Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü
Samuel Johnson
Habeşistan Kralı’nın oğlu Rasselas, taht sırası kendisine gelinceye dek Mutlu Vadi’de yaşayacaktır. Her şeyin eğlence üzerine kurulduğu bu vadiden çok sıkılan Rasselas, kız kardeşi, kız kardeşinin nedimesi ve yakın dostu Imlac’la birlikte vadiden kaçar. Planları dünyayı görmek ve gerçek mutluluğu bulmaktır. Yeni insanlarla tanışıp mutluluğun sırrını öğrenmeye çalıştıkça hayatın düşündükleri gibi olmadığını fark ederler.
Aslında bir sözlükbilimci olan Samuel Johnson’ın annesinin cenaze masraflarını ödeyebilmek için çok kısa sürede kaleme aldığı bu roman, İngiliz edebiyatının en önemli örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Samuel Johnson
Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü
Biyografi
Şair, sözlükbilimci, edebiyat eleştirmeni, deneme ve biyografi yazarı Samuel Johnson, 1709 yılında Lichfield, İngiltere’de dünyaya gelir. İngiliz tarihindeki en önemli edebiyat figürlerinden biri sayılan Johnson’ın en çok bilinen eseri olan A Dictionary of the English Language (İngiliz Dili Sözlüğü) ilk kez 1755 yılında yayımlanmıştır.
Dünyaya hastalıklı bir çocuk olarak gelen Johnson’ın çok kısa sürede öleceğine kesin gözüyle bakılır ve doğar doğmaz vaftiz edilir. Sıraca hastalığı, görme ve duyma kaybı, tüberküloz gibi hastalıklarla dolu bir çocukluk dönemi geçirmesine rağmen, öğrenimine henüz 3 yaşındayken başlanır. Annesi, babası ve kuzenlerinden aldığı eğitimin ardından 4 yaşına geldiğinde evin yakınındaki bir okula, 6 yaşına geldiğindeyse bir ayakkabıcının yanına gönderilir. 7 yaşındayken girdiği Lichfield Grammar School’da Latince ve Yunanca öğrenmeye ve şiir yazmaya başlar. Yine bu yıllarda, o tarihlerde henüz bilinmeyen ve teşhisi ancak ölümünden sonra konulabilen Tourette sendromunun belirtilerini göstermeye başlamıştır.
Kitapçı olan babasının maddi problemleri nedeniyle öğrenimi sık sık sekteye uğrar. Oxford Üniversitesi’ne başlar; ancak 1 yıl sonra ayrılmak zorunda kalır. Akademik açıdan kendisinden çok daha aşağıda gördüğü kişiler okula devam ederken kendisinin maddi problemler yüzünden devam edememesi, depresyona girmesine yol açar.
Öğrencilik hayatının büyük bir kısmını kitap okuyarak geçirir. Boş vakitlerinde çeviri yaparak para kazanmaya çalışır. Londra’ya taşınır ve burada bir yandan dergiler için yazılar hazırlarken bir yandan da ilk edebi eserlerini kaleme almaya başlar.
1946’da bir grup yayıncı Johnson’a bir sözlük hazırlaması önerisinde bulunur. 9 yıllık bir çalışmanın ürünü olan A Dictionary of the English Language, modern İngiliz dilinin en önemli çalışmalarından biridir ve Johnson’ın adını duyurması bu çalışma sayesinde gerçekleşmiştir. Bu sözlük, 150 yıl sonra Oxford Üniversitesi tarafından yeni bir sözlük hazırlanıncaya kadar bu dilin en önemli sözlüğü olarak kabul görmüştür.
O dönemde daha fazla sözcük ya da daha detaylı açıklamalar içeren sözlükler bulunsa da hiçbiri Johnson’ın sözlüğünün önüne geçemez. Çünkü bu sözlük, insanların kullandığı şekliyle dili belgelerken sıradan bir kaynak kitap olarak da nitelenemez. Yıllar sonra bu sözlük için “bir edebiyat eseri” yorumu yapılacaktır.
Sözlüğünü yayımlamasından kısa bir süre önce Oxford Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesini alan Johnson, 1765’te Trinity Koleji ve 1775’te Oxford Üniversitesi tarafından onursal doktoraya layık görülür.
Sözlüğün tamamlanışının ardından Johnson, edebiyat incelemelerine ağırlık vermeye başlar. Denemeler, açıklamalı notlarıyla Shakespeare oyunları ve İngiliz şairlerin biyografileri bu dönemdeki çalışmaları arasındadır. Arkadaşı James Boswell’le birlikte yaptığı seyahatleri anlattığı A Journey to the Western Islands of Scotland da bu dönemde kaleme aldığı eserler arasındadır.
Aynı tarihlerde yazmaya devam ettiği edebiyat eleştirileri, İngiliz edebiyatı üzerinde önemli bir etki yaratır ve Johnson’ın İngiliz edebiyatının en önemli eleştirmeni olarak kabul görmesini sağlar.
Johnson, geçirdiği bir dizi rahatsızlığın ardından 1784’te vefat eder ve Westminister Abbey’de bir mezarlığa defnedilir.
Kitap Hakkında
İlk kez 1759’da yayımlanan Habeşistan Prensi Rasselas’ın Öyküsü, mutluluk üzerine bir alegoridir. Johnson, başlangıçta “Yaşam Tercihi” olarak adlandırmayı düşündüğü bu romanı, annesinin cenaze masraflarını karşılayabilmek için kısa bir sürede yazmıştır.
Bazı eleştirmenler Rasselas karakterini “Johnson’ın kayıp gençliği” olarak yorumlarken bazıları “İngiltere’nin dünyanın efendisi olduğu yıl” olarak niteledikleri 1759’da yayımlanan bu romanın yükselen emperyalizme bir tepki olarak yazıldığını öne sürer. Ayrıca Johnson bu kitabında, sömürgeciliğe ortam sağlayan klişeleri de reddetmektedir.
İngiliz edebiyatının önemli örneklerinden biri olarak kabul gören bu eserin bahsinin Jane Austen’ın Mansfield Park, Charlotte Brontë’nin Jane Eyre, Nathaniel Hawthorne’un The House of the Seven Gables, Louisa May Alcott’ın Küçük Kadınlar adlı eserleri gibi pek çok ünlü romanda geçtiği dikkat çekmektedir.
1. Bölüm
Vadideki Bir Sarayın Tasviri
Siz! Hülya fısıltılarını saf saf dinleyenler ve umut sandıkları şeyin peşinden hevesle koşanlar… Gençliğin vaatlerinin gerçekleşeceği günü bekleyenler ve bugünün kusurlarının yarın giderileceğini düşünenler… Habeşistan Prensi Rasselas’ın öyküsüne kulak verin!
Rasselas, Nil’in doğduğu topraklara hükmeden kudretli bir hükümdarın dördüncü oğluydu. “Suların atası” bu topraklar üzerinde bereketli nice kola ayrılarak Mısır’ın hasadını dünyanın yarısına dağıtırdı.
Sıcak iklim krallıkları arasında asırlardır süregelen âdetler gereği Rasselas, sıra kendisine gelinceye dek Habeşistan hanedanının diğer asil erkek ve kız çocuklarıyla birlikte özel bir saraya kapatılmıştı.
Antik çağların bilgeliğinin yahut kanunlarının Habeşistan prenslerine sunduğu yer, Amhara Krallığı’nda, etrafını çevreleyen dağların zirveleriyle gölgelenmiş ferah bir vadiydi. Vadiye ulaşan tek geçide, bir kayanın altındaki, doğanın mı yoksa insan çabasının mı eseri olduğu uzun zamandır tartışılan büyük mağaradan giriliyordu. Mağaranın girişi gür bir orman tarafından gizleniyordu. Vadiye açılan diğer ucuysa hiçbir insanın makine yardımı olmadan açıp kapayamayacağı, kadim çağların sanatkârlarının elinden çıkma devasa demir kapılarla kapalıydı.
Vadiye tazelik veren bereketli dereler çevredeki dağlardan iner, vadinin tam ortasında her türden balığın yaşadığı bir gölü meydana getirirdi. Doğanın kanatlarını suya daldırmayı öğrettiği her kuş buraya muhakkak uğrardı. Gölün fazla suları, akıntı sayesinde kuzeydeki dağın karanlık bir kovuğuna girer ve dehşet verici sesleri artık duyulmaz oluncaya dek kayadan kayaya çarpardı.
Dağların yamacı ağaçlarla kaplıydı, dere yataklarında çeşit çeşit çiçek açardı. Her esinti kayalardan hoş kokular kaldırır, her ay yere yeni meyveler dökerdi. İster evcil olsun ister vahşi, çimenlerde yayılan ya da çalıları çiğneyen tüm hayvanlar bu geniş alanda dolanır, dört bir yanı çevreleyen dağlar sayesinde yırtıcı hayvanlardan korunurdu. Bir yanda meralarda otlayan sürüler, öte yanda çayırda oynaşan yabani hayvanlar… Kayalarda sıçrayan haylaz oğlak, ağaçtan ağaca atlayan kurnaz maymun, gölgede dinlenen ağırbaşlı fil… Dünyanın tüm çeşitliliği bir araya getirilmiş, doğanın tüm nimetleri buraya toplanmış ve kötü olan ne varsa dışarıda bırakılmıştı.
Bu geniş ve verimli vadi, sakinlerine yaşamın bütün gereksinimlerini sunardı. İmparatorun çocuklarına yaptığı yıllık ziyaretin vakti gelip demir kapı müziğin sesiyle açıldığındaysa buna daha nice zevk ve bolluk eklenirdi. Sekiz gün boyunca, vadide yaşayan herkesin gözlerden uzak bu yaşam tarzını hoş kılmak, kayıtsızlığı gidermek ve zamanın sıkıcılığını hafifletmek için elinden gelen her şeyi ortaya koyması beklenirdi. Her arzu derhal yerine getirilirdi. Zevke hitap eden tüm sanatkârlar şenliğin eğlencesini artırmaya davet edilirdi. Yalnızca gösterileriyle o büyük saadete katkı sağlayacak olanların kabul edileceği bu şenliklerde müzisyenler armoninin gücünü, dansçılar kıvrak figürlerini ortaya koyardı. Her biri ömürlerini bu büyük saadet esaretinde geçirebilmek umuduyla prenslerin huzurunda hünerlerini sergilerdi. İşte prenslerin inzivası bu tür bir güvenlik ve zevk gerektirmekteydi. Buradaki hayata ilk kez şahit olanlar onun sonsuza dek sürmesini dilerken, demir kapının kilidi üzerlerine vurulanlar bir daha asla dış dünyaya geri dönemedikleri için uzun tecrübelerinin etkisi asla bilinemezdi. Bu yüzden her sene yeni eğlenceler türetilir, esaret için rekabet edecek yeni birileri bulunurdu.
Saray, gölün yüzeyinden otuz adım yüksekteki bir tepeye kurulmuştu. İkamet edecek kişinin mevkiine göre ihtişamı değişen birçok meydan ve avludan oluşuyordu. Çatısı zamanla daha da sağlamlaşan bir harçla birleştirilmiş kocaman taş kemerlere dönüşmüştü. Bina, gündönümü yağmurları ve ekinoks kasırgalarıyla dalga geçercesine, hiçbir tamirata gerek duymadan ayakta kalarak asırlara meydan okuyordu.
Sırlarını nesilden nesile aktaran birkaç kadim memurdan başka hiç kimse tarafından tam olarak bilinmeyecek kadar büyük olan bu sarayın planı, bizzat “kuşku” tarafından çizilmiş gibiydi. Her odaya açılan bir açık, bir de gizli geçit vardı. Bazen üst katlara çıkan özel galerilerle, bazen de alt kattaki dairelere ulaşan yeraltı dehlizleriyle her avlu bir diğerine bağlanıyordu. Birçok sütunda hükümdarların nesiller boyu servetlerini sakladığı gizli bölmeler vardı. Bu bölmelerin ağzı ancak krallık çok zor duruma düştüğünde açılmak üzere, mermer bloklarla kapatılmıştı. Hükümdarlar servetlerini kaydettikleri defteri de imparatorun yalnızca tahtın varisi olan prensle birlikte girebildiği özel bir kuleye saklamıştı.
2. Bölüm
Rasselas’ın Mutlu Vadi’deki Huzursuzluğu
Habeşistan’ın oğulları ve kızları bu vadide, kendilerini eğlendirecek yetenekli insanların eşliğinde zevki sefanın tatlı değişimlerinden başka bir şey bilmeden yaşar, duyuların algılayabileceği tüm hazların tadını çıkarırlardı. Hoş kokulu bahçelerde gezinir, emniyetli kalelerde uyurlardı. Her sanat, onların kendi durumlarından memnun olmaları için icra edilirdi. Onları eğiten bilgeler, halkın çektiği acıları ağızlarından düşürmez, dağların ötesini karmaşanın hüküm sürdüğü, insanın insanı avladığı sefalet bölgeleri olarak anlatırdı.
Prens ve prensesler refah hisleri kuvvetlensin diye her gün, konusu Mutlu Vadi olan şarkılarla eğlendirilirdi. Değişik zevklerin sıkça sıralanmasıyla iştahları kabartılır, şafağın ilk ışıklarından gecenin son saatlerine değin tek meşguliyetleri eğlence ve cümbüş olurdu.
Bu yöntemler genelde işe yarardı. Prenslerin çok azı ufkunu genişletmek ister ve hayatlarını sahip olabildikleri sanatlarla ya da doğanın kendilerine sunduklarıyla yetinerek esaret altında geçirir; böylelikle kaderin bu huzur yuvasından dışladığı bahtsız ıstırap kölelerine acıyabilirdi.
İşte böylece her sabah kendilerinden ve diğerlerinden hoşnut bir şekilde uyanıp her akşam aynı şekilde uykuya dalıyorlardı. Biri hariç: Rasselas… O, yirmi altıncı yaş gününde kendini eğlence meclislerden geri çekerek sessizce düşüncelere dalabileceği yalnız yürüyüşlere çıkmaya başlamıştı. Rasselas, türlü yiyeceklerle donatılmış ziyafet masalarına oturuyor, ama çoğu zaman önüne serilen lezzetleri tatmayı unutuyordu. Coşkulu bir şarkının ortasında aniden ayağa fırlayarak aceleyle müzik seslerinden uzaklaşıyordu. Hizmetkârları ondaki bu değişimi fark etmiş ve zevke duyduğu arzuyu tazelemenin yollarını aramaya koyulmuştu. Ama Rasselas onların çabasını görmezden gelerek davetleri geri çeviriyordu. Vaktinin çoğunu ağaçların gölgelediği dere kenarlarında, dallarda öten kuş seslerini dinleyerek ya da suda oynaşan balıkları izleyerek geçiriyordu. Bazen farkında olmadan gözleri çayırlarda otlayan ya da çalıların arasında uyku çeken türlü hayvanlarla dolu meraların olduğu dağlara takılıp kalıyordu.
Yalnızlıktan duyduğu memnuniyet, dikkatleri daha çok üzerine çekiyordu. Eskiden sohbet etmeyi sevdiği bilgelerden biri, bu huzursuzluğunun sebebini öğrenmek için gizlice onu takip etti. Yalnız başına olduğunu düşünen Rasselas, bir süre kayadan kayaya sıçrayan oğlakları izledikten sonra kendi halini onlarınkiyle kıyaslamaya başladı.
“İnsanoğlunu yaratılmış diğer hayvanlardan ayıran nedir ki?” dedi. “Etrafımda başıboş dolaşan tüm bu canlılar benimle aynı temel ihtiyaçları paylaşıyor: Acıkınca otluyor, susayınca dereye iniyor, açlığı ve susuzluğu giderilince tatmin olup uykuya dalıyor. Sonra uyanıyor ve yine acıkıyor, tekrar beslendikten sonra yine uyuyor. Ben de onlar gibi acıkıp susuyorum; ama yemek yiyip su içtiğimde onlar gibi huzur bulamıyorum. Ben onlar gibiyim, ihtiyaçlarımı giderme arzusu duyuyorum ama onların aksine doymak beni tatmin etmiyor. Tekrar bir şeyleri arzulayabilmek adına yeniden acıkmayı bekleyerek geçirdiğim zaman, sıkıcı ve kasvetli… Kuşlar, yemişleri ya da mısır tanelerini gagaladıktan sonra uçup yuvalarına dönüyor, mutluymuşçasına ağaç dallarına tüneyip hayatlarının sonuna dek aynı sesi çıkararak şakıyorlar. Ben de aynı şekilde çalgıcıları ve şarkıcıları yanıma çağırabilirim; ama onların bir gün önce bana zevk veren sesleri ertesi gün bıkkınlık veriyor ve bu bıkkınlık hissi gün geçtikçe artıyor. Bedenimin uygun zevklerle doyurulamayacak herhangi bir histen yoksun olmadığını biliyorum, yine de huzur bulamıyorum. Bu yerin insanoğluna sağlayamadığı gizli bir his olmalı… Ya da mutlu olabilmek için hislerin dışında kalan tatmin edilmesi gereken arzular…”
Bunları söyledikten sonra başını kaldırdı, ayın yükselmeye başladığını görüp saraya doğru yola koyuldu. Tarlaların arasından geçerken gördüğü hayvanlara dönüp “Siz mutlusunuz,” dedi, “Benliğimin ağırlığı altında ezilerek yanınızdan geçip gidişime imrenmenize gerek yok. Ben de size, sizin refahınıza imrenmiyorum nazik varlıklar! Çünkü bu refah insana ait değil. Ben sizlerde olmayan birçok dertten mustaribim. Bu acıları hissetmediğimde korkuyorum. Bazen kötülükleri hatırlayıp dehşete düşüyor, bazen henüz gerçekleşmemiş kötülükler karşısında donup kalıyorum. Hiç şüphe yok ki tanrının adaleti, sıra dışı acıları sıra dışı zevklerle dengelemiştir.”
Eve dönüş yolunda Prens buna benzer gözlemler yaparak kendini avutuyordu. Hazin bir ses tonuyla mırıldanıyor olsa da kendinden emin gözüküyordu. Keskin zekâsından, sahip olduğu bu ince bilinç sayesinde yaşamın acıları karşısında teselli bulabilmekten ve bunları ifade ediş biçimindeki zarafetten memnuniyet duyduğu her halinden belliydi. Neşeyle akşam eğlencelerine karıştığında onu gönlü ferahlamış halde gören herkes çok sevindi.
3. Bölüm
Rasselas’ın Hiçbir Şey İstemeyen İstekleri
Ertesi gün Rasselas’ın zihnindeki illete vâkıf olduğunu sanan yaşlı bilge, tavsiyeleriyle derdine derman olabileceğini umarak onunla bir görüşme ayarlamaya çalıştı. Fakat Prens uzun süredir onun bilgeliğini yitirmeye başladığını düşündüğünden görüşmeye yanaşmıyordu. “Bu adam neden yakama yapıştı?” diyordu. “Yalnızca yeniyken cazip gelen ve tekrar yeni olabilmek için unutulmaları gereken dersleri unutmama hiç fırsat vermeyecek mi?” Rasselas, böyle deyip ormana doğru yürüdü ve kendini her zamanki derin düşüncelerine bıraktı. Henüz düşünceleri şekillenme aşamasındayken takipçisinin yanı başında olduğunu fark ederek önce hızla oradan uzaklaşmayı düşündü. Ama eskiden saygı duyduğu ve hâlâ sevdiği bir adamı gücendirmeye gönlü elvermediğinden adamı yanında oturması için derenin kıyısına davet etti.
Davetten cesaret alan yaşlı adam, Prens’te gözlemlediği değişiklikten dert yanmaya başlayarak neden sık sık sarayın sunduğu zevklerden uzaklaşıp yalnızlığa ve sessizliğe sığındığını sordu. Prens Rasselas “Zevkten kaçıyorum,” diye cevap verdi; “Çünkü tüm o zevkler memnuniyet hissimi köreltti. Yalnızım, çünkü mutsuzum ve bu halimle başkalarının mutluluğuna gölge düşürmek istemiyorum.” Bilge “Efendim!” dedi, “Siz Mutlu Vadi’de mutsuzluktan yakınan ilk insansınız. Umarım şikâyetlerinizin temelsiz olduğuna sizi ikna edebilirim. Siz burada Habeşistan hükümdarının sunabileceği tüm imkânlara sahipsiniz. Ne yüklenmeniz gereken bir iş, ne göğüs germeniz gereken bir tehlike söz konusu. Üstelik emeğin ve riskin sağlayabileceği ya da satın alacağı her şey elinizin altında. Etrafınıza şöyle bir bakın ve bana hangi isteğinizin yerine getirilmediğini söyleyin. Eğer hiçbir şey istemiyorsanız nasıl mutsuz olabilirsiniz?”
“Zaten şikâyetimin sebebi hiçbir şey istememek ya da ne istediğimi bilmemek… Eğer bilinen bir isteğim olsaydı, arzulayabileceğim belirli bir şey olurdu ve o arzu beni çabalamaya iterdi. İşte o zaman güneşin batıdaki dağlara yavaşça ilerlediğini görmekten şikâyetçi olmaz, gün ağarıp uyku beni kendimden saklayamadığı zaman bundan yakınmazdım. Birbirini kovalayan çocukları gördüğümde, eğer peşinden koşabileceğim bir şey olsa ben de böyle mutlu olurdum diye düşünüyorum. Ama isteyebileceğim her şeye sahipken her yeni gün bir öncekinin çok daha sıkıcı bir tekrarı gibi geliyor. Günlerin bana, nasıl olup da doğanın henüz taptaze olduğu ve her yeni ânın keşfetmediğim şeyleri gösterdiği çocukluk yıllarımdaki kadar kısa gelebildiğini tecrübelerinizle açıklayabilir misiniz? Şu âna dek çok keyif sürdüm. Bana arzulayabileceğim bir şey verin!”
Yaşlı adam böyle bir keder karşısında şaşıp kalmıştı, ne diyeceğini bilmiyor olsa da sessiz kalmaya niyeti yoktu. “Efendim,” dedi, “eğer dünyanın ne tür ıstıraplarla dolu olduğunu görseydiniz, şu anki durumunuzun kıymetini bilirdiniz.” Prens Rasselas “İşte şimdi bana arzulanacak bir şey verdin,” dedi, “Mademki mutluluğun yolu onları görmekten geçiyor, ben de dünyanın ne tür acılarla dolu olduğunu görmek istiyorum!”
4. Bölüm
Prens Kederlenmeye ve Derin Düşüncelere Dalmaya Devam Ediyor
Bu defa müziğin sesi yemek saatinin geldiğini ilan ediyordu, sohbetler sonlandırıldı. Yaşlı adam, öne sürdüğü nedenlerin önlemek istediği tek sonucu doğurmasının verdiği tedirginlikle oradan uzaklaştı. Ama hayatın akışı içinde utanç ve keder kısa ömürlü olur. Belki doğuştan sahip olduğumuz şeylere daha kolay katlanabildiğimiz için… Belki kendimizi daha az saygı duyulan bir yaşta bulunca, başkalarına da daha az saygı duyduğumuz için… Belki de ölümün elinin son vermek üzere olduğunu bildiğimiz acıları pek ciddiye almadığımız için…
Zihni artık daha geniş ufuklara açılan Prens’in duyguları o kadar kolay durulmuyordu. Eskiden doğanın kendisine bahşetmiş olduğu hayatın uzunluğu karşısında dehşete düşerdi; çünkü bu uzun süreçte tahammül etmesi gereken çok şey olacağını düşünürdü. Oysa şimdi gençliğini coşkuyla kucaklıyordu; çünkü önünde pek çok şey yapabileceği uzun yıllar vardı.
Daha önce hiç aklından geçirmediği umut kıvılcımı, yanaklarındaki gençlik ateşini tutuşturmuş ve gözlerindeki ışıltıyı artırmıştı. Henüz neyi, nasıl yapacağını tam olarak kestiremese de bir şeyler yapma arzusuyla ateşlenmişti.
Artık hüzünlü değildi, topluluğa karışmaktan çekinmiyordu; ama kendisini yalnızca başkalarından saklayarak kullanabileceği gizli bir mutluluk hazinesinin efendisi farz ederek tüm eğlence planlarıyla ilgileniyor ve kendisinin çoktan usandığı durumdan başkalarının memnun olması için gayret gösteriyordu. Ama eğlenceler hayatın büyük kısmını doldurabilecek kadar çeşitlendirilip uzatılamaz. Hiç şüphesiz Rasselas da kasvetli düşüncelere gece gündüz zaman ayırabiliyordu. Hayatın yükü epey hafiflemişti. Eğlencelere hevesle katılıyordu; çünkü bu toplantılarda ne kadar sık görünürse amaçlarına ulaşmaya o kadar yaklaşıyordu. Odasına memnuniyetle dönüyordu; çünkü artık düşünecek bir şeyi vardı.
Rasselas’ın en büyük eğlencesi kendini hiç görmediği o dünyada hayal etmekti. Kendini çeşitli durumlarda düşünüyor, hayali zorluklarla mücadele ediyor, çılgın maceralara atılıyordu. Ama öylesine iyilikseverdi ki bu hayaller her defasında sıkıntıların aşılması, hilelerin ortaya çıkması, zulmün son bulması ve mutluluğun her yere yayılmasıyla noktalanıyordu.
Rasselas, hayatının yirmi ayını böyle geçirdi. Kendini hayali meselelere o denli kaptırdı ki gerçek yalnızlığını unuttu. Saat başı ileride karşılaşabileceği insani meselelere hazırlanırken, bu insanların arasına nasıl karışabileceğini düşünmeyi ihmal etti.
Bir gün dere kenarında otururken sahip olup olabileceği her şey hain bir âşık tarafından elinden alınan ve uğradığı zararın telafi edilmesi için adamın arkasından feryat eden kimsesiz bir kız gördü. Bu görüntü Rasselas’ta öyle bir etki uyandırdı ki genç kıza yardım etmek için atıldı. Yağmacıyı yakalamak için gerçek bir kovalamacaya girişti. Suçluluğun vermiş olduğu korku doğal olarak insanı hızlandırır. Rasselas tüm çabalarına rağmen kaçağı yakalayamadı; ama hızıyla geçemediği adamı en azından azmiyle yormak için dağların etekleri yolunu kesinceye kadar peşinden koşmaya devam etti.
İşte o noktada Rasselas kendine gelerek hiçbir işe yaramayan aceleciliğine gülmeye başladı. Sonra başını kaldırarak dağa baktı. “İşte!” dedi, “Hayattan zevk almamın ve erdemli biri olmamın önündeki kaçınılmaz engel, bir kez daha karşımdasın! Umutlarım ve isteklerim ne zamana kadar hayatımı dar eden bu sınırların ötesine uçup gidecek? Üstelik ben henüz onları aşmayı bile denemedim!”
Prens bu gerçek karşısında donup kalarak biraz düşünmek için oturdu. Bu hapishaneden kaçmaya karar verişinden bu yana, Dünya’nın Güneş’in etrafındaki yolculuğunu ikinci kez tamamladığı aklına geldi. Şimdi, daha önce hiç duymadığı kadar kuvvetli bir pişmanlık duyuyordu. Geçen bunca zaman içinde ne kadar çok şey yapılabileceğini düşündü; oysa geride kayda değer hiçbir şey bırakmamıştı. Yirmi ayı insan ömrüyle kıyasladı. “Yaşamı hesaplarken” dedi, “çocukluğun cahilliği ve yaşlılığın alıklığıyla geçen yılları saymamak gerekir. Düşünme yeteneğimizi kazanana kadar çok zaman harcıyoruz ve bir şeyler yapabilme gücümüzü de çok çabuk kaybediyoruz. İnsanın gerçek ömrü aşağı yukarı kırk yıl ve ben bunun yirmi dörtte birini hayallere dalarak harcadım. Bir şeyler kaybettiğim kesin, gerçi onlara sahip olduğumu şimdi fark ediyorum; fakat gelecek yirmi ayın güvencesini bana kim verebilir?”
Akılsızlığının farkına varmak Rasselas’ı derinden yaralamıştı, kendini toparlaması epey zaman alacaktı. “Ömrüm” dedi, “atalarımın suçları ya da budalalıkları ve ülkemin gülünç adetleriyle geçti. O yılları bıkkınlıkla hatırlıyor olsam da onlardan pişmanlık duymuyorum. Ama mutluluğa kavuşma planlarını kurmaya başladığım, o yeni umut ışığının ruhuma saplanmasından bu yana geçen aylar, benim kendi hatam yüzünden boşa gitti. Yeri doldurulamayacak bir şey kaybettim. Yirmi ay boyunca güneşin doğup batışını gördüm, aylak aylak cennetin ışığını izleyen biri gibiydim. Bu zaman içinde kuşlar annelerinin yuvasını terk etti ve kendilerini ormanlara, göklere emanet etti. Çocuklar sütten kesilip kendi başlarına ayakta durabilmek için yavaş yavaş kayalara tırmanmayı öğrendi. Bense hiç ilerleme kat edemedim, hâlâ beceriksiz ve cahilim. Ay, yirmiden fazla evreden geçerken bana hayatın akıp gittiğini hatırlatmaya çalışıyordu. Ayaklarımın dibinde akan nehir eylemsizliğimi yüzüme vuruyordu. Bense dünyanın vermeye çalıştığı bunca nasihate ve gezegenlerin anlatmaya çalıştığı şeylere kulak asmadan düşünsel bir ziyafet sofrasına oturup kaldım. Yirmi ay gelip geçti, şimdi onları kim geri getirecek?”
Rasselas’ın zihni bu acı verici düşüncelere takılıp kalmıştı, bunu izleyen dört ayı da aylak kararlarla zaman harcamama planları yaparak geçirdi. Bir gün porselen bir fincanı kıran hizmetçinin tamir edilemeyecek bir şey için pişman olmamak gerektiğini söylediğini duyunca artık daha çok çaba göstermesi gerektiğinin farkına vardı.
Aslında her şey apaçık ortadaydı, bunu şimdiye kadar fark edememiş olduğu için kendine kızıyordu. Oysa Rasselas, yararlı pek çok ipucunun şans eseri elde edildiğini ve çok başka konularla meşgul olan zihnin bazen tam önünde duran gerçekleri göremeyebileceğini bilmiyordu ya da hesaba katmıyordu. Birkaç saat boyunca pişmanlığından ötürü pişmanlık duydu; fakat sonrasında tüm zihnini Mutlu Vadi’den kaçış yolları bulmaya adadı.
5. Bölüm
Prens Kaçışını Tasarlıyor
Rasselas, hayal etmesi çok kolay olan şeyi gerçekleştirmenin hiç de kolay olmadığını şimdi anlamıştı. Etrafına baktığında kendini doğanın o âna dek hiç aşılmamış duvarlarıyla çevrelenmiş, bir kez geçenin asla geri dönemediği bir kapının ardına hapsolmuş halde buldu. Artık kafese kapatılmış bir kartal gibi sabırsızdı. Haftalar boyunca dağlara tırmanarak çalıların gizleyebileceği bir açıklık aradı ama tek bulduğu göz alabildiğine ulaşılmaz doruklar oldu. Demir kapıyı açmaktan ümidini kesmişti çünkü yalnızca zanaatın gücüyle korunmakla kalmıyor aynı zamanda nöbetçiler tarafından aralıksız gözleniyordu. Üstelik bu kapı, bütün vadi sakinlerinin daima dikkatini çekecek bir noktada yer alıyordu.
Böylelikle Prens, araştırmalarını göl sularının boşaldığı mağaraya yöneltti, güneşin mağara ağzını aydınlattığı bir vakit, aşağı doğru baktığında içerisinin kayalarla dolu olduğunu gördü. Dere dar geçitlere ayrılarak buradan akıp gidiyordu ama katı bir kütlenin bu kayalara takılmaması mümkün değildi. Cesareti kırılan ve morali bozulan Rassealas geri döndü. Ama artık umudun insana neler bahşettiğini öğrenmişti ve bunu yitirmeye hiç niyeti yoktu.
Nafile arayışlarla on ayını harcadı. Buna rağmen zaman keyifli geçiyordu. Her sabah yeni bir umutla uyanıyor, her akşam kendi gayretini takdir ediyor ve her gece yorgun argın uykuya dalıyordu. İş üzerindeyken aklını çelen ve dikkatini dağıtan binlerce şeyle karşılaştı. Hayvanların değişik içgüdülerinin, bitkilerin özelliklerinin farkına vardı ve eğer kaçışını asla gerçekleştiremezse kendini derin düşüncelere dalarak teselli etmeyi planladığı harikalarla dolu o yeri buldu. Tüm girişimleri başarısız olsa bile bu yer ona ardı arkası kesilmez bir araştırma kaynağı sunacaktı.
Yine de asıl merakını henüz kaybetmemişti, bu yüzden insanların ne şekilde var olduklarına dair bilgi edinmeye karar verdi. İsteğini korusa da umudu giderek azalıyordu: Hapishanesinin duvarlarını incelemekten vazgeçti, asla bulamayacağını bildiği açıklıkları aramak için ter dökmeyi bıraktı. Yine de planını aklının bir köşesinde tutmakta kararlıydı. Böylelikle zamanın kendisine bir fırsat sunmasını beklemeye başladı.
6. Bölüm
Uçuş Sanatı Üzerine Bir Deneme
Burada yaşayanların rahatını ve memnuniyetini sağlamak için çalışsınlar diye Mutlu Vadi tarafından akılları çelinen sanatçılar arasında, mekanik kuvveti bilgisiyle tanınmış ve hem eğlence hem de kullanım ihtiyaçlarını karşılayan pek çok makine icat etmiş bir adam vardı. Irmağın çevirdiği çark sayesinde suyu bir kuleye yönlendiriyor, oradan da sarayın tüm dairelerine dağıtıyordu. Bahçeye yapay yağmurlarla çevresini daima serin tutan büyük bir çadır kurmuştu. Kadınlara ayrılan korulardan biri içinden geçen derenin sürekli çevirdiği pervanelerle havalandırılıyor ve uygun bir uzaklığa yerleştirilmiş kimisi rüzgârın itici kuvveti, kimisi nehrin gücüyle çalışan çalgılar alçak sesle müzik çalıyordu.
Her türlü bilgiden mest olan Rasselas, özgür dünyada edindiği tüm bu bilgileri kullanacağı günün geleceğini umarak bazen bu sanatçıyı ziyaret ederdi. Yine bir gün her zamanki gibi vakit geçirmek için yanına geldiğinde ustayı suda giden bir araba yaparken buldu. Tasarımın düz bir zemin için elverişli olduğunu görerek övgülerle işin tamamlanmasını rica etti. Prens tarafından takdir görmekten memnuniyet duyan usta, daha büyük şeref kazanmayı aklına koyarak “Efendim” dedi, “mekanik biliminin başarabileceklerinin yalnızca küçük bir kısmını gördünüz. Uzun zamandır insanların yavaş hareket eden gemilerle at arabalarının yerine kanatların hızından faydalanması gerektiğine inanıyorum. Gökyüzünde öğrenilecek çok şey var, yerde sürünmeye layık olan yalnızca cehalet ve aylaklık.”
Bu söz, Prens’in dağları geçme arzusunu yeniden uyandırdı. Mekanik ustasının icatlarını görmüş olduğu için daha fazlasının yapabileceğine inanmak istiyordu ama umudun daha fazla düş kırıklığına sebep olmasına yol açmadan önce biraz daha bilgi edinmeye karar verdi. Sanatkâra “Korkarım ki” dedi, “hayal gücünüz becerinizden üstün geliyor olmalı ki şu anda bana bildiğinizi değil de isteğinizi anlatıyorsunuz. Her hayvana verilmiş bir element vardır: Hava kuşlarındır, toprak insan ve hayvanların.” Usta “Öyleyse” diye cevap verdi, “su da balıklarındır ama hayvanlar doğaları gereği insanlar da beceri kazanarak yüzebilir. İnsan yüzebiliyorsa uçmaktan da ümidini kesmemelidir: Sonuçta yüzmek daha yoğun bir sıvıda uçmaktır, uçmak da daha ince bir sıvıda yüzmek. Yapmamız gereken tek şey gösterdiğimiz direnç gücünü içinden geçeceğimiz maddenin yoğunluğuna göre ayarlamak. Eğer havayı, düşen basınçtan daha hızlı bir itici kuvvetle dengeleyebilirseniz bunun sonucunda mutlaka havaya kalkarsınız.”
Prens “Ama yüzme eylemi” dedi, “çok yorucudur, en kuvvetli kollar bile kısa sürede bitkin düşer. Korkarım uçmak bundan çok daha zorlu olacaktır. Ayrıca yüzebildiğimizden daha uzağa uçamadığımız sürece kanatların pek faydası olmayacaktır.”
Usta “Bazı evcilleştirilmiş, ağır kuş türlerinde gördüğümüz gibi yerden yükselme işi muazzam bir güç gerektirecek,” dedi. “Ama vücut ağırlığı, insan yerin çekiminden uzaklaştıkça hiçbir düşme eğilimi göstermeden havada süzülebileceği noktaya ulaşana dek yavaş yavaş azalacak. Sonrasında ilerleme ihtiyacı dışında çaba göstermeye gerek kalmayacak, bunun için de küçük bir itici güç uygulamak bile yeterli olacak. Efendim, sizin gibi uçsuz bucaksız meraka sahip biri, kanatlı bir filozofun havada süzülerek nasıl bir mutluluk duyacağını kolayca hayal edebilir. Tüm dünyayı ve üzerinde yaşayanları görecek! Aynı paralel üzerinde yer alan bütün ülkeler birbiri ardınca önüne serilirken hayatın gündelik telaşlar içinde altında akıp gidişini izleyecek! Karanın, okyanusun, şehirlerin ve çöllerin akıp giden manzarasını izlemenin gökyüzündeki izleyiciyi nasıl mest edeceğini bir düşünün! Alışveriş yapılan çarşılarla savaş alanlarını, eşkıyalarla dolu dağlarla barış rüzgârlarının estiği bereketli toprakları aynı güven duygusuyla seyretmek… O zaman Nil’in rotasını kolayca kat edip uzak bölgelere ulaşabilir, dünyayı bir uçtan bir uca gezerek doğanın yüzünü inceleyebiliriz.”
Prens “Tüm bunlar çok arzu edilen şeyler” dedi. “Ama korkarım ki hiçbir insan bu varsayımsal huzur bölgelerinde nefes alamayacak. Bana yüksek dağlarda nefes alıp vermenin çok zor olduğunu söylemişlerdi. Üstelik havanın çok zayıf olduğu bu yükseklikte sarp kayalıklardan düşmek de epey kolaydır. Bu yüzden, hayatın sürdürülebildiği herhangi bir yükseklikte çok hızlı bir iniş tehlikesi olabileceğini sanıyorum.”
Usta “Eğer bütün itirazların ortadan kalkması beklenseydi, hiçbir girişim sonuçlanamazdı,” dedi. “Tasarımı desteklerseniz, kendimi riske atarak ilk uçuş denemesini ben gerçekleştireceğim. Bütün uçan hayvanların yapısını inceledim ve insan vücuduna en kolay uygulanabilecek kanat yapısının yarasanın tek parçalı, katlanır kanatları olduğunu gördüm. Bu modelden yola çıkarak yarın görevime başlayacağım ve umarım bir yıl içinde, insanın kötülüğünün ya da arayışının ötesindeki gökyüzüne yükseleceğim. Ama tek bir şartla çalışırım: Bu sanatı gizli tutacak ve ikimizden başkası için kanat yapmamı talep etmeyeceksiniz.”
Rasselas “Neden?” diye sordu. “Bu büyük bir başarıyı başkalarından niye esirgiyorsun? Böylesi ustalıklar tüm insanlığın iyiliğine sunulmalı, her insan diğer insanlara çok şey borçlu ve gördüğü iyiliklerin karşılığını vermeli.”
Sanatkâr “Eğer bütün insanlar iyi olsalardı” diye cevap verdi, “hepsine büyük bir şevkle uçmayı öğretirdim. Fakat kötüler sırf zevk için gökten gelip onları istila ettiğinde iyilerin güvenliğine ne olacak? Bulutların arasında süzülen bir ordunun karşısında ne duvarlar, ne dağlar, ne de denizler insanın emniyetini sağlayabilir. Kuzeyli vahşi sürüsü rüzgâra kapılıp sürüklenebilir ve bir zamanlar üzerinde uçtukları verimli bölgelerde karşı konulamaz bir vahşetin fitilini ateşleyebilir. Hatta prenslerin sığınağı olan bu vadi, bu mutluluk yuvası bile, ani bir baskınla güney denizinin kıyılarında kümelenen çıplak ulusların saldırısına maruz kalabilir!”
Prens gizlilik sözü verdi ve başarısından tamamen umut kesmediği bu gösteriyi beklemeye koyuldu. Zaman zaman çalışmayı görmeye giderek ne kadar ilerleme kaydedildiğine bakıyor, bu sırada ustaya hareketi kolaylaştırmak ya da hafifliği güçle birleştirmek için birçok yaratıcı çözüm sunuyordu. Gün geçtikçe sanatkâr akbabaları ve kartalları ardında bırakacağına daha çok emin oluyordu. Onun bu kendine güveni Prens’i de etkiliyordu.
Bir yıl dolmadan kanatlar bitti ve önceden belirledikleri bir sabah usta, uçuş için hazır bir vaziyette denize doğru uzanan bir uçurumun üzerinde belirdi. Bir süre havayı toplamak için kanat uçlarını salladı, ardından yerinden sıçradı ve daha bir saniye geçmeden göle düşüverdi. Havada bir işe yaramayan kanatları onu suyun üstünde tutmuştu. Dehşet ve sinirden yarı ölü hale gelen ustayı Prens karaya çıkardı.
7. Bölüm
Prens Bir Bilim Adamı Buluyor
Prens bu felaketten fazla etkilenmedi; yalnızca başka bir çıkış yolu yokmuş gibi göründüğü ve daha mutlu bir sonla karşılaşmadığı için üzgündü. Eline geçen ilk fırsatta Mutlu Vadi’den ayrılma planında hâlâ ısrarcıydı.
Hayal gücü artık durmuştu. Dış dünyaya adım atma konusunda bir beklentisi yoktu ve kendini cesaretlendirmek için harcadığı tüm çabaya rağmen huzursuzluk, yavaşça içini kemiriyordu. Bu ülkelerde dönemsel olarak görülen yağmur mevsimi gelip çattığında ormanda gezinmek çekilmez bir hal aldı. İşte o zaman mutsuzluk, düşüncelerini bir kez daha ele geçirdi.
Yağmur, daha önce hiç olmadığı kadar uzun ve şiddetli bir şekilde yağıyordu. Bulutlar vadiyi çevreleyen dağların üzerinde toplanmıştı, mağaranın ağzı bütün bu yağmur sularını boşaltamayacak kadar dar olduğu için ovayı her yandan seller basıyordu. Göl yatağından taştı, sel vadinin bütün düzlüklerini kapladı. Etrafta sarayın inşa edildiği tepe ile birkaç yükselti dışında hiçbir şey gözükmüyordu. Sürüler otlaklardan ayrılmış, vahşi hayvanlar da evcil hayvanlar da dağlara çekilmişti.
Su baskını tüm prensleri ev içi eğlencelere mahkûm ediyordu. Rasselas’ın ilgisiyse özellikle Imlac’ın okuduğu insanlığın değişik durumlarını anlatan bir şiir üzerine yoğunlaşmıştı. Rasselas şaire dairesinde kendisine eşlik ederek dizeleri ikinci kez okumasını emretmiş, sonra da aralarında samimi bir sohbet başlamıştı. Dünyayı bu kadar iyi tanıyan ve hayattan sahneleri böylesine ustalıkla resmedebilen bir adamla karşılaşmış olduğu için kendini mutlu hisseden Rasselas, ona diğer ölümlülere sıradan gelebilecek ama çocukluğundan beri yaşadığı bu esaret yüzünden yabancı kaldığı şeyler hakkında binlerce soru sordu. Şair onun cahilliğine acıdı; ama merakını da çok sevdi, birbirini izleyen günler boyunca yeni şeyler anlatıp öğreterek Prens’i eğlendirdi. Prens uykuyu bir zorunluluk olarak görmeye ve yeni zevkler vaat eden sabahları sabırsızlıkla beklemeye başladı.
Birlikte otururken Prens, Imlac’tan kendi geçmişinden bahsetmesini istedi. Nasıl bir talihsizlik sonucunda Mutlu Vadi’ye hapsolmuştu? Ya da ne tür bir sebepten dolayı hayatını buraya adamayı seçmişti? Imlac, öyküsüne başlayacakken Rasselas bir konsere çağrıldı, böylece Prens merakını akşama dek dizginlemek zorunda kaldı.
8. Bölüm
Imlac’ın Öyküsü
Kurak iklim bölgelerinde oyun ve eğlence için tek uygun vakit günün son saatleridir; bu yüzden müzik durup prensler dinlenmeye çekildiğinde gece yarısı olmuştu. Ancak ondan sonra Rasselas yoldaşını yanına çağırabildi ve hayat öyküsünü anlatmaya başlamasını istedi.
Imlac söze başladı: “Efendim, öyküm fazla uzun olmayacak. Bilgiye adanan bir ömür sessizce geçip gider, ayrıca öyle çok farklı olaylar da görmez. Bir bilim adamının işi halk içinde konuşmak, yalnız kalıp düşünmek, okuyup dinlemek, soru sormak ve cevaplar bulmaktan ibarettir. Korkuya ya da gösterişe kapılmadan dünyayı gezer durur da kendine benzeyen âlimler dışında ne tanıyanı ne de değer vereni olur.
Nil’in kaynağından çok uzak olmayan bir yerde, Goiama Krallığı’nda doğdum. Babam Africk’in içlerindeki ülkelerle Kızıl Deniz limanları arasında ticaret yapan zengin bir tüccardı. Dürüst, eli sıkı ve çalışkan bir adamdı ama acımasız ve dar görüşlüydü. Tek arzusu zengin olmak ve eyalet yöneticileri bu kazançtan pay istemesinler diye zenginliğini gizleyebilmekti.”
Prens araya girerek “Demek babam görevini ihmal etmiş, yoksa hükümdarlığı altında yaşayan biri, başkasının malını almaya nasıl cesaret eder?” dedi. “Kralların adaletsizliğe göz yummasının adaletsiz olmalarıyla aynı şey olduğunu bilmiyor mu? Eğer ben imparator olsaydım vatandaşlarıma en basit suçun bile cezasız kalmayacağını gösterirdim. Bana, bir tüccarın, iktidardakilerin açgözlülüğüne kaptırma korkusuyla namuslu kazancının tadını çıkarmaya cesaret edemediği söylenseydi, kan beynime sıçrardı. Bana halkı soyan o yöneticinin adını ver ki suçlarını imparatora bildireyim.”
Imlac “Efendim!” dedi. “Bu heyecanınız, gençliğin harekete geçirdiği erdemin doğal bir sonucu… Babanıza hak vereceğiniz ve belki yöneticiler hakkında söylenenlere tahammül edebileceğiniz zamanlar da gelecek. Zulüm, Habeşistan idaresinde sık rastlanan ya da göz yumulan bir durum değil; ama zalimliğin tamamıyla engellenebildiği bir yönetim şekline de henüz rastlanmadı. Bir otoriteye tabi olunması durumunda, bir taraf güç elde ederken diğer tarafa boyun eğmek düşer, güç denen şey insanoğlunun elinde olduğu müddetçe kimi zaman kötüye kullanılacaktır. Yüce bir hükümdarın itinalı yönetimiyle çok şey başarılır, ama bir o kadar şey de gözden kaçabilir. Tek bir kişinin işlenen tüm suçları bilmesi imkânsızdır ve o ancak bildiği suçları cezalandırabilecektir.”
Prens “İşte bunu anlamıyorum,” dedi. “Ama şimdi bunu tartışmaktan çok, seni dinlemeyi tercih ederim. Öyküye devam et.”
Imlac “Aslında,” diye devam etti; “babam yalnızca ticarette yetkin hale gelmemi sağlayacak kadar eğitim almamı istiyordu. Hafızamın ne kadar güçlü olduğunu ve söylenenleri ne kadar hızlı kavradığımı fark etmişti. Sık sık, bir gün Habeşistan’ın en zengin adamı olacağımı umut ettiğini söylerdi.”
Prens, “Baban neden servetini artırmak istiyordu ki?” diye sordu. “Zaten göstermeye ya da tadını çıkarmaya cesaret edebileceğinden çok daha fazlasına sahipmiş. Senin dürüstlüğünden şüphe ettiğimden değil; ama anlattıklarındaki tutarsızlık ikisinin birden doğru olamayacağını gösteriyor.”
Imlac, “Birbiriyle tutarsız olan şeylerin ikisi aynı anda doğru olamaz,” diye cevap verdi. “Ama söz konusu insan olduğunda iki durum da doğru olabilir. Değişkenlik, tutarsızlık değildir. Belki de babam daha güvenli zamanların gelmesini bekliyordu. Üstelik yaşamı canlı tutmak için biraz arzu lazımdır ve gerçek istekleri karşılanmış bir insanın böyle hayali olanlara yönelmesi iyidir.”
Prens, “Bunu bir ölçüde anlayabiliyorum. Sözünü kestiğim için üzgünüm, lütfen devam et,” dedi.
Imlac, anlatmaya devam etti: “Babam beni bu umutla okula gönderdi; ama ben bir kez bilginin tadını alıp zekânın ve keşfetmenin hazzına varınca içten içe zenginleri küçümsemeye başladım. Ve kaba düşünceleri bende acıma duygusu uyandıran babamın niyetini altüst etmeye karar verdim. Babamın şefkati beni yolculuğun zahmetiyle yüz yüze getirdiğinde yirmi yaşındaydım ve o zamana dek birçok ustadan anavatanımın edebiyatı üzerine iyi bir eğitim almıştım. Geçen her saat bana yeni şeyler öğretirken durmaksızın akıp giden bir tatmin hissiyle yaşıyordum. Ama yetişkinliğe doğru ilerlediğim bu yolda eskiden öğretmenlerime duyduğum saygının çoğunu yitirmeye başlamıştım; çünkü artık dersler bittiğinde onların sıradan insanlardan daha iyi ya da daha bilge olduğunu düşünmüyordum.
En sonunda babam ticarete atılmam gerektiğine karar verdi, yeraltındaki hazinelerinden birini açtı ve bana on bin altın verdi. ‘İşte bu sermayeyle alım satım yapacaksın, genç adam!’ dedi, ‘Ben bunun beşte birinden daha azıyla işe başlamıştım. Çaba ve tutumluluk sayesinde sermayemin nasıl arttığını gördün. Bunları harcamak da katlamak da sana kalmış. Eğer gaflete ya da şımarıklığa kapılıp elindekini çarçur edersen, zengin olmak için ölümümü beklemek zorunda kalırsın. Ama dört yıl içinde servetini ikiye katlayacak olursan, baba-oğul ilişkisini bir kenara bırakarak iki arkadaş ve ortak gibi birlikte yaşarız. Çünkü benimle eşit olmak isteyen kişinin zenginliğini büyütme hususunda benim kadar hünerli olması gerekir.’
Böylelikle paramızı ucuz mal balyalarının arasına saklayarak develere yükledik ve Kızıl Deniz kıyısına doğru yola çıktık. Gözlerim engin sularla buluştuğunda kalbim hapisten kaçmış bir mahkûmunki gibi atmaya başladı. Zihnimde söndürülemeyen bir merak alevlendi. Bu fırsatı diğer milletlerin geleneklerini görmek ve Habeşistan’da bilinmeyen bilim dallarını öğrenmek için kullanmalıydım.
Aklıma babamın beni sermayemi çoğaltmaya mecbur bırakması geldi. Bu, tutmak zorunda olduğum bir söz değil, karşılığında bedel ödemem gereken bir seçimdi. Bu yüzden daha çok arzu ettiğim şeyi tatmin etmeye ve bilgi pınarlarından içerek merak susuzluğumu gidermeye karar verdim.
Babamla olan bağlantımı kullanmadan ticaret yapmak zorunda olsam da bir geminin kaptanıyla tanışmak ve beni başka bir ülkeye geçebilecek gemi bulmak kolay oldu. Yolculuğumun rotasını tayin etme gibi bir niyetim yoktu. Daha önce görmediğim bir ülkede gezecek olmak bana yetiyordu. Böylece babama niyetimi açıklayan bir mektup bırakarak Surat’a doğru yola çıkan gemiye bindim.”
9. Bölüm
Imlac’ın Öyküsü Devam Ediyor
“İlk kez suların dünyasına girip karayı gözden kaybettiğimde etrafıma mutlulukla karışık bir korkuyla baktım ve ruhumun sınırsız ihtimaller karşısında genişlediğini hissettim. Bu manzarayı hiç bıkmadan sonsuza dek izleyebileceğimi düşündüm. Ama çok geçmeden bu tekdüzeliği izlemekten sıkıldım, nereye baksam karşıma daha önce görmüş olduğum başka bir şey çıkıyordu. Sonra gemiyle ilgilenmeye başladım, bir an için acaba gelecekteki bütün mutluluklarım da bunun gibi bıkkınlık ve hayal kırıklığıyla mı sonlanacak diye endişelendim. ‘Yine de,’ dedim, ‘deniz ve kara birbirinden çok farklı: Suyun sunabileceği tek değişiklik durgunluk ya da hareketlilikten ibaret. Halbuki karada dağlarla vadiler, çöller ve şehirler var. Orada farklı gelenekleri, karşıt görüşleri olan insanlar yaşıyor. Bu yüzden doğada özlemini duyduğum çeşitliliği yaşamda bulabilirim.’ Bu düşünceyle zihnimi sakinleştirdim. Yolculuk boyunca kimi zaman gemicilerden daha önce hiç bilmediğim denizcilik ilmini öğrenerek ya da hiç yaşamama ihtimalim bulunan çeşitli durumlar karşısında neler yapmam gerektiğine dair yollar bularak kendimi oyaladım.
Sağ salim Surat’a ulaştığımızda denizcilik uğraşlarından da bıkmak üzereydim. Paramı saklayabileceğim güvenli bir yer buldum, göstermelik bazı mallar alarak ülkenin iç kesimlerine doğru yol alan bir kervana katıldım. Yol arkadaşlarım, ne sebeptendir bilinmez, zengin olduğumu sezmişti. Meraklı sorularım ve hayran bakışlarım yüzünden de cahilin biri olduğumu anlayarak beni, kandırılmayı hak eden, eninde sonunda dolandırıcılık sanatından payına düşeni alacak bir acemi olarak mimlediler. Bu yüzden hizmetçilerin hırsızlıklarına ve zabıtların haraçlarına maruz kaldım. Onların, yalan dolanlarla soyulduğumu görmekten elde ettikleri tek kazançsa kendi bilgilerinin üstünlüğünün tadını çıkarmak oldu.”
Prens “Bir dakika dur,” dedi. “İnsan kendisine hiçbir faydası dokunmayacağını bile bile başkasına zarar verebilecek kadar ahlaksız olabilir mi? Onların üstünlüklerinden memnun olmalarını kolaylıkla anlayabiliyorum; ama cehalet senin suçun ya da aptallığın değil sadece talihsizliğindi. Bu, onlara kendilerini takdir etmeleri hakkını vermez. Üstelik senin ihtiyaç duyduğun bilgiye onlar sahipti; bu bilgiyi sana ihanet etmek yerine pekâlâ seni uyararak da verebilirlerdi.”
Imlac “Kibir” dedi, “nadiren hoş görülebilir, kendini acımasızlıktan pay sağlayarak var eder. Kıskançlık, mutluluğa kendi başına sahip olmaz; ancak başkalarının acılarıyla karşılaştırıldığında onu bulur. O adamlar benim düşmanımdı; çünkü benim zengin olduğum fikri onları kederlendiriyordu. Bana zulmediyorlardı; çünkü zayıf olduğumu görmek onlara zevk veriyordu.”
“Devam et,” dedi Prens, “anlattıklarının doğruluğundan şüphe etmiyorum; ama belki onların gerekçelerini yanlış değerlendiriyorsundur.”
Imlac, “Bu grupla birlikte, Yüce Moğol’un zamanının çoğunu geçirdiği şehre, Hindistan’ın başkenti Agra’ya vardım,” dedi. “Kendimi ülkenin dilini öğrenmeye adadım ve birkaç ay içinde bazısını huysuz ve ketum, bazısını sakin ve konuşkan bulduğum kültürlü insanlarla sohbet edebilir hale geldim. İçlerinden bazısı, kendi başına binbir zorlukla öğrendiği şeyi başkasına öğretmekte isteksizdi; ama diğer kısmı öğrenmenin nihai hedefinin bilgiyi başkasına aktarma onuruna erişmek olduğunu düşünüyordu.
Genç prenslerin öğretmeninde o kadar iyi bir izlenim bırakmıştım ki beni imparatora ‘olağanüstü bilgilerin adamı’ olarak takdim etmişti. İmparator bana ülkem ve seyahatlerim hakkında birçok soru sormuştu. Şu an onun insanüstü bir güçle bahsettiği şeylerden hiçbirini hatırlamıyorum; ama beni bilgeliğiyle hayrete düşürmüş ve iyiliğiyle büyülemişti.
Öyle büyük bir saygınlık kazandım ki birlikte seyahat ettiğim tüccarlar, onları saray hanımlarına övmem için bana başvurdu. Onların bu ısrarcı taleplerindeki özgüven karşısında şaşıp kaldım ve yolda bana karşı sergiledikleri tutumdan nazikçe yakındım. Beni hiçbir utanç ya da keder belirtisi göstermeden soğukkanlı bir umursamazlıkla dinlediler.
Bunun üzerine isteklerini bir kez de rüşvet teklif ederek yinelediler. Ama ben iyilik için yapmadığım bir şeyi para için yapmazdım. Bana zarar verdikleri için değil ama başkalarını incitmelerine izin veremeyeceğim için onları reddettim. Çünkü benim saygınlığımı kullanarak mal satacakları kişileri de dolandıracaklarını biliyordum.
Öğrenecek başka şey kalmayana dek Agra’da yaşadıktan sonra, eski ihtişamının birçok kalıntısını gördüğüm ve yeni pek çok yaşam tarzı barındırdığına şahit olduğum İran’a doğru yola çıktım. İranlılar son derece dost canlısı bir milletti. Bulunduğum meclisler bana her gün dikkat çekici bir başka kişilik ve davranışla tanışma ve insan doğasını tüm çeşitliliğiyle keşfetme fırsatı verdi.
İran’dan Arabistan’a geçtim. Orada karşıma göçebe ve cengâver bir millet çıkıverdi: Yerleşik bir hayatları yoktu, sahip oldukları tek zenginlik, hayvan sürüleriydi. Göz dikilecek ya da kıskanılacak hiçbir varlıkları olmasa da çağlar boyu süregelen bir geleneği devam ettirerek tüm insanlığa karşı mücadele ediyorlardı.”
10. Bölüm
Imlac’ın Öyküsü Devam Ediyor: Şiir Üzerine Bir Deneme
“Gittiğim her yerde şiirin en ulvi bilgi addedildiğini ve insanın onu kutsal âleme gösterilen türden bir saygıyla ele aldığını fark ettim. Neredeyse bütün ülkelerde en eski şairlerin en iyi şairler olarak kabul edilmesine bir türlü anlam veremiyorum. Bunun sebebi belki diğer tüm bilgiler aşama aşama öğrenilirken şiirin bir kerede bahşedilen bir hediye olmasıdır. Ya da her milletin ilk şiirinin insanları bir tür yenilik olarak şaşkına çevirmesi ve ilk başta kazara edindiği itibarı sonrasında herkesin rızasını kazanarak sürdürmesidir. Belki de ilk yazarlar, tasvir için en çarpıcı nesneleri tekelleri altına alıp olası tüm öyküleri çoktan anlattığı ve onları izleyenlere de aynı olayları tekrar tekrar anlatıp aynı hayalleri yeni bileşimlerle sunmaktan başka çare kalmadığı halde şiir, kendini hiç değişmeyen doğayı ve tutkuyu resmetmeye adadığındandır. Sebebi ne olursa olsun, ilk yazarların doğanın, takipçilerinin ise sanatın etkisi altında olduğu gözlemlenmiştir. İlki güç ve yenilikte, sonraki zarafet ve incelikte üstündür.
Ben de adımı bu şanlı cemiyete eklemeye heveslendim. İran ve Arabistan’ın bütün şairlerini okudum, Mekke Camisi’nin duvarlarına asılan tüm eserler ezberimdeydi. Ama çok geçmeden kimsenin taklit yoluyla yücelemeyeceğini fark ettim. Mükemmeliyet arzum dikkatimi doğaya ve yaşama yönlendirdi. Benim konum doğa, dinleyicilerim de insanlar olacaktı. Görmediğim şeyi asla tasvir edemezdim. İlgilerini ve fikirlerini anlamadığım insanları heyecanlandırmayı ya da dehşete düşürmeyi bekleyemezdim.
Şair olmayı kafama koyduğum için artık her şeye yeni bir gözle bakıyordum, ufkum birdenbire genişlemişti, hiçbir bilgiyi gözden kaçıramazdım. İmgeler ve benzetmeler bulmak için dağları ve çölleri gezdim durdum. Ormandaki her ağacın, vadideki her çiçeğin resmini zihnime kazıdım. Sarp kayalıkları da sarayların kulelerini de aynı özenle gözlemledim. Bazen bir derenin dolambaçlarını arşınladım, bazen de kayıp giden yaz bulutlarını izledim. Bir şair için hiçbir şey boş değildir. Onun hayal gücü güzel veya iğrenç olan her şeye aşina olmalıdır. Olağanüstü bir büyüklük ya da küçüklükteki her şeyi yakından tanımalıdır. Bahçenin bitkileri, ormanın hayvanları, dünyanın mineralleri ve gökyüzünün meteorları… Tüm bunlar, şairin zihnini tükenmeyen bir çeşitlilikle doldurmalıdır; çünkü her bir fikir, ahlaki ya da dini gerçeğin uygulanması ve süslenmesi için faydalıdır. Kişi ne kadar çok şey bilirse sahnelerini çeşitlendirme, okuyucusunu ince imalar ve beklenmedik talimatlarla hoşnut etme konusunda o kadar büyük bir güce sahip olur.
İşte bu yüzden doğanın tüm hallerini dikkatle incelemeliydim. Gördüğüm her ülke şiir gücüme katkı sağlamalıydı.”
Prens, “Görülecek o kadar çok şey var ki,” dedi, “çoğunu gözlemleme fırsatınız olmadığına eminim. Şu âna dek bu dağların arasında yaşadım ve yine de her dışarı çıktığımda daha önce hiç görmediğim ya da dikkat etmediğim şeylere rastlıyorum.”
Imlac “Bir şairin görevi,” dedi, “tekil olanı değil, türleri incelemektir; genel özellikleri ve büyük resimleri görebilmektir. O, lalenin üzerindeki çizgileri saymaz ya da ormanın yeşilliğinin farklı tonlarını tarif etmez. Şairin işi, can alıcı ve çarpıcı unsurlarıyla her bakana aslını hatırlatacak bir doğa portresi çizmektir. Bu portre birinin fark edip diğerinin gözden kaçıracağı çok küçük farkları yok saymalıdır; çünkü bu özellikler dikkate de ihmale de aynı ölçüde açıktır.
Ama doğayı öğrenmek, bir şairin görevinin ancak yarısıdır; o hayatın tüm hallerine aşina olmalıdır. Mizacı gereği her koşulun getireceği mutluluk ve tasayı tahmin edebilmeli; tutkunun her türlüsünün gücünü gözlemlemeli; iklimin ya da geleneklerin rastlantısal etkisiyle değişip duran insan zihnindeki dönüşümlerin izini, bebekliğin hareketliliğinden ihtiyarlığın melankolisine dek sürebilmelidir. Şair çağının ya da ülkesinin ön yargılarından kurtularak doğruyu ve yanlışı kendi soyutlanmış, sabit durumları içinde değerlendirmek zorundadır. Mevcut yasa ve görüşlere aldırmadan, her zaman aynı kalan ve insan bilincinin sınırlarını aşan genel doğrulara ulaşmalıdır. Bu yüzden, şöhretinin yavaşça yayılmasına ve kendi çağının alkışlarını hor görerek takdir edilme arzusunu gelecek kuşakların adaletine bırakmaya razı olmalıdır. Şair, doğanın tercümanı ve insanoğlunun yasa koyucusu gibi yazmalı; kendini, gelecek nesillerin düşünce ve tavırlarına öncülük eden zaman ve mekânüstü bir varlık olarak görmelidir.
Üstelik şairin işi bununla da kalmaz. O, birçok dili ve bilimi öğrenmek zorundadır. Üslubunu düşüncelerine layık hale getirebilmek için aralıksız çalışarak kendini, konuşma sanatının her bir inceliğine ve uyumun zarafetine alıştırmalıdır.”
11. Bölüm
Imlac Anlatmaya Devam Ediyor: Hacla İlgili Bir Tavsiye
Imlac hararetli bir şekilde mesleğini yüceltmeye devam ediyordu ki Prens, “Yeter!” diye haykırdı, “Beni hiçbir insanın şair olamayacağına ikna ettin. Şimdi öyküne devam et.”
Imlac “Şair olmak,” dedi, “gerçekten de çok zordur.” Prens “Öyle zor ki,” diye karşılık verdi; “ben şu an onun çektiği tek bir sıkıntıyı dahi duymak istemiyorum. Bana İran’ı gördükten sonra nereye gittiğini anlat.”
Şair “İran’dan Suriye’ye geçtim,” dedi. “Üç yıl Filistin’de kaldım ve burada Avrupa’nın kuzey ve batı uluslarından çok sayıda insanla sohbet ettim. Bu uluslar bugün dünyanın tüm gücüne ve bilgisine sahiptir. Karşı konulamaz orduları ve dünyanın en uzak kesimlerini yöneten donanmaları vardır. Bu adamları bizim krallığımızın vatandaşları ve etrafımızdaki uluslarla karşılaştırdığımda neredeyse başka bir yaşam formu gibi görüyorum. Onların ülkelerinde elde edilemeyecek bir şey istemek çok zordur. Adını hiç duymadığımız binlerce sanat, onların rahatı ve memnuniyeti için durmaksızın icra edilir. Yaşadıkları iklimin onları mahrum bıraktığı her türlü şeyi ticaretle temin ederler.”
Prens, “Nasıl oluyor da Avrupalılar bu denli güçlü?” dedi. “Neden onlar Asya ve Afrika’ya ticaret ya da fetih için kolayca gelebilirken Asyalı ve Afrikalılar aynı yolları kullanıp onların sahillerini işgal edemiyor, limanlarına koloniler kurmuyor ve yönetimi kendi prenslerine vermiyorlar? Onları geri götüren rüzgâr bizi de oraya taşıyamaz mı?”
Imlac, “Efendim, onlar daha güçlü çünkü bizden daha bilgililer,” dedi. “Bilgi her zaman cehaletten üstündür, insanın diğer tüm hayvanları yönetmesinin sebebi budur. Ama onların bilgisinin neden bizden daha fazla olduğunu Tanrı’nın sual olunmaz takdiri olarak açıklamaktan başka çarem yok.”
Prens iç çekerek, “Ben ne zaman Filistin’i ziyaret edip ulusların bu şanlı kavşağına katılabileceğim,” dedi. “O mutlu an gelene kadar zamanımı senin bana sunabileceğin tasvirlerle doldurmak isterim. Onca insanı tek bir yerde birleştiren gücün ne olduğunu bilmiyor değilim; ama orayı her diyardan en iyi ve en bilge insanların sık sık ziyaret etmesi gereken bir bilgelik ve din merkezi yapan nedir anlayamıyorum.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/samuel-johnson/habesistan-prensi-rasselas-in-oykusu-69403378/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.