Entelektüelin kutsal kitabı – biyografiler

Entelektüelin kutsal kitabı – biyografiler
David S. Kidder
Zihninizi Canlandırın, Eğitiminizi Tamamlayın ve Dünyanın En Büyük İnsanlarıyla Tanışın

Yedi farklı alandan, her güne yeni bir kişi!
Tarih boyunca sıradışı kişiler dünyanın gidişatını belirlemiş ve değiştirmiştir. İmparatorlukların yükselişi ve düşüşü, dinlerin doğuşu ve gelişimi, sanatsal dehanın dışavurumu, bilimsel keşifler… Serinin ikinci kitabında, dünyanın en hayranlık uyandırıcı insanlarına ait kısa biyografiler bir araya getirilmiştir.

Pazartesi günü Sezar’ın Ege Denizi’nde korsanlar tarafından kaçırıldığını, çarşamba günü tarihteki ilk doktorun Hipokrat’tan 2000 bin yıl önce yaşamış Mısırlı İmhotep olduğunu, pazar günü asıl adı Siddharta Gautama olan Buda’nın, bir kralın oğlu olarak dünyaya geldiğini göreceksiniz.

Entelektüelin Kutsal Kitabı – Biyografiler size dünya üzerinde kalıcı bir iz bırakmış 365 insanı tanıma fırsatı veriyor.

David S. Kidder, Noah D. Oppenheim
Entelektüelin Kutsal Kitabı Biyografiler

Dahiyane katkıları ve bize olan inançları ile bu serinin hazırlanmasını mümkün kılan Leigh Haber ve Joy Tutela’ya


Yayıncı notu
İçeriğinden dolayı serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, bu kitabın da orijinal baskısında ciddi bir özen gösterildiğinin farkındaydık. Üzerimize aldığımız sorumluluğun bilincinde olarak, eserin Türkçe baskısını emin ellere bırakmak istedik. Bu nedenle kitabı konunun uzmanı akademisyen arkadaşlara teslim ettik. Elinizdeki kitabı, çok uzun ve zahmetli bir hazırlık aşamasından sonra beğeninize sunuyoruz.
Çok önemli bazı şahsiyetlerin Biyografiler’in sayfalarında yer almadığını fark edeceksiniz. Bunun nedeni yazarın bu isimlere serinin ilk kitabı olan Entelektüelin Kutsal Kitabı’nda yer vermiş olması. Örneğin Mao, Nelson Mandela, Hitler, Martin Luther King ve Dostoyevski gibi kişileri ya içinde yer aldıkları olaylar ya da yaşam hikayeleriyle serinin ilk kitabında bulabilirsiniz.
Hazırlıklarına devam ettiğimiz serinin üçüncü kitabı Modern Kültür ile birlikte her üç kitap da umarız amacına ulaşan birer kaynak kitap olur ve kütüphanenizdeki hak ettiği yeri alır.

Giriş
Entelektüelin Kutsal Kitabı serisi ile okuyucularımız için anlaşılır ve eğlenceli bir bilgi kaynağı oluşturmayı amaçladık. Elinizdeki ciltte dünyanın en hayranlık uyandırıcı insanlarına ait kısa biyografiler bir araya getirilmiştir.
Serinin bu bölümünü biyografilere ayırmamızın son derece haklı gerekçeleri var. Tarih boyunca sıradışı kişiler dünyanın gidişatını belirlemiş ve değiştirmiştir. İmparatorlukların yükselişi ve düşüşü, dinlerin doğuşu ve gelişimi, sanatsal dehanın dışavurumu, bilimsel keşifler… Tüm bunları mümkün kılan en önemli unsur istisnai bireylerin katkılarıdır. Peki, bu insanları başkalarından ayıran şey ne? Bu sorunun yanıtını elinizdeki kitapta bulacaksınız. Serimizin bu bölümünde dünyaya damgasını vuran insanların büyüleyici hayat öyküleri yer alıyor.
Kitaptaki 365 biyografi aşağıdaki kategorilere göre sınıflandırıldı:
Liderler
Kitleleri harekete geçiren karizmatik kişiler
Filozoflar
Dünyaya farklı açılardan bakan ve diğer insanların önünde yeni ufuklar açan düşünce adamları
Yenilikçiler
İnsanlık tarihinde yaşanmış en büyük ilerlemelerin arkasındaki beyinler
Savaşçılar ve Zalimler
Çağdaşları veya tarih tarafından mahkum edilen insanlar
Yazarlar ve Sanatçılar
İnsan düşüncesinin sınırlarını yıkan yaratıcı ruhlar
Asiler ve Reformcular
Mevcut düzeni daha iyi veya daha kötü yönde değiştiren putkırıcılar
Din Adamı ve Peygamberler
Yüce güçleri anlamamıza imkan veren ruhani kişilikler

Khufu
Antik Mısır firavunu Khufu (MÖ 2609-2566) mezarının, kendi büyüklüğünü yansıtan devasa bir anıt olmasını istiyordu. Çöldeki büyük piramit sadece ölüm sonrası yolculuğu sırasında ruhunun korunmasını sağlamayacak, aynı zamanda insanlığın yirmi üç yıllık hükümranlığını hiç unutmamasını da mümkün kılacaktı.
Gerçekten de öyle oldu. Khufu’nun ismi daima Giza’nın Büyük Piramit’i ile birlikte anıldı. Piramidin inşası için büyük bir işçi ordusunun neredeyse firavunun ömrü boyunca çalışması gerekmişti. Antik dünyanın yedi harikasından biri olan piramit, inşası bittiği zaman dünyanın insan elinden çıkmış en yüksek yapısıydı –ve sonraki 3000 yıl boyunca da öyle kalacaktı.


Piramitlere olan tutkusu dışında Khufu hakkında pek az şey bilinmektedir. Kral Sinefru’nun oğlu ve Antik Mısır’ın dördüncü hanedanının ikinci üyesiydi. Sinefru’nun ölümünün ardından henüz yirmili yaşlarındayken firavun oldu. Nübya,
Güney Mısır ve batıda da Libya’ya olmak üzere çeşitli seferler düzenlediği tahmin edilmektedir.
Antik Mısırlıların ölümden sonraki hayata ilişkin inançlarının piramitlerin inşası üzerinde önemli bir etkisi olduğuna inanılmaktadır. Antik Mısırlılar firavunların yaşayan tanrılar olduğuna inanıyordu. Firavunların öldükten sonra cennete gidebilmesi ise ancak piramitler sayesinde mümkün oluyordu.
Khufu’nun büyük piramidi, Giza’da inşa edilmiş ilk ve en büyük yapıdır. Firavun ayrıca eşleri ve akrabaları için daha küçük başka anıtlar da inşa ettirmişti. Benzer bir şekilde Khufu’nun kendisinden sonra gelen iki halefi de bu bölgede kendi piramitlerini inşa ettirmiştir. Piramitlerin inşasında kullanılan kireç taşlarının önemli bir bölümü çevre bölgelerden çıkarılmış ve Nil Nehri üzerinde sallarla taşınmıştır. Daha sonra üç tonluk bloklar halinde inşaat alanına kadar devasa bir rampanın üzerinde sürüklenmişlerdir. Piramit yapımında kullanılan diğer malzemeler ise Lübnan gibi uzak bölgelerden getirilmiştir.
Ellili yaşlardaki ölümünün ardından Khufu mumyalandı ve piramidin içindeki derin bir mezara gömüldü. Her ne kadar piramidin taştan olan dış yüzeyi ve dış kısımları bin yıl içerisinde yağmalanmış olsa da, Büyük Piramit firavunun da istediği gibi büyük ölçüde hasar görmeden günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.
Ek Bilgiler
1- Büyük Piramit’in inşasında yaklaşık 2.3 milyon kireçtaşı kullanılmıştır. Bazılarının ağırlığı on beş tona kadar ulaşabilmektedir. Piramidin toplamda 6 milyon ton ağırlığında olduğu tahmin edilmektedir.
2- Khufu’nun tam adı “Khnum, beni koru” anlamına gelen “Khnum-Khufwy”dur. Khnum Antik Mısır’ın Nil tanrısıydı. Nil Nehri, Antik Mısır tarımı ve ticareti için hayati önem taşıyordu.
3- Büyük Sfenks, Büyük Piramit’in yanı başında durmaktadır. Aslan-insan karışımı bir yaratığı temsil eden heykelin, Khufu’nun oğlu olan Firavun Kefren (MÖ 2558-2532) tarafından inşa ettirildiği düşünülmektedir.

Nil Nehri Havzası’nda, bugünkü sınırlarla Mısır’ın güneyini ve Sudan’ın kuzeyini kapsayan bölge. (ç.n.)

Miletli Thales
MÖ 585 yılında Yunan şehri Milet’le (Miletos) yaşayan bir filozof bir iddia ortaya attı. Buna göre o yılın 28 Mayısı’nda tam güneş tutulması yaşanacaktı.


Astronomik gözlemlere dayanılarak yapılan böylesi tahminler antik dünya için duyulmamış bir şeydi. Yunan dünyasındaki pek az insan tutulmalar gibi göksel olayların önceden tahmin edilebileceğine inanıyordu. İnsanların çoğu kendilerini her şeye kadir tanrıların kollarına bırakmıştı. Tüm bunlara rağmen Miletli bilgin Thales (MÖ 620-546) insan bilgisinin doğa olaylarının anlaşılmasını mümkün kılabileceği yönündeki iddiasında ısrarcı oldu.
Tam da Thales’in söylediği tarihte, bugün Türkiye sınırları içerisinde kalan bir bölge karanlığa gömüldü. Tutulma Miletlileri korkutmuş, Thales’i ise haklı çıkarmıştı. Bu olay Batı bilim tarihinin miladı olarak kabul edildi.
Thales’ten önce, pek çok Yunanlı için din ve doğa birbirinden ayrı düşünülemezdi. İnsanlar deprem ve tutulma gibi olayların, kızgın tanrılar insanlığa bir mesaj gönderdiğinde yaşandığına inanıyordu. Yunan mitolojisi doğrudan doğruya doğa olaylarına müdahale eden tanrılarla ilgili hikayelerle doluydu.
Bir tutulma olayını önceden tahmin eden Thales, Yunanlıların doğayı ve dünyayı anlama ve bilgiye değer verme şeklini değiştirmiş oldu. Felsefe kelimesini de bir kavram olarak ilk o kullandı. Yunanca bilgi aşkı anlamına gelen felsefe, Thales’e göre olayların ardındaki nedenleri araştırarak dünyayı anlamaya çalışanlar tarafından yapılan düşünsel eylemdi.
Thales bir tüccar ve zeytinyağı üreticisiydi. Sık sık Yakın Doğu’ya ve Milet’le ticari ilişkileri bulunan Mısır’a gidiyordu. Büyük ihtimalle Babil’e de gitmiş ve burada tutulmayı önceden tahmin etmesini mümkün kılan Babil Astronomisi’ni öğrenmişti.
Milet’e döndüğü zaman Thales bir felsefe okulu kurdu. Bu okul aralarında Anaximander (MÖ 610-546) ve Anaximenes’in de (MÖ 585-525) bulunduğu pek çok önemli düşünürü yetiştirecekti. Bilimsel ve felsefi çalışmalarına ek olarak Thales krallara askeri danışmanlık da yapmıştır. Komşusu Lidya Persler’e yenildikten sonra Milet’in bağımsızlığını koruyabilmiş olmasında Thales’in önerileri büyük rol oynamıştı.
Hemen hemen 60 yaşlarındayken beklenmedik bir şekilde öldü. Söylendiğine göre bir jimnastik gösterisini izlerken bir anda hayatını kaybetmiştir.
Ek Bilgiler
1- Thales dünyanın sudan yapıldığını ve maddenin tüm biçimlerinin sudan kaynaklandığına inanıyordu.
2- Antik Miletos kazı alanı günümüzde Türkiye sınırları içerisinde yer almakta ve Milet adıyla anılmaktadır.
3- Bir rivayete göre Thales Mısır’a geometri öğrenmek için gider. Gölgelerinin uzunluğundan yola çıkarak piramitlerin yüksekliğini doğru hesaplaması ev sahiplerinin hayranlığını kazanmasını sağlayacaktır.

İmhotep
Pek çok tıp tarihinde Yunanlı doktor Hipokrat (MÖ 460-375) tıbbın babası olarak anılır. Ne var ki onun doğumundan 2000 yıl önce Mısırlı bir mimar ve rahip olan İmhotep, veremden diş ağrısı ve kireçlenmeye kadar pek çok hastalık için tedaviler geliştirmiştir.
Gerçekten de MÖ 2650 yıllarında Mısır’da yaşayan İmhotep tarihin ilk doktoru olarak kabul edilmektedir. Firavun Djoser’in üst düzey bir yetkilisi olan İmhotep yüzlerce hastalığı kayıt altına almıştı. Ölümünden binlerce yıl sonra bile tanrılar kadar saygı gören usta bir şifacıydı.


Aynı zamanda firavunun mimarı olarak ilk Mısır piramidini de o tasarlayıp inşa etmiştir. Yaklaşık 61 metre uzunluğundaki bu basamaklı yapı Djoser’in mezarıydı. O zamana kadar yapılmış en büyük yapılardan biri olan “Basamaklı Piramit” bugün Kahire’nin güneyinde yer almaktadır.
Halktan biri olarak dünyaya gelen İmhotep, Heliopolis’teki tapınakta yüksek rahip oldu. Burası Mısır’ın dini başkenti olarak kabul ediliyordu. İmhotep burada daha sonra firavunun veziri ve en güçlü danışmanı konumuna gelecekti.
İmhotep’in papirüslere yazıldığı düşünülen tıbbi tedavileri, tıbbi şifacılık tekniklerini hurafelerden ayırmaya dönük ilk girişim olarak kabul edilmektedir. Bunlar İmhotep’in ölümünden sonra çoğaltılarak nesilden nesile aktarılmıştır. İmhotep yüzlerce farklı hastalık için tedaviler geliştirmişti. Antik Mısırlılar yaraların balla tedavi edilebileceğine, kerevizin romatizmayı azaltacağına ve sarısabır ağacının cilde iyi geldiğine inanırlardı. İmhotep’in geliştirdiği tedavi yöntemlerinin bazıları modern araştırmacılar tarafından da onaylanmıştır. Akasyanın soğuk algınlığı belirtilerini azaltması İmhotep’in modern tıp tarafından onaylanan tedavi yöntemlerinden birisidir.
Ölümünden sonraki yüzyıllarda iyileştirici gücü dolayısıyla İmhotep’e tapılmaya başlanmış, MÖ 525 yılında Antik Mısır tapınağında resmen Tanrı kabul edilmiştir.
Ek Bilgiler
1- 1932 yapımı korku filmi The Mummy’e (Mumya) ilham kaynağı olan İmhotep, film sayesinde ününe ün katmıştır. Kaybettiği aşkı için yeniden hayata dönen İm-ho-tep karakterini Boris Karloff’un (1887-1969) canlandırdığı film, 1999 yılında yeniden çevrilmiştir. Filmin yeni versiyonunda İmhotep Arnold Vosloo (1962- ) tarafından canlandırılmıştır.
2- İmhotep ismi Antik Mısır dilinde “Barışla Gelen” anlamına gelmektedir.
3- İmhotep’in tasarladığı “Basamaklı Piramit” Giza’daki meşhur Büyük Piramit’e model teşkil etmiştir. Firavun Khufu’nun (MÖ 2609-2556) mezarı olarak yüz yıl sonra inşa edilen Büyük Piramit yaklaşık 4000 yıl boyunca insanlar tarafından inşa edilen en uzun yapı unvanını korumayı başarmıştır. Ancak Orta Çağ’da inşa edilen Avrupa katedralleri Büyük Piramit’i aşmayı başarabilmişlerdir.

Amenpanufer
Cüretkar bir hırsız olan Amenpanufer, MÖ 1111 yılında Mısır firavunlarının mezarlarını yağmalarken suç üstü yakalanmıştı. Mezar soygunculuğu Antik Mısır’da ciddi bir suç olarak kabul ediliyordu. Amenpanufer’in yakalanışı, işkenceyle sorgulanması ve suçunu itiraf etmesi insanlık tarihinin kayıt altına alınan ilk davaları arasında yer almıştır. Yargılama sürecinde yaşananlar tarihçiler tarafından Mısır devletinin zayıflamasının önemli bir göstergesi olarak kabul edilmektedir. Öyle ki bu devlet artık kralların mezarlarını bile koruyamamaktadır.
Mahkeme kayıtlarına göre Amenpanufer Teb yakınlarındaki taş ocaklarında çalışan bir işçiydi. Çetesinde yer alan yedi suç ortağı ile birlikte pek çok Mısır firavununun gömülü olduğu Krallar Vadisi’nde yer alan mezarlara gizlice girmiş ve hanedan üyelerinin mumyalarıyla birlikte gömülmüş olan altın ve mücevherleri çalmışlardı.
Mezarları yağmalamak çok büyük bir suç olsa da, bu suçu işleyenler sadece Amenpanufer ve çetesi değildi. Krallar Vadisi’nde çalışan pek çok sanatçı ve zanaatkar bir şekilde hırsızlığa bulaşmıştı. Özellikle 9. Ramses, çalışanların maaşlarını ödeyemeyince hırsızlık çok büyük bir yaygınlığa ulaşmıştı. Nitekim Amenpanufer mezar soygunculuğunu tutuklanmadan yıllar önce bir “alışkanlık” haline getirdiğini itiraf etmişti.
Anlaşılan dönemin otoritelerinin büyük bölümü meselenin gerçek boyutları ile yüzleşmek istemiyordu. Yargılanması sırasında Amenpanufer daha önce de iş üzerindeyken yakalandığını ama kendisini serbest bırakması için yerel bir memura rüşvet verdiğini itiraf etmişti. Ünlü yağmacının yakalanması ancak mezar soygunculuğunu araştırmak için firavun tarafından bir kraliyet komisyonu kurulduktan sonra mümkün olabilmişti.
Amenpanufer 500 yıl önce hüküm sürmüş olan Kral 2. Sobekemsaf’a ait mezarı yağmaladığını kabul etmişti. İtirafı öncesinde işkence görmüş ve sonrasında suçu nasıl işlediğini bütün ayrıntıları ile anlatmıştı. Papirüslere yazılmış olan yargılama kayıtlarına ancak 19. yy’da ulaşılabildi.
Hikayenin bundan sonrasında Amenpanufer’in başına nelerin geldiği tam olarak bilinmemektedir. Mısırlılılar mezar soygunculuğunu tanrılara karşı işlenen bir suç olarak görüyorlardı. Bu nedenle suçlulara verilen cezalar da genel olarak son derece ağırdı. Amenpanufer’in başına her ne gelmiş olursa olsun bunun son derece korkunç olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Nitekim bu olaydan otuz yıl kadar sonra mezar soygunculuğu ile suçlanan bir adam şöyle demiştir: “Hırsızların başına neler geldiğini ve çektikleri acıları gördüm. Böyle bir şeye tanıklık ettikten sonra benzer bir ölümü nasıl göze alabilirim?”
Ek Bilgiler
1- Amenpanufer’i cezalandıran firavun 9. Ramses’in mezarı da soyulmuştur. Mumyası ise 1881 yılında dokunulmamış olarak bulunmuştur. Mumya şu anda Kahire Müzesi’nde koruma altında tutulmaktadır.
2- Sonunda mezar soygunculuğu o kadar yaygınlaştı ki Mısırlı yöneticiler Teb’in etrafındaki yüzlerce mezar alanını korumaya çalışmaktan vazgeçtiler. Bunun yerine mumyalar birkaç merkeze taşınıp, bu noktalar koruma altına alındı. Neredeyse tamamen orijinal haliyle korunmuş olan tek mezar Tutankamon’a aittir. Tutankamon’un mezarı 1922 yılında Krallar Vadisi’nde keşfedilmiştir.
3- Mumyalamanın amacı ölümden sonraki hayat için bedeni korumaktı. Antik Mısır’da krallar, önemli rahipler ve hatta kediler bile mumyalanırdı. Bu yöntem MÖ 1000’lerden sonra maliyetli oluşu ve zaman kaybına yol açması nedeniyle bir kenara bırakılmıştır.

Homeros
Antik Yunan tarihçilerine göre Homeros MÖ 800’lerde yaşadı. Batı edebiyatında çok büyük bir etkiye sahip olan iki temel metnin yazarıdır: İlyada ve Odysseia. Uzun şiirlerden oluşan bu iki yapıtta, Yunan tarihinde bir dönüm noktası olan Truva Savaşı sırasında Sparta ve müttefiklerinin kazandığı zafer konu alınmaktadır.
Pek çok uzman Homeros adında bir şairin gerçekten yaşamış olduğundan şüphe duymaktadır. İlyada ve Odysseia’nın yüzlerce yıllık bir sözlü geleneğin ürünü olma ihtimali göz önünde tutulmaktadır. Diğer taraftan Homeros’un halk destanlarını derleyip yeniden düzenleyerek onları bugünkü hallerine getirmiş olması da mümkündür. Her halükarda efsanevi kör şairin gerçekten yaşayıp yaşamadığı kesin olarak bilinmemektedir.


Her iki şiirin de sahip olduğu etki ise tartışmasızdır. Batı edebiyatının ilk örnekleri olarak kabul edilen İlyada ve Odysseia 3 bin yıl boyunca Virgil’den (MÖ 70-19) James Joyce (1882-1941) ve Ralph Ellison’a kadar (1914-1994) yazarlara, şairlere ve sanatçılara ilham kaynağı olmuştur. 2008 yılında bir eleştirmen Odysseia’nin Batı yolculuk romanlarının (road novel) atası olduğunu bile iddia etmiştir.
Yunan mitolojisine göre, Truva Savaşı Truva Prensi Paris, Sparta Kralı’nın eşi Helen’i kaçırınca başlamıştır. Deliye dönen kral Menelaus, Truva’ya saldırıp karısını geri almak için büyük bir güç toplar. Savaşçı Aşil ve İthaka Kralı Odysseus’un da aralarında bulunduğu Sparta ordusu tam on yıl boyunca Truva’yı kuşatma altında tutmuş ve Menelaus en sonunda şehri ele geçirmiştir.
Uzmanların Odysseia’dan önce yazıldığına inandıkları İlyada Aşil’in öyküsünü ve büyük kuşatmanın son yılını anlatır. Odysseia ise İlyada’nın kaldığı yerden devam eder. Odysseus’un İthaka’ya ve sadık karısı Penelope’ye geri dönüşü sırasında karşılaştığı tehlikelerle dolu uzun yolculuğu konu alır.
Bu iki destana ek olarak Homeros’a atfedilen çok sayıda kısa ilahi bulunmaktadır. Tıpkı Odysseia ve İlyada gibi bu şiirlerin de gerçek yazarının kim olduğu hâlâ kesin olarak bilinmemektedir.
Ek Bilgiler
1- Odysseia’nın hikayesi pek çok kitaba, oyuna ve filme konu olmuştur. James Joyce’un Ulysses’inden (1922) Koen Kardeşler’in O Brother, Where Art Thou’suna (Ah Kardeşim Neredesin?) (2000) kadar sayısız örnek verilebilir. Benzer bir şekilde İlyada da, Shakespeare’in Troilus ve Cressiada’sından (1602) Brad Pitt’in (1963- ) Aşil’i canlandırdığı 2004 tarihli Troy (Truva) filmine kadar çok sayıda yapıma ilham kaynağı olmuştur.
2- Odyssey kelimesi genel olarak uzun yolculukları anlatmak için kullanılır. “Homerik” sözcüğü ise kahramanca yapılmış ehemmiyetli işleri betimler.
3- Odysseia ve İlyada’nın ilk İngilizce çevirisi George Chapman (1559-1634) tarafından tamamlanmış ve yüzyıllar boyunca Homeros çevirilerinin en etkileyicisi olarak kabul edilmiştir. Aralarında İngiliz şair Alexander Pope (1688-1744), Amerikalı gazeteci William Culten Bryant (1794-1878) ve Princeton Üniversitesi’nden Profesör Robert Fagles’ın (1933-2008) da bulunduğu pek çok başka önemli isim de destanları İngilizce’ye çevirmiştir.

Hz. Musa
Tevrat’taki en önemli kişiliklerden birisi olan Hz. Musa, İsrailliler’in lideriydi. İncil’e göre halkını Mısır firavununun elinden kurtarmıştı. Daha sonra İbraniler’e On Emir’i getirmiş ve -Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam da dahil olmak üzere-pek çok inanç sistemi tarafından ilk kanun koyucu olarak kabul edilmiştir. Hz. Musa’nın kanunları tüm bu inanç sistemlerinin ahlaki temelini oluşturmaktadır.


Hz. Musa’nın hayatına ilişkin İncil’de yer alan ayrıntıların pek azı tarihsel veriler tarafından doğrulanmaktadır. 120 yıl kadar yaşaması gibi kimi bilgilerin ise gerçek olması mümkün gözükmemektedir. Hz. Musa eğer gerçek bir kişilikse MÖ 1500-1200 yılları arasında bir zaman diliminde Mısır ve Ürdün civarında yaşamış olduğu tahmin edilmektedir. Yaşadığı dönemin, Mısır firavunu 2. Ramses’in (MÖ 1303-1213) hükümranlığına denk düşmesi olasıdır.
Tevrat’ın Yahudilerin Mısır’dan ayrılışını konu alan kısmındaki kimi ayrıntılar Hz. Musa’nın kökenine ilişkin bir fikir vermektedir. Buna göre Hz. Musa’nın doğduğu gün Firavun, yeni doğan tüm Yahudi erkek çocuklarının öldürülmesini emretmiştir. Hz. Musa’nın annesi Yokebed bu emre itaat etmek yerine bebeğini bir salın üzerinde Nil Nehri’ne bırakmıştır. Hz. Musa’yı Firavun’un kızlarından biri bulmuş, sahiplenmiş ve bir Mısırlı olarak yetiştirmiştir. Yıllar sonra Hz. Musa, firavunun kölelere zulmeden bir görevlisini öldürünce Mısır’dan kaçmak zorunda kalmıştır.
Hz. Musa gittiği yerlerde Yahudiler’le kaynaşmış, çok geçmeden Yahudi halkını kurtarması için Tanrı tarafından kendisine emir verilmiştir. “Çıkış Kitabı”na (Exodus) göre Hz. Musa, kardeşi Harun’la birlikte Mısır’a dönmüş ve Firavun’dan bir istekte bulunmuştur: “İnsanlarımı özgür bırak.” Firavunun bunu reddetmesi üzerine Mısır’ın başına -çekirge istilası, dolu, ilk doğan erkek çocukların ölümü gibi- on büyük felaket gelmiştir. Tüm bunlardan sonra firavun pes etmiş ve Hz. Musa, ikiye ayrılan Kızıl Deniz’in arasından geçerek Yahudi halkını anavatanlarına geri götürmüştür.
Tanrı yolları üzerinde durakladıkları Horeb Dağı’nda Hz. Musa’ya On Emir’i vahyetmiş, ancak sabırsızlığından ötürü Hz. Musa’ya öfkelenerek Vaat Edilmiş Topraklar’a girişini engellemiş ve onu cezalandırmıştır. Hz. Musa, Yahudiler’in İsrail’e varmalarından hemen önce Ürdün Nehri’nin doğu kıyısında ölmüştür.
Ek Bilgiler
1- Washington’daki ABD Yüksek Mahkeme Binası’nda yer alan ünlü yasa koyucu heykelleri arasında Hz. Musa’nın da heykeli bulunmaktadır. Aynı yerde, aralarında Babil Kralı Hammurabi ve İngiliz hukukçu William Blackstone’un (1723-1780) da bulunduğu pek çok önemli hukuk adamının heykelleri yer almaktadır.
2- Oyuncu Charlton Heston (1923-2008), Cecil DeMille (1881-1959) tarafından yönetilen “On Emir” (The Ten Commandments) filminde (1956) Hz. Musa’yı oynamıştır. Mel Brooks (1926-), Val Kilmer (1959-) ve Burt Lancaster (1913-1994) gibi daha pek çok başka oyuncu da muhtelif yapımlarda Hz. Musa’yı canlandırmışlardır.
3- Mısır’ın başına gelen on felaket, Yahudiler’in Hamursuz Bayramı (Passover) sırasında anılır. Söylendiğine göre felaketler Yahudiler’i “esgeçerek” sadece onlara eziyet eden Mısırlılar’a zarar vermiş, bu nedenle bu bayrama İngilizce’de esgeçmek anlamına gelen Passover ismi konmuştur.

Akhenaton
Antik dünyanın en tanınmış dini reformcuları arasında yer alan Mısırlı firavun Akhenaton, ülkesinin dini geleneklerini yenilemek için büyük bir çaba harcamıştır. Eski inançların kökünü kazıyarak güneş tanrısı Aton’un etrafında gelişen tek tanrılı bir inanç sistemini yerleştirmeye çalışmıştır.
MÖ 1350 yılında tahta çıkan Akhenaton, yaklaşık 38 yıl boyunca tahtta kalan firavun 3. Amenhotep’in oğluydu. Genç kral ilk önce 4. Amenhotep olarak anılsa da hükümdarlığının dördüncü yılında yeni bir din kurarak eski isminden vazgeçmiştir.


Akhenaton’dan önce Mısırlılar, Bereket tanrısı Osiris ve savaş tanrısı Horus gibi eski tapınak tanrılarına tapıyorlardı. Eski tanrıları reddeden Akhenaton bunlara tapılmasını yasakladı ve pek çok eski tapınağın yıkılmasını emretti.
Akhenaton bu yeni inanca samimiyetle bağlanmıştı. Diğer yandan yeni dinin çok önemli politik sonuçları da oldu. Rahiplerin geleneksel olarak sahip oldukları, tanrılar ve insanlar arasındaki aracılık rolünün ortadan kalkması ve Akhenaton’un sadece kendisinin Aton’la iletişim kurabileceğini iddia etmesi ruhban sınıfının gücünü azalttı. Böylelikle kendi otoritesi de güçlenmiş oldu. Egemenliğini pekiştirmek için çölün ortasında Akhetaten adını verdiği yeni bir şehir inşa ettirdi. Daha sonra Mısır’ın başkentini Teb’den buraya taşıdı.
Ne var ki nüfusun büyük çoğunluğu kralın on yedi yıllık hükümranlığı boyunca yeni dini tam olarak benimsemedi. Firavunun ölümünün ardından çocuk firavun Tutankhaten ruhban sınıfından gelen baskılara boyun eğerek eski tanrıları diriltti ve Teb’i yeniden başkent yaptı. Birkaç yıl içerisinde Mısırlılar Atenizmi tamamen reddettiler ve putkırıcı firavundan geriye kalan tüm eserleri imha ettiler.
Yine de Akhenaton günümüze kadar bir yenilikçi olarak anılmaya devam etmiştir. Yarattığı din ise pek çokları tarafından tek tanrılı dinlerin atası olarak kabul edilmektedir.
Ek Bilgiler
1- Akhenaton kendi isteği üzerine dönemin sanat eserlerinde kısa gövdeli, uzun kollu, uzun boyunlu ve uzun kafalı olarak resmedilmiştir. Bu ilginç durum, kimi uzmanların Akhenaton’un Marfan sendromu adı verilen bir genetik bozukluktan muzdarip olduğunu iddia etmesine sebep olmuştur.
2- Akhetaten, “Aten’in ufku” anlamına gelmektedir.
3- Atenizmin bırakılmasından sonra çocuk kral Tutankhaten “Aten’in Yaşayan İmajı” anlamına gelen isminden vazgeçti. Daha ziyade sonradan benimsediği “Tuhankhamen” ismi ile tanınmaktadır.

Nebukadnezar
2. Nebukadnezar (MÖ 630-561), İncil’de Kudüs’ü fetheden zalim kral olarak tasvir edilmektedir. İlk Tapınak’ı yıkmış ve Yahudiler’i Babil’e sürmüştür. “Yeremya Kitabı”nda bu dönemde yaşananlar son derece keskin metaforlarla anlatılır: “Babil kralı Nebukadnezar beni mahvetti. Bana eziyet etti. Beni boş bir vazoya döndürdü, bir ejderha gibi yutuverdi beni. Benim etimle karnını doyurdu. Beni sürgüne gönderdi.”
Eski Ahit’teki başlıca kötü karakterlerden biri olan Nebukadnezar, MÖ 598’de Yahudi kralı Jehoiakim’i yenilgiye uğrattığı için Yahudilerin nefretini kazanmıştır. Daha sonra Yahudiliği ortadan kaldırmak için binlerce Yahudi’yi esir almış ve onları kendi başkentine sürgüne göndermiştir. Bu döneme dinler tarihinde “Babil Esareti” adı verilmektedir.


Seküler tarihin Nebukadnezar’a ilişkin yazdıklarında ise farklı nüanslara rastlamak mümkündür. Nebukadnezar’ın Mısır’dan günümüz Türkiye’sine uzanan askeri fetihlerinin yanı sıra Babil’in Asma Bahçeleri’ni yaptırdığına inanılmaktadır. Büyük bir mühendislik becerisi ile yapılan bahçeler antik dünyanın yedi harikası arasında yer almaktadır. Çok büyük ihtimalle Nebukadnezar’ın karısı için bir hediye olarak inşa edilmiştir. Yapay bir sulama sistemi ile birbirlerine bağlanmış basamaklı bahçelerden oluşmaktadır. Bahçeler daha sonra bir depremde hasar görmüş ve geriye hiçbir iz kalmamıştır. Babil Bahçeleri’nin bir zamanlar günümüz Bağdat’ının güneyinde yer aldığı düşünülmektedir.
İncil’deki anlatılar Nebukadnezar’ın ömrünün sonuna doğru aklını yitirdiğini ileri sürer: “İnsanlıktan çıkarak, öküzler gibi ot yemeye başlamıştır. Vücudu çiy taneleri ile ıslanmış, saçları kartal tüyüne dönmüştür. Tırnakları kuşların pençeleri gibi olmuştur.” MÖ 561’de öldüğü tahmin edilmektedir.
Ek Bilgiler
1- Efsaneye göre Nebukadnezar, Babil Bahçeleri’ni bir Med prensesi olan ve memleketindeki bahçe ve ormanların hasretini çeken eşi için inşa ettirmiştir.
2- 1999 yılında gösterime giren Matrix filminde, Morpheus (Laurence Fishburne – 1961) tarafından kullanılan hava taşıtının adı “Nebukadnezar”dır.
3- Nebukadnezar Akadça bir kelime olan Nabu-Kudurri-Usur’dan türemiştir. “Nebo, varislerime göz kulak ol” anlamına gelir. Orta Doğu’da büyük bir yaygınlık kazanmış olmasına rağmen, Akadça MS 1. yy’a gelindiğinde ortadan kalkmıştır.

Heraklit
Antik Yunan filozofları arasındaki en önemli tartışma konularından biri de maddeleri oluşturan asıl elementin ne olduğuydu. Thales (MÖ 620-546) gibi kimi filozoflara göre evrendeki maddelerin temel kaynağı suydu. Anaximenes’in (MÖ 585-528) başını çektiği bazılarına göreyse temel element havaydı.
Efesli zengin bir aristokrat olan Heraklit’e (MÖ 540-480) göreyse temel element ateşti. İronik bir biçimde Heraklit’in yazdıkları yurttaşları tarafından büyük bir düşmanlıkla karşılanmış ve eserleri ateşte yakılmıştır. Heraklit ateşin doğanın temel yapıtaşı olduğuna inanıyordu. Ona göre tüm diğer maddeler ondan türemişti.


Heraklit’in yaşamı hakkında pek az şey biliyoruz. Bugüne kadar gelebilen çalışmalarından diğer Yunanlıları, özellikle de günümüzde Türkiye sınırları içerisinde kalan zengin liman kenti Efes’te yaşayan komşularını küçümsediği anlaşılmaktadır. (Bir yazısında hemşehrilerinden bahsederken “Efes’in yetişkin erkekleri kendilerini asmak için ellerinden ne gelirse yaparlar” demektedir).
Heraklit evrenin oluşumu ile ilgili tartışmaların önemli felsefi sonuçları olduğuna inanmaktadır. Ona göre dünya ateşten yapılmıştır ve bu yüzden de sürekli değişmektedir. Dünyanın sürekli bir akış halinde olduğu düşüncesi, onun felsefesinin en temel noktalarından birisini oluşturmaktadır.
“Dünya” diye yazar “yaşayan bir ateştir.” Değişmeyen yegane şeyin değişim olduğunu düşünür. Bu fikir onu diğer Antik Yunan filozofları ile karşı karşıya getirecektir. Zira pek çokları mutlak gerçeğin arayışındadır. Değişimin kaçınılmaz ve sürekli olduğuna inandığı için insanların kendi kendilerini yönetemeyeceğini ve katı kurallarla doğru yöne sevkedilmeleri gerektiğini ileri sürmüştür. “Eşeklerin gözü altında değil samandadır,” diye yazmış ve insanların iyi şeyler yapmaları için sürekli dürtülmeleri gerektiğini ileri sürmüştür.
Hayatının son yıllarını çeşitli şifalı otlar ve çimen yiyerek ve insanlardan kaçarak geçiren Heraklit 60 yaşında ölmüştür. Ne var ki çalışmaları, aralarında Platon’un (MÖ 429-347) da bulunduğu kendinden sonraki filozoflara ölümünden sonra da meydan okumaya devam etmiştir. Nitekim geleceğin filozofları Heraklit’in teorilerinin yanlışlığını ispat etmek için büyük bir çaba harcayacaktır.
Elementler meselesinde ise en sonunda bir uzlaşma sağlanmış ve evrenin dört temel elementten oluştuğu iddia edilmiştir: toprak, su, hava ve ateş. Bu düşünce modern kimyanın ortaya çıktığı zamana kadar yüzyıllar boyunca hakimiyetini korumuştur.
Ek Bilgiler
1- Artemis Tapınağı Efes’te bulunmaktaydı. Yaklaşık olarak MÖ 550 yılında tamamlanan tapınak antik dünyanın yedi harikası arasında yer almaktadır.
2- Heraklit zaman zaman “Anlaşılmaz” lakabıyla anılmaktadır. Bunun nedeni yazım tarzının fazla karmaşık olmasıdır.
3- Heraklit Antik Yunan şairi Homeros’u çok sert eleştirmiştir. Öyle ki “Odysseia ve İlyada’yı yazdığı için dayağı hak etmiştir,” diye yazar.

Pisagor
Her şey sayılardan oluşur.
    – Pisagor
Pisagor (MÖ 580-500), mensuplarının matematik ve bilimle uğraşarak Tanrı’ya yaklaşabileceklerine inandıkları eski bir Yunan tarikatının kurucusudur. Bu disiplinli topluluğun üyeleri, aralarında ünlü Pisagor teoriminin de bulunduğu, matematik ve geometrinin temel ilkelerini geliştirmişlerdir. Onların çalışmaları sayesinde önderleri Pisagor, matematiğin babaları arasında sayılmaktadır.
Türkiye sahiline yakın Samos Adası’nda doğan Pisagor kırklı yaşlarında Güney İtalya’daki Croton’a gitmiştir. Pisagorcular grubunun kuruluşundan sonra taraftarları ile birlikte Yunanca konuşulan Güney İtalya’daki bir başka şehir olan Metapontum’a gider. Doksan yaşındayken burada hayata gözlerini yumacaktır.


Reenkarnasyona olan inanç, Pisagor dininin temel prensipleri arasında yer almaktadır. Pisagorcular ruhun yok edilemez olduğu fikrini savunmaktadırlar. Ne var ki insanların daha iyi bir reenkarnasyonla yeniden dünyaya gelebilmeleri için bazı sıkı kurallara uyarak yaşamaları gerekmektedir. Tapınakta ayakkabı giymemek, beyaz horozlara dokunmamak, önce sağ ayakla adım atmak ve fasulye yemekten kaçınmak bu sıkı kurallardan sadece birkaçıdır.
Pisagor matematikle ilgilenmenin, Tanrı’nın aklını anlamaya yardımcı olacak kutsal bir görev olduğuna inanıyordu. Zira onun düşüncesine göre doğanın tamamı sayılarla anlatılabilirdi. Pisagorcu matematikçiler ünlü a
+b
=c
teoremini kanıtlamayı başardılar: Yani dik üçgende hipotenüsün karesi her zaman diğer iki kenarın karelerinin toplamına eşittir. Pisagorcular aynı zamanda irrasyonel sayılar konseptini (kesirler olarak ifade edilemeyen sayılar) ve karekök nosyonunu da geliştirmişlerdir.
Pisagor’un yaşamı hakkında pek az şey bilinmektedir. Bununla birlikte onun hakkında ayın üzerine yazı yazabilmesi ya da zamanda yolculuk yapması gibi gerçek olması mümkün gözükmeyen çok sayıda mit bulunmaktadır. Bu mitler filozof-matematikçinin ölümünden sonra ortaya atılmıştır. Taraftarları her ne kadar ölümünden yüzyıllar sonra da artmaya devam etmişse de Pisagor tarikatı zamanla ortadan kalkmıştır.
Ek Bilgiler
1- Pisagorcu olmak isteyenlerin beş yıl boyunca sessiz kalarak iradelerini kanıtlamaları gerekiyordu.
2- Pisagorla ilgili bir mite göre oyluk kemiği altındandı. Onun aynı anda iki yerde birden bulunabildiği de söylenmektedir.
3- Fasulye yasağının yanı sıra, Pisagor, taraftarlarına anemon, tarla öküzü ve hayvan kalplerini de yememelerini öğütlemiştir.

Jezebel
Eski Ahit’te yer alan kötü karakterlerden biri olan Jezebel bir Fenike kraliçesidir. Adı günahkar kadınlarla özdeşleşmiştir. Kutsal kitapta İsrailliler’e kendi tanrısı olan Baal’e tapmaları için baskı yaptığı ifade edilmektedir. Buna karşılık İsrail’in peygamberleri bu teklifi reddettiklerinde onları öldürmüştür.
Jezebel’in hikayesi Eski Ahit’in iki kitabında işlenir: “Krallar 1” ve “Krallar 2.” Hem gerçekten yaşayıp yaşamadığı hem de sahip olduğu kötü şöhreti hakedip etmediği uzmanlar arasında tartışma konusu olmuştur. Eğer Jezebel gerçek bir tarihi karakterse MÖ 9. yy’da yaşamış olduğu tahmin edilmektedir.


Bir kralın kızı olduğu iddia edilen Jezebel yine bir kralla, Kuzey İsrail’in hakimi olan Kral Ahab’la evlenecektir. Eski Ahit’teki sevilmeyen karakterlerden biri olan Ahab, işlediği günahlarla tanrının gazabını üzerine çeken bir dizi iktidar sahibinin arasında yer almaktadır. Gerçekten de Kral James Bible onun için “Ahab, Tanrı’nın öfkesini kendisinden önce hiçbir İsrail kralının yapamadığı kadar üzerine çekmeyi başardı,” demektedir.
Ahab Jezebel’in teşvikiyle Fenike tanrısı Baal’a tapılmasına izin vermiştir. Jezebel Ahab’ı Baal tapınaklarına maddi destek sağlaması için yönlendirmiş, Baal dinine yeni inananlar kazanmak için kaynaklarda ne olduğu açıkça ifade edilmeyen bazı cinsel uyarıcı yöntemler dahi kullanmıştır. Ahab’ın ölümünden sonra oğulları Ahaziah ve Jehoram yönetimi devralmıştır. Anneleri ise onların döneminde de Baal inancını desteklemeyi sürdürmüştür.
Baal’a tapmak Akdeniz’de son derece yaygın olan bir inançtı. İncil’de anlatılan öykünün Orta Doğu’da yaşanmış olan eski bir dini sürtüşmeye işaret ediyor olması mümkündür. 1960’ların başında Jezebel’e ait olabileceğine inanılan bir mühür bulundu. Buna karşılık pek çok uzman bulunan mührün kutsal metinlerde anlatılan karakterle bir bağlantısı olabileceği iddiasına karşı çıkmıştır.
İncil’e göre Jezebel’in ölümü Jehu’nun Tanrı tarafından Ahab’ın evini yerle bir etmekle görevlendirilmesinin ardından geldi. Tanrı Jehu’dan Jezebel’in ahlaksızlıklarına bir son vermesini istemişti. Jehoram’ı öldüren Jehu, Jezebel’i sarayında kıstırdı. Öldürüleceğini bilen Jezebel makyaj yapıp (metinlerde “Jezebel boyandı” ifadesi kullanılmaktadır) Jehu’yla yüzleşti. Jehu onu açık bir pencereden atlamaya zorladı. Jezebel’in düştüğü yerde bedenini köpekler parçaladı. Eski Ahit’te Jezebel’in sonu şöyle anlatılıyor: “Jezebel’den geriye kalanlar toprağa gübre oldu.”
Ek Bilgiler
1- Jezebel Asya’da bir kelebek türünün adıdır. Bu türün erkekleri soluk, dişileri ise çok canlı renklere sahiptir.
2- Jezebel Fenike dilinde “Ekselansları nerede?”anlamına gelmektedir.
3- Uzun bir süre aşağılayıcı bir sözcük olarak kullanılan “Jezebel” kelimesi daha sonra feminist gruplar ve kadın dergileri tarafından sahiplenilmiş ve hatta bir iç çamaşırı markasına isim vermiştir.

Midillili Sappho
Lezbiyen kelimesinin isim annesi olan Midillili Sappho[1 - Midilli Adası’nın orijinal ismi Lesbos’tur ve “lezbiyen” kelimesi de burdan türetilmiştir. (ç.n.)] (MÖ 630-570) bir Antik Yunan şairi ve öğretmendir. Kaleme aldığı aşk şiirlerinin pek azı günümüze gelmeyi başarmış olsa da, eski dünyada büyük bir popülerliği vardı. Kendinden sonraki Yunan ve Roma şiiri üzerinde büyük bir etkisi olmuştur.
Ünü ölümünden yüzyıllar sonra bile ayakta kalmayı başarmıştır. Öyle ki Platon (MÖ 429-347) onu Yunan mitolojisinin dokuz sanat ve edebiyat tanrıçası ile karşılaştırarak, Sappho’ya “onuncu esin perisi” lakabını takmıştır. Bir başka hayranının belirttiğine göre “eflatun saçlıdır, gülüşü saf ve tatlıdır.”


Yakın zamanlarda lirik şiirlerinden bazı yeni parçalar keşfedilmiştir. Böylece Sappho’nun Batı tarihinde homoseksüellik üzerine yazan ilk yazarlardan biri olduğu anlaşılmıştır. Çalışmaları yakın zamanlarda farklı dillere çevrilmiş, hakkında çeşitli romanlar yazılmış, doğum yeri olan Midilli Adası kısa zamanda lezbiyen turistler için bir çekim merkezi haline gelmiştir.
Sappho ömrünün büyük bölümünü Ege Denizi’nde bir ada olan Midilli’de geçirmiştir. Diğer taraftan bazı tarihi kanıtlara göre kısa bir süreliğine de olsa Sicilya’ya sürgüne gönderilmiştir. Muhtemelen Midilli Adası’nın önde gelenleri arasında yer alıyordu. En azından iki erkek kardeşi vardı. Cleis adında bir kız çocuk dünyaya getirdiğini söyleyenler de vardır.
Aşk, erotizm, kıskançlık ve hasretle dolu olan Sappho’nun şiirleri genellikle kadınlara hitaben yazılmıştır. Pek azında erkeklere seslenilmektedir. Şiirlerinden birinde arzuladığı bir kadını bir erkeğin yanında gördüğünde nasıl kıskandığını anlatmaktadır: “…soğuk terler döktüm, bir titreme aldı beni, rengim çimlerden bile daha yeşildi…”
Ölümünden sonra Sappho’nun şiirleri dokuz kitap halinde toplandı. Ovid (MÖ 43- MS 17), Catullus (MÖ 84-54) ve diğer klasik ozanlar tarafından dillendirilen şiirlerinin büyük bölümü Orta Çağ’da yok edilerek diğer pek çok Antik Yunan klasiğiyle aynı kaderi paylaştı. Sadece “Afrodit İlahisi” isimli şiiri eksiksiz bir biçimde günümüze kadar ulaşabilmiştir.
Ek Bilgiler
1- Oxford İngilizce Sözlüğü’ne göre lezbiyen kelimesi 19. yy’dan itibaren homoseksüel kadınlar için kullanılmaya başlanmıştır. Gay kelimesinin homoseksüel erkekler için kullanılmasının da benzer bir biçimde 19. yy’da gerçekleştiği düşünülmektedir.
2- Sappho’nun şiirlerinden geriye ince papirüs parçalarına yazılmış toplam bin satır kalmıştır.
3- 2008 yılında üç Midilli sakini bir Yunan mahkemesinde dava açtı. Talepleri gay ve lezbiyenlerin, lezbiyen kelimesini kullanmalarının engellenmesiydi. Söylediklerine göre bu kullanım haksız bir şekilde adada yaşayanların adını kötüye çıkarıyordu. Dava reddedildi.

Solon
Antik Yunan’ın efsanevi yedi bilgesinden biri olan Solon (MÖ 658-558) bir devlet adamı ve komutandır. Atina devlet sisteminde yaptığı reformlar dünyanın ilk demokrasisinin ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır.
Aristokrat bir ailede doğdu. İlk olarak rakip şehir devleti Megara’ya karşı Salamis Adası’nın kontrolü için yürüttüğü başarılı mücadelenin sonucunda bir komutan olarak ünlendi. Solon daha sonra Antik tarihçi Plutarch’ın (46-120) verdiği bilgiye göre MÖ 594 tarihinde “kanun yapıcı” seçildi.


Solon göreve geldiğinde, şehrin adalet sistemi büyük ölçüde bir önceki kanun yapıcı olan Draco’nun etkisindeydi. Draco’nun kanunları katılıkları ile tanınıyordu. Öyle ki bu yasalarda aylaklık ya da bahçeden meyve çalmak gibi küçük suçlar için bile idam cezası öngörülüyordu.
Solon yasaları gözden geçirip cezaları daha az haşin hale getirdi. Ayrıca şehrin yönetim sisteminde bir reform gerçekleştirdi. Onun çabaları sayesinde iktidar, asillerden halka doğru kaymaya başladı. “Eunomia”yı, yani iyi düzeni yeniden inşa etmek istiyordu. Böylece tüm Atinalılar yönetim sisteminde kendilerinin de bir rol sahibi olduğunu düşünecekti. Tüm vatandaşların dava açabilmelerini yasallaştırdı. Jürileri halka açık hale getirdi. Demokratik meclislerin atası olan “Dört Yüzler Konseyi” adında bir temsil organı oluşturdu.
İki yıllık görevinin ardından Atina’dan ayrıldı ve Akdeniz’de dolaşmaya başladı. (Böylece Atinalıların kanunlarını ilga etmesi için kendisine yaptığı baskıdan kurtulmuş olacaktı.) Aradan on yıl geçtikten sonra ömrünün son yıllarında Atina’ya döndüğünde yaptığı refomların önemli bir bölümünden vazgeçildiğini gördü ve hayal kırıklığına uğradı.
Solon’un reformları sadece birkaç yıl yürürlükte kalmış olsa da Yunan anayasal sisteminin oluşmasında ilk adımı teşkil etmiştir. Solon’un ölümünden yıllar sonra MÖ 507’de bir asilzade olan Cleisthenes Atina’da iktidarı ele geçirdiğinde Solon kanunlarına dayanan demokratik bir yapı oluşturdu. Bu dönemde şehrin kültürel, felsefi ve askeri yapısında daha önce görülmemiş bir gelişme yaşandı.
Ek Bilgiler
1- Antik tarihçi Diogen Laertius’a göre Solon kendisinden iki yüzyıl sonra yaşayacak olan Yunan filozofu Platon’un (MÖ 429-347) uzak bir akrabasıydı.
2- Solon aynı zamanda şairdi. Yasal reformlarını destekleyen şiirler yayınlamıştı. Bunlar Yunan edebiyatının en eski şiir örnekleri arasında yer almaktadır.
3- Hem Solon hem de selefi Draco İngilizce’ye çok sayıda kelime kazandırmışlardır. “Solon” bilge bir kanun yapıcı anlamına gelirken “draconian” sözcüğü ise sert cezaları betimlemek için kullanılmaktadır.

Yeremya
Eski Ahit’teki büyük peygamberler arasında yer alan Yeremya (MÖ 627-586), “Yahudi İncili”nde adı geçen ve gerçek tarihi olaylarla bağlantılandırılabilecek birkaç kişiden biridir. Yeremya, Hilkiya adındaki bir Yahudi rahibin oğluydu. MÖ 627 yılında Kudüs yakınlarındaki bir köyde dünyaya geldi. Kuzey İsrail’de yaşadı ve büyük ihtimalle MÖ 586’da Mısır’da öldü.
Yeremya’nın yaşadığı dönemde antik Yahudi tarihinin en büyük felaketlerinden biri gerçekleşmişti. MÖ 587’de Kudüs yok edilmiş ve İsraillilerin Babil’e sürgün edilmeleriyle “Babil Esareti” olarak adlandırılan dönem başlamıştı. Yahudilerin anavatanlarından günümüz Irak’ına sürgünü elli yıl kadar sürmüştü. Bu dönemin Yahudi tarihinde çok önemli bir yeri bulunmaktadır.
Yeremya’ya göre yurtlarının işgali Yahudi toplumunun günahlarına karşı Tanrı tarafından verilen bir cezaydı. Çok daha önceleri Yeremya, halkını sebep oldukları sosyal adaletsizlikler ve din kurallarına gereğince riayet etmemeleri nedeniyle Tanrı’nın gazabını üzerlerine çekecekleri konusunda uyarmıştı. Buna rağmen Yahudilerin büyük bölümü Baal ve İştar gibi diğer tanrılara tapınmaya devam ettiler. Böylece atalarının tek tanrıcı geleneklerine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yeremya’nın halkını uyardığı ateşli vaazı, “Eski Ahit”in “Yeremya Kitabı”nda yer almaktadır. Yahudiler eğer doğru yola gelmezlerse Tanrı onlardan intikamını alacaktı: “Kudüs’ün sokaklarından neşeli sesleri, mutluluğu, gelinlerin ve damatların coşkusunu söküp alacağım. Bu topraklar ıssızlaşacak.”
Yeremya’nın yaptığı sürekli uyarılar onu insanları arasında pek de sevilmeyen bir kişi haline getirmişti. Babil istilası sırasında asker kaçağı olduğu iddiasıyla bir zindana hapsedildi. İronik bir biçimde onu kurtaran Babilliler olmuştur. İşgalcilar ona saygı göstermiş ve onu diğer Yahudilerle birlikte sürgüne göndermek yerine Kudüs’te kalmasına izin vermişlerdir.
İstiladan sonra da Yeremya vaazına devam etmiştir. Eğer Yahudiler yeniden dinlerine bağlılık gösterirlerse Tanrı’nın onları affedeceğini söylemiştir. Bir yoruma göre, söylevlerinden yorulan İsrailliler tarafından taşlanarak öldürülmüştür.
Ek Bilgiler
1- “Yeremya” sözcüğü günümüzde, yaptıklarının sonuçları hakkında dinleyenleri uyarmak için verilen söylev anlamına gelmektedir.
2-Yeremya, rock grubu Three Dog Night’ın popüler şarkısında iddia edildiği gibi bir boğa kurbağası değildir. Ama İncil’e göre kaliteli, güzel şarapları vardır. Bir pasajda (Jeremiah 35:1–18), Tanrı Yeremya’ya Rechabitlere şarap getirmesini emreder. Oysa onların geleneğinde alkolden uzak durmak vardır. Yeremya şarap içmeleri için onları ikna etmeye çalışır. Rechabitler ise kendi yasalarına uyarlar ve şarap içmeyi reddederler. Tanrı bu örnekten yola çıkarak Yahudilerin de kendi yasalarına uymaları gerektiğini göstermek istemiştir.
3- “Yeremya Kitabı”nın yanı sıra, “Krallar 1”, “Krallar 2” ve “Feryatlar”ı da yazanın o olduğunu iddia edenler vardır.

Büyük Keyhüsrev
Büyük Keyhüsrev (MÖ 600-529) günümüz Türkiye’sinin, İran ve Irak’ın büyük bir bölümünü fethetmiş, antik dünyanın en büyük güçlerinden biri olan Pers İmparatorluğu’nu kurmuştur. İncil’de ondan Yahudileri Babil Esareti’nden kurtaran ve Kudüs’e dönmelerine izin veren kral olarak bahsedilir. Bu olayın MÖ 539’da gerçekleştiğine inanılmaktadır.
Babasının MÖ 552’de ölümünden sonra Keyhüsrev, Küçük Persis Krallığı’nın hükümdarı oldu. Hemen ardından fetih hareketlerine girişti. Med İmparatorluğu ve Lidya İmparatorluğu’nun da içlerinde bulunduğu komşu devletleri fethetti. Zengin Lidya Kralı Croesus’u (MÖ 595-547) esir aldı. Kralı canlı canlı yakacakken kulağına gelen bir kehanet onu bağışlamasına neden oldu.


İncil’de Keyhüsrev’den MÖ 539 yılında Babil’e saldırdığı için bahsedilir. Babil’in kontrolünü ele geçirir geçirmez Yahudiler’e elli yıl önce ayrılmak zorunda bırakıldıkları anavatanlarına dönmeleri için izin vermiştir.
Babil’in fethi Keyhüsrev’in son büyük toprak kazanımı oldu. Yirmi yıldan kısa bir süre içerisinde batıda İstanbul Boğazı’ndan doğuda Himalayalar’a kadar uzanan bir imparatorluk kurmuştur. Keyhüsrev aynı zamanda egemenliği altındaki halklara karşı gösterdiği dini hoşgörüyle de büyük bir üne kavuşmuştu.
Keyhüsrev MÖ 530’da öldü. Pers İmparatorluğu’nun o zamanki başkenti Pasargad’a gömüldü. Bu şehir günümüzde İran sınırları içinde yer almaktadır. Kurduğu hanedanlık, ölümünün ardından Büyük İskender (MÖ 356-323) tarafından fethedilene kadar (MÖ 330) Yunan şehir devletleri ile sayısız savaş yapmıştır.
Ek Bilgiler
1- Ölümünden yüzyıllar sonra Keyhüsrev’in hayatını anlatan tarihi bir kitap yazıldı: Cyropaedia. Bu kitap ABD’nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson’ın (1743-1826) en sevdiği kitaplardan biridir.
2- Keyhüsrev’in adı “Eski Ahit”in üç kitabında anılmaktadır: “Ezra”, “Isaiah” ve “Daniel”. Söylendiğine göre Keyhüsrev’in Yahudileri kurtarışı Daniel peygamber tarafından önceden haber verilmiştir.
3- Davidian Tarikatı’nın lideri David Koresh (1959-1993) kendisinin Keyhüsrev’in reenkarnasyonu olduğuna inanıyordu. Kendisine verdiği isim Yahudi literatüründe Keyhüsrev’e verilen isimden geliyordu: “Koresh”. Koresh ve takipçileri 1993 yılında ABD hükümetinin yaşadıkları yere düzenlediği bir baskın sırasında öldürüldüler.

Elealı Zeno
Bir tavuk neden karşıdan karşıya geçmez? Çünkü antik çağ filozof ve mantıkçılarından Zeno’ya (MÖ 495-430) göre, tavuk yolun diğer tarafına geçebileceğinin mümkün olduğuna inanmamaktadır.
İşte nedeni: Tavuğun yolun diğer tarafına geçebilmesi için öncelikle yolu yarılaması gerekmektedir. İlk bakışta bu kolay gözükür. Ne var ki mesele bununla bitmez. Daha sonra yolun üçüncü çeyreğine ulaşabilmesi için, önce aradaki mesafenin yarısını gitmelidir. Onun yarısına ulaşabilmesi içinse yeniden kalan yolu yarılamalıdır. Gittiği yolun uzunluğundan bağımsız olarak her seferinde kalan yolun yarısını daha küçük dilimler halinde kat etmek zorunda olduğuna ve bu bölümlenme sonsuza kadar devam edeceğine göre tavuğun karşıdan karşıya geçmesi imkansızdır. Bu nedenle Zeno gerçekte hiçbir şeyin hareket etmediği sonucuna varmıştır.
Bu senaryo en tanınmış Zeno paradoksudur. 2000 yıl boyunca filozofların aklını karıştırıp öfkelenmelerine neden olmuştur. Güney İtalya’da ünlü bir felsefe okulu bulunan Yunan mantıkçının bize bıraktığı mirasın en önemli unsurlarından biri, bu ve benzeri paradokslardır.
Bölünme paradoksu gibi diğer Zeno paradoksları da hareketin mümkün olmadığını iddia ederler. Aşil ve kaplumbağanın hikayesinde, hızlı koşan birisinin yarışa önde başlayan kaplumbağaya yetişip yetişemeyeceği tartışılır. Koşucu öncelikle kaplumbağanın yarışa başladığı noktaya ulaşmalıdır. Kaplumbağa o sırada bir başka noktaya ulaştığından koşucunun bu ikinci noktaya da ulaşmak için koşmaya devam etmesi gerekmektedir. Zaman içinde koşucu kaplumbağanın ulaştığı ikinci noktayı da geçer. Aynı şekilde kaplumbağa da yer değiştirmiştir. Bu hep böyle devam edeceğinden hızı ne olursa olsun koşucunun kaplumbağaya yetişmesi mümkün değildir.
Zeno’nun da çok iyi bildiği gibi hızlı koşanlar daha yavaş olanlara yetişip onları geçebilirler. Ve bazı durumlarda tavuklar gerçekten de karşıdan karşıya geçebilir. Zeno’nun paradoksunun sorduğu asıl kışkırtıcı soru bunun nasıl mümkün olduğudur.
Zeno’nun hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Buna karşılık döneminin düşünce hayatı üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Aristoteles onun diyalektik yöntemin mucidi olduğunu öne sürmüştür. Bu yöntemde karşıt argümanlar kullanılarak rasyonel bir sonuca varılmaya çalışılır. Zeno, öğrencilerini hareketin yapısı hakkında düşünmeye kışkırtarak matematik ve fizik alanında büyük buluşlara imza atan düşünürlere ilham vermiştir.
Zeno yerel bir tiranın öldürülmesi olayına adı karışınca vahşi bir şekilde katledilir. İşkence altında bile işbirliği yaptığı kişilerin adını söylemez. İdamından hemen önce işkencecisinin kulağını ısırır. Peki bu nasıl mümkün olmuştur? Önce ilk yarısını, sonra diğer yarısını ısırarak…
Ek Bilgiler
1- Zeno Güney İtalya’da bir kasaba olan Elea’da dünyaya geldi. Bu kasabanın günümüzdeki adı Velia’dır. Zeno’nun doğduğu dönemde bölge İyonyalı Yunanlılar tarafından kontrol edilmekteydi.
2- Zeno’nun bir başka bilmecesi ok paradoksudur. Bir ok gerçekten hareket edebilir mi? Hareketsiz her nesne boşlukta bir yer kaplamaktadır. Hareketli oldukları düşünülen nesnelerin de her an için boşlukta kapladıkları sabit bir yer vardır. Tam o anda onu sabit bir oktan ayırt etmek mümkün olmadığına göre nasıl olur da okun hareket halinde olduğunu söyleyebiliriz?
3- Zeno’nun ölümünden sonra Yunan dünyasında geliştirilen bazı hesaplama ilkeleri kimi paradokslarının çözülmesini sağlamıştır. Diğerleri ise filozofların kimi temel varsayımlarının reddiyle “çözülmüşlerdir”. Örneğin ok paradoksu, okun verili bir anda hareketsiz durduğunu varsayar. Dünyanın sürekli hareket halinde olduğu anlaşıldığından beri durumun gerçekte böyle olmadığı anlaşılmıştır.

Hipokrat
Can yakma!
    – Hipokrat
Tıbbın babası ve ilk hekim sayılan Hipokrat (MÖ 460-375) insan bedeni ile ilgili bilimsel çalışmalarda bir çığır açmış ve pek çok hastalığı tespit etmiştir. Günümüzde bir çok kişi onu Hipokrat yemini ile hatırlamaktadır. Göreve yeni başlayan doktorlar tarafından edilen bu yemin doktorluk mesleğinin ahlaki temellerine işaret eder.
Hipokrat Türkiye sahiline çok yakın bir Yunan adası olan Kos’ta doğmuştur. Babası ve dedesi de doktordur. Sağlık eğitimini adadaki asklepieion denen sağlık tapınağında almıştır.


Antik Yunan’da hastalıklar insanlara verilen ilahi cezalar olarak yorumlanırdı. İzlenen tedavi ise genellikle dualar ve tanrılara adanan kurbanlardan ibaretti. Hipokrat hastalıkların doğal nedenlerden kaynaklandığına, dolayısıyla ilaçlarla ve beslenme şeklinin değiştirilmesiyle tedavi edilebileceğine inandı.
Kos’ta bir tıp okulu kurduktan sonra Yunan adalarını dolaşmaya başladı. Kısa zamanda şifacı olarak tanındı. Çeşitli tedavi yötemlerinin listelendiği ve Hipokrat yeminini içeren Corpus Hippocraticum’u onun yazdığına inanılmaktadır.
Hipokrat yemini doktorlara hastaların mahremiyetine saygı göstermelerini öğütler. Uygun ilaçlar vermeli, hastalarla cinsel temastan kaçınmalıdırlar. Öğrendiklerini diğer doktorlarla paylaşmaktan çekinmemelidirler. Hipokrat yemini ve mesleğin kurumsallaşması, Antik Yunan doktorlarından geriye kalan belki de en önemli mirastır.
Pek çok antik düşünür gibi Hipokrat’ın biyografisi de ölümünden çok sonraları yazılmıştır. Hayatı hakkında kesin olarak bilinen pek az şey bulunmaktadır. Kimi kaynaklara göre yüz yıla yakın bir süre yaşamış ve bir Yunan şehri olan Larissa’da ölmüştür.
Ek Bilgiler
1- Kimi hastalık ve bozukluklar Hipokrat adıyla bilinmektedir. Örneğin “Hipokrat Yüzü” suratın son derece süzgün gözüktüğü bir durumu betimleyen ve genellikle ölmek üzere olan hastalar için kullanılan tıbbi bir terimdir.
2- Günümüz doktorları Hipokrat yemininin modifiye edilmiş bir biçimini kullanırlar. Orijinal yeminde bulunan kimi unsurlar günümüzdeki metinden çıkarılmıştır. Örnek vermek gerekirse yeminin orijinal versiyonunda bıçak kullanılarak cerrahlık yapılmasına getirilen yasak güncel metinde yer almamaktadır.
3- Bugün Hipokrat yemini farklı versiyonlarıyla da olsa yaşamaktayken, Yunan doktorun çoğu tıp teorisi bilimsel tıp tarafından reddedilmiştir. Hipokrat insan bedeninin dört unsur tarafından yönetildiğini düşünüyordu: kan, siyah safra, sarı safra ve sümük. Bu ve benzeri düşünceler modern tıp tarafından kabul edilmemektedir.

Coriolanus
Gaius Martius Coriolanus, Volscianlar[2 - Roma yakınlarında yaşamış olan eski bir İtalyan kabilesi. (ç.n.)] karşısında büyük bir zafer kazanmış olan Romalı komutandır. Daha sonra, Romalılar tarafından takdir edilmemesine öfkelenerek Roma şehrinin baş düşmanlarından biri haline gelmiştir. İhaneti, William Shakespeare’in (1564-1616) ünlü Coriolanus trajedisine konu olmuştur.
Her ne kadar Roma tarihçileri Plutarch (46-120) ve Livy (MÖ 59-MS 17) ondan bahsediyor olsalar da gerçek bir tarihi karakter olup olmadığı kesin değildir. Oyununu Plutarch’ın aktarımına dayandıran Shakespeare’in tarihi bilgilere çok da sadık kalmadığı bilinmektedir.
Plutarch’ın söylediğine göre Coriolanus, Roma’da aristokrat bir ailenin çocuğuydu. Babası gençken ölmüştü. Coriolanus Shakespeare’in Volumnia karakterine ilham kaynağı olan annesi tarafından yetiştirildi. Orduya katıldı ve şehrin sürgün edilmiş Tarquin krallarına karşı verdiği savaşlarda çarpıştı.
Volscianlar Roma şehrinin güneybatısında yaşayan bir kabileydi. Romalılarla pek çok savaş yapmışlardı. Coriolanus’un ismi, MÖ 493 yılındaki Corioli kuşatması sırasında gösterdiği cesaretten gelmektedir. Corioli, Volscian şehirleri arasında en önemlisiydi.
Coriolanus savaştan sonra Roma’ya döndü. Roma siyasetinde yaşanan tartışmalarda bir Pleb (halk sınıfı) düşmanı ve sıkı bir demokrasi karşıtı olarak ün kazandı. Coriolanus askeri başarısından dolayı saygıyı hak ettiğine inanıyordu. Saygı görmek bir yana hasımları tarafından şehirden sürgün edilince düşmanları olan Volscianlara katıldı ve Volscian başkenti Antium’a taşındı. Ancak Volscianlar Roma’ya saldırmayı reddedince onu öldürdüler.
Roma tarihindeki yeri basit bir dipnottan ibaret olsa da Shakespeare’in oyunu ona Batı kültürü içerisinde önemli bir yer kazandırdı. Kiss me, Kate (Öp Beni, Kate / 1948) isimli müzikalde bile adı geçmektedir. Öyküsü, toplum tarafından önemsenmemiş ve yaptığı savaşlardan sonra unutulmuş bir komutanın acıklı hikayesi olarak anılır.
Ek Bilgiler
1- Laurance Olivier (1907-1989), Richard Burton (1925-1984) ve Morgan Freeman (1937-) gibi oyuncular çeşitli yapımlarda Coriolanus’u canlandırmışlardır. Ralph Fiennes (1962-), Shakespeare’in oyununu beyazperdeye aktardığı bir Hollywood filmini hem yönetmiş hem de filmde başrol oynamıştır.
2- Antium şehri günümüzde “Anzio” adıyla bilinmektedir. II. Dünya Savaşı sırasında 1944 yıllında Müttefikler’in büyük bir çıkartmasına sahne olmuştur.
3- Ludwig van Beethoven (1770-1827) 1807 yılında Coriolanus’la ilgili Coriolan Overture adını verdiği bir orkestra eseri bestelemiştir. Komutan aynı zamanda Bertol Brecht’in (1898-1956) Coriolan adlı oyununa da konu olmuştur (1952). Brecht’in oyunu Shakespeare’in metnini temel almaktadır.

Aiskhylos
Öğrenen insan acı çekmelidir.
    – Aiskhylos, Agamemnon’dan
Tragedyanın kurucusu olarak kabul edilen Aiskhylos (MÖ 525-455), oyunları günümüze kadar ulaşan sayılı antik çağ oyun yazarından birisidir. Demokratik Atina’nın kuruluş döneminde yazılmış olan oyunları, hem Batı dramasının başlangıç noktası hem de antik Yunan kültürüne açılan bir pencere olarak görülebilir.
Atina kentini çevreleyen Attica adlı bölgede doğan Aiskhylos, Atina ordusunda görev yaptı. MÖ 490 yılındaki Marathon Savaşı’nda ve MÖ 480 yılındaki Salamis Savaşı’nda yer aldı. Pers İmparatorluğu’na karşı kazanılan bu zaferler Atina’nın bağımsızlığını korumasını sağladı. Bu mücadeleler Aiskhylos’un en eski oyunu olan The Persians’ın (Persler / MÖ 472) tarihsel arka planını oluşturmaktadır.


İlginç olan Aiskhylos’un bu oyununda savaşı muzaffer Yunanlıların değil Perslerin gözünden anlatmasıdır. Olaylar Pers başkenti Susa’da geçmektedir. Perslerin yenilgisi Kral Xerxes’in (MÖ 519-465) kibri yüzünden yaşanan bir trajedi olarak ele alınmaktadır. Aiskhylos’un tasvirine göre Xerxes, Hellespont üzerine bir köprü inşa ederek tanrıların öfkesini üzerine çekmiştir.
Bir oyun üçlemesi olan Oresteia (MÖ 458), Argos’un efsanevi kralı Agamemnon’u konu alır. Tıpkı Persler gibi, bu üçlemede de kahramanlar sonlarını getiren ölümcül hatalara imza atarlar. Oresteia, Batı edebiyatının ünlü karakterlerine hayat vermiştir. Örnek olarak kehanet yeteneği olan, ancak insanların ona inanmadığı Cassandra verilebilir. Aiskhylos’un trajedileri Batı dramasının temellerini atmıştır. Kendinden sonra gelen Sophocles (MÖ 496-406) ve Euripides (MÖ 484-406) gibi oyun yazarları üzerinde çok önemli bir etkisi olmuştur.
Bunlar dışında Aiskhylos’un hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Atina’da düzenlenen birkaç tiyatro yarışmasını kazanmıştır. Yazdığı oyunların toplam sayısının doksanın üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bunlardan yalnızca yedisi günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bir ziyaret için bulunduğu Sicilya Adası’nda ölmüştür. Efsaneye göre bir kuş taşıdığı bir kaplumbağayı başına düşürerek ölümüne neden olmuştur.
Ek Bilgiler
1- Aiskhylos tarafından yazıldığı düşünülen Prometheus Bound (Prometheus Zincire Vuruldu) oyunu, İngiliz romantik şair Percy Bysshe Shelley’nin (1792-1822) destansı şiiri Prometheus Unbound’a (Prometheus Zincirini Kırdı) ilham kaynağı olmuştur.
2- Eski Atina’da sahnede şiddet gösterilemezdi. Bu nedenle Aiskhylos’un oyunlarında bol bol yer verdiği şiddet, sahne dışında gerçekleştirilir ve ayrıntılar izleyicinin hayal gücüne bırakılırdı.
3- Aiskhylos’un oyunlarının büyük bölümü Atina’daki Dionysos tiyatrosunda sahnelenmiştir. 17 bin kişilik kapasitesi olan tiyatronun kalıntıları Akropolis’in güneyinde yer almaktadır.

Lucius Junius Brutus
Roma Cumhuriyeti’nin efsanevi kurucusu Lucius Junius Brutus, Roma şehrinin son kralını devirmiştir. Monarkı sürgüne gönderdikten sonra Roma’yı yönetme gücünü senatonun ellerine teslim etmiştir. Bu temsili organ, şehri ve sonraki beş yüz yıl boyunca büyüyen bir imparatorluğu yönetecektir.


Roma Cumhuriyeti, yüzyıllar sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin anayasasını yazanlara da bir örnek teşkil etmiştir. Antik Roma’dan etkilenen anayasa komisyonunun delegeleri, yasama organının bir kısmını teşkil eden üst parlamentoya senato adını vermişlerdir (1787).
Romalı tarihçilere göreyse cumhuriyetin kurucusu olan Brutus kesinlikle bir idealist değildi. Roma kralına karşı isyanı, tamamen kişisel bir intikam hikayesinden ibaretti. Kralın oğullarından birisinin Brutus’un bir akrabasına tecavüz etmesi onu başkaldırıya sürüklemişti. Sextus Tarquinus’un Lucretia’ya tecavüz etmesi Antik Roma’nın en ünlü skandalları arasında yer almaktadır. Aynı şekilde şehrin tarihinde de bir dönüm noktası olmuştur.
Etrüsk asilzadeleri olan Tarquinler kuruluşundan itibaren (MÖ 753) Roma’yı yönetmişlerdi. Brutus’un döneminde tahtta “Onurlu Tarquin” olarak da bilinen Lucius Tarquinus Superbus bulunuyordu. Kayınpederi Servius Tullius’u öldürerek iktidarı ele geçirmişti. Bu, onun döneminde işlenecek olan bir dizi cinayetin sadece ilkiydi.
Tarquinlerin uzak bir akrabası olan Brutus başlangıçta onların dostuydu. Ne var ki MÖ 509 yılında savaş meydanındayken Lucretia’nın tecavüze uğradığını öğrendi. Hızla Roma’ya geri döndü. Aile şereflerine leke sürüldüğünü düşünen Lucretia intihar edince Brutus’un kanlı hançeri onun elinden aldığı ve kralı devirmeye yemin ettiği söylenir.
Kralın devrilmesinin ardından, Brutus Tarquinlerin tahtta dönmek için düzenledikleri çeşitli saldırıları bertaraf etti. Efsaneye göre Brutus kendi oğulları olan Titus ve Tiberius’u dahi monarşiyi geri getirmek için hazırlanan bir komploya karıştıkları gerekçesiyle idam ettirmiştir. Bunun ardından Brutus, Roma vatandaşlarını bir daha asla kral egemenliğini kabul etmemeleri için yemin etmeye zorladı. Monarşi karşıtlığı gelecekte de pek çok Romalının siyasal kimliğinin merkezinde yer alacaktı.
Livy olarak da bilinen Roma tarihçisi Titus Livius’a (MÖ 59-MS 17) göre Brutus savaşırken hayatını kaybetmiştir. O ve eski kralın oğlu Arruns Tarquinius karşılıklı dövüşürken birbirlerini öldürmüşlerdir.
Ek Bilgiler
1- Brutus, monarşi düşmanlığını kendi soyundan gelenlere de aktarmıştı. Bunlardan biri de Marcus Junius Brutus’tu (MÖ 85-42). Julius Sezar’a (MÖ 100-44) suikast düzenleyenlerden birisi olan Brutus, Sezar’ın kendisini kral ilan etmesini engellemek istemişti.
2- Çeşitli Shakespeare oyunlarında karşımıza çıkan Lucretia, 1594’te yazılan The Rape of Lucrece (Lucrece Tecavüzü) isimli şiirsel anlatının da ana karakteridir.
3- Senato kelimesi esas olarak bir araya gelmiş Roma asilleri anlamına gelmektedir. Latince’deki senex (yaşlı adam) kelimesinden türetilmiştir. Roma Senatosu bin yıldan uzun bir süre boyunca ayakta kalmış, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından 7. yy’da dağılmıştır.

Zerdüşt
Zerdüştlük, günümüzde İran’ı, Hindistan’ı ve Çin’i kapsayan çok geniş bir bölgede yaklaşık 2 bin yıl boyunca hakim olan bir dindir. Bu inancın kurucusu aynı zamanda bir şair olan Zerdüşt’tür. MÖ 7. yy’da Pers ülkesinde yaşadığına inanılmaktadır.
Öğretisi Asya kültürü ve dünya dinleri üzerinde büyük bir etki yapmışsa da Zerdüşt’ün yaşamı hakkında pek az tarihi bilgi bulunmaktadır. Doğduğu yüzyıl bile tartışmalıdır. MÖ 628 yılında muhtemelen bugün İran sınırları içerisinde kalan bir yerde doğduğu tahmin edilmektedir. Yerel bir tapınakta rahip olarak yetiştirilmiştir.


Mitolojide görüşlerini kabul ettirmek için mücadele eden ileri görüşlü bir din adamı olarak tanıtılan Zerdüşt en sonunda fikirleriyle üstün gelmiştir. Ailesinin karşı çıkmasına rağmen yirmili yaşlarındayken evden ayrılmıştır. Bundan sonraki on yılını “iyi din” olarak adlandırdığı inancın ortaya çıkmasıyla son bulacak olan ruhsal bir yolculuk yaparak geçirmiştir. Takip eden on yıl boyuncaysa kendisine müritler aramıştır. Uzunca bir süre büyük başarılar elde edemese de Bactrian Kralı’nın hasta olan atını tedavi edince talihi dönmüştür. Kral kısa süre içerisinde Zerdüştlüğü benimsemiştir. Zerdüşt 79 yaşındayken bilinmeyen bir sebeple öldürülmüştür.
Ölümünden sonra Zerdüşlük Asya’da hızla yayılmış ve Pers İmparatorluğu’nun hakim inancı haline gelmiştir. Zerdüştlüğün tanrısı olan Ahura Mazda, üstün bir güç ve ruhların nihai yargıcıdır. Zerdüştler iyiyle kötünün birbirinden ayrılacağı ölümden sonraki hayata inanırlar. Tek tanrı inancının altını çizmesi ve ölümden sonra gerçekleşecek nihai bir yargılama düşüncesi ile Zerdüştlük, Yahudilik ve Hıristiyanlık inançlarının öncülü konumundadır. Aralarında Hinduizm ve Budizmin de bulunduğu pek çok Doğu inancı ile de benzerlikler taşımaktadır.
İran’ın 7. yy’da Müslümanlar tarafından fethi ile birlikte Zerdüştlüğün merkezi Batı Hindistan’a kaymıştır. Zerdüşlerin sayısı 20. yy’da hızla azalmıştır. Günümüzde dünyanın dört bir yanına dağılmış iki yüz binden az Zerdüştün yaşadığı tahmin edilmektedir. Bunların büyük bir bölümü ise İran ve Hindistan’da yaşamaktadırlar.
Ek Bilgiler
1- Zerdüştler dinlerini yaymak için çalışmamakta ve yeni insanları dinlerine kabul etmemektedirler. Bu durum onların sayılarının sürekli bir biçimde azalmasına neden olmaktadır.
2- Günümüzde yaşayan ünlü Zerdüştlerin arasında New York Filarmoni Orkestrası eski şefi Zubin Mehta (1936-) da bulunmaktadır.
3- Alman Filozufu Nietzsche (1844-1900), 1885 yılında Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli bir kitap yazmış ve bu kitabında Zerdüştlerin birçok ahlaki önermesine karşı çıkmıştır. Kitap bestekar Richard Strauss’a (1864-1949) aynı adlı bir senfonik şiir yazması için ilham vermiştir. Bu beste daha sonra 1968 yapımı 2001: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Yolculuğu) filminde çalınmıştır.

Perikles
Atina’nın altın çağında, en etkili liderlerinden biri olan Perikles (MÖ 495-429) bir komutan ve politikacıdır. Şehir devletinin aynı zamanda hem büyük bir askeri güce hem de bir sanat ve felsefe merkezine dönüşmesine yardımcı olmuştur. Şehrin başarısındaki rolü çok büyüktür. Öyle ki MÖ 460-429 arasındaki refah dönemi kimi zaman “Perikles Çağı” olarak da adlandırılmaktadır.
Yunan tarihçi Thucydides (MÖ 460-404) “Perikles Atina’nın en önde gelen insanıydı; sözü dinlenir, yaptıkları saygı görürdü,” diye yazar.


Perikles’in anne ve babası Atina’nın aristokrat ailelerindendir. Müzik, retorik ve felsefe alanlarında son derece iyi bir eğitim almıştır. Atina’nın Pers saldırılarını püskürttüğü bir dönemde yetişmiştir. Marathon Savaşı (MÖ 490) o henüz küçük bir çocukken meydana gelmişti. Salamis Savaşı’na (MÖ 480) ise ilk gençlik çağında tanıklık etmiştir.
MÖ 461 yılında Perikles politikaya atıldı. Şehir meclisinde asillerin güçlerinin azaltılmasını amaçlayan bir oylamanın düzenlenmesine yardımcı oldu. Oylamadan sonra Perikles şehirdeki en önemli politik figürlerin arasına girmiştir. En büyük rakibi olan Cimon (MÖ 510-450) o yıldan sonra sürgüne gönderilmiştir. Bu sayede Perikles’in önü açılmış, sonraki otuz yıl boyunca Atina’yı rakipsiz bir biçimde yönetme şansını yakalamıştır.
Perikles bir halk kahramanı ve demokrasinin savunucusu olarak tanınmaktadır. Savaşta öldürülen Atinalı askerler için yaptığı konuşma demokrasinin bilinen en iyi savunuları arasında yer almaktadır: “Bizim yönetimin azınlığın değil çoğunluğun elinde olmasına demokrasi adını verdiğimiz doğrudur. Ancak eğer adalet herkes için eşit bir biçimde uygulanabiliyorsa bu yapının mükemmel olduğu söylenebilir. Ve bir şekilde sıyrılıp kendilerini gösteren vatandaşların kamu hizmetinde yer almaları bir ayrıcalık değil, erdemin ödülü olmalıdır.”
Perikles Akropolis’i inşa etti. Tiyatrolar açtı. Aiskhylos (MÖ 525-455), Euripides (MÖ 484-406), gibi oyun yazarlarına maddi destekte bulundu. Akropolis’teki mermer figürleri yapan heykeltıraş Phidias (MÖ 490-430), Perikles’in dostu ve taraftarıydı.
Perikles Sparta ile yapılan savaş sırasında MÖ 429’da öldü. Onun ölümü ve şehrin savaşta yenilgiye uğraması Atina’nın altın çağının sonu oldu.
Ek Bilgiler
1- Perikles Aiskhylos’un dostuydu. Onun yazdığı Persler adlı tarihi oyunun ilk gösterimini finanse etmişti (MÖ 472). Bu oyun Salamis Savaşı’ndaki Atina zaferinin sonuçlarını anlatmaktadır.
2- “Perikles Çağı” terimi zaman zaman bir ülkenin ya da sanayinin altın çağını anlatmak için kullanılmaktadır. Örneğin 2005 yılında Time Dergisi’ne yazan bir film eleştirmeni 1930’ları ve 1940’ları “Selüloid’in Perikles Çağı” diye tanımlayarak dönemin, film endüstrisi tarihi için taşıdığı öneme işaret etmiştir.
3- Parthenon, Atina kentinin Savaş Tanrıçası Atena’ya adanmıştır. İnşası on beş yıl sürmüş ve yirmi bin ton mermer kullanılmıştır. Yapı daha sonraları kilise ve cami olarak kullanılmış, son olarak 19. yy’da tarihi bir alan olarak koruma altına alınmıştır.

Sokrat
Sorgulanmayan hayat, hayat sayılmaz.
    – Sokrat
Atina’nın usta öğretmeni Sokrat (MÖ 470-399), antik Yunan filozoflarından oluşan son derece önemli bir nesil yetiştirmiştir. Günümüzde tarihin en etkili düşünürleri arasında yer almaktadır. Entelektüel bir kışkırtıcı olarak Atinalılarla sürekli olarak politika ve ahlak konularında sürtüşmeler yaşamış, onları inançlarını yeniden gözden geçirmeye teşvik etmiştir.
Büyük öğretmenin bitmek bilmeyen mücadelesi en sonunda kendi başına bela olmuştur. 71 yaşındayken şehir yöneticilerine hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanmış ve tarihin belki de en meşhur davasında yargılanmıştır. En sonunda baldıran zehiri içerek intihar etmeye zorlanmıştır.


Bu kadar büyük bir etkiye sahip olmasına rağmen Sokrat hiçbir şey yazmamıştır. Onu dünyaya tanıtan eski bir öğrencisi olan Platon (MÖ 429-347) olmuştur. Platon, Sokrat öldüğü sırada otuz yaşlarındaydı. Aslına bakılırsa Sokrat’ın hayatı ile ilgili bilgiler büyük ölçüde eksiktir. Öyle ki tarihçiler filozofun hayatı hakkındaki belirsizliği “Sokratik Problem” olarak tanımlamaktadırlar.
Sokrat Atina’nın Perikles’in (MÖ 495-429) etkisiyle yükselişe geçtiği altın çağını da, sonraki düşüş dönemini de görmüştür. Çeşitli savaşlarda yer almıştır. Genellikle politikadan uzak durmuş ve şehrin demokratik yönetim sistemine şüpheyle yaklaşmıştır.
Sokrat’ın ilgi çekici bir görünümü ve kendine özgü, Sokratik yöntem denen bir eğitim stili vardı. Eski kıyafetler giyer, saçlarını uzatırdı. Bilindiği kadarıyla düzgün gelir getiren bir işi yoktu. Atinalılar dersleri karşılığında ona ücret ödemeyi teklif etmişlerse de Sokrat bunu reddetmiştir. Öğrencilerin değer yargılarını ve temel varsayımlarını sorgulayan acımasız sorulara dayanan bir eğitim sistemi geliştirmişti. Öğrencilere bilgi yüklemesi yapmaktansa onlara din ve politikanın çelişki ve nüanslarını tartışmalarını sağlayacak sorular sormayı tercih etmiştir.
MÖ 5. yy’ın sonlarına doğru Atinalılar askeri yenilgiler nedeniyle büyük sorunlar yaşamaya başladılar. Demokrasi karşıtı kısa süreli bir darbe girişimi yaşandı. Şehir liderleri Sokrat’tan ve onun durmak bilmez sorularından yorulmuşlardı. Belki de bir günah keçisi arıyorlardı. Gençlerin yozlaşmasına neden olduğu gerekçesiyle onu tutuklayıp ölüme mahkum ettiler. Sürgüne gitme hakkı olsa da Sokrat filozofların ölümden korkmaması gerektiğine inanıyordu. Baldıran zehri içerek kendi isteğiyle hayatına son verdi.
Ek Bilgiler
1- Sokrat, Bill and Ted’s Excellent Adventure (Bill ve Ted’in Mükemmel Macerası / 1989) filminde Tony Steedman (1927-2001) tarafından canlandırılmıştır.
2- Sokrat’ın içtiği baldıran zehrinin, baldıran ağacı ile herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Kuzey Amerika ve Asya’da yaygın olan ve sürekli yeşil kalan baldıran ağacı zehirsizdir.
3- Suçlu bulunmasının ardından Sokrat’a kendi suçu için nasıl bir cezayı uygun gördüğü sorulmuştur. Buna yanıt olarak Sokrat, liderlerin cehaletini ifşa ettiği için kendisine maaş bağlanması gerektiğini söylemiştir.

Aristarkus
Yunan astronom ve matematikçi Aristarkus (MÖ 310-230), Kopernik’ten çok önce Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü ileri sürmüştür. Ne var ki buluşları, çağdaşı Yunanlılar tarafından reddedilmiş ve ortaya attığı fikirler neredeyse 2 bin yıl sonra doğrulana dek büyük ölçüde unutulmuştur.
Aristarkus günümüzde Türkiye sahiline çok yakın olan Yunan adası Sisam’da doğdu. Burası aynı zamanda matematikçi ve dini lider Pisagor’un da (MÖ 580-500) doğum yeriydi. Aristarkus’un bazı düşüncelerinin Pisagorcu inançlardan etkilendiği düşünülmektedir. O dönemde bu inanç, kurucusunun ölümü üzerinden yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hâlâ etkindi.
Sisam’dan ayrılan Aristarkus İskenderiye’ye yerleşti. Lampsacus’lu Strato’nun (MÖ 335-269) öğrencisi oldu. Strato Atina’dayken Aristo’nun talebelerinden biriydi. Aristo çağının diğer önemli Yunan düşünürleri gibi Dünya’nın evrenin merkezinde hareketsiz bir şekilde durduğuna inanıyordu. Aristarkus’a da bu düşüncenin kesinlikle doğru olduğu öğretilmişti.
Aristarkus’un çalışmalarından geriye sadece Ay ve Güneş’in Uzaklık ve Büyüklükleri isimli çalışması kalmıştır. Çalışmada Aristarkus bu iki gök cisminin büyüklüklerini ve Dünya’ya olan uzaklıklarını hesaplamaya çalışmaktadır. Hesaplamaları doğruluktan çok uzak olsa da Güneş’in Dünya’dan çok daha büyük olduğunu doğru bir biçimde bilmiştir.
Bu buluş onu daha küçük olan Dünya’nın evrenin merkezi olup olamayacağı sorusunu sormaya sevk etmiştir. Ne yazık ki Aristarkus’un sonraki çalışmalarının tamamı kaybolmuştur. Ancak Yunan mühendis Arşimet (MÖ 287-212) Aristarkus’un, merkezinde Güneş’in olduğu yeni bir evren modeli kurduğunu anlatır. Aristarkus aynı zamanda yıldızların da Güneş gibi gök cisimleri olduğunu ve çağdaşlarının aksine Dünya’dan çok uzak olduklarını düşünmüştür. Aynı zamanda gökyüzündeki yıldız hareketlerinin Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşü ile ilgili olduğu fikrini ortaya atar. Bu düşüncesi de sonradan doğrulanacaktır.
Güneş merkezli evren modeli Yunanlılar tarafından görmezden gelinip alay konusu olacaktır. Arşimet de bu alaycıların arasında yer almaktadır. Yaklaşık olarak 400 yıl sonra astronom Batlamyus (100-170) Dünya merkezli görüşü savunan Almagest’i yayınlar. Bu yapıt Orta Çağ boyunca Batı’nın temel astronomi kaynağı olacaktır. Nicolaus Copernicus’un (1473-1543) De revolutionibus orbium coelestium libri vi’yi 1543’te yayınlaması ile birlikte nihayet bir başka bilim adamı Aristarkus’un görüşlerini doğrulamış olacaktır.
Ek Bilgiler
1- Ay’daki en önemli kratere Yunan astronomun adı verilmiştir. “Aristarkus” göreli olarak genç bir kraterdir. 450 milyon yıl önce oluştuğu tahmin edilmektedir. Çoğu zaman dünyadan çıplak gözle görülebilmektedir.
2- Antik tarihçi Plutarch’a (46-120), göre Cleanthes (MÖ 330-230) adlı bir Aristarkus eleştirmeni, Aristarkus’un Güneş merkezli modeli ile Dünya’yı evrenin merkezinden çıkartarak Tanrı’ya karşı saygısızlık ettiğini ileri sürmüştür.
3- Aristarkus gözlemlerini çıplak gözle, teleskop olmadan yapmıştır. Bu durum çeşitli ölçüm hatalarına yol açmıştır.

Aristides
Politikacı “Adaletli” Aristides (MÖ 530-468) eski Atina’da büyük bir üne sahipti. Rüşvet almayı, halkın parasını çalmayı ya da yakınlarını kayırmayı reddetmiştir. MÖ 490 yılındaki Marathon Savaşı’nda başarılı bir generaldi. Zaferleriyle hiçbir zaman övünmemiştir. Çağdaşlarının biri onu Atina’nın en “değerli” adamı diye adlandırmaktadır.
Aristides gerçekten de o kadar ahlaklıydı ki hemşehrileri arasında onu sevmeyen birçok kişi vardı. MÖ 482’de yapılan bir oylamada şehirden sürülmesine karar verilmişti. Kovulması lehinde oy kullanan bir Atinalı: “Ben onu şahsen tanımam. Ama her yerde onun adını duymaktan, ondan ‘Adil adam’ diye bahsedilmesinden bıktım usandım,” demiştir. (Aristides’in Atina filosunun genişletilmesine karşı çıkmasının da kovulmasında rol oynadığı tahmin edilmektedir).


Aristides’in sürgün kararı bir süre sonra pişmanlığa neden olmuştur. Sürgüne gönderilmesinden iki yıl sonra Persliler yeniden Yunanistan’ı işgal ettiler. Thermopylae Savaşı’nda Yunanlılar’ı yenmiş ve görünüşe göre bölgenin tamamını ele geçirmeye yemin etmişlerdi. Bu durum karşısında Atinalılar, Aristides’e geri dönüp şehrin savunmasını organize etmesi için yalvarmak zorunda kaldılar.
İki yıl önce Aristides’in kovulması için kampanya başlatanların arasında yer alan politikacı Themistocles’le (MÖ 524-460) birlikte Persler’e karşı mücadele etmek için kurulmuş olan ve Yunan şehir devletlerinden oluşan birliğin komutasını ele aldı. Salamis Savaşı’nda (MÖ 480) Pers donanmasını yenilgiye uğrattılar. Sonraki yıl ise Platea Savaşı’nda kara ordularını yendiler. Bu zafer Pers istilasının sonu oldu.
Savaştan sonra Yunan birliği bozulmaya başladığında, Sparta’nın aksine Atina’nın lider Yunan şehri olması için diplomatik bir çaba harcadı. Dürüstlüğüne borçlu olduğu ünü sayesinde diğer şehirlerin güvenini kazanmayı başardı. Aristides, MÖ 487 yılında kurulan ve Delian Ligi denen Atina liderliğindeki konfederasyonun mimarlarından biriydi.
Aristides’in hayatının geri kalanı hakkında pek az şey bilinmektedir. Politikaya dönmüş ve Plutarch’a (46-120) göre sefalet içinde ölmüştür. Zira politikayı kullanarak zenginleşmeyi kesin olarak reddetmiştir.
Ek Bilgiler
1- Plutarch’a göre Aristides ve Themistocles arasındaki düşmanlık kişiseldi. Her ikisi de Stesilaus adındaki bir genci seviyorlardı.
2- Aristides Pers Savaşları sırasında general anlamına gelen strategos unvanını aldı. Strateji kelimesi bu terimden türetilmiştir.
3- Delian Ligi, adını konfederasyonun hazinesinin saklandığı ve yıllık toplantılarının düzenlendiği Delos Adası’ndan alır. Her ne kadar eşitler arasındaki bir birlik olarak yola çıkılmış olsa da zamanla fiili olarak bir Atina imparatorluğu haline gelmiştir. Hazinesine, Pantheon’un inşasında kullanmak üzere Atina tarafından MÖ 454 yılında el konulmasının ardından, birlik son bulmuştur.

Sofokles
Sofokles (MÖ 496-406), Atinalı bir oyun yazarıdır. Pek çok ünlü Yunan tragedyasını o yazmıştır. Yüzden fazla oyun yazdığına inanılmaktadır. Ne yazık ki bunlardan pek azı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Euripides (MÖ 484-406) ve hem arkadaşı hem de rakibi olan Aiskhylos (MÖ 525-455) gibi isimlerle birlikte en büyük Antik Yunan oyun yazarları arasında yer almaktadır.
Sofokles’in en etkili oyunları, efsanevi Theban Kralı Oidupus’u anlatan Kral Oidupus ve kralın kızını anlatan Antigone’dir. Aiskhylos’tan ilham almış olmasına rağmen Sofokles’in sahneleme stilleri ve oyunlarındaki karakter gelişimi çok daha sofistikedir. Bu özelliği onun oyunlarını günümüzde en çok sahnelenen Yunan tragedyaları arasına sokmuştur.


Sofokles, Attika’daki küçük bir kasabada dünyaya geldi. Küçük bir çocukken Perslere karşı verilen Atina Savaşı’na tanık oldu. Doksan yıl süren hayatı boyunca Atina’yı bir süper güç haline getiren Pers Savaşları’ndan seksen yıl sonra şehrin düşüşünü başlatan Peloponez Savaşı’na kadar pek çok tarihi olaya tanık oldu.
Kariyerinin ilk döneminde Sofokles ağırlıklı olarak Aiskhylos’tan etkilenmişti. Ne var ki Atina’da her yıl düzenlenen bir tiyatro yarışması olan Dionysia’da ustasına meydan okudu. MÖ 468 tarihinde onu yendi. Bu zaferi, onu şehrin en önde gelen oyun yazarı yapacak olan bir dizi olayın da başlangıcı oldu.
Kral Oidipus’ta, Oidipus Thebes kralının ve kraliçesinin oğludur. Bir kahinin çocuğun büyüdüğünde babasını öldürüp annesiyle evleneceğini söylemesi üzerine ebeveynleri onu terk eder. Uzun yıllar sonra soyundan habersiz olan Oidipus bir çatışma sırasında kralı öldürür ve onun dul eşiyle evlenir. Bu kadının annesi olduğundan habersizdir (Annesiyle cinsel ilişki yaşamak isteyen bir erkeğin Oidipus kompleksine sahip olduğu söylenir. Oyunda Oidipus ne yaptığının farkına varır varmaz büyük bir utanç yaşar. Kendini kör eder ve Thebes’den ayrılır.)
Sofokles aynı zamanda Atina’da politikaya da karışmıştı. Orduda bir dönem strategos, yani general olarak hizmet verdi. Peloponez Savaşı başladığı sırada yaşlı bir adamdı. Şehrin Sparta’ya karşı savunulmasına yardım etti. Savaşın feci bir yenilgiyle son bulmasından hemen önce hayatını kaybetmiştir.
Ek Bilgiler
1- Sofokles’in yüz yirmi üç oyunundan yalnızca yedisi günümüze ulaşabilmiştir: Ajax, Antigone, Electra, Oidipus Colonus’ta, Kral Oidipus, Philoctetes, Trachisli Kadın.
2- Yaygın bir biçimde kullanılan pek çok ünlü söz ve deyiş Sofokles’in çalışmalarından gelmektedir. Örnek vermek gerekirse “Hiç kimse kötü haber getireni sevmez,” sözü Antigone’den alınmıştır. “Zaman her şeyin ilacıdır,” Kral Oidipus’ta, “Garip bir ülkede garip kalmak,” deyişi ise Oidipus Colonus’ta’da yer almaktadır.
3- Sofokles’in pek çok erken dönem oyununda kendisi de rol almıştır. Ne var ki sesi yetersiz olduğu için daha sonraları oyunculuktan vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Mattathias
Yahudilerin ışık bayramının (Hanukah) kökenleri MÖ 2. yy’a kadar dayanmaktadır. Her yıl ışık bayramında Mattathias adındaki bir rahibin başlattığı ve Kudüs Tapınağı’nın yeniden Yahudilerin eline geçmesini sağlayan isyanın zaferini kutlamaktadırlar. İsyandan muzaffer olarak çıkan Yahudiler, tapınağı sadece bir gün yetecek olan yağla sekiz gün boyunca aydınlatmayı başarmışlardır. Bu mucize her yıl menorah (yedi kollu şamdan) yakarak kutlanır.
İsyanın başladığı MÖ 167 yılında Kudüs, Yunanca konuşan Seleucid İmparatorluğu’nun egemenliğindeydi. Pek çok Yahudi, Yunan geleneklerini benimsemiş ve hatta Yunan tanrılarına tapmaya başlamıştı. Bu durum Yahudi toplumunda anlaşmazlıklara neden oldu. O yıl Seleucid Kralı 4. Antiochus (MÖ 215-164), sünnet ve Sabbath gününün de aralarında bulunduğu kimi Yahudi adetlerini yasaklayarak bu anlaşmazlığın derinleşmesine neden oldu.


İncil’de anlatılanlara göre Mattathias, antik Yahudaizmin dini merkezi olan tapınakta bir rahipti. Mattathias Kudüs’te yapılanlardan dolayı çok öfkeliydi. “Ben bunları, insanlarımın ve kutsal şehrin çöküşünü, görmek için mi dünyaya geldim?” diye soruyordu. Yunan tanrılarına tapan bir Yahudi’yi öldürerek isyanın başlamasına neden oldu. Aynı zamanda Antiochus’un yeni emirlerini uygulamak için gönderilen bir Seleucid memurunu da öldürdü. Ardından insanları birlik olmaya çağırdı: “Geleneklere sadık olan ve ahdi destekleyen kim varsa benimle gelsin!”.
İsyan yaklaşık yedi yıl sürdü. Ne var ki Mattathias, Yahudiler’in zaferini görecek kadar uzun yaşamadı. MÖ 166 yılında öldü. Davasını oğlları devam ettirdi. Seleucidler’i bölgeden çıkarıp tapınağı kurtardılar. MÖ 160 yılında Maccabean Hanedanı kuruldu. Hanedan MÖ 63 yılına kadar bağımsız bir Yahudi devleti olarak hüküm sürdü.
Ek Bilgiler
1- Kudüs Tapınağı, Romalılar tarafından MS 70 yılında tahrip edildi. Kudüs’teki ünlü Batı Duvarı, tapınaktan geriye kalan son parçadır.
2- Maccabee, İbranice’de çekiç anlamına gelir. Mattathias ailesinin bu adı almasının nedeni, düşmanlarının üzerine bir çekiç gibi darbe indirdiklerine inanılmasıydı.
3- Mattathias Kudüs’le Tel Aviv arasında kalan Modin şehrinde dünyaya geldi. Ölümünün ardından orada bir mezara gömüldü. Ne var ki antik şehre ait tüm izler günümüzde ortadan kalkmıştır.

Lao Tzu
Taoizmin efsanevi kurucusu Lao Tzu’nun gerçekten yaşayıp yaşamadığı tarihçiler arasında devam eden bir tartışma konusudur. Efsaneye göre büyük bilge, MÖ 6. yy’da Çin’de yaşadı. İnsan doğası, ahlak ve hür irade hakkında bir eser olan Tao Te Ching’i yazdı. Bu kitaptaki düşünceler, Asya’nın en önemli dini inançlarından birinin temellerini atmıştır.
Aslına bakılırsa Lao Tzu’nun hayatı hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Hayatı ile ilgili boşluk sayısız efsane ile doldurulmuştur. Bunlardan birine göre bilgeliğinin bir işareti olarak sakallı doğmuştur. Bir başka mit 996 yıl yaşadığını iddia eder. Kimileri günümüzün Luoyang şehrinde Çin imparatorunun arşivcisi olarak çalıştığına işaret ederler. Söylendiğine göre ilk felsefi yazılarını burada yazmıştır.


Bir efsaneye göre bir gecede yazılmış olan Tao Te Ching, seksen bir bölümden oluşur. Ahlak ve felsefeyle ilgili bilgilerin yer aldığı kitap, evrenin doğasını (Tao yol anlamına gelir) ve kişisel ahlakın önemini (Te erdem anlamına gelir) açıklamaya çalışır. Lao Tzu’nun ahlak anlayışında derin düşüncenin önemine, barışçılığa ve doğayı kabullenmeye vurgu yapılır. “Kendinle barış, hayatın doğal akışı ile neşelen” der bir pasajında. “Hiçbir beklentin olmadığı zaman, bütün dünya senin olur.”
Taoizmin en bilinen konsepti ikiciliktir. Lao Tzu’ya göre doğa zıtlıklarla doludur: dişil ve eril, aydınlık ve karanlık, yaşam ve ölüm. Lao Tzu bu ikilikler arasındaki gizli bağlantıları anlayarak evrenin doğasının kavranabileceğini ileri sürer. Gerçekten de pek çok açıdan bu zıtlardan biri olmadan diğerinin de var olması mümkün değildir. Bu konsept en çok ünlü Yin (dünya) ve Yang (cennet) kavramları ile sembolize edilmiştir. Bunlar zıt kavramlar gibi gözükse de biri olmadan diğerinin varlığı söz konusu olamaz.
Lao Tzu’nun münzevi bir keşiş olarak yaşadığı ve sessiz sedasız bir biçimde öldüğü söylenmektedir. Yazıları ise çok büyük bir tutkuyla sahiplenilmiştir. Öyle ki Tao Te Ching’in kopyaları kazılarda ortaya çıkan eski Çin mezarlarında gömülü olarak bulunmuştur. Taoizm günümüzde Çin’in en yaygın inançları arasında yer almaktadır.
Ek Bilgiler
1- Modern Çin’de Taoizm iktidardaki Komünist Parti tarafından kabul edilen beş dini inaçtan biridir. Partinin kabul ettiği diğer dinler ise Budizm, Katoliklik, İslam ve Protestanlık’tır.
2- Tao Te Ching kadın erkek eşitliğine yaptığı vurguyla diğer antik dini metinler arasında istisnai bir konuma sahiptir. Lao Tzu, erkek egemen bakış açısına meydan okumak adına, varlığın hayat ve yaratıcılık gibi en önemli niteliklerine gönderme yaparken dişi üçüncü tekil şahsı kullanmıştır.
3- Tao Te Ching’in 47. bölümü, Beatles’ın The Inner Light (İç Işık) adlı şarkısının sözlerine ilham kaynağı olmuştur. Parçanın müziği gitarist George Harrison (1943-2001) tarafından bestelenmiştir.

Büyük İskender
Bir antik tarihçi Büyük İskender’den (MÖ 356-323) bahsederken şöyle der: “Mücadele edip de yenmediği hiçbir düşmanı yoktur. Kuşattığı her şehri almıştır. İşgal ettiği her ulusa boyun eğdirmiştir.” Mısır’dan Hindistan’a uzanan fetihleri, Yunanlılar tarafından bilinen dünyanın her yerine ulaşmıştır. Sadece otuz üç yaşına kadar yaşamış olmasına rağmen böyle bir başarı elde etmiş olması dikkate değerdir.
İskender’in fetihleri Yunan geleneklerini ve dilini Akdeniz’de yaygınlaştırmıştır. Böylece Yunanca bölgenin hakim dili haline gelmiştir. Sonraki üç yüz yıl boyunca İskender’in varisleri onun kurduğu imparatorluğun çeşitli bölgelerini yönetmişlerdir. Bu dönemin sonunu ise Roma istilası getirmiştir.


Bir Yunan krallığı olan kuzeydeki Makedonya’da dünyaya geldi. Makedon Kralı 2. Philip’in ve eşlerinden biri olan Olympias’ın oğluydu. Gençliğinde filozof Aristo’dan (MÖ 384-322) dersler aldı. Aristo genç prense bilim, edebiyat ve felsefe aşkı aşıladı. İskender aynı zamanda çok iyi bir at binicisiydi. Atı Bucephalus, fetihleri sırasında ona eşlik etti ve antik dünyanın en ünlü hayvanlarından biri haline geldi.
MÖ 336 yılında Philip bir suikaste kurban gitti. İskender henüz yirmi yaşındayken onun yerine tahta geçti. Birkaç yıl içinde Makedonya’yı Yunanistan’da hakim güç haline getirdi. Atina ve Thebes gibi şehir devletlerini konrol altına aldı. Ardından ordularını on yıl sürecek bir dünya seferine çıkardı. Mısır’ı, Hindistan’ı ve Yunanistan’ın ezeli düşmanı olan Pers İmparatorluğu’nu fethetti. Askerleri düzinelerce şehir kurdu ve üç kıtaya yayılan bir imparatorluğu kontrol ettiler.
İskender, inançlarını yendikleri halklara empoze etmeye çalışan fatihlerden farklı olarak Pers kültürü ile ilgilendi ve ona ait pek çok geleneği benimsedi. Bu politikası pek çok komutanın tepkisini çekti. Özellikle İskender’in binlerce askerini toplu bir düğünle Pers kadınlarıyla evlenmeye zorlaması büyük öfkeye yol açtı. İskender, Susa şehrinde gerçekleştirilen bu düğünle Yunan ve Pers kültürlerinin birarada yaşayabileceğini göstermek istemişti.
İskender’in Babil’deki ölümünün nedeni tartışma konusu olmuştur. Kimi çağdaşları onun zehirlenmiş olduğundan şüphelenmiştir: “O düşmanlarına yenilmedi. Güvendiği kişiler ona bir komplo kurdular.” Ne var ki 1998 yılında tamamlanan bir araştırmada muhtemelen tifo ateşinden öldüğü sonucuna varılmıştır.
Ek Bilgiler
1- Oliver Stone’un yönettiği 2004 yapımı Alexander filminde, İskender rolünü İrlandalı aktör Colin Farrel (1976-) oynamıştır. Büyük fatih aynı zamanda aralarında William Shatner (1931-) ve Richard Burton’un (1925-1984) da bulunduğu pek çok başka aktör tarafından da canlandırılmıştır.
2- İskender’in en sevdiği kitap olan İlyada’yı uyurken bile yastığının altında tuttuğu söylenir.
3- Efsaneye göre İskender ölümünden sonra mumyalanmıştır. Naaşı kendi adıyla onurlandırılan Mısır’daki İskenderiye şehrine götürülmüştür.

Platon
Platon’un (MÖ 429-347) gerçek ismi Aristokles’dir. Atina’da politik güce sahip zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Platon ismi, geniş omuzlarından esinlenilerek güreş öğretmeni tarafından kendisine verilmiştir.
“Platos” kelimesi Yunanca geniş anlamına gelmektedir. Bu isim filozofun felsefe tarihindeki konumuna da son derece uygun düşmektedir. Her ne kadar günümüzde politika alanında yazdıkları daha fazla biliniyor olsa da, Atinalı yazarın eserleri şiir, cinsellik ve matematik de dahil olmak üzere çok çeşitli konularla ilgilidir.


Platon gençliğinde son derece ayrıcalıklı bir eğitim aldı. Filozof Sokrat’ın (MÖ 470-399) öğrencisi oldu. Öğretmeninin yargılanıp idam edilmesi onda şok etkisi yarattı. Sokrat’ın pek çok diğer öğrencisi gibi Platon da onun ölümünün ardından şehri terk etti. İtalya ve Sicilya’ya gitti.
Kırk yaşındayken geri döndü ve ünlü akademisini açtı. Genç Atinalılar için bir felsefe okulu olmasını planladığı “Akademi” Batı dünyasında kendi türünün ilk örneği oldu. Yunanistan’ın her yerinden öğrenciler bu okula geldiler. Bunların arasında Platon’un yanında çalışmak için MÖ 367 yılında Atina’ya gelen Aristo da vardı.
Plato’nun pek çok çalışması günümüze kadar ulaşmıştır. Yazdıklarının büyük bölümü diyaloglar şeklindedir. Örnek vermek gerekirse en bilinen çalışması olan Republic (Devlet / MÖ 360), Sokrat ve diğer Yunanlılar arasında geçen kurgusal sohbetlerden oluşmaktadır. Platon diyaloglardan hükümet yapısı, adalet ve toplumda filozofların rolü konusundaki fikirlerini genel hatlarıyla ortaya koymak için yararlanmıştır.
Devlet kitabında Platon’un ünlü “Mağara Alegorisi” de bulunmaktadır. Hikaye, ömürleri boyunca bir mağarada zincirlenmiş olarak bulunan insanlarla ilgilidir. Bunlar güneşi hiç görmemişlerdir. Gördükleri tek şey birkaç nesnenin mağara duvarına düşen gölgeleridir. Platon’a göre mağaradaki insanlar gördükleri gölgelerin gerçeğin ta kendisi olduğuna inanacaklardır. Ama içlerinden biri güneşi görme imkanı bulursa gerçek dünyanın farkına varacak ve diğerlerini aydınlatmaya çalışacaktır. Platon bu öyküyü filozofun toplumdaki öğretici rolünü anlatmak için bir alegori olarak kullanmıştır. Filozof mağaradan kurtulan ve metafiziği, yani gerçekliğin temel doğasını anlamayı başaran kişidir.
Platon Okulu, kurucusunun ölümünden yüzlerce yıl sonra dahi Atina’da varlığını koruyabilmiştir. Platon’un düşünceleri pek çok çağdaş siyaset kuramına ilham vermiştir.
Ek Bilgiler
1- “Akademi” ve “akademik” sözcükleri Platon’un Atina’daki “Akademi”sinden türetilmiştir. Platon’un açtığı okula “Akademi” isminin verilme sebebi ise, Yunan kahramanı Academus’a adanan bahçelerde inşa edilmesidir.
2- Platon’un felsefe okulu bin yıla yakın bir süre açık kalmıştır. 529 yılında Bizans İmparatoru tarafından Hıristiyanlığın altını oyduğu gerekçesiyle kapatılmıştır.
3- Platon’un ailesinin kökeninin, Yunan deniz tanrısı Poseidon’a uzandığına dair çeşitli efsaneler vardır.

Öklid
Doğa kanunları, Tanrı’nın matematiksel düşünceleridir.
    – Öklid
Bir Antik Yunan matematikçisi olan Öklid’in (MÖ 325-265) yazdığı ders kitabı, 2 bin yıldan uzun bir süre boyunca Batı dünyasında geometrinin temel taşını oluşturmuştur. On üç ciltten oluşan Elementler üçgenler, asal sayılar, poligonlar ve başka birçok konuyla ilgili temel matematiksel kuralları içermektedir.
Bu kitap Öklid’i tarihin en önemli insanları arasına sokmuştur. Buna rağmen hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Aslında Öklid, Elementler kitabında yeni hiçbir şey söylememiştir. Onun esas başarısı, Yunanlılar tarafından yüzlerce yıldır geliştirilen kanun ve teorileri bir kitapta özetleyerek toplamasıdır.
Öklid Mısır’ın Yunanlılar tarafından kontrol edilen İskenderiye şehrinde yaşamıştır. İskender’in generallerinden biri olan 1. Batlamyus (MÖ 367-283) döneminde büyük bir ün kazanmıştır. Öklid büyük ihtimalle Platon’un (MÖ 429-347) kurduğu Atina’daki “Akademi”de eğitim görmüş ve Mısır’ın fethinin ardından diğer Yunanlılarla birlikte İskenderiye’ye gitmiştir.
Öklid’in Elementler isimli çalışmasında, Exodus (MÖ 395-342), Theaetetus (MÖ 417-369) ve diğer matematikçilerin buluşları tek bir geometri sistemi içerisinde bir araya getirilmiştir. Bu durum, Öklid’in çağdaşlarının kitabı kafa karıştırıcı bulmasına neden olmuştur. Öklid’in hayatına ilişkin kayıt altına alınmış nadir olaylardan biri, bu durumun güzel bir örneğini teşkil eder. Buna göre Elementler’in bir kopyası eline geçen kral, onun büyüklüğü ve karmaşıklığını görünce korkuya kapılmıştır. Bunun üzerine ünlü matematikçiyi yanına çağırmış ve bu konuları kendisine açıklamasını istemiştir. Batlamyus, Öklid’e geometri öğrenmenin daha kolay bir yolu olup olmadığını sorduğunda Öklid’in “Geometriye giden bir kraliyet yolu yoktur” yanıtını verdiği ileri sürülmektedir.
Öklid kitabına birbiriyle bağlantılı geniş bir aksiyomlar seti ile başlar. Bunları kanıtlamaya gerek görmez. Aksiyomlarından birisi de bir düzlem üzerindeki iki noktadan bir doğrunun geçtiğidir. Öklid, bu ve benzeri aksiyomları temel alarak karmaşık teoremleri kanıtlamaya çalışmıştır.
Öklid’in kitabının kopyaları, 9. yy’dan itibaren Arap bilginler tarafından saklanmıştır. Kitabın daha sonra Avrupalılar tarafından yeniden keşfi, kitaba erişebilmek için kendisini Müslüman bir öğrenci olarak tanıtan İngiliz yazar Adalerdus Bathensis’in (1116-1142) kitabı okuyup çevirmesi ile mümkün olmuştur. Adalerd kitabı 1120 yılında Latince’ye çevirmiştir. Kitabın bu tarihten itibaren bin baskı yaptığı tahmin edilmektedir.
Ek Bilgiler
1- İki bin yıldan daha uzun bir süre boyunca dünyanın en temel matematik ders kitabı olan Elementler’in, İncil’den sonra en çok satan kitap olduğu söylenmektedir.
2- Abraham Lincoln (1809-1865) bir Öklid hayranıydı. Genç bir avukatken Elementler’’in bir kopyasını sürekli yanında taşırdı. Daha sonraları matematik terminolojisine ait kimi unsurları çeşitli söylevlerine yansıtmıştır. Örneğin, politik eşitlikten bahsederken “özgür bir toplumun aksiyomları” ifadesini kullanmıştır.
3- Amerik Birleşik Devletleri’ndeki pek çok sokak ve bina adını Öklid’ten alır. Ayrıca, Ohio eyaletinde Öklid şehri ve onun adıyla anılan bir Ay krateri bulunmaktadır.

Pausanias
Şehrine ihanet eden bir kral olan Pausanias, efsanevi bir hain olduğu kadar başarılı bir generaldi de. Sparta’nın iki kralından biri olarak, MÖ 480-478 yılları arasında şehrin Persler’e karşı zaferle sonuçlanan efsanevi savaşlarına liderlik etmiştir. Ne var ki daha sonra adı Persler’le birlikte bir komploya karışmış ve Yunanlılar’a ihanet etmiştir.


İyi eğitimli ve acımasız savaşçıları ile ünlü Sparta, komployu MÖ 474’te açığa çıkarmıştır. Plan ortaya çıktıktan sonra kral, bir tapınağa sığınmış ve kapana kısıldığı bu yerde açlıktan ölmüştür.
Pausanias’ın ihaneti, Sparta ordusunun efsanevi disiplini bilindiğinden büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Sparta, Atina ile birlikte antik dünyanın süper güçleri arasında yer alıyordu. Atina’dan farklı olarak Sparta, büyük savaşçıları ile ünlüydü. Bunlar çocukluklarından itibaren savaş eğitimi alıyorlardı. Gerçekten de Sparta sanatçıları, filozofları ya da yazarları ile değil, savaşçıları ile tanınırdı.
Aslında hasım olmalarına rağmen Sparta ve Atina, Persler’e karşı ittifak kurdular. Ancak MÖ 480 yılında Thermopylae Savaşı’nda yenilgiye uğradılar. Savaşta Sparta’nın iki kralından biri öldürüldü. Pausanias, daha sonra Platea (MÖ 479) ve Bizans (MÖ 478) savaşlarında muzaffer Yunan ordularının yönetiminde bulundu.
Zaferden sonra Yunan ittifakı çözülmeye başladı. Şehir devletleri Atina ve Sparta’nın etrafında kümelenmeye başladılar. Pausanias’ın baskıcı idaresi bu devletlerin büyük bölümünü Atina’ya yaklaştırdı. Bu yetmezmiş gibi Pausanias’ın Perslerin safına geçmek için onlarla görüşmeler yaptığı ve Helot olarak bilinen Spartalı kölelere onunla birlikte savaşmaları karşılığında özgürlük vadettiğine dair dedikodular bardağı taşıran son damla oldu. İçinde yer aldığı komplonun ortaya çıkması Pausanias’ın çöküşünü de beraberinde getirdi.
Ek Bilgiler
1- Sparta MS 396’da Gotlar tarafından yok edildi. Günümüzdeki Sparta şehri, 1834 yılında kurulmuştur. Antik kalıntılara ulaşmak için 20. yy’ın başlarında kazı çalışmalarına başlanmıştır.
2- Pausanias’ın oğlu Pleistoanax, MÖ 458 yılından itibaren şehri aralıklarla da olsa tam elli yıl boyunca yönetti. Atinalılar’a karşı verilen Peloponez Savaşları onun döneminde başlamıştır.
3- Perslere karşı kurulan Atina-Sparta ittifakı, 2007 yapımı 300 Spartalı filmine konu olmuştur. Filmin yönetmeni Zack Snyder’dir (1966-).

Phidias
Yunan olimpiyatlarının yapıldığı Olimpia dağındaki bir kazı sırasında arkeologlar küçük bir kap buldular (1958). Kabın üzerine Yunan harfleriyle bir cümle yazılmıştı: “Ben Phidias’a aidim.”
2400 yıllık kap belki de Yunan heykeltıraşa ait olduğu kesin olarak bilinen tek kalıntıdır. Phidias (MÖ 490-430) kendi döneminde büyük bir üne sahip olsa da, altın kaplı başyapıtları olan Zeus ve Athena heykelleri de dahil olmak üzere tüm eserleri yok edilmiştir.


Phidias antik dünyada çok ünlüydü. Öyle ki Olimpia’daki Zeus heykeli antik dünyanın yedi harikasından biri sayılmaktadır. Arkeologlar Phidias’ın, kabını yaklaşık 13 metre yüksekliğindeki bu heykeli yaparken açtığı atölyede kaybettiğini tahmin etmektedirler (MÖ 430).
Phidias’ın hayatı hakkında bunun dışında pek az şey bilinmektedir. Atinalıdır. MÖ 5. yy’ın önemli bir bölümünde şehrin politik lideri olan Perikles’in (495-429) taraftarlarından biridir. Perikles sayesinde Parthenon’daki Athena heykelini yapma görevi Phidias’a verilmiştir. Bu heykel fildişinden yapılmış ve altınla kaplanmıştır. 11,58 metre uzunluğundadır. 900 yıl sonra bina talan edilene dek Panthenon’un merkezinde yer almıştır.
Phidias aynı zamanda binanın duvarlarını süsleyen heykellerin yapımına da eşlik etmiştir. Bunların büyük bölümü halen sağlam durumdadır. Bazıları Phidias’ın asistanlarının onun tasarımlarını temel alarak ürettikleri sanat eserleridir. Bu projenin beklenenden daha maliyetli oluşu Phidias’ı zor durumda bırakmıştır. Kullanılan altınların hesabını veremediği için bir süre hapis yatmıştır.
Zeus heykeli Phidias’ın tamamladığı bilinen son eseridir. Zeus, Antik Yunan Pantheon’undaki en önemli tanrıdır. Heykeli fildişi ve altından yapılmıştır. Heykelde elinde asası ile otururken tasvir edilmiştir. Yüzyıllar boyunca ilgi odağı olan heykel, madeni paraların üzerine bile işlenmiştir. Ziyarete gelen Yunan ve Roma yazarları onun güzelliği karşısında hayranlıklarını gizleyememişlerdir.
Tarihçi Plutarch’a göre (46-120) Phidias daha sonra tekrar tutuklanmış ve hapiste ölmüştür. Günümüzde kimi tarihçiler bu iddiaya şüpheyle yaklaşmaktadırlar.
Ek Bilgiler
1- Tapınak süsleri İngiltere ve Yunanistan arasında uzun tartışmalara neden olmuştur. 7. Elgin Kontu aristokrat Thomas Bruce (1766-1841), 1801 yılında heykelleri alarak Londra’ya getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bunun için izin aldığını ileri sürmüştür. Ne var ki günümüzde Yunan liderler heykellerin taşınmasının yasadışı olduğunu iddia ederek İngiltere’den bunların iadesini talep etmektedirler. Mesele halen çözümlenememiştir.
2- Olimpia’daki Zeus heykeli yapıldıktan 800 yıl sonra, içinde bulunduğu tapınak, 426 yılında Bizans İmparatorluğu tarafından yerle bir edilince yok olmuştur.
3- Phidias’ın heykellerinin günümüze ulaşamamasının nedenlerinden biri de yapımında kullanılan malzemeler olabilir. Mermer yerine bronz ve altın kullanmıştır. Bunlar değerli metaller olduğundan heykeller ya çalınmış ya da eritilerek başka amaçlar için kullanılmıştır.

Tiberius Gracchus
MÖ 133 yılına gelindiğinde Roma İmparatorluğu antik dünyanın en büyük gücü haline gelmişti. Yunanistan’dan İspanya’ya kadar uzanan bir coğrafyaya yayılmıştı. Roma lejyonları, Akdeniz’in neredeyse her köşesini egemenlik altına almıştı. Yüzlerce yıl sürecek bir Roma üstünlüğü kurulmuştu ve bu sayede Roma’ya büyük zenginlikler akmaktaydı.
Ne var ki gerçek savaşçılar Roma’nın başarılarından pek az istifade ediyorlardı. Gerçekten de, pek çok lejyoner savaş meydanlarından geri döndüklerinde kendilerine ait çiftliklerin iflas etmiş olduğunu gördüler. Sahip oldukları şeyler yok olmuş, aileleri harap olmuştu. Tahmin edilebileceği üzere yıllarını ülkeleri için harcamış olan bu insanlar karşılaştıkları bu manzaraya içerlediler.


“Dünyaya hükmetmişlerdi ama kendilerine ait bir parça toprakları bile yoktu” diye yakınır Romalı politikacı Tiberius Sempronius Gracchus (MÖ 168-133). Tiberius, Gracchi kardeşlerin büyük olanıdır. Her ikisi de zengin aristokratların gücünü sınırlayarak Roma’da daha eşit bir hayat kurmak isteyen sosyal reformculardı. Gazilerin, ülkelerine döndüklerinde çiftliklerinin onları bekliyor olmasını garanti altına almak istiyorlardı. Plutarch’a göre, hem Tiberius hem de kardeşi Gaius (MÖ 154-121) vahşi bir şekilde katledilmeden önce halk kesiminden pek çok kişiye ilham kaynağı olmuştur.
Tiberius ünlü bir generalin torunuydu. İspanya ve Yunanistan’da savaşmıştı. Roma’ya döndüğünde halk koruyucusu seçildi. (MÖ 133) Amacı büyük bir bölümü işsiz ve evsiz olan gazilerin gelirlerini arttırmaktı. Bunun için bir dizi eşitlikçi reform önerdi. Bunların arasında latifundia olarak bilinen büyük topraklara el konulması da vardı. Tiberius bu toprakları Roma’nın yoksullarına dağıtacaktı.
Senato’daki güçlü muhalefete rağmen, Tiberius önerisini kanunlaştırmayı başardı. Tekrar seçilmesini engellemek için bir yıllık görev süresinin sonunda rakipleri tarafından öldürüldü ve cesedi Tiber nehrine atıldı. Kardeşi Gaius on yıl sonra toprak reformunu yeniden gündeme getirdi, ancak reforma karşı çıkan muhafazakarlar onu da öldürdüler.
Ek Bilgiler
1- Ortak politik amaçları olmasına rağmen kardeşlerin kişilikleri çok farklıydı. Plutarch’a göre “Tiberius kibar ve sakindi. Gaius ise gergin ve öfkeli. Biri nutuk atarken bile sakin kalmayı başarırken, öbürü asla yerinde duramazdı.”
2- Tiberius, düşmanlarının canına kast ettiğini biliyordu. Togasının altında dolo adı verilen kısa bir kılıç saklardı. Ne var ki saldırıya uğradığı sırada hasımlarının sayısı o kadar fazlaydı ki bunun bir yararı olmadı. Plutarch’a göre üç yüz kadar Tiberius taraftarı da aynı saldırıda yaralanmıştır.
3- Gracchi kardeşlerin büyük babası Scipio Africanus’tur (MÖ 236-183). Africanus, MÖ 202 yılındaki 2. Punic Savaşı’nda Hannibal’ı yenilgiye uğratan generaldir.

Buda
Yaygın olarak Buda adıyla bilinen Siddharta Gautama, MÖ 5. ya da 6. yy’da, bugün Nepal sınırları içerisinde bulunan bir köyde dünyaya geldi. Efsaneye göre babası, Himalaya Dağları’nın eteğindeki bir bölgeyi yöneten güçlü bir kraldı. Genç Siddharta refah içinde ayrıcalıklı bir insan olarak büyüdü.
Ne var ki sahip olduğu maddi zenginlikler genç prensi tatmin etmiyordu. Sarayın dışında acı çekenleri görmek canını sıkıyordu. İnsanların acılarının kaynağı neydi? Bunlar nasıl aşılabilirdi?


Bu soruların yanıtlarını bulmayı uman Siddharta babasının krallığından ayrıldı. Yirmili yaşlarının sonlarına doğru çileciliği seçti, dini bir hayat yaşamaya başladı ve kendini meditasyona verdi. Ne var ki kısa zamanda gördü ki yoksulluk ve bireysel acılar onu zenginlikten daha fazla gerçeğe yaklaştırmamıştı.
Nihayet 35 yaşındayken ufuk açıcı bir deneyim yaşadı. Budistler bu olaya “Büyük Aydınlanma” adını verdiler. 49 gün meditasyon yaptıktan sonra bir incir ağacının altında Nirvana’ya ulaştı. Varlığın tüm sırları bu mutlak aydınlanma anında ona açıldı. O zamandan beri “aydınlanmış olan” anlamına gelen Buda adıyla anılmaktadır.
Buda insan acılarının kaynağının arzu olduğunu vaaz etti. Ona göre acılardan kurtulmanın yolu arzulardan özgürleşmek, benlikten kurtulmak ve ahlaki yaşam için gereken “sekiz katlı asil yoldan” gitmekti. Bu anlayış pek çok Uzak Doğu kültürünün temellerini teşkil edecek olan ahlaki bir öğretiydi.
Büyük aydınlanmadan sonra Buda, Ganj Düzlüğü olarak bilinen Kuzey Hindistan ve Nepal boyunca seyahat etti. İnsanlara vaaz verdi ve yeni takipçiler kazandı. Sonunda babasının krallığına döndü ve pek çok akrabasını budist yaptı.
Budizm Buda hayattayken hızla yayıldı. Yeni bir din kurucusu olarak pek çok suikast girişiminden sağ olarak kurtulmayı başardı. 80 yaşında öldü. Ölmeden önce pek çok tapınak kurmuş ve Budizmi bölgenin en yaygın dini haline getirmiştir.
Ek Bilgiler
1- Genç bir prens olan Buda gerçeklerden fazlasıyla uzak büyütülmüştü. Öyle ki yaşlı köylülerle tanıştığında allak bullak oldu. Efsaneye göre hizmetçilerinden biri ona bütün insanların yaşlandığını ve bunun doğal bir durum olduğunu açıklamak zorunda kalmıştı.
2- Buda ölümünden sonra yakıldı. Küllerinin arasında bulunduğuna inanılan bir diş, Sri Lanka’daki bir Budist tapınağında saklanmaktadır.
3- Siddharta 16 yaşında evlenmiş ve Rahula adında bir oğlu olmuştur. Söylendiğine göre Buda’nın saraydan kaçtığı gün Rahula’nın doğduğu gündür.

Qin Shihuangdi
Antik Çin tarihinin önemli figürlerinden biri olan Qin Shihuangdi (MÖ 259-210), tarihte ilk kez Çin’i birleştirmiş olan imparatordur. Çin Seddi’nin inşasına onun döneminde başlanmıştır. Aynı zamanda düşmanlarını canlı canlı gömmesi ile ün kazanmış efsanevi bir tirandır. Söylendiğine göre tüm bunları yüzlerce yıl süren iç savaştan sonra Çin’e düzen ve istikrar getirmek için yapmıştır.
Qin Shihuangdi doğduğu sırada Çin, “savaşan devletler çağı” olarak anılan dönemin sonuna yaklaşmaktaydı. Bölgesel savaş lordları ülkenin kontrolü için birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Qin Shihuangdi, yedi krallıktan biri olan Qin Devleti’nin mirasçısıydı. MÖ 246 yılında, henüz 13 yaşındayken Qin Kralı olarak tahta geçti.


MÖ 221 yılında son bağımsız düşman devletini de yenilgiye uğrattı. Kendisini Çin’in ilk imparatoru olarak ilan etti. İmparatorluğu merkezileştirmek için eski feodal devletlerin bütün izlerini yok etti. Asillerin silahlarını topladı, güçlerini etrafında topladıkları kaleleri yıktı. Ülke genelinde para birimini ve hukuk sistemini bir standarda bağladı.
İleride bir tehdit oluşturmasını engellemek için Konfüçyusçuluğu yasakladı. Bu inanç sistemini fikir ayrılıklarına neden olabilecek bir sorun kaynağı olarak görüyordu. İleri gelen Konfüçyusçuları canlı canlı toprağa gömdürdü. Klasik kitapların yakılmasını emretti. Bu girişimi, onun döneminin uzun bir süre için kültürel imha hareketleri ile birlikte anılmasına neden olacaktı.
Çin Seddi’nin inşası sırasında binlerce işçinin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Bunun en önemli nedeni kötü çalışma koşullarıydı. Onlar gibi daha niceleri Qin Shihuangdi’nin hırslı projelerinde çalışırken hayatlarını kaybettiler. İmparator yenilgiye uğrattığı devletlerden birinin yandaşlarınca yapılan en az üç suikast girişiminden sağ olarak kurtulmayı başardı.
Ölümünün ardından Konfüçyusçuluğun yasaklanması da dahil olmak üzere pek çok buyruğu geri çekildi. Qin Shihuangdi’nin hükümranlığı kısa sürmüş olsa da, kurduğu imparatorluk 2 bin yıldan daha uzun bir süre boyunca ayakta kalacaktı.
Ek Bilgiler
1- 1974 yılında Çin’in orta kesimlerinde bir grup çiftçi, bir tesadüf sonucu toprağa gömülü binlerce asker, at, savaş arabası ve müzisyen heykeli buldular. Arkeologlar “Terra Cotta Ordusu” adı verilen bu kalıntıların, Qin Shihuangdi’nin mezarının bir parçası olduğuna kanaat getirdiler. Bu heykeller imparatora ölümden sonraki hayatında eşlik edeceklerdi. UNESCO, heykellerin bulunduğu bölgeyi 1987 yılında dünya mirası kapsamına aldı.
2- Çin Seddi sonraki imparatorlar döneminde onarılmış ve genişletilmiştir. Qin Shihuangdi döneminde inşa edilenlerin pek azı ayakta kalabilmiştir. Çin ordusu, duvarı 17. yy’a kadar askeri amaçlar için kullanmaya devam etmiştir.
3- İmparatora karşı düzenlenen suikastlerden birinin hikayesi 2002 yılında filme çekilmiştir. Jet Li’nin (1963-) başrolü oynadığı Hero (Kahraman) adlı film, ABD’de 2004 yılında gösterime girmiştir.

Aristo
1511 yılında İtalyan ressam Rafael (1483-1520) Roma’da “Atina Okulu” adı verilen büyük bir duvar resmi yaptı. Düzinelerce ünlü Antik Yunan filozofunu resmeden eserin merkezinde iki ünlü tarihi kişilik durmaktadır: Platon (MÖ 429-347) ve onun en parlak öğrencisi Aristo (MÖ 384-322).
Ünlü duvar resmi Vatikan’a yerleştirildi. Bu durum iki düşünürün Batı düşünce geleneğinde oynadığı merkezi rolü sembolize etmektedir. Öğretmeni ile birlikte Aristo, tarihin en etkili filozofları arasında kabul edilmektedir.
Aristo Kuzey Yunanistan’daki bir köy olan Stagira’da dünyaya geldi. Babası Nichomachus, Makedonya kraliyet ailesinin doktoruydu. Aristo’nun kendisi de tıp eğitimi almıştı. Ne var ki MÖ 367 yılında Atina’ya gitti ve Plato’nun Akademisi’nde çalışmaya başladı. Burada yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca kalacaktı.
Aristo, yazılı eserlerinin büyük bölümünü Atina’da tamamladı. Bunlardan yaklaşık olarak otuz tanesi günümüze kadar ulaşmıştır. Çalışmaları biyoloji, fizik, ahlak ve siyaset teorisi gibi çok çeşitli alanları kapsamaktadır. Platon’dan etkilenmiş olmasına rağmen bazı felsefi meselelerde ondan farklı düşmüştür. Aristo, öğretmeninin ölümünün ardından Atina’yı terk etmiştir.


Makedonya’ya dönen Aristo, kralın on üç yaşındaki oğlu Büyük İskender’e (MÖ 356-323) hocalık yapmaya başlar. Aristo genç prense retorik, edebiyat, bilim ve felsefe dersleri verir. İskender kral olup Atina’yı fethedince Aristo şehre döner ve kendi okulunu kurar.
Aristo’nun ilk formel mantık sistemini kurarak batı felsefesinin temellerini attığı düşünülmektedir. Aynı zamanda biyoloji alanında da çeşitli yenilikler yapmıştır. Metafizikle ilgili yazıları, Orta Çağ Avrupa’sında yeniden keşfedildiğinde Aquinalı Thomas (1225-1274) gibi Hıristiyan teologlar üzerinde önemli bir etki yapmıştır.
İskender’in ölümünün ardından Atina, Makedonya egemenliğine isyan etmiştir. Bu dönemde Makedonya ile olan sıkı ilişkileri nedeniyle Aristo’nun hayatı tehlikeye girmiş ve bu yüzden şehirden ayrılmıştır. Eğriboz Adası’na gitmiş ve kısa bir süre sonra orada hayatını kaybetmiştir.
Ek Bilgiler
1- Aristo her şeyden üstün olan bir varlığın mevcudiyetine ilişkin bir kanıt ortaya atmıştır. “Hareketsiz devindirici teorisi” olarak bilinen bu düşünceye göre evrendeki her olay başka olayların sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ama bu eylemler zincirinin bir yerde başlamış olması gerekmektedir. Bu başlangıç noktası, Aristo’nun hareketsiz devindirici olarak adlandırdığı kuvvettir. Bu düşünce daha sonraları Hıristiyan yazarlar tarafından tanrının varlığının mantıksal bir delili olarak kabul edilecektir.
2- Antik tarihçi Plutarch’a (46-120) göre Büyük İskender’in en çok sevdiği kitap ona Aristo’nun hediye ettiği İlyada’ydı. Askeri faaliyetleri sırasında her zaman bu kitabı yanında taşırdı.
3- Aristo, Pythias adlı bir kadınla evlendi. Bu kadın bir arkadaşının evlatlığı (belki de yeğeni) ve Platon’un öğrencisiydi. Çiftin yine Pythias adında bir kızları oldu.

Arşimet
Arşimet (MÖ 287-212) ve Altın Taç’ın hikayesi, bilimsel keşifler tarihinin en ilginç olayları arasında yer almaktadır. Efsaneye göre Syracuse Kralı, büyük matematikçiden krallığının sembolü olan mükemmel tacının gerçekten saf altından yapılıp yapılmadığını belirlemesini ister.
Pratik meselelerde matematik kullanmak konusunda uzman olan Arşimet, uzun süre kralın sorusuna kafa yorar. Sonunda bir öğleden sonra banyo yaparken sorunun çözümünü bulur. “Eureka!” (Yunanca ‘buldum’) diye bağırarak dışarı fırlar ve çıplak bir şekilde Syracuse sokaklarını dolaşmaya başlar.
MÖ 287 yılında Sicilya Adası’nda dünyaya gelen Arşimet bir mühendis, matematik teorisyeni, astronom ve mucitti. Sıvıların gerçek doğasını ortaya koyması, kaldıracın çalışma prensiplerini açıklaması, pi sayısının değerini tespit etmesi ve Syracuselular için korkunç silahlar icat etmesi onun ününe ün katmıştır.
Gerçekten de Arşimet pek çok buluşunu, Syracuseluların askeri ihtiyaçlarını karşılamak için gerçekleştirmişti. Syracuse, Arşimet’in hayatının büyük bir bölümü boyunca Roma ile savaşan bir Antik Yunan şehir devletiydi. Bu nedenle Arşimet, şehir donanmasına yardımcı olmak için gemilerden suyun kolaylıkla dışarı atılmasını sağlayan “Arşimet burgusunu” ve düşman gemilerini batırmakta kullanılan dev bir metal çengel olan “Arşimet pençesini” geliştirmiştir. Onun en sıradışı buluşu ise ısı ışınıdır. Söylendiğine göre aynalardan oluşan bir düzenek güneş ışığını toplayarak Roma yelkenlilerinin üzerine göndermekte ve onları yakmaktadır. (Kimi yazarlar bu cihazının gerçekten çalışıp çalışmadığını tartışma konusu yapmışdır)
Arşimet’in banyodaki buluşu hacim ölçümüyle ilgiliydi. Arşimet tacın bileşimini bulabilmek için ağırlığın hacme bölünmesiyle bulunan yoğunluk kavramından yararlanması gerektiğinin farkındaydı. Zira altının yoğunluğu diğer metallerin yoğunluğundan farklıydı. Arşimet tacın ağırlığını biliyordu. Sorun onun hacmini hesaplamaktaydı. Banyodaki suyun yükselişine tanık olması, aklına tacın taşırdığı suyu ölçerek onun hacminin ne kadar olduğunu bulabileceği fikrini getirmişti (Bu yöntem sayesinde tacın saf altın olmadığını kanıtlayarak kralın canının oldukça sıkılmasına neden olacaktı).
Küçük bir şehir devleti olan Syracuse, Arşimet’in dahice silahlarına rağmen Roma saldırılarına karşı koyamadı. MÖ 212 yılında şehir Roma lejyonlarının eline düştüğünde Arşimet Romalı bir asker tarafından öldürüldü. Tarihçiler kimi zaman onun ölümünü bir dönemin sonu olarak kabul ederler. O, Roma İmparatorluğu antik dünyanın egemenliğini eline geçirmeden önce yıldızı parlayan son Yunan bilim adamıydı.
Ek Bilgiler
1- “Eureka” sözcüğü, 1840’lı yıllarda altın bulma umuduyla eyalete göç edenleri onurlandırmak adına 1953 yılında Kaliforniya eyaletinin resmi mottosu olarak kabul edildi.
2- Arşimet’in en iddialı projelerinden biri de tüm evreni doldurmak için kaç kum tanesinin gerekeceğini hesaplamaktı. Bu ölçümün sonunda evreni tamamen doldurmak için yaklaşık 8 vigintilyon (8 ve onu izleyen 63 sıfır) kum tanesinin gerekli olacağı sonucuna vardı.
3- Arşimet’in kayıp bir çalışması olan Stomachion, Danimarkalı bir araştırmacı tarafından 1906 yılında günümüzde Türkiye sınırları içersinde kalan bir manastırda bulundu. Bu eser 1998 yılında kimliği belirsiz bir milyardere 2 milyon dolar karşılığında satıldı.

Capitolinus
Roma kanunlarına göre en ağır suç kendini kral ilan etmekti. Bir aristokrat ve savaş kahramanı olan Marcus Manlius Capitolinus, MÖ 385 yılında ülkenin başına geçmeye çalışmakla suçlandı. Ertesi yıl, şehir geleneklerine uygun bir şekilde uçurumdan atılarak cezalandırıldı.
Romalı politikacının tutuklanması ve yargılanması ile ilgili farklı değerlendirmeler mevcuttur. Plutarch (46-120) Capitolinus’un bir popülist ve demagog olduğunu iddia eder. Ona göre Capitolinus, “tiranlık kurmak isteyenlerin bilindik sanatı” olan demagojiye başvurmuştur. Livy (MÖ 56-MS 17) ise Capitolinus’a sempati besler. Yargılanmasını popüler bir kahramanın bertaraf edilmesine yönelik bir komplo olarak nitelendirerek kınar. Gerçekten de Capitolinus’un asıl suçu, politik statükoya meydan okumuş olması olabilir.
Capitolinus, dönemin aristokrat sınıfı olan patricilerin bir üyesi olarak dünyaya geldi. Buna karşılık aşağı sınıftan pleblere sempati duyuyor ve kendisini onların safında görüyordu. Yoksulların refaha kavuşturulması için borçlarının silinmesini ve Roma’nın askeri başarısının sağladığı zenginliğin daha geniş kesimlere dağıtılması gerektiğini savunarak önemli bir güç elde etti.
Marcus Manlius, MÖ 392 yılında şehrin iki konsülünden biri olarak özel bir önem kazanmıştı. İki yıl sonra Gaullere karşı verilen savaşta şehrin savunmasını yönetti. Efsaneye göre Gauller şehri kuşatmış ve istilacılar şehri savunan birlikleri Capitoline Tepesi’ndeki hisara kadar geri çekilmeye zorlamıştı. Düşmanlar bir gece gizlice tepeye yaklaştılar. Bekçiler onları fark etmedi. Ne var ki bir kaz sürüsünün ses çıkartması Manlius’u uyandırdı ve düşmanlar geri püskürtüldüler. Şehri kurtardığı için Manlius, Capitolinus adıyla onurlandırıldı.
Zaferden sonra gazilerin borçlanarak yoksulluğa düştüklerini görmek Capitolinus’u üzdü. Tam dört yüz Romalı’nın borcunu üstlendi. Livy’e göre, dava açarak mücadele etmeleri için başkalarına da yardımcı olmuştu. Senato’nun onu bir dönem tutuklamasına rağmen yaygın halk protestoları sayesinde serbest bırakılmak zorunda kaldı.
MÖ 385 yılında Capitoline Tepesi’nin eteğinde görülen mahkemeye çıkartıldığında, bulundukları yer şehrin savunmasında gösterdiği başarının zihinlerde tazelenmesine neden oldu. Hakimler, mahkeme başka bir yere taşınana kadar onu yargılamayı reddettiler. Mahkemenin yapılacağı yer, onun büyük zaferini hatırlatmayan bir yer olmalıydı. Suçlu bulunduktan sonra Capitoline’deki Tarpeian Kayası’ndan aşağıya atıldı. Bu, Roma’da hainlere layık görülen bir cezaydı.
Ek Bilgiler
1- Tarpeian Kayası, adını Roma tarihindeki mitolojik bir figür olan Tarpeia’dan alır. Bir askeri görevlinin kızı olan Tarpeia’nın rakip bir İtalyan kabilesi ile işbirliği yaparak şehre ihanet ettiği söylenmektedir.
2- Capitoline, Roma’nın ünlü yedi tepesinden biridir. Üzerinde büyük Jüpiter Tapınağı bulunmaktadır. İngilizce’deki “Capitol” kelimesi de Capitoline’den türetilmiştir.
3- İdamından sonra Senato, Capitolinus’un evini yıkmış ve aynı noktada “Juno Moneta” için bir tapınak inşa etmiştir. Tapınak daha sonraları darphane olarak kullanılmıştır. Para anlamına gelen Latince’deki moneta ve İngilizce’deki money kelimeleri monata sözcüğünden türemişlerdir.

Thucydides
Thucydides (MÖ 460-404) bir Yunan tarihçisidir. Batı literatürünün günümüze ulaşan en eski kaynaklarından biri olan Peloponez Savaşı Tarihi’nin yazarıdır. Antik Yunan’la ilgili pek çok bilginin kaynağı olan bu kitap, tarihi tanrıların kontrolündeki doğa üstü bir süreç olarak değil insan ilişkilerinin bir sonucu olarak açıklamaya çalışan ilk ciddi girişimdir.
“Thucydides’in ilk sayfası, bana göre, gerçek tarihin başlangıcıdır,” diye yazar antik tarihçiyi öven filozof David Hume (1711-1776). “Ondan önce yazılanlar masal gibiydi. Öyle ki filozoflar bu metinleri reddetmek zorunda kalmıştı. Zira bunlar abartılı şiir ve nutuklardan ibaretti.”
Thucydides Atina’da doğdu. Altın madenleri olan zengin bir ailenin çocuğuydu. Ailesi, büyük ihtimalle demokrasiyle birlikte konumları sarsılan eski Atina aristokrasisinin bir üyesiydi. MÖ 430 yılındaki veba salgınında hayatta kalmayı başaran Thucydides, şehrin başdüşmanı olan Sparta’ya karşı general olarak savaştı. MÖ 423 yılında Atina’nın yenilgisi yüzünden suçlandı ve ceza olarak sürgüne gönderildi.
Sürgündeki yılları boyunca Thucydides Yunanistan’ı gezdi. Savaşı dışarıdan gözlemledi. Savaş henüz devam ederken yazmaya başladığı kitabı, nispeten tarafsız bir bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Bu yönüyle daha önce yazılan tarihi metinlerden ayrılmaktadır. Eski anlatılar genellikle yazarların ülkelerinin savunuculuğunu yaptığı eserler olmaktan öteye geçememiştir. Thucydides ise kendi yapıtından bahsederken “Benim çalışmam sadece bugünün insanları için değil, onu sonsuza kadar kalması için hazırladım,” demektedir.
Peloponez Savaşı (adını Sparta’nın bulunduğu Peloponez Yarımadası’ndan alır), MÖ 431 yılında başlamıştı. Bundan öncesinde ise Atina ve Sparta arasında uzun yıllardır süregelen bir gerilim vardı. Savaş ilk zamanlar Atinalıların lehinde seyretse de sonrasında pek çok başarısızlık yaşandı. Bunlardan biri de Thucydides’in MÖ 423 yılında Amphipolis’te yaşadığı mağlubiyetti. Savaşın ardından geçici bir ateşkes ilan edildiyse de, barış kalıcı olmadı.
Thucydides’in anlatımı savaşın bitiminden önce, MÖ 411 yılında son bulur. Kimi araştırmacılar bu tarihte öldüğünü ya da Atina’ya dönmesine izin verildiğini öne sürerler. Asıl savaşsa yıllar sonra, Atina’yı büyük bir Yunan gücü olmaktan çıkartan Sparta galibiyeti ile son bulacaktır. Böylece MÖ 5. yy boyunca süren Atina’nın altın çağı tamamlanmış olur.
Ek Bilgiler
1- Bir başka Atinalı tarihçi olan Heredot (MÖ 484-425), Thucydides’ten daha yaşlıdır. Genel olarak Persler’le yapılan savaşlara odaklanmıştır. Olayların arkasında yatan nedenleri çoğu zaman ilahi adaletle açıklamış ya da yaşananlardan ahlaki dersler çıkartmıştır. Thucydides, meslektaşının aksine böyle sonuçlara varmaktan kaçınmıştır.
2- Peloponez Savaşları, çok bilinen bir Atina komedisi olan Aristophanes’in (MÖ 450-388) Lysistrata adlı oyununun arka planını oluşturmaktadır. Oyunda Lysistrata, Yunan kadınlarına barış yapana dek eşleriyle seks yapmamalarını öğütleyerek savaşı sonlandırmaya çalışmıştır.
3- Sparta savaşı kazanmasına rağmen Yunanistan’daki egemenliği kısa sürmüştür. Yetmiş yıl sonra hem Atina hem de Sparta, Büyük İskender (MÖ 356-323) tarafından fethedilmiş ve böylece bağımsız devletler olarak varlıkları son bulmuştur.

Spartaküs
Spartaküs bugün en çok, hayatını konu alan Oscar ödüllü Spartacus (1960) filmiyle tanınmaktadır. Bununla birlikte filmde Kirk Douglas’ın (1916-) canlandırdığı Spartalı köle, gerçek bir tarihi şahsiyettir. Roma Cumhuriyeti’nin en büyük köle isyanlarından birine liderlik etmiştir.
Spartaküs Trakya’da, günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde kalan bir bölgede özgür bir insan olarak dünyaya geldi. Romalılar tarafından eşiyle birlikte esir alındıktan sonra Güney İtalya’daki Napoli yakınlarında bir şehir olan Capua’ya götürüldü. Burada bir gladyatör olarak eğitildi. İtalya’da gladyatörler mahkum muamelesi görüyor ve ancak şavaşmak için dışarı çıkmalarına izin veriliyordu. Spartaküs gladyatör eğitimi sırasında yaşadığı tüm zorluklara rağmen daha sonraları savaş eğitiminin çok faydasını görecekti.
MÖ 73 yılında Spartaküs ve yetmiş köle gladyatör okulundan kaçtılar. Okulun mutfağından çaldıkları satırları silah olarak kullanmışlardı. Vezüv Dağı’nda saklanıp silahlanmaya devam ettiler. Eskinin köle gladyatörleri, bir süre sonra sayıları yüz bini geçecek olan bir asiler ordusu haline gelmişti.
Başlarda, Roma otoriteleri isyanı ciddiye almadılar. İsyanı bastırmak için deneyimsiz bir subay gönderdiler. Böylece Spartaküs ve adamları onu kolaylıkla alt ederek, kendilerine başka kölelerin de katılmasını sağlayacak bir zafer elde etmiş oldular.
Spartaküs, isyanın lideri seçilmiş olsa da gerçekte hareket organize değildi. Kendi içinde bölünmüş durumdaydı. Çok iyi bir askeri stratejist olan Spartaküs, Gaul’e doğru ilerleyip başka bir isyancı grupla birleşmeyi umuyordu. Ne var ki isyanın diğer liderleri onu dinlemediler.
MÖ 71 yılında, utanç verici yenilgilerin ardından Romalılar General Marcus Licinius Crassus’u (MÖ 115-53) isyancılarla savaşmak için gönderdiler. Crassus, Spartaküs ve taraftarlarını Güney İtalya’ya kadar kovaladı. Silarus’taki muharebede onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Filmin aksine Spartaküs bu savaşta ölmüştür. Spartaküs’ün binlerce taraftarı da çarmıha gerilerek öldürüldü. Bu cezanın amacı diğer kölelerin gözünü korkutarak ileride yaşanacak başka bir isyanın önüne geçmekti.
Ek Bilgiler
1- Romalıların Spartaküs’ün karşısında aldıkları yenilgiler o kadar utanç vericiydi ki yenilgiye uğrayan lejyonların büyük bölümü imha edildi. Bu ceza çok nadir olarak savaş meydanında korkaklık gösterenlere uygulanırdı. Cezanın uygulanmasına karar verildiğinde kumandanlar rastgele her on askerden birini seçer ve seçtiklerini öldürürlerdi.
2- Stanley Kubrick’in (1928-1999) 1960 yapımı filminde Spartaküs’ü Kirk Douglas oynarken, Laurance Olivier (1907-1989) onun Romalı rakibi olan Crassus’u canlandırdı. Film dört Oscar ödülü kazanmış ve ayrıca iki dalda da ödüle aday gösterilmişti.
3- Spartaküs ayaklanması Roma tarihinde 3. Köle Savaşı olarak bilinir. Önceki iki köle ayaklanması da -1. Köle Savaşı MÖ 135-132 ve 2. Köle Savaşı MÖ 104-103, her iki isyan da Sicilya’da yaşanmıştır- Roma’nın zaferiyle sonuçlanmıştır.

Konfüçyus
Antik Çin filozofu Konfüçyus (MÖ 551-479) tarihin en etkili kitaplarından biri olan Seçmeler’in yazarıdır. Adını taşıyan bir ahlak sistemi kurmuştur. Asya kültürü ve toplum hayatı üzerindeki büyük etkisine rağmen hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir.
Efsaneye göre Konfüçyus, günümüz Doğu Çin’inde yoksul ama saygın bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Doğduğu yerde o dönem Lu Krallığı hüküm sürüyordu. Bir süre muhasebeci, çoban ve öğretmen olarak çalıştıktan sonra yerel egemenin yanında memur oldu. Başarılı bir danışman olmasına rağmen otuz yıl sonra politik nedenlerle bu işi bıraktı. Belki de patronunun hedonistik yaşam tarzı onu rahatsız etmişti.


Sarayda yaşadığı deneyimler ona iyi bir idarenin nasıl olması gerektiği hakkında fikir verdi. Çin tarihinin o döneminde bu mesele çok yaygın bir tartışma konusuydu. İlkbahar ve Sonbahar Dönemi (MÖ 722-481) olarak anılan bu zaman aralığında ülkede sözde imparator hakimiyeti olmasına rağmen, gerçekte yarı-bağımsız feodal kralların sözü geçiyordu.
Konfüçyus ahlak, görev duygusu, derin düşünme ve eğitim gibi konuların önemine vurgu yaptı. Konfüçyus’a göre bir idarenin meşruluğu onun başında bulunan kişiye, bir toplumun sağlığı ise onu oluşturan insanlara bağlıydı. İşini bıraktıktan sonra on yıl boyunca ahlaki ve felsefi düşüncelerini yaymak için Çin’i dolaştı.
Seçmeler ölümünün ardından taraftarları tarafından derlenmiştir. Bu kitapta yer alan bilgiler Konfüçyusçuluğun temellerini oluşturur. Kitapta hiçbir anlatım bulunmamakta, kitap yazarının ahlaki anlayışını göstermeyi amaçlayan kısa hikaye ve aforizmalardan oluşmaktadır. Bir yerde politika ile ilgili olarak şunlar söylenmektedir: “Efendi der ki Erdemle hükmeden kişi kutup yıldızına benzer. Yerini her zaman korur ve tüm diğer yıldızlar ona dönerler.”
Bu benzetme Konfüçyus düşüncesinde erdemli yöneticinin önemine vurgu yapar. Konfüçyus’a göre bir yönetici tüm toplum için ahlaki bir örnektir. Konfüçyus’un kutsiyet iddiası olmamasına ve Konfüçyusçuluğun bir din olmamasına rağmen 72 yaşında öldükten sonrada yazdıkları büyük bir yaygınlık kazanmış ve Çin toplumunun ahlaki temellerini teşkil etmiştir.
Ek Bilgiler
1- Konfüçyus ellili yaşlarının sonunda bir suikast girişiminden sağ olarak kurtulmayı başarmıştır. Daha sonraları suikastçisinin kardeşini, öğrencisi olarak kabul etmiştir.
2- Seçmeler’e ek olarak Konfüçyus bir şiir kitabı da yazmıştır. Ayrıca Lu Krallığı vakayinamesi olan İlkbahar ve Sonbahar Kayıtları da onun elinden çıkmıştır.
3- 1966-1976 yılları arasında yaşanan Çin Kültür Devrimi sırasında, komünist lider Mao Zedung (1893-1976) Konfüçyus’u “berbat bir gerici” olarak tanımlamış ve Konfüçyusçuluğa Çin toplumunun gelişimini engelleyen gerici düşünceler yığını olarak saldırmıştır. Mao’nun kızıl muhafızları Konfüçyus’un doğduğu yerdeki bir tapınağa saldırı düzenlemişlerdir. Mao’nun ölümünden sonra Çin liderleri, Konfüçyusçuluğun itibarını iade etmişlerdir.

Hannibal
Hannibal (MÖ 247-183), 2. Kartaca Savaşı sırasında Roma lejyonları ile savaşmış Kartacalı bir generaldir. Sonunda başarısız da olsa, savaş fillerinin eşlik ettiği ordusunu karlı Alpler’den geçirerek İtalya’yı işgal etmeye çalışması ona günümüze kadar canlılığını koruyan büyük bir ün kazandırmıştır.
Hannibal’ın yenilgiye uğramasına rağmen askeri taktiklerdeki ustalığı onu antik dünyanın en tanınmış ve en korkulan kumandanları arasına sokmuştur. 2 bin yıl sonra bile Fransa ve İtalya’daki dağlarda yolculuk sırasında kayalara kazınmış ismine rastlayanlar olmuştur.


Hannibal, 1. Kartaca Savaşı sırasında Roma tarafından yenilgiye uğratılan General Hamilcar Barca’nın oğludur. Babası oğlundan, henüz dokuz yaşındayken hayatını şehrin büyük düşmanlarına karşı savaşmaya adayacağına dair Tanrı Baal’e yemin etmesini istemiştir (Hannibal “Baal’ın Zerafeti” anlamına gelmektedir).
Hannibal MÖ 221 yılında Kartaca ordularının komutanlığına geldi. İki yıl sonra istila hareketine başladı. Yirmi 5 bin askerden oluşan Kartaca güçlerinin binlerce atı ve birkaç düzine fili bulunuyordu. Kesin rotası bilinmemekle birlikte en son Kuzey İtalya’daki Torino Şehri’ne kadar ulaştığı bilinmektedir. Askerlerinin yarısından fazlasının ve fillerinin büyük çoğunluğunun bu yolculuk sırasında öldüğü tahmin edilmektedir. Sonraki 17 yıl boyunca Hannibal, Roma’yla kendi arka bahçesinde savaştı. Düşmanlarının karşısında hiç savaş kaybetmemiş ama Romalılar Kartaca’ya saldırınca geri dönmek zorunda kalmıştır. MÖ 202 yılında Zama Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Hannibal, Tyre şehrine sürgüne gitmiş ve Kartaca’ya asla geri dönmemiştir.
Ne var ki Hannibal’ın Roma’yla olan savaşı bitmemişti. Yunan Seleucid İmparatorluğu’na askeri danışman olmuş ve Roma müttefiklerini yenen Bithynian Donanması’nı kumanda etmiştir. Romalılar Hannibal’ı yakalama kararı vermişler ve Bithynian kralına onu teslim etmesi için baskı yapmışlardır. Hannibal ise Romalılar onu yakalamadan önce intihar etmiştir.
2. Kartaca Savaşı’nın Roma zaferi ile sonuçlanması tarihte önemli bir dönüm noktasıdır. En korkunç düşmanının yenilgisiyle Roma, Akdeniz dünyasındaki askeri üstünlüğünü kurmuştur. Bu konumunu yüzyıllar boyunca koruyacaktır.
Ek Bilgiler
1- Hannibal’ın adı İngiliz yazar Jonathan Swift (1667-1745) tarafından 1726 yılında yazılan klasik eser Güliver’in Seyahatleri’nde de geçmektedir.
2- Mark Twain’in (1835-1910) çocukluğunu geçirdiği Missouri’deki Hannibal şehri, adını Kartacalı komutandan almaktadır. Kasaba ve onun sakinleri, Twain’in en bilinen romanlarından biri olan 1885 tarihli Hucklebery Finn’in Maceraları’na ilham kaynağı olmuştur.
3- Kartaca, 3. Kartaca Savaşı (MÖ 149-146) ile kesin bir biçimde Roma tarafından yenilgiye uğratılmıştır. Kinci Roma askerleri şehrin etrafındaki tarlalara tuz dökerek onun bir daha gelişmemesini garantiye almak istemişlerdir. Tarihçilerin bu hikayeyle ilgili şüpheleri olsa da Kartaca’nın bir daha asla Akdeniz’deki Roma egemenliğini tehdit edemediği bilinen bir gerçektir.

Mencius
İnsan doğası özünde iyi midir, yoksa kötü müdür?
Mencius (MÖ 371-289) insanların temelde iyi oldukları düşüncesini savunması ile tanınmaktadır. Yazıları büyük ölçüde filozof ve din adamı Konfüçyus’tan (MÖ 551-479) etkilenmiştir. Mencius’un yazıları Çin felsefesinin temel metinleri arasında yer almakta ve ölümünden 2 bin yıl sonra bile hâlâ etkili olmaya devam etmektedir.


Mencius, bugünkü sınırlarla Doğu Çin’de hüküm sürmüş olan Zhou Hanedanı döneminde doğmuştur. “Savaşan devletler dönemi” olarak anılan bir karmaşa ve siyasi ayrışma çağında yaşamıştır. Babası, Mensius üç yaşındayken ölmüştür. Bunun üzerine eğitimi ile annesi ilgilenmiş ve efsaneye göre oğlu için doğru öğretmeni bulana kadar çok sayıda farklı şehri dolaşmıştır.
Annesinin sonunda bulduğu öğretmen, Konfüçyus’un torunu Zisi’ydi. Öğrencisine Konfüçyusçu ahlak ve felsefe dersleri verdi. Konfüçyus gibi Mensius da devlet memuru olarak çalıştı. Çin’de seyahat ederek düşüncelerini yaydı.
Mencius insanların dört erdeme yatkın olarak doğduğuna inanıyordu: empati, başkalarına saygı duyma, doğru ile yanlışı ayırma ve kabahat işlediğinde utanma. Tüm diğer erdemlerin “dört başlangıç” adını verdiği bu dört unsurdan kaynaklandığına inanıyordu. Hasımları olan Mozi (MÖ 470-391) ve Yang Zhu (MÖ 440-360) insanların doğuştan herhangi bir erdeme sahip olmadıklarını, aksine ahlakın eğitim ve deneyim yoluyla öğrenildiğini savundular.
Mencius politika hakkında da yazılar yazdı. Aynı zamanda Konfüçyus’un düşüncelerinin inceliklerine yoğunlaştı. Konfüçyus gibi o da bir yöneticinin erdemli olmasının önemine işaret ediyordu. Mencius buna ek olarak kötü yönetimiyle “göksel yetki”yi (mandate of heaven) kaybeden bir yöneticinin devrilmesinin doğru olacağını söylemişti.
Ek Bilgiler
1- Doğduğu Shandong’ta ona adanmış olan antik dönemden kalma eski bir tapınak, Çin Kültür Devrimi sırasında hasar görmüş, ancak 1980 yılında tamir edilerek yeniden ziyarete açılmıştır.
2- Filozofun yazılarını içeren bir derleme olan Mengzi, Konfüçyusçu düşüncenin dört temel kitabından biri olarak kabul edilmektedir.
3- Mencius’un bazı yazıları Yunan filozofu Plato’yu (MÖ 429-347) andırsa ve her iki düşünür aynı dönemde yaşamış olsa da, ikisinin birbirinden haberdar olduğunu gösteren herhangi bir kanıt yoktur.

Vitruvius
Bir yazar, mühendis ve asker olan Vitruvius, MÖ 80-15 yılları arasında yaşamıştır. On ciltten oluşan mimari kitabı, Roma’nın ünlü yollarının, tapınaklarının ve su kemerlerinin yapılmasında kaynak olarak kullanılmıştır. Yapı ve fizikle ilgili temel bilgilerin ve inşaatla ilgili can alıcı ipuçlarının yer aldığı De Architectura, yayınlanmasından yüzyıllar sonra bile bir rehber kitap olarak hizmet vermeye devam etmektedir.
De Architectura aynı zamanda yazarıyla ilgili de temel bir bilgi kaynağıdır. Vitruvius, Julius Sezar’ın (MÖ 100-44) ve İmparator Augustus’un (MÖ 63-MS 14) yanında askeri mühendis olarak çalışıyordu. Roma dünyasını gezdi ve savunma istihkamı konusunda bir uzman haline geldi. Kuşatma makinaları, mancınık ve diğer antik silahlarla ilgili derin bir bilgisi vardı.
Vitruvius, Sezar’ın ölümünün ardından Augustus ve Augustus’un kızkardeşi Octavia Minor (MÖ 69-11) tarafından finanse edildi. Bir dönem sivil mimar olarak çalıştı ve İtalya’daki Fano’da bir bazilika inşa etti. Daha sonra ise ünlü kitabını yazdı.
De Architectura’da Roma ve Yunan mimarisinin bütün bilgilerini özetlemeye çalıştı. Önceki yazarlardan bolca esinlenmişti. Ayrıca kendi öğüt ve gözlemlerini de paylaştı. Kitapta şehir duvarlarının nasıl yapılacağı, kuyuların nerede açılacağı ve hatta bütçe aşımının nasıl önleneceği gibi pratik meselelere de yer verilmişti. Vitruvius üç mimari düzen tanımlıyordu: İonik, Dorik ve Korinthian. Bunlar Roma ve Yunan mimarisini oluşturan temel sistemler olarak kabul gördü.
Bunlar dışında Vitruvius’un hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Roma mühendisliğinin kurucusu olarak yaptığı etkiler ise çok belirgindir. Roma İmpartorluğu’nun genişlemesi sürecinde onun kitabını kullanan mühendisler orduya eşlik etmiştir. Haleflerinin yaptığı yol ve su kemerleri, Roma İmparatorluğu’nun en uzun ömürlü kalıntıları arasında yer almaktadır. Orta Çağ boyunca, Roma yapımı yollar Avrupa’nın en önemli ana yollarını teşkil etmiştir. Bugün dahi kimi İspanyol ve Fransız şehirleri sularını Roma su kemerlerinden almaktadır.
Ek Bilgiler
1- Vitruvius kurşunun insana zararlı olduğunu söyleyerek, suyun taşınmasında kurşun boruların kullanımına karşı çıkmıştır. Bu olay ABD’de kurşun boruların yasaklanmasından 2 bin yıl önce gerçekleşmiştir.
2- De Architectura’nın üçüncü cildinde Vitruvius, insan bedeninin boyutlarından bahseder. Leonarda da Vinci’de (1452-1519) “Vitruvian Adam” olarak bilinen gravüründe ideal insan formunu oluştururken bu kitaptaki ölçüleri temel almıştır.
3- De Architectura, bir İtalyan araştırmacı olan Poggio Bracciolini (1830-1459) tarafından 1414 yılında yeniden keşfedilmiştir. Bu keşif Antik Roma inşaat tekniklerinin Rönesans döneminde yeniden canlanmasını sağlamıştır.

Herostratus
Efes’in gururu olan devasa Artemis Tapınağı Akdeniz’e bakardı. İnşa edilmesi 120 yıl sürmüştü. Antik dünyanın yedi harikası arasında sayılıyordu. Ta ki MÖ 356 yılında genç bir Yunanlı olan Herosratus onu yakana kadar…
Yaşanan felaket Efes’te büyük şok yaşanmasına neden oldu. Yakalandıktan sonra Herostratus tapınağı adının sonsuza kadar anılmasını sağlamak için yaktığını söyleyince bu daha büyük bir şaşkınlık yarattı. Sadece ün sahibi olmak için suç işleyenler anlamına gelen “herostratik suçlular” deyimi buradan gelmektedir.
Herostratus hedefini çok dikkatli seçmişti. Tapınak, doğum ve av tanrıçası olan Artemis’e adanmıştı. Atina’daki Parthenon’dan daha büyüktü. Yapımı, efsanevi derecede zengin olan Kral Croesus tarafından finanse edilmişti. “Tanrıların tek gerçek evi Efes’teki Artemis Tapınağı’dır,” diye yazar tapınağın bir hayranı olan Bizanslı Philo. “Bu söylediğimi sınamak isteyenler onu kendi gözleriyle gördüklerinde anlayacaklardır ki tanrılar gökteki ölümsüz meskenlerini bırakıp kendilerine dünyada bir yer edinmiştir.”


Herostratus’un yangından önceki hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Tutuklandıktan sonra vücudu gerilerek işkence yapılmıştır. Bu genelde vatandaş olmayanlara uygulanan bir cezaydı. Bu nedenle Herostratus’un Efes’in yerlisi olmama ya da bir köle olma ihtimali oldukça yüksektir.
İdam edildikten sonra yetkililer ona bir ceza daha verdiler. İstediği üne kavuşmasını engellemek için isminin anılmasına yasak getirildi. Yasağa yüzyıllar boyunca uyulmuş olsa da en sonunda bir antik çağ yazarı yasağı delerek Herostratus’un adının hatırlanmasını ve arzu ettiği ölümsüz üne kavuşmasını sağladı.
Ek Bilgiler
1- Yunanca adı Ephesus olan Efes günümüz Türkiye’sindedir. Şehirdeki Artemis Tapınağı’ndan arta kalanları da içeren antik Yunan kalıntıları 19. yy’da başlayan kazılarda ortaya çıkarılmıştır.
2- Tapınağa saldırı Alman şair Georg Heym’in (1887-1912) “The Lunacy of Herostratus” (Herostratus’un Deliliği) şiirine ve Jean Paul Sartre’ın (1905-1980) L’Erostrate adlı kısa öyküsüne konu olmuştur.
3- Stratos Yunanca’da ordu anlamına gelmektedir. Herostratos ise ordu kahramanı anlamına gelir.

Cicero
Çağının en ünlü hatibi olarak tanınan Cicero (MÖ 106-43) Romalı bir devlet adamı, avukat ve filozoftur. Konuşmalarının gücü ve etkisi ile meşhur olmuştur. Roma tarihinin çalkantılı bir döneminde çeşitli görevlere seçilmiştir. Şehrin kaybolmaya başlayan cumhuriyetçi geleneğini savunurken hayatını kaybetmiştir.
Marcus Tullius Cicero, Roma’nın güneyindeki bir kasaba olan Arpinum’da dünyaya geldi. Babası aristokrat sınıfına mensuptu. Latince ve Yunanca eğitim almış, Roma’da felsefe ve hukuk tahsili görmüştü. MÖ 79 yılında Atina’ya gitti. Burada retorik dersleri aldı. Aynı yıl evlendi.
Yunanistan’dan döndükten sonra Cicero politikaya atıldı. İlk olarak Sicilya’ya sulh hakimi olarak atandı. Adanın Romalı valisini yozlaşmış tavırları nedeniyle yargıladı. Bu yargılama sırasında ortaya koyduğu dürüstlüğü ve hitabet sanatındaki başarısı ona büyük bir ün kazandırdı. Cicero daha sonra Roma hukuku ile ilgili uzmanlığını arttıran çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak MÖ 63 yılında konsül seçildi.
Roma Cumhuriyeti’nde her yıl iki konsül seçilirdi. Bunlar ortaklaşa olarak Roma’nın devlet işlerinin yürütülmesinden sorumlu olurdu. Cicero kendi görev süresi içerisinde Cumhuriyet hükümetini devirmeyi amaçlayan “Catiline Komplosu”nu açığa çıkardı. Ardından yaptığı dört etkili konuşma ile komplocuların yargılanmadan hemen idam edilmesini talep etti. Cicero kendisini Cumhuriyet’in kurtarıcısı gibi göstererek tereddütte kalan senatoyu idamlar konusunda ikna etti: “Benim konsül olarak atanmam Cumhuriyet’in korunmasına bir fayda sağlamışsa ben bundan neden mutlu olmayacak mışım?”
Julius Sezar (MÖ 100-44) ve Pompey (MÖ 106-48) arasındaki Roma İç Savaşı’nda Pompey’in tarafını tuttu. Buna rağmen Sezar savaşı kazandıktan sonra onu affetti. Cicero, Sezar’ın sahip olduğu diktatöryel güçlerden rahatsızdı. Yine de ona karşı düzenlenen komplonun (MÖ 44) bir parçası olmadı. Cicero, Sezar’ın ölümünden sonra varisi Mark Antony’nin (MÖ 83-30) Senato’da gücü eline geçirmesini engellemek için büyük bir çaba harcadı.
Öfkeden deliye dönen Antony, Cicero’yu politik hasımlarının arasına ekledi. Büyük hatip, Antony’nin adamları tarafından kıstırıldı ve başı kesilerek öldürüldü (7 Aralık, MÖ 43). Bu olay olduğunda Cicero 63 yaşındaydı. Cicero’nun koparılan dili söylendiğine göre senatonun ortasında sergilenmiştir. Bu hem Antony’i eleştireceklere karşı bir gözdağı hem de Cicero’nun hitabet gücüne yapılan bir göndermeydi.
Ek Bilgiler
1- Cicero Sezar’a karşı yapılan komplonun bir parçası olmamakla birlikte, suikastte (15 Mart, MÖ 44) yer alanların affını talep etmiştir.
2- Diğer Romalı politikacılardan farklı olarak Cicero, orduda çok kısa bir süre bulunmuş ve askeri kariyerini politik amaçları için kullanmamıştır. MÖ 91-88 yıllarında Roma ve diğer İtalyan şehirleri arasında yaşanan savaşta çarpışmış ve bu dönemde tanık oldukları Cicero’nun savaş ve şiddetten nefret etmesini sağlamıştır.
3- Cicero adı Latince bir kelime olan “chickpea”den gelmektedir. Plutarch’a göre (46-120) Cicero’nun atalarından biri burnu nohuta benzediği için bu adı almıştır.

Vercingetorix
Gaul kendi içinde üç parçaya ayrılmıştı. Vercingetorix (MÖ 82-46) adındaki bir kabile şefi ülkenin dağınık kabilelerini Romalılar’a karşı direnmek için birleştirdi. Ne var ki bütün çabalarına karşılık ülkesi yenilgiye uğramış ve bugün Fransa’nın bulunduğu bölge, büyüyen Roma İmparatorluğu’na dahil olmuştur.
Yüz binlerce Galli savaşçının dahil olduğu söylenen Vercingetorix’in asi ordusu, yabancı işgaline karşı kahramanca direnişin parlak bir örneği olarak Fransa folk kültürünün bir parçası olmuştur. 19. yy ve 20. yy’ın başlarında Fransız milliyetçileri antik savaşçıyı Gallik ruhunun kurucuları arasında saymışlardır.


Roma’nın Gaul istilası MÖ 58 yılında başlamıştır. Parlak bir Romalı general olan Julius Sezar (MÖ 100-44) bölgeyi işgal etmiştir. Anılarından oluşan Gallik Savaşı adlı kitapta da belirttildiği gibi savaşın büyük bölümü ilk iki yılda tamamlanmış, aralıklı çatışmalar ise sonraki on yıl boyunca devam etmiştir.
Vercingetorix, Arvernian Celtillus’un oğluydu. Babası ülkenin tamamını ele geçirmeye çalıştığı iddiası ile rakipleri tarafından öldürülmüştü. MÖ 53 yılında Sezar İtalya’nın oldukça uzak bir bölgesindeyken, Vercingetorix bunu Roma karşıtı bir koalisyon kurmak için fırsat bildi. Bunun üzerine Sezar kış olmasına rağmen Gaul’e geri dönmek zorunda kalmış, ordularını kar kütlelerinin içinden isyancıların peşine yollamıştı.
Gallilerin Gergovia Savaşı’ndaki büyük zaferinin ardından, Vercingetorix Alesia’da sıkıştırıldı (MÖ 52). Burası Fransa’nın doğusundaki bir kaleydi. Sezar mancınık ve gizli tuzaklarla bölgeyi kuşattı. Bölgenin sakinlerinden binlercesi kuşatma sırasında açlıktan öldü. Vercingetorix vazgeçmek zorunda kaldı ve sonunda Sezar’a teslim oldu.
Söylendiğine göre teatral bir hava içinde gururla Sezar’ın yanına yaklaşıp kalkanını ayaklarının dibine fırlatmıştı. Zincirlenmiş olarak Roma’ya götürüldü. Sezar’ın zafer gösterisinde yürümek zorunda bırakıldı. Sonra da büyük ihtimalle cezaevinde idam edildi.
Ek Bilgiler
1- Vercingetorix 2003 yılındaki TNT filmi Sezar’da Alman aktör Heino Ferch (1963-) tarafından canlandırılmıştır. 2001 yapımı bir Fransız filmi olan Vercingetorix’de ise Mortal Kombat’le (1995) ünlenen Christopher Lambert (1957-) başroldeydi.
2- Yenilgisinin ardından Vercingetorix Roma’daki Mamertine Zindanı’na atıldı. Aziz Peter’in de daha sonra aynı yerde tutulduğu düşünülmektedir. Zindan günümüzde Katolik Kilisesi’ne ait tarihi bir bölgedir. “Aziz Peter Zindanı” adıyla anılmaktadır.
3- Alesia Savaşı’nın tam yeri bilinmemekle birlikte Doğu Fransa’daki Dijon’a yakın olduğu tahmin edilmektedir.

Hillel
Bir gün bir adam Yahudi bilgesi Yaşlı Hillel’e yaklaştı. Ona bir teklifi vardı: Dinin bütün prensiplerini tek bir cümle ile ifade edebilirse Yahudiliği kabul edecekti.
Hillel ona şöyle dedi: “Sana kötü gelen şeyi başkasına yapma. Temel yasa budur. Gerisi bunun açıklamasından ibarettir. Git ve öğren.”
Batı dinlerinin en ünlü prensiplerinden olan bu altın kural, Hillel’in öğretisinin çekirdeğinde yer alan hümanist yaklaşımı çok güzel özetlemektedir. Önemli Yahudi şahsiyetlerinden olan Hillel, kendi zamanının en saygın din adamıydı. Döneminin pek çok dini kural ve geleneğini yazılı hale getirmiştir. Ahlakla ilgili yazılarıysa hangi dinden olursa olsun tüm insanlara ilham vermiştir.
Hillel, hayatının büyük bölümünü Kudüs’te geçirmiş olsa da Babil’de doğmuştur. MÖ 1. yy’da Babil’de büyük bir Yahudi nüfusu vardı. Kökenleri hakkında pek az şey bilinse de İncil’de geçen Kral Davud’un soyundan geldiği ileri sürülmektedir. Hillel’in henüz genç bir delikanlıyken odunculuk yaparak geçimini sağladığı tahmin edilmektedir.
Daha sonraları Yahudi kanunları hakkındaki bilgeliği ile büyük bir etki yarattığı Kudüs’e gitmiştir. Ayrıntılar bilinmese de, özel bir ritüelle ilgili rahatsız edici bir sorunu halletmesinin ardından şehrin dini otoritesi haline geldiği söylenmektedir.
Bu dönemde Kudüs ve çevre yerleşimler Roma İmparatorluğu’nun bünyesinde yer almaktaydı. Roma hükümranlığının kabul edilmesinin ardından gelen politik karmaşa, Yahudi toplumunda bölünmelere neden olmuştu. Hillel diğer Yahudi dini gruplarıyla, özellikle de Sadukilerle anlaşamayan Farisilerin safında yer aldı.
Sadukiler aristokratları temsil ederken Hillel’in yandaşı olduğu Farisiler daha ziyade halktan yanaydılar. Teolojik olaraksa Sadukiler’in eski Yahudi metinlerini kelime kelime benimsemeyi tercih eden, yoruma kapalı bir yaklaşımları vardı. Hillel ise metinlerin sadece bir başlangıç noktası olduğunu ve hahamlar tarafından yorumlanabileceklerini düşünmekteydi. (Eski Yahudilik’te bugün anlaşıldığı şekliyle, bir kurum olarak hahamlık bulunmamaktadır) Pratik meselelerde ise Hillel toplumun, sosyal adaletin ve bilginin önemini vurgulamaktaydı.
Ölümünün ardından, özellikle de MS 70’de İkinci Tapınak’ın yıkılmasıyla Farisi Yahudilik, Yahudi toplumundaki hakim güç olarak ortaya çıktı ve zamanla çağdaş Rabbinik Yahudiliğe evrildi. Günümüzde dünya Yahudiliği’nde bu yaklaşım hakim konumdadır.
Ek Bilgiler
1- Kudüs’e vardığında Hillel çok yoksuldu. Tevrat’ı öğrenmek için gerekli parayı ödeyebilecek durumda değildi. Ondan para istenmedi ve sonraları ücret uygulaması tamamen ortadan kaldırıldı. Zira yoksulluğun nitelikli bir kişiyi Tevrat’ı öğrenmekten alıkoymaması gerektiği düşüncesi hakim olmuştu.
2- Metinler üzerinde hahamlar tarafından yapılmış olan yorumlar Talmud adıyla anılmaktadır.
3- Ölümünden 500 yıl sonrasına kadar, Hillel’in soyundan gelenler Kudüs’ün önde gelen dini kişileri oldular.

Chandragupta Maurya
Chandragupta Maurya (MÖ 340-296) etkili bir Hint monarkıydı. Maurya Hanedanı’nı kurdu ve ülkesini Yunan istilasından kurtardı. Onun soyundan gelenler 200 yıl boyunca hakim oldular ve neredeyse günümüz Hindistan’ının tamamını kuşatan büyük bir imparatorluk kurdular.
Büyük İskender (MÖ 356-323) MÖ 326 yılında Kuzey Hindistan’ı işgal etti. İskender batıya dönerken fethettiği yerleri yerel valilere emanet etti. Bunlar bölgelerini onun adına yöneteceklerdi. Birkaç yıl içinde Chandragupta yerel valileri etkisiz kıldı ve kendi krallığını kurdu.
İmparatorluğu kurduğu sırada henüz yirmi yaşındaydı. Küçük Hint devletlerini fethetmiş ve pek sevilmeyen Nanda Hanedanı’nı devirmişti. Böylece Hint tarihinde ilk kez bütün ülke bir çatı altında toplanıyordu. Gücünün doruğundayken batıda Afganistan’dan doğuda Bangladeş’e kadar uzanan bir imparatorluğu kontrol etti. Hindistan’ın neredeyse tamamı bu imparatorluğun sınırları içerisindeydi.
MÖ 305 yılında bir Yunan generali olan Seleucus Nikator (MÖ 358-281), İskender’in imparatorluğunu yeniden kurmak istedi. Pek çok doğu bölgesini ele geçirdi ve Mauryan İmparatorluğu’na yöneldi. İki taraf arasında görüşmeler yapılmaya başlandı. Chandragupta, topraklarından vazgeçmeleri karşılığında Yunanlılar’a beş yüz savaş fili vermeyi önerdi. Anlaşmayı uzun bir süre geçerli kılmak için Seleucus’un kızlarından biri ile evlendiği de tahmin edilmektedir.
Kısa süre sonra Chandragupta tahtı oğlu Bindusara’ya bıraktı. Caynizm dinini benimsedi ve ömrünün son yıllarını Bangalore yakınlarındaki dini bir toplulukla birlikte geçirdi. Söylendiğine göre kendisini her şeyiyle dini inancına adayarak bir mağarada açlıktan öldü.
Ek Bilgiler
1- Chandragupta’nın Yunanlı düşmanları ona Sandrocottus ya da Androcottus diye hitap ediyorlardı.
2- Caynizm dünyanın en eski dinlerindendir. 3 bin yıl önce kurulduğu düşünülmektedir. Günümüzde 12 milyona yakın taraftarı olduğuna inanılmaktadır. Bu dine inananlar yaşayan hiçbir şeye zarar vermemeye çalışırlar. Dolayısıyla vejetaryendirler. Bazı cayniler böcekleri incitmemek için üzerinde yürüdükleri toprağı süpürürler.
3- Chandragupta’nın torunu Büyük Ashoka (MÖ 304-232) Budizmi benimsemiş, bu inancı bütün Hindistan’a yaymıştır.

Epikür
Zevk… Kutsal yaşamın başı da sonu da odur.
    – Epikür
Platon’un (MÖ 429-347) ölümünden sonraki birkaç yüzyıl boyunca Yunan felsefesi iki rakip gruba ayrıldı. Stoacılık hayatın acımasız, acı dolu ve zalim olduğunu söylüyordu. Onlara göre mutluluğa giden tek yol erdemli yaşamak ve maddi zevklerden sıyrılmaktı.
Epikürcüler ise rakiplerine şunu söylüyordu: “Hayat kısa. Öyleyse keyfimize bakalım.”
Atina’nın dost canlısı, neşeli öğretmeni Epikür (MÖ 341-270) zevki kutsayan felsefe geleneği ile tanınmaktadır. Bu düşünce acı ve korkulardan kaçınmayı öğütler. Epikürcülük olarak bilinen filozofun öğretisi, Roma ve Yunanistan’da yüzyıllar boyunca büyük bir etkiye sahip olmuştur.


Epikür, Sisam adasında doğdu. Atinalı bir sömürgeci ve askerin oğluydu. 14 yaşındayken felsefe çalışmaya başladı. Ailesi diğer Atinalılarla birlikte Sisam’dan sürgün edildiğinde bir mülteci oldu. MÖ 311 yılında kendi felsefe okulunu kurdu ve MÖ 307 yılında bu okulu Atina’ya taşıdı.
Epikür Atina’da büyük bir şaşkınlık yarattı. Filozoflardan beklenilen pek çok şeyi yapmıyordu. Bu dönemde filozofların Sokrat (MÖ 470-399) gibi alçak gönüllü ve çileci bir hayat yaşamaları beklenirdi. Epikür ise öğrencilerine zevkin kötü bir şey olmadığını öğretiyordu. Özellikle dostluk en asil zevkti. Büyük bölümü kaybolmuş olan Üç yüz kitap yazdığı düşünülmektedir. Kitapları felsefede önemli sarsıntılara neden olmuştur. Epikür hazcı değildi. Basit bir hayat yaşamış ve seksten uzak durmuştu. Diğer taraftan dostluğu ve rahat bir yaşam sürmeyi reddetmenin anlamsız olduğunu düşünüyordu.
Epikür acı ve korkudan mümkün olduğunca kaçınılması gerektiğini öğretiyordu. Korku duygusuna yaklaşımı, onun Antik Yunan dinini pek çok açıdan eleştirmesini sağladı. Ona göre bu din, Yunanlılara ölümden sonra cezalandırılacaklarını söyleyerek onların ölümden korkmasına neden oluyordu. Epikür tanrılara inansa da onlardan korkmak için hiçbir neden olmadığını söylüyordu.
Öldüğü gün, bir dostuna “Gerçekten mutlu bir gün” başlıklı bir mektup yazmıştı.
Ek Bilgiler
1- Günümüzde epikürcü deyimi boğazına düşkün kişiler için kullanılmaktadır. İronik bir şekilde Epikür’ün kendisi hiç de boğazına düşkün değildi. Neredeyse sadece ekmek yiyip su içerek yaşıyordu.
2- Epikür çocukluk öğretmenlerine karşı öfkeliydi. Özellikle Nausiphanes’i sonraki yazılarında Mollusk (yumuşakça) olarak anacaktı.
3- Stoacılardan farklı olarak Epikürcüler politikadan uzak durdular. Onlara göre çekişmeli Yunan siyasetinde güç sahibi olmak, bir kişiye ancak acı dolu bir son getirebilirdi.

Yaşlı Pliny
Vezüv Yanardağı, 79 yılının 24 Ağustosu’nda taş ve kül fışkırtmaya başladığında çevre yerleşimlerde yaşayanlar güvenli bölgelere kaçmak zorunda kaldılar. Garip bir şekilde bir adam aksi yöne gidiyordu. Yazar Yaşlı Pliny (23-79) kaçmak yerine felaketin yaşandığı yere giderek, olan bitene yakından bakmak istemişti.
Yüksek rütbeli bir Roma askeri olan Pliny, 37 ciltlik ünlü ansiklopedik eseri Historia Naturalis’i iki yıl önce yazmıştı. Şarap yapımından madenciliğe, tıptan coğrafyaya pek çok alanla ilgili bilgiler bulunan bu kitap, neredeyse antik dünyada bilinen her şeyi içermekteydi. Ne var ki kitapta volkanlarla ilgili bir bölüm yoktu. Tam da bu nedenle büyük patlama Pliny’nin merakını cezbetmişti.
Tam adı Gaius Plinius Secundus olan Pliny, asiller sınıfının bir üyesi olarak dünyaya geldi. Alman kabileleri ve Britonlara karşı verilen savaşlar sırasında Roma lejyonlarında yer aldı. Roma’ya döndükten sonra bugün kaybolmuş olan bir savaş tarihi yazdı.


İmparator Vespasian’ın (9-79) temsilcisi olarak seçildi. Doyumsuz bir merakla günümüz Fransa ve İspanya’sının bulunduğu coğrafyayı dolaştı. Ziyaret ettiği her yerde, şaraphanelerde, altın madenlerinde, dağlarda notlar aldı. Pliny 70 yılından ölene kadar ansiklopedisini yazmak için uğraştı. 77 yılında biten ansiklopedi İmparatora adanmıştı. Yüzyıllar boyunca standart bir başvuru kaynağı olacaktı. Minnettar kalan Vespasian, Pliny’i Roma ticaret filosunun başına geçirdi. Bu göreve geldiği gün korkunç bir yanardağ patlaması oldu.
Volkan patlamaya devam ettiği sırada, Pliny Napoli Körfezi’nde ilerliyordu. Kraterin üzerindeki dumanların oluşturduğu mantarı gözlemlemeyi ve belki de hayatta kalanları Pompei’den kurtarmayı umuyordu. Şehir on sekiz saat süren patlamalar sırasında gökten düşen kül ve taşlarla harap olmuştu.
Karaya ayak bastıktan sonra Pliny’nin mürettebatı taşlardan, korlardan ve volkandan fışkıran sülfür gazından öldüler. O ise ertesi gün, dumandan zehirlenerek ya da kalp krizinden öldü.
Ek Bilgiler
1- 79 yılında Vezüv’de yaşanan volkanik patlama tipi, Vezüv’ün en meşhur kurbanının onuruna “Philian patlama” olarak anılmaktadır. Bu tip patlamalarda dumanlar volkandan büyük bir sütun halinde yükselir.
2- Pliny’nin yeğeni Gaius Plinius Caecilius Secundus (61-113) da ünlü bir yazar ve devlet adamıydı. Genellikle amcasıyla karıştırılmaması için “Genç Pliny” olarak anılmaktadır.
3- Ansiklopedide bitki ve hayvanlardan yararlanılan binlerce tedavi yöntemi yer almaktadır. Örneğin Pliny, yeni öldürümüş keçi derisinin yılan ısırığının tedavisinde kullanılabileceğini yazıyordu.

Yahuda
Aslında on iki havariden biri olan Yahuda İscariot, Hz. İsa’yı Romalı otoritelere ihbar etmesi ile ünlenmiştir. Yahuda, Hz. İsa’nın yakalanması ve çarmıha gerilmesine neden olan ihanetinin karşılığında otuz gümüş almıştı. İhbarcı, Hıristiyan teolojisinin en önemli kötü karakterleri arasında yer almaktadır.
Yahuda İscariot (soyadı büyük ihtimalle Latince katil anlamına gelen sicarius kelimesinden türetilmiştir) havarilerin mali işlerine bakıyordu. On iki havariden biri olduğu için yaşamı boyunca Hz. İsa’ya çok yakın olmuştu. “John İncili”nde fakirler için toplanan yardımları çalan bir hırsız olarak tasvir edilmektedir.


İncil’de anlatılanlara göre Hz. İsa ve takipçileri Hamursuz Bayramı sırasında Kudüs’e gelirler (MS 33). Tapınaktaki tefecilere saldırmaları, dönemin önde gelen kişilerini çileden çıkarır. Hz.
İsa’yı tutuklamayı kafasına koyan Romalı vali Pontius Pilate ve yüksek rahip Joseph Caiaphas, Yahuda’ya rüşvet vermeyi kararlaştırırlar. Tutuklama, Gethsamane Bahçesi’ndeki son akşam yemeğinden sonra gerçekleşir. Havariler burada dua etmek için buluşmuşlardır. Yahuda, Hz. İsa’yı öperek askerlere işaret verir. Böylece ona bir öpücükle ihanet etmiş olur.
Yahuda’nın Hz. İsa’nın ölümündeki rolü, 2 bin yıl boyunca anti-semitik şiddetin önemli bir kaynağı olmuştur. Yahuda, Hz. İsa ve diğer havariler gibi Yahudiydi. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini emreden Pontius Pilate ise Romalı bir pagandı. Ancak 1965’e kadar, Yahuda’nın ihaneti Roma Katolik Kilisesi tarafından Hz. İsa’nın öldürülmesinden dolayı tüm Yahudilerin suçlu olduklarının bir kanıtı olarak yorumlanmıştı (II. Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi Soykırımı’ndan sonra 2. Vatikan Konferansı ile kilise tavır değişikliğine gitti. Buna göre Hz. İsa’nın ölümünden dolayı “bütün Yahudiler sorumlu tutulamazdı.”)
İncil’de Yahuda’nın başına gelenlerle ilgili çelişkili ifadeler vardır. Matthew’da, Juda’nın çok utandığı ve rüşvet olarak aldığı gümüşü geri verip kendini astığı söylenir (günümüzde Juda ağacı olarak bilinen bir ağaca asmıştır kendini). Luka İncili’nin devamı olan “Elçilerin İşleri” kitabında ise parayı bir tarla almak için kullandığı ve daha sonra kendini öldürdüğü ifade edilir.
Ek Bilgiler
1- “Yahuda İncili”, Hz. İsa’nın ölümünü Juda’nın gözünden anlatır. 1970’li yıllarda Mısır’da bir mağarada bulunmuş, 2006 yılında yayınlanmıştır. Bu İncil’de Juda’nın ihaneti, kutsal görevin yerine getirilmesi ve Hz. İsa’nın insanlığı kurtarması için gerekli olan bir adım olarak gösterilir.
2- Yahuda, Hz. İsa’nın ölümü ile ilgili bir rock operası olan Süperstar İsa’da İngiliz şarkıcı Murray Head (1946-) tarafından canlandırılmıştır. Opera Andrew Lloyd Webber (1948-) ve Tim Rice (1944-) tarafından 1971 yılında yazılmıştır.
3- Martin Scorsese (1942-) tarafından yönetilen tartışmalı film The Last Temptation of Christ’ta (1988) Juda’yı Harvey Keitel (1939-) canlandırmıştır. Film kimi Hıristiyan grupları tarafından Juda’yı pozitif bir figür olarak gösterdiği ve Hz. İsa’nın Mary Magdalane ile evlenmeyi hayal ettiğini ileri sürdüğü iddiasıyla sert bir biçimde eleştirilmiştir.

Catullus
Esprili, satirik ve yer yer müstehcen olan Catullus (MÖ 84-54), bir Antik Roma şairidir. Çalışmalarının Rönesans’ta yeniden keşfi ile Batı kültürü üzerinde önemli bir etkisi olmuştur. Aşk şiirleri, güzelliklerinin yanı sıra taşıdıkları mizah ve erotizm ile de büyük bir ün kazanmıştır.
Gaius Valerius Catullus Roma’nın kuzeyindeki bir şehir olan Verona’da doğdu. Elit bir aileye mensuptu. Babası, Julius Sezar’ın (MÖ 100-44) yakın bir dostuydu. Catullus, Bithynia’da Roma ordusuna hizmet etti. Ne var ki bir yıllık askerliğin ardından ordudan ayrıldı. Böylece politikada kariyer yapma umudunu da bir kenara bırakmış oldu.


Catullus’un hayatına dair pek çok ayrıntı bilinmemektedir. Onunla ilgili en önemli kaynak ise yine kendi şiirleridir. Orduya katılmadan önce Roma’da yaşamış ve yaşlı bir kadına, Clodia Metelli’ye aşık olmuştur. Bu kısa süreli ilişkisi pek çok aşk şiirine ilham vermiştir. Ordudayken kardeşinin Truva yakınlarındaki mezarını ziyaret etmiş ve bu ziyaret ona bir ağıt yazması için ilham vermiştir, “Daima, Kardeşim, sana selam ve elveda olsun.”
Bir dönem, şiirlerinden birinde alay ettiği Sezar’ın öfkesine maruz kalmıştır. Sezar, arkadaşının oğlunu affetmiş ve söylendiğine göre barışmalarını kutlamak için birlikte bir akşam yemeği yemişlerdir. Catullus ordudan ayrıldıktan sonra İtalya’ya dönmüş ve Tivoli yakınlarındaki bir villaya yerleşmiştir. Otuz yaşındayken bilinmeyen bir nedenle burada ölmüştür.
Roma edebiyatında, Catullus neoterik şairlerden biri olarak sınıflandırılmaktadır. Bu akım, şiirde günlük dili kullanarak Latin şiirinde çığır açmış ve genellikle sıradan konular üzerine yazmıştır. Catullus’un eserleri, Cicero (MÖ 106-43) gibi şiirin moral verici olması gerektiğini düşünen gelenekselciler tarafından eleştirilmiştir.
Catullus’un şiirleri Orta Çağ’da kaybolmuştur. Sonraları ise Verona’da çalışmalarının bir kopyasına ulaşılmıştır. Günümüzde önemli Latin yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir. John Milton (1608-1674) ve William Worthswort (1770-1850) gibi modern şairler üzerinde etkili olmuştur.
Ek Bilgiler
1- Catullus, kendisi gibi aşk şiirleri yazan Midillili Sappho’ya (MÖ 630-570) hayrandı. Bu nedenle sevgilisi Clodia’ya Lesbia lakabını takmıştır.
2- Lesbia’ya yazdığı aşk şiirlerinden birinde onu defalarca öpmek istediğini belirtir. “Cyrene Silphium sahillerindeki kumlar kadar.” Arkeoloji dergisinde 1994 yılına yayınlanan bir makalede bu satırların ilkel bir doğum kontrol yöntemine yapılan bir gönderme olduğu iddia edilmiştir. Söz konusu doğum kontrol yönteminde günümüzde soyu tükenmiş olan Silphium bitkisinden yararlanılmaktadır.
3- Catullus’un şiirleri başlıksızdır ve genellikle numaralandırılarak tasnif edilmişlerdir: “Catullus 50” ya da “Catullus 101” gibi.

Brütüs
O Romalıların en asiliydi.
     – Antony, Julius Sezar’dan
Brütüs (Marcus Junius Brutus) (MÖ 85-42), Romalı bir senatördür. Julius Sezar’ı (MÖ 100-44) öldürmek için yapılan komployu düzenleyenlerin arasında yer almaktadır. MÖ 44 yılında, Mart ayının 15’inde Brütüs ve komplocu arkadaşları Sezar’ı senatonun merdivenlerinde bıçaklayarak öldürdüler. Bu olay tarihin en meşhur cinayetlerinden biri oldu.
Brütüs’ün bu olaydaki rolü genellikle büyük bir ihanet olarak görülmüştür. Zira Sezar onu henüz bir yıl önce çok önemli bir pozisyona getirmişti. Gerçekten de eski müttefikini karşısında görmek Sezar’ın meşhur son sözlerini söylemesine neden olmuştur: “Sen de mi Brütüs?”


Brütüs ve karısı Porcia’nın da (MÖ 70-42) aralarında bulunduğu komplocular, bir tiranlığın ortaya çıkmasını önlemenin ve Roma Cumhuriyeti’nin yeniden kuruluşunun tek yolunun Sezar’ı öldürmek olduğuna inanmışlardı. Korkularında haklıydılar. Sezar’ın ölümünden yirmi yıl geçmeden Roma İmparatorluğu kurulmuş ve 500 yıllık cumhuriyetçi yönetim son bulmuştur.
Brütüs Roma’nın kalburüstü bir ailesinin çocuğuydu. Politikaya atıldı. Başlarda Sezar’ın düşmanıydı ve MÖ 49’daki iç savaşta ona karşı mücadele etti. Ne var ki Sezar genç senatörü affetti ve onu bir Roma vilayeti olan Gaul’un valisi olarak atadı.
William Shakespeare (1564-1616), Julius Sezar oyununda Brütüs’ün Sezar suikastine gönülsüz bir şekilde katıldığını ileri sürer. Zira Brütüs, Sezar’ı kişisel olarak sevmektedir. Shakespeare’in çizdiği portreye göre onu öldürmeyi Roma’ya karşı bir görev kabul etmektedir. Sezar’ın diktatöryel planları hayata geçmeden önce, bu görev yerine getirilmelidir.
Suikastten sonra Sezar’ın evlatlığı Octavian (MÖ 63-MS 14) büyük bir güç elde etmiş, Brütüs diğer komplocularla birlikte Roma’dan kaçmak zorunda kalmıştır. Octavian’a karşı muhalefet etmeye çalışmışsa da MÖ 42 yılındaki Philippi Savaşı’nda genç diktatörün karşısında yenilince kendini öldürmek zorunda kalmıştır. Genç diktatör daha sonra Brütüs’ün en büyük korkusunu hayata geçirerek ilk Roma İmparatoru Augustus olacaktır.
Ek Bilgiler
1- Efsaneye göre Porcia kocasının ölümü üzerine çılgına dönmüş ve kızgın korları yutarak intihar etmiştir.
2- Brütüs’ün kayınbiraderi Gaius Cassius Longinus (MÖ 85-42), Sezar suikastinin ortakları arasında yer almaktadır. Longinus Julius Sezar’da Cassius karakteriyle temsil edilmektedir. O da Brütüs gibi Philippi Savaşı’nda intihar etmek zorunda kalmıştır. Kölesine kendisini öldürmesini emretmiş ve bu şekilde ölmüştür.
3- Roma’da rakipler bile akraba olabilirler. Brütüs’ün annesi Servilia Caepionis (MÖ 107-42) ömrünün son yirmi yılında Sezar’ın metresiydi.

Vaftizci Yahya
MS 30 yılında ateşli bir Yahudi hatibi, Galilee’nin Roma kuklası kralı Herod Antipas’ı (MÖ 21-MS 39) zina, ensest ve benzeri şeytani günahları işlemekle suçladı. Öfkelenen Kral Herod vaizi tutukladı ve onu Ölü Deniz’e bakan sarp kayalıklara kurulmuş bir cezaevine yolladı.
İşte bu ateşli hatip Vaftizci Yahya’dır (MÖ 6 – MS 30). Hıristiyanlığın temel metni olan İncil’deki en önemli kişilikler arasında yer almaktadır. Vaizlik yaptığı süre içerisinde Herod’a saldırıları ve yaklaşan kıyamete ilişkin vaazlarıyla Vaftizci Yahya büyük bir taraftar kitlesine sahip olmuştur. Tutuklandığı sırada, daha yeni kendi vaazlarını vermeye başlayan Hz. İsa’nın üzerinde çok büyük bir etkisi vardır.
Yahya’nın hayatı ile ilgili pek az tarihi kayıt bulunmaktadır. İncil’deki bilgiler ise oldukça dağınıktır. “Luka İncili”ne göre Yahya, Hz. İsa’nın kuzeniydi. Yahudi peygamberlerinin yolundan giderek eski giysiler giymekte, çekirge ve yaban balı yiyerek yaşamını sürdürmekteydi. Vaazlarına başlamadan önce uzun yıllar Yahuda Çölü’nün insansız bölgelerinde dolaşmıştı.


Vaazları sırasında Yahya, taraftarlarına günahları için tövbe etmelerini, açgözlülük ve zorbalığı reddetmelerini öğütledi. Onlara Ürdün Nehri’nde vaftiz olarak tanrının dünyaya gelişine hazırlanmalarını tavsiye etti. Yahya’nın çağrısına yanıt veren Yahudilerden biri de Hz. İsa’ydı. Yahya yakalanmadan hemen önce Hz. İsa’yı vaftiz etmişti.
Yahya yakalandıktan sonra Hz. İsa’nın, cüzzamlıları iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini ve daha nice mucizelere imza attığını öğrendi. Bunun üzerine öğrencilerine bu konuyu araştırmalarını salık verdi. Onlar Hz. İsa’nın “Tanrıdan sonra gelen kişi,” yani Mesih olduğunu doğruladılar. Hıristiyan teolojisinde Yahya, Hz. İsa’nın müjdecisi olarak kabul edilmektedir. Mesih’in gelişini önceden bildirmiştir.
Ne yazık ki kısa bir süre sonra Yahya hayatını kaybetmiştir. Herod, Yahya’nın ensestle suçladığı karısının gönlünü almak için peygamberin başını kestirdi ve bir tepsinin üzerinde doğum günü hediyesi olarak üvey kızına gönderdi.
Ek Bilgiler
1- Tarihçi Flavius Josephus (37-100), Yahya’nın yakalanması ile ilgili farklı bir hikaye anlatır. Buna göre Herod, Yahya’nın taraftarlarının bir isyan başlatabilecek kadar kalabalıklaşmış olmasından endişe duyduğu için onu idam ettirmiştir.
2- Resmen hiçbir zaman aziz ilan edilmemiş olmasına rağmen Yahya, Katolik Kilisesi tarafından aziz olarak kabul edilmektedir. Pek çok başka yerin yanı sıra Ürdün ve Porto Riko’nun koruyucu azizidir.
3- Yahya’ya ait olduğu söylenen kesik insan başı Roma’daki San Silvestro Kilisesi’nde sergilenmektedir.

Julius Sezar


“O daracık dünyayı bir dev gibi yönetti” diye yazar William Shakespeare Sezar’dan (MÖ 100-44) bahsederken. Romalı general ve politikacı, çağının en etkili insanları arasında yer almaktadır. Aynı zamanda Batı tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Sezar Galya’yı feth etmiş ve Roma Senatosu’nun gücünü ortadan kaldırmıştır. Antik dünyanın en büyük imparatorluğunun kurucusudur.
Sezar ömür boyu diktatör ilan edilmesinden kısa bir süre sonra suikaste uğradı. Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa geçiş süreci ise manevi oğlu Octavian’ın (MÖ 63-MS 14) döneminde son buldu ve Octavian İmparator Augustus unvanını aldı.
Sezar’ın yaşamı antik dünyanın en iyi bilinen yaşam öyküleri arasında yer almaktadır. Bunu büyük ölçüde kendi kaleme aldığı savaş anılarına borçluyuz. Aristokrat bir ailede dünyaya gelmiş ve henüz genç bir delikanlıyken orduya katılmıştı. Çok bilinen bir hikayede anlatıldığına göre, Ege Denizi’nde korsanlar tarafından kaçırılmış ve ailesinden serbest bırakılması için fidye istenmişti. Sezar korsanların kendisi için istediği bedeli düşük bularak çok öfkelenmiş ve onlardan kendisi için istenen bedeli arttırmalarını talep etmişti. Serbest kalmasının ardındansa korsanları yakaladı ve onları çarmıha gerdi.
Sonraki birkaç on yıl içerisinde Sezar askeri ve politik kariyerinde hızla yükseldi. MÖ 69 yılında günümüz İspanya’sında bulunan Roma eyaleti Aşağı Hispania’ya vali olarak atandı. MÖ 63 yılında ise Roma’nın en büyük dini makamı olan “pontifex maximus” seçildi.
Sezar dört yıl sonra, MÖ 59 yılında Galya’nın fethine girişti. İki generalle birlikte Roma hükümetini kontrol eden üçler erkini oluşturdu. MÖ 50 yılında Sezar’ın büyüyen gücünden korkan senato ondan ordusunu dağıtmasını istedi.
Sezar’ın senato kararına uymayı reddetmesi ve MÖ 49 yılının Ocak ayında Rubicon Nehri’ni geçmesi sonraki yıl kendi zaferiyle sonuçlanacak olan bir iç savaşın başlamasına neden oldu. Güçleri elinden alınmış olan senato onu geçici bir süre için diktatör ilan etti. Daha sonra ise ömür boyu diktatör yani “dictator perpetuo” ilan edildi. (MÖ 44)
Bu son adım onun bir monarşi kuracağından korkan karşıtları için bardağı taşıran son damla oldu. Bir grup komplocu Roma Forumu’nun merdivenlerinde onu bıçaklayarak öldürdüler (15 Mart, MÖ 44).
Ek Bilgiler
1- Sezar’ın ailesi, Roma’nın aşk ve bereket tanrıçası Venüs’ün soyundan geldiklerini iddia ediyordu.
2- Mükemmel bir hatip ve yazar olarak kabul edilen Sezar’ın iki savaş hatıratı bulunmaktadır. Birisi Galik Savaşları’na diğeri ise İç Savaş’a ilişkin yorumlarını içermektedir. Bu kitaplar Roma tarihinin ilgili dönemlerine ait en önemli kaynakları oluşturmaktadır. Sezar yazarken kendisinden üçüncü şahıs olarak bahsetmesiyle ünlüdür. Örnek vermek gerekirse Gallik Savaşları’nın bir bölümüne şöyle başlar: “Nice savaşçı ulusları fetheden Sezar…”
3- Ölümünün ardından “sezar” adı askeri liderler ve imparatorlar için genel bir unvan haline geldi. Alman ve Rus monarkları için kullanılan kayzer ve çar unvanlarının her ikisi de “sezar” sözcüğünden türetilmiştir.

Seneka
Felsefe tarihin trajik bir figürü olan Seneka (MÖ 4-MS 65), İmparator Neron’un (36-78) danışmanı ve öğretmeniydi. Genç imparatoru retorik, politika ve stoacı felsefe alanlarında eğitmiştir. Buna rağmen ihanete uğramış ve ünlü öğrencisi tarafından intihar etmeye zorlanmıştır. Böylece Roma’nın en önde gelen düşünürlerinden birinin kariyeri trajik bir biçimde son bulmuştur.
Seneka bugün İspanya sınırları içerisinde yer alan Cordoba’da doğdu. Roma’da prestijli bir akademide eğitim gördü. Genç bir öğrenciyken Yunan felsefe okulu Stoacılığa merak sardı. İlk olarak 200 yıl önce Atina’da ortaya çıkan Stoacılar, basit, erdemli bir yaşamın ve kaderi olduğu gibi kabullenmenin mutlululuğa giden yegane yol olduğuna inanmışlardı.


Ancak Stoacı bir kişiye göre Seneka’nın gençlik döneminde son derece hızlı bir yaşamı vardı. Politikaya girdikten sonra çapkınlıkları ile ün kazanmış ve 41 yılında İmparator Kaligula’nın (12-41) yeğeni ile birlikte olduğu için Korsika Adası’na sürgüne gönderilmişti. Seneka’nın günümüze kadar ulaşan yazılarının bir bölümü sekiz yıllık sürgün döneminde yazılmıştır.
49 yılında Roma’ya döndükten sonra Seneka, Neron’un öğretmeni oldu. Oyunlar, şiirler ve denemeler yazmaya devam etti. Neron 54 yılında henüz 16 yaşındayken imparator olduğunda Seneka genç imparatorun en yakın danışmanları arasına girdi. Hatta Neron’un, annesi Agrippina’yı (15-59) öldürmek için düzenlediği komploya bile ortak oldu. Seneka defalarca emekli olmak istemişse de Neron danışmanının Roma’da kalması için ısrar etti.
65 yılında Neron, Seneka’yı kendisini öldürmek için düzenlenen Pisonian Komplosu’na katılmakla suçladı. İmparator, öğretmenine intihar etmesini emretti. Seneka bu emre bir Stoacı gibi riayet etti ve bileklerini kesti. Ancak yaraları kendisini öldürecek derecede derin olmadığı için en sonunda küvetteki suyun içine dalarak görevini tamamladı.
Ek Bilgiler
1- Romalı tarihçi Suetonius’a (69-130) göre Seneka kısa bir süreliğine vejetaryen olmuştu. Ancak vejetaryenlere güvenmeyen İmparator Tiberius (MÖ 42-MS 37) onu et yemeğe zorlamıştı.
2- Seneka’nın yazıları İngilizce’ye ilk olarak 1614 yılında çevrilmiştir.
3- Seneka’nın karısı Paulina kocasıyla birlikte intihar etmeye kalkmış, ancak Neron’un askerleri emrin sadece filozofa verildiğini ileri sürerek onu engellemişlerdir.

Cai Lun
Keşifler tarihinde Cai Lun’un (62-121) adına nadiren rastlanılır. Ancak Antik Çin’de bir devlet görevlisi olan Lun’un mükemelleştirdiği kağıt, dünyayı tereddüte yer bırakmayacak bir şekilde değiştirmiştir.
Kağıttan önce eski yazılar kolaylıkla dağılabilen papirüslere ya da hayvan derisinden yapılan nadir ve pahalı bir ürün olan parşömenlere işleniyordu. Çok daha ucuz ve dayanıklı olan kağıt, geniş kapsamlı kayıtlar tutmayı ve kitapların ucuza mal edilmesini mümkün kıldı. Kağıt imalatı, aşama aşama dünyaya yayılmış, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlayarak Avrupa’da Rönesans’ın gerçekleşmesine bile katkıda bulunmuştur.


Aslen Hunanlı olan Cai Lun, Han Hanedanı’nın İmparatoru He’nin (79-105) sarayında yaşayan bir harem ağasıydı (hadım edilmiş erkekler, çocuk sahibi olamayacakları için imparatorluk hizmetlerinde tercih ediliyorlardı. Bu özellikleri nedeniyle hükümeti devirip yeni bir hanedan başlatma ihtimallerinin çok daha az olduğu düşünülüyordu). 89 yılında Cai Lun silah ve çeşitli aletler üreten bir departmanın başına getirildi. Burada kısa süre içerisinde ucuz ve dayanıklı bir yazı materyaline ne kadar ihtiyaç duyulduğunun farkına vardı.
Uzun denemelerden sonra 105 yılında buluşunu imparatora açıkladı. Cai Lun’un kendisinden önce gelen kağıt imalatçılarından ve yerel geleneklerden çok faydalandığı tahmin edilmektedir. Ancak ne olursa olsun dünyanın dört bir yanına yayılan onun ürettiği kağıt modeli olmuştur.
Büyük takdir toplamasına rağmen popülerliği uzun süre devam etmedi. İmparator 105 yılında öldü. Yerine geçen yeğeni İmparator An (94-125) danışmanlarının çoğuyla düşman oldu. Tutuklanacağını anlayan Cai Lun 121 yılında intihar etti.
Ek Bilgiler
1- Han Hanedanı 220 senesine kadar devam etti. Çin kültürü üzerinde büyük bir etkisi oldu. Öyle ki “han” kelimesi halk anlamına gelen genel bir sözcüğe dönüştü.
2- Yaptığı buluş için Cai Lun’u onurlandırmak adına ona Lung-Thing Markisi unvanı verildi. “Kağıt yapımının koruyucu azizi” olarak kendisine Çin’de yüzyıllar boyunca büyük saygı gösterildi.
3- Çin İmparatorları Cai Lun’un ölümünden sonra kağıt yapımını bir sır olarak sakladılar. Bu sırrın 751 yılında, Çin kağıt imalatçılarının Araplar’la yapılan bir savaşta esir alınmalarıyla ortaya çıktığı söylenmektedir. Sırrı açığa vurmaları için zorlanmışlardı.

Agrippina
Agrippina (15-59) Roma İmparatoru Claudius’u (MÖ 10-MS 54) öldürmeye karar verdiğinde kolaylıkla onun yanına yaklaşabiliyordu çünkü evliydiler. 54 yılında imparatora bir tabak dolusu zehirli mantar verdi. Bu hareketiyle kocasını öldürüp Roma tarihinin en talihsiz dönemlerinden birinin başlamasına neden oldu.


Antik Roma’nın en güçlü kadınlarından bir olan Agrippina, İmparator Augustus’un (MÖ 63-MS 14) soyundan geliyordu. Etkili bir politik hanedanın üyesiydi. Kardeşi Kaligula (12-41), 37-41 yılları arasında imparator olmuştu. 49 yılında üçüncü kocası Claudius’la evlendi. Agrippina’nin ilk evliliğinden Lucius Domitius Ahenobarbus (37-68) adında bir çocuğu vardı. Lucius, daha sonra imparator olacak olan ünlü Neron’dan başkası değildir.
Agrippina, Claudius’la evlendiği sırada dahi acımasız bir komplocu olarak tanınmıştı. Erkek kardeşini öldürmeyi amaçlayan bir komploya adı karışmış ve Akdeniz’de bir adaya sürgüne gönderilmişti. O sürgündeyken ailesi Roma’daki gücünü korudu. Aslına bakılırsa Claudius onun amcasıydı. Agrippina bu evliliği tamamen politik sebeplerle yapmıştı. Bu sayede oğlu Neron imparatorluğun halefi olacaktı.
Claudius ise 53 yılından sonra farklı düşünmeye başladı. Tahta kendi biyolojik oğlu Britannicus’un (41-55) geçmesini istiyordu. Agrippina kocasının Neron’u halefi olmaktan çıkarmasını engellemek için en uygun çözüm yolunun kocasını öldürmek olduğuna karar verdi.
Neron’un hükümranlığı, gaddarlığı ve beceriksizliği ile efsaneleşecekti. Hıristiyanlar’ı hedef alan ilk büyük zulüm onun döneminde gerçekleşti. Üvey kardeşi Britannicus’un da içinde bulunduğu binlerce muhalifini idam ettirdi. 64 yılındaki büyük yangın sırasında Roma cayır cayır yanarken Neron sadece keman çalmıştı. 68 yılında görevden alındı ve intihar etti.
İronik bir biçimde kurbanlarından biri de annesi Agrippina’ydı. 16 yaşında tahta geçtiği sırada büyük ölçüde annesinin etkisi altındaydı. Ne var ki annesi, Poppaea Sabina ile olan ilişkisini uygun görmedi. Poppaea ile evlenmek için önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmak isteyen Neron, 59 yılında Agrippina’nın öldürülmesini emretti. Agrippina öldürüldüğü sırada 44 yaşındaydı.
Ek Bilgiler
1- Barok bestekar George Handel (1685-1759), 1709 yılında Agrippina adlı bir opera yazmıştır.
2- Claudius’un üçüncü karısı Messalina (20-48), kötü bir üne sahipti. Yaşlı Pliny’e (23-79) göre bir fahişe ile yarışa girmiş ve yirmi dört saatte yirmi beş erkekle birlikte olarak onu yenmişti.
3- Poppaea Sabina’nın ikinci kocası olan Marcus Salvius Otho (32-69), 69 yılında imparator olmuş ve üç ay boyunca tahtta kalmıştır. Sık sık imparator değişimlerinin yaşandığı o yıl “Dört İmparator Yılı” olarak tarihe geçmiştir. Otho, rakiplerinden birine karşı verdiği savaşı kaybedince intihar etmiştir.

Virgil
Virgil (MÖ 70-19) bir Antik Roma şairidir. Roma’nın kuruluşunu anlatan destansı bir şiir olan Aeneid’in yazarıdır. Antik dönemin en etkili Latin metinlerinden biri olan bu yapıt Romalıların şehir tarihi ve Roma’nın dünyadaki yeri ile ilgili düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Tam adı Publius Vergilius Maro olan Virgil’in hayatının erken dönemi ile ilgili ayrıntılar bilinmemektedir. Julius Sezar (MÖ 100-44) suikastinden sonraki dönem boyunca, Virgil birdenbire daha sonra geleceğin imparatoru Augustus (MÖ 63-MS 14) olacak olan Sezar’ın evlatlık oğlu Octavian’ın müttefiki ve propagandacısı olarak ortaya çıkmıştır.
Virgil’in ilk büyük eseri olan Eclogues, Sezar’ın ölümünün hemen ardından yazılmıştır. Kimi yerleri erotik kimi yerleri ise politik olan bu uzun şiir, Octavian’ın gücü eline geçirmesinin meşru bir hareket olduğunu anlatmaktadır.
Virgil’in bir sonraki şiiri olan Georgics, MÖ 29 yılında Octavian’ın büyük düşmanı, Mark Antony’i (MÖ 83-30) mağlup etmesinin ardından tamamlanmıştır. Söylendiğine göre Virgil bu şiiri, hasta yatağında iyileşmeye çalışan Octavian’a okumuştur.
Aeneid’i yazmak Virgil’in on yılını almıştır. Ölümüyle yarım kalan eseri, Aeneas’ın mitolojik öyküsünü anlatmaktadır. Aeneas, Truva yenilgisinden sonra kaçan Truvalı bir savaşçıdır. Ordan oraya dolaşmış, çeşitli zorlukların ardından İtalya’ya varmıştır. Efsaneye göre Roma’yı onun ataları kurmuştur. Şiir, Roma emperyalizminin ulusun kutsal kaderi olduğunu belirterek son bulur. Bu düşünce, Roma’nın sonraki dört yüzyıl boyunca gerçekleşecek olan yayılmasını destekleyen bir ideoloji haline gelecektir.

Kimileri bronzla çalışır ve mermerden yüzler yaparlar. Diğerleri yasalarla konuşur, etkili savunmalar yaparlar. Ya da gökyüzündeki patikaları ölçer, yükselen yıldızları önceden tahmin ederler. Sen kendine bak Romalı! Ulusları kanunla yönetmek (sana yakışan budur) ve barışa giden yolu inşa etmek. Fethedilenlerin canını bağışlamak ve onların şanını yerle bir etmek.
Virgil, Augustus’a eşlik ettiği Yunanistan seyahati sırasında hayatını kaybetmiştir. Aeneid, şairin ölümünden sonra yayınlanmıştır. Eseri, Homer’in Yunan destanları İlyada ve Odyssea’nın geleneğini sürdüren bir başyapıt olarak büyük beğeni kazanmıştır. Aynı zamanda ulusal kuruluş mitlerini inşa ederek Roma imajının inşasına katkıda bulunmuş ve imparatorluğun büyümesine meşruiyet kazandırmıştır.
Ek Bilgiler
1- Virgil’in çalışmalarındaki pek çok söyleyiş, Batı kültürünün bir parçası haline gelmiştir. “Omnia vincit amor: Aşk her şeyi fetheder” deyişi ilk olarak Virgil’in Eclogues eserinde geçer. “Timeo Danaos et dona ferentes: Hediye getirdiklerinde bile Yunanlılar’dan korkarım” sözü ise Aeneid’de yer alır. Ve Amerika Birleşik Devletleri’nin mottosu olan “E pluribus unum: Birlik çoklardan oluşur” Virgil’in şiirlerinden birinden alınmıştır.
2- Aeneid’in yıpramış bir orijinal kopyası, Thomas Jefferson (1743-1826) tarafından ABD Kongre Kütüphanesi’ne bağışlanmıştır.
3- Virgil’in Dante (1265-1321) üzerinde büyük bir etkisi vardır. Virgil İlahi Komedya’da (1321) bir karakter olarak ortaya çıkar.

Boudica
Keltlerin savaşçı kraliçesi Boudica’nın dış görünümü bile Romalıların korkması için yeterliydi. Dizlerine kadar uzanan kızıl saçları vardı. Boğumlu altın bir gerdanlık takıyordu. Romalı tarihçilere göre yanında her zaman korkunç bir kılıç taşıyordu ve “görünümü dehşet vericiydi.”
Romalıların gerçekten de Boudica’dan korkmak için haklı gerekçeleri vardı. 61 yılında Roma lejyonları ile kanlı, acımasız bir savaşa girişmişti. Romalı işgalcileri İngiltere’den atmak isteyen Boudica ve müttefikleri, Roma yerleşimlerini yakıp yağmaladılar. Londra’yı yerle bir ettiler ve binlerce Romalıyı öldürdüler.


Boudica için Romalılarla olan savaş hem Keltlerin onur mücadelesi hem de kişisel bir intikam davasıydı. Yirmi yıldan daha az bir süre önce Romalılar İngiltere’yi işgal etmişler ve pek çok Kelt kabilesini kontrol altına almışlardı. Bu durum Romalılara karşı yerlilerde yaygın bir kinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Romalı askerler aynı zamanda Boudica’nın henüz genç kız olan iki kızına tecavüz ederek onları öldürmüşler ve bu Boudica’nın işgalcilere karşı kişisel bir kin beslemesine de sebep olmuşlardı.
Boudica’nın kabilesi Doğu Anglia’nın bir bölümüne yerleşmişti. Burası Londra’nın kuzeydoğusunda kalıyordu. Boudica tahtı, kocası Prasutagus’tan devralmıştı. Ne var ki Romalılar krallığın bir kadına geçmesini kabul etmediler ve tahtta hak iddia ettiler.
Savaş 61 yılında Roma’nın İngiltere valisi Galler’de bir takım askeri faaliyetler yürüttüğü sırada başladı. Valinin yokluğunu fırsat bilen Boudica, diğer Kelt savaşçıları ile birleşti. Roma’nın Britanya’daki başkenti olan Colchester’e saldırdılar. Pek çok şehri yakıp Londra’yı yağmaladılar. Kıyıma ilişkin muhtemelen taraflı olan Roma kayıtları, on binlerce Romalının öldürüldüğünü söylemektedir.
Keltlerin organize olmayan barbarlar olduğunu düşünen Romalılar savunmasız yakalanmışlardı. Valinin isyanı bastırmak için alelacele Londra’ya dönmesi gerekti. Boudica kaçmak zorunda kaldı. Daha sonra intihar ettiğine inanılmaktadır.
Ek Bilgiler
1- Boudica’nın mezarı bilinmemektedir. BBC’ye göre onun Londra’da gömülü olduğuna dair popüler bir mit ortaya çıkmıştır. Söylendiğine göre mezarı King’s Cross demiryolu istasyonundaki 9 numaralı platformun altında bulunmaktadır.
2- Boudica isyan ettiği sırada Camulodunum olarak bilinen Colchester, Roma’nın İngiltere’deki ana yönetim merkeziydi. Eski adı Londinium olan Londra ise 100 yılında başkent olmuştur.
3- Bazı İngiliz savaş gemilerine Kelt kraliçesinin adı verilmiştir. Bunlardan biri olan HMS Boedica, Almanlar tarafından 1944 yılında batırılan bir İngiliz destroyeridir.

Hz. İsa
İsa Mesih gerçekte kimdi? Onun öğretisi dünyanın en yaygın dinine ilham verdi. Ne var ki 1-33 yılları arasında yaşayan bu Yahudi marangozun hayatına ilişkin pek çok ayrıntı halen bilinmemektedir.
İncil’de anlatıldığına göre Hz. İsa Beytüllahim’de doğdu. Kızıl Deniz yakınlarındaki Celile bölgesinde bir köy olan Nasıra’da büyüdü. Tipik bir Yahudi evinde yetişmişti. Büyük ihtimalle Aramice konuşuyordu. O zamanlar Aramice, Orta Doğu’nun en çok konuşulan diliydi.


Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde Yakın Doğu’daki Yahudiler arasında büyük bir karmaşa ve sosyal anlaşmazlık hüküm sürüyordu. Bir zamanlar bağımsız Yahudi krallıkları olan Judae ve Celile, MÖ 40 yılında Roma egemenliğine girmişti. Yahudi inancı çatışan mezheplere bölünmüştü. Bu mezheplerin en ünlüleri Farislik ve Sadukilik’ti.
Hz. İsa, bilinmeyen bir tarihte gezgin bir Yahudi vaizi olan Vaftizci Yahya ile tanıştı. Yahya’nın her iki mezheple de bir ilişkisi yoktu, ancak kıyametin yakında kopacağını iddia ettiği vaazları ile kendisine epeyce kalabalık bir takipçi grubu toplamıştı. Yahya Hz. İsa’yı vaftiz etti (İncil’e göre Ürdün Nehri’nde). Ne var ki Yahya kısa bir süre sonra sorun çıkardığı gerekçesiyle Roma otoriteleri tarafından idam edildi.
Yahya’nın yakalanmasının ardından Hz. İsa kendi vaazlarını vermeye başladı. Mucizeler gösterdi. Uzun yıllar Yahudiliğin merkezi olan Yahudiye’de (Judaea) dolaştı. Öğretisini yaydı ve cemaatini oluşturdu. Daha sonra mesajını yayacak olan havarilerini biraraya topladı. İncil’e göre diğer dini gruplara alaycı yaklaşıyor ve Farisiler gibi güçlü gruplara eleştiriler getiriyordu.
Hz. İsa, 33 yılının Hamursuz Bayramı öncesi Judaizmin merkezi olan tapınağın bulunduğu Kudüs’e geldi. Kısa zamanda Roma Valisi Pontius Pilate ile arası açıldı. Vali, Hz. İsa şehre vardıktan sadece birkaç gün sonra onun çarmıha gerilmesini emretti.
Hz. İsa’nın hayatı ile ilgili tarihi bilgiler son derece kısıtlıdır. Hayatı ve öğretisi ile ilgili geleneksel anlatılara ise ölümünden on yıllar sonra yazılan İncil kaynaklık etmektedir. Ancak çok geçmeden Hz. İsa’nın öğretisinden ilham alan takipçileri büyük bir hızla Roma dünyasının dört bir yanına yayıldılar.
Ek Bilgiler
1- Aramice halen Suriye, Lübnan ve İsrail’de konuşulmaktadır; ancak bu dili konuşanların sayısı giderek azalmaktadır.
2- Hz. İsa kendi öğretisini Yahudilikten ayrı bir din olarak görmemişti. Hıristiyanlığın ayrı bir din haline gelişi onun ölümünden on yıllar sonra gerçekleşmiştir.
3- Roma İmparatorluğu’nda yaygın bir idam yöntemi olan çarmıha germe genellikle adi suçlar için uygulanmaktaydı. İmparatorluk 4. yy’da Hıristiyanlığı kabul edince bu ceza uygulanmamaya başlandı.

Kleopatra
Mısır’ın son firavunu olan Kleopatra (MÖ 69-30) antik dünyanın en ünlü ve en güçlü kadınları arasında yer almaktadır. Roma iç savaşlarındaki rolü, Julius Sezar (MÖ 100-44) ve Mark Antony (MÖ 83-30) ile olan duygusul ilişkileri ve dehşet verici intiharı ile halen büyüleyici bir tarihsel figür olarak görülmektedir.
Kleopatra, Ptolemaic Hanedan’ın bir üyesi olarak doğdu. Yunanca konuşan bu hanedan, Büyük İskender’in (MÖ 356-323) Mısır’ı fethinden beri ülkeyi yönetmekteydi. 18 yaşındayken kardeşi 13. Batlamyus (MÖ 61-47) ile birlikte müştereken tahta geçmiştir.


Kardeşler tahta geçmelerinin ardından birbirleriyle evlendiler. (Bu tarz ensest birleşmeler Antik Mısır kraliyet ailesinde hiç de nadir değildi. Aslında Kleopatra’nın annesi de babasının yeğeniydi) Kardeşler gücü tek başlarına ele geçirebilmek için birbirlerinin ardından dolaplar çeviriyorlardı. Bu mücadele MÖ 50 yılında Kleopatra’nın sürgüne gönderilmesi ile son buldu.
MÖ 48 yılında Kleopatra’nın Sezar’la olan ilişkisi başlamıştır. Sezar, Batlamyus ile olan savaşında Kleopatra’nın safında yer aldı. Sevgilisinin yardımıyla Kleopatra yeniden tahta geçmiştir. Batlamyus ise savaşta ölmüş ve böylece Kleopatra tahtı küçük kardeşi 14. Batlamyus (MÖ 59-44) ile paylaşmaya başlamıştır. 14. Batlamyus daha sonra Romalılar’dan kaçarken Nil’e düştüğünde boğularak ölecektir. Kleopatra MÖ 47 yılında Sezar’dan bir erkek çocuk doğurur ve adını Sezarion (MÖ 47-30) koyar.
Kleopatra, oğlunun Sezar’ın varisi olmasını istemişti. Ne var ki diktatörün MÖ 44 yılında ölümünün ardından Sezar’ın evlatlığı olan Octavian (MÖ 63-MS 14), Antony ve bir başka generalle birlikte ülkeyi yönetmeye başladı. Antony ve Kleopatra bundan sonra sevgili olmuşlar Roma’ya tek başlarına hakim olabilmek için Octavian’a karşı komplolar kurmuşlardır.
Octavian, MÖ 31 yılında Antony ve Kleopatra ile savaşmaya başlamış ve Actium Savaşı’nda donanmalarını yenilgiye uğratmıştır. Kısa bir süre sonra sevgililer intihar etmişlerdir. Kleopatra’nın bir engerek yılanına göğsünü sokturduğu söylenmektedir. William Shakespeare (1564-1616) en meşhur trajedilerden biri olan Antonius ve Kleopatra’da (1609) bu ilişkiyi konu almıştır.
Kleopatra Mısır firavunlarının sonuncusuydu. 3 bin yıllık bir zincirin son halkasıydı. Bundan sonra Mısır, Aegyptus adıyla bir Roma eyaleti olacak ve 20. yy’a kadar tam bağımsız olamayacaktır.
Ek Bilgiler
1- Kleopatra aslında aynı adı taşıyan 7. Mısır kraliçesidir. 1. Kleopatra MÖ 180-176 yılları arasında hüküm sürmüştür.
2- Son Mısır kraliçesi “Cleopatra” (1963) filminde Elizabeth Taylor (1932-) tarafından canlandırılmıştır. Taylor’un filmde oynamak için aldığı 7 milyon dolar dönemin Hollywood rekorlarının arasına girmiştir.
3- Kleopatra’nın dört çocuğu vardı. Biri Sezar’dan diğer üçü ise Mark Antony’dendi. Sezarion, Octavian tarafından idam edilmiş ve diğer üçü de tutuklanmıştır. Çocuklar Octivian’ın zafer yürüşünde Roma sokaklarında gezdirilmişlerdir. Bu çocuklar daha sonra yanlarına verildikleri aileler tarafından yetiştirilmişlerdir.

Marcus Aurelius
Hem güçlü bir Roma imparatoru hem de bir filozof olan Marcus Aurelius (121-180) döneminin en önemli felsefi metinlerinden birini yazmıştır. İmparatorun Doğu Avrupa’daki savaşlar sırasında yazdığı Meditations kişisel erdem ve kadere boyun eğmenin önemini vurgulayan Stoa felsefesinin en bilinen metinleri arasında yer almaktadır.
Marcus Roma İmparatorluğu gücünün doruğundayken ülkeyi yöneten Beş İyi İmparator’un sonuncusu olarak tanınmaktadır. Pax-Romana ya da Roma Barışı olarak anılan bu dönemde sanat, felsefe ve ticaret alanlarında büyük gelişmeler yaşanmıştır. Filozof-imparator bu dönemi daha uzun bir süre devam ettirebilmek için mücadele vermiş, ancak ölümünden kısa bir süre sonra Roma Barışı son bulmuştur.


Tam adı Marcus Annius Verus olan filozof, İmparator Trajan’ın (53-117) uzak bir akrabasıydı. Babası bir devlet görevlisiydi. Marcus, babasının kendisine alçakgönüllü ve erkekçe bir kişilik kazandırdığını ifade etmiştir. On yedi yaşındayken babası ölür. Bunun üzerine Marcus 138 yılında imparator olan Antoninus Pius (86-161) tarafından evlat edinilmiştir. Antoninus, çocuğun yetiştirilmesi için Roma’nın en iyi öğretmenlerinden biri olan Marcus Cornelius Fronto’yu (100-170) tutar.
Antoninus’un ölümünün ardından Marcus, 40 yaşındayken tahta çıkar ve Aurelius adını alır. Üvey kardeşi Lucius Verus (130-169), 8 yıl boyunca ülkeyi onunla birlikte ortaklaşa yönetmiştir. Tahtta kaldığı sürenin büyük bölümünde Asya’daki Parthia İmparatorluğu ve Avrupa’daki Alman kabileleri ile yapılan savaşlarla meşgul olmuştur.
Marcus’un, Meditations’ı Alman kabilelerinden biri olan Quadi ile olan savaş sırasında yazdığı tahmin edilmektedir. Bu kitap on iki kitapçıktan oluşan bir derlemedir. Hem imparatorun otobiyografisi hem de Stoacılık üzerine yazılmış eserlerin en ünlüsüdür.
Stoacılara göre ölümden sonra hayat yoktur. Her erkek ve kadının kaderinde unutulmak vardır. “Doğanın tüm yaratıkları ölüme yazgılıdır,” diye yazar imparator.
Marcus insanların erdemli bir şekilde yaşaması gerektiğine inanır. İnsanlar doğaya uygun bir biçimde yaşamalıdırlar: “Eğer böyle yaparsan, hiçbir şey ummaz, hiçbir şeyden korkmaz, yaptığın her işten ve söylediğin her sözden hoşnut olursan, ancak öyle mutlu olabilirsin.”
Bugünkü Viyana’ya yaptığı bir ziyaret sırasında öldüğünde 58 yaşındaydı. Yerine oğlu Commodus (161-192) geçti.
Ek Bilgiler
1- Çocukluğundan itibaren çalışkanlığı ve zekası ile dikkat çeken Marcus, İmparator Hadrian (76-138) tarafından rahip yapıldığında sadece sekiz yaşındaydı.
2- Roma İmparatorluğu’nda tahta geçme hakkı sözde kalıtsal olmasına rağmen, Marcus selefinin biyolojik evladı olmadan ardarda tahta geçen beşinci Roma imparatorudur. Oğlu Commodus neredeyse son yüz yıl içerisinde tahtı babasından devralan ilk imparator olmuştur.

Zhang Heng
Çinli astronom, şair ve matematikçi Zhang Heng (78-139) dünyanın ilk sismografını icat ederek yaşadığı süre içinde büyük bir ün kazanmıştır. Bu alet, uzaktaki depremlerin bile tam yerinin tespit edilmesine imkan sağlıyordu. Depremlerin yaygın olduğu Çin’de, sismograf önemli bir ihtiyacı karşıladı. Bronz sismograf, yetkilileri yaşanan depremlerden haberdar ediyor ve böylece onlar da ihtiyaç duyulan bölgelere yardım gönderebiliyorlardı.


Ünlü bir hikayeye göre 138 yılının Şubat ayında sismograf bir sarsıntı algıladı. Ne var ki başkent Luoyang’ta kimse bir şey hissetmemişti. Zhang Heng’e şüpheci yaklaşanlar aletin uyarısının yanlış bir alarm olduğundan emindiler. Birkaç gün sonra 563 km uzaktan gelen haberciler yıkıcı bir deprem yaşandığını söylediler.
Zhang Heng yazdığı şiirlerle de tanınmaktadır. Bu şiirler günümüzde hâlâ Çin şiir antolojilerinde yer almaktadır. Zhang Heng aynı zamanda üç boyutlu bir evren modeli tasarlamış ve onun döneminde yaşayan hiçbir Çinli bilginin yapamadığı kadar isabetli bir şekilde pi sayısını hesaplamıştır.
Zhang Heng seçkin bir ailenin çocuğu olarak Orta Çin’deki Xi şehrinde dünyaya geldi. On yedi yaşındayken Çin’i gezmeye başladı. Bu seyahati sırasında yaptığı gözlemleri, en bilinen iki şiirinde dile getirdi. 103 yılında önemsiz bir memuriyete atandı. Bu sırada şiir yazıp matematik ve astronomi çalışmaya başladı.
İmparator An (94-125) 111 yılında Zhang Heng’i terfi ettirdi. Onu başkente çağırdı ve saray astronomu yaptı. Bu, imparatorluktaki en önemli görevlerden biriydi. Zhang Heng’in görevleri arasında hava ve deprem kayıtlarını tutmak, takvim derlemek, tutulma ve diğer sıra dışı olayları öngörmek vardı.
Sismografı icat ettiğini ilk olarak 132 yılında açıkladı. Bu, terfi ettirilmesini sağladı. Ancak sonraki birkaç yıl içerisinde saraydaki harem ağalarıyla sorunlar yaşadı. 136 yılında saraydan ayrıldı ve Hejian eyaletine vali oldu. 138 yılında emekli olmasının ardından bir yıl sonra öldü.
Ek Bilgiler
1- Zhang Heng’in sismografı (Houfeng Didong Yi, “rüzgarı ve yer sarsıntılarını ölçme aracı”), 2005 yılında bir Çin müzesi tarafından yeniden yapıldı. Alet sekiz ejder figürüne bağlı bir kap ve kabın içindeki sarkaçtan oluşuyordu. Her bir ejder farklı bir yönü gösteriyordu. Makina bir deprem algıladığında sarkaç bronz bir topu harekete geçiriyor ve top ejderlerden birinin ağzından alete bağlı olan metal bir kurbağanın ağzına giriyor, böylece depremin merkezinin hangi yönde olduğunu gösteriyordu.
2- 1986 yılında dünyaya çarpan bir meteorda Çinli bilim adamları tarafından bulunan minerale Zhang Heng’in onuruna “zhanghenite” adı verilmiştir.
3- Zhang Heng, pi sayısının değerini kendisinden önceki Çinli matematikçilere göre gerçeğe çok daha yakın bir biçimde tahmin etmiştir. Onun hesabına göre pi sayısının değeri 3,1724’tür. Günümüzde ise pi sayısının değeri 3,14159 olarak kabul edilmektedir.

Diocletian
İmparator Diocletian (245-316) Roma tarihinde Hıristiyanlar’ı hedef alan en son ve en büyük şiddet dalgasını başlatmıştır. 303 ve 304 yıllarında yayınladığı dört ayrı fermanın sonucunda on binlerce insan öldürülmüştür. Hıristiyanlar’a yönelik kanlı baskıları bir tarafa bırakılırsa, Diocletian’ın dönemi Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün geçici olarak durdurulduğu göreli barışçıl bir dönemdir.
Gaius Aurelius Valerius Diocletianus başarılı bir askerdi. 284 yılında kendi askerleri tarafından imparator ilan edildi. Kısa süren bir iç savaş sırasında hasmı Carinus’u yenilgiye uğrattı. 285 yılında imparatorluğun tartışmasız hakimi konumuna gelmişti.
Diocletian’ın gücü ele geçirdiği dönemde imparatorlukta çok ciddi karışıklıklar yaşanıyordu. 3. yy’da düzinelerce imparator başa geçmiş ve kimileri sadece birkaç ay hayatta kalabilmişlerdi. Çoğunun ömrü suikastlerle son bulmuştu.
İmparator olunca Diocletian yeniden düzeni sağlamaya çalıştı. Antik Roma askeri disiplinini canlandırmayı denedi. Özel mülkiyete ve geleneksel pagan tanrılara tapılmasına saygı gösterdi. Senatonun gücünü kısıtladı. Devlet hizmetlerinde reform yaptı. Vergi hukukunu gözden geçirdi. Mısır, Ermenistan ve Suriye’deki düşmanlarının üzerine yürüdü.
Romalı Hıristiyanlar Neron’un (37-68) döneminden beri dönem dönem baskılara uğruyorlardı. Diocletian’ın iktidarının ilk yirmi yılı nispeten hoşgörülü sayılabilirdi. Tarihçiler 303 yılında imparatorun aniden tavır değiştirmesinin nedenini anlamakta zorlanmaktadırlar. Bu tarihte Hıristiyanlara dönük ilk baskı emrini vermiştir. Muhtemelen Hıristiyanların imparatorluğun birliği için bir tehdit oluşturduklarını düşünmüştür.
Olaylar kiliselerin ateşe verilmesi ile başlamış ve daha önce eşi görülmemiş bir işkence ve katliam dalgası ortalığı kasıp kavurmuştur. Pagan tanrılarına adak vermeyi reddeden Hıristiyanlar canlı canlı haşlanmış, çarmıha gerilmiş ya da arenada aslanların önüne atılmışlardır. Pek çokları ise madenlerde çalıştırılmak için uzak bölgelere gönderilmiştir.
305 yılında Diocletian gönüllü olarak tahttan vazgeçen ilk Roma imparatoru oldu. Emekli olup Adriyatik’teki sarayına çekildi. Burada sebze yetiştirmeye başladı ve sağlık sorunları ile uğraştı. Diocletian 316 yılında öldü. Ölümünden üç yıl önce, varislerinden biri olan Constantine (272-337) Hıristiyanlık yasağını kaldırmış ve Hıristiyanlar üzerindeki baskılara son vermişti.
Ek Bilgiler
1- Diocletian ve Maximian’ın (250-310), Persler’e karşı kazandıkları zaferi kutlamak için yaptıkları zafer alayı (20 Kasım 303) Roma tarihinin son zafer kutlamasıdır.
2- Diocletian imparator olduğu süre içerisinde zamanının büyük bölümünü Roma dışında geçirmiştir. Daha ziyade Nicomedia (günümüzde İzmit, Türkiye) ve Antioch (günümüzde Antakya, Türkiye) bölgelerinde bulunmuştur. Emeklilik yıllarını geçirdiği Salonae’deki (günümüzde Split, Hırvatistan) saray hâlâ ayakta durmaktadır.
3- Baskılar sırasında Romalı Hıristiyanlar şehir duvarlarının dışındaki bağlantılı mağaralar olan yeraltı mezarlıklarında saklanmışlardır. Bunların büyük bölümü günümüzde halka açık bir biçimde sergilenmektedir.

Ovid
8 yılında Batı edebiyatının en büyük gizemlerinden birine kaynaklık eden bir olay yaşandı. Romalı şair Ovid (MÖ 43-MS 17) durup dururken şehri terk etmeye zorlandı. Karadeniz’de sürgüne gönderilen Ovid, kendisine neden bu cezanın verildiğini asla açıklamadı. Sadece cinayetten daha kötü bir suç işlediğini belirtti.
Sürgün edilmesinden önce Ovid, Antik Roma’nın önde gelen şairlerinden biriydi. Aşk, baştan çıkarma ve evlilikle ilgili yazdığı Latince şiirleri ile tanınıyordu. Ortada ciddi tarihi delillerin bulunmaması pek çok kişiye Ovid’in müstehçen eseri Ars Amatoria (Aşk Sanatı) yüzünden sürgüne gönderildiğini düşündürmüştür. MÖ 1 yılında yayınlanan kitabın imparatoru öfkelendirmiş olabileceği ileri sürülmektedir.


Asıl adı Publius Ovidius Naso olan Ovid, Roma’da eğitim aldı. Genç bir delikanlıyken imparatorluğun farklı bölgelerine seyahat etti. Babası onun bir avukat olmasını istiyordu. Bu isteğini yerine getirmeyerek babasına başkaldırdı. MÖ 19 yılında ilk aşk şiirleri derlemesi olan Amores’i yayınladı. Çok başarılı olan ve günümüzde hakkında birçok araştırma bulunan bu kitap, daha sonra İmparator Augustus’un (MÖ 63-MS 14) emriyle Roma kütüphanelerinden çıkarılacaktı. Otuz yaşına geldiği sırada üç kez evlenmiş ve iki kez boşanmıştı.
Sürgüne gönderilmesinden hemen önce Ovid, başyapıtı olarak kabul edilen çalışması Metamorphoses’ı yeni tamamlamıştı. On beş ciltten oluşan şiir, Yunan ve Roma mitolojisinden esinlenmiş hikayelerden oluşuyordu. Hepsi de görünümde ve şekillerde meydana gelen değişimi konu alıyorlardı. Bu şiir daha sonra Geofrey Chaucer (1343-1400) ve William Shakespeare’in (1564-1616) de aralarında bulunduğu pek çok başka yazara ilham verecekti.
Ovid ömrünün son on yılını Tomis’te geçirdi. Burası günümüzde Romanya sınırları içerisinde yer alan uzak bir sınır bölgesiydi. Ovid’in arkadaşlarının bütün ısrarlarına rağmen ne Augustus ne de onun varisi Tiberius (MÖ 42-MS 37) şairin Roma’ya dönmesine izin verdi. Sürgündeyken 60 yaşında öldü.
Ek Bilgiler
1- Shakespeare pek çok oyununda Ovid’e referans vermektedir. Belki de en çok Tempest’da (1611)… Tempest’daki bir bölüm doğrudan doğruya Metamorphoses’ın bir pasajından uyarlanmıştır.
2- Ovid’in sürgün edildiği Tomis şehri Romanya’daki Constanta şehrinin yakınlarında bulunmaktadır.
3- Augustus Ovid’i sürgün ettiği yıl rastgele cinsel ilişkileri ile bilinen torunu Julia’yı da sürgüne göndermiştir. Kimi tarihçiler Ovid’in kızın durumunun farkında olduğunu ve imparatoru bu konuda uyarmadığı için sürgün edildiğini söylemektedirler.

Simon Bar Kokhba
Simon Bar Kokhba 132 yılında Roma İmparatorluğu’na isyan eden bir Yahudi kumandandır. Romalılar Judaea’yı yeniden fethedene kadar üç yıl hüküm sürmüştür. 1800 yıl sonra İsrail kurulana kadar eşi benzeri görülmeyecek olan son Yahudi devletinin lideri olmuştur.
Bar Kokhba’nın isyanının bastırılmasından sonra, İmparator Hadrian (76-138) Yahudiliği ortadan kaldırmak amacıyla kanunlar çıkartarak ondan intikamını almıştır. Bu kapsamda Yahudilerin ülkelerinden çıkarılmasını emretmiş ve bu olay Yahudi diasporasının oluşmasında çok önemli bir rol oynamıştır.


Bar Kokhba’nın isyandan önceki hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. İsrail’in antik çağdaki kralı Davud’un soyundan geldiği söylenmektedir. Bu kan bağı nedeniyle, Bar Kokhba kimi Yahudiler tarafından Mesih olarak kabul edilmiştir.
İsyan Hadrian’ın geleneksel Yahudi adetlerini yasaklamaya kalkması üzerine başlamıştır. Hadrian barbarca bulduğu bebek sünnetini yasaklamak istemiştir. Kudüs Tapınağı’nın kalıntıları arasında bir Pagan tapınağı inşa etmek istemesi de Yahudiler arasında büyük bir infiale yol açmıştır.
Bar Kokhba’nın ayaklanmasına dört yüz bin asker katılmıştır. Asiler yüzlerce kasabanın kontrolünü ele geçirmişlerdir. Romalılar’ı kalelerinden çıkarmış, Yahudi kanunlarının uygulanmasını sağlamışlar ve kendi paralarını basmışlardır. Yaklaşık üç yıla yakın bir süre boyunca, Hadrian yeni bir ordu yollayana kadar Judaea fiilen bağımsız kalmıştır.
İsyanın bastırılması için toplam on iki Roma lejyonu gönderilmiştir. Bu, Roma Barışı olarak bilinen Pax-Romana döneminin en kanlı savaşlarından biri olmuştur. Asiler son olarak Kudüs yakınlarındaki Bethar’da ayaklanmışlarsa da 135 yılında Romalılar şehre girince Bar Kokhba ve takipçileri öldürülmüşlerdir. Savaşın ardından çok sayıda Yahudi katledilmiş, yerinden edilmiş ve köle olarak satılmıştır. Yahudilerin eski başkentleri olan Kudüs’e tekrar dönmeleri yüzyıllar alacaktır.
Ek Bilgiler
1- Bar Kokhba’nın ordusuna yeni üye yaptığı askerlerin, bir parmağını kestiği söylenmektedir.
2- İsyandan sonra Roma otoriteleri Kudüs’ün büyük bölümünü yok ettiler. Kısa süre içinde şehrin adını da “Aelia Capitolina” olarak değiştirdiler. Hadrian Judaea eyaletinin de adını “Syria Palaestina” olarak değiştirdi. Günümüzde kullanılan “Filistin” kelimesi “Palaestina” sözcüğünden türemiştir.
3- 20.yy’da faaliyet gösteren ve Siyonist gençlerden oluşan grup Betar, adını Bar Kokhba’nın isyan ettiği son bölgeden almaktadır.

Tarsuslu Paul
Hz. İsa’nın 33 yılında ölümünün ardından gözüpek bir misyoner olan Tarsuslu Paul, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun uzak eyaletlerine ulaşmasında çok önemli bir rol oynadı. Başlarda Hıristiyanlığa şüpheyle yaklaşmış olmasına rağmen Paul daha sonra yeni dinin en kararlı ve en cesur savunucusu oldu. Binlerce yeni inanan kazanıp dini, Yahudi olmayanlara da açarak onun yaşamasını garanti altına almış oldu.
Paul günümüz Türkiye’sinde yaşayan bir Yahudi ailenin çocuğuydu. Asıl ismi Saul’du. Roma vatandaşı olması, uzak eyaletlerde yaşayanların nadiren sahip olduğu bir ayrıcalıktı. Çadır imalatçısı olarak çalışıyordu.


Hz. İsa’nın ölümünden kısa süre sonra, Kudüs’te bir öğrenciyken Hıristiyanlığa muhalefet etti ve onlara yapılan baskıları destekledi. Ne var ki Şam gezisi sırasında dini bir deneyim yaşadı ve din değiştirdi.
Paul daha sonra Judaea’ya geri döndü ve orada yaşayan havarilerle ilişkiye geçti. Başlangıçta havariler geçmişteki davranışları nedeniyle ona şüpheyle yaklaştılar. Gerçekten çok şaşırmışlardı. İncil’de bu konuyla ilgili olarak “Geçmişte bize zulmeden kişi, şimdi bir zamanlar yok etmeye çalıştığı inancı vaaz ediyor” denilmektedir. Paul’un yüksek sosyal statüsü ve yeni dini yayma konusundaki kararlılığı, henüz çok genç olan Hıristiyan kilisesi için vazgeçilmez değerde olduğundan baştaki şüpheler hızla ortadan kalktı.
Paul, günümüzde Lübnan, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs olan topraklarda yaptığı seyahatleri sırasında karşılaştığı Yahudi gruplarına yeni dini anlattı. Diğer Hıristiyanlardan farklı olarak Yahudi olmayanların da dine kabul edilmesini destekledi. Bu, hem Hıristiyanlığın çok geniş bir alana yayılmasını hem de Yahudilikten ayrılarak bağımsız bir din haline gelmesini sağladı.
Paul, Yahudi olmayan birini Kudüs Tapınağı’na kabul ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Yargılanmak üzere Roma’ya gönderildi. Beraat etti ve imparatorluğun kalbinde bir kilise kurmak için Roma’da kalmaya karar verdi. Ne var ki burada çok uzun süre kalamayacaktı. 65 yılında Hıristiyanları hedef alan ilk saldırı dalgası sırasında başı kesilerek öldürüldü.
Ek Bilgiler
1- Paul’un Şam’a giderken din değiştirmesi, çok ünlü bir hikaye haline gelmiştir. Öyle ki bir insanın aniden fikir değiştirmesi bazen “Şam’a Giden Yol Değişimi” terimi ile ifade edilir.
2- 2006 yılında bir Roma basilikasının altında Paul’un kalıntılarını içerdiği sanılan bir lahit bulundu.
3- İncil’in yedi kitabının Paul’un elinden çıktığı sanılmaktadır: Romalılar, Korinthianlar 1 ve 2, Galatyalılar, Philippianlar, Selanikliler 1 ve Philemon. Diğer altı kitabın da onun tarafından yazılmış olması mümkündür.

Augustus
Roma İmparatorluğu’nun kurucusu olan Augustus (MÖ 63-MS 14) 500 yıl sürecek merkezi ve otoriter bir yönetim sistemi kurdu. Batı dünyasına daha önce eşi görülmemiş bir refah ve istikrar dönemi yaşattı.
Asıl adı Gaius Octavius olan ve hayatının ilk dönemlerinde kullandığı Octavian adıyla üne kavuşan Augustus, Julius Sezar’ın (MÖ 100-44) evlatlığıydı. Sezar’ın suikaste uğramasının ardından, 18 yaşındaki Octavian’a babasının dostları ve düşmanları da miras kalmış oldu. Sezar’ın ölümünün ardından başlayan iç savaşta, Octavian komplonun liderleri Brütüs ve Cassius’u MÖ 42 yılında Philippi’de yaşanan iki savaşın ardından yenilgiye uğrattı.
Sonraki on yıl boyunca Octavius gücünü iki generalle paylaştı: Mark Antony (MÖ 83-30) ve Marcus Aemilius Lepidus (MÖ 90-13). “İkinci Üçlü Erk Dönemi” olarak adlandırılan bu ittifak MÖ 36 yılında bozuldu. Lepidus tahttan inmeye zorlandı. Antony ise MÖ 31 yılında Octavian’a yenilince kendini öldürdü.


MÖ 27 yılında ülkenin kontrolünü tek başına ele geçiren Octavian’a Senato tarafından Augustus unvanı verildi. Bu kelime şanlı, şerefli anlamlarına geliyordu. Aynı zamanda kumandan anlamına gelen imparator namını da kazanmıştı. Bu aşamadan sonra Senato varlığını korudu ama cumhuriyet döneminde sahip olduğu yetkilerin önemli bir bölümünü imparatora devretti.
Augustus kırk yıldan uzun bir süre boyunca hüküm sürdü. Uzun iç savaş yıllarından sonra Roma’ya düzen ve istikrar getirdi. Orduda reformlar yaptı ve bir posta sistemi kurdu. Orta Avrupa ve Afrika’da büyük toprak parçalarını imparatorluğa dahil etti. Hakim olduğu alanlara yollar ve su kemerleri inşa etti.
Augustus ölümünün ardından Senato tarafından tanrı ilan edildi. Evlatlığı Tiberius (MÖ 42-MS 37) onun yerine tahta geçti.
Ek Bilgiler
1- Roma İmparatorları sık sık Augutus adını aldılar. Kimileri bu ismi kişisel adı olarak kullandı. 476 yılında görevden alınan son Roma İmparatoru Romulus Augustulus’tu.
2- Octavian’ın ölümünün ardından Senato “Sextilis” ayının adını değiştirip onun onuruna “Ağustos” (August) yaptı (July-Temmuz adı ise Julius Sezar’ı onurlandırmak için çoktan kullanılmaya başlanmıştı).
3- 1961 yılında Amerikalı şair Robert Frost (1874-1963), John F Kennedy’nin (1917-1963) göreve başlaması şerefine yazdığı bir şiirinde Augustus’a gönderme yapmıştır. Oldukça umutlu olan şiir yeni başkandan yeni bir “Augustian Çağı” açmasını beklemektedir.

Hypatia
Hurafeleri gerçek gibi öğretmek olabilecek en korkunç şeydir.
    – Hypatia
Bir kaşif, matematikçi ve filozof olan Hypathia (370-415) antik dönemin en verimli yazarları arasında yer almaktadır. Hıristiyan bir grup tarafından öldürüldüğü sırada Mısır’daki İskenderiye’nin önde gelen sakinlerinden biri ve şehri en etkili öğretmenlerindendi.
Tanınmış bir matematik öğretmeni olan Theon’un (335-405) kızı olan Hypatia antik dünyanın en önemli entelektüel merkezlerinden birinde yetişti. Büyük İskenderiye Kütüphanesi’ne ev sahipliği yapan şehir, Yunanca konuşan Hıristiyanlara, Yahudilere ve pagan bilginlere kapısını açan bir kentti.
Hypatia akademik kariyerine babasının ortağı olarak başladı. Çeşitli matematik ve astronomi kitaplarını gözden geçirip yeniden yazıyordu. Kısa zamanda popüler bir bilim ve felsefe öğretmeni haline geldi. 400 yılında İskenderiye Felsefe Okulu’nun müdürü oldu. Kendisi pagan olsa da Hypatia’nın öğrencileri arasında Hıristiyanlar da vardı. Hatta bunların ikisi ileride piskopos olacaktı.
Pek az kadının yüksek öğrenim görebildiği bir çağda Hypatia son derece sıradışı bir figürdü. Kendi at arabasını kullanıyor, erkek bir öğretmen gibi giyiniyordu. Yunan dünyasının her yerinden bilginlerle haberleşiyordu. Kimi bilgilere göre çok sayıda bilimsel buluş yapmıştı. Yaptığı buluşların arasında usturlabın[3 - Eskiden gökcisimlerinin yüksekliğini tayin etmede kullanılan bir gözlem aracı. (ç.n.)] geliştirilmiş bir biçimi de bulunuyordu. İskenderiye valisinin güvenilir bir dostu olması nedeniyle dini çekişmelerin arttığı bir dönemde şehir politikası üzerinde de önemli bir etkisi oldu.
Şehirdeki dini tartışmalar Hypatia’nın hayatına mal olacaktı. Antik tarihçilere göre şehirdeki Hıristiyanlar vali ve piskopos arasındaki politik bir tartışmada Hypatia’nın karşı tarafı desteklediğini düşünmüşlerdi. Piskopos onun bir cadı olduğu dedikodusunu yaydı. Bir gün şehir sokaklarında arabasını sürerken bir grup Hıristiyan Hypatia’ya sarkıntılık etti. Çırılçıplak soyulduktan sonra vahşice öldürüldü ve bedeni parçalara ayrıldı.
Hypatia’nın öldürülmesi dünya düşünce tarihinde bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Antik Yunan felsefe geleneği artık son bulmaktadır. Pek çok bilgin aynı kaderi yaşamamak için şehri terk eder. Bundan sonrasını Bertrand Russell (1872-1970) şöyle özetler: “Filozoflar İskenderiye’yi bundan sonra umursamadılar.”
Ek Bilgiler
1- Bir feminist felsefe dergisi olan Hypatia, adını ünlü yazardan almaktadır.
2- Hypatia’nın katilleri asla cezalandırılmadılar. Hypatia’nın İskenderiye’deki en büyük hasmı olan Piskopos Cyril (378-444) daha sonra aziz ilan edildi.
3- Alejandro Amenabar’ın (1972-) yönettiği “Agora” filmi Hypatia’yı konu almaktadır. 2009 yapımı filmde kadın felsefeciyi Rachel Weisz (1970-) canlandırmaktadır.

Batlamyus
Yunan astronom, matematikçi ve coğrafyacı Batlamyus (Batlamyus 100-170) en çok yaptığı büyük yanlışla hatırlanmaktadır: Astronomi çalışması Almagest’te Güneş’in, yıldızların ve gezegenlerin Dünya’nın etrafında döndüğünü iddia etmiştir. Bu düşüncesi sonraki bin dört yüz yıl boyunca astronomlar tarafından doğru kabul edilecek ve ancak 16. yy’da çürütülebilecektir.
Nicolas Copernicus (1473-1543) dünyanın güneşin etrafında döndüğünü ispatlamadan önce, Batlamyus tarihin en büyük astronomu olarak kabul edilmekteydi. Eseri bu süreç boyunca Batı dünyasının evrenle ilgili en önemli başvuru kaynağı olarak değerlendirilmiştir.


Batlamyus Mısır’da doğmuş ve hayatının büyük bölümünü İskenderiye’de geçirmiştir. İskenderiye o dönemde Roma’nın Mısır eyaletinin başkentiydi ve Romalılar’dan önce Yunan egemenliği altında bulunmuştu. Batlamyus antik Yunanca konuşmakta ve yazmaktaydı. Aynı zamanda bir Roma vatandaşı olarak bölgedeki pek az kişiye nasip olan ayrıcalıklı bir statüye sahipti.
120 yılında Batlamyus astronomi gözlemlerini kayıt altına almaya başladı. Bunları Almagest’i yazarken kullanacaktı. Başta tutulmalar ve Güneş’in hareketleri üzerine çalışan Rodoslu bir astronom olan Hipparchus olmak üzere çeşitli antik çağ astronomlarının çalışmalarını da özetleyen kitabı Almagest, antik dünyanın sahip olduğu tüm astronomi bilgisinin derlenmesiyle ortaya çıkmıştır. 150 yılında tamanlanan metin yüzyıllar boyunca astronom ve astrologlar tarafından tutulmaların tahmin edilmesi ve horoskopların hazırlanılmasında kullanılmıştır.
Batlamyus aynı zamanda ünlü bir haritacıydı. Antik dünyanın en doğru haritalarını yapmıştır. Enlem ve boylamları yaygın bir biçimde kullanan ve dünyanın eğimini gösteren ilk haritaları o hazırlamıştır. Astronomi çalışmaları gibi Batlamyus’un coğrafyası da ölümünden sonraki yüzyıllar boyunca bilimsel bilginin doruk noktası olarak kabul edilmiştir.
Ek Bilgiler
1- Batlamyus bir dünya atlası ve harita hazırlama rehberi yazmayı amaçlıyordu. Son derece detaylı olan bu çalışma sayesinde herkes kendi haritasını yapabilecekti. Haritasının mümkün olduğunca ayrıntılı olabilmesi için antik dünyanın sekiz bin ayrı noktasının enlem ve boylamlarını listeledi. Bu eser antik dünyadaki şehir ve muhtelif mekanların en bütünlüklü tarihi kaydını teşkil etmektedir.
2- Pek çok diğer Yunan düşünürü gibi Batlamyus’un çalışmaları da Orta Çağ boyunca Arap bilginleri tarafından korundu. Batlamyus’un astronomi kitabının İngilizce’de en yaygın kullanılan başlığı olan Almagest, kitabın Arapça isminden türetilmiştir.
3- Batlamyus dünyayla birlikte sadece altı gezegen olduğuna inanıyordu. Bu görüş sonraki bin yedi yüz yıl boyunca yaygınlığını koruyacaktı. En dıştaki gezegenler olan Uranüs ve Neptün ancak 1781 ve 1846 yıllarında keşfedilebileceklerdi.

Alaric
Vizigot şefi Alaric (370-410) 410 yılında Roma’yı yağmaladı. Batı tarihinde çığır açan bu olay Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün habercisiydi. Yağma, antik çağdaki diğer örneklere kıyasla oldukça ılımlı bir biçimde gerçekleşmişti. Got istilası sadece altı gün sürmüş, en büyük binaların çoğuna dokunulmamıştı. Yine de yağma hareketi Roma İmparatorluğu’nun ne kadar güçsüz düştüğünü kanıtlamış oldu.
Gotlar 2. yy’da Roma sınırlarına akın etmeye başlayan bir Alman kabilesiydi. 4. yy’da Ostrogotlar (Doğu Gotları) ve Vizigotlar (Batı Gotları) olarak ikiye ayrıldılar. Bir dönem Roma için paralı askerlik yapan Alaric, 395 yılında Vizigotların şefi seçildi.


Alaric iktidarı ele geçirir geçirmez Piraeus, Corinth, Argos ve Sparta’nın da içinde bulunduğu Yunanistan’daki Roma şehirlerine saldırılar düzenlendi. Bu yağmalamalar sırasında Sparta yerle bir edilmişti. 397 yılında Doğu Roma İmparatoru barış yapmak için ona rüşvet vermeyi teklif etti. Bunun üzerine Alaric batıyı hedef almaya başladı.
401 yılında İtalya’yı işgal eden Alaric, Romalılar tarafından yenilgiye uğratıldı. Sonraki girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı. Sonunda 408 yılında Roma’ya ulaşabildi. Şehri üç kez kuşattıktan sonra 24 Ağustos 410’da nihayet şehre girdi. 800 yıldan sonra ilk kez Roma’ya yabancı bir ordu ayak basıyordu.
Got zaferinin haberi hızla antik dünyaya yayıldı. Tarihçi Edward Gibbon’un (1737-1794) Roma İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküşü’nde yazdığı gibi “Bu korkunç felaket, saldırıdan dolayı şaşkınlığa uğramış imparatorluğu korku ve dehşetle doldurdu.” Yaşananlar kaçınılmaz sonun habercisiydi. Sadece elli küsür yıldan sonra Batı Roma İmparatorluğu tamamen yıkılacaktı.
Roma’yı yağmaladıktan sonra Alaric, askerleriyle kuzeye ilerledi. Kısa bir süre sonra İtalya’da öldü.
Ek Bilgiler
1- Alaric’in güçleri Roma’ya Porto Salaria’dan girdiler. Şehrin bu kapısı 1921 yılına kadar ayakta kalmıştır.
2- İmparatorluğun başkentinin yağmalanması pek çok Romalı için büyük bir şoktu. Afrika’da yaşayan Romalı bir yazar olan Hippolu Saint Augustine (354-430) “The City of God” (Tanrı Şehri) adlı kitabında politik sorunlar karşısında dine sığınmayı öneriyordu. Bu kitap Hıristiyan teoloji tarihinde önemli bir yere sahiptir.
3- Gibbon’a göre Gotlar, Alaric’in naaşını ölümünden sonra akış yönünü değiştirdikleri Busento Nehri’nin yatağına gömdüler. Daha sonra mezarın yerini gizlemek için nehir tekrar doğal yatağına alındı.

Murasaki Shikibu
Murasaki Shikibu (978-1014) bir Japon şairi, roman ve günlük yazarıydı. Genji’nin Masalı adlı kitabı tarihte yazılmış ilk romanlardan biridir. 1008 yılında yayınlandığı düşünülmektedir. 2008 yılında kitabın yazılmasının 1000. yıl dönümü kutlanırken dikkatler yeniden kitabın üzerinde toplanmıştır. Kitap hem dünya edebiyatı hem de Japon dili için bir dönüm noktası olarak görülmektedir.
Murasaki, Japon İmparatorluğu’nun başkenti olan Kyoto’da doğdu. Asil bir aileye mensuptu. İmparatoriçenin nedimesi olmuştu. Kıdemli bir imparatorluk görevlisi olan babasından kapsamlı bir eğitim aldı. Bu, o dönemde Japon kadınları için alışılmadık bir durumdu. Romanını, kocası Fujiwara Nobutaka’nın 1001 yılındaki ölümünün ardından yazmaya başladığı tahmin edilmektedir.


The Tale of Genji imparatorun, başından çok sayıda duygusal ilişki geçen oğlu Genji’nin hikayesini anlatır. Murasaki’nin eserinde yüzlerce karakter vardır. Roman boyunca Japonya’daki çeşitli yerlerin ismi anılır. Öykü onlarca yıla uzanan bir zaman dilimini içine alacak şekilde devam eder. Kitapta modern romanların pek çok özelliği bulunmamaktadır. Örneğin; kitabın sonunda olay örgüsü herhangi bir sonuca bağlanmamaktadır. Murasaki’nin kullandığı arkaik resmi Japonca dili nedeniyle günümüzde kitabın Japonlar için bile anlaşılması çok zordur. Romanı daha da karmaşık yapan, Murasaki’nin neredeyse hiç özel isim kullanmamasıdır. Zira dönemin Japonya’sında bir insanın ismiyle çağrılması hakaret olarak kabul edilmekteydi (yazarın da gerçek adı bilinmemektedir. Murasaki Shikibu onun lakabıdır).
The Tale of Genji’ye ek olarak Murasaki düzinelerce şiir yazmıştır. Ayrıca Heian Dönemi (794-1185) Japonyası’nın günlük hayatı ve geleneklerine ilişkin önemli kayıtlar içeren bir günlüğü bulunmaktadır. Günlük 1010 yılında son bulmaktadır. Murasaki bu tarihten dört yıl sonra ölmüştür.
Ek Bilgiler
1- Kitabın 1000. yılı vesilesiyle Kyoto Üniversitesi’nden araştırmacılar Murasaki’nin yazdıklarını okuyan bir robot geliştirmişlerdir.
2- Kitap İngilizce’ye ilk kez Arthur Waley (1889-1966) tarafından 1935 yılında çevrilmiştir.
3- Kitabında sekiz yüze yakın şiir bulunmaktadır.

Zenobia
Savaşta azametli ve kararlıydı,
Hiçbir erkek ondan daha cesur değildi.
    – Chaucer
Roma İmparatorluğu en geniş sınırlarına 117 yılında ulaştı. Batıda Fas, doğuda ise Pers ülkesine kadar yayılmıştı. Pax Romana (Roma Barışı) imparatorlukta yaşayanlara göreli bir istikrar ve refah dönemi sağlamıştı.
Ne var ki 2. yy’dan sonra iç savaş ve isyanlar barışı tehdit etmeye başlamıştı. Bu isyanların en ünlüsüne Suriye’deki Palmyra eyaletinin kraliçesi Zenobia liderlik etmiştir. Zenobia 269 yılında ülkesinin bağımsızlığını ilan etti ve beş yıl boyunca Romalılar’la savaştı.


Zenobia’nın isyanı en sonunda İmparator Aurelian (215-275) tarafından yenilgiye uğratıldı. Altın zincirlere vurulmuş olan kraliçe, Roma sokaklarında gezdirildi. Ancak isyan bastırılmış olsa da Roma’nın imparatorluk üzerindeki gücünün giderek zayıfladığını açığa vurmuş oldu. 200 yıl içinde imparatorluk tamamen çökecekti.
Palmyra’da doğan Zenobia 258 yılında, şehrin kralı olan Septimius Odaenathus ile evlendi. 267 yılında Odaenathus bir suikaste kurban gidince tahta çıktı. Kocasının öldürülmesi olayına onun da karışmış olması mümkündür.
Yunan klasikleri konusunda iyi bir eğitim almış olan Zenobia üç dil biliyordu. Aynı zamanda hırslı bir avcıydı. Romalı yazarlar Zenobia’yı erkeksi bir kadın olarak tarif ederler. Savaş meydanında ata binmekte, askerleriyle birlikte çöllerde yürümektedir (İngiliz tarihçi Edward Gibbon’a [1737-1794] göre kocasının onu sevmesine asla izin vermemiştir.). 269 yılında Roma’nın Mısır eyaletini ele geçirmiş ve eyalet valisinin kafasını kesmiştir. Aurelian, Suriye ve Mısır’da yeniden egemenlik tesis etmek için uğraş vermiş ve 272 yılında Zenobia’ya saldırmıştır. En sonunda Zenobia’yı Emesa şehrinde sıkıştırmış ve bir devenin sırtında kaçmaya çalışırken yakalamıştır.
Her ne kadar taraftarları idam edilmiş olsa da Zenobia Roma’ya isyan edenlerin kaderinden kurtulabilmiştir. Cesaretinden etkilenen Aurelian ona Roma yakınlarındaki Tivoli’de bir ev vermiştir. Zenobia hayatının geri kalanını burada geçirmiştir.
Ek Bilgiler
1- Zenobia İngiliz yazar Geoffrey Chaucer’in (1343-1400) Canterbury Masalları’ndan biri olan “The Monk’s Prologue and Tale” (Keşişlerin Özdeyiş ve Hikayeleri) adlı çalışmasında karşımıza çıkar.
2- Antik dünyanın büyük şehirlerinden biri olan Palmyra, Zenobia’nın ayaklanmasının intikamını almak için Romalılar tarafından büyük ölçüde yok edilmiştir. 1089 yılındaki bir depremden sonra ise şehir tamamen terk edilmiştir. Palmyra harabeleri 1980 yılında UNESCO Dünya Mirası kapsamına alınmıştır.
3- Zenobia aynı zamanda ABD’nin güneydoğusunda yetişen beyaz çiçekli bir bitkinin bilimsel adıdır.

Arius
1553 yılında ünlü bir İspanyol doktor olan Michael Servetus (1509-1553) İsviçre’nin Cenova şehrinde sapkınlıkla suçlanmasının ardından kazığa bağlanarak yakıldı. Şehrin yetkililerine göre o bir Arianistti. Yani kutsal üçlemenin varlığını inkar ediyordu.
Mısırlı teolog Arius’un (250-336) ölümünden 1200 yıl sonra bile insanlar Arianist olmakla suçlanıp idam edilebiliyorlardı. Bu durum belki de muhalif rahibin düşüncelerinin gücünü ortaya koymaktadır. Yaşadığı süre boyunca Arius, Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu inancına saldırarak Hıristiyan dünyasında büyük bir krizin yaşanmasına neden oldu.


İskenderiyeli olan Arius bugün Türkiye sınırlarında yer alan Antioch’ta (Antakya) eğitim aldı. Daha sonra Hıristiyanlığın o dönemdeki entelektüel merkezi olan doğduğu şehre geri döndü. 306 yılında yardımcı papaz oldu. İlk olarak 311 yılında aforoz edilmesine rağmen birkaç yıl sonra kilise ile arasını düzeltti.
318 yılında Arius ve yerel bir piskopos, Hz. İsa ve Tanrı’nın ilişkisi ile ilgili bir tartışmaya girişince Ariancı muhalefet kendini göstermiş oldu. Piskopos pek çok Hıristiyan gibi Tanrı’nın üç biçimde ortaya çıktığına inanıyordu: Baba, oğul ve kutsal ruh. Arius ise söz konusu üçleme konseptine şüpheyle yaklaşıyordu.
Arius pek çok önemli ismi etkiledi. Özellikle Suriye’de cemaati ciddi bir kriz yaratabilecek kadar büyüdü. Bunun üzerine kilise 325 yılında Nicaea (İznik) Konsülü’nü topladı. Bu, Hıristiyanlık tarihinde yapılan bu tarzdaki ilk toplantıydı. Daha sonraları Constantinople (İstanbul) yakınlarındaki bir şehir olan Nicaea’da 381 yılında bir toplantı daha yapılacaktı. Toplantıda piskoposlar üçleme konseptini resmi olarak tasdiklediler ve “Nicene Amentüsü”nü yazdılar. Bu, dinin temellerini standartlaştırmak amacıyla yazılmış Hıristiyanlık öğretisinin temel metinlerinden biriydi: “Biz tek tanrıya inanıyoruz. Her şeye kadir baba. Yerin, göğün, görünen ve görünmeyen her şeyin yaratıcısı.” Yenilgiye uğrayan Arius ve taraftarları sürgüne gönderildiler. Kısa süre sonra ileride rakipleri tarafından zehirlenerek öldürüleceği İstanbul’a geri döndü.
Düşünceleri yüzlerce yıl baskı altında tutulmuş olmasına rağmen üçlemeye karşı geliştirdiği eleştiriler Hıristiyan dünyasında asla tam olarak unutulmadı. Modern zamanlarda Hz. İsa’yı Tanrı değil, sadece bir peygamber ve ahlak önderi olarak gören Birlikçi (Unitarian) Teoloji Arius’un düşüncelerinin günümüzdeki yansıması olarak ortaya çıkmıştır.
Ek Bilgiler
1- Kilise Arius’u resmi olarak yaygın inançlara aykırı görüşler ortaya atan bir sapkın olarak damgaladı.
2- Nicaea’daki toplantıda üç yüz delegeye karşı sadece iki Mısırlı piskopos Arius’u desteklemişti. Oylamadan sonra Arius ve iki piskopos Balkanlar’daki bir Roma eyaleti olan Illyria’ya sürgün edildiler.
3- 787 yılında bir başka tartışmanın çözümü için yeniden Nicaea Konsülü toplandı. Bu kez tartışma konusu Hıristiyan inancında dini ikonların oynadığı rol ile ilgiliydi. Konsül ikonların kiliseden çıkarılmasını öneren İconoclastlar’a karşı çıkarak bunların kullanımını onayladı.

Hadrian
Hadrian (76-138) Antik Roma tarihindeki en başarılı imparatorlardan biridir. Yirmi bir yıllık iktidarı döneminde büyük askeri başarılar kazandı ve Roma İmparatorluğu’nun sınırları alabildiğine genişledi. Onun dönemi göreli bir barış ve refah dönemiydi. Hadrian sanatçılara büyük bir destek verdi. Mimari tarihte bugün için dahi bir dönüm noktası olarak görülen Roma Pantheonu’nun inşasında önemli katkıları oldu.
O zamanlar bir Roma eyaleti olan İspanya’da doğan Hadrian bir senatörün oğluydu. Babası 85 yılında, Hadrian 10 yaşındayken öldü. Hadrian geleceğin imparatoru Trajan (53-117) tarafından yetiştirildi. Çeşitli imparatorluk görevlerinde bulundu. Almanya, Suriye ve günümüz Romanyası’nda bulunan Dacia’da savaşlara katıldı. Trajan tarafından varis ilan edildi.


Hadrian eyaletlerdeki savaşları sırasında imparatorluğun zayıflığını kendi gözleriyle görme şansı elde etti. İmparator olur olmaz savunulamaz olarak gördüğü bölgelerden çekilmeye ve kalan yerlerin savunmasını güçlendirmeye karar verdi. Bu amaçla şehir duvarları güçlendirildi. Taştan yapılmış bir savunma duvarı olan Hadrian Duvarı, Kuzey İngiltere boyunca uzanmaktadır. Günümüzde dahi büyük ölçüde sağlam durumdadır. Bu duvar onun en önemli projeleri arasında kabul edilmektedir.
Roma’da ise daha önce yangından hasar gören eski bir tapınağın yerine Roma tanrılarına adanmış büyük ve kubbeli bir tapınak olan Pantheon’un yeniden inşasına katkı sağladı. Bu bina pek çok başka mimari eserin yanı sıra Washington’daki Jefforson Anıtı’na da mimari açıdan ilham vermiştir. Hadrian aynı zamanda imparatorluk sınırlarında yaşayan Romalı olmayan halklarla ilgilenmiş ve onlara hoşgörü göstermiştir. Yunan kültürünün büyük bir taraftarıdır.
Hadrian’ın dönemi büyük ölçüde barış içinde geçti. Diğer taraftan 135 yılında Yahudi isyanını bastıran büyük bir tiran olarak da anımsanmaktadır. İsyanın bastırılması için yüz binlerce yahudi öldürülmüştür. Tarihçi Edward Gibbon (1737-1794) onun dönemini karakterize eden şiddet ve refah dengesini şöyle anlatır: “Roma ordularının dehşeti imparatorların ılımlılığına ağırlık ve asalet eklemiştir.”
Hadrian 138 yılında öldü ve yerine evlatlık oğlu Antoninus Pius (86-161) geçti.
Ek Bilgiler
1- Hadrian Duvarı günümüz İngiltere-İskoçya sınırından birkaç km uzaklıktadır.
2- Hadrian imparatorluğun en ünlü zirveleri olan Sicilya’daki Etna Dağı ve Suriye’deki Jabal Agra Dağı’na tırmanmış olan bir dağcıydı.
3- İmparator çocukken ebeveynleri kendisine Yunan edebiyatına düşkünlüğünden ötürü Graeculus (Küçük Yunanlı) lakabını takmışlardır.

Boethius
40 yaşına vardığı sırada Severinus Boethius (480-524) İtalya’nın en saygın ve en güçlü insanları arasında yer alıyordu. Pek çok Antik Yunan filozofunun eserlerini Latince’ye çevirmişti. Kendisine güvenen Kral Theodoric’in (454-526) himayesinde olması ona çok büyük bir yarar sağlamıştı.
523 yılında filozofun hayatı ani bir şekilde değişti. İhanetle suçlanarak tutuklandı. Yargılanmaksızın ölüme mahkum edildi. Kuzey İtalya’da bir hücreye atıldı ve ölümü beklemeye başladı.


Zindanda idamı beklerken yazdığı De Consolatione Philosophiae (Felsefenin Tesellisi) kitabının en önemli temalarından biri, insanın kaderinin aniden ve acımasızca değişmesidir. Kitap tanrı, kader ve erdemle ilgili temel bir felsefi eser olarak ilk bin yılın en önemli eserleri arasında yerini almıştır.
Boethius, Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında çöküşünden kısa bir süre sonra Roma’da dünyaya geldi. Erken yaşlarda yetim kaldı. Yine de Yunan klasikleri ile ilgili iyi bir eğitim alabildi. İmparatorluğu yıkıp İtalya’nın kontrolünü ele geçiren bir Alman kabilesi olan Ostrogotların himayesi altına girdi.
Tutuklanmasından önce Boethius’un yaptığı en önemli çalışma, Platon (MÖ 429-347) ve Aristo’nun (MÖ 384-322) eserlerini tercüme etmek oldu. Boethius klasik felsefeye kendini adadığı için “Son Romalı” olarak anılıyordu. İmparatorluğun çöküşü ile birlikte felsefe, Avrupa’da hızla gözden düşmeye başlamıştı. Hıristiyanlığın yükselişi bu durumun bir diğer nedeniydi. Boethius aynı zamanda müzik teorisi, teoloji ve matematik üzerine de yazılar yazmıştı.
Boethius, kralın güvenini kazanınca Theodoric onu mülkiye sınıfının başına getirdi. Bu, o dönem için çok önemli bir mevkiydi. Ancak bir süre sonra Boethius’un onu devirmek için komplo hazırladığına rakipleri tarafından ikna edilen kral, onu tutuklattı.
Felsefenin Tesellisi’ndeki en önemli kavramlardan biri de Boethius’un “çarkıfelek” konseptidir. Buna göre tüm insanlar kaderin cilvesine tabidir. Yazar bunu dönen bir tekerlekle karşılaştırır. Kimilerinin payına servet ve mutluluk, kimilerine ise felaket düşer. Boethius’un idamının ardından kitabı, Hıristiyan dünyasında en çok okunan seküler metin haline gelecektir. Nesiller boyu Avrupalılar üzerinde büyük bir etkisi olacaktır.
Ek Bilgiler
1- Televizyon programı Çarkıfelek adını 6. yy filozofunun kaderle ilgili metaforundan almaktadır.
2- Boethius, Platon ve Aristo’nun tüm çalışmalarını çevirmeyi planlıyordu. Tutuklanması ile birlikte bu projesi yarım kaldı.
3- Yaptığı Aristo çevirileri 12. yy’a kadar filozofun batıdaki yegane Latince çevirileri olarak kaldılar. Bu tarihten sonra Avrupalılar Antik Yunan yazarlarını yeniden keşfetmeye başlayacaklardı.

Galen
157 yılının sonbaharında genç bir doktor, günümüzde Türkiye sınırları içerisinde yer alan Roma yerleşimi Pergamum’da prestijli bir işe alınmıştı. Şehrin gladyatörleri için hekimlik yapacaktı. Roma İmparatorluğu’ndaki gladyatör savaşları çok kanlı geçerdi. Bu nedenle görevi sayesinde doktor, insan anatomisi üzerine çalışmak için eşsiz bir olanak bulmuştu.
Galen isimli bu doktorun (129-216) arenadaki ürkütücü deneyimleri, ileride yazacağı insan vücudu ile ilgili yüzlerce kitaba kaynaklık edecekti. Yaşadığı dönemde ve ölümünden bin yıl sonra bile Galen, Batı dünyasında tıp ve anatomi alanında önemli bir otorite olarak kabul edilecekti.
Nicon adlı zengin bir mimarının oğluydu. Galen on beş yaşındayken tıp okuluna gitmeye başladı. Zira babası bir rüya görmüş, rüyasında Yunan tanrısı Asclepius ona oğlunu bir doktor olarak yetiştirmesini öğütlemişti.


Genç bir hekim olan Galen, Roma coğrafyasının Yunanca konuşulan eyaletlerini dolaşmaya başladı. Daha sonra Pergamum’a dönüp gladyatörler için doktorluk yapmaya başladı. Asıl yaşamak istediği kent olan Roma’ya gitmeden önce Pergamum’da yaklaşık dört yıl kalacaktı.
Galen’in ilk Roma seyahati tam bir hayal kırıklığı oldu. 166 yılında Pergamum’a geri döndü. Üç yıl sonra bir veba salgınının baş göstermesi üzerine yeniden Roma’ya çağrıldı. Hayatının bundan sonraki bölümünü orada geçirecekti. Çeşitli imparatorlar için doktorluk yaptı. Onlara İtalya’da yürüttükleri askeri faaliyetleri sırasında eşlik etti.
İnsan vücudunu daha iyi anlayabilmek için maymun ve domuzlar üzerinde çalıştı. İnsan bedeni üzerinde otopsi yapması yasaklanmıştı. Bu kısıtlama onu insan bedeni üzerinde akıllıca tahminler yapmaya zorluyordu. Rönesans bilim adamları onun teorilerinin yanlışlığını kanıtlayana dek, Galen’in çalışmaları insan bedeni ile ilgili en önemli değerlendirmeler olarak kabul edildi.
Ek Bilgiler
1- Galen’in yaşamı boyunca üç yüz kitap yazdığı tahmin edilmektedir. İlk kitabı olan “Three Commentaries on the Syllogistic Works of Chrysippus” (Chrysippus’ın Karşılaştırmalı Çalışmaları Üzerine Üç Yorum) henüz on üç yaşındayken tamamlanmıştır.
2- 191 yılında Roma’daki Barış Tapınağı’nda meydana gelen yangın Galen’in kütüphanesinin önemli bir bölümünün yok olmasına neden oldu. Bu durumu fazla dert etmemişti: “Hiç bir kayıp beni kederlendirecek kadar büyük değildir.”
3- Galen üç Roma imparatoru için hekimlik yaptı: Marcus Aurelius (121-180), oğlu Commodus (161-192) (cinnet geçirdikten sonra suikaste uğradı) ve Commodus’un halefi Septimius Severus (146-211).

Attila
Attila (406-453) Roma İmparatorluğu’na büyük korku vermiş olan bir kraldır. Öyle ki Romalılar onu Flagellum Dei (Tanrının Kırbacı) lakabıyla anmışlardır. Atlıları Orta Asya ve Avrupa’nın dört bir yanına dağılmış ve ancak Fransa’yı işgal etmeye yöneldiklerinde durdurulabilmişlerdir.
Attila, zayıflamaya başladığı 4. ve 5. yy’larda Roma İmparatorluğu’na saldıran birkaç kabile şefinden biriydi. 476 yılında, Attila’nın ölümünden sadece birkaç on yıl sonra Batı Roma İmparatorluğu çökecek, Doğu Roma İmparatorluğu ise daha uzun ömürlü olacak ve sonraki bin yılda da varlığını sürdürecekti.


Attila ve kardeşi Bleda, Orta Avrupa’da doğdular. Hun Krallığı’nı amcalarından 434 yılında devraldılar. Attila 445 yılında Bleda’yı öldürene dek kardeşler krallığı ortaklaşa yönettiler. Attila’nın başkenti büyük ihtimalle bugün Romanya’nın olduğu bölgedeydi.
Attila’nın başa geçtiği dönemde Hun İmparatorluğu, Hazar Denizi’nden Baltık Denizi’ne kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Attila, Doğu Roma’dan oldukça yüksek miktarda haraç alıyordu. Romalıların ödeme yapmayı durdurması üzerine aralarında Belgrad ve Sofya’nın da bulunduğu birçok şehri yağmaladı.
451 yılında batıya ilerlemeye başladı. Batı Roma İmparatorluğu’nun Galya eyaletini istila etti. Katalan Düzlükleri’ndeki savaşta Romalılar’la karşı karşıya geldi. Bu, onun ilk ve tek yenilgisi olacaktı. Daha sonra ordusu İtalya’yı işgal etti. Aralarında Milan, Verona ve Padua’nın da bulunduğu şehirleri yağmaladı.
Attila 453 yılında evlendi ve bir efsaneye göre sonraki gece öldü. Söylendiğine göre ölüm nedeni burun kanamasıydı. Liderliğinden yoksun kalan Hun İmparatorluğu kısa süre sonra çöktü.
Ek Bilgiler
1- Attila, barış karşılığında Doğu Roma İmparatorluğu’ndan her yıl 952 kg ağırlığında altın istemişti.
2- Attila’nın mezarını kazan ve defin işlemini gerçekleştiren işçilerin mezarın yerini açıklamamaları için öldürüldüğü söylenmektedir.
3- I. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler, propaganda amacıyla Almanları zaman zaman Hunlar olarak tanımlamıştır. Buna karşılık modern Almanya ile Hunlar arasında hiçbir tarihi bağlantı bulunmamaktadır.

Ömer Hayyam
Rubaiyat’ın yazarı olan Ömer Hayyam (1048-1131) bir Fars şairidir. Aynı zamanda matematikçi ve astronomdur. Yaşarken genellikle bilimsel çalışmalarıyla tanınmış olan Hayyam’ın edebi başyapıtı 19. yy’da yeniden keşfedilmiştir. Günümüzde bu çalışma, Ortaçağ İslam edebiyatının en önemli unsurlarından biri olarak kabul edilmektedir.
Rubiayat beş yüzden fazla dörtlükten oluşur. Dörtlüklerde din, doğa ve aşk temaları işlenmektedir. Kederli ve zaman zaman ağıt havasına bürünen derlemenin genel mesajı şu dizelerde gizlidir: “Madem ki yaşıyorsun, iç öyleyse. Ölüm gelip seni bulduğunda, buna fırsatın olmayacak.”
Hayyam, bir Fars şehri olan Nişabur’da doğmuştur. Bu şehir günümüzde kuzeydoğu İran’da yer almaktadır. Hayyam, çadır imalatçısı anlamına gelmektedir. Söylendiğine göre bu ismi ailesinin mesleğinden ötürü almıştır. Hayyam bir dönem felsefe çalışmış, aynı zamanda ünlü bir matematikçi olmuştur. 1070 yılında son derece önemli olan kitabı Cebir Problemlerinin Kanıtlanması Üzerine’yi yazmıştır. Sultan tarafından saray astronomu olarak atanmış ve kendisine yılın uzunluğunu hesaplama ya da Fars takvimini reforme ederek yeniden düzenleme gibi görevler verilmiştir.
Rubaiyat bir İngiliz yazar olan Edward FitzGerald (1809-1883) tarafından İngilizce’ye çevrilmiştir. İngilizce’ye çevrilmesinden kısa bir süre sonra Batı dünyasında ünlü bir eser haline geldi. Eserde yer alan pek çok şiir iyi bir hayatın nasıl olması gerektiği, ölüme rağmen hayattan nasıl zevk alınabileceği ve ölüm gerçeği ile barışmanın önemi gibi konulara odaklanır. Hayyam, iki ünlü pasajında, dolu dolu bir hayat yaşamayı ve ölüm geldiğinde ona hazırlıklı olmayı, ancak aynı zamanda kendimizi dünyanın merkezine koymayarak alçakgönüllülüğü korumamız gerektiğini söyler.


Geldiğinde o kara melek
Seni nehrin ağzında bulacak,
Kadehini sunacak sana, ruhunu davet edecek
Kana kana iç onu, çekinme.
Sen ve ben unutulup gideceğiz,
Elbet dünyanın da sonu gelecek bir gün
Hiç koca deniz çakıl taşlarını sayar mı?
Gelmişiz, göçmüşüz; kime ne!
İnançlı bir Müslüman olarak yetiştirilmesine rağmen Hayyam, çağdaşları tarafından inançsız olmakla suçlanmıştır. Dörtlüklerinden birinde bu durumu anlatarak dertlenir. 83 yaşında Nişabur’da hayatını kaybetmiştir.
Ek Bilgiler
1- ABD eski başkanı Bill Clinton (1946-), Monica Lewinsky (1973-) skandalıyla ilgili kamuoyundan özür dilediği konuşmalarından birinde Rubaiyyat’tan bir dörlük alıntılamıştır: “Kalem yazdı, hüküm kesin / Yürü git şimdi ne aklın ne de dinin / Fayda etmez bir satırını bile silmeye / Boşunadır akan gözyaşların”.
2- 1957 yapımı “Ömer Hayyam” filminde Cornel Wilde (1915-1989) başrolü oynamıştır. Aynı filmde daha sonra ünlü bir şarkıcı olacak olan Yma Sumac da (1922-2008) küçük bir rol almıştır.
3- Hayyam, İsfahan’da astronom olarak çalışırken yılın uzunluğunu 365.24219858156 gün olarak hesaplamıştır. Bu o döneme kadar yapılmış en doğru tahmindi.

William Wallace
Cesur Yürek (1995) filmine ilham veren William Wallace (1270-1305) İngiltere karşıtı bir isyana liderlik eden ünlü İskoç şövalyesidir. Yakalanmasından önce Stirling Köprüsü Savaşı’nda büyük bir zafer elde etmiştir. Bu başarısı ile İskoçya’da hâlâ bir ulusal kahraman olarak anımsanmaktadır.
Bir kahraman olarak görülmesine rağmen William Wallace’ın hayatı ile ilgili pek az şey bilinmektedir. Bu boşluğu yüzyıllar boyunca mitler ve spekülasyonlar doldurmuştur. Mel Gibson’un (1956-) Wallace’ı konu alan ünlü filmi esas olarak epik bir şiir üzerine temellendirilmiştir. Şiir Wallace’ın ölümünden yüzlerce yıl sonra yazıldığından kesin bir kaynak olarak kabul edilmemektedir. Gerçek Wallace 13. yy’da, nispeten zengin ve toprak sahibi bir ailede dünyaya gelmiştir. Her ikisi de İskoç bağımsızlık hareketine katılacak olan iki kardeşi vardır.
İngiltere ile olan çatışmanın kökleri İskoç Kralı 3. Alexandar’ın (1241-1286) ölümüne kadar dayanmaktadır. Yaşayan hiçbir çocuğu olmadığı için Alexandar’ın yerine dört yaşındaki Norveç Prensesi Margaret geçmiştir. Margaret deniz yoluyla İskoçya’ya gelirken ölünce İngiltere kralı 1. Edward (1239-1307) ortaya çıkan otorite boşluğundan komşusunu kontrol altına almak için faydalanmıştır.
Ancak İngilizlerin İskoçya’yı egemenlikleri altına alması 50 yıldan fazla sürecektir. Bir efsaneye göre Wallace’ın İngilizlere olan düşmanlığı işgalci askerlerin yakaladığı bir balığı çalmak istemesinden kaynaklanmaktadır.
Kini nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, Wallace İngiltere’ye direnişin popüler bir figürü haline gelmiştir. 1297 yılında bir ordu kurmuş ve Eylül ayında kendisininkinden çok daha büyük bir orduya karşı Stirling Köprüsü Savaşı’nı kazanmıştır. İngilizleri dar bir köprüye çekmiş ve onlar karşıdan karşıya geçerken saldırmıştır. Zaferden sonra şövalye ilan edilmiş ve Wallace’a “İskoçya’nın Koruyucusu” unvanı verilmiştir.
Büyük zafer ve Wallace’ın Kuzey İngiltere’ye dönük saldırıları Edward’ı çileden çıkarmıştır. Sonraki yıl kral, Wallace’a karşı kurulan orduyu bizzat kendi yönetmiş ve Falkirk Savaşı’nda büyük bir zafer kazanmıştır. Yenilgiye uğrayan Wallace orduyu yönetmeyi bırakmış ve diplomat olarak Fransa’ya gönderilmiştir. 1303 yılında geri dönmüş ve İngilizler tarafından 1305 yılında yakalanmasının ardından idam edilmiştir. 1357 yılında İngilizlerin kontrolü ele geçirmesine rağmen 1707 yılında Birleşik Krallık kurulana kadar İngiltere ve İskoçya resmen birleşmemiştir.
Ek Bilgiler
1- Cesur Yürek filmindeki karakterin aksine gerçek Wallace, İskoç eteği giymezdi. Bu giysi Orta Çağ İskoçyası ile özdeşleştirilse de İskoç etekleri 19. yy’a kadar popüler olmamıştır.
2- Wallace’ın büyük düşmanı İngiltere Kralı 1. Edward, zaferini mezartaşına Latince olan şu sözleri yazdırarak kutlamıştır:“Scottorum malleus” (İskoç Çekici).
3- 19. yy’da Stirling Köprüsü Savaşı’nın yaşandığı alanın yakınlarına Wallace onuruna devasa bir anıt yaptırılmıştır. Anıtta İskoç savaşçı tarafından taşındığı ileri sürülen bir kılıç da sergilenmektedir. Kılıcın gerçek olup olmadığı tartışmalıdır.

Augustine
Katolik bir anneden ve pagan bir babadan doğan Hippolu Saint Augustine (354-430) en sonunda otuzlu yaşlarının başında Hıristiyanlığı kabul edene kadar dini bir arayış içerisinde olmuştur. Hıristiyanlığa geçisinin ardından Augustine bir piskopos olarak görev yapmış ve kilise tarihindeki en etkili teologlardan biri olmuştur.
Augustine’in ünlü otobiyografisi Confessions’a (İtiraflar) göre varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Tagaste şehrinde doğdu. Bu şehir günümüzde Cezayir sınırları içerisinde kalan Kuzey Afrika’daki bir Roma eyaletindeydi. Henüz genç bir delikanlıyken Kartaca’ya gitti ve karşılaştığı renkli hayatın cazibesine dayanamayıp kısa zamanda bu hayatın bir parçası oldu. Confessions’da yazdığına göre seks, alkol ve hırsızlık gibi büyük günahlara ve “cinsel kirliliğe” tanık olmuştu.
Augustine’in keşfettiği şehvet ve ahlaksızlıklar onun hayatın anlamını bulamamaktan ileri gelen açlığını doyurmaya yetmedi. Önce Mani dinini benimsedi. Ne var ki kısa sürede düş kırıklığına uğradı. Hıristiyanlık onda merak uyandırmaya başlamıştı. Bir İtalyan şehri olan Milan’da retorik öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Burada Katolik düşünürlerle diyalog kurma fırsatını bulacaktı.
Augustine’in tam olarak Hıristiyanlığı kabul etmesi ve geçmişini geride bırakması uzun yıllar aldı. “Tanrı bana erdem bahşetsin,” diye dua ediyordu, “ama şimdi değil.” Sonunda 386 yılında Hıristiyan oldu.
Afrika’ya dönünce Akdeniz sahilindeki bir şehir olan Hippo Regius’a piskopos oldu. Burada en önemli kitaplarını yazdı. Bunların arasında Confessions ve temel Hıristiyan prensipleri hakkında bir eser olan The City of God (Tanrı Şehri) da yer almaktadır.
Augustine’in yazıları Katolik doktrininin vaftiz, ilk günah, ve meşru savaş gibi konularda netleşmesine katkı sundu. Platon (MÖ 429-347) ve Aristo (MÖ 384-322) ile İncil’i uzlaştırmaya çalışarak antik çağ felsefesi ile Hıristiyanlık arasında bir köprü kurmaya çalıştı. Gençliğindeki seks maceralarına rağmen, Augustine sonraki hayatında kadınlar ve seks konusunda son derece katı bir muhafazakar oldu.
Tarihsel açıdan Augustine’in yazıları Hıristiyan düşüncesinin giderek daha sofistike bir hale geliş sürecini yansıtmaktadır. Bir zamanların yeraltı dini şimdi Roma’nın resmi dini olmuştur. İlginç bir biçimde Augustine’in kaderi Roma’nın çöküşünde yaşananlarla da paraleldir: 430 yılında Hippo kuşatması sırasında ölmüş, kent kısa süre sonra Vandallar tarafından ele geçirilmiştir.
Ek Bilgiler
1- Augustine, Hıristiyan olmadan önceki hovarda yaşamı nedeniyle bira üreticilerinin koruyucu azizi olarak kabul edilmiştir.
2- Augustine’in memleketi olan Hippo Regius günümüzde Annaba adıyla bilinmektedir. Cezayir’in Akdeniz sahilinde büyük bir şehirdir.
3- Augustine Vatikan tarafından tanınan otuz üç kilise doktorundan biridir.

Constantine
İmparator Constantine (272-337) Hıristiyanlığı Roma’da yasallaştıran hükümdardır. Böylece yılların baskısı son bulmuş ve yasak bir inancın Avrupa’nın en büyük dini haline gelmesinin önü açılmıştır. Constantine aynı zamanda imparatorluğun bin yıllık başkentini Roma’dan doğudaki Constantinople’a (İstanbul) taşımıştır.
Constantine o zamanlar Naiussus adıyla bilinen bir Roma eyaleti olan Sırbistan’da doğmuştur. İmparator Diocletian (245-316) zamanında imparatorluğun yönetim işlerinden dört kişi sorumluydu. Bunlardan biri Constantine’in babası olan Constantius Chlorus’tu (250-306). Constantius İskoçya’da savaşırken ölünce yerine oğlu Constantine geçti.
Dört yönetici arasındaki gerilim çeşitli savaş ve isyanlara neden oldu. Bu olaylar Diocletian’ın görevi bıraktığı 305 yılından Constantine’in rakiplerini yenilgiye uğratıp tüm Roma İmparatorluğu’nun kontrolünü eline geçirdiği 325 yılına kadar sürdü. Constantine 330 yılında imparatorluk başkentini Constantinople adını verdiği Byzantium’a taşıdı.
Constantine’in 313 yılında yayınladığı “Milan Buyruğu” Hıristiyanlar’a dinlerini özgürce yaşama ve mülk edinme hakkı veriyordu. İmparatorun kendisi de bir yıl önce Hıristiyan olmuştu. Milvian Köprüsü Savaşı’ndan önce gökyüzünde bir haç gördüğünü söylüyordu. Bu muharebe, iç savaşta zafer kazanmasını sağlayan önemli bir dönüm noktası olmuştu. Buyruk, Roma siyasetinde çok ani bir değişikliğin habercisiydi. Zira Hıristiyanlar’ı hedef alan saldırılar sadece birkaç yıl önce son bulmuştu.


Constantine gerçekte acımasız bir liderdi. 326 yılında yaşanan bir olayda oğlunu zehirleyerek, karısını ise buharlı banyoya kilitleyerek öldürmüştü (onları neden öldürdüğü halen kesin olarak bilinmemektedir). İmparator 337 yılında öldü. Yaptığı hukuksal değişimler Roma’nın Hıristiyan bir devlete dönüşmesinin önünü açtı.
Ek Bilgiler
1- Constantine’in büyük bir zafer kazandığı ve gökyüzünde bir haç gördüğü Milvian Köprüsü bugün hâlâ kuzey Roma’da bulunmaktadır. MÖ 1. yy’da yapılan taş köprü türünün en eski örnekleri arasında yer almaktadır.
2- Constantinople adı 1453 yılında Bizans İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra yaygın kullanımını kaybetmiştir. Şehir 1930 yılında resmen İstanbul adını almıştır. Türkiye, 1923 yılında cumhuriyet ilan edilince başkenti Ankara’ya taşımış ve böylece 1500 yıldır çeşitli dünya imparatorluklarına ev sahipliği yapan İstanbul başkent olmaktan çıkmıştır.
3- Hıristiyanlık yasallaştıktan sonra yayılmaya devam etmiş ve Roma’nın hakim dini olmuştur. 380 yılında resmi din olarak kabul edilmiş, takipçilerinin zulüm görmelerinin üzerinden bir asırdan az bir zaman geçmiş olmasına rağmen 392 yılında resmen izin verilen tek din haline gelmiştir.

Anselm
Bir Orta Çağ teoloğu, filozofu ve kilise lideri olan Aziz Canterburyli Anselm (1033-1109), 11. yy’ın önde gelen düşünürlerindendir. Bugün daha ziyade Tanrı’nın varlığına ilişkin ortaya attığı “ontolojik argüman”ı ile tanınmaktadır. Bu argüman Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için tümdengelimci mantığın kullanılmasına dayanmaktadır.
Anselm, Aosta’da zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Burası Kuzey İtalya’da, Alpler’e yakın bir kasabaydı. 23 yaşına gelince Aosta’dan ayrıldı ve 1059 yılında Fransa’daki Normandiya’ya gitti. 1060 yılında bir keşiş adayı olarak Bec’teki Benedictine Manastırı’na girdi. Kısa süre içinde zekasıyla kendisini kanıtladı ve 1078 yılında başkeşiş oldu.
1066 yılında İngiltere’nin Normanlar tarafından istilası manastır için önemli bir dönüm noktası oldu. Manastır, İngiltere’de geniş topraklar edindi. Bec’in iki başkeşişi art arda Canterbury Piskoposu oldular. O dönemde bu, İngiltere’nin en yüksek dini mevkisiydi. Anselm de 1093 yılında bu unvana layık görüldü. Ancak kısa süre sonra Kral 2. William’la bir tartışma yaşadı (1056-1100). 1097 ile 1100 yılları arasında ülkeye girişi yasaklandı. O yıl William tam olarak bilinemeyen nedenlerle öldü. Halefi 1. Henry (1068-1135) Anselm’in ülkeye girişine izin verdi. Anselm yeni kralla da tartışmaya girince yeniden ülkeden sürgün edildi ve uzun yıllar boyunca İngiltere’ye giremedi.
1070’lerin başında Anselm felsefe ve teolojik tartışmalarla ilgili yazılar kaleme almaya başladı. 1077 yılında Tanrı’nın varlığına ilişkin ileri sürdüğü “ontolojik argüman”ın bulunduğu Monologium isimli kitabını yazdı. Anselm kitabında Tanrı’yı “kendinden daha büyük bir şey düşünülemeyecek olan varlık” olarak tanımlar. Bir başka deyişle Tanrı, insanoğlunun hayal edip anlayabileceği en yüce varlıktır. Ve eğer Tanrı düşünülebiliyorsa gerçekte de var olmalıdır. Zira gerçeklikte var olmak akılda var olmaktan önce gelmektedir.
“Ontolojik argüman” (ontoloji oluşun doğası üzerine yoğunlaşan felsefe dalıdır), Aquinalı Thomas da (1225-1274) aralarında bulunduğu çeşitli filozoflar tarafından eleştirilmiştir. Eleştirilerin bir bölümü Anselm’in aynı argümanı herhangi başka bir şeyin varlığını ispat için de kullanılabileceği noktasına odaklanır. İmmanuel Kant’ın (1724-1804) işaret ettiği gibi herhangi bir şeyin hayal edilebilmesi onun var olduğu anlamına geliyorsa “unicornların” (boynuzlu at) da var olması gerekir.
Anselm’in teolojik inançları felsefi incelemenin konusu haline getirmesi, sonraki yüzyılda felsefenin Avrupa’da yeniden yükselişe geçmesine katkı sağlamıştır. Anselm 67 yaşında İngiltere’de ölmüştür.
Ek Bilgiler
1- 1494 yılında, Anselm’in ölümünden yaklaşık 400 yıl sonra Papa 6. Alexander (1431-1503) onu aziz ilan etmiştir.
2- Ansel’in Bec’teki manastırı Fransız Devrimi sırasında tahrip edilmiş, ancak 1948 yılında yeniden açılmıştır.
3- 2. William’ın ölümü İngiliz tarihinin çözülemeyen sırları arasında yer almaktadır. Geyik avladığı sırada göğsüne saplanan bir okla öldürülmüştür. Olay bir kaza olarak kabul edilmiştir. Diğer taraftan William’ın ardından kral olan kardeşi 1. Henry’nin de av partisinde yer alması şüphelere yol açmıştır.

Muhammed El Harezmi
Cebirin kaşifi olan Muhammed El Harezmi (780-850), bir bilgin, astronom ve teologdu. Günümüze kadar ulaşan matematikle ilgili eserleri hem İslam hem de Hıristiyan dünyası üzerinde çok büyük bir etkiye sahiptir. Diğer başarılarının yanı sıra algoritmalar düzenlemiş ve Arap sayı sistemininin dünya genelinde yaygınlaşmasını sağlamıştır.
El Harezmi’nin günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde bulunan bir bölgede doğduğu düşünülmektedir. Ne var ki hayatının büyük bölümünü o dönemler İslam dünyasının başkenti olarak kabul edilen Bağdat’ta geçirmiştir. Halifenin, önde gelen bilginlerden oluşan kurulu “Bilgelikler Evi”nin bir üyesiydi. Avrupa ve Asya’nın kesiştiği bir noktada bulunan Bağdatlı bilginler, doğuda Hindu matematikçilerinin, batıda ise Batlamyus ve Aristo gibi Antik Yunan düşünürlerinin eserlerine ulaşma imtiyazına sahiplerdi.


Cebir sisteminden ilk olarak, El Harezmi’nin 820 yılında yazdığı Hisab al-jabr w’almuqabala (Tamamlama ve Denkleştirme ile Hesaplama El Kitabı) isimli eserinde bahsedilmektedir. Arapça’da bütünleme anlamına gelen al-jabr kelimesi İngilizce’ye algebra olarak geçmiştir.
Daha sonra El Harezmi, Hindu Hesap Sanatı adlı kitabını yazdı. Bu kitapta Hindu sayı sistemi anlatılmaktaydı. Kitap, yaşadığı dönemde çok popüler oldu. Kopyaları, o zamanlar Müslümanların elinde olan İspanya’da dolaşmaya başladı. Oradan Hıristiyan Avrupası’na yayıldı. Bu sayı sistemi zamanla Roma rakamlarının yerini aldı (bu sayı sistemi bir karışıklık sonucu Arap sayı sistemi olarak anılsa da El Harezmi kendi eserinde bu sistemin Hint kaynaklı olduğunu açıkça belirtmiştir).
El Harezmi aynı zamanda İslam astronomisi, coğrafya ve dini hukuk üzerine de çalışmıştır. En ünlü kitapları, halife El Memun’a (786-833) adanmıştır. Memun, “Bilgelikler Evi’’nin büyük bir destekçisi ve Bağdat’ta yaşanan “Bilginin Altın Çağı”nda önemli rol oynayan bir şahsiyettir.
Ek Bilgiler
1- Algoritma kelimesi El Harezmi’nin isminin Latince versiyonundan türetilmiştir.
2- El Harezmi’nin orijinal eserlerinin pek çoğu, Bağdat 1258 yılında Moğollar tarafından yağmalandığında kaybolmuştur. İşgalciler “Bilgelikler Evi”ni yıkmışlar ve efsaneye göre kütüphanesini Dicle Nehri’ne atmışlardır.
3- Algebra, El Harezmi’nin çalışmalarından türemiş olmasına rağmen yazarın orijinal eserinde cebirsel eşitliklere yer verilmemektedir. Harezmi, düşüncelerini sayı ve semboller kullanmadan sadece kelimelerle açıklamıştır.

Ivarr
A furore normannorum, libera nos, domine.
(Tanrım, bizi Kuzeylilerin hışmından koru!)
    – İngiliz duası
Orta Çağ’da Kuzey Avrupa’ya saldıran en ilginç Viking şeflerinden biri olan Inwaer Ragnarsson (795-873), Kemiksiz Ivarr adıyla da bilinmektedir. 9. yy’da İngiltere’nin Danimarkalılar tarafından istilasında önemli rol oynayan liderlerden biridir. Vikingler, geri püskürtülmeden önce efsanevi vahşi savaşçıları sayesinde İngiltere’nin büyük bir bölümünü kontrol altına almışlardı.
Ivarr, 845 yılında Paris’e saldıran Danimarka kralı Ragnar’ın üç oğlundan biriydi. Norse destanlarına göre, İngiltere’de bir Anglosakson savaş lordu Ragnar’ı yakaladı ve onu içinde zehirli yılanların bulunduğu bir kuyuya atarak öldürdü. Ivarr ve kardeşleri, babalarının intikamını almak için adayı işgal etmeye karar verdiler. Önceki Viking saldırılarından farklı olarak bu kez adayı sadece talan edip geri dönmekle kalmayacak, aynı zamanda kontrolünü de ele geçirmeye çalışacaklardı.
Korku dolu Anglosaksonlar tarafından “Büyük Kafirler Ordusu” olarak adlandırılan işgalciler, 865 yılında İngiltere’nin doğu sahilindeki Kuzey Denizi’ni geçtiler. York şehrini yağmaladılar. Aralarında Ragnar’ı öldürenin de bulunduğu yerel liderleri ya öldürdüler ya da esir aldılar. Ivarr, babasının katilini 867 yılında kendi elleriyle bizzat öldürmüştür. Söylendiğine göre sırtını yarıp kaburgalarını teker teker dışarı çıkarmıştı.
Ivarr’ın lakabının kaynağı tam olarak bilinememektedir. Belki de bu adlandırmayla olası cinsel güçsüzlüğüne gönderme yapılıyor olabilir. Diğer taraftan kemiklerinin kırılgan olmasına yol açan bir genetik hastalıktan muzdarip olması da mümkündür (eğer durum böyleyse ortada gerçekten ironik bir durum var demektir, zira ailesi soylarının Tanrı Odin’den[4 - Odin’in kelime anlamlarından ikisi “tahrik” ve “hiddet”tir. (ç.n.)] geldiğini ileri sürmekteydi).
Ivarr 870’li yıllarda hayatını kaybetti. Kral Büyük Alfred (849-889), başarılı bir şekilde Viking istilasını durdurdu. Ne var ki İngiltere’nin kimi bölgelerindeki Danimarka hakimiyeti sonraki iki yüzyıl boyunca devam etti.
Ek Bilgiler
1- Kurt adam efsanesinin kuzeyli vahşi savaşçılardan türediğine inanılmaktadır. Zira bu savaşçılar kimi zaman savaş meydanlarına üzerlerine kurt derisi giyerek çıkmaktaydılar.
2- 917 yılında Ivarr’ın torunlarından biri olan Sigtryggr, Dublin’i işgal etmiştir.
3- Modern DNA testleri, Derbyshire’de yaşayanların arasında İskandinav atalarla ilişkili olanların sayısının İngiltere’nin diğer bölgelerine oranla daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Kuzeydeki bu bölge 800’lerde Danimarkalılar tarafından istila edilmişti.

Monmouthlu Geoffrey
Bir Orta Çağ tarihçisi olan Monmouthlu Geoffrey (1100-1155), Kral Arthur öyküsünü yaygınlaştıran İngiliz piskopostur. Kral Arthur masalı pek çok şarkıya, şiire, romana ve filme kaynaklık etmiştir.
Geoffrey, en iyi bilinen kitabı olan Historia Regum Britanniae’da İngiliz monarşi tarihinin izini antik çağa dek dayandırmaktadır. Görünürde Gal dilindeki kaynaklara dayansa da kitap aslında mitlerin, tarihin ve Geoffrey’nin kendi hayal gücünün bir karışımından oluşmaktadır. Kitap antik çağ krallarının bir zamanlar adada yaşayan devlerden oluşan bir ırkı yenilgiye uğratmasıyla başlamaktadır.
Arthur, Geoffrey’e göre adayı 5. ve 6. yy’lardaki Sakson istilasından korumaya çalışan bir Briton kralıdır. Günümüzde Arthur Efsanesi’nin pek çok unsuru Historia Regum Britanniae’e dayanmaktadır: Kralın babası Uther Pendragoni, kılıcı Excalibur, bilge büyücüsü Merlin. Sonraki yazarlar Geoffrey’nin öyküsünü daha da ayrıntılandırmışlar ve ona Yuvarlak Masa ve Kutsal Kase arayışı gibi yeni unsurlar eklemişlerdir.
Gerçekten de 410 yılında Roma İmparatorluğu’nun adadan çekilmesinin ardından gelen Anglosakson istilalarına adanın bazı sakinleri direnmeye başladılar. 500 yılında Mons Badonicus’ta büyük bir savaş yaşandı. Romano-Keltler işgalcileri yenilgiye uğrattılar. Bu durum Anglosakson fethini bir süre geciktirecekti. Bununla birlikte Kral Arthur’un gerçekten yaşadığını gösteren hiçbir tarihsel kanıt bulunmamaktadır.
Geoffrey’in hayatı ile ilgili pek az şey bilinmektedir. Monmouth’ta doğmuştur. Burası güneydoğu Galler’de bir şehirdir. Oxford’da eğitim görmüştür. Historia Regum Britanniae 1130 yılında yazılmıştır. Onun devamı olan aynı ölçüde fantastik eseri Merlin’in Hayatı’nı birkaç yıl sonra kaleme almıştır. Geoffrey 1150’lerin başında Galler’de piskopos olmuş ve birkaç yıl sonra ölmüştür.
Ek Bilgiler
1- Geoffrey’nin en azından bazı iddialarının gerçeğe, düşünüldüğünden daha fazla yakın olması mümkündür. Kitabında Kral Tenvantius isimli birisinden bahseder. Uzun bir süre başka hiçbir tarihi kaynakta bu isme rastlanmamıştır. Geoffrey’in hayal gücünün bir ürünü olarak kabul edilen bu isme çok benzer başka bir ad, daha sonra İngiltere’de demir çağına ait paraların üzerinde bulunmuştur.
2- Fransız yazar Chretien de Troyes, 12. yy’ın sonlarına doğru Arthur efsanesine Kutsal Kase’yi eklemiştir. Thomas Malory’nin (1405-1471) Le Morte d’Arthur adlı eserindeki Sir Gareth da yeni bir karakterdir. Lord Tennyson (1809-1892) ise “Idylls of the King”te hikayenin sonunu değiştirmiştir. Mark Twain (1835-1910 / A Connecticut Yankee in King Arthur’s Court – Kral Arthur’un Sarayı’nda Connecticut’lı Bir Yanki), T. H. White (1906-1964 / The Once and Future King – Geçmiş ve Geleceğin Kralı) ve Monty Python da (Monty Python and the Holy Grail – Monty Python ve Kutsal Kase) Arthur efsanesine kendilerinden bir şeyler katan yazarlar arasında yer almaktadır.
3- İki ünlü Shakespeare oyunu 1Kral Lear” ve “Cymbeline,” Historia Regum Britanniae’de anlatılan kral öyküleri üzerine temellendirilmiştir. Geoffrey’nin Lear karakterinin hayal ürünü olması muhtemeldir. Cunobelinus ise Roma istilasından hemen önce hüküm sürmüş gerçek bir kraldır. Geoffrey’nin bir diğer karakteri olan Sabrina, John Milton’un (1608-1674) 1634 tarihli oyunu “Comus”ta da yer almaktadır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/david-s-kidder/entelektuelin-kutsal-kitabi-biyografiler-69403348/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Midilli Adası’nın orijinal ismi Lesbos’tur ve “lezbiyen” kelimesi de burdan türetilmiştir. (ç.n.)

2
Roma yakınlarında yaşamış olan eski bir İtalyan kabilesi. (ç.n.)

3
Eskiden gökcisimlerinin yüksekliğini tayin etmede kullanılan bir gözlem aracı. (ç.n.)

4
Odin’in kelime anlamlarından ikisi “tahrik” ve “hiddet”tir. (ç.n.)
Entelektüelin kutsal kitabı – biyografiler David S. Kidder
Entelektüelin kutsal kitabı – biyografiler

David S. Kidder

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zihninizi Canlandırın, Eğitiminizi Tamamlayın ve Dünyanın En Büyük İnsanlarıyla Tanışın

  • Добавить отзыв