Fülfül büyüsü
Ece İrem Dinç
“Bu kitabı şık bir şapka gibi başınızda taşımak isteyeceksiniz. Ama ne yazık ki size çok daha fazlasını yapacak…”
– Murat Uyurkulak
Büyüler âleminin berzahına sığınmış kadınlar… Tanrı tarafından kabul görmeyen duaları kendi tarafına çekmeye çalışan bir deccal… Bakla tanelerinin cismine hapsolmuş Çingene ruhlar… Âşıkların yüreğinde yatan günahkârlar…
Balatlı bir büyücü ve kendi ruhunu intihar etmiş şairlerin hatırasıyla besleyen bir adam… Aşk, kader, intihar ve büyü üzerine nakşedilmiş bir roman; Fülfül Büyüsü. Yazık ki kader çoktan yazılmış, her ikisinin de geçeceği yollar, uğrayacağı menzilgâhlar belirlenmiş ve olacak olan her şey, Tanrı’nın elinden çıkma bir perniyân üzerine özenle işlenmişti. Kader, kapanması mümkün olmayan bir yara gibi açıldıkça açılıyor, hayatsa bu yaraya iri taneli tuzlar basmaya devam ediyordu. Bu kaderi değiştirebilecek tek şey ise, bir tutam fülfül otuydu…
Ece İrem Dinç
Fülfül Büyüsü
Teşekkür
Bu romanı yazarken benden desteğini esirgemeyen çok sevgili aileme, her an yanımda olan ablam Filiz’e, can arkadaşım Esra’ya ve varlığıyla beni yazmaya teşvik eden Ozan’a çok teşekkür ederim.
1. Bölüm
ESMA
İçimiz, hep bir hoşça kal ülkesi…
Cahit Zarifoğlu
Sepetçi Perihan ile Yeğenlerinin Çizik Bir Plağın Sesine Benzeyen Cızırtılı Hayatları
Balat, İstanbul 1949
Antik Yunan yazarları tarafından “boynuz” adıyla anılan; dar geçişli, yılankavi sokaklarında yüzyıllık sırların kol gezdiği, çerden çöpten yapılma evlerinin kapı eşiklerinde acuze cinlerin çiğ kırmızı rengindeki bacaklarını ağdaladıkları, şirret Çingene kadınlarının gecenin aymazında ciyak ciyak kavgaya tutuştukları Haliç semtinin yangınları İstanbul’un diğer bölgelerinde çıkan yangınlara hiç mi hiç benzemez. Bilhassa da Balat civarında meydana gelen yangınların kendine has bir tarihi bile vardır. Mahalleli tarafından titizlikle tutulan bu tarihi kayıtlar İstanbul’un fethinden çok daha öncesine, bin üç yüz üç yılında Balat’ın külliyen yandığı zamana dek uzanırlar.
Haliç’in yangınlarını İstanbul’un diğer semtlerindeki yangınlardan ayırmaya yarayan üç belirgin özellik vardır ve bunlar sırasıyla şöyledir;
1- Her yangın sonrası daha evvel kimse tarafından işitilmemiş bir sır ifşa olur ve bu sır, yangından sağ salim kurtulmayı başarmış birinin ruhunu mutlak suretle öldürür.
2- Hiçbir yangın bir diğeriyle benzerlik göstermez ve kimse kendi can evine düşmemiş bir yangına istese dahi müdahale edemez.
3- Gelmiş, geçmiş ve gelecek olan bütün yangınlar, geride aklını kaçırmış en az bir kadın bırakmadan sönmeyeceklerine dair kendi aralarında gizlice sözleşmişlerdir. Bu yüzden de her yangın ertesinde Haliç’te yaşayan bir kadın mutlaka aklını yitirir.
Bu meşhur yangınlardan bir tanesi de 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, Balat’a inen Draman Yokuşu’ndaki bir terzi dükkânının alt katındaki mahzende meydana geldi. Dükkânın sahibi, Fındık Hatice’nin kocası Terzi Kani idi. Draman Yokuşu sakinleri, üzerinde kavuniçi renkli pazen geceliği ve ayağında ayçiçekli yeşil yün patikleriyle sokağın başındaki lambanın altında göğsünü döve döve ağlayan Fındık Hatice’nin o canfeza çığlığını işittikleri anda yataklarından kalkıp telaşla sokağa fırladılar. Başlangıçta yangını fark etmeden cümbür cemaat Hatice’nin yanına koşan mahallelinin ağzı, Kani’nin dükkânının alt katındaki mahzende çıkan yangını işitince şaşkınlıktan bir karış açık kaldı. Zira o güne dek kimsenin böyle bir mahzenin varlığından bile haberi olmamıştı. Fındık Hatice, delice bir kuvvetle kendini yerden yere atıyor, etlerini çimdire çimdire dövünüyor, dudaklarını kanatasıya dek dişliyor, üzerindeki geceliğin ince, pazen kumaşını hınçla parçalıyor ve mahallenin kadınları da el birliğiyle Hatice’nin alelade ortaya saçılan koca memelerini sağlam kalan bir parça kumaşın ardına saklamaya uğraşıyor, göz göre göre deliren kadını teskin etmenin bir yolunu arıyorlardı. Çok geçmeden Fındık Hatice’in geçirdiği bu korkunç sinir krizinin gerçekte kocasının dükkânında çıkan yangınla bir ilgisi olmadığı anlaşıldı. Öyle ki alevler söndürüldüğünde geride küle dönen dükkânla birlikte Terzi Kani ile Kumru Züleyha’nın kömür karasına bulanmış çırçıplak cesetleri kalmıştı. Böylelikle Draman Yokuşu sakinleri o gecenin ikinci büyük şokunu da yaşamış oldular. Yangından birkaç saat evvel yetmiş üç yaşına basmış olan Kani, Balat’ın meşhur çengisi Kumru Züleyha ile yerin altındaki mahzeninde sevişirken karısına yakalanmıştı. İki âşık panik hâlinde toparlanmaya çalışırken Kani’nin henüz çiçeklenmiş bir bahar dalını andıran yeşil damarlı eli, mahzende yanan kandillerden birine çarpmış ve yere devrilen kandilden hızla etrafa yayılmaya başlayan alevler mahzendeki top top kumaşlarla beraber iki sevgilinin bedenlerini de içine alarak adeta ölümcül bir şerâyin ateşine dönüşmüştü. Zavallı Hatice ise gördükleri karşısında ne yapacağını bilememiş, kolu kanadı kırık bir kuş misali kendini can havliyle sokağa atarak avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı.
Yazık ki 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi meydana gelen bu talihsiz olayın ardından yaşanan hiçbir güzellik, Hatice’nin gönlüne düşen semâcetin izlerini silmeye yetmedi. Kaderine boyun eğmeyi öğrenip usulca köşesine çekildi Hatice ve sustu. Öyle bir suskunluktu ki bu, zaman içinde insanlar onun evvelden bir sesi olduğunu bile unuttular. Fındık Hatice, artık bambaşka biriydi. Omuzlarına dökülen iri dalgalı, kar beyazı saçlarını kökünden keserek kocasının senelerce baş koyduğu yastığın içine doldurdu. Bir tek gün dahi ayağından eksik etmediği pembe ponponlu terliklerini lime lime edip, Haliç’in çamurlu sularına bıraktı. İlkbaharda evine giren sivrisinekleri usta bir avcı edasıyla yakalayarak mutfak rafında dizili duran rengârenk reçel kavanozlarının içine attı. Ayak parmaklarına siklamen rengi ojeler sürüp, üzerine de damla damla tutkal akıttı. Bir süre sonra ise evinden dışarı adımını atmaz oldu ve en nihayetinde yeşil saplı bir kahvaltı bıçağı ile şah damarını keserek canına kıydı.
Öte yandan Kani ile Züleyha, olayın yaşandığı gecenin sabahında alelacele toprağa verilirken, Züleyha’nın geride kalan iki kızı ise teyzeleri Sepetçi Perihan’a teslim edildi.
Balat semtinde meydana gelen bu dehşetengiz yangının devrisinde bütün mahalleli tuhaf bir suçluluk hissine kapılmıştı. Bir zamanların dillere destan kantocusu Fındık Hatice, ömrünü kocası uğruna kuruş kuruş harcamış ve Kani’nin omuzlarına binen yaşamak yükünü az da olsa hafifletebilme meramıyla gecesini gündüzüne teyelleyerek çalışmış bir kadındı. Her daim kendinden evvel kocasını düşünür; Kani’nin yemeği, Kani’nin suyu, Kani’nin uykusu diye paralanır dururdu. Toz kondurmazdı kocasına. Ne ki Draman Yokuşu’nun mihenk taşı olarak kabul edilen ve neredeyse seksenli yaşlara merdiven dayamış remmâl acuzeler, onun bu perişan hâline baktıkça kırışmış dudaklarının kenarına iliştirdikleri buruk bir tebessümle “Keşke…” diye söyleniyorlardı içlerinden,
“Keşke daha az sevmesi gerektiğini öğrenebilseydi…”
Öyle ki bir kadın ne kadar çok severse, aklını da o denli çabuk yitirecektir demekti. Yazık ki Fındık Hatice, hayatındaki tüm renklerin solduğu ve zamanın temelli akmaz olduğu o yangın gecesine dek bu gerçeği bilmiyordu. Acaba bilseydi, her şey daha başka türlü olur muydu? Sahi, daha az severek kendini delirmekten kurtarabilir miydi insan? Seksenlik acuzelere göreyse bu sorunun yanıtı “evet” idi. İnsanın daha az severek kendini her türlü acıdan koruması mümkündü. Oysa diğer yandan da şöyle denirdi:
Aşktan kaçılsa bile kaderden kaçılmaz…
Antik Yunan yazarları tarafından “boynuz” adıyla anılan; dar geçişli, yılankavi sokaklarında yüzyıllık sırların kol gezdiği, çerden çöpten yapılma evlerinin kapı eşiklerinde acuze cinlerin çiğ kırmızısı rengindeki bacaklarını ağdaladıkları, şirret Çingene kadınlarının gecenin aymazında ciyak ciyak kavgaya tutuştukları Haliç semtinin yangınları, İstanbul’un diğer bölgelerinde çıkan yangınlara hiç mi hiç benzemez. Bilhassa da Balat civarında meydana gelen yangınlar, kendilerine kurban olarak seçtikleri bir kadının gönlüne kül kokulu bir düşkıran çiçeği kondurmadan sönmeyeceklerine dair yeminlidirler.
Evden çıkarken yine ayakkabılarını giymeyi unutmuş ve sokağa iner inmez de ayağında yalnızca kuş desenli yün çoraplarının olduğunu fark ederek utancından kıpkırmızı kesilmişti Esma. Eğer ayakkabıları, teyzesinin anlattığı masallardaki peri kızlarının giydiği o büyülü pabuçlar gibi çikolata ya da dondurmadan yapılmış olsalardı onları giymeyi asla unutmazdı. Ne var ki onun ayakkabıları üzeri kaymak ve karamelle çevrili bir dondurmadan çok, kanatları yırtılmış, pulları dökülmüş, antenleri kopmuş bir kelebeği andırıyordu. Bu yüzden de sürekli unutuyordu onların varlığını. Bir an için eve geri dönüp ayakkabılarını giymekle kuş desenli çoraplarının ucunda seke seke yoluna devam etmek arasında tereddüt etti ve birkaç saniye düşündükten sonra kararını vererek Giritli Necati’nin Şerbetçi Dükkânı’na doğru yürümeye başladı.
Sepetçi Perihan, sepet örmeyi bıraktığından beri Giritli Necati’nin dükkânında çalışıyordu. Şüphesiz ki burada, ördüğü sepetlerin karşılığında aldığı paradan çok daha fazlasını kazanıyordu çünkü insanlar cebindeki üç kuruş parayla kendilerine hasır bir sepet satın almaktansa, ağızlarını tatlandırıp midelerini bayram ettirecek bir kap şerbet içmeyi yeğliyorlardı. Kendinden üç yaş büyük olan ablası Züleyha’nın ölümünden sonra ortada kalan yeğenlerini sahici bir anne şefkatiyle bağrına basan Perihan için hayat, gitgide dikleşen bir yola benziyordu. Öyle ki ablasının geride bıraktığı o melun hikâye Balat’ın kara kaplı dedikodu defterine koca koca harflerle işlenmiş ve Züleyha’nın taşımaya fırsat bulamadığı vebali de seve seve kardeşinin üstüne yüklenmişti. Yâis bir hayatın içinden çıkıp gelen bütün kadınlar gibi kendi hüznünde, sessiz sakin bir kadındı Perihan. Temiz ve cevâd bir yüreğe sahipti. Balat’ta doğup büyümüştü. Oldum olası da sevmişti bu semti. İstanbullu Çingenelerin merkezi, hatta kalbiydi Balat. Sanki köşe bucak saklardı onları, boğazın ürkünç dalgalarından koruyup kollamak isterdi. Bunca yılın ezilmişliğini, itilmişliğini görmezden gelir ve kati suretle kin yahut kir tutmazdı. Bu hâliyle İstanbul’un öteki semtlerinden daha başka bir kumaşa sahip olduğu kesindi. Nem çekme oranı yüksek bir semtti mesela, yıpranmaya karşı dayanıklı bir yapısı vardı. Öyle kolay kolay da bozulmazdı dokusu, hele kırışma özelliği hiç yoktu. Sık sık ütü istemezdi. Belki pürüzsüz bir yüzeye ve ipeğe yakın bir görünüme sahip değildi ancak yıkanma sonrası kolayca eski hâline geliverirdi. Uzun ömürlüydü, sağlamdı. Perihan gayet iyi biliyordu ki son nefesini verene dek sızlanmadan, gocunmadan bu semtin sokaklarında yaşayacak ve günü geldiğindeyse bu dünyadan Balatlı bir Çingene olarak ayrılacaktı.
Züleyha ise kardeşinin gönlünde yatan bu Balat sevdasına bir türlü akıl sır erdiremez, onu daima azla yetinip çoğu hayal edemeyecek denli aciz bir kadın olmakla yargılardı. Hâlbuki Perihan memnundu hâlinden. Elinde olandan daha fazlasını hayal etmediği, edemediği için küçümsemezdi kendini. Atlasına bürünmüş bir böcek misali, doğuştan gözden çıkarmıştı kozasındaki ipeği. Hem adına hayal denen o şey neydi ki, ardında nilfam izler bırakarak gecenin karanlığında sinsice gezinen bir hayaletten başka… Varlığı hissedilebiliyordu belki ama çıplak gözle görülmüyor, elle tutulamıyordu. Hayalin hayaline kapılıp gitmekti asıl saçmalık. Üstelik Perihan, oldum olası sahip olduklarından daha fazlasını arzulayan bir kadın da değildi. On üç yaşına bastığı günün sabahında aynadaki aksine dikkatle bakmış, gördüğü yüz karşısında olduğundan daha başka birine dönüşmesinin ihtimal olmadığına karar vermiş ve o gün bugündür de hâli hazırda sahip olduklarıyla yetinmesini bilmişti. Züleyha kadar güzel ve alımlı bir kız olmadığı su götürmez bir gerçekti. Hâl böyle olunca ablası gibi allı morlu yaşmaklar giyerek çengilik etmeye heveslenmemiş, bunun yerine özel bir yetenek gerektirmeyen sepet örme işine yönelmişti. Hasırlarla, ipliklerle, tellerle haşır neşir olmak iyi gelmişti ona. Ne ki kocası Klarnet İbrahim’i nikâhlandıktan altı ay sonra toprağa verdiğinde de yine ruhundaki zehri söküp alsınlar diye kendini sepetlerinin şifalı ellerine bırakmış, akşamdan sabaha, avuçları morarıp parmakları su toplayıncaya dek ördükçe örmüştü. Şimdiyse gün boyu Giritli Necati’nin dükkânındaki ocağın başında durup kazan kazan şerbet kaynatıyor ve gelen müşterilere yüzüne iliştirdiği sevimli bir tebessümün yanı sıra kaplar dolusunca şerbet ikram ediyordu. Akşam ezanından sonra Draman Yokuşu’nun tepesindeki bozulmuş domates renkli evin eksilmiş merdivenlerini birer ikişer atlayarak çıkarken içine dolan sevincin yegâne sebebiyse ablasından yadigâr yeğenleriydi. Hayat, bağrına mühürlediği kardeş hasretinin yanı sıra acısını bir nebze hafifletsin diye de bu iki küçük kızı sunmuştu onun ömrüne.
Sekiz yaşına henüz basmış olan Şuara, küçük kardeşi Esma’ya nazaran daha sakin bir mizaçla yaratılmıştı. Perihan, teninin kokusunu incir ve limon ağaçlarının baharda birbirine bulanan kokularına benzettiği Şuara’yı oldum olası kendine daha bir yakın hissederdi. Gün boyu üzerinde oturduğu minderde, çöplerin arasından bulup topladığı rengârenk kumaşları birbirine ekleyerek oyunlar oynayan Şuara, şayet bir parça tükürükle parmağının ucuna yapıştırdığı ipliği diğer elinde tuttuğu iğnenin gözünden tek seferde geçirmeyi başarabilirse büyüdüğünde camdan pabuçlar giyen bir prenses olacağına inanırdı. Bu oyunu ona annesi öğretmişti. Kızının kumaşlara olan merakını iyi bilen Züleyha, çengilik etmeye gittiği zamanlarda onun eline bir iğne ile iplik tutuşturur ve sevinçle “Hadi bakalım benim minik Şuara’m,” derdi, “eğer ipliği iğnenin gözünden tek seferde geçirmeyi becerebilirsen büyüdüğünde dillere destan bir prenses olacaksın demektir.”
Şuara ise çocuksu bir heyecanla oynardı bu tuhaf ama mutluluk verici oyunu. Sıradan bir Çingene kızının kaderinde prenses olmak var mıdır diye sual etmeyi aklından bile geçirmezdi. Züleyha da bir Çingene kızından prenses olmayacağını bilirdi bilmesine ama Şuara’nın gözlerindeki sevinci gördükçe de yalnız annelere özgü bir inat ve ısrarla sürdürürdü bu oyunu. Kim bilir belki de kızının buğday sarısı saçları ile camgöbeği rengindeki hareli gözlerine baktıkça prenseslerden bile güzel bir evlât doğurduğunu düşünüp gururlanır ve safça bir merakla, “Neden olmasın?” diye sorardı kendi kendine.
Esma’ya gelince; Draman Yokuşu sakinlerine göre o tam manasıyla bir şeytandı. Başlangıçta yaşanan o tüyler ürpertici yangın felaketinden dolayı kızların hâline acıyan mahalleli kimi zaman içten, kimi zaman lütfen göz yumardı Esma’nın boyundan büyük haylazlıklarına. Fakat zamanla kimsenin zerre kadar tahammülü kalmamıştı. “Allahım, ne günah işledik de bu canavarı verdin başımıza!” diye veryansın eden mahalleli Esma’nın yaramazlıklarından çok, erken yaşta şirazesi kayan dilinden yana dert yanardı. Öyle ki henüz beş yaşında olan bu küçücük kız çocuğu, Balat’ın yüzyıllık sır tarihine baş kaldıran bir edayla gizli kalması gereken her ne varsa bir şekilde öğrenir ve dakikasında da bütün ahaliye ifşa ederdi. Esma dile geldi geleli Balatlılar birbirine girmişti. Adeta ardı arkası kesilmeyen bir kaos yaşanıyordu her evin çatısı altında. Kim kiminle karısını boynuzluyor, kim kiminle nerede düzüşüyor, kim kimin cebinden ne araklıyor… Hepsini ama hepsini herkesten evvel bu bacak kadar çocuk öğreniyor ve önüne gelene de büyük bir iştahla anlatıyordu. İşin tuhaf yanı, söylediği her şey tek tek çıkıyordu. Başlarda Esma’nın söylediklerine aldırış etmeyen mahalleli, zamanla Balat’ın yüreğine bir şarapnel gibi saplanan bu kız çocuğunun ağzından çıkacak olan her kelimeyi merakla bekler olmuştu. Bu kadar çok şey biliyor olmasının sebebini ise iki şekilde açıklıyorlardı;
Ya bu kız çocuğu, âlemlerin Rabbine şirk koşan ateş soylu iblis tarafından ortalığı velveleye vermek ve insanların yüreğine binbir çeşit şüphe zerk etmekle görevlendirilmiş bir emir kuluydu. Ya da aksine, Rabbin bir “ol” emri ile hamuruna ilahi bir kuvvet eklenmiş olan, Çingenelerce adına “yedinci kadın” denilen bir büyücü soyuna mensuptu ve ki yazılanları daha yeryüzüne düşmeden evvel okuyordu.
Kısacası Draman Yokuşu’nun seksenlik remmâl acuzelerine göre Esma, ya karanlıktı ya aydınlık. Ya bir meleğin kanadından yaratılmıştı ya da ateş soylu iblisin sırtındaki kamburun yer âlemi üzerindeki yansımasıydı. Gerçekte kim olduğunu ise zaman gösterecekti.
Esma, Giritli Necati’nin Şerbetçi Dükkânı’nın kapısından içeri adımını attığı sırada dışarıda kızılca bir kıyamet koptu. Perihan, müşterilere vermek üzere hazırladığı şerbet kaplarını elinden bırakıp da başını dükkânın camekânlı vitrininden tarafa çevirdiği anda havada uçuşan ceketler, kazaklar, çoraplar, gömlekler ve hemen sonra da kiraz ağacından yapılma zeytunî bir keman gördü.
“Mürüvvet! Gözümün nuru, karıcım! Allahın aşkına yapma!” diye inliyordu sokağın başında dikilmiş duran gözü yaşlı, kılıbık tipli bir adam. Sesi, yağmakla yağmamak arasında kalan bir bahar yağmuru misali incecik ve tedirgindi.
“Bacak kadar veletin lafıyla olacak iş mi şu yaptığın!”
Perihan, bacak kadar velet lafını işittiği gibi bakışlarını dükkânın kapısında dikilip duran Esma’ya doğru hınçla çevirdi. İçerideki müşteriler de şaşkındı, gerçekten de kıyafet yağıyordu havadan. Hâlbuki Draman Yokuşu sakinleri bu gibi hadiselere pek aşina olduklarından, adamla kadının mahalleyi inleten kavgasını kale bile almadılar. Çünkü Çingenelerin barındığı her semtte yaşanan günlük bir rutinden ibaretti bu gümbürtü. Ne var ki dükkândaki soluk benizli, beyaz turistler için olağanüstü bir durum yaşanıyordu o anda. Omuzlarını kısıp boyunlarında asılı duran fotoğraf makinelerine saldırdılar ve başlarını merakla yukarıya kaldırarak kıyafetleri atan kadını görmeye çalıştılar. Giritli Necati, oturduğu taburenin üstünde istifini hiç bozmadan, “Perihan,” diye seslendi alaycı bir ses tonuyla. “Senin bacaksızın geldiği nasıl da belli oluyor baksana, peşi sıra rüzgârını da sürüklüyor y’puli![1 - Y’puli: Rumca’da yavru kuş, sevgili manasına gelen bir sözcük.]”
Perihan, ani bir feveranla yerinden fırladığı gibi Esma’yı kolundan yakaladı ve kendine doğru çekerek,
“Gene ne halt ettin Esma?” diye öfkeyle söylendi, “Bu defa kimin kuyruğuna bastın?”
Esma, tahammülfersa bakışlarla kendisini süzen teyzesine verecek bir cevap bulup buluşturmaya çalıştığı sırada kafasına inen sert bir terlik darbesiyle olduğu yerde sarsıldı. Şayet Perihan, kolunu sıkı sıkıya tutuyor olmasaydı bir hızla yere devrilivermesi an meselesiydi. Terlik, hiç beklenmedik bir taraftan gelmişti. Mahallenin meşhur şehvetperesti Gülendam, dükkânın yarı aralık kapısının önüne dikilmiş ve adeta ağzından lavlar püskürten bir ejderha misali avazı çıktığı kadar böğürüyordu.
“Seni küçük orospu seni! Demek ocağıma incir ağacı dikmeye niyetlendin ha! Amma saçını başını yolmazsam şimdi senin! Geberesice, soysuz köpek! Göstereceğim ben sana gününü! O dilini kökünden koparayım da ne halt ettiğini iyice belle!”
Perihan, ani bir refleksle Esma’yı arkasına alıp, ihtimal bir terlik atışı için kendini siper ederken Giritli Necati de yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle oturduğu tabureden ok gibi fırlayarak saniyeler içinde yanlarına geldi.
“Ayıp Hanım, ayıp!” diye seslendi, içtiği sigaralar yüzünden iyice kalınlaşan sesiyle. “Hiç mi arlanman yok senin! Şuncacık çocuktan ne istersin!”
Draman Yokuşu sakinleri ile mukayese edildiğinde cümlesi pürtuvalet kalan müşteriler olan biteni şaşkınlıkla seyrededursunlar, Gülendam gözlerinde öfke dolu parıltılarla bağırmaya devam etti.
“Şuncacık çocuk mu diyorsun sen o iblisin dölüne? Allahın cezası bir sıçan o! Ne bok yediğinden haberin var mı ki? Yoo, teyzesi dururken sana ne oluyor, öyle ya tam bir kaltak sülalesi bunlar ayol, anası neydi ki piçi ne olsun?”
O ana kadar başını teyzesinin geniş kalçaları arasına gömmüş hâlde Gülendam’ın ağzından çıkan her kelimeyi sinsi bir tebessümle dinleyen Esma, “kaltak sülalesi”, “anası” ve “piç” sözcüklerini işittiği sırada taş kesmiş bir bez parçası gibi olduğu yerde kalakaldı. Yüzündeki sinsi tebessüm yerini belli belirsiz bir korkuya ve devamında da kulaklarından kalbine doğru süzülen meneviş renkli bir hüzne bıraktı. Yaşıtlarına göre fazla zeki bir çocuktu Esma ve nitekim mahalleli arasında dilden dile dolaşan fısıltı gazetesinden işitip öğrenmişti annesinin kabahatini. Fakat o güne dek hiç kimse annesinin işlediği günahın cezasını Esma’ya kesmemiş, olan biteni bir defa olsun yüzüne vurmamıştı. Şimdiyse birdenbire adına hakikat denen o ısırgan otlu tarlanın tam ortasına düşüvermişti işte. Canı yanıyor, kalbi acıyordu. Sanki her Nisan başı mahallenin çocuklarıyla topyekûn daldıkları Hüsrev Efendi’nin bahçesindeki ağaçlardan aşırdıkları iri çekirdekli, yeşil, sulu eriklerden bir tanesi tam boğazına mevzilenivermişti. Yutkunmaya çalıştıkça daha da beter kesiliyordu nefesi. Kendi kendine kusar gibi “Piç” diye söylendi. Ne Perihan duydu bu belli belirsiz sesi, ne de Gülendam. Lâkin İstanbul; İstanbul bir anda duyuvermişti Esma’nın sesini. Yüzyıllardır eteklerinde olup biten her şeyden haberdar, kavi bir sırdaştı o. Her türlü rezilliğe alışkın sebatkâr bir dağ gibiydi. Ne var ki bu defa onun da canı yanmış, içi bulanmış ve boğazına iri çekirdekli, yeşil, sulu bir erik tanesi olmasa da sarı bacalı, küpeştesi beyaza boyalı bir vapur oturuvermişti aynı anda. Yutmaya çalıştıkça inatla mevzileniyordu vapur olduğu yerde. İstanbul’un hırçın, mavi suları serâser dalgalandı, yükseldi ve “Ey Settar!” diye haykırarak büyük bir gürültüyle öğürüverdi şehir. İçinde ne varsa boğazına oturan vapurla beraber kusmuştu sanki. Olan bitene feci hâlde sinirleri bozulan şehir, kendini daha fazla tutamayarak iri katreli gözyaşlarını hızla koyuverdi. Ansızın hantal, kurşuni bulutlar sardı gökyüzünü ve Esma, yere düşen ilk yağmur damlasıyla beraber belki de ömründe ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Yangınların hakkaniyetsizliği kadar, yağmurların da insafı yoktu Balatlılara. Bir yağdı mı dur durak bilmez; caddeleri, sokakları sele boğmadan geçip gitmezdi yağmur. Draman Yokuşu’nu çamur renkli çirkâb sular basarken mahalleli de açık kalan kapı ve pencerelerini hızla kapamanın telaşına düştü. Öyle ki Gülendam bile Esma’nın kabahatini unutup, terliklerini ayağına geçirdiği gibi doğruca evine koştu.Kocasının mahallenin çirkin sefihi Gülendam ile oynaştığını işitip de sinir krizleri geçiren Civelek Ayla, elinde kalan son ceket ile pantolon takımını da aşağıya fırlattığı gibi içeri girdi ve ardından da pencereyi sıkı sıkıya menteşeledi. Bir tek Esma, Perihan ve Giritli Necati oldukları yerde kalakalmış, yağmura aldırış etmeksizin kıpırtısızca duruyorlardı. Esma avazı çıktığı kadar ağlıyor, Perihan tek kelime etmeden yeğeninin çağlayan bir nehir misali akan gözyaşlarına bakıyor ve Giritli Necati ise bu yaralayıcı tabloyu hüzün dolu bakışlarla temaşa etmenin yanı sıra gördükleri karşısında insanlığın usaresine ağız dolusunda tükürmek istiyordu. Öte yandan dükkândaki turistlerse ellerinde soğumuş şerbet kapları, içine düştükleri bu gayya kuyusundan nasıl kurtulacaklarını düşünüyor, bir an evvel geldikleri yere geri dönmenin hayalini kuruyorlardı. Bu turistik gezi sonunda öğrendikleri tek bir şey vardı; Balat, tam manasıyla bir deliler âlemiydi.
Sepetçi Perihan, otuz üç yaşında hayata gözlerini yumduğunda Draman Yokuşu sakinlerinden bir teki bile bu ani ölümün nedenini sual etmedi, zira onlara göre ölüm Allahın emriydi ve Allahın emirlerini sorgulamaksa iblisin işi. Oysa onlar ne âlemlerin Rabbine şirk koşan şeytanın soyundan geliyorlardı, ne de kendi hâlinde bir kadının ölümüyle ilgili sır perdesini aralayacak mecale sahiplerdi. Hâl böyle olunca ölüyü vakitlice gömerek hayata kaldıkları yerden devam etmek herkese daha doğru gelmişti. Diğer yandan Perihan’ın ölümünün ardında yatan nedeni merak edip de öğrenmek isteseler dahi hakikati bilebilmeleri olanaksızdı çünkü Perihan’ı gencecik yaşında ölüme götüren şey, uykuya daldığı sırada kanına karışarak ciğerlerine inen ve ölüme sebebiyet verdiği handiyse binde bir görülen sinsi bir diş bakterisiydi. Şayet Perihan, horlayan bir kadın olsaydı örneğin, böyle bir hastalık yüzünden hayata veda etmek durumunda kalmayacaktı ve bakteri, horlama esnasında açılıp kapanan ağzından usulca dışarı sızabilecek ve havayla temas ederek yok olup gidecekti. Ne var ki Perihan, uykuya daldığı anda dişlerini birbirine sıkı sıkıya kenetleyip, nefesini ağzından değil de burnundan alıp verdiğinden bakteri de doğrudan ciğerlerine inmiş ve sebebiyet verdiği ödemle beraber onu yalnızca birkaç dakika kadar kısa bir sürede canından etmişti. Balatlılar bir yana, 1959 senesinin Türkiye’sinde tıp bile henüz bu ölümün ardındaki gizemi çözebilecek kadar ilerlememişti.
Perihan öldüğünde Şuara on beş, Esma ise on ikisindeydi ve iki kız kardeş biteviye dökülen gözyaşları dindiğinde Tanrı’nın onlardan temelli yüz çevirmiş olduğuna kanaat getirdiler. Teyzelerinin ölümünün ardından şu koca dünyada yapayalnız kalmışlardı ve bu gerçek beraberinde daha acı bir gerçeği de getirmişti; öyle ki acilen hayatla başa çıkmanın bir yolunu bulmalıydılar! Sırtındaki yaralardan kanatlar çıkarabilen mitolojik bir tanrıça edasıyla evvela Şuara topladı kendini, silkelendi, üzerinde ne kadar korku varsa hepsini kökünden kurutup sonbahar yaprakları misali bir bir döktü ve çocukluğundan bu yana aşina olduğu kumaşların, ipliklerin rengârenk dünyasında kendine bir iş buldu. Galata civarında bulunan ufak bir terzi dükkânında çalışacak, haftalık olarak alacağı yevmiyesiyle kardeşine bakacak, evin geçimini sağlayacaktı. Nitekim Şuara’nın tek başına tüm dünyanın karşısında duramayacağını anlaması zor olmadı, zira eline geçen parayla geçinebilmeleri pek mümkün görünmüyordu. Kazandığı para ancak ve ancak iki haftalık yeme içme masraflarını karşılayabilecek kadardı, keza yiyip içebilecekleri gıdalarsa zaten sınırlıydı. İşte tam da bu noktada Esma, yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla hayat yolundaki ilk adımını atmaya karar verdi ve geleceğe dair beslediği tüm hayallerini onlarca yerinden bıçaklamak suretiyle öldürerek kendini fallar âleminin yeni ecesi ilân etti. Bundan böyle hoyratlığını gizlemeye lüzum görmeyen şirazesiz dili yalnız para karşılığında konuşacak, efsunlu dualar okuyacak ve onlarca büyüye can verecekti. Esma, Tanrı’nın bir “ol” emriyle hamuruna lahuti bir kuvvet zerk olan, Çingenelerce adına “yedinci kadın” denilen ve sadece yüzyılda bir yeryüzüne geldiğine inanılan özel bir büyücü soyuna mensuptu ve ki yazılanları daha yer âlemine düşmeden evvel okuyordu. O, tam manasıyla doğuştan büyücüydü. Fakat kendisine sorulacak olsa yapmayı dilediği tek şey, ömrü hayatı boyunca tıpkı annesi gibi allı morlu yaşmaklar giyerek düğünlerde, eğlencelerde çengilik etmek ve dahi kendini falların aksine müziğin büyüsü içinde pişirmekti. Yazık ki kader çoktan yazılmış, iki kardeşin geçeceği yollar, uğrayacağı menzilgâhlar belirlenmiş ve olacak olan her şey, Tanrı’nın elinden çıkma bir perniyân üzerine özenle işlenmişti. Kader, kapanması mümkün olmayan bir yara gibi açıldıkça açılıyor ve hayatsa bu yaraya iri taneli tuzlar basmaya devam ediyordu.
Öte yandan Draman Yokuşu’nda yaşayan remmâl acuzelere göreyse insan, Tanrı’nın kader bergâhında boynu bükük bir lâl kuşu kadar çaresizdi. Kanatlarını ne kadar çabuk kaldırıp da uçabilirse, kendisi için o kadar iyiydi.
2. Bölüm
MİHRAN
Ömrüm;
Ah, benim ördükçe sökülen yakasız kolsuz hırkam…
Şükrü Erbaş
İskender-i Zülkarneyn ile Hızır’ın Masalı
İskenderun 1949
1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, seneler evvel İstanbul’dan İskenderun’a göç etmiş olan ve geçimini kundura alım satımıyla sağlayan Alacan ailesi büyük bir talihsizlikle çalkalandı. Alacanlar’ın küçük torunu Azraf Mihran’ın henüz uykuya daldığı sırada kanca burunlu, kavruk tenli, patlıcan reçeli bakışlı annesi Azra Alacan, dokuz yıllık yatak odasının tavanında bulunan paslı bir çengelin ucuna bağladığı urgan ile kendini astı. Büyükannesinin çığlıkları üzerine yatağından fırlayıp da annesinin kaldığı odaya koşan Mihran, gördüğü bu korkunç manzara karşısında başını hafifçe öne eğerek, uyandığından beri sündüre sündüre çekiştirdiği mavi çizgili pijamasının açık düğmelerinden içeri kustu ve yaşanan bu talihsiz olayın devrisinde haftalar boyu ağzını açıp da tek kelime dahi etmedi. Kendisine sorulan hiçbir soruya cevap vermedi, bir damla gözyaşı dökmedi ve bakir bir beklenti ile büründüğü bu çocuksu sükûtun günün birinde ona annesini geri getireceğine inandı. Çünkü evin salonunu boydan boya kaplayan geniş pencerelerin önünde başını annesinin dizlerine yaslayarak durmaksızın konuştuğu anlardan birinde,
“Biliyor musun Mihran!” diye söylenmiş Azra Hanım, yüzünde alaycı bir tebessüm vardı. “Bazen öyle çok konuşuyorsun ki, şu bitmek bilmez sorularınla beni öldüreceksin zannediyorum.”
Olmuştu işte! Mihran, öyle çok konuşmuş ve öyle çok soru sormuştu ki en nihayetinde bu uslanmaz huyu annesinin ölümüne sebep olmuştu. Büyükannesinin anlattığı masallarda bahsi geçen “Ehrimen” yani cehennem bakışlı, ifrit yaradılışlı nâm-ı diğer Kötülük Tanrısı, onca gecenin sonunda belli ki Mihran’ın bedenine sızarak ruhunu ele geçirmiş ve onu durmaksızın konuşturarak annesini öldürmeye itmişti. Böylelikle Ehrimen, tebaasına yeni ve taze bir can daha katmış olmanın sevinciyle yeraltındaki dûzahına geri dönerken Mihran da içine düştüğü tuzağın farkına varmış ve her şeyi düzeltip, eski hâline getirebilme umuduyla bildiği bütün sözcükleri unutmayı denemiş, sustukça susmaya devam etmişti. Lâkin gerçekte annesinin intiharı ile hiçbir ilgisi olmadığını anlaması ise yıllarını almış, anladığında ise Ehrimen ile babası arasındaki yakınlığa şaşıp kalmıştı.
Mihran’ın babası Emir Bey; orantısız yüz hatları, kafasına oranla aşırı küçük kulakları, yaz güneşi sarısı rengindeki saçları ve zaman zaman mora çalan kestane karası gözleri ile ailenin tek oğlu, daimi huzursuzuydu. İskenderun’un kalbine yirmi beş kilometre uzaklıkta bulunan ve etrafı incir ağaçlarıyla çevrelenmiş bu iki katlı, hantal duvarlı taşra evinden oldum olası nefret ederdi. Aslında sene be sene çoğalarak ruhunu bütünüyle zapt eden nefretinin asıl sebebi, yaşadığı evden çok, babasının sarsılmaz, sabitkadem tavrından ileri geliyordu. Öyle ki Emir Bey, ne vakit İstanbul’a geri dönme hayalinden bahsedecek olsa babası, katı kurallardan ibaret bir taş parçası misali sıkıntıyla yüzünü ekşitir ve kırlaşmış çember sakalını sıvazlayarak, “Emir!” diye seslenirdi, kendinden emin bir sesle.
“İstanbul sevdasından vazgeçeceksin! O defter temelli kapandı oğlum. Bizim memleketimiz, toprağımız burasıdır artık. Az mı iş geldi başımıza İstanbul denen o gayya âleminde. Dost bildiklerimiz düşman çıktı, memleketlimiz belleyip bağrımıza bastıklarımız bizi sırtımızdan hançerledi. Ocağımıza ateş düşürdüler, yüreğimizi hurdahaş ettiler. Amma İskenderun insanı öyle mi ya! Bunca senedir buradayız, tek bir kalleşlik, tek bir yanlış gördük mü? Hayır, görmedik. Görmeyiz de. Çünkü insana en büyük kötülüğü gene en yakın bildikleri eder. El kısmı daha insaflıdır, ihsan bilir, hakkaniyetlidir. Şu arzın sathında insanın başına ne gelirse, fazla sevip kıymet verdiğinden gelir. Bu sebepten oğul, o melunlar diyarını söküp atacaksın gayrı içinden. Bir daha da benim çatım altında İstanbul’un adını dahi anmayacaksın.”
Babasının lafını ikiletmemiş, bir daha da onun çatısı altında İstanbul’un adını dahi anmamıştı Emir Bey. Birkaç denemeden sonra kerhen vazgeçmiş ve babasını ikna etme çabalarını belirsiz bir zamana erteleyerek İstanbul’a dönme hayalinden söz etmez olmuştu. Öte yandan kendisini İstanbul’dan daha fazla heyecanlandıran bir hayali vardı şimdi; İskenderunlu Çingenelerin göz bebeği, Zeren…
Emir Bey, kendinden handiyse yirmi yaş küçük olan bu güzeller güzeli Çingene kızı ile tanıştığında, Mihran dünyaya gözlerini henüz açmış kara saçlı, kara gözlü bir bebekti. Alacan ailesinin sakin mizaçlı, nazikendam gelini Azra Hanım, oğlunun gelişiyle beraber uzun zamandır kocasıyla arasında sürüp giden huzursuzluğun da son bulacağına inanmış, bu küçücük yavrunun, evliliklerinde oluşan çatlakları tek tek sıvayacağını düşünmüştü. Saatler süren zorlu bir doğumun ardından Ebe Hatun, Mihran’ı kucağına verdiği ilk anda her şeyin daha iyi olacağına dair beslediği inanç hepten artmış, acıdan morarmış dudaklarını oğlunun pespembe alnına götürüp de ona ilk öpücüğünü sunduğu sırada belli belirsiz bir sesle, “Bismihû,” diye mırıldanmıştı.
“Esirgeyen ve bağışlayan Allahın adıyla! Ey benim güzel Rabbim; sen, oğlumu bütün yarattıklarının şerrinden koru! Onu her daim mutlu ve huzurlu bir insan kıl! Bahtını açık, tecellisini aydınlık et. Bilirim ki hayatın yanılgısı yok. Sen ki bizlere bir şâhreg kadar yakınsın, öyleyse şu aciz kulunun duasını da yüce bergâhından geri çevirme ve hiç değilse yavrumu hayat yolunda muvaffak et!”
Ne var ki Azra Hanım’ın umduğunun aksine Mihran’ın gelişi hiçbir şeyi değiştirmemiş, kocasıyla arasında sürgit devam eden kavgalar eskiye nazaran daha da sıklaşmış, şiddetlenmişti. Emir Bey, gün be gün evinden, ailesinden uzaklaşmaya devam ederken, evliliklerinde de onulmaz yaralar açılıyordu. Azra Hanım’ın beklentileri susuz kalmış bir çiçek misali hızla kuruyup solarken, Emir Bey’in yeni sevgilisine dair beslediği aşk ise günden güne yeşeriyor, bir gül gibi katmerlendikçe katmerleniyordu. Bir kadın için en çaresiz andı bu an. Sevdiğinin gönlünden düşmek ve artık sevilmediğini kabullenmek… Artık ne yapsa dolmayacak bir boşlukla yaşamaya çalışmak… Bunun böyle sürüp gitmeyeceğini de biliyordu Azra Hanım. Gün gelecek, kocası o yol ayrımında duracak ve ya geçmişi, ya geleceği seçecekti. Ya gerisingeri karısına dönecek ya da alıp başını bambaşka bir tenin gölgesinde yürüyecekti. En fenası da hangi yolu seçerse seçsin, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve Azra Hanım, kocasının vardığı o yol ayrımından sonra aynı kadın olarak kalmayacaktı. Ne kadar istese dahi bir daha asla aynı muhabbetle bakamayacaktı kocasının gözlerine.
Emir Bey, ılık bir Nisan sabahı genç sevgilisiyle beraber çekip gittiğinde Azra Hanım, kendini bu gerçeğe ne kadar hazırlamış olursa olsun gene de üzüntüsünden çıldıracak gibi oldu. Yüreğine inen bu devasa alev topuyla nasıl baş edeceğini bilemeyerek kendini yatak odasına kapattı ve günler boyu uyudu. Oldum olası uykunun iyileştirici bir güce sahip olduğuna inanırdı. Sanki kendini uykunun şifalı ellerine bıraktığı vakit, etrafını çevreleyen bütün husumetler de sessizce ortadan kayboluverecekmiş gibi hissederdi. Rabbin hikmetiydi uyku ve özünde ölüme benzerdi. İnsan ruhunun hislerini kâinattan çekmenin ötesinde, kişinin dış âlemle olan irtibatını da bir nevi askıya alır, işitme ve görme duyularını tamamen sıfırlardı. Her ne kadar ruh, uyku esnasında ait olduğu bedende kalmaya devam etse de insan, gördüğü rüyalar sayesinde gayp âlemine doğru kısa bir yolculuğa çıkardı. Azra Hanım şimdiki zamandan çok, çok önce, dedesinin eşeği üzerinde Kur’an öğrenmek hevesiyle mahalle camiine gidip geldiği günlerde uyku ile ilgili bir ayet işitmiş ve işittiği bu ayeti de bir daha asla unutmamıştı. Zumer Suresi 42. ayete göre Allah, kimi nefisleri öldükleri zaman kimileriniyse uykularındayken yanına alır, böylelikle onları yaptıkları ve yapıyor oldukları işler hakkında sorguya çekerdi. Sonra hakkında ölüm hükmü verdiklerini uykularında alıkoyar ve öbürlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverirdi. Ve bu ayetin devamında ise şöyle denirdi:
“Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”
Ne var ki aradan geçen onca zamana rağmen kocasının ihanetini bir türlü kabullenemeyen Azra Hanım bu defa kendini uykunun şifalı ellerine değil, ancak uykuya daldığı sırada kavuşabildiği ebedi sevgilisinin yani diğer bir adıyla “hiçliğin” merhametli kollarına bırakmayı yeğlemişti. Geçirdiği bu ruhi bunalım kolay kolay dinecek gibi görünmüyordu. Oğullarının gidişinden sonra zaten perişan olan Alacan ailesi ise üstüne bir de gelinlerinin gün be gün bozulan sağlığı eklenince hepten mahvolmuştu. Neticede Azra Hanım’ın henüz gençliğinin baharındayken yakalandığı bu ruh sıtması tam üç yıl sürdü. Üç yılın sonunda bir sabah erkenden uyandı ve doğruca mutfağa koşup bulduğu her şeyi karşı konulmaz bir iştahla yemeye başladı. Onun bu hâlini görenler, nihayet üzerindeki ölü toprağını attığını düşünüp boğazından geçen her lokmayı bir iyileşme belirtisi olarak kabul ettiler. Azra Hanım, günler boyu nâmahdut bir iştahla önüne konan, konmayan ne varsa silip süpürdü ve geçen dört haftada tamı tamına on iki kilo aldı. Artık eskisi gibi konuşuyor, gülüyor, oğluyla beraber oyunlar oynuyor, ev işlerinde kayınvalidesine yardım ediyor, akşamüzerleri incir ağaçlarının gölgesinde uzun uzun yürüyor ve kendisini başka bir kadın uğruna terk edip giden kocasının adını dahi anmıyordu. Alacan ailesinde her şey normale dönmüş gibi görünüyordu, tabii şimdilik…
1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi Azra Hanım, her zamanki neşesiyle oğlunun üst kattaki odasına çıkıp onun yanına uzandı ve usta bir masalcı edasıyla o gece için hangi masalı anlatacağını düşünmeye başladı.
“Gepetto ile Pinokyo!” diye sevinçle inledi Mihran. “Gepetto ile Pinokyo’nun masalını anlat anne!”
Mihran, bu iç burkan baba-oğul hikâyesini dinlemekten bıkmıyordu. Her dinleyişinde o küçücük yüreğinde sadece babasız çocuklara özgü bir umutla evvelce açılmamış bir kapı aralanıyordu sanki. Masalın başkahramanı olan Pinokyo’yu ise yarı gıpta ve yarı nefretle seviyordu. İhtiyar Gepetto’nun oğluna duyduğu sevgide kendi hercümercin çocukluğunu buluyor, Pinokyo’nun hayali suretinde onulmaz yalnızlığının ezilmişliğine rastlıyor ve dahi dinlediği bu masalın ardına saklanıp öylece kaybolmak istiyordu. Tabii bir de Pollyanna vardı ki, o da Mihran için vazgeçilmez bir dosttu, çünkü Pollyanna ona bütün bir ailenin bir arada kahvaltı sofrasının başına oturduğu mutlu, güneşli, huzurlu bir Pazar sabahını anımsatıyordu.
Fakat o gece, annesinin anlatacağı masalın içinde ne Collodi’nin Pinokyo’su, ne de Porter’in Pollyanna’sı vardı. Bu hikâyenin başkahramanı, adını doğu efsanelerinde yaşatan, Pers İmparatorluğu’nun kavi ordularını yenip de dünyanın yarısını on üç yıl kadar kısa bir sürede fethetmeyi başaran Makedonya Kralı Alexandros, yani İskender-i Zülkarneyn idi. Mihran, bu yüce cihandarın adını daha önce hiç duymamıştı. Bir toygar kuşunun merakıyla gözlerini koskocaman açtı ve başını annesinin göğsüne yaslayıp sessizce dinlemeye koyuldu.
Makedonya’dan başlayan yürüyüşü, birçok ülkenin istilasından sonra Babil’de son bulan Büyük İskender’in önü alınamaz hırsı, sonsuz merakıyla birleşince dünyaya hâkim olma, dünyada ne kadar “garaip” ve “acayip” varsa öğrenme ve nihayet karanlıklar ülkesindeki ölümsüzlük suyuna ulaşma arzusunu ortaya çıkarır. Bu dur durak bilmeyen hükümdarın yanında her türlü ilme sahip vezirleri vardır. Lâkin diğer taraftaysa vezirlerin de üstesinden gelemediği zor durumlarda İskender’e yardım eden, ona çıkış yolu gösterip de yoldaşlık eden, bazen bir Arap, bazen bir derviş veya kuş suretinde ortaya çıkan Hızır bulunur.
“Hızır kim anne?” diye sordu Mihran. Göz bebekleri üzerinde merak dolu kıvılcımlar çakıyordu. Azra Hanım, oğlunun başını şefkatle okşayıp, “Hızır mı?” diye seslendi işi eğlenceli kılmak adına kalınlaştırdığı sesiyle.
“Hızır, bütün ümit ve imkânların tükendiği, çarelerin sona erdiği anda insanların yardımına koşan semavi bir kahramandır oğlum.”
Yeryüzündeki her millet ve her tıynetten bütün oğlan çocukları gibi Mihran da zor durumlarda insanoğlunun yardımına yetişen süper güçlere sahip kahramanlara karşı büyük bir ilgi ve hayranlık besliyordu. Bu yüzden de Hızır, masalın başkahramanı olan İskender’den daha fazla cezbetmişti onu.
“Peki sonra ne oldu?” diye sordu heyecanla. Azra Hanım, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
İskender, kendisine ölümsüzlük verecek olan âb-ı hayat suyunu bulmak üzere yola çıkarken Hızır’ı da yanına alır ve onu ordusunun yeni komutanı tayin eder. Aylar boyu dört iklim, yedi bucak gezerek beraberce âb-ı hayat suyunu arar dururlar. Derken günlerden bir gün, ağaç kabuğundan yapılma elbiseler giyen ve sadece sebze ile beslenen bir kavimle karşılaşırlar. İskender, bu kavmin yaşadığı bölgede kendisinden yaklaşık olarak dört bin yıl evvel yaşamış olan Zülkarneyn-i Evvel’in mezarına rastlar. Mezarın yanına yaklaştığı sırada gördüğü yazı adeta kanını dondurur. “Ey İskender!” diye yazar mezarın üzerindeki levhada. “Ben de tıpkı senin gibi bütün bir cihanı hükmüm altına aldım, lâkin bununla yetinmeyerek âb-ı hayat suyuna da sahip olmayı arzuladım ve onu bulmak üzere yollara düştüm. Gel gör ki o yüce iksiri bir türlü bulamadım. Anladım ki hayatın ardından insana mutlaka memat erişir. Ol sebepten benim şu aciz hâlim, akıllı bir insana ibret olmak için yeterlidir.” İskender-i Zülkarneyn, tam dört bin yıl evvel yazılmış olan bu yazıyı okuyunca baştan ayağa ürperir ve onun gibi sarsılmaz bir komutana yakışmayacak biçimde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Yaşanan bu esrarengiz olayın ardından âb-ı hayat suyunu aramaktan vazgeçer ve ordusu ile beraber geldiği yoldan gerisingeri dönmeye karar verir. Dönüş yolunda domuz şeklinde devler ile etrafına ateşli zehirler neşreden yılanlarla karşılaşır. Kavi bir komutan edasıyla bu ifrit soyunun hepsini tek seferde helak eder. Ardından işleri büyü olan cadıların kentine girerler. Cadılar, bu yüce cihandarın yanına giderek onun geliş maksadını öğrendikten hemen sonra yaptıkları sihirlerle İskender’in gönlünü çalıp, onu bir ateş çemberinin içine hapsederler. İskender, düştüğü bu tuzaktan tek başına kurtulamayacağını anladığında Hızır’dan yardım ister. “Korkma!” diye seslenir Hızır, “Unutma ki Hak rahman ve rahimdir, ihlas ile yapılacak dua asla geri çevrilmez.” Bunun üzerine Hızır, başını göğe doğru kaldırır ve Allaha dua etmeye başlar. Derken gökyüzünü kapkara bulutlar sarar, hemen sonra da şiddetli bir yağmur yağar. Câilu’n Nûr’un katından dökülen sular, cadıların yaktığı ateşi tarumar eder ve böylelikle İskender, bu belâdan da sağ salim kurtulur.
Masalın tam bu noktasında annesinin gözlerinin içine bakarak, ağlamaklı bir sesle, “Hepsi bu kadar mı yani?” diye mırıldandı Mihran. Göz kapaklarının üzerinde bir ton yük varmışçasına kirpiklerini acı içinde birbirine vurdu. Uyku saati çoktan geçmişti ancak uyuya direnmekte kararlı görünüyordu. Azra Hanım, oğlunun hüzünle ekşittiği yüzüne gülümseyerek baktı ve “Hayır,” dedi. “Bu kadar değil, dahası da var.”
İskender ve askerleri, cadıların şehrinden ayrılıp yola devam ederler ve haftalar süren zorlu bir yolculuğun ertesinde sadece kadınların yaşadığı Şâdkâm şehrine varırlar. Şehirde, yaz kış yapraklarını dökmeyen efsunlu bir ağaç vardır. Bu ağaç, onların mabududur. Ağacın dibinde ise büyülü olduğuna inanılan küçük bir su birikintisi bulunur. Çocuk isteyen kadınlar buraya gelerek kurbanlar keser, bedenlerini ağacın gövdesine sürter, büyülü sudan içer ve en nihayetinde de tam dokuz ay sonra dünyaya bir kız evlât daha getirirler. İskender, bu efsaneyi dinledikten sonra nicedir aradığı âb-ı hayat suyunu bulduğunu zanneder ve Zülkarneyn-i Evvel’in mezarındaki levhada yazanları bir kenara bırakarak, ağacın dibindeki sudan içmek ister. Ne var ki İskender, henüz sözü edilen ağacın yanına bile yaklaşamamışken ansızın şiddetli bir tufan kopar ve ortalığı saran toz duman arasında herkes bir başka tarafa savrulur. Bir süre sonra kendilerine yeni bir yol bularak, karanlığın içinde yavaş yavaş ilerlemeye başlarlar. Derken içi altın, lâl ve yakut dolu bir kuyunun dibine varırlar. İskender, âb-ı hayat suyuna iyice yaklaştıklarını düşünerek sevince boğulur. Lâkin ne kadar yol kat ederlerse etsinler, yine de ölümsüzlük suyuna erişemezler. Bu sırada Hızır ise aniden ortadan kaybolur.
“Kahraman Hızır nereye gitmiş?” diye sordu Mihran.
“Hızır, âb-ı hayat suyunu herkesten evvel bulup içmiş ve İskender’in arzuladığı ölümsüzlüğe kavuşarak yerle gök arasındaki berzahta yaşamaya devam etmiş” diye yanıt verdi Azra Hanım.
Mihran, kahramanlıklarının devamını dinlemeyi umduğu Hızır’ın ansızın ortadan kayboluvermesinden memnun olmamıştı. Vakitsiz ve tıpkı bıçak kesiği gibi bitiveren masallardan nefret ederdi. Başını kaldırıp annesinin yüzüne baktı ve
“Başka bir kahramanlık yapmamış mı?” diye sordu.
“Yapmaz olur mu hiç!” diye mırıldandı Azra Hanım. Elini oğlunun göğsüne koyup hafifçe dokundu.
“O hâlâ burada, bizimle beraber. Özellikle de çocukların yanında. Ne vakit yüreğimizde dağ kadar büyük bir gam birikir, işte o vakit Hızır da hemen yanı başımızda bitiverir. Bizi korur, kollar. Zulüm üstüne zulüm görmemize mani olur.”
Kahraman Hızır’ın hâlâ buralarda bir yerde olması Mihran’ın içini rahatlatmıştı. Derin bir nefes alıp, “Anne!” diye seslendi, “Sen hiç ondan yardım istedin mi?”
Bu beklenmedik soru karşısında Azra Hanım’ın gözleri bulutlandı, bakışlarına koyu bir keder indi. Mahir bir manevrayla oğlunun küçücük ellerini avuçlayarak öptü. Mihran, annesinin dudakları arasından sızan belli belirsiz nefesi, şefkatle içine çekti. Azra Hanım, oğlunun sorusunu yanıtsız bırakırken, şuurunu kaybetmiş bir demkeş edasıyla bakışlarını yerdeki kilimin üzerine doğru devirdi ve kırık dökük bir sesle, “O,” diye mırıldandı.
“O, bana ne yapmam gerektiğini söyledi.”
Mihran Azraf Alacan, 1949 yılı Mayıs ayının ikinci Perşembesi, saat sabahın üçünü otuz yedi dakika on bir saniye geçe, ölüm denen şeyi ilk defa annesinin çehresinde bu kadar yakından gördü ve Azra Hanım’ın paslı bir çengelin ucunda sallanan cansız bedenine bakarken, “Hızır!” diye seslendi içinden.
“Ben büyüyünce ne yapacağım?”
Hızır ise oradaydı, Mihran’ın tam yanında, bir şah damarı mesafesinde duruyordu. Usulca kulağına eğilip, “Ey çocuk!” diye fısıldadı.
“Büyüyeceksin! Büyüdüğün vakit şu dünyadaki bazı insanlar için ölümün tek çare olduğunu ve hayatın mazur görmediği buhranları ancak ölümün dindirebildiğini anlayacaksın. Şüphesiz ki yaşadığın bu acı, seni pek çoklarından daha evvel büyütecek. Lâkin gün gelecek, ömrünün Sahrası’nda yeniden mutlu bir siyabüş gibi bitecek ve acı ile kavrulmuşların ezberden bin efsun okuyabildiklerini göreceksin!”
Bu korkunç hadisenin ardından Mihran’ın büyükannesi, hiç değilse bundan böyle Rabbinin, torununun tecellisini aydınlık kılması umuduyla nice adaklar adayıp, onlarca besili kurbanın kanını akıttı. Kocasının deyişiyle o melunlar diyarı İstanbul’dan sonra İskenderun da onlara bir dem huzur bahşetmemiş, hayatlarına feverandan başka bir şey getirmemişti. Fakat Behnane Sultan kararını vermişti. Torunu Mihran, büyüdüğünde İskenderun’da kalıp da geçmişiyle rûberû olmayacak ve gerisingeri İstanbul’a dönecekti.
Behnane Sultan’ın kararı kati idi.
3. Bölüm
HAYAT
An gelir, önce bir insan durur.
Sonra bir sokak, derken bir semt ve bir şehir…
Bir bakmışsınız, paldır küldür yıkılır bütün bulutlar.
Attila İlhan
1
Bazen Deli Olmama Ramak Kaldı Diye Düşünüyorum
İstanbul 1967
Eğer bu kadar taşralı ve saf bir adam olmasaydı, yanı başında uyuyan şu liman fahişesi kılıklı kadınla birkaç defa daha sevişebilir, tıpkı esmer bir çikolatayı andıran çıplak, narin vücudunu -hiç çekinmeden- doyasıya seyredebilirdi. Belki üzerine de bir keyif cigarası patlatır, ardından da morfin yemiş koca bir fil misali kendini yeniden yatağa bırakırdı. Hâlbuki Mihran gibiler için “taşralı” ve “saf” sözcükleri kuvvetli birer uyarıcı niteliğindeydi. Söyler söylemez insanı kendine getiren, dışarıdaki dünyadan koparıp da bütünüyle içe döndüren, ayıltıcı, tekmilci ve koruyucu bir özelliğe sahiplerdi. Mesela taşradan gelen adamlar, o büyük şehir zamparaları gibi kollarına aldıkları her kadını aç bir gaga gibi doya doya dişleyemezlerdi, erkekliklerinin olduğu kadar çapkınlıklarının da bir sınırı vardı. Mihran da zaman içinde nefsi ile ahbap olmayı öğrenmiş, saf fakat bir o kadar da sabit fikirli bir adamdı. Onun arzuları hiçbir zaman seyyahlık oyununa soyunmamış, o hayalden öbürüne doğru fütursuzca akmamıştı.
Kalkıp kendine sert bir kahve hazırlamayı düşündü. Başucunda duran cep saatine uzanıp baktı, beşe on iki vardı. Akşamdan kalma bol briyantinli saçları, sokak lambasından içeri sızan ölü ışığın altında hafifçe parlıyor, ince bir kemiği andıran kısa kavisli kaşlarının üzerine dökülen bir tutam saç ise yüzüne çocuksu bir ifade veriyordu. Şişkin, inik gözkapaklarını güçlükle aralayıp, sol yanında uyuyan kadının çıplak vücuduna baktı. O an Mihran’ın yerinde başka bir adam olsaydı belki, yanı başında gördüğü bu güzellik karşısında kendini cennette zannedebilirdi. Oysa Mihran için o an, o yatakta olmak tam bir cehennem hissiydi. İçi bulanıyor, başı dönüyor ve bir an evvel içine düştüğü bu cehennem hissinden kurtulup olabildiğince uzak bir yere, hatta mümkünse başka bir zamana ve hayata doğru kaçmak istiyordu. Uykuya dalmadan önce içtiği üç paket sigara ve devirdiği koca bir şişe rakının ardından ağzının içinde küfümsü bir tat kalmıştı. Bu tattan oldum olası nefret ederdi. Çünkü it gibi içtiği akşamların devrisinde oluşan bu iç bulandırıcı tat ona her seferinde yalnızlığı ve çaresizliği hatırlatırdı ki Mihran bu iki sözcükten de ölesiye tiksiniyordu.
Okumayı öğrendiği ilk andan itibaren, günlük hayatta sıkça kullanılan pek çok sözcüğün tek bir anlamdan ibaret olmadığını keşfetmiş ve bu keşifle beraber özellikle üzerinde tesir eden bazı sözcüklerin terkisinde gizlenen anlamları bir dilbilimci titizliğiyle araştırır olmuştu. Zaman içinde sözcüklerin yalnız başlarına var olmadıklarını ve harflerin dizilişi bakımından birbirlerine fazlasıyla yakın olan başka sözcüklere eklenerek tıpkı durgun bir suya fırlatılan taş misali, çember içre çemberler çizerek çoğaldıklarını öğrenmişti. Mesela “yalnızlık” sözcüğü, bir varlığın yalnız olma durumunu, kimsesizliğini, ıssızlığını ve tenhalığını ifade ederken, “çaresizlik” sözcüğü ise çaresi bulunamayan, çare bulamayan, biçare anlamına geliyordu. Ne var ki bu iki sözcük birbirinin ruh eşi ve ki yekpare bir bütünün de iki yarısı gibiydiler. Çünkü çaresizlik, beraberinde yalnızlığı getiriyordu ve yalnızlığın olduğu yerde er ya da geç ince bir çaresizlik de peyda oluyordu. Her ikisi de gelişi kolay ama gidişi zor sözcüklerdi. Bir insanın hayatına kolayca dâhil olabiliyor fakat aynı şekilde yok olup gitmeyi de asla kabullenmiyor, her daim sorun yaratan eski bir sevgili gibi türlü rezillikler çıkarıyor, çirkeflikler yapıyorlardı. İşte tam da bu sebeple Mihran, görünüşleri bakımından pek naif ama yaradılışları bakımından bir hayli çirkin ve özü bozuk olan bu iki sözcükten ölesiye nefret ederdi.
Üzerinde kestane kanatlı çil kuşlarının oynaştığı yorganı kadının çenesine kadar çekip bıraktı. Onun çıplak esmer tenini görmeye daha fazla tahammül edemeyeceğini düşündü. İsmi Neriman olan bu liman fahişesi kılıklı kadının güzelliğine baktıkça kendi çirkinliğinden utanıyor ve elinde olsa spermlerine asit zerk edip, onu tam rahminden zehirlemek istiyordu. “İnsan, böyle bir güzelliğin karşısında cinayet işleyebilir,” diye geçirdi içinden. Sanki damarlarında kan yerine ölümcül bir engerek venomu dolaşıyordu ve kendi çirkinliğine inat yeryüzündeki tüm güzellikleri tek tek gebertmedikçe, hasretini çektiği o sonsuz huzura kavuşmasının da mümkünü olmayacakmış gibi hissediyordu. Gözleri kısık, yüzü gergin, dudakları kuru, bir süre olduğu yerde öylece durup etrafına baktı. Sokak lambasından sızan ölü ışığın gölgesinde canlanan odanın içindeki her ayrıntıyı dikkatle inceledi. Karyolanın yanında duran meşin sandığın üstünde kalın bir toz tabakası birikmişti. Yerdeki koyu yeşil kırpık halının tam köşesinde günü geçmiş birkaç mecmua üst üste yığılmış hâlde duruyordu. Kadıköy Pazarı’ndaki “Her şeyci Kâmil Ağbi”den satın aldığı ve her biri ünlü bir tablonun ucuz birer kopyası olan resimler, asıldıkları duvarların üzerinde simetriden bihaber olmanın mutluluğu içinde pişmiş kelle gibi sırıtıyorlardı. Karyolanın topuzunda asılı duran gömleğini alıp sırtına geçirdi ve tam yataktan kalkacağı sırada başını çevirip, birkaç saat önce kollarının arasında “sevgilim” diye inleyen Neriman’ın yüzüne bir defa daha baktı. Kadının rimelleri akmış, gözlerinin etrafı koyu renkli halkalara bulanmıştı. Kıvrımlı dudaklarının kenarında güzelliğini gölgeleyecek denli sert, yorgun çizgiler vardı.
Yataktan kalkınca koşar adım banyoya gidip uzun uzun işedi. Sıcak bir ağustos öğle sonrası denizden esen serin bir rüzgâr insanın içini nasıl hafifletirse, bir an için tüm vücudunun öylesi bir hafiflikle sallandığını hissetti. Mutfak ve oturma odasının iç içe olduğu geniş salona geçtiğinde, bakır küllükte duran ve bitmeden söndürdüğü bir sigaranın ucunu yeniden ateşleyip, ocağa su koydu. Odanın içi darmadağındı fakat Mihran’ı asıl huzursuz eden dağınıklık, odanın içindekinin aksine çalışma masasının üzerinde duran kâğıt yığınları arasında gizliydi. Çünkü etrafa saçılan boş bira şişelerini, buruşturulmuş sigara paketlerini, kurumuş yemek artıklarıyla kaplı tabakları, bayatlamış yiyecekleri, rastgele fırlatılmış ter ve tütün kokan kıyafetleri her nasılsa toparlayabiliyor, ne var ki çalışma masasının üzerine saçılan sözcükleri bir türlü yerlerine koyamıyor, onları bir araya getirip de cümle kapısını aralayamıyordu. Kaynayan suyu fincana alıp, içine üç kaşık kahve attı. Her sevişme ertesi olduğu gibi gene huzursuz hissediyordu kendini. Aslında sadece sevişmeleri takip eden saatlerde değil, günün her anı bitimsiz bir sıkıntı içinde kıvranıp duruyordu. Uzun zamandır süregelen ve gün geçtikçe de yok olması imkânsıza dönüşen bir durumdu bu. Bazen bir yumrukta dağıtıvermek istiyordu kendini. Eğer böyle bir şeyin mümkünü olsaydı ve insan kendi yumruğuyla yere serebilseydi kederini, bu yolu mutlaka denerdi Mihran. Oysa yeryüzündeki en zor şeydi bir insanın kendi kederiyle dövüşüp de onu nakavt edebilmesi. Aslında mutluluk denen kavram onun için hiçbir zaman önemli olmamıştı ama söz konusu huzur olunca işte o bambaşka bir meseleydi. Belki de huzur, bir insanın şu hayattaki ruh güvenliği demekti. Çünkü nereden geleceği belli olmayan bir mutluluğu bekleyerek gün be gün eksiliyordu insan. Hâlbuki basbayağı onsuz da devam edilebilirdi hayata. Ama huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu. Belki kalp yine her zamanki ritminde atmaya, böbrekler tüm hızıyla çalışmaya ve mide, yuttuğu her şeyi enzimleyerek parçalamaya devam ediyordu ama ruh, çalak bir soğuğa kesiyor ve yağmurun ısladığı bir zemin kadar kayganlaşarak üzerindeki hiçbir umudun kayıp düşmeden ayakta kalmasına müsaade etmiyordu. O vakit insan, freni boşalmış bir otomobil gibi ölümün kıyısına doğru hızla sürüklenmeye başlıyor, kendini yaşama bağlayan insani coşkusunu da bütünüyle kaybediyordu.
Böyle zamanlarda İskenderun’daki taş evin salonunu boydan boya kaplayan pencerelerin önündeki sedire uzanıp da başını annesinin dizlerine koyduğu vakit içine dolan o pamuksu huzuru delicesine özlüyordu Mihran. Her gece oyuncak bir ayıya sarılır gibi sarmaş dolaş uyurdu ruhundaki o tatlı huzur duygusuyla. Körfezden geçen gemilerin düdük sesleri, salonu dolduran eşyaların gece karanlığında oynaşan gölgeleri, camlı dolabın raflarında dizili duran seramik balerin bibloları, annesinin büyük bir özenle diktiği sümbülteber rengindeki minder kılıfları, büyükannesinin bakır kül tablasının yanına iliştirdiği tarot destesi, tavandaki lambanın bir türlü yanmayan ampulleri, salonun tam ortasına yerleştirilen masanın üzerindeki karanfil desenli lokumluk ve üstü çiçek motifleriyle süslü üçgen masa örtüsü ile duvarda asılı duran saatli maarif takvimi… Hızla geçip giden bir hayatın içinde fazlasıyla küçük ve önemsiz gibi görünen bütün bu detaylar Mihran için büyük bir huzur kaynağıydı. Her yemek sonrası büyükannesinin kavuniçi renkli yeleğinin cebinden çıkardığı bir avuç beyaz kişnişli nane şekeri bile dünyanın ne denli güzel ve yaşanmaya değer bir yer olduğunu hatırlatırdı ona. Şimdi kendini bu kadar huzursuz ve çaresiz hissederken, yıllardır aklına gelmeyen ve çoktan unuttuğunu zannettiği bütün bu ayrıntılar gözünün önünde birer birer canlanıyor, senelerdir içine hapsedildikleri hafıza odalarından yavaşça dışarı sızıyorlardı. Böyle zamanlarda kendini tıpkı yıllanmış bir antikacı gibi hissediyordu Mihran. Meğer fakında olmadan ne çok şey biriktirmişti hafızasında. Seneler bir kule misali gitgide yükseldikçe, belleğindeki antikacı dükkânının içi de hızla doluyordu sanki. Gördüğü, işittiği, hissettiği her şeyi biriktiriyordu orada. Yediği ilkyaz dondurmasının tadı, annesinin mezarına bıraktığı bir demet karanfilin acısı, ilkokul öğretmeni Topal Rüştü’nün kravatına iliştirdiği iğne, mutfakta kaynatılan ayva reçelinin iştah kabartan kokusu, karyolasının başında asılı duran meleklerin henüz açılmamış kanatları, ilk aşkın yarattığı o meşhur iç bulantısı, bir kadının üzerinde gördüğü ilk sutyen ve onun bir türlü açılmak bilmeyen kopçası… Hepsi ama hepsi eksiksiz bir biçimde oradaydılar işte, belleğindeki antikacı dükkânının içinde. Kimi zaman Mihran, içlerinden rastgele bir tanesini seçip gün yüzüne çıkarıyor ve onunla uzun uzun dertleşiyordu. Dile gelen tüm anılar, “Çok, çok uzun yıllar önce…” diye başlıyorlardı söze. Zaman içinde bu söz, Mihran’ın belleğindeki antikacı dükkânının da ismi hâline gelmiş ve hayali bir tabelanın üzerine kocaman harflerle işlemişti bu garip ama anlamlı ismi. “ÇOK, ÇOK UZUN YILLAR ÖNCE…”
Ne var ki geçmiş zamanın izlerinden sıyrılıp da şimdinin o boğuk atmosferine döndüğü vakit, kendini yine bitmek tükenmek bilmeyen bir huzursuzluğun içinde buluyordu. Zihnindeki her şeyin parça parça dağıldığını hissediyor ve şaşırtıcı bir biçimde her parçanın da kendi içinde hızla infilak ederek evvela yüreğinden zihnine doğru yükselen sabır ve sükût damarlarını tıkadığını fark ediyordu. Gün geçtikçe isminden, esmasından, özünden ve tıynetinden bir adım daha uzaklaşıyor ve ki içine girdiği bu yeni kalıpta sonsuza dek donup kalacağı hissine kapılıyordu. Bu denli gayesiz bir adam olmak da kimi zaman kanına dokunmuyor değildi ama huzurun olmadığı yerde insanı yaşama bağlayan tüm duygu ve arzular da anlamını yitiriyordu nihayetinde, yapacak bir şey yoktu. Mihran da nicedir taş kesmiş bir bez parçası gibi öylece kalakalmıştı işte. Yüreğine ektiği hiçbir tohum filiz vermiyor; can suyu, iyi ya da kötü hiçbir hissi yeşertmeye yetmiyordu. Öyle ki en fazla rıhtıma çarpan bir gemi gibi huzursuzluğunun kıyısına çakılıp kalıyor, bazen de yıllanmış bir iskele gibi kendi kendine gıcırdayıp acı içinde inliyordu. Öte yandan Mihran öyle sanıyordu ki ölüm, tam da buna benzer bir şeydi. Çünkü ölüm, dışarıdan değil içeriden geliyordu ve bazen de insan, ölümün huzurunda secde etmeye, bir uçurum kıyısını kendine kıble edinmeye razı gelecek kadar yaşamak hevesini yitiriyordu. Sanki hayat, lime lime edilmiş et ve ter kokan kirli bir pavyon perdesinin ardına gizleniyor ve insan, onun aslını göremedikçe ölüme daha da yaklaştığı hissine kapılıyordu. Belki de bu yüzden Mihran’a göre her şeyin başı huzurdu, çünkü huzur yoksa hayat da yoktu ve huzurun bittiği yerde şüphesiz ki yaşam da son buluyordu.
Dışarıdan gelip de bütün gün başını şişiren o iğrenç uğultular dindiğinde çaresizce sıcak kahvesine ve kitaplarına sığınıyor, hiç değilse huzursuzluğunu bu yolla biraz olsun hafifletebilmeyi umuyordu. Yine de bazen öyle anlar geliyordu ki hayatın o gündelik rutinini var gücüyle tekmeleyerek yere sermek ve kendini ait olduğu dünyadan tümüyle koparıp bambaşka bir insana dönüştürmek istiyordu. Tabii bu iş sandığı kadar kolay değildi. “Değişmek” ve “dönüşmek” sözcükleri birbirlerine eklenerek çoğalan, mana içre manalar çizerek büyüyen kadim birer yol arkadaşı gibiydiler. Durmak nedir bilmezlerdi. Sanki her daim dönmek üzere yaratılmış bir çıkrık kralının iki ezeli kölesi gibi durmaksızın hareket hâlindeydiler. Mükemmel bir işleyişleri ve fazla hassas bir nizamları vardı. Hâlbuki insan denen mahlûkat bunu yeterince iyi bilmez, değişmeyi ve dahi dönüşmeyi, işemek kadar kolay ve kendiliğinden oluveren basit bir eylem zannederdi. Mesela değişmek için evvela dönüşmek lazımdı. Anlamca birbirlerine fazlasıyla yakın olan bu iki sözcüğün arasında incecik bir çizgi vardı ve başka bir biçime bürünmek yahut bambaşka bir duruma tahavvül etmek için öncelikle var olan biçimi bütünüyle bozmak, süregelen tüm alışkanlıkları bir kalemde silip atmak gerekirdi. Çünkü değişmek için evvela dönüşmeye hazır olmak lazımdı.
Bir sigara yakıp, yasaklı kitaplar rafında yarı aralık duran Medar-ı Maişet Motoru’nu eline aldı. Nasıl ki bazı insanlar büyük bir ilgiyle saat, pipo, pul, eski para, kartpostal, madalya ve benzeri şeylerin koleksiyonunu yapıyorlarsa, Mihran da bir vakitler yasaklanmış ve daha sonradan her nasıl olduysa yeniden basıma girmesine müsaade verilmiş olan kitapların koleksiyonunu yapardı. Medar-ı Maişet Motoru da o kitaplardan bir tanesi ve belki de içlerinden en çok sevdiğiydi. Tuhaf bir aşkla bağlıydı bu kitaba. Kitabın kapağında yazan Birtakım İnsanlar adını katî suretle ağzına almaz, bu isimle yayınlanmış hiçbir baskıya elini dahi sürmezdi. Sanki Sait Faik’in Berber Kir Dimitro’suna ve o berber dükkânının kapısını aralayan Ali Rıza Bey’ine ayıp olacakmış gibi gelir, yazarın ilk basımda kullandığı isimden ötesini kabullenmek istemezdi, zira sonradan basılan tüm kopyaların Medar-ı Maişet Motoru’nun yalınkat bir özeti olduğuna inanırdı. Bir vakitlerin bu güzel yürekli avaresi, küfürbaz şairi, müflis taciri, bir türlü hamdolsun diyemeyen rantiyesi ve tüm balıkçıların daimi babası olan çakır gözlü yazar, Mihran için yakın bir ahbap, kadim bir dost gibiydi. Ne vakit keyfine bir rakı açacak olsa, o vakit Sait Faik’i de masasına davet eder, onunla içten içe koyu bir sohbete dalardı. Uzaktan bakıldığında fazlasıyla şizofrenik gibi görünebilen bu durum, Mihran için keyifli bir oyundan ibaretti özünde. Kimi zaman kendi sesinden konuşarak karşısındaki bu efham üstada hayat ve edebiyat hakkında çeşit çeşit sorular sorardı, kimi zaman da sesini kalınlaştırıp, yüzünü buruşturarak Sait Faik rolüne bürünür, karşısında oturan bu pek acemi ve meraklı gence bin bir türlü öğüt verirdi. “Para,” derdi mesela, gırtlaktan gelen kalın ve yaralı bir sesle. “Para, adamı ahlaksız ediyor azizim! Karnı doyunca insanın kötü huyları da meydana çıkıyor.” Kendi ağzından dökülen bu cümleleri gülümseyerek dinlerdi Mihran. Sonra başını yeniden hayali üstattan tarafa çevirir, rakı kadehini havaya kaldırarak sorardı, “Pekâlâ üstat, şu çirkin görünüşüm hakkında ne düşünüyorsun bakalım? Görüyorsun ya, Tanrı’nın yarattığı en çirkin mahlûklardan biriyim, aynalardan nefret ediyorum. Ne ruhum bedenime yakışıyor, ne de bedenim ruhuma uyum sağlayabiliyor. Var mıdır sence bunun bir hâl çaresi?” Soruyu sorduktan sonra bir müddet susar, ardından da içindeki Mihran’ı bir kenara bırakarak rakısından koca bir yudum alır ve hızla Sait Faik rolüne zıplardı. “Hem ben çirkin miyim sevgilim!” diye haykırırdı aynı kalın ve yaralı sesle. “Ben de insanoğluyum. Bu, senin beni bir sevmene bakar. Bak o zaman nasıl düzeliyor burnum, gözlerim mahmurlaşıyor, küt parmaklarım incelip sanatkâr parmağı oluyor, dişlerim incileşiyor…”
Her daim sahici ve güvenilir bir dosttu Sait Faik. Onun dostluğu Mihran’ın tepeleme bir yalnızlıkla doldurduğu dünyasının içinde bir nefes, bir dem huzur demekti. Mihran “Şiir,” derdi, Sait Faik ise “Şiir olmayan yerde insan sevgisi de olmaz azizim. Şiir, insanı insana yaklaştıran şeydir, aman ha unutmayasın bunu!” diye sıkı sıkıya tembihlerdi. Mihran “Peki ya sevmek?” diye sorardı, Sait Faik “Sevmek ciddi bir meseledir mirim. Çünkü bir insanı sevmekle başlar her şey,” diye yanıt verirdi. O vakit, “İnsan?” derdi Mihran, bunu söylerken gözlerini öfkeyle kısar, dudaklarını sıkıntıyla dişlerdi. Sait Faik ise karşısındaki gencin sözlerine vuran toyluğuna vakur bir tebessümle karşılık verir, elini onun çelimsiz omzuna atarak “İnsan,” diye mırıldanırdı. “İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok ki… Her şey onun sayesinde, onunla güzel. Bu dakikada, bugünün güzelliği, gökte ay, uzakta güneşin bir billûr bahçe gibi pırıltısı hiçbir şey değil. Bütün bunlar içinde insan olmadan tıpkı kötü birer resim gibi…”
Medar-ı Maişet Motoru’nu raftaki yerine geri bırakıp, kendine bir fincan kahve daha hazırladı. Çalışma masasının üzerine saçılmış kâğıt tomarlarının yanına gelince içlerinden rastgele bir sayfa çekip çıkardı. Gözyaşının İntiharı diye not düşmüştü elindeki sayfanın sol üst köşesine. İki yıldır gece gündüz üzerinde çalıştığı bu kitabın her bölümünde bir başka şairin intiharını anlatıyor, her bölümün sonunda kafasını duvara vurarak kendini öldürmeye çalışan tutsak bir balina gibi ruhunun acı içinde kıvrandığını hissediyordu. Bir insanın intiharını yazmak kolay iş değildi ama Mihran, çektiği acıya rağmen gene de bu intihar meselesini hiç değilse yazarak tecrübe ediyor olmaktan tuhaf bir haz duyuyordu. Bir insanın kendini öldürmek istemesi acaba sahiden de içten gelen bir dürtüden mi ibaretti, yoksa daha matematiksel bir hesabın sonucunda varılan bir hakikatin iradesinde gelişen bir düşünce miydi? Sebebini bir türlü kestiremiyor ve her iki olasılık üzerinde de gidip gidip geliyordu. Kimi zaman intiharın, anneden kıza ya da babadan oğula devreden bir aile yadigârı olduğunu düşünürdü. Kendi canına başarıyla kıymaktan takdirnâmeli olan anne ve babaların çocukları da bu kötü geleneği ısrarla sürdürmek isterdi bazen. Bu gibi hikâyelerle pek çok kitapta rastlaşmıştı. İntiharın da tıpkı zümrüt bir yüzük, antika bir saat, altın bir vazo misali kuşaktan kuşağa aktarılabilen bir miras olduğunu okumuş hatta işitmişti. Demek ki ölüm, bazı insanları dev bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu ve intihar da sanki özü bozuk bir kromozom, kusurlu bir gen ve kalıtsal bir hastalık sonucu ortaya çıkan alışıldık bir aksilik gibi devam edip gidiyordu nesilden nesile, aynı ailenin içinde, aynı soyun fertlerini yiye yiye.
Gözyaşının İntiharı adını verdiği bu bölümde, 1930 yılında intihar eden ve bir dönem şiirleriyle Lenin’in bile dikkatini çekebilmiş devrimci şair Vladimiroviç Mayakovski’nin ölümünü kaleme almıştı ve yazması gereken üç bölüm daha vardı şimdi. Son noktayı koyup da romanını yayınevine götürdüğü vakit yine aynı ret cevabıyla karşılaşacağını sezinliyor, ama gene de inatla yazmaya devam ediyordu. Çünkü yazarken duyduğu mutluluğu başka hiçbir şeyde bulamayacağını biliyor ve o mutluluğa sıkı sıkıya asılmak istiyordu. “Seni yazı yazarken izliyorum genç adam!” demişti bir gün yakın dostu Sait Faik. “Yazarken sen, ölesiye yalnız ama ölesiye mesut bir adam oluyorsun.” Sahiden de öyleydi. Çalışma masasının başına oturup da kalemi eline aldığı vakit yalnız ama bir o kadar da bahtiyar bir adama dönüştüğüne emindi Mihran. Eğer ki her daim yazı yazarken dönüştüğü bu adamın bahtiyarlığını muhafaza etmeyi becerebilseydi, kim bilir belki de zamanla o adamın ta kendisine dönüşebilir, hayatın her anında yalnız fakat yine de mesut bir insan olarak kalabilir ve hatta ruhunu zapt eden huzursuzluk döngüsünü bile tümüyle kırmayı başarabilirdi.
Elindeki sayfayı masanın üzerine bıraktı ve pencerenin önüne gidip alnını soğuk cama yasladı. Bir süre öylece durup dışarıda yağan kara baktı. Kaldırıma yanaşan bir çöp kamyonu ile ağır ağır boşaltılan gri çöp bidonunu dalgın bakışlarla seyretti. Ardından banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynada gördüğü kara kuru tıraşsız yüz hoşuna gitmedi. Akşamdan kalma bol briyantinli saçlarını düzeltip biraz daha briyantinledi. Yeniden salona döndüğünde etrafa saçılan boş içki şişelerini toparlamaya koyuldu önce. Kırılan bir çay bardağının parçalarını ağzına kadar dolu olan çöp poşetine tıkıştırdı. Bir bez bulup ıslattı, muşambadaki kahve lekelerini temizledi. Demliğe su doldurup içine üç kaşık çay attı, ocağın altını yakıp bıraktı. Dolabın içinden bir parça kesmük peyniri ile yağı donmuş bir zeytin kavanozu çıkardı. Bir gün öncesinden kalan yarım ekmeği dilimleyip, hafif hafif yanan sobanın üzerinde bir güzel kızarttı. Mutfak tezgâhının altında duran kayısı reçelini küçük bir kâsenin içine döktü. Çay, demini iyice alınca ocağın altını kapayıp, hazırladığı kahvaltı tepsisini masanın üzerine koydu. Işığı söndürüp, paltosunu sırtına geçirdi ve sigara paketini iç cebine atıp usulca evden dışarı çıktı. Kalın tabanlı hantal botlarından çıkan ses, merdiven boşluğunda gürültüyle yankılandı. Aşağı indiğinde saat yediye geliyordu, meydandaki saat kulesinin altında bekleyen kasketleri buz tutmuş ihtiyar simitçiler ile minibüs durağını tıka basa dolduran, uykusuz, yorgun ve bıkkın insan kalabalığını gördü evvela. Omuzlarını kısıp, iç cebinde duran sigara paketine uzandı, bir sigara yaktı ve ardından ağır adımlarla sahile doğru yürümeye başladı.
“Güzel bir kadındı sol yanımda uyuyan. Ona bakarken bir an yüreğimin acıdan titrediğini hissettim. Gözkapaklarının ardında masmavi bir deniz ve saçlarında buğday başakları dalgalanıyordu. Dudaklarında yıldızlar uçuşuyor, bacak arasında sümbüller bitiyor ve sanki uzun, kemikli elleri üzerinde türküler söyleşiyordu. Ne var ki yatağımda uyuyan bu kadın da “o” değildi, yani onun güzelliği de içimde bir aşk doğurmaya yetmedi. Çünkü güzelliği ebedi değil, bitimliydi. Kim bilir belki de yalnızca birkaç gece ile kolayca tüketilebilir cinstendi. Gözaltlarımdaki çukurları doldurmuyor, mor halkalarımı mor çiçeklere dönüştürmüyor ve yaralarımı alıp, ruhumu ılık bir bahar sabahına götürmeye yetmiyordu. En fenası da o boyalı yüzü bana hiçbir hikâye anlatmıyordu. Uzun, siyah ağızlığına yerleştirdiği sigarasını şehvetle tüttürürken tıpkı bir film artistine benziyordu. Yüzünün yarısı ucuz bir fahişeyi andırırken, diğer yarısı şık bir Fransız danteli gibi asaletle ışıldıyordu. Neşeli bir gülüşü vardı, küçük bir kız çocuğu gibi sevinçle gülümsüyordu. Ne var ki eksik bir kadındı o. Eksikti çünkü daha evvel yürüdüğü yollar silinmiş gibi, eteğinin ucu kaderin hiçbir dönemecine takılmamış gibi, o güzelim topukları hiçbir dikene basmamış gibi, pürüzsüz dizleri hiçbir çocuk oyununda kanamamış gibi ve hüzün nedir hiç görmemiş gibi bakıyordu. Besbelli onun da aşktan hiç mi hiç haberi yoktu ve öptüğü yerde şiirler biteceğine sözcükler temelli susuyor; insan, ölüme biraz daha yaklaştığı hissine kapılıyordu.”
Sahile inince, vapurların kalktığı iskelenin yanı başındaki köhne bir balıkçı kahvesine girip oturdu. Titrek bir mum alevinden havaya yayılan bulanık bir is gibi dumanlıydı içerisi. Tam karşısındaki masada kalın kaşlı, kalın bıyıklı üç adam oturuyordu; bir tanesi vardiyasını tamamlamış akşamcı bir bekçi, diğer ikisi de balıktan henüz dönmüş iki ihtiyardı. Ellerinde sigaralar; memleketin hâlinden, boğazda azalan balık cinslerinden, cam işçilerinin yaptığı eylemden, Türkiye İşçi Partisi’nin hareketlerinden, ülkedeki yassı çelik endüstrisinin yokluğundan ve süregelen olaylardan sıkıntıyla söz ediyorlardı. Arada birkaç yudum çay içiyor, her yudumda çayın tadının bile hepten bozulduğunu söylüyor, nerede o eski çaylar diye ah vah ediyorlardı. Mihran, parlak yüzlü, uzun kirpikli çırağa demli bir çay ile yanında da bir dilim limon getirmesini söyledi. Burnuna fırından yeni çıkmış sıcacık bir somun ekmeği kokusu çalındı, önündeki masada duvar dibinde çay ocağının sahibi iştahla kahvaltısını ediyor, ekmeğin üzerine sürdüğü kaymağı keyifle yalıyordu. Kahvenin radyosunda günün ilk ajans haberleri okunuyor, günlerdir durmak bilmeyen karın hafta boyunca aynı şiddetle yağmaya devam edeceği duyuruluyordu.
“Duydun mu Tahsin Reis?” diye söylendi gece bekçisi, üzerinde biri küçük, üçgenimsi ve diğeri büyük, dairemsi iki yüzük bulunan tombul parmaklarını tam karşısında oturan çakır gözlü balıkçıya doğru sallayarak. “Soğuklar devam edecekmiş, besbelli sizin balıkların kulağına daha çok kar suyu kaçacak bu ara.”
“Öyle olacak herhal be Muhsin, amma bizim kerataların işi belli olmaz. Geçen yıl da kış böyle sert geçtiydi de yem bulamayan balıklar kendiliğinden kıyıya geldiydi. Az mı mırmır ile kefal tuttuk? Çarşı pazar ağzına kadar balık dolduydu. İskelelerin altı midye kaplı oldukça kurtu da hamuru da sürüylen gelir, dertlenmek için erken daha. Hem şu göğün işine akıl sır erer mi? Bugün dolu yağdırır, beriki gün bakmışsın kıçından sicim sicim ter akıtır. Belli olmaz bu işler.”
“Doğru dersin Tahsin Reis. Zaten bu soğuklar da yaramaz bizim millete, eskisi gibi değil artık. Yakacak odun bulmak bile zorlaştı şu zamanda. Bu yeni hükümet de bir halta yaramadı baksana, zam üstüne zam bindirdi gene namussuzlar. Denizde balık olsa neye yarar, halkın cebinde üç kuruş olmadıktan sonra…”
“Ulan adam olmaz bu memleket!” diye öfkeyle çıkıştı çakır gözlü balıkçının yanındaki adam. Yağmurluğunun yakasını sıkıntıyla çekiştirip, iri kemikli burnunu ovaladı. Balıkçı motorunun küpeştesinde sabahlamaktan yorgun düşmüş bir hâli vardı. Gözleri kanlanmış, gözaltları çürük yumurta rengine dönmüştü. Başını çevirip, ocağın arkasında bardakları parlatan çırağa doğru seslendi, “Oğlum Memo, getir üç çay daha!”
Parlak yüzlü, zayıf çırak aceleyle üç çay kapıp getirdi, boşalan bardakları topladı. Tahsin Reis konuyu değiştirmek istercesine gerindi, eksilmiş dişlerini boylu boyunca açığa çıkaran bir tebessümle elini masaya vurdu. “Ulan,” dedi. “Şimdi bir konyak olacaktı asıl, yanında da en tazesinden bademşekeri…”
“Konyak yok ama yak bir cigara daha Tahsin Reis,” dedi kalın kaşlı gece bekçisi, elindeki Samsun paketini balıkçıya doğru uzatırken.
Tam o anda dışarıda sert bir rüzgâr esti, kahvenin kapısını örten cılız, naylon perde hınçla havalandı. Mihran, kendine demli bir çay ile yanında da bir dilim limon daha söyleyip, az evvelki rüzgârın şiddetiyle sönen sigarasının ucunu yeniden ateşledi. Elini paltosunun cebine sokup yokladı. Her daim yanında bir parça kâğıt ile ucu açılmış bir kurşunkalem taşımayı âdet edinmişti. Ne de olsa ne vakit, nerede geleceği belli olmayan bir şeydi ilham. Hazırlıklı olmak lazımdı. Mihran, oldum olası ona “İlhan Dayı” derdi. Tekinsiz, patavatsız ve narsist adamın tekiydi şu İlhan Dayı. Kadın erkek, genç yaşlı herkesin onun için deli olduğunu bilir, bu yüzden de kendini pek ağırdan satardı. Özellikle şairler, yazarlar, bestekârlar ve ressamlar yana yakıla onun ismini haykırırken İlhan Dayı, gökyüzündeki kıraathanesinde tavla oynar, zar atar, limonlu çayını höpürdeterek içer ve uzun bir müddet kendisine seslenenleri hiç duymamış gibi yapardı. Nihayet oyunu bitip de midesi çaya doyduğunda yerinden kalkarak ağır adımlarla yeryüzüne inip o gün için misafir olacağı gönülleri bir bir seçmeye koyulurdu. Çünkü İlhan Dayı oldum olası zihinlere değil, yüreklere fısıldayan bir adamdı. Ona göre insan ancak yüreğiyle yaratabilen bir varlıktı. Bu sebeptendir ki İlhan Dayı, vasıl olacağı yürekleri büyük bir dikkatle seçer, her şeyden önce onların kendisini hak edip etmediğine bakardı. Çıkarcı ve paragöz olan insanoğullarından nefret ederdi mesela. Bu tip insanların gönül kapısının önünden dahi geçmez, tüm seslenişlerini duymazdan gelirdi. Zira onların yaratma ve üretme çabası da beyhude bir çırpınıştan öteye geçemezdi; çünkü sanat denilen şey, para ve çıkarların söz konusu olduğu yerde solup kurumaya mahkûm edilmişti.
Mihran da İlhan Dayı’nın tekinsizliğine, patavatsızlığına ve narsistliğine rağmen yine de içten içe ona ihtiyaç duyan âdemoğullarından biriydi. Bir roman yahut şiir yazmak demek, zaman zaman İlhan Dayı’yı gökyüzündeki kıraathanesinden yeryüzüne indirip gönül evinde misafir olmaya ve karşılıklı oturup iki lafın belini kırmaya ikna etmek demekti. Ve ne yazık ki bu olası sohbetin belirgin bir vakti zamanı da yoktu. Her an her yerde olabilirdi. Bu sebepten Mihran da her daim yanında bir parça kâğıt ile ucu açılmış bir kurşunkalem taşımayı âdet edinmişti. Hani olur da İlhan Dayı şöyle bir uğrayıvermek isterse, onun ağzından dökülecek olan her şeyi dikkatle not almak, mutlaka gözle görülür bir yere kaydetmek isterdi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ece-irem-dinc/fulful-buyusu-69403360/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Y’puli: Rumca’da yavru kuş, sevgili manasına gelen bir sözcük.