursa olsun güzel bir gemi tutarak, mümkün olduğu kadar süratle İstanbul’a gideceksiniz.”
“Özel bir gemi kiralamak için çok paraya ihtiyaç var.”
“Bilirim. Para için hiç düşünmeyiniz. İkinizin de ceplerini altınla dolduracağım.”
Sonra Şekerpare’ye dönerek ilave etti.
“Bir valinin gideceği, diğer valinin geleceği bu karışıklık dönemi sizin için çok güzel bir fırsattır. Sizi gözetleyip takip edecek olan casuslar şimdi kendi dertlerine düşmüşlerdir. Sizin zekâ ve kararlılığınız bu fırsatı kaçırmamalıdır.”
6
Çeşitli Divanelikler
Abdülaziz zamanına kadar asırlarca Osmanlı saltanat hanedanına eğlence merkezi olan Topkapı Sarayı hiçbir zaman muhteşem, düzenli bir saray görünümünde olmadı, olamadı. Bulunduğu yer dünyada benzeri bulunmayan, ender bir güzellikte olmasına rağmen padişahların korkaklığı ve kıskançlığı sebebiyle hisarlarla, kalın duvarlarla öyle zalim bir şekilde çevrilmişti ki saray olmaktan çıkmış, kasvetli kubbelerden oluşan bir mabet, eski bir kale halini almıştı.
Padişahların hayatı bu zevksiz, düzensiz binalar içinde; haremlik ve selamlık dairelerinde; cahil, dünyadan habersiz cariyeler ve içağaları arasında içki ve eğlenceyle geçiriyordu.
Hele Deli İbrahim bu ortamda şımarık bir çocuk hayatı yaşıyor, bahçelerde maiyeti arasında gezerken türlü türlü divanelikler yapıyordu.
Özellikle öldürülmekten ve tahttan indirilmekten kendisini koruduklarına inandığı annesi Kösem Sultan’la, Sadrazam Kara Mustafa Paşa’dan biraz korkuyor, çekiniyordu. Fakat Valide Sultanla Sadrazamın arasının açıldığı, annesinin teşvikiyle Kara Mustafa Paşa’yı kolayca idam ettirmeye muvaffak olduğu zaman, artık sadrazamlardan da korkusu kalmamıştı.
Çok asabiydi. O kadar şımartılmıştı ki yerli yersiz her düşündüğünün, verdiği her emrin mutlaka ve derhal yapılmasını istiyor ve yaptırıyordu.
Sevdiği şeyler içki, kadınlar ve beğendiği yaldızlı, simli, altınlı, elmaslı, cicili bicili eşyalardı. Kıymetli taşlar kullanarak kayıklar, arabalar, leğenler, ibrikler, nalınlar yaptırmış; sakalının tellerine inciler taktırmıştı. Saygı ve hürmet ettikleri cinler, periler, kerametler, sihirler ve efsunlar idi. Millet, memleket, siyaset gibi şeylerle zihnini katiyen yormazdı. Onun için siyaset, gücendiği adamların kafasını kestirmekti. Memleket, gördüğü yerlerden ibaretti. Bir defasında onu Bursa’da Keşiş Dağı’na çıkarmışlardı. Gözü önünde uzanan şehirler, kasabalar, köyler görünce hayretle,
“Bu memleketlerin hepsi bizim mi?” diye sormuştu.
Daha başka birçok memleketlerimiz bulunduğu kendisine anlatıldığı zaman inanmakta bir hayli güçlük çekmişti.
Sinirlendiği ve canı sıkıldığı zaman başvurduğu tek şey üfürükçülerin, cincilerin sihirleri idi. Onlara itimadı sonsuzdu. Bu düşkünlüğünden faydalanmayı pek güzel bilen Cinci Hoca, onu senelerce elinde bir kukla gibi oynattı. Parasına para, hazinesine hazine kattı.
Padişah delice bir öfkeyle Sadrazam Salih Paşa’yı boğdurduğu zaman yerine getirdiği Ahmet Paşa da Cinciye taş çıkartıyordu.
Ahmet Paşa, gelecek hırsı ile çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen divanenin biriydi. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde bundan daha yeteneksiz bir sadrazam görmemişti. Artık sarayda Deli’ye nasihat edecek, önüne geçecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Ne millet, ne memleket, ne de kâinat düşünülüyordu.
Çılgınca bir israf ve eğlence devri başladı. Çılgınlıklar öyle ayyuka çıktı ki, bir içki âleminde Deli Hünkâr’ın hoşuna giden Çingene Ahmet yeniçeri ağalığına, Hokkabaz Kör Müslihiddin de kaptan paşalığa tayin olundu. Deli’yi bu iradeden vazgeçirmek için sarhoşluktan aymasını beklediler ve çok uğraştılar.
İsraf o dereceye geldi ki, memleketin bütün varlığı saraya aktığı halde yine yetmiyor, zulümler yapılarak mallara el konuluyor, büyük memuriyetler âdeta açık arttırmayla satılıyordu. Korku ve utanma kalmamıştı.
Rezalet ve utanmazlık o derece arttı ki makamlar birbiri ardı sıra birkaç kişiye satılmaya başladı. Para ile satın aldığı memuriyet makamına oturuşunun ertesinde yerine başkasının geldiğini gören valiler, kadılar çılgına dönüyorlardı.
Memlekette asayiş, sınırlarda kuvvet, halkta emniyet kalmamıştı. Macarlar Bosna sınırından tecavüz ve taarruzlar yapıyor, Girit’te savaş devam ediyordu. Sivas Valisi Vardar Ali Paşa ile Bağdat Valisi İbrahim Paşa ayaklanmışlardı. Hiçbir namus ve hamiyet sahibi, değil ağız açıp şikâyet etmeye, hakikatleri söylemeye dahi cesaret edemiyordu.
Memleket bu krizler içinde kıvranırken, saray hiçbir şeye aldırmadan, doludizgin zevkinde, sefasında eğleniyordu.
Eğlence, düğün, zevk ve sefa olsun diye, Padişahın iki ve üç yaşlarındaki kızlarının genç ve zengin devlet erkânıyla nişanlanması kararlaştırıldı. Maksat valide gözdelerin mürüvvet görmesi, saraya birçok hediyeler gelmesi idi. Fakat hazinede beş para yoktu. Sıkıntı had safhaya ulaşmıştı. Düğünler nasıl yapılacaktı? Deli’ye söz anlatmak mümkün değildi. O, İbrahim Paşa Sarayları’nın derhal tamir edilip düzenlenmesi ve süslenmesi için emir vermişti.
Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve damadı İbrahim Paşa tarafından inşa ettirilmiş olan ve şimdiki Sultan Ahmet Camisi ile Adliye Binası mevkilerini boylu boyunca kaplayan bu muazzam sarayların tamir ve döşenmesine para bulmanın mümkün olamayacağını Deli’ye bin bir zorlukla anlattılar. Onu yalnız meydana nazır kubbeli dairenin döşenmesine ikna edebildiler. Fakat bu dairenin iki büyük arz odasından birinin samur, diğerinin vaşak kürklerle döşenmesinde ısrar ediyordu. Eyüp’te oturan ve “Voyvoda Kızı” diye bilinen fettan, zeki bir kadın, güzel masallarla hikâyeler anlatmakla ün kazanmıştı. Hasekiler bunu Hünkârın huzuruna çıkarmışlardı. Kadın, garip masallar anlatarak Deli’yi eğlendirmişti. Bu masallardan birinde gayet meşhur bir hükümdardan bahsdiyordu. Onun sarayını kürklerle döşettiğini, gezintiye çıktığı kayığın kıymetli mücevherlerle süslü olduğunu anlatmıştı.
Deli, o hayali padişahın yaptıklarını kendisi de yapmaya muktedir olduğunu göstermek istiyordu. İşte saray arz odalarının samur ve vaşak kürkleriyle döşenmesi, elmaslarla süslenmiş bir kayık yaptırılması emirlerini vermesi hep bu masallardan ilham almasındandı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/fazli-necip/haremin-sultanlari-69403381/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.