Entelektüelin kutsal kitabı

Entelektüelin kutsal kitabı
David S. Kidder
Yedi farklı alandan, her güne yeni bir konu!

Birer sayfalık Tarih, Edebiyat, Felsefe, Matematik, Bilim, Din, Güzel Sanatlar ve Müzik bilgileriyle zihninizi canlandırın, eğitiminizi tamamlayın ve kültürlü insanlar arasında hak ettiğiniz yeri alın.

Her biri kendi dalında uzman kimselerin rehberliğinde hazırlanan Entelektüelin Kutsal Kitabı, 7 farklı alandan 365 temel bilgi sunuyor. Her sayfasında senenin farklı bir gününe özel, ilgi çekici konulara yer vererek, okurlarına ciddi bir entelektüel birikim kazandırıyor.

Entelektüelin Kutsal Kitabı, Amerika’da çok satanlar listesine girmiş ve seri haline gelmiştir.

David S. Kidder, Noah D. Oppenheim
ENTELEKTÜELİN KUTSAL KİTABI

Teşekkür
Bu kitap ortak bir çalışmanın ürünüdür. Bu projeyi sonuna kadar fikirleriyle besleyen, Rodale’den Leigh Haber’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. David Black Ajansı’ndan Joy Tutel’a tutkulu bir destekçi ve de arkadaş olduğu için, Andy Carpenter ile Tony Serge’e vizyonumuzu anladıkları için teşekkürler. Nelson Kunkel ve Vernon Steward’aysa başlangıçta eleştirilerini bizlerle paylaşarak çalışmamıza katkıda bulundukları için teşekkür ediyoruz.
Her madde ilgili alanlarda uzman olan yazarlar[1 - Yazarlarımızın araştırmalarında başvurduğu kaynakların bir listesini görmek isterseniz www.theintellectualdevotional.com’u ziyaret edebilirsiniz.] tarafından araştırılıp bir araya getirildi. Sonra her biri doğrulukları açısından akademisyenlerce gözden geçirildi.
KATKIDA BULUNAN YAZARLAR
Tarih – Alan Wirzbicki
Edebiyat – Matt Blanchard
Görsel Sanatlar – Eric von Dorster
Bilim – Jennifer Drapkin
Müzik – Robbie Whelan
Felsefe – Frederick Stazz
Din – Andrew Silver
KATKIDA BULUNAN EDİTÖRLER
Tarih – Dr. James Downs
Edebiyat – Dr. Georgette Fleischer
Görsel Sanatlar – Dr. Irina Oryshkevich
Bilim – Dr. David Boyajian
Müzik – Dr. Melissa Cox
Felsefe – Dr. Thomas Kelly

Türkçe baskısına katkıda bulunan editörler
Kitabın orijinalinin basılma sürecinde, konulara hakim uzmanlar ve editörlerin elinden geçmiş olmasına rağmen, biz de Türkçe baskısı için gerek çeviri gerekse içeriğe dair olası hataların önüne geçebilmek amacıyla, konuların uzmanı hocalarımızdan editör desteği aldık.
Katkılarından dolayı teşekkür ederiz.
Tarih – Yrd. Doç. Dr. Fahri Maden
Edebiyat – Doç. Dr. Cüneyt Issı
Görsel Sanatlar – Yılmaz Deniz (YL)
Bilim – Prof. Dr. Daniyal İsrafilzade
Müzik – Seher Gül
Felsefe – Yaşar Ciniviz (YL)
Din – Yrd. Doç. Dr. Fahri Maden

Giriş
Entelektüelin Kutsal Kitabı ruhunuzu besleyecek, zihninizi çalıştıracak ve eğitiminizi tamamlamanıza yardımcı olacak bir yıllık günlük okumalardan oluşmaktadır. Her madde farklı bir bilgi sahasından alınmıştır: tarih, edebiyat, görsel sanatlar, bilim, müzik, felsefe ve din. Her gün bir bölüm okuyarak her hafta bu sahalardan birer bilgi edinebilirsiniz.
Bu okumalar özellikle de yaşlanma karşısında beyninizi dinç tutmanızı sağlayacak düzenli bir egzersiz kaynağıdır. Günlük koşuşturmacadan insan zekâsının seçkin dünyasına doğru bir kaçışı temsil etmektedirler. Ayrıca, sizi zihinsel keşiflere çıkararak önünüzde yeni ufuklar açarlar.
İşte sizi bekleyen bu yolculuğun küçük bir özeti…
PAZARTESİ – TARİH Batı medeniyetinin gelişimini şekillendiren olaylara ve insanların hayatlarına bir göz atacağız.
SALI – EDEBİYAT Büyük yazarların hayatlarına ve günümüz okurlarına ilham vermeyi sürdüren şiir ve romanlarının özetlerine bakacağız.
ÇARŞAMBA – GÖRSEL SANATLAR Dünyanın en etkileyici resim, heykel ve mimari eserlerini yaratan sanatçı ve sanat akımlarına bir giriş yapacağız.
PERŞEMBE – BİLİM Kara deliklerin kaynağından pillerin nasıl çalıştığına, bilimin harikalarını yalın bir şekilde ortaya sereceğiz.
CUMA – MÜZİK En önemli bestecilerimize neler ilham verdi, notalarla dolu bir sayfa nasıl okunur ve Mozart neden o kadar saygıdeğerdi? Detaylı bir şekilde müzikal mirasımızı gözden geçireceğiz.
CUMARTESİ – FELSEFE Antik Yunan’dan yirminci yüzyıla, insanoğlunun en büyük düşünürlerinin yaşamı ve evrenin anlamını açıklama çabalarını göreceğiz.
PAZAR – DİN Dünya üzerindeki büyük dinlere ve bu dinlerdeki inançlara göz atacağız.
Çevirdiğiniz her sayfanın size ilham vermesini ve hayatınızda yeni keşiflerin önünü açmasını umuyoruz.

    – David S. Kidder ve Noah D. Oppenheim

Alfabe
M.Ö. 2000 dolaylarında Mısırlı firavunlar bir sorunları olduğunu fark ettiler. Ele geçirip köle olarak kullandıkları savaş esirlerinin sayısı, komşularına karşı kazandıkları her zaferle birlikte artıyordu. Fakat köleler hiyeroglif yazısını okuyamadığı için Mısırlılar bu kölelere emirlerini yazılı olarak iletemiyorlardı.
Mısır hiyeroglifleri gibi erken dönem yazı sistemleri aşırı derecede kullanışsızdı ve bunları öğrenmek de çok zordu. Bu sistemler binlerce karakterden, her biri bir fikri veya sözü temsil eden sembollerden oluşuyordu. Bunları ezberlemek yıllar alabiliyordu. Aslında bu karmaşık yazıyı sadece bir avuç Mısırlı okuyup yazabiliyordu.
Dilbilimciler bugünkü alfabelerin neredeyse tümünün dört bin yıl önce Mısırlıların köleleriyle iletişim kurabilmek için buldukları basitleştirilmiş hiyeroglif yazısından türediğine inanmaktadırlar. Bir alfabenin, tüm Batı dünyasınca kullanılan yazı sisteminin gelişimi antik çağ insanının iletişim şeklini değiştirmiştir.
Hiyeroglif yazısının basitleştirilmiş versiyonunda her bir karakter sadece bir sesi temsil ediyordu. Bu yenilikle beraber karakter sayısı birkaç binden birkaç düzineye kadar inerek, karakterlerin daha kolay öğrenilip kullanılmasını sağladı. Karmaşık hiyeroglif dili sonunda unutuldu ve bilim insanları bu karakterleri 1799 yılında Rosetta Taşı’nın keşfine kadar çözemediler.
Alfabe son derece başarılı oldu. Mısırlı köleler anayurtlarına geri döndüklerinde yeni yazı sistemini de beraberlerinde götürdüler. Alfabe Yakındoğu’da yayılarak İbranice ve Arapça da dahil olmak üzere pek çok yazı sisteminin temeli oldu. Denizyolu ticaretiyle uğraşan bir antik çağ uygarlığı olan Fenikeliler, alfabeyi Akdeniz kıyısı boyunca karşılaştıkları kabilelere yaydılar. Yunan ve Roma alfabeleri de antik Fenike yazısına dayanmaktadır. Bugün İngilizce de dahil çoğu Batı dilinde Roma alfabesi kullanılmaktadır.
EK BİLGİLER:
1. Bugün kullanılan İngilizcedeki pek çok harf doğrudan antik Mısır karakterlerinden gelmektedir. Örneğin “B” harfi “ev” sözcüğü için kullanılan Mısır karakterinden türemiştir.
2. Oxford İngilizce Sözlüğü’nün en son basımı şu anda aktif olarak kullanılan 171.476 kelimeyi içerir. İngilizce diğer dillere kıyasla kelime sayısı en fazla olan dillerdendir.

Ulysses
James Joyce’un Ulysses (1922) adlı eseri yirminci yüzyılda yazılmış en önemli İngilizce roman sayılmaktadır. Homeros’un Odysseia’sını İrlanda’nın Dublin kentinde geçen tek bir güne, 16 Haziran 1904’e uyarlar ve Odysseus’u, günü getir götür işleriyle geçirip geç saatlerde evine dönen, yaşlanmaya yüz tutmuş, boynuzlanmış bir reklam satıcısı olan Leopold Bloom’un aldatıcı görünüşünde canlandırır.
Bloom mütevazı ve sıradan görünmesine rağmen, tanıştığı tuhaf karakterlerin hemen hemen hepsine merhamet, bağışlayıcılık ve cömertlik gösteren kahraman bir kişilik olarak ortaya çıkar. Göze çarpmayan, alelade davranışlarıyla belki de modern dünyada ancak mümkün olabilen, basit kahramanlıklarda bulunur. Çoğunluğun Katolik olduğu İrlanda’da bir Yahudi olarak kendisini dışlanmış hissetse de iyimser kalmaya devam ederek güvensizliklerini bertaraf eder.


Ulysses karakterlerinin inanılmaz zengin portreleri, diğer edebi ve kültürel eserlere yaptığı şaşırtıcı göndermeler ve dile kazandırdığı pek çok yenilikle ünlenmiştir. Joyce roman boyunca tiyatrodan eski İngilizceye ve reklam metinlerine kadar çeşitli edebi türler ve yapılar üzerinde durur. Roman belki de en çok bilinç akışı yönteminin, yani Joyce’un karakterlerin aklından geçenleri herhangi bir şekilde düzenleyip sıraya koymaksızın oldukları gibi verme girişiminin yaygın kullanımıyla ünlüdür. Bu teknik modern edebiyata damgasını vurmuştur ve eserlerinde bu tekniği kullanan Virginia Woolf ve William Faulkner gibi sayısız yazarı da etkilemiştir.
Ulysses’in, özellikle Bloom’un eşi Molly’nin düşüncelerinin dile getirildiği ünlü son bölümünün, zorlayıcı bir okuma olması şaşırtıcı değildir. Molly’nin hayalleri 24.000’den fazla kelime ile anlatılır ve sadece sekiz cümlede yer alır. Zor bir bölüm olsa da bu bölümde, özellikle de Molly’nin sadakatsizliğine rağmen eşine duyduğu sevgiyi ortaya koyan son satırlar, Joyce’un en lirik ifadeleri olarak kendini gösterir:

“ve bana sordu yapıp yapamayacağımı evet dedim evet benim dağ çiçeğim ve önce kollarımı ona doladım evet ve onu kendime çektim böylece göğüslerimdeki parfümü hissedebilirdi evet ve kalbi deli gibi çarpıyordu ve evet dedim evet diyeceğim,”

EK BİLGİ:
1. Ulysses (çoğunlukla dolaylı olsalar da), cinsel betimlemelerinden ötürü Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse on iki yıl boyunca müstehcen olduğu gerekçesiyle yasaklandı.

Lascaux Mağara Resimleri
Lascaux’daki mağara resimleri bilinen en eski sanat eserleri arasında yer alır. Bu resimler 1940’ta, Orta Fransa’daki Montignac Köyü yakınlarında dört çocuğun yanlışlıkla bir mağaraya girmesi sonucunda keşfedilmiştir. İçeride 15.000 -17.000 yıl öncesinden kalma yaklaşık 1500 hayvan resmiyle dolu bir dizi oda bulunmuştur.
Resimlerin işleviyle ilgili pek çok teori vardır. Mağaranın doğal bir özelliği o dönemde yaşamış bir gözlemcinin aklına bir hayvan şeklini getirmiş ve o da bu görüşü eklediği vurgularla başkalarına aktarmak istemiş olabilir. Resimlerin çoğunluğu mağaranın ulaşılamayan kısımlarında olduğundan, büyüyle ilgili uygulamalar için kullanılmış olabilirler. Tarihöncesinde yaşamış insanlar büyük ihtimalle hayvanları, özellikle asıllarına benzer bir şekilde resmederek kontrol altına alabileceklerine veya kıtlık zamanlarında onların sayılarını artırabileceklerine inanıyorlardı.
Hayvanlar ya anahatlarıyla çizilmiş ya da siluet olarak resmedilmişlerdir. Çoğunlukla bükülmüş perspektif diye adlandırılan, yani kafaları yana ama boynuzları öne dönük şekilde gösterilmişlerdir. Tasvirlerin çoğu noktalar, doğrusal desenler ve sembolik anlamları olabilecek farklı tasarımlar içermektedir.
Mağaranın “Boğaların Büyük Salonu” olarak bilinen en büyüleyici odasında resimli bir anlatım yer almaktadır. Soldan sağa olmak üzere, resimler bir bizon sürüsünün kovalanıp yakalanışını betimlemektedir.
Resimlerin incelenip Paleolitik olarak tanımlanmasıyla 1948 yılında mağaralar halka açılmıştır. Ancak 1955 yılında günde 1200’ü bulan ziyaretçi sayısıyla içerideki eserlerin giderek zarar gördüğü ortaya çıkmıştır. Koruyucu önlemler alınmasına rağmen bölge 1963 yılında halka kapatılmıştır. İnsanların talebine karşılık verebilmek için, 1983 yılında mağaranın yalnızca 200 metre ötesinde gerçek boyutlarda bir kopyası yapılmıştır.
EK BİLGİLER:
1. Mağara ressamları görsel perspektifin bilincindeydiler; figürleri duvarların yüksek yerlerine biçim vererek yaptılar, öyle ki aşağıdan bakan kişi için resimler biçimsiz görünmeyecekti.
2. Mağarada betimlenen tek insan figürü Ölü Adam Kuyusu’nda görülür. Hayvanlara göre çok daha kaba bir şekilde çizilmesi onun büyülü özelliklere sahip olduğunu düşünmediklerini göstermektedir.

Klonlama
1997 yılında Dolly adında bir kuzu dünyayı çoğaltımsal klonlama ile tanıştırdı. O bir klondu, çünkü o ve annesi aynı çekirdek DNA’yı paylaşıyorlardı. Diğer bir ifadeyle, hücreleri aynı genetik maddeyi taşıyordu. Farklı nesillerde büyütülen tek yumurta ikizleri gibiydiler.
İskoçya’daki Roslin Enstitüsü’nde bilim insanları çekirdek transferi denilen bir süreçle Dolly’yi yarattılar. Erişkin bir donör hücreden genetik madde alıp, genetik maddesi çıkarılmış döllenmemiş bir yumurtaya naklettiler. Dolly vakasında donör hücre, Finn Dorset türündeki altı yaşındaki dişi bir koyunun meme bezinden alındı. Daha sonra araştırmacıların elektrik şoku uyguladıkları yumurta bölünerek embriyoyu oluşturmaya başladı.
Dolly’nin yaratılmasının hayret verici olmasının nedenlerinden biri, vücudun belli bir göreve hizmet eden bir parçasından alınan bir hücrenin tümüyle yeni bir organizma yaratmak için kullanılabileceğini bilim camiasına ispatlanmasıydı. Dolly’den önce neredeyse tüm bilim insanları, bir hücrenin belli bir görev edindikten sonra ancak aynı göreve hizmet eden hücreler üretebileceğine inanıyorlardı: Bir kalp hücresi sadece kalp hücreleri, bir karaciğer hücresiyse sadece karaciğer hücreleri yapabilirdi. Ama Dolly tamamıyla annesinin meme bezinden alınan bir hücreden yapıldı ki bu da belli bir göreve sahip hücrelerin tamamıyla yeniden programlanabildiğini kanıtlıyordu.
Pek çok açıdan Dolly annesine benzemiyordu. Örneğin telomerleri çok kısaydı. Telomerler genleri taşıyan yapılar olan kromozomların uçlarında bulunan ince protein iplerdir. Kimse telomerlerin işlevinin ne olduğundan emin olmasa da, hücrelerimizin korunmasına ve onarılmasına yardım ediyor gibi görünmektedirler. Bizler yaşlandıkça telomerlerimiz günden güne kısalır. Dolly annesinin altı yaşındaki telomerlerini aldı, bu yüzden Dolly’nin telomerleri kendi yaşındaki ortalama bir kuzuya oranla doğuştan daha kısaydı. Dolly genel olarak normal görünmesine rağmen, akciğer kanseri ve felç getiren romatizmanın neden olduğu acılardan sonra ötenazi ile hayatına son verildi. Ortalama bir Finn Dorset koyunu on bir veya on iki yaşına kadar yaşamaktadır.
EK BİLGİLER:
1. 1997’den bu yana inekler, fareler, keçiler ve domuzlar çekirdek transferi kullanılarak başarılı bir şekilde klonlanmışlardır.
2. Klonlamanın başarı oranı tüm türlerde çok düşüktür. Yayımlanan çalışma raporlarına göre, yeniden yapılandırılan embriyoların yaklaşık % 1’i doğumdan sağ çıkar. Ancak başarısız girişimler çoğunlukla rapor edilmediğinden, gerçek oran çok daha düşük olabilir.
3. Ölmeden önce Dolly’nin altı yavrusu vardı ve hepsini eski usül beslemişti.
4. Bir grup Koreli araştırmacı 1998 yılında bir insan embriyosu klonladıklarını iddia etti. Ama deneyleri 4 hücre aşamasında sonlandırıldığı için başarıları kanıtlanamamış oldu.

Müziğin Temelleri
Müzik taklit veya notalama yoluyla tekrarlanabilen düzenli sestir. Açılırken gıcırdayan bir kapının veya karatahtaya sürtülen tırnakların çıkardığı gürültü, düzensiz ve dağınık olması itibarıyla müzikten ayrılır. Bu gürültüleri ayrıntılı bir şekilde ortaya koyan ses dalgaları karmaşıktır ve anlaşılabilir notalar olarak duyulmazlar.
Müzikal sesleri incelerken kullanılan temel öğelerden bazıları şunlardır:
PERDE: Bir sesin kulağa ne kadar tiz veya pes geldiğidir. Perde teknik olarak bir ses dalgasının frekansı ile veya dalgaların ne sıklıkla tekrarlandıkları ile ölçülür. Batı müziğinde on iki özgün perde vardır (Do, Do diyez veya Re bemol, Re, Re diyez veya Mi bemol, Mi, Fa, Fa diyez veya Sol bemol, Sol, Sol diyez veya La bemol, La, La diyez veya Si bemol ve Si). Diyez ve bemoller ile takip edilen perdeler arıza olarak adlandırılır ve en basit biçimde piyano klavyesindeki siyah tuşlar olarak tarif edilebilirler. Müziksel olarak, kendilerinden önce ve sonra gelen perdelerin tam ortasında yer alırlar. Örneğin, Re diyez ve Mi bemol aynı perdededir. Perde, notalama veya yazılı müzik bağlamında ele alındığında nota olarak adlandırılır.
GAM: Seslerin sıklıkla bir melodiye temel oluşturan, kademeli dizilişidir (örneğin; Do, Re, Mi, Fa, Sol, La, Si, Do). Bir parçada veya parçanın bir kısmında, genellikle sadece belli bir gamda bulunan notalar kullanılır. Batı müziği hangi biçimiyle olursa olsun esasen majör gam veya minör gam kullanır. Çoğu insana göre majör gam perdelerin kendine özgü dizilişinden dolayı kulağa “iç açıcı”, “neşeli” veya “olumlu” gelir. Benzer şekilde minör gam genelde “iç karartıcı”, “hüzünlü” veya “olumsuz” olarak tanımlanır.
TONALİTE: Bir melodinin itici kuvveti ve referans noktası olarak görev yapan, genellikle majör veya minör gamlara dayanan bir perde sistemi veya düzenidir. Tonik (eksen), belli bir tonalitede yazılmış bir parça için sıklıkla başlangıç ve bitiş noktasıdır. Yani, bir parça Mi majörde yazılmışsa, Mi perdesi parçanın tonal merkezi olarak görev yapacaktır.
EK BİLGİLER:
1. Bu temel unsurların hepsi beş paralel yatay çizginin oluşturduğu tekrarlanan setin, portenin üzerinde gösterilebilir. Porte parçadaki eş süreli bölümlerin belirtilmesi için sıklıkla ölçülere ayrılır ve her portenin başına, notaların tanımlanması için referans noktası görevi gören anahtar işareti konur.
2. Bir parça asıl tonalitesinden kaydığında, bu durum modülasyon olarak adlandırılır. Yazılı müzikte tonalite, her portenin başında yer alan donanım (arıza işaretleri) ile gösterilir.
3. Dünyanın farklı müzikal kültürlerinde kullanılan yüzlerce gam vardır. Sitar veya diğer çalgılarla çalınan Hint müziğinde, Batı müziğindekinden bazen daha dar bazense daha geniş aralıklı toplam yirmi iki perde kullanılır. Bu durum perdeler arasındaki farkı son derece belirsiz
kılar. Dolayısıyla, klasik Hint müziği icra etmek büyük ustalık gerektirir.

Görünüş ve Gerçeklik
Tarih boyunca felsefenin en önemli konularından biri görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrım olagelmiştir. Bu ayrım, Yunan filozofu Sokrates’ten (MÖ 469-399) önce yaşadıkları için “Sokrates Öncesi Filozoflar” olarak adlandırılan erken dönem filozoflarının görüşlerinin merkezinde yer alıyordu.
Sokrates Öncesi Filozoflar gerçekliğin nihai doğasının görünen şeklinden büyük ölçüde farklı olduğuna inanmışlardı. Örneğin, Thales adındaki bir filozof görünüşler değişse de tüm gerçekliğin nihayetinde sudan oluştuğu görüşündeydi; Herakleitos ise dünyanın ateşten meydana geldiğini düşünüyordu. Dahası, Herakleitos her şeyin devamlı olarak hareket halinde bulunduğunu ileri sürüyordu. Diğer bir düşünür Parmenides ise hiçbir şeyin gerçekte hareket etmediği ve görünen tüm hareketin bir yanılsama olduğu konusunda ısrarcıydı.
Sokrates Öncesi Filozoflar tüm gerçekliğin nihayetinde temel bir ana maddeden yapılmış olma ihtimali üzerinde durdular. Ve eleştirel olmayan, günlük gözlemlerin bize dünyanın genellikle aldatıcı bir resmini sunduğundan şüphe duydular. Bu nedenlerden dolayı, onların görüşleri çoğu zaman felsefe kadar modern bilimin de öncüsü olarak görülmektedir.
Sonraki dönemlerde Platon, Spinoza ve Leibniz gibi birçok filozof bu geleneğin takipçisi oldular ve gerçekliğe sıradan, genel dünya görüşünden daha yakın olduklarını iddia ettikleri, alternatif gerçeklik modelleri ortaya koydular.
EK BİLGİLER:
1. Görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrım, şüphecilik olarak bilinen saygıdeğer bir felsefi geleneğin de merkezinde yer almaktadır.
2. Immanuel Kant da görünüş ve gerçeklik arasındaki farka işaret etmiştir. Deneyimlediğimiz şeyler ile kendi deyişiyle “kendinde şeyler”i birbirinden ayrı tutmuştur.

Tevrat
Tevrat Museviliğin kutsal kitabını oluşturan kitapların ilk beşine veya “Musa’nın Beş Kitabı”na genel olarak verilen isimdir. Hıristiyanlar bu kitapları diğer Musevi metinleri ile beraber Eski Ahit olarak ele alırlar. Tevrat kelimesi aynı zamanda sözlü geleneklerin yanı sıra pek çok metni de kapsayan Musevi hukukunun tamamı için de kullanılabilir.
Musa’nın Beş Kitabı, Musevi inancını yönlendiren 613 yasanın temelini oluşturur ve dünyanın en büyük üç tektanrıcı inancı –Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam– için esastır. Kitaplar şu şekilde özetlenebilir:
YARATILIŞ (Tekvin): Yaratılış hikâyesinin yanı sıra İsrailoğulları’nın, İbrahim, İshak ve Yakup ile ailelerinin tarihini de anlatır.
ÇIKIŞ (Mısır’dan Çıkış): Musa’nın On Emir’i alması da dahil olmak üzere, Mısır’dan Kenan’a yapılan toplu göçü aktarır.
LEVİLİLER (Leviticus): İbadet kurallarını ve usullerini içerir.
SAYILAR (Çölde Sayım): İsrailoğulları’nın çölde yaptıkları yolculukla ilgilidir.
TESNİYE (Yasanın Tekrarı): Musa’nın ömrünün sonunda verdiği, İsrail tarihini ve ahlak öğretilerini anlatan hitabelerden oluşur.
Geleneksel olarak beş kitabın Musa’ya Sina Dağı’nda verilmiş olduğuna inanılır. Alternatif teoriler, Tevrat’ın başlangıcının Sina Dağı’nda verildiğini, ama vahiylerin Musa’nın hayatı boyunca devam ettiğini savunur.
Arkeologlar Tevrat’ın MÖ 10. ve 6. yüzyıllar arasında bir yerde yazıldığını ileri sürmektedir. Belgesel hipotez (Wellhausen hipotezi) taraftarları, ki bu Ortodoks Yahudilere göre sapkınlıktır, orijinal beş kitabın dört kaynaktan geldiğini, sonradan beşinci bir yazar veya redaktör tarafından birleştirilerek tek bir kitapta toplandığını iddia ederler. Bu tezi destekleyen deliller ise Tanrı için çeşitli isimler kullanılması, değişen yazım tarzları ve hikâyelerin tekrarıdır.
Başlangıçtan bu yana Tevrat’a, tümüyle anlaşılması için elzem olan sözlü bir gelenek eşlik etmiştir. Sözlü geleneği yazmaya kalkışmak kafirlikle eş tutulmasına rağmen, bunu yapmanın gerekliliği sonunda netleşmiş ve Mişna oluşturulmuştur. Sonraları, hahamlar bu iki metin hakkında fikir alışverişinde bulunup münazara ettikçe, onların görüşlerini toparlamak amacıyla Talmud yazılmıştır.
Musevi geleneği, sayısız kanun ve âdet türetmek için Tevrat’ı kullanır. Musevi din bilginleri anlam çıkarabilmek için her kelimeyi tek tek inceleyerek tüm ömürlerini harcamaktadırlar.
EK BİLGİLER:
1.İbranice olarak elle yazılan Tevrat tomarları, 304.805 harften oluşur ve hazırlanmaları bir yıldan fazla zaman alabilir. Eğer tek bir hata yapılırsa, tüm tomar geçersiz sayılır.

Hammurabi Kanunları
Hammurabi bugünkü Irak’ta kurulmuş eski bir medeniyet olan Babil İmparatorluğu’nun krallarından biriydi. MÖ 1792’den 1750’ye kadar hüküm sürmüş ve birçok düşman krallığı işgal etmiştir; ama en çok, tarihin ilk kanun koyucusu olarak ün kazanmıştır. Hükümdarlığının sonuna doğru Hammurabi, yurttaşların uyması gereken kurallar ile suçluların alacağı cezaları açıklayan, tarihteki ilk yazılı yasalardan birini hazırlamıştır. Hammurabi’nin zamanında çoğu toplum sadece despot yöneticilerin geçici hevesleriyle yönetilirken, herkes için eşit olarak geçerli kanunlar daha önce görülmemiş bir yenilikti.
Ancak bu kanunlar modern standartlara göre aşırı acımasızdı. Hammurabi, en ufak bir kural ihlaline bile ölüm cezası veriyordu. Meyhaneye giren kadınlar, kaçak köle barındıran adamlar ve “geçerli bir sebep” olmaksızın kocalarını terk eden kadınların hepsi idama mahkûm ediliyordu. Acımasız kanunlar antik toplumun batıl inançlarını yansıtıyordu. Babil yurttaşları arasındaki anlaşmazlıklarda, Hammurabi kanunları suçlanan kişinin bir nehre atlamasını gerektiriyordu. Kişi eğer suçluysa batar, masumsa kurtulurdu. Ona suç atansa yalan beyanattan dolayı ölüme mahkûm edilirdi.
Kralın kâtipleri, kanunları adalet tanrısına adanmış siyah taş bir sütun üzerine yazıp halka sergilemişlerdir. Kitabede Hammurabi, “tüm gelecek nesillerden” kanunları gözetmelerini ve “kendilerine verdiği toprakların kanununu değiştirmemelerini” talep etmiştir. Hammurabi, gelecek krallardan, ülkeyi kendi dürtülerine göre yönetmekten ziyade, kurallarına bağlı kalmalarını istemiştir. Hükümdarların yurttaşlarını yönetirken kanunları keyiflerine göre değiştirememesi düşüncesi devrimci bir anlayıştı. Hukukun üstünlüğüne saygı başarılı hükümetlerin başlıca niteliklerinden biri olarak kalmıştır.
EK BİLGİLER:
1. Hammurabi kanunlarını üzerinde taşıyan sütun, 1901 yılında Fransız bir arkeolog tarafından gün ışığına çıkarılmıştır ve şu anda Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.
2. Hammurabi kanunları, Yakındoğu’daki birçok antik medeniyet tarafından kullanılan karmaşık bir yazı sistemi olan çiviyazısıyla yazılmıştır. Modern bilim insanları çiviyazısındaki karakterleri 1835 yılına dek çözememişlerdir.
3. Babilli bilim insanları, altmış sayısını temel alan bir sayı sistemi kullanmışlardır. İşte bu nedenden dolayı bir dakika altmış saniyeden oluşur.

Ernest Hemingway
Yirminci yüzyılın en önemli Amerikalı yazarlarından çok azı Ernest Hemingway (1899-1961) kadar etkili olup taklit edilmiş, yine çok azı onun kadar kötülenmiştir. Romanları ve kısa öyküleri ile bilinen Hemingway, hayatı boyunca öyle tanınmış biri olmuş ve kendi hakkında öyle efsaneler yaratmıştır ki bazen bunları gerçeklerden ayırt etmek hayli zordur.


1899’da İllinois, Oak Park’ta dünyaya gelen Hemingway yazarlığa olan tutkusunu erken yaşlarda keşfetti. On sekiz yaşında Kansas City Star’da muhabir olarak çalışmaya başladı. Birkaç ay içinde I. Dünya Savaşı’nda, sonradan yaralanacağı İtalyan cephesinde Kızılhaç ambulans şoförü olarak göreve alındı. Savaştan sonra, Gertrude Stein gibi yurtdışında yaşayan, savaşın zalimliğinden dolayı hayal kırıklığına uğramış Kayıp Kuşak’tan diğer Amerikalı yazarlarla beraber uzun süre Paris’te yaşadı. Paris’te Hemingway kendi tarzını; görünüşteki basitliğiyle insanı yanıltan, yinelemeli, erkeksiliğinin bilincinde olan o yalın yazım tarzını iyice belirginleştirdi. Kuzey Michigan’da ergenlik dönemindeyken geçirdiği yazlara ve sonraları Avrupa’ya yaptığı yolculuklara dayanan birçok kısa öykü yazdıktan sonra, Hemingway ilk ve en önemli romanı Güneş de Doğar’ı kaleme aldı (1926). Zamanını İspanya ve Fransa’da geçiren asi, genç bir Amerikalı hakkında olan bu kitap Hemingway’e anında şöhreti getirdi. Bu kitabı, I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir ambulans şoförü ile İngiliz bir hemşire arasındaki trajik aşkı konu alan Silahlara Veda (1929) ve İspanyol İç Savaşı sırasında bir gazeteci olarak çalışan Hemingway’in kendi işinden ilham alarak yazdığı bir gerilla hikâyesi olan Çanlar Kimin için Çalıyor? (1940) romanları izledi. Bu romanlardan ikincisinin baş karakteri, birçok kişinin “Hemingway’in ideal kahramanı” olarak nitelendirdiği, şiddet ve zorluklar karşısında merhamet ve asalet gösteren, hayal kırıklığına uğramış ancak acılara dayanıklı erkek karakteri örneklendirir.
Şöhreti artan Hemingway sadece savaş, boğa güreşi, avcılık, balıkçılık ve diğer bariz şekilde erkeksi konular hakkında yazmakla ünlenmiştir. Bazı eleştirmenler Hemingway’in eserlerini maço bir tutum sergilendiğini düşünerek görmezden gelse de, Yaşlı Adam ve Deniz (1952) adlı kısa romanın anlatımındaki tartışılmaz ustalık Hemingway’e 1954 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü kazandırmıştır. Bu önemli başarısına rağmen, Hemingway son yıllarında sağlığını yitirmiş, depresyona gömülmüş ve nihayet 1961 yılında bir tüfekle intihar etmiştir. Ancak, modern roman tarzı üzerindeki etkisi varlığını sürdürmektedir.
EK BİLGİ:
1. Her yıl düzenlenen Hemingway Taklit Yarışması’na, yazarın kolay anlaşılır tarzına dalgacı bir üslupla yaklaşan yüzlerce başvuru yapılmaktadır. Önceki yıllarda ödül alan kitap başlıklarından bazıları The Old Man and the Flea (Yaşlı Adam ve Bit) ve For Whom the Cash Flows? (Paralar Kimin için Akıyor)‘dur.

Nefertiti Büstü
Mısır sanatının en ünlü çalışmalarından biri olan kireçtaşından yapılmış Nefertiti büstü, 1912 yılında Alman arkeolog Ludwig Borchardt tarafından modern Mısır’daki Tell el-Amarna kasabası yakınlarında keşfedilmiştir. Büst antik çağ heykeltıraşlarından Thutmose’nin atölyesinde bulunmuş ve kırık çömlek parçaları gibi gösterilerek gizlice ülke dışına çıkarılmıştır.
Nefertiti, MÖ 1353 ile 1335 arasında Mısır’ı yöneten Firavun IV. Amenhotep’in gözde kraliçesiydi. Amentohep, yönetimi sırasında ismini “Güneş Tanrısı Aten’e hizmet eden” anlamına gelen Akhenaton olarak değiştirdi ve ahlaka vurgu yapan yeni, tektanrıcı bir dini benimsedi. Nefertiti, neredeyse kocasınınkine denk, yüksek bir mevkiye sahip oldu. Bazı uzmanlar yeni dinin arkasında onun olduğuna ve hatta bir süreliğine ülkeyi firavunla beraber yönettiğine inanmaktadır. Akhenaton’un ölümünden sonra o ve güçlü karısının neredeyse tüm izleri belki de reddettikleri dinin rahipleri tarafından yok edilmiştir.


Yaklaşık 50 santimetrelik ve 3400 yıllık Nefertiti büstü neredeyse hiç zarar görmemiş bir halde bulunmuştur. Büstün sadece kulakmemeleri kırıktır. Ancak bu eser tamamlanmadan bırakılmıştır, çünkü sol göz çukuru hiçbir zaman doldurulmamış gibi görünmektedir. Thutmose’nin bu büstü öğrencileri için bir model olarak kullanmış olması da muhtemeldir. Büstün kraliçeye mi benzediği, yoksa ideal bir güzelliği mi tasvir ettiği net olarak bilinmemektedir.
Discovery Channel tarafından desteklenen İngiliz arkeolog Joann Fletcher, 2003 yılında daha önceden keşfedilen bir mumyanın Nefertiti’ninki olduğunu öne sürerek tartışma yarattı. Önemli kanıtlar sunmasına rağmen, Mısırlı otoriteler onun iddialarını reddettiler.
Büst günümüzde Berlin’deki Neues Müzesi’nde görülebilir. Sadece Mısır’ın en tanınmış sanat eserlerinden biri değil, aynı zamanda kadın güzelliğinin de bir modeli olmayı sürdürmekte ve “Güzel olan geldi” anlamındaki Nefertiti ismine yeni bir anlam katmaktadır.
EK BİLGİLER:
1. II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Nefertiti’nin büstü Berlin’in Sovyet işgali altındaki bölgesinden çıkarıldı ve kime ait olduğu konusunda büyük tartışmalar yarattı. Büst, 2005’te iade edildi.
2. Nefertiti adı bir google aramasında 472.000[2 - 2006 yılı için (ç.n.).]sonuç veriyor. Bu, imajını yirmi birinci yüzyılda da gücünü koruduğunun bir göstergesidir.
3. Kendilerini “Little Warsaw” olarak adlandıran bir çift Macar sanatçı, şeffaf bir giysi giymiş, kafası olmayan bir kadın heykelinin üzerine Nefertiti’nin büstünü yerleştirerek yakın zamanda yeni bir tartışma yarattılar.

Eratosthenes
Antik Yunan’da çoğu bilim insanı dünyanın yuvarlak olduğuna inanıyordu. Fakat hiçbiri, İskenderiye’nin baş kütüphanecisi Eratosthenes’in (MÖ 276-194) dünyanın büyüklüğünü ölçmek için dahiyane bir yöntem geliştirdiği MÖ III. yüzyıla dek onun ne kadar büyük olduğunu bilememiştir.


Eratosthenes, Mısır’da Asvan yakınlarında özel bir kuyu biliyordu. Yılın en uzun günü olan 21 Haziran günü tam öğle vaktinde güneş ışınları kuyunun dibine kadar ulaşıyordu. Bu, güneşin tam tepede olduğu anlamına geliyordu. Eratosthenes, eğer güneş Asvan’da tam tepedeyse, o zaman ışınların biraz daha kuzeyde olan İskenderiye’de belli bir açıyla yere düşmesi gerektiğini fark etti. Güneşin merkezden sapış açısını ölçebilirse, o zaman yeryüzünün büyüklüğünü tahmin etmek için gereken ipucuna sahip olacaktı. Bunun için, İskenderiye’de bir 21 Haziran günü güneş tam tepedeyken bir sopa aldı ve sopanın gölgesinin yere düşme açısını hesapladı.
Eratosthenes, bu açının iki şehir ile dünyanın merkezi arasındaki açıya eşit olduğunu biliyordu. Dolayısıyla, iki şehri birbirinden dünyanın kaçta kaçlık bir bölümünün ayırdığını belirleyebilmek için, bulduğu açı ölçüsünü bir dairenin iç açılarının toplamı olan üç yüz altmışa böldü. Cevap ellide birdi. Diğer bir deyişle, Asvan ve İskenderiye arasında elli defa gidip gelirseniz o zaman dünyanın çevresi kadar yürümüş olacaktınız.
Geriye kalan tek şey, iki şehir arasındaki mesafeyi tam olarak ölçmekti. Eratosthenes, şaşmaz bir şekilde eşit adımlar atmak için eğitilmiş profesyonel bir yürüyüşçü tuttu. Yürüyüşçünün adımlarının ölçüsünden yola çıkarak dünyanın çevresinin tahmini olarak 24.700 mil olduğunu tespit etti. Bugün Eratosthenes’in iki bin yıl önce geliştirdiği ilkeleri kullanan modern araçlar ekvatorun uzunluğunu 24.902 mil olarak hesaplıyor.
Eratosthenes’in zamanında bilinen dünya İspanya’dan Hindistan’a uzanıyordu. Eratosthenes dünyanın geri kalanını çok geniş bir okyanusun kapladığına inanıyordu. Okyanus bu denli devasa olmasaydı, Eratosthenes batıya doğru yelken açarak İspanya’dan Hindistan’a ulaşmanın mümkün olabileceğini düşünüyordu. Kristof Kolomb’a 1492 yılında o ünlü yolculuğa çıkmak için ilham veren de işte bu fikir oldu.
EK BİLGİLER:
1. Eratosthenes tarihi olayları kronolojik bir sıraya koymaya ciddi bir biçimde teşebbüs eden ilk tarihçiydi. Bugün ilkçağa dair tarihlerin çoğu için onun belirledikleri temel alınıyor.
2. Enlem, boylam, gam (müzik) ve asal sayılar gibi pek çok modern kavramı da Eratosthenes’e borçluyuz.
3. Eratosthenes’in zamanında bilim insanları ona “Beta” lakabını takmışlardı; ama içlerindeki en karizmatik kişi olduğu için değil. Eratosthenes’in o kadar fazla ilgi alanı vardı ki çağdaşları onu her şeye yüzeysel yaklaşan bir amatör olarak görüyorlardı. Onlara göre o ikinci sınıf biri, bir “beta” idi.

Melodi
Günlük konuşmada sıklıkla ezgi olarak da ifade edilen melodi, müziğin belki de en bilindik unsurudur. Bir melodiyi bir veya birden çok çalgıyla çalmak mümkündür. Melodi, armoni ve ritimle beraber müzikteki üç temel unsurdan biri olarak kabul edilir.
Melodi, perdelerin kulağa hoş gelecek şekilde birbiri ardına dizilişidir. Perdeler bir uyumluluk hissi verir veya birbirlerine aitmiş gibi görünürler. Melodi, birden çok notanın bir anda hep birlikte değil, birbiri ardına çalınmasıyla armoniden ayrılır.
Zamanla melodinin tanımı daha eski bestecilerin kulağına cüretkâr ve hatta sert gelecek nota dizilerini de içerecek kadar genişledi. Mozart, Schubert ve Sibelius melodi yaratan dâhiler olarak görüldü. Diğer taraftan, örneğin Bahar Ayini adlı baleyi akıldan çıkmayan ezgilerle başlatan Stravinsky gibi modernistler, birçok 18. ve 19. yüzyıl bestecisinin ve hatta günümüzde bile bir kısım dinleyicinin gürültü olarak nitelendireceği melodiler yazdılar.
Genelde melodiler cümle denilen daha kısa parçalara ayrılırlar. Çoğunlukla bu cümleler kadans denilen dinlenme noktalarında son bulur. Bir melodinin genel yapısını oluşturan cümleler çoğu zaman bir soru ve cevap izlenimi uyandırır. Melodinin bir parçası müzikal bir fikir ortaya koyar ve diğer parçası da bunu tamamlar. Eğer bir cümle çözüme ulaşmamış veya tamamlanmamış bir kadansa işaret eden bir nota ile biterse, tüm cümle öncül olarak adlandırılır. Benzer şekilde, kulağa tamamlanmış gelen bir kadans ile biten bir cümle ardıl olarak adlandırılır.


EK BİLGİLER:
1. Ortaçağda birçok besteci, parçalarında ana tema olarak on beşinci yüzyıl Fransız ezgisi “L’homme armé” (Silahlı Adam) gibi basit, basmakalıp melodileri kullanmıştır.
2. “Twinkle, twinkle, little star” (Parla, parla, küçük yıldız) gibi daha modern melodilerin de aynı şekilde kullanıldığı olmuştur, ama modern zamanlarda orijinal bir melodi ortaya çıkaran yeteneğe çok daha fazla değer verilmektedir.
3. Bir melodi veya bir parçanın geniş bir çalgılar topluluğu tarafından icra edilmek üzere düzenlenmesine orkestrasyon denir. Konservatuarlarda verilen bazı dersler tamamıyla bu konu üzerinedir ve kimi besteciler özellikle orkestraya uyarlama becerileriyle takdir toplar.

Sokrates
Batı felsefesinin kurucusu olarak kabul gören Sokrates (MÖ 470-399) hayatı boyunca tek bir kitap bile yazmadı. Bizler onu dolaylı olarak, yani sadece diğer insanların onun hakkında yazdıklarından tanıyoruz.
MÖ 5. yüzyılda Yunanistan’da, Atina şehir devletinde doğan Sokrates, Atina’nın girdiği savaşların birinde asker olarak kendini gösterdi ve sonraları Atina toplumunda sıra dışı bir şahsiyet oldu. Karşısına çıkan herkesle, özellikle de şehrin delikanlılarıyla sohbet ederdi. Tüm ülkeyi gezerek genç adamlara retorik ve diğer siyasi becerileri öğreten Sofistlerin aksine, Sokrates kimseden para almaz ve daha da önemlisi öğretecek hiçbir şeyi olmadığını iddia ederdi! Sokrates gerçek bilgiye sahip olmadığını ve eğer başkalarından daha akıllıysa, bunun yalnızca kendi cahilliğinin farkında olmasından kaynaklandığını belirtirdi.


Sokrates hakkında bilinenlerin çoğunu en ünlü öğrencisi Platon’a (MÖ 427-347) borçluyuz. Bu alandaki araştırmacıların çoğu Platon’un gençlik diyalogları Sokrates ve Sokrates’in felsefeye karşı tutumunun tarihsel olarak en doğru temsili olduğuna inanır. Bu diyaloglarda genellikle Sokrates bir şeylerin, örneğin adaletin ne olduğunu bildiğini iddia eden Atinalı bir vatandaşla karşı karşıya gelir. Ardından, iddia ettiği şeyi hiçbir şekilde bilmediğini ona kanıtlamaya koyulur.
MÖ 399’da Sokrates genç Atinalıları ‘doğrudan saptırmak’ suçundan yargılandı. Platon tarafından Sokrates’in Savunması diyalogunda kaydedilen duruşmasında Sokrates, sorgulanmayan hayatın yaşamaya değer olmadığına dair ünlü iddiasını ortaya atar. Masum olduğunu öne sürerek kendisini savunur ama suçlu bulunur. Bir tür zehir olan baldıran otunu içmeye zorlanarak ölüme mahkum edilir. Sokrates’in arkadaşları ve hayranlarıyla felsefe tartışarak geçen son saatleri Platon’un diyalogu Phaidon‘da dokunaklı bir biçimde belgelenmiştir.
EK BİLGİLER:
1. Pek çok hukuk fakültesinde profesörlerin halen kullanmakta olduğu Sokratik Yöntem, Sokrates’in öğrencilerini ısrarcı bir şekilde sorgulama tarzına dayanır.
2. Çağdaşlarının çoğu Sokrates’in çok çirkin olduğunu belirtmiştir.
3. Komedya yazarı Aristofanes (MÖ 448-380) Bulutlar adlı oyununda Sokrates’le dalga geçer.

Nuh
Nuh kutsal kitabın Yaratılış bölümündeki tufan hikayesinin baş kahramanıdır. Bu hikayeye göre, Tanrı bir gün dikkatle kainata baktı ve insanın işlediği günahları görünce çok kızdı. İnsanları yarattığı için pişman olarak hepsini yok etmeye karar verdi. Ancak bunu yapmadan önce Nuh’u fark etti.
Nuh masumdu ve Tanrı onu bu kesin yıkımdan kurtarmayı tasarladı. Nuh’a, yedi gün içinde kırk gün kırk gece sürecek bir yağmur yağdırarak azametli ve korkunç bir sele neden olacağını söyledi. Nuh’a kendisini, eşini, üç oğlu ile eşlerini ve var olan her hayvan türünden birer çifti (bir erkek, bir de dişi) alacak genişlikte bir gemi inşa etmesi talimatı verildi. Bu şekilde, Nuh yeryüzünde hayatı yeniden canlandırabilecekti.


Nuh hayvanları ve ailesini gemiye yükleyerek Tanrı’nın emirlerini yerine getirdi. Kırk gün sonra yağmur dindi, ama yer hâlâ sular altındaydı. Sular çekildiği zaman farkına varabilmek için Nuh bir pencere açarak dışarıya bir kumru yolladı.
Denizde geçen yüz elli gün ve Ağrı Dağı’nın tepesinde çakılıp kaldıkları yüz günün sonunda, toprak yeniden yeryüzüne yerleşilebilecek kadar kurumuştu. Nuh gemiyi boşaltarak hayvanları çiftleşmeye bıraktı. Daha sonra Tanrı, Nuh’a da, “Verimli ol ve üre” (Yaratılış 8:17), dedi. Ona bir daha insanları mahvetmeye kalkışmama sözü verdi ve bu sözleşmenin simgesi olarak bir gökkuşağı gösterdi.
Hıristiyan ve Yahudi tarihçilerle ilahiyatçılar Nuh hikayesini biraz farklı yorumlarlar. Hıristiyanlar için Nuh, Nuh’la ailesini kurtaran o güven ve itaatin de gösterdiği gibi Tanrı’ya olan ideal inancı temsil eder. Yahudi yorumcularsa gemiye giren son kişilerden biri olan Nuh’un gönülsüz bir inancı temsil ettiğini belirtirler. Bu durum, inancının o kadar güçlü olmayabileceğini akla getirir. Farklılıklarına rağmen her iki gelenek de Nuh’u ve tufanı dini anlatıların önemli ifadeleri olarak görür.
EK BİLGİLER:
1. İncil’de şaraptan da ilk defa Nuh’un hikayesinde bahsedilir. Tufandan sonra Nuh sarhoş olur ve oğulları onu çıplak bir halde bulur.
2. Tanrı, Nuh’a verdiği “Verimli ol ve üre” emrini Âdem’le Havva’ya (Yaratılış 1:28) ve Yakup’a (Yaratılış 35:11) da vermiştir.

Sparta, Atina’ya Karşı: Antik Dünya Savaşları
Güney Yunanistan’ın sarp dağlık bölgesinde küçük bir şehir olan Sparta, antik dünyanın en korkutucu askeri gücüne sahipti. Doğumlarından itibaren çok zor eğitimlerden geçen Spartalı askerler, antik Yunanistan’ın küçük şehir devletleri arasında durmaksızın patlak veren kanlı çarpışmalardan birini bile kaybetmediler. Görkemli ordularını kurabilmek için Sparta’nın büyükleri yeni doğan her çocuğun fiziksel zayıflıklarını ve bozukluklarını sınarlardı. Güçlü askerler olamayacağı düşünülen bebekler bir uçurumdan aşağı atılırdı. Sınavı geçenler içinse eğitim uzun ve acımasızdı. Yunan tarihçi ve deneme yazarı Plutarch, pek çok Spartalı asker için savaşa gitmenin rahat bir nefes almak olduğunu yazmıştır: “Spartalılar için savaş, aldıkları zorlu eğitime kıyasla bir tatildi.”
Militarist Sparta ile komşusu Atina arasındaki rekabetin antik Yunan tarihindeki etkisi büyüktür. Demokrasinin doğum yeri olan Atina’da toplum çok daha hoşgörülüydü. Kültüre çok az bir zaman ayıran Sparta’nın aksine Atina; felsefe, sanat ve bilimin insanlık tarihinde görülmüş en sıra dışı başarılarına ev sahipliği yapıyordu. Aristoteles, Platon ve Sokrates gibi filozofların yanı sıra Aeschylus, Aristofanes, Euripides ve Sofokles gibi oyun yazarları da milattan önce beşinci yüzyılda, şehrin altın çağında Atina’da doğmuşlardır.
Atina ve Sparta, Perslerin iki istila girişimini savuşturmak için geçici olarak güçlerini birleştirmişlerse de klasik dönemin büyük bir kısmında antik Yunan dünyasının önderliği için rekabet ettiler. MÖ 550 ve 350 yılları arasında defalarca yapmış oldukları gibi bu şehirlerin çarpışması kelimenin tam anlamıyla bir medeniyetler çatışmasıydı. Sparta’nın ünlü askerleri karada üstünlük sağlarken, Atina da deniz gücüyle bu farkı kapatıyordu. Bu rekabet Makedonya Kralı Philip’in kuzeyden istilaya geçmesiyle beklenmedik bir şekilde son buldu. Philip ve oğlu Büyük İskender’in Yunanistan ve Asya’nın çoğunu almasıyla Yunan şehir devletleri imparatorluk içinde kaybolup gitti.
EK BİLGİLER:
1. Sparta, Lakonya bölgesinin başkentiydi. Günümüzde kullanılan İngilizcedeki “az ve öz” anlamına gelen laconic kelimesi, sert Spartalı askerlerin sessiz tavrından gelmektedir.
2. Dayanıklılıklarını kanıtlamak isteyen Spartalı gençler, kamçılanmaya ne kadar dayanabileceklerini göstermek için yarış yaparlardı.
3. Aralarında ünlü Parthenon’un da bulunduğu Atina Akropolü‘ndeki binaların çoğu MÖ 5. yüzyılda, şehrin altın çağı sırasında inşa edildi.

Harlem Rönensansı
Harlem Rönensansı veya ilk adıyla Yeni Siyahi Hareket, Afroamerikan (Afrika asıllı Amerikalı) sanatı ve edebiyatının 1920’lerle 1930’ların başlarında New York şehrinin Harlem semtinde serpilip gelişmesidir. Bu yeniden doğuş için gereken ortam, köleliğin ve 1800’lerdeki Yeniden Yapılanma Dönemi’nin zorluklarına dayandıktan sonra özgürlüklerine yeni kavuşmuş milyonlarca güneyli siyahinin, Büyük Göç olarak da bilinen toplu göçle New York ve diğer kuzey şehirlerine taşınmasıyla oluştu. I. Dünya Savaşı’nın sonunda fakir ama kültürel açıdan canlı bir siyahi topluluk Harlem’de kök salmıştı.
Harlem Rönesansı’nın temeli büyük ölçüde, The Souls of Black Folk (1903) adlı sosyolojik eseri ve 1909’da Siyahları Geliştirme Ulusal Derneği’nin kuruluşundaki rolüyle tanınan Afroamerikan tarihçi ve sosyolog W. E. B. DuBois tarafından atıldı. DuBois, yeni bir siyahi kültürel bilinç ve gurur anlayışı ortaya koyarak genç yazar ve sanatçılara Afrika asıllı Amerikalılara özgü bir ses yaratmaları için ilham kaynağı oldu.
Harlem Rönesansı’nın önde gelen yazarlarından biri, Autobiography of an Ex-Colored Man (1912) romanını ve şiir şeklinde yazılmış dini söylevlerden oluşan God’s Trombones’u (1927) kaleme alan James Weldon Johnson’dı. Johnson’ı, Afroamerikan kadın yazarların eleştirel anlamda önemli edebi eserler olarak kabul gören ilk romanlarından Passing (1929) ve Tanrıya Bakıyorlardı’nın (1937) yazarları Nella Larsen ve Zora Neale Hurston izledi.
Harlem Rönesansı döneminde özellikle şiir alanında çok sayıda eser verildi. Bu akımı takip eden Countee Cullen gibi bazı şairler geleneksel biçimleri kullanırken, Langston Hughes gibi bazıları da eserlerine yeni yeni gelişim gösteren caz müziğin ritimlerini kattılar. Bu dönemde müzikle edebiyat iç içeydi ve her iki alandan önemli şahsiyetler akım boyunca birbirlerine esin kaynağı oldular.
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı özellikle New York’taki siyahi topluluğu sert bir şekilde vurunca, Harlem Rönesansı 1930’larda etkisini kaybetmeye başladı. Yine de bu dönemde öne çıkan biçim ve temalar var olmayı sürdürerek Ralph Ellison’ın, Richard Wright’ın, Lorraine Hansberry’nin, Toni Morrison’ın, Alice Walker’ın ve diğer yeni nesil Afroamerikan romancıların, şairlerin, oyun yazarlarının yolunu açtı.
EK BİLGİ:
1. Harlem Rönesansı döneminde Palmer Hayden, Lois Mailou Jones ve William H. Johnson gibi önemli siyahi ressamlar da ortaya çıkmıştır.

Parthenon
Ünlü devlet adamı Perikles tarafından siparişi verilen Parthenon, Yunanlıların Perslere karşı kazandığı zaferi kutlamak için MÖ 447 ile 432 yılları arasında inşa edilmiştir. Atina Akropolü’nde daha önceki tapınak alanı üzerine yerleştirilmiş, şehrin koruyucu tanrısı Athena Parthenos’a (Bakire Athena) adanmıştır. Bina, bugüne kadar gelebilenler arasında en iyi korunmuş Yunan tapınaklarından biridir.
Antik Yunanlı yazar Plutarch’a göre Parthenon mimar Ictinus ile Callicrates tarafından yapıldı. İçerideki on bir buçuk metre uzunluğundaki heykel, yapının dış bölümündeki birçok heykelin yapılışını da denetleyen klasik dönem heykeltıraşı Phidias tarafından yaratılmıştır.


Antik Yunan tapınakları genelde dikdörtgendir ve yapıya dört tarafından merdivenlerle erişilebilir. Parthenon’da olduğu gibi birçoğunun etrafı sütunlarla çevrilidir. Yunanlılar tapınak inşa ederken Dor, İyon veya Korint olmak üzere üç mimari üsluptan birine bağlı kalıyorlardı. Bu üsluplar değişen oranları ve oymalı başlıklarıyla kolayca ayırt edilebiliyorlardı. Belirli bir üslubun kurallarınca inşa edilen çoğu Yunan tapınağının aksine Parthenon iki üslubu, Dor ve İyon üsluplarını bir araya getirir. Mimarları aynı zamanda optik düzeltmelerden de faydalanmıştır; yani, yapının görünüşünü daha güzel bir hale getirmek için biçimini hafifçe bozmuşlardır. Örneğin, binanın zemini ve tavan hattına yukarı doğru yumuşak bir kavis verilmiştir, çünkü bu kısımlar dümdüz olsalardı çıplak gözle bakıldığında çökük gibi görüneceklerdi. Benzer şekilde, sütunların da alt kısımları üste nazaran kalın tutulmuş, böylelikle aşağıdan bakanların sütunları daha uzun olarak algılaması sağlanmıştır.
Başlangıçta Parthenon’un ahşap bir tavanıyla kiremit örtülü bir çatısı vardı ve parlak renklerle boyanmıştı. Sütunların üzerinde tapınağı baştanbaşa saran kare rölyefler veya metoplarda Yunanlıların Perslere karşı kazandıkları zaferlerin metaforları olan mitolojik savaş sahneleri betimlenmişti. Sütunların ardında ve binanın dört duvarı üzerinde, her yıl Athena Parthenos’un şerefine düzenlenen festivalleri tasvir eden aralıksız bir friz görülmekteydi.
Parthenon, Atina şehrinin düşmesinden sonra yüzyıllar boyu bir tapınak olarak kullanıldı. Altıncı yüzyılda bir kiliseye, ardından 1458 yılında Yunanistan’ı işgal eden Türkler tarafından camiye dönüştürülmüştür. Türklerin tapınakta muhafaza ettiği bir barut fıçısına savaş sırasında bir Venedik topunun isabet etmesiyle 1687’de binanın çoğu yıkılmıştır.
İstanbul’da görev yapan İngiliz elçisi Lord Elgin, Parthenon’un en iyi durumdaki heykellerini gemiyle İngiltere’ye götürmek için Osmanlı Devleti’nden izin almıştır. Sonunda Lord bu heykelleri İngiliz hükümetine satmıştır. Yunanlıların bu eserlerin iade edilmesi yönündeki çabalarına rağmen heykeller halen British Museum’da sergilenmektedir. Tapınaksa 1832’de Yunanlıların Atina’yı tekrar ele geçirmelerinden bu yana sayısız turist tarafından ziyaret edilmiştir.

Güneş Sistemi
İlkokulda bize güneş sisteminin Güneş, dokuz gezegen ve onların uydularından oluştuğu öğretilmiştir. Ama aslında bu kadar basit değil.
Hiç kimse gerçekte kaç tane gezegen olduğunu bilmiyor çünkü bir gezegenin ne olduğuna dair kesin bir bilimsel tanım yok. Tüm astronomlar, dört kayasal gezegenle, yani Merkür, Venüs, Dünya ve Mars ile gaz devleri Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün’ün bu sınıfa sokulmasında hemfikirdirler. Buz ve kayalardan oluşan Plüton’sa büyük bir tartışma konusudur. 2006’da astronomlar Plüton’u “cüce gezegen” olarak tekrar sınıflandırmışlardır.
Plüton, Ay’ın üçte ikisi kadardır ve Güneş’in etrafında dönüşü iki yüz kırk sekiz yıl sürer. Bu küçük buz kütlesi, diğer sekiz gezegenden başka bir düzlemde ve tuhaf bir eliptik yörüngede yol alır. Soğukluğu, diğer gezegenlere olan mesafesi ve Güneş etrafında izlediği eğri yörünge, birçok bilim insanına Plüton’un aslında güneş sisteminin etrafını saran bölgede, irili ufaklı donmuş cisimlerin yığıldığı Kuiper Kuşağı’nda bir kuyrukluyıldız olduğunu düşündürmektedir.
Plüton’un Kuiper Kuşağı’nda yakın tarihlerde keşfedilmiş bir rakibi vardır: Resmi olarak 2003 UB313 ve gayri resmi adıyla da Xena, yani Zeyna olarak bilinen, donmuş, iri bir kaya kütlesi. Bu cisim Güneş’e Plüton’dan üç kat daha uzaktadır. Ayrıca, Plüton’unkinden daha bile tuhaf, tamamlanması 560 yıl süren bir yörüngede ve diğer gezegenlerinkine göre 45 derece eğik bir yörüngesel düzlemde yol alır. Diğer taraftan 2003 UB313, Plüton’dan daha büyüktür ve pek çok bilim insanı, Plüton bir gezegen olmayı hak ediyorsa bu cisme de gezegen denilmesi gerektiğini düşünmektedir.
EK BİLGİLER:
1. Kuiper Kuşağı’ndaki diğer iki büyük donmuş cisim, yani Quaoar ve Sedna da neredeyse Plüton kadar büyüktür.
2. 2003 UB313’ü Astronom Michael E. Brown keşfetti ve ona, Lucy Lawless’in Yunanlı bir savaşçı prensesi canlandırdığı TV programından yola çıkarak Zeyna lakabını taktı. Brown, bu cismin resmi isminin Zeyna olmasını umuyordu.[3 - Ancak nihayetinde bu cüce gezegen resmi ismini bir antik Yunan tanrıçası olan Eris’ten almıştır. (Ç. N.)]
3. Güneş sisteminde bilinen 153 uydu vardır ama bu sayı oldukça tartışmalıdır.
4. Güneş sistemindeki yedi uydu Plüton’dan daha büyüktür. Jüpiter’in bir atmosfere ve aktif volkanlara sahip olan uydusu Io da buna dahildir.

Armoni
Müzik bir melodi ile başlayabilir ama ona rengini veren armonidir. Armoni iki veya daha fazla notanın aynı anda çalınmasına denir, fakat teknik açıdan geniş ve karmaşık bir konudur. Pek çok teorisyen kariyerinin önemli bir bölümünü bunu inceleyerek geçirirler.
İki nota arasındaki mesafeye aralık denir ve aralıklar sayılarla ifade edilir. Örneğin La ile Mi arasındaki mesafeye beşli aralık denir. İlk çoksesli müzik ortaçağda ortaya çıktı ve bu noktada besteciler dörtlü (örneğin, Do’dan Fa’ya veya Re’den Sol’a) ve beşli aralıkları tercih ettiler. Dolayısıyla, paralel bir armonik dizi, bir dörtlü veya beşli aşağıdan melodileri takip ediyordu.
Ancak Rönesans’a gelindiğinde triadlar armoninin başlıca birimi olmuş, yüzyıllarca da böyle kalmıştır ki bugün hâlâ pek çok müzik türü için öyledir. Triadlar, üçlü aralığa dayanan (örneğin, Mi’den Sol’a veya Si’den Re’ye) akorlar, yani ard arda ya da aynı anda işitilen üç veya daha fazla notanın oluşturduğu üçlü aralığa dayanan kombinasyonlardır. Akorlara majör (kulağa neşeli, iç açıcı gelen) veya minör (kulağa hüzünlü gelen) değerleri veren, tam olarak onları meydana getiren aralıklardır. Bir triadı oluşturan notalar yeniden düzenlenip, armoniyi çeşitlendirmek için kullanılan diğer bir araç olan çevrim (inversion) de ortaya çıkarılabilir.
Armoninin pek çok işlevi vardır: bir müzik parçasına “kıyafet giydirmek,” müziğe derinlik katmak, bir melodiyi yankılamak, tamamlamak veya ona alttan alta sağlam bir destek vermek. Dinleyiciye keyif veren, kulağa dengeli ve sakin gelen armoniye ses uyumu (consonance) denirken; kulak tırmalayıcı, tuhaf veya dengesiz gelene de ses uyumsuzluğu (dissonance) denir. Tonal müzik, ses uyumsuzluğunun istikrarsızlığı olmasa sıkıcı olur, ses uyumunun istikrarlılığı olmasa yeterince tatmin edici olmazdı. Kulağımıza neyin uyumlu veya hoş geldiğinin yanıtı müzik tarihinin seyrinde değişkenlik göstermiştir. Ses uyumunun esas olup olmadığı bile artık tartışma konusudur.
EK BİLGİLER:
1. Johann Sebastian Bach koro için bestelediği eserlerinde ustalıklı armoniler oluşturmasıyla bilinir ve 20. yüzyılda Claude Debussy’nin eserlerine yön veren, sıklıkla melodilerinden ziyade zengin, değişken armonileridir.
2. VI. yüzyıl filozofu Pythagoras “en saf” armonilerin 2:1, 3:2 ve 4:3 gibi matematiksel oranlara dayalı olduğunu düşünüyordu. O, bu teoriyi aynı anda farklı ölçülerde örsleri döven demircilerin çıkardığı sesleri dinlerken geliştirmiştir.
3. “Armoni” kelimesi, “ekleme” veya “birleştirme” anlamına gelen Yunanca “harmonia” sözcüğünden gelir.

Platon
Platon (MÖ 427-347) V. yüzyıl Atina’sında zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Onun mevkisindeki genç bir Atinalıdan siyasetle uğraşması beklenirdi; ama Platon bunun yerine hocası Sokrates’in (MÖ 470-399) izinden giderek filozof oldu.
Platon’un felsefi yazıları, iki veya daha fazla karakterin felsefi bir sorunu tartıştığı diyaloglardan oluşur. Diyalogların çoğunda ana karakter Sokrates’tir. Platon’un diyaloglarda hiç konuşmamasından dolayı bilginler şu soruyla karşılaşırlar: Platon’un Sokrates’in ağzından dillendirdiğinin ne kadarı Platon’un kendi felsefesiydi ve ne kadarı sadece Sokrates’ten aktardığıydı? Birçok bilgin Platon’un erken dönem diyaloglarının, Sokrates’in öğretilerinin tarihsel olarak titiz bir özeti olduğuna inanır. Sokrates’in sonraları Platon’un kendi amaçları için edebi bir karakter haline geldiğine inanmışlardır.


Platon, idealar kuramı ile bilinir, yani soyut, maddi olmayan şeyler bu dünyadaki fiziki nesneler tarafından taklit edilir.
Platon’un felsefesine ait diğer bir ünlü görüş ise tüm bilginin hatırlamadan ibaret olduğudur. Platon, ruhun maddi olmadığına ve bir vücuda yerleşmeden önce de var olduğuna inanmıştır. Cisimleşmeden önce ruh duyumsal bir algılamayla sınırlandırılmadan ve ilgisi başka bir tarafa yönlendirilmeden ideaları biliyordu. İnsan doğuştan bir şeyleri bilir ve ruhlar cisimleşmeden önce bildiklerini yeniden hatırlar.
Ayrıca Platon ruhu yeme, içme ve cinsellik gibi duyusal zevkleri arzulayan iştahsal kısım; şan ve şeref arzulayan irade kısmı; ideaları anlamayı arzu eden akılsal kısım olmak üzere üçe ayırır. Devlet’te Platon adil bir ruh ve adil bir devlet arasında kapsamlı bir benzetme kurarak ruh için adil olmanın ne demek olduğunu anlatmıştır. Platon ideal adil bir devleti, ruhun bu üç kısmına karşılık gelen yurttaş gruplarına sahip olması ile tanımlar. Bu grupların insan ruhunda olduğu gibi birbirleriyle uyumlu bir biçimde etkileşimde bulunması gerektiğine inanmıştır. Platon ruh ve devlette de akılsal yanın hakim olmasını savunur.
EK BİLGİLER:
1. Platon, diyaloglarında sadece Sokrates’in ölüme mahkûm edildiği duruşmasını anlattığı Sokrates’in Savunması adlı diyalogların birinde görünür. Platon diyalogda hiçbir şey söylemez ama kendisinin dahil olması olayların olduğu sırada orada bulunduğunu gösteriyor.
2. Platon, Aristoteles’in (MÖ 384-322) hocasıdır.

Habil ile Kabil
Habil ile Kabil, Âdem ile Havva’nın Cennet Bahçesi’nden kovulmalarından sonra dünyaya gelen oğullarıydı. Büyük oğul Kabil, Tevrat’a göre, doğrudan Tanrı’nın elinden çıkmayıp insandan doğan ilk kişiydi. Habil koyun güden bir çobanken, Kabil toprağı işleyen bir çiftçiydi.
Bir gün Tanrı, Habil ile Kabil’den kendisi için bir adakta bulunmalarını ister. Habil, Tanrı’yı mutlu edebilmek için ne tür bir şey adayacağına kafa yorar. En değerli koyunlarından birini kurban etmeye karar verir. Kabil’se kendine en az gereken şeyi düşünür ve Tanrı’ya biraz meyveyle tahıl sunar. Tanrı açık bir şekilde Habil’in adağını tercih eder.
Kabil, kardeşini kıskanarak onu derhal öldürür. Tanrı, Habil’e bakmak için gelip de onu bulamayınca nerede olduğunu Kabil’e sorar. Kabil, “Bilmiyorum. Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye yanıt verir (Yaratılış 4:9).
Tanrı, Kabil’in ne yaptığını fark ettikten sonra onu lanetleyerek cezalandırır: Kabil artık çiftçilik yapamayacak ve hayatının sonuna kadar yeryüzünü dolaşacaktır. Tanrı, karşılaştığı insanların kendisine zarar verebileceğinden endişelenen Kabil’in üzerine koruyucu bir işaret koyar.
Dini ve ahlaki derslerin ötesinde, Habil ve Kabil’in hikâyesi, az bulunan verimli toprakları ürün yetiştirmek için kullananlarla hayvan yetiştirmek için kullananlar arasındaki tarihi çatışmayı da gösterir. Kendisine âşık çiftçi bir tanrı ile çoban bir tanrı arasında seçim yapmaya zorlanan güzel bir tanrıça hakkındaki benzer bir hikâye Sümer kültüründe de karşımıza çıkar.
EK BİLGİLER:
1. Kabil’in taşıdığı işaretin niteliği tarif edilmemiştir. Kimileri bu işaretin kızıl saçlar veya yüzde bulunan bir iz olduğunu öne sürmektedir. Kimileriyse bunun siyah ten olduğunu öne sürer ki bu teori köleliği meşru kılmak için de kullanılmıştır.
2. Bu hikâyenin bazı İslami versiyonlarında Habil’in katledilmeye hiç direnmediği öne sürülür ve Habil bir pasifizm sembolü olarak görülür.

Büyük İskender
Büyük İskender (MÖ 356-323), Yunanistan’ın dağlık bir bölgesindeki bir krallık olan Makedonya’da doğdu ve ünlü Atinalı öğretmen Aristoteles’ten eğitim aldı. Babası Kral II. Philip, Makedonya’nın topraklarını Atina da dahil Yunanistan’ın antik şehir devletlerinin çoğunu alarak genişletmişti. Philip’in bir tiyatroda suikasta kurban gitmesinin ardından İskender yirmi yaşında babasının tahtına geçti.
Kral olarak İskender, hayret verici bir dizi fethe imza atıp, o zamanlar Akdeniz’in çoğunu kapsayan bir imparatorluk yaratarak babasını aşmıştır. Başka hiçbir kral antik dünyada böylesi geniş bir coğrafyada egemenlik kuramamıştır. İskender’in orduları Makedonya’yı üs alarak Yunanistan, Suriye, Mısır, Mezopotamya ve Pers İmparatorluğu’nu istila ettiler. İskender, kral olduktan altı yıl sonra MÖ 330’da Pers kralı Darius’u yendi. En sonunda krallığını Hindistan’a kadar genişletti. Otuz üç yaşında, Babil antik şehrinde öldüğünde hükümranlığı aniden sona ermiş oldu.


İskender’in yarattığı imparatorluk onun ölümünden sonra devlet yöneticileri arasında paylaşıldı fakat Romalılar tarafından işgal edilene dek yüzlerce yıl varlığını sürdürdü. Fethedilen topraklarda İskender ve orduları farklı gelenekleri olan yeni medeniyetlerle karşılaşmışlardı. Yunanlılar, yenilen milletlerin kültürlerini basit bir şekilde yok etmekten ziyade benimsediler ve Helenizm olarak bilinen yeni, melez bir kültür ortaya çıktı. Tarihte ilk kez güneydoğu Avrupa’nın geniş bir kısmı ile Yakındoğu aynı dili konuşup tek bir kültürel altyapıyı paylaştı. Yunanca yüzyıllarca antik dünyada lingua franca, ortak dil oldu, Yeni Ahit kitapları başlangıçta Yunanca yazıldı. Ordularının hareketiyle ortaya çıkan kültürel maya belki de İskender’in modern dünyaya bıraktığı en anlamlı mirastır.
İskender, bugün hâlâ dünyanın ilgisini çekmektedir. Çağdaş tarihçiler onun acımasız komutanlığını, atlara duyduğu sevgiyi ve felsefe çalışmalarını incelemeye devam etmektedirler. Son zamanlarda İskender’in cinsel eğilimleri de merak konusu olmuştur.
EK BİLGİLER:
1. Babasının fetihleri, küçük bir çocukken İskender’in canını sıkıyordu. Plutarch’a göre, genç İskender, kral olduğunda kendisine fethetmek için çok az yer kalacak diye üzülüyordu.
2. Mısır’ı fethettikten sonra İskender, Akdeniz kıyısında kendi ismini verdiği bir düzine şehirden biri olan İskenderiye’yi kurdu. Yunanlılar İskenderiye’de binlerce parşömen barındıran devasa bir kütüphane inşa ettiler. Birkaç yüzyıl sonra kütüphanenin yanmasıyla beraber antik dünyaya ait birçok önemli bilgi de yok oldu.
3. İskender hırslı bir avcıydı. Günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde kalan topraklarda, tek bir av sırasında aralarında aslanlar da olmak üzere 4000 hayvan avladığı söylenir. Antik Yunanlılar hayvanları avlamak için mızrak ve ağ dışında pek az şey kullanırlardı.

Kayıp Cennet
John Milton’ın epik şiiri Kayıp Cennet (1667) İncil’in “Yaratılış” bölümünde de anlatıldığı gibi insanın masumiyetini kaybedişinin uzun ve ayrıntılı bir temsilidir. İngilizce’deki en güzel epik şiir sayılan Milton’ın başyapıtı, yalnızca Batı edebiyatında bir dönüm noktası olması bakımından değil, aynı zamanda Reform’un da etkileyici eserlerinden biri olması bakımından önemlidir.


Kayıp Cennet, vurgulu hecelerin vurgusuz heceleri takip ettiği onlu hece ölçüsüyle yazılmış, uyaksız bir şiirdir. Shakespeare de oyunlarının çoğunu bu şekilde kaleme almış, ama Milton bu yapının olasılıklarını ve uygulamalarını önemli ölçüde genişletmiştir. Aynı zamanda, Homeros ve diğer klasik dönem şairlerinin epiklerinde sıkça kullandıkları uzun, karmaşık bir teşbih türü olan destansı benzetmeden de epeyce faydalanmıştır.
Kayıp Cennet, Şeytan ve diğer düşmüş meleklerin Tanrı’ya karşı gelerek Cennet’teki savaşı kaybetmeleriyle başlar. Ceza olarak Tanrı onları cehenneme gönderir. İntikam arzusuyla yanıp tutuşan Şeytan ve yandaşları, Tanrı’nın yaratırken en çok değer verdiği insanı baştan çıkarmaya karar verirler. Şeytan cehennemden sıvışarak gizlice Cennet’e girer. Kendisini karakurbağası olarak gösteren Şeytan, Âdem ve Havva uyurken Havva’nın kulağına fısıldayarak memnuniyetsizlik tohumları eker. Şeytan’ın planının farkında olan Tanrı, Rafael adlı meleği Âdem’i uyarması için gönderir. Cennet’e geri döndüğü zaman Şeytan, Havva’nın tek başına çalışmak için Âdem’den izin kopardığını görür. Bu kez bir yılan kılığına girip pohpohlama ve kurnazlıkla Havva’yı Tanrı’ya karşı gelip Bilgi Ağacı’nın meyvesini yemesi için ikna eder. Havva’nın bu davranışını öğrenen Âdem çaresizliğe kapılır. Ancak Havva’sız Cennet’te yaşamaktansa Havva’ya katılıp sürülmeyi tercih ederek bilinçli olarak meyveyi yemeye karar verir. Yanlarına gelen Başmelek Mikail’in insanlığı bekleyen kötü talihi Âdem’e göstermesinden sonra, Âdem ile Havva “el ele,” gözyaşları içinde, “dalgın adımlarla ve yavaşça,” cenneti terk ederler.
Kötü adamlar çoğunlukla edebi çalışmaların en ilginç karakterleridir, Kayıp Cennet’te de durum böyledir. Şeytan en karmaşık, gerçekçi ve etkileyici karakterdir. İleri görüşlü, liderlik ve hitabet becerileri sergileyen, ama bu niteliklerini gururu adına, bencilce amaçlar için kullanan bir anti-kahramandır. Ayrıca Şeytan kötülük yaparken bilinçsiz değildir, kendisinin farkındadır, Tanrı’nın onu sürdüğünü bildiğinden eziyet çekmektedir. Sonunda Şeytan trajik bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar ve bu yorum, kimilerinin Milton’ı Şeytan’a çok fazla sempati duymakla suçlanmasına sebep olmuştur.
EK BİLGİLER:
1. Milton, muhtemelen glokom hastalığından kör oldu ve 1654 yılıyla beraber yazılarını asistanına yazdırması gerekti.
2. Kayıp Cennet’ten sonra Milton, Yeni Ahit’te yer alan ve İsa’nın çölde geçirdiği kırk günde Şeytan ile yüzleşmesini anlatan hikâyeyi yeniden yorumlayan Kazanılmış Cennet’i (1671) kaleme aldı.

Milo Venüs’ü
Tüm zamanların en ünlü heykellerinden biri olan Milo Venüs’ü (Venus de Milo), ismini 1820 yılında bir köylü tarafından Milos adlı Yunan adasında bulunmasından alır. Türk yetkililerin el koyduğu eser, nihayet bir Fransız donanma görevlisine satılmıştır. Eser 1821’de XVIII. Louis’ye sunulmuş ve o da eseri halen sergilemekte olan Paris’teki Louvre Müzesi’ne bağışlamıştır.
İki yüz üç santimetre boyundaki heykel, Paros adlı Yunan adasından çıkarılan mermerden yapılmıştır. Teması, Romalıların Venüs olarak bildiği Yunan Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit’tir. Heykelin yakınlarında, elinde bir elma tutan yontma bir kol bulunmuştur. Pek çok bilim insanı bu kolun esasında heykele ait olduğuna inanıyor. Efsaneye göre Truvalı Paris, Venüs’ü dünyadaki en güzel kadın seçerek ona altın bir elma vermiştir.
Heykelin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı pek çok tartışmaya konu olmuştur. Başlangıçta Louvre’daki yetkililer eserin muhtemelen Phidias veya Praxiteles tarafından yapılmış bir klasik dönem (MÖ V. veya IV. yüzyıl) eseri olduğunu açıkladılar. Ancak heykelin üzerinde bulunduğu kaide, heykeltıraşın Antakyalı Alexandros olduğuna işaret eder ve bu koloni daha sonraları, Helenistik dönemde kurulmuştur. Müze yetkilileri nihayet heykelin Helenistik döneme ait olduğunu kabul etmişse de eser hâlâ isimsiz bir sanatçıya ait olarak gösterilmektedir.


Milo Venüs’ü keşfedildiğinden bu yana dünya çapında büyük bir hayranlık uyandırmıştır. İngiliz oyun yazarı Oscar Wilde, heykelin alçı bir kopyasını sipariş eden ve Paris’ten gelen kopyanın kolları olmadığını görünce trenyolu şirketine dava açan bir adamın hikâyesini anlatır. Wilde’ı olaydan daha çok şaşırtansa adamın davayı kazanması olmuştur.
EK BİLGİLER:
1. Bavyera Prensi I. Ludwig, heykelin, 1817’de Milos’ta satın almış olduğu arazide bulunduğu konusunda ısrarcı olmuş ve kendisine verilmesini talep etmiştir.
2. Milo Venüs’ü 1964’te Japonya’da sergilenmiş ve bir buçuk milyondan fazla ziyaretçi, yürüyen bir platform üzerinden heykeli seyretmiştir.

Sera Etkisi
Sera etkisi ifadesi farklı iki bilimsel olguyu tanımlamak için kullanılabilir. İlki, atmosferin ısının uzaya dönmesini engellemesine olanak tanıyan tamamıyla doğal bir süreçtir. Bu, yeryüzündeki ortalama yüzey sıcaklığının 15,5 santigrat gibi elverişli bir derecede kalmasını sağlayan mekanizmadır.
Güneş enerjisi gezegenin yüzeyine eriştiğinde bir kısmı emilir ve yeri ısıtır, bir kısmı ise uzaya geri yansır. Topluca sera gazları olarak bilinen atmosferdeki su buharı, karbondioksit, metan ve diğer gazlar, yansıyan enerjinin bir kısmını seralardaki cam panellerin yaptığı gibi içeride tutar. Sera etkisi olmasaydı yeryüzü o kadar soğuk olurdu ki üzerinde yaşam mümkün olmazdı.
Sera etkisi ifadesi, sera gazlarında geçen yüzyıl boyunca görülen ve küresel ısınmaya muhtemelen katkısı olan artış için de kullanılır. Ulusal Bilimler Akademisi’ne göre, yeryüzünün yüzey sıcaklığı son yüzyıl içinde özellikle 1980’den itibaren bariz denebilecek bir artış göstererek bir derece yükseldi. 1998 yılı en sıcak yıl olarak kayıtlara geçti. Aynı dönemde, ısıyı tuttukları kanıtlanmış olan sera gazları inanılmaz bir şekilde arttı. Atmosferdeki karbondioksit oranı Sanayi Devrimi öncesinden bu yana % 30 oranında artış göstermiş ve metan seviyesi iki katından fazlasına çıkmıştır.
Belki de en önemlisi, atmosferde artık daha fazla su olmasıdır. Kutuptaki buz kütleleri eridiği için deniz seviyesi on ila yirmi santim arasında yükselmiş, dünya genelinde yağış miktarı % 1 oranında artmıştır. Bu bir kısırdöngü yaratabilir. Atmosferde daha fazla su olması yüzeyde daha fazla ısının tutulması demektir. Yüzey daha çok ısındıkça buz kütleleri daha hızlı eriyecek, okyanuslardaki su miktarıyla beraber atmosferdeki su buharı miktarı da artacak ve bu da yüzeyin daha da sıcak olması, buz kütlelerinin daha da hızlı erimesi anlamına gelecektir.
EK BİLGİLER:
1. Çevre Koruma Kurumu’ndan bilim insanları, küresel yüzey sıcaklığının gelecek elli yılda yarım ila iki buçuk santigrat derece arasında bir yükseliş göstereceğini, deniz seviyesinin de ABD kıyıları boyunca 61 santim yükseleceğini öngörüyorlar.
2. NASA’dan gelen son raporlar, yazları görülen erime oranlarına bakılırsa kutuplarda bu yüzyılın sonunda hiç buz kalmayabileceğini ortaya koyuyor.
3. Venüs’ün karbondioksit yüklü atmosferi aşırı bir sera etkisi yaratır ve Venüs’ün yüzeyini, kurşunu eritecek kadar ısınmasına yol açan bir sıcaklık artışı döngüsüne sokar. Mars’ın ise atmosferi neredeyse yoktur ve bu yüzden sera etkisine de maruz kalmaz. Fazlasıyla soğuk oluşunun sebebi de kısmen budur.
4. Sera etkisi Joseph Fourier tarafından 1824 yılında keşfedilmiştir.

Ortaçağ/Erken Dönem Kilise Müziği
Bilinen ilk yazılı müzik örneği günümüze ortaçağdan (400-1400’ler) kalmıştır. Aşai Rabbani Ayini sırasında keşişler tarafından söylenen, Gregoryen ilahileri olarak da bilinen kilise müziği formundadırlar. Bu ayinde, Tanrı ve insan arasında ruhani bir bağlantı kurulması amacıyla, İsa’nın Son Akşam Yemeği törensel olarak yeniden canlandırılır.
Ayin, iki kısma ayrılır: sabit ve değişken. Sabit kısım metinleri hiç değişmeyen ve her ayinde okunan altı Latince duadan (Kyrie Eleison, Gloria in Excelsis, Credo, Sanctus, Agnus Dei ve Ite missa est) oluşur. Introit, Gradual, Offertory ve Communion’ı da kapsayan değişken kısmın dua metinleri ise mevsimsel törenlere ve yerel geleneklere göre değişir. Ortaçağ müzisyenleri Gregoryen melodilerini sözlü olarak aktarmış, melodik formülleri bir araya getirerek yenilerini yaratmışlardır.
Çoğu ortaçağ müziği tek bir melodik çizgisi olan teksesli müziktir. Ama 10. yüzyıl civarında bazı müzisyenler, organum denen, genelde dördüncü ve beşinci aralıkların ayrı seslendirildiği iki paralel melodi çizgisi olan çoksesli besteler yapmaya başladılar. İki yüzyıl sonra, Paris’teki Notre Dame Katedrali’nde müzik şefleri olan Léonin ve Perotin, birbirine paralel olmayan, bağımsız dört müzik çizgisine kadar çıkan çeşitli organumlar bestelediler.
13. yüzyılda karmaşık bir çoksesli form olan motet ortaya çıktı. Latince bir cantus firmusa, yani temel, sabit bir melodi çizgisine Fransızca, Latince veya her iki dilde söylenen pek çok tamamlayıcı parçanın eklenmesiyle oluşuyordu. Guillaume de Machaut motet formunun ilk ustalarındandır ve 14. yüzyılda Aşai Rabbani Ayini’nin sabit kısmı için ilk defa baştan sona çoksesli beste yapan kişi olmuştur.
EK BİLGİLER:
1. Bu dönemde Güney Fransa’da troubadour denen aristokrat şairler, aşk ve savaş üzerine, dini nitelik taşımayan şarkılar bestelemekteydiler. Jongleur, yani halk ozanı olarak anılan seyyah müzisyenler de bir kraliyet sarayından diğerine geçip, kendilerine ve troubadourlara ait şarkılar söylerlerdi. Günümüzde bir şehirden diğer bir şehre seyahat eden müzisyenlere de troubadour dendiği olur.
2. Benedictine Monks of Santa Domingo de Silos, 1990’ların ortalarında, ortaçağdan bu yana ilk kez (çoğunlukla new age dinleyicilerinin gözünde) kilise müziğini popülerleştiren Chant adlı iki CD’lik bir seri çıkardı.
3. Hildegard von Bingen (1098-1179), bilinen ilk kadın bestecidir. Bir başrahibe ve bir mistik olan Bingen, Katolik kilisesi için hemen hemen tamamı kadın vokallere yönelik teksesli birçok eser bestelemiştir. Aynı zamanda Ordo virtutum adında bir dini piyes de yazmıştır. Katolik kilisesi tarafından kutsanmış, fakat azize ilan edilmemiştir.

Formlar (İdealar)
Dünyadaki tüm güzel şeyleri gözlerinizin önüne getirin. Herhangi bir ortak noktaları var mı? Hepsinin güzel olduğu gerçeğini ne açıklar? Platon’a (MÖ 427-347) göre her iki soruya da verilecek cevap, güzellik diye bir form veya bir idea olduğu ve güzel şeylerin o formla bir ilişkisi olduğundan ötürü güzel olduğudur. Platon, sadece güzellik formunun değil, aynı şekilde işlev gören pek çok formun var olduğuna inanıyordu. Dünyadaki bütün kızıl şeylerin nedeni olan kızıllık formu, dünyadaki bütün iyiliklerin nedeni olan iyilik formu vardır. Ve bu böyle devam eder.
Güzellik gibi Platon felsefesine ait formlar zamansız ve değişmezdir. Ayrıca, güzellik formunun kendisi de güzeldir. Güzel olmaktan başka özelliği yoktur ve sınırsız, koşulsuz bir güzelliğe sahiptir. Diğer güzel şeylerinse ölçü ve şekil gibi ekstra özellikleri vardır ve sınırlı bir güzelliğe sahiptirler. Ayrı ayrı tüm güzel şeyler, güzellikten pay aldıkları için güzeldir. Platon, bir formdan pay almayı kusurlu bir taklit olarak görüyordu. Dolayısıyla, ayrı ayrı tüm güzel şeyler güzelliği taklit eder, ama sadece bir noktaya kadar.
Platon için formlar, örneğin; güzellik gibi, zamansız ve değişmezdir. Üstelik güzellik formunun kendisi de güzeldir. Güzel olmaktan başka bir özelliğe sahip değildir ve sınırsız ve mutlak bir biçimde güzeldir. Diğer güzel şeyler büyüklük ve şekil gibi ek özelliklere sahiptirler ve sadece sınırlı bir derecede güzeldirler. Tek tek tüm güzel şeyler güzellik formundan pay aldıkları için güzeldirler. Platon bir formdan pay almayı kusurlu bir taklit olarak görüyordu. Dolayısıyla tek tek güzel olan şeyler güzelliği taklit eder ancak sadece bir noktaya kadar.
Platon, ruhlarımızın bedenlerimizden çok daha uzun zamandır var olduklarına ve bedenlerimizin ortaya çıkışından önce cennette formlarla doğrudan karşılaştıklarına inanıyordu. Gerçek bilgi formların bilgisidir, ama formların bilgisi duyularla elde edilemez, çünkü her şeyden öte formlar fiziki dünyada değillerdir. Bu nedenle formlara dair bilgimiz, yani gerçek bilgimiz, cennette formlarla ilk karşılaşmamızın hatırası olmalıdır. Bu yüzden, öğrenme sandığımız şey aslında sadece hatırlamadır.
EK BİLGİLER:
1. Platon, formlar kuramını, hocası Sokrates’in son saatlerini anlattığı Phaedo diyalogunda sunar. Bu kuram Sokrates tarafından dile getirilir ama pek çok araştırmacı bunun Sokrates’in değil, Platon’un görüşü olduğunu düşünür.
2. Sokrates, Meno diyalogunda eğitimsiz bir kölenin Öklid’in bir ispatını anlayabileceğini göstererek hatırlayarak öğrenme kuramını savunur.

İbrahim, İshak ve Yakup
İbrahim, tektanrıcı dinlerin atası olarak görülür. Oğulları İshak (Sara’dan), İsmail (Hacer’den) ve onların neslinden gelenlerin Musevilik ile İslam’ı kurduğuna inanılır.
Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde anlatılanlara göre, İbrahim, Ur’da yaşayan ve o zamanlar Abram olarak anılan genç bir adamken, Tanrı ona görünür ve Kenan ülkesine doğru seyahat etmesini buyurur. Yaşı ilerleyince, İbrahim hiç çocuğu olmayacağı endişesine kapılır. Sonraları Sara olarak anılan eşi Sarai, kısır gibi görünmektedir. O nedenle Sarai, cariyesi Hacer ile İbrahim’in birlikte olmasına izin verir. Hacer, İbrahim’in ilk oğlu İsmail’i doğurur. Bunun üzerine Sarai, kızgınlık ve kıskançlığından, Abram’a Hacer ile İsmail’i kovdurur.
Sonrasında Tanrı, Abram ile bir anlaşma yapar. Hizmeti ve sadakati karşılığında, Tanrı ona Sarai’den bir oğul verecek ve ondan büyük bir ırk doğacaktır. Kenan ülkesi de onların olacaktır. Bu anlaşmanın bir göstergesi olarak, Abram doksan dokuz yaşındayken adını İbrahim olarak, Sarai de Sara olarak değiştirir. İbrahim sünnet olur ve gelecekteki oğullarının da sünnet olacağına dair söz verir.
Sara, İbrahim’in Tanrı’ya verdiği sözü yerine getiren İshak’ı doğurur. İshak genç bir adam olduğu zaman, Tanrı, İbrahim’den onu kurban etmesini ister. İbrahim mutlak bağlılığıyla bunu yapmayı kabul eder. Ancak tam da oğlunu öldürecekken bir melek gelip onu durdurur. Bu, Tevrat’ta inancın en büyük örneklerinden biri olarak gösterilmektedir.
İshak, Rebeka ile evlenir ve ikizleri olur. Rebeka’nın gözdesi, sonradan İsrail adını alan, ikinci doğan çocuğu Yakup’tur. Yakup’un on iki oğlu olur ve oğulları ileride İsrail’in on iki kabilesini kurup İsrailoğulları olarak bilinen halkı ortaya çıkarır. Yakup’un ilk eşi Leah’dan Ruben, Simon, Levi, Yahuda, İssakar ve Zevulun isimli oğulları olur. Leah’nın bir cariyesinden de Gad ve Aşer isimli oğulları olur. En gözde eşi Raşel’den ise Yakup’un en sevdiği oğlu Yusuf ile Benyamin doğar. Raşel’in bir cariyesinden de Dan ve Naftali isimli oğulları doğar.
EK BİLGİLER:
1. İslamiyet’e göre Müslümanlar İsmail’in soyundan gelir. İbrahim’in ilk doğan oğlu esasında İsmail olduğundan; Müslümanlar, İbrahim ile Tanrı arasındaki akdin gerçek mirasçıları olduklarını iddia ederler. İbrahim’in önemli bir peygamber olduğuna ve neredeyse kurban edilecek olanın İsmail olduğuna inanırlar.
2. Hıristiyanlık inancında, İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye hazır oluşu ile Tanrı’nın kendi oğlu İsa’yı kurban edişi arasında paralellikler kurulur.

Jül Sezar
Jül Sezar (MÖ100-44), MÖ I. yüzyılda şimdiki Fransa, Belçika ve Batı Almanya’yı işgal ederek şöhreti yakalayan Romalı bir generaldi. Pompey tarafından idare edilen Roma Senatosu’nu büyüyen popülaritesiyle tehdit etmeye başlayınca, Sezar’a ordusunu dağıtması emredildi. Sezar bunu reddetti. Birlikleriyle Rubicon Irmağı’nı geçerek Capitol’e yürüdü ve artık geri dönemeyeceği bu kader anından sonra bir iç savaş başladı. Düşmanlarını Avrupa üzerinden Pompey’in öldürüldüğü Mısır’a dek kovaladı. Mısır’dan ayrılmadan önce Sezar, Kleopatra’ya âşık olarak onu kraliçe ilan etti. Roma’ya döndüğünde de toprakları bir diktatör gibi yönetti. Sezar, en iyi arkadaşı Brutus’un da karıştığı bir komployla MÖ 44 yılında Roma takvimine göre 15 Mart’ta öldürüldü.
Sezar’la ilgili sayısız efsane bulunmaktadır. Daha yirmili yaşlarındayken Doğu Akdeniz’de korsanlar tarafından esir alınmıştır. Adamları tarafından fidye karşılığında kurtarıldıktan sonra, yerli liderlerden küçük bir ordu toplamış, korsanların yerini saptamış ve hepsini çarmıha gererek öldürmüştür.


Sezar yıllar sonra, MÖ 62’de, Roma’daki siyasi basamakları tek tek tırmanırken bir skandal patlak verdi. Publius Clodius isimli bir soylunun, erkeklerin katılmasının yasak olduğu dini bir ritüelde bulunduğu ortaya çıktı. Ritüel Sezar’ın evinde yapılmıştı ve sonradan, Clodius’un Sezar’ın eşi Pompeia’yla aşk yaşadığı için orada bulunduğu dedikoduları etrafa yayıldı. Sezar, dedikoduların doğru olmadığını biliyor ve böyle de söylüyordu. Ancak hiçbir şeyin Sezar’ın karısı ve ailesini şüphe altında bırakmaması gerektiği gerekçesiyle karısını boşadı.
Sezar, Pompey’e karşı yürüttüğü iç savaşın tam ortasında Senato tarafından diktatör ilan edildi. Bu bir kriz dönemiydi ve liderin olağanüstü hallerde belirleyici kararlar verebilmesi gerektiği düşünülüyordu. Fakat olağanüstü hal hiç bitmedi, cumhuriyet yeniden kurulamadı.
Sezar ülkeyi bir diktatör olarak yönetti ama (artık kendi taraftarlarını doldurduğu) Senato’ya danışıyor ve cumhuriyetin geleneklerine saygı gösteriyormuş gibi görünmeye çoğunlukla dikkat etti. Ancak yaşamının son yıllarında tedbiri elden bırakarak Asyalı tebaasının kendine bir tanrı gibi tapınmasına izin verdi ve paralara resmini bastırdı. Henüz hayatta olan bir Romalı ilk kez bu kadar onurlandırılıyordu. Resmini taşıyan paraların üzerinde “Ölümsüz Diktatör” yazıyordu. Bu gereksiz yüceltmelerin, Sezar’ın iktidardan düşürülerek öldürülmesiyle sonuçlanan kini alevlendirdiği düşünülüyor.
EK BİLGİ:
1. Asya’ya düzenlediği başarılı bir askeri seferden sonra Sezar ünlü sözünü söylemiştir: “Veni, vidi, vici” (Geldim, gördüm, yendim.)

Homeros
Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında anlattığı hikâyeler Batı kültürüne öyle işlemiştir ki günümüzde bile onlarla karşılaşmamak imkânsızdır. Truva atından kikloplara, yani tek gözlü canavarlara, Akhilleus’un topuğundan sirenlerin şarkılarına, her iki epik eserin unsurları da yazılmalarından neredeyse üç bin yıl sonra edebiyatımızın ve gündelik dilimizin temel taşları olarak varlıklarını sürdürmektedir.
İlyada ile Odysseia, iki epik şiirdir. Bu uzun, Yunanca manzumeler, yazıya dökülmeden önce muhtemelen ezberden okunmuş veya şarkı gibi söylenmiş, nesilden nesle sözlü olarak aktarılmıştır. Bu süreçte Homeros’un tam olarak nasıl bir rol oynadığı gizemini korumakta, gerçekte yaşamış olup olmadığıyla ilgili tartışmalar hâlâ sürmektedir. Her halükârda, bilginler her iki eserin de MÖ VIII. yüzyıl civarında, bugün Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde kalan fakat o zamanlar antik Yunan sınırları içerisinde bulunan İyonya’da ortaya çıktığına inanmaktadır.


İlyada, Akhalar (Yunanistan) ile Truvalılar arasında gerçekleşen Truva Savaşı’nda Akhiellus, Agamemnon ve diğer kahramanların başlarından geçenleri anlatır. Efsaneye göre savaş, Truva Prensi Paris’in, dünyanın en güzel kadını olan Spartalı Helen’i kaçırması ve onu eşi yapmak üzere Truva’ya götürmesiyle başlar. İlyada ise savaşın ilk dokuz yılından sonra başlar ve Akhalardan Akhiellus’un öfkesine odaklanarak, kahramanın gösterdiği ölümcül hatalarla kahramanlıkları bir arada ele alır. Yol boyunca Homeros, şiiri haklı olarak ünlü kılan “gül parmaklı şafak,” “şarap karası deniz” gibi çağrışımlara dayalı tasvirleri de anlatımına dahil eder.
İlyada’nın devamı olan Odysseia, Yunanlı kahraman Odysseus’un evine dönüp eşi Penelope’ye kavuşmak için denize açıldığında atlattığı badireleri anlatır. Odysseus’un yolculuğu on sene sürer. Çünkü Poseidon’u öfkelendirmiştir ve deniz tanrısı bu yolculuğu aksatmak için elinden gelen her şeyi yapar. Zekâsının ve Tanrıça Athena’nın yardımıyla Odysseus en sonunda İthaka’ya dönmeyi başarır ve kendisine sadık kalan eşine evlilik teklifleriyle yanaşan talipleri dağıtır.
İlyada ile Odysseia’nın, yazarlarına dair ayrıntılar bilinmemekle birlikte, antik Yunan’da gündelik hayat üzerinde inanılmaz kültürel ve işlevsel etkileri oldu. O zamanlarda epik şiirleri baştan sona ezberlemek yaygındı. Yunanistan’ın altın çağı MÖ 100’lerde son bulmuşsa da, Homeros’un eserleri kalıcı oldu ve Virgil’in Aeneid’i gibi antik Roma epiklerine de ilham verdi.
EK BİLGİLER:
1. Uzun yıllar Truva Savaşı’nın sadece bir efsane olduğuna inanılmasına rağmen, 1800’lerin sonlarında Türkiye’de yapılan arkeolojik kazılar, savaşın tarihi temelleri olabileceğini ortaya koydu.
2. Truvalı Helen’i “binlerce gemiyi yola çıkaran yüz” olarak betimleyen ünlü ifade İlyada’da değil, Christopher Marlowe’un ünlü oyunu Dr. Faustus’ta (1604) geçmektedir.

Ayasofya
Ayasofya, Konstantinopolis’te, yani bugünkü İstanbul’da İmparator Jüstinyen’in kişisel gözetimi altında bir Hıristiyan katedrali olarak inşa edildi. Kilisenin takdis töreninde Bizans hükümdarının, Eski Ahit’e göre Kudüs’teki ünlü Yahudi tapınağını yaptıran Kral Süleyman’ı geçtiğini iddia ettiği söylenir.
Ayasofya’nın Doğu’nun gizemciliği ile Roma imparatorluk mimarisinin Panteon örneğindeki gibi iddialı ölçülerini birleştirdiği sıklıkla söylenir. 532 ile 537 yılları arasında inşa edilen bu şaheser, mimardan ziyade matematikçi olan Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius tarafından tasarlandı. Kilisenin kubbesi 55 metre yüksekliğindedir ve dört pandantifle, yani yarımkürenin ağırlığını dört paye üzerine eşit olarak dağıtan dört adet üçgen parçayla desteklenmiştir. Kubbenin temelindeki kırk pencere içeri ışık girmesine izin verir ve kubbeyi ağırlığı yokmuş gibi, aşağıda ibadet edenlerin üzerinde süzülüyormuş gibi gösterir. Kilise başlangıçta altın mozaiklerle ve dekoratif motiflerle süslenmişti. Sonradan gelen hükümdarlar, kutsal şahsiyetlerin birçok resmini ekletti.


Yunanca “kutsal bilgeliğin kilisesi” anlamına gelen Ayasofya, yıllarca depremlerden önemli ölçüde zarar gördü. Başlangıçta Bizans imparatorunun şahsi kilisesi olan Ayasofya, Osmanlıların Konstantinopolis’i 1453 yılında işgal etmesinden sonra camiye dönüştürüldü. İnsan resimlerinin İslamiyet tarafından yasaklanmasından dolayı figüratif mozaiklerin üzeri alçıyla kapatıldı. Bugün hâlâ bina içinde görülebilen kaligrafik süslemelerin yanı sıra yapıya dört tane de minare eklendi. 1936’da Mustafa Kemal Atatürk döneminde bina ibadethane olmaktan çıkarıldı ve modern İstanbul’un en fazla turist çeken yerlerinden biri olan Ayasofya Müzesi’ne dönüştürüldü.
1993 yılında UNESCO, Ayasofya’yı en büyük tehlike altındaki tarihi alanlar listesine aldı. O zamandan beri binanın temeli güçlendirildi ve eski mozaiklerden çok daha fazlası gün ışığına çıkarıldı.
EK BİLGİLER:
1. Ayasofya, VI. yüzyılın ortalarında Mimarlık Üzerine başlıklı bilimsel bir Bizans eserinde Procopius tarafından en ince ayrıntısına kadar anlatılmıştır.
2. Heliopolis’teki bir Mısır tapınağından Romalılar tarafından alınan porfir sütunlar, Konstantinopolis’e getirilerek Ayasofya’nın inşasında kullanılmıştır.
3. Kilise, 1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi sırasında yağmalanmıştır.

Kara Delikler
Devasa bir yıldızın sönmesiyle bir kara delik ortaya çıkabilir. Sönmekte olan yıldız içe çöker, giderek küçülür, yoğunlaşır ve nihayet çapı olmayan, yoğunluğu sonsuz bir nokta haline gelir. Tekillik olarak adlandırılan bu nokta o kadar yoğundur ki yakınlarından geçen ışık ışınları onun yerçekiminden kaçamaz. Yıldızın çevresindeki her şey karalığın içine çekilir.
Uzaya gönderilen bir roketin, Dünya’nın yerçekiminden kaçabilmesi için yeteri kadar hızlı yol alması gerekir. Eğer uygun kaçış hızına ulaşamazsa, o zaman yere geri döner. Bir kara deliğin çekim gücü o kadar güçlüdür ki, kaçış hızı ışık hızından fazla olmalıdır. Bu nedenle hiçbir şey ondan kaçamaz, çünkü hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz. Tekilliği çevreleyen, kaçış hızının ışık hızına eşit olduğu kuşak olay ufku olarak adlandırılır. Olay ufkunun içine düşen her şey tekilliğe çekilir.
Elbette tüm bunlar kuramsaldır. Gerçekte kara delikleri göremeyiz çünkü etrafa ışık yaymazlar. Onların var olduklarını biliriz, çünkü uzaydaki diğer nesneler onların kütleleriyle etkileşim halindedir. Kara bir merkezin etrafında dönen birçok yıldızın varlığı tam ortada bir kara delik olabileceğine işaret eder. Aynı zamanda kara delikler o kadar yoğundurlar ki ışığı bükebilirler. Bunun bir sonucu olarak da yeryüzündeki bilim insanları bazen aynı yıldızın birden çok görüntüsünü yakalayabilirler. Bu durumda, bizimle yıldız arasında bir yerlerde bir kara delik olduğu sonucunu çıkarırlar.
Kara delikler fizikçiler için bir çelişki oluşturur. Bu oluşumlar, enerjinin yaratılamayacağını ve yok edilemeyeceğini ifade eden kuantum yasasına meydan okuyor gibi. Görünüşe bakılırsa, bir kara deliğin merkezine doğru çekilen ışık, sonsuz küçüklükteki bir alana sıkıştığından yok oluyor. Ama eğer ışık bir şekilde korunmuşsa, daha sonra kaçabilir mi? Kara deliğin ters yöne dönmesi mümkün müdür? Bunlar astrofiziğin halen cevaplanamamış sorularıdır.
EK BİLGİLER:
1. Kara deliklerin evrendeki tüm enerjiyi emeceğine inanmak için hiçbir sebep yoktur. Sadece olay ufkundan geçen nesneleri içlerine çekmektedirler.
2. Albert Einstein bir keresinde, Kuantum mekaniğinin prensiplerini reddederek, “Tanrı, evrenle zar atmaz,” demiştir. Çağdaş kuramsal fizikçi Stephen Hawking de kara deliklere atıfta bulunarak, “Tanrı sadece zar atmaz. Bazen onları görülemeyecekleri yerlere atar,” demiştir.
3. Eğer bir kara deliğin olay ufkundan geçecek olsaydınız, dışarıdaki bir gözlemciye, giderek daha da yavaş hareket ediyor ve ufka asla erişemiyorsunuz gibi görünürdü. Yanılsama, kara deliklerin sonsuz çekim gücünden kaynaklanır. Yaydığınız ışığı çekerler ki bu da ışığın dışarıdaki gözlemciye çok daha uzun sürede ulaşması anlamına gelir. Ama kendi bakış açınızdan olay ufkunu geçtiğinizi görürsünüz ve tekillikte ölümle karşılaşana dek başka hiçbir şey yaşanmaz.

Enstrümanlar ve Orkestralar
Batı’nın sanat müziğini veya klasik müziği çoğunlukla farklı kılan, müziğin teknik yönlerinden ziyade belirli türden enstrümanların bir arada çıkardığı seslerdir. Bir yaylı çalgılar dörtlüsünün veya bir orkestranın ses rengi veya tınısı, müziğin bu çeşidini çağdaş rock veya pop müzikten ayıran şeyin büyük kısmını oluşturur.
İnsan sesi dışında, müzikal enstrümanlar beş kategoride toplanır: parmakla veya yayla çalınan yaylılar; bir ağızlık, dil veya delik içerisinden hava üfleyerek çalınan üflemeliler; genelde baget veya tokmakla çalınan vurmalı çalgılar; klavyeliler ve yirminci yüzyılda çıkan elektronik enstrümanlar.
1750’lere gelindiğinde barok orkestra kurulmuştu: flütler, obualar, fagotlar, kornolar ve trompetleri kapsayan bir üflemeli çalgılar bölümü; timpani (orkestra davulu); continuo (sıklıkla, akor basan klavyeli bir enstrüman ve baslarda ona destek veren bir çellodan oluşur) ve bir yaylı çalgılar bölümünden oluşuyordu. Keman sesi barok dönemin karmaşık melodilerinin baskın sesiydi. Keman, atası olan ortaçağ kemanının ardından, 16. yüzyılın ilk yarısında Kuzey İtalya’da nihai şekliyle ortaya çıkmıştır.
Klasik dönemin gelişiyle üflemeli çalgılar orkestranın armonik dokusunu tamamlamak için giderek daha çok kullanılmaya başlandı. Franz Joseph Haydn ve Wolfgang Amadeus Mozart’ın daha büyük senfonileri, genellikle, tahta üflemeli ve pirinç enstrümanların her birinden ikişer tane, ayrıca da timpani ve yaylılar için yazılmıştır.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Hector Berlioz gibi besteciler arpların yanı sıra İngiliz kornosu, alto klarnet ve çeşitli vurmalı çalgılar gibi yeni enstrümanların da dahil olduğu daha büyük orkestralar için beste yapıyorlardı.
19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Richard Wagner, Gustav Mahler ve Arnold Schoenberg gibi besteciler bazen müzisyen sayısı yüzü bulan çok büyük orkestralar için parçalar besteliyordu. Daha sonraki besteciler, caz ve popüler müzikte kullanılan saksafon, synthesizer ve diğer bazı elektronik enstrümanları da eserlerine dahil ettiler.
EK BİLGİLER:
1. Müziğin erken dönemlerinde besteciler baştan sonra tüm parçalarını hangi enstrümanlarla çalınacağını belirtmeden yazardı. Parçanın hangi kısmının hangi enstrümanla çalınması gerektiğine dair öneriler ilk olarak Claudio Monteverdi’nin 1607 tarihli operası Orfeo’nun partisyonunda yer almıştır.
2. Piyano ismi “pianoforte” sözcüğünden gelir, çünkü bir piyano hem piano (yumuşak) hem de forte (güçlü) ses verir. Piyano, Kuzey İtalya’da, 1700 yılları civarında klavsen yapımcısı Bartolomeo Cristofori tarafından geliştirilmiştir.

Platon’un Mağara Benzetmesi
“İnsanları, ışığa açılan uzun bir girişi olan, yeraltı mağarası gibi bir yerdelermiş gibi düşün. Çocukluklarından beri oradalar, kıpırdamasınlar diye ayakları ve boyunları zincire vurulmuş, zincirleri yüzünden etraflarına bakmak için başlarını bile döndüremiyorlar ve sadece önlerini görebiliyorlar…”

    -Platon, Devlet
Platon, kendi felsefi görüşlerini desteklemek için yazılarında gerçek yaşamdaki hocası Sokrates karakterini kullanır. Devlet, Sokrates ve öğrencileri arasında gelişen bir diyalog şeklinde yazılmıştır.
Devlet’ten alınan bu ünlü paragrafta Sokrates, bir mağarada kapana kısılmış insanların, sadece nesnelerin duvara yansıyan gölgelerini görebildiği bir senaryo tarif eder. Bu insanlar, arkalarında bir ateş yanarken ileri doğru bakmaya zorlanırlar. İnsanlar, ateşin önüne tutulan nesneler ve yansıyan görüntülerini bir tutarlar. Örneğin, mağaradaki insanlar bir kitap gördüklerini sanabilirler, ama gördükleri sadece arkalarındaki ateşin önünde duran birinin elindeki kitabın gölgesidir.
Bir insan nesnelerin doğasını bizzat görmek için mağaradan kurtulduğunda mağaradan ilk başta güneşin parlaklığından gözleri acır ve fiziki nesnelerden dolayı kafası karışır. Ancak sonunda dünyanın gerçek doğasını anladığını da sadece gölgelerden haberdar olan kitlelere acır. Elbette, Sokrates’in mağarasındaki insanlar gerçeği öğrenmeye direnç gösterirler ve mağaradan kurtulan arkadaşları onlara gerçeği anlatmaya çabaladığında onun deli olduğunu düşünürler.
Bu alegoride mağarada kapana kısılmış insanlar dünyadaki cahil kitleleri temsil eder. Onlar sadece fiziki duyularımızla farkına varılabilen nesne, görüntü ve seslerin suretlerini görebilirler. Nesnelerin gerçek doğasını bizzat görmek için mağaradan kaçıp kurtulan kişi filozoftur. Filozoflar akıllarını kullanarak evrenin esas temeli olan soyut, değişmez gerçekleri yani formları, kavrayabilirler. Mağaradan kurtulan filozof, nesnelerin gerçek doğasını bilir.
Devlet nihayetinde adalet sorunsalıyla ilgilidir. Platon, adaleti kurmak için kişinin neyin iyi olduğunu bilmesi gerektiğine inanır. Bu yüzden, iyinin formunu anlayan filozoflar kral olup yönetime geçmelidir. Toplumun geri kalanı bu yöneticilerin taleplerini yerine getirmek için örgütlenmelidir.
EK BİLGİLER:
1. Platon, MÖ 427 yılı civarında Atina’da doğdu.
2. Platon, filozof kralları “guardians”(koruyucu, bekçi) olarak adlandırmıştı.

Sara
Sara, İbrahim’in eşi ve Yahudilerin anasıdır.
Sara o kadar güzeldir ki, İbrahim, bir kıtlık yüzünden beraber Mısır’a kaçtıklarında eşinin güzelliğinden ötürü emniyetlerinden endişe etmeye başlar. Firavun’un onu öldürüp Sara’yı eşi olarak alacağından şüphelenen İbrahim, Sara’ya kardeşiymiş gibi davranır. Firavun, Sara’yı alır ama İbrahim’e dokunmayıp karşılığında ona sayısız hediye verir. Tanrı daha sonra Firavun’u cezalandırarak Sara ile İbrahim’in Mısır’dan kaçmalarına izin verir.
Güzel olmasına rağmen Sara kısırdır ve İbrahim’e bir çocuk veremez. Dolayısıyla, âdet olduğu üzere, cariyesi Hacer’i İbrahim’e verir çünkü İbrahim ancak bu şekilde soyunu devam ettirebilecektir. Hacer, İbrahim’in ilk oğlu olan İsmail’i doğurur.
Doğumdan sonra Sara’nın Hacer’le olan ilişkisi bozulur. Hacer artık Sara’ya saygı duymaz ve Sara da kıskançlığa kapılır. Sonunda Sara, İbrahim’den Hacer’le oğlunu kovmasını ister. Yahudi geleneğine göre Sara’nın İbrahim’e nazaran daha kuvvetli sezgileri olduğundan, İbrahim onun bu isteğine boyun eğer.
Tanrı, Sara doksan yaşına gelince İbrahim’e nihayet karısının ona bir çocuk verebileceğini söyler ve İbrahim’i güldürür. Tanrı ısrar ederken Sara tesadüfen konuşmayı duyar ve o da buna güler. Ama sonra, Tanrı’dan şüphe duyduğu için utanıp inancını beyan eder. Bir yıl sonra da, ileride İsrail’in on iki kabilesinin atası olacak İshak’ı doğurur.
Neredeyse kırk yıl sonra, Sara yüz yirmi yedi yaşındayken El Halil’de ölür. Bazı yazılarda Sara’nın ölümünün İbrahim’in İshak’ı neredeyse kurban edecek olmasıyla ilgili olduğu belirtilir. Bir hikâyede Şeytan, Sara’ya İbrahim’in İshak’ı öldürdüğünü söyler. Sara, İshak’ın yaşadığını öğrenince sevinçten ölür.
EK BİLGİLER:
1. Sara, eşi İbrahim ile El Halil’deki Makpela Mağarası’na gömülmüştür. Oğulları İshak ve eşi ile torunları Yakup ve ilk eşi Lea da oraya gömülmüştür.
2. Yahudiliğin ata ve analarından sadece Yakup’un ikinci eşi Raşel, El Halil’de gömülmeyip Beytüllahim’de gömülmüştür.

Rosetta Taşı
1799’da Napolyon’un ordusundaki Fransız askerleri Mısır’daki İskenderiye şehri yakınlarında kumların içine gömülmüş, gizemli siyah bir kaya keşfettiler. Kayanın üzerine üç antik dilde yazılar yazılmıştı. Kayadaki ilk yazı Yunancaydı. Bilim insanları bu yazının, Mısır’ın Büyük İskender tarafından kurulan Yunan İmparatorluğu’na bağlı olduğu zamanlardan, yani aşağı yukarı MÖ 196’dan kaldığını belirlediler. Siyah kayanın üzerindeki diğer iki yazıtsa Mısırlıların geleneksel yazısı olan hiyerogliflerin farklı iki versiyonudur.
Mısır binlerce yıl boyunca antik dünyanın en büyük imparatorluklarından biri oldu. Firavun olarak bilinen krallar tarafından yönetilen Mısırlılar, büyük piramitlerle sfenks gibi devasa anıtlar ortaya çıkardılar. Bugünkü Sudan’dan Suriye’ye kadar uzanan topraklar Mısır ordularının kontrolü altındaydı. Firavunlar kendileri için bayındır şehirler ve görkemli mezarlar inşa ettirdiler.
Ama Rosetta Taşı’nın keşfedilmesinden önce, tarihçiler ve arkeologlar Mısırlı kâtiplerin bıraktığı çok sayıdaki yazılı kaydı asırlar boyu okuyamadılar. Kâtipler, en donanımlı modern bilginlere bile anlaşılamaz gelen karmaşık bir yazı kullanmışlardı.
Yunan yetkililerin Mısır halkına yönelik bir bildirisinin kaydı olan Rosetta Taşı, antik Mısır’ın sırlarını ortaya çıkardı. Jean-François Champollion adındaki bir Fransız bilim insanı, Yunanca yazılmış metinle hiyeroglifleri yan yana getirerek yıllar süren çalışmalar sonucunda karmaşık Mısır dilinin şifrelerini çözdü. Hiyerogliflerin anlaşılmasıyla, 19. yüzyılda tarihçiler ve arkeologlar antik Mısır’ı çok daha yakından tanıyabildiler.
Rosetta Taşı’ndaki yazıların çevrilmesi başlı başına bilimsel bir başarıydı. Champollion, düzinelerce dili çok iyi derecede bilen muazzam bir dilbilimciydi. Bir İngiliz bilgini olan Thomas Young da yazıtların çözülmesine yardım etti. 1801’de İngilizlerin el koyduğu Rosetta Taşı, şu anda Londra’daki British Museum’da sergilenmektedir.
EK BİLGİLER:
1. 1. Dünya Savaşı sırasında British Museum’da sergilenen Rosetta Taşı ve diğer önemli eserler, Londra bombardıman altındayken zarar görmemeleri için bir metro istasyonuna taşındılar.
2. Rosetta Taşı’nda, Mısır halkını V. Ptolemy’nin tanrısallığına inandırmak amacıyla, on üç yaşındaki Yunanlı Firavun’un işlediği hayırlar sıralanmıştı.
3. Antik Mısırlılar ölümden sonra bedenlerin korunması gerektiğine inanıyor ve krallarının bedenlerini itinayla mumyalıyorlardı. Avrupa’daki birtakım şarlatanlar, öğütülerek toz haline getirilmiş mumyaları 19. yüzyıla kadar şifa verdiği iddiasıyla sattılar.

Karanlığın Yüreği
Joseph Conrad’ın 1899 tarihli kısa romanı Karanlığın Yüreği, pek çok yönden gerçek anlamda ilk 20. yüzyıl romanı olarak görülebilecek, zamanının çok ötesinde bir eserdir. 19. yüzyılın sonlarında yaygın olan gerçekçi yazım tarzına dayanmasına rağmen, modern çağa özgü birçok konuyu ele almaktadır. Avrupa emperyalizminin 1800’lerde Afrika ve Asya’daki yaygın sömürüsüne eleştirel gözle bakan ilk edebi çalışmalardan biri olarak da göze çarpar.
Karanlığın Yüreği, yaklaşık seksen sayfalık, kısa ama özlü bir çalışmadır. Belçika’ya ait, yalnızca “Şirket” denen sömürgeci bir işletmede çalışan Marlow isimli bir adam tarafından geriye dönük olarak anlatılır. Marlow, Kongo Nehri’ni geçip, Şirket’in çok uzaklarda kalan ve Kurtz adlı bir fildişi tüccarı tarafından işletilen iç şubesine gidecek buharlı gemiye kaptanlık etmek üzere Belçika Kongo’suna yollanır. Afrika’ya ulaşan Marlow, Şirket tesislerinin çürümüşlüğünü ve ırkçı Avrupalıların Afrikalı yerlileri küstahça sömürdüğünü görünce sarsılır.
Conrad’ın Kongo’su açık seçik bir dünya değildir ve bu dünyada neredeyse tüm karakterler uğursuz bir biçimde isimsiz kalır: Müdür, Muhasebeci ve diğerleri… Ayrıca Belçikalıların birbirinden kopuk yerleşim yerlerinin hemen ötesinde devasa ve aşılmaz orman görünür. Marlow, nehirde daha da uzak bölgelere doğru yol alırken, ruhsal bir yolculuk da yapar. İlerilere gittikçe medeniyetin tuzakları da azalır ve Marlow kendisini insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına yolculuk yapıyor gibi görmeye başlar. Bu esnada gizemli Kurtz hakkında daha fazla şey öğrenir ve Kurtz’un Afrikalı yerlileri medenileştirme niyetinde bir terslik olduğu belli olur. Afrika’nın karanlığına ve vahşiliğine olan düşkünlüğü, Kurtz’u ele geçirmiştir.
Karanlığın Yüreği, sıra dışı fakat olağanüstü film uyarlaması Kıyamet’ten (Apocalypse Now, 1979) dolayı bugün özellikle bilinmektedir. Film, romanı 1970’lerin Vietnamı’na taşır ve Kurtz rolünü, Kamboçya’nın ücra bir köşesinde aklını kaçıran Amerikalı bir albayı canlandıran Marlon Brando oynar. Senaryoda Conrad’ın hikâyesindeki birçok unsur korunurken; film, 1960’ların karşı kültürünün etkisini taşıyan sanrısal müzik ve görüntülerle güncelleştirilmiştir.
EK BİLGİLER:
1. Conrad’ın önemli eserlerinin tümü, kendisi Polonyalı bir aileden gelmesine karşın (gerçek adı Jozef Teodor Konrad Korzeniowski’dir) İngilizcedir. Lehçe ve Fransızcadan sonra İngilizce üçüncü diliydi.
2. Conrad’ın Karanlığın Yüreği ile insanın bilinçaltını keşfe çıkışı, yazarın çağdaşı olan Sigmund Freud’un ileri sürdüğü fikirlerden bazılarına ayna tutmaktadır. Bugün bile eleştirmenler, romanı sıklıkla Freudcu bir bakış açısıyla ele alır.
3. T. S. Eliot, kitaptaki en ünlü satırlardan birini “The Hollow Men” şiirinde (1925) epigraf olarak kullanmıştır: “Bay Kurtz… Öldü o”

Bizans Sanatı
Bizans İmparatorluğu’nun ismi, İmparator Konstantin’in IV. yüzyılda Konstantinopolis olarak yeniden adlandırdığı Byzantium şehrinden gelir. Konstantin, Roma’daki sarayını, günümüzde İstanbul olarak bilinen bu şehre taşımıştır. Roma İmparatorluğu’nun batı kısmının çöküşünden sonra, doğu kısmı Konstantinopolis’teki Bizans imparatoru tarafından idare edilmeye devam etmiştir.
Jüstinyen’in hükümdarlığı (527-565), sanat tarihinde Bizans’ın İlk Altın Çağı olarak bilinir. Bu dönemde Konstantinopolis’teki Ayasofya ve İtalya, Ravenna’daki San Vitale gibi eserler yaratıldı. IX. yüzyılın sonlarından XI. yüzyılın başlarına dek süren İkinci Altın Çağ’da Venedik’teki Saint Mark Katedrali ortaya çıktı. Bizans tarzı, Ortodoks inancıyla beraber Rusya ile Doğu Avrupa’ya yayıldı ve nihayetinde Moskova’daki muhteşem Saint Basil Katedrali’ne ilham kaynağı oldu.
Bizans sanatında konu genellikle dinseldir. İncil’den öyküler ve kutsal kimselerin idealize edilmiş temsilleri ya da ikonalar çoğunluktadır. Amaç İsa’nın, Meryem Ana’nın veya herhangi bir azizin gerçekçi bir tasvirini yapmaktan ziyade, ruhani özünü yakalamaktı. Grekoromen kültürde sıklıkla rastlan çıplak figürlerden ve gerçek ölçülerinde yapılmış heykellerden genelde kaçınılırdı.
Pandantifler üzerinde duran kubbeler Bizans mimarisinin tipik özelliklerindendir. Kiliselerin iç duvarları çoğunlukla mermer paneller, hafif kabartmalar ve cam mozaiklerle zengin bir şekilde dekore edilmiştir.
Klasik sanatın izleri de ara sıra yüzeye çıkar. Bizans sanatında heykele az rastlanmasına rağmen, Euripides’in Iphigenia Aulis’te adlı oyununa dayanan Iphigenia’nın Kurban Edilişi paneliyle ünlü Veroli Sandığı’ndaki gibi mitolojik sahneleri betimleyen küçük fildişi oymalar görülebilir.
Bizans’ta dini resimlere öyle bir tutkuyla tapılıyordu ki, imparator 726 yılında ikonaları putperestliğe neden olduklarını iddia ederek yasakladı. Yaklaşık yüz yıl boyunca İsa ve Meryem’i insan şeklinde resmeden her şey yasaklandı. İkona düşmanları (put kırıcılar), bu tip resimleri buldukları yerde hemen yok etmişlerdir. İkona düşmanlarının karşısında yer alan ikona sevenler, Roma’daki Papa’nın desteğiyle 843 yılında yasağı kaldırtmışlardır.
EK BİLGİLER:
1. İngilizcedeki “byzantine” kelimesi genellikle olumsuz çağrışımlar taşır. Entrikacı ya da hilekâr birinden (Bizans hükümdarlarının birçoğu gibi) veya aşırı derecede karmaşık ya da girift bir şeylerden (Bizans sanatı gibi) bahsederken kullanılır.
2. Bizans tarzı 1453’te Konstantinopolis’in düşüşüyle sona ermiştir. Ancak etkileri, geleneksel ikonaların bugün bile üretildiği Ortodoks Kilisesi’nde kendini göstermeye devam etmektedir.

Süpernova
Yıldızların çoğu, nükleer füzyonla tüm enerjilerini tüketerek yavaşça sönerler. Sonra da % 99’u “beyaz cüce” olarak adlandırılan donuk gökcisimlerine dönüşür. Ama bir yıldız yeteri kadar büyük ve yeteri kadar sıcaksa, uygun şartlar altında patlayabilir. Bu patlama süpernova olarak adlandırılır.
Bir yıldız patlamadan önce, elementleri birleştirerek enerji üretir. Şiddetli çekim gücü; oksijen, silikon, fosfor ve kalsiyum oluşmasına neden olur. Kozmik bir çıkmaz sokağa, yani demire ulaşılana dek ağır elementler oluşmaya devam eder. Demirin daha ağır elementlerle birleştirilmesi enerji üretmez, gerektirir. Yıldızın yakacak bir şeyi yoktur, bu nedenle demir çekirdek kendi çekim gücünün kuvvetiyle içe doğru çökmeye devam eder. Çoğu devasa yıldız içe doğru çökerek kara deliğe dönüşür. Ama güneşten beş ile sekiz kat daha büyük olan biraz daha küçük yıldızlar sadece patlarlar.
Bir süpernovanın gerçekleşmesi on beş saniyeden daha az zaman alır. Patlama o kadar parlaktır ki, tek bir yıldızın yarattığı süpernova aylarca tüm galaksiyi aydınlatabilir. Hatta cıva, altın ve gümüş gibi daha ağır elementlerin oluşmasına yetecek kadar ısı yayar.
Büyük patlama kuramına göre, süpernovalar sayesinde yeryüzünde yaşam vardır. Bu kuram, oksijenden daha ağır tüm elementlerin geçmişte yaşanmış devasa yıldızların patlamalarıyla oluştuğunu öne sürer. Muzunuzdaki potasyum, Karayip Denizi’ndeki bir adada ortaya çıkmamıştır. Belki de, çok uzun zaman önce meydana gelen bir süpernovayla oluşmuştur.
EK BİLGİLER:
1. 1006 yılında aşırı parlak bir süpernova Mısır, Irak, İtalya, İsviçre, Çin, Japonya ve muhtemelen Fransa ile Suriye’de gözlemlendi.
2. İtalyan astronom Galileo Galilei (1564-1642) Aristoteles’in evrenin asla değişmediği yönündeki kuramını çürütmek için 1604’te bir süpernovayı delil olarak kullanmıştır.
3. Uranyum gibi radyoaktif elementler süpernovalarla oluşur.

Rönesans Müziği
Rönesans müziği; Martin Luther’in, Protestan reformlarının ve Katolik karşı reformunun yükselişinin görüldüğü 15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın sonlarına kadar yapılan müziktir. Kısmen hepsinin eşit öneme sahip olduğu birbirine karışmış abartılı vokal veya enstrümantal parçalarla tanımlanır.
Bu zamanın müziği dönemin sanat ve edebiyatının estetiğini de paylaştı. Rönesans sanatçıları, yazarları ve müzisyenleri kendilerini dünyayı ortaçağın karanlık, bürokratik ve gizemli dünyasından çekip çıkartmaya çalışan kişiler olarak gördüler. Aşk, zevk, zekâ ile insan bedeni ve duygularının güzelliği gibi klasik Yunan ve Roma ideallerine geri dönüşü vurguladılar.


Fransız-Flaman bölgesinin özellikle bestecilerle yıldızı parladı. Guillaume Dufay (1400-1474) ve Gilles Binchois (1400-1460) ayinlere özgü çoksesli müziklerle yeni tarzda dini özellikler taşımayan şarkılar bestelediler. Bourbon Dükü’nün saray müzisyeni ve Binchois’nın çırağı olan Johannes Ockeghem, kanon şeklinde söylenen şarkıların en erken örneklerinden bazılarına eşlik eden çoksesli ilahiler besteledi. Kanon “Row, Row, Row, Your Boat” çocuk şarkısında olduğu gibi aşamalı bir taklittir.
Josquin Desprez (1440-1521) aşırı derecede duygu yüklü ayin besteleri ve karmaşık popüler şarkılar veya aşk şarkılarıyla ünlenerek çağının en büyük bestecisi olarak dikkat çekmiştir. İtalya’da Giovanni Pierluigi da Palestrina (1525-1594) öncüllerinin ayin bestelerini dikkatle inceleyip taklit eden ve Rönesans ile Barok dönem arasında biçimsel bir köprü kuran gezgin bir saray bestecisiydi.
EK BİLGİLER:
1. Kilise müziği fikri Rönesans döneminde başlamış ve ilahilerin birçoğu Martin Luther tarafından bestelenmiştir.
2. Çoğu Rönesans müziği saray üyeleri için bestelenmiştir ve bazı parçalar, bestecinin kendi imzasından ziyade, kendisini davet eden asilzadenin mühründen tanınır.
3. İngiliz madrigalı, yani çoğunlukla çalgısız olarak çeşitli perdelerde birkaç sesle söylenen şarkı biçimi aslında müzikte“fa-la-la” nakaratları şeklinde bestelenen ilk şarkı tipidir.

Aristoteles
“Tüm insanlar, doğaları gereği bilmeyi arzular.”

    -Aristoteles, Metafizik
Aristoteles’in (MÖ 384-322) felsefe ve Batı kültürü üzerindeki etkileri anlatmakla bitmez. Yunanistan’ın kuzeyinde, Makedonya’da doğan Aristoteles, Platon’un okulu Akademi’de öğrenim görmek üzere Atina’ya gitmiştir. Platon’un ölümünden sonra da kendi okulu Lyceum’u kurmuştur.
V. yüzyıl Atina’sında felsefe çalışmaları retorik, doğa bilimi, biyoloji ve diğer araştırma alanlarını kapsıyordu. Dolayısıyla Aristoteles, ilmin neredeyse her dalına önemli katkılarda bulunmuştur.
Aristoteles, felsefenin belli bir sırayla çalışılması gerektiğine inanmıştır. Kişi önce mantığı öğrenmelidir çünkü mantık dünyaya dair olguları bir diğeri ile nasıl ilişkilendireceğimizi açıklar. Aristoteles, tümdengelimsel akıl yürütme (tasım), yani mantıksal olarak geçerli çıkarımlarda bulunma kuramını geliştirmiştir. Temel akıl yürütme formlarını listelemiş ve karmaşık düşünceleri bu formlardan birine indirgemek için kurallar çıkarmıştır. Aristoteles’in en ünlü tümdengelimsel akıl yürütmesi şudur:
Tüm insanlar ölümlüdür.
Sokrates, bir insandır.
Bu nedenle Sokrates de ölümlüdür.


Aristoteles, öğrencilerin mantıktan sonra somut doğa olaylarını araştırması gerektiğine inanmıştır. Bu konu üzerine pek çok eser yazmıştır: Fizik, Hayvanların Kısımları Üzerine, Hayvanların Oluşumu, Hayvanların Hareketleri, Meteoroloji, Oluş ve Bozuluş Üzerine. Ayrıca dünyayı fiziksel olarak açıklamak için genel ilkeler ortaya koymuştur.
Aristoteles’e göre son araştırma konusu, ahlak ve siyaseti de içine alan pratik felsefedir. Bu konuları Nikomakhos’a Etik ve Politika’da ele almıştır. Aristoteles’e göre, ahlak çoğunlukla iyi eğitimle ilgilidir. İnsanların genellikle doğru davranış şeklini bildiklerine ve bu bilgiye uygun hareket etmek için sadece ahlaki olarak yeterince güçlü olmaları gerektiğine inanır. İyi bir insan olmak, doğru şeyi yapma eğilimine sahip olmak anlamına gelir ve bu eğilim içimizde yetiştirilebilir. Siyasi açıdan da Aristoteles, devletin amacının, yurttaşlarının mutlu ve kendi kendilerine yetecek şekilde yaşamaları için gerekli ortamı sağlamak olduğuna inanmıştır. Kısmen demokratik yönetim taraftarı olmasına rağmen, zaman zaman bir monarşinin daha uygun olabileceğini kabul etmiştir.
EK BİLGİLER:
1. Aristoteles bazen “Stagiralı” olarak da anılır çünkü Makedon şehri Stagira’da doğmuştur.
2. Aristoteles, Platon’un Akademi’sinde geçirdiği dönemle kendi okulunu kuruşu arasında, Akdeniz ülkelerinin çoğuna hükmeden Büyük İskender’in hocası olmuştur.

Sodom ve Gomora
Sodom ve Gomora hikâyesi, İncil’de Yaratılış kitabının 19. bölümünde geçer. Sodom ve Gomora, Şeria Nehri vadisinde bulunan iki kasabadır. Bu kasabaların sakinleri günaha girince Tanrı onları yok etmek ister. İbrahim, kötülerle beraber masumların da öldürülmemesi gerektiğini söyleyerek buna karşı çıkar. Tanrı da İbrahim on değerli insan bulabilirse kasabalıların canlarını bağışlayacağına söz verir ve bir grup meleği soruşturma yapmaya gönderir.
Melekler, İbrahim’in yeğeni Lut’a giderler. Lut, melekleri evine davet ederek onlar için yemek hazırlar. Daha sonra Sodom ahalisinin bir kısmı Lut’un evine gelip, “Bu gece buraya gelen adamlar neredeler? Onları bize getir ki biz de tanıyalım,” derler (Yaratılış 19:5). Lut onların yerine Sodomlulara kendi bakire kızlarını sunar ama Sodomlular tatmin olmaz. Bu noktada durumun vahim olduğunu gören melekler, Lut’tan ailesiyle birlikte Sodom’un dışına çıkmasını ister ve onlara kaçarken arkalarına bakmamalarını öğütlerler. Lut yakınlardaki bir kasabaya kaçmayı başarır, ama Sodom ve Gomora yok edilirken arkasına bir bakış atan eşi, tuzdan bir heykele dönüşür.
Sodom ve Gomora sakinlerinin gerçekte nasıl bir günah işlediği açık değildir. Geleneksel olarak, Yahudiler bu insanların misafir sevmediği için günah işlediğine inanırlar. Hikâye, Tevrat’ta Tanrı’nın İbrahim’in misafirperverliğini ne kadar takdir ettiğinin anlatıldığı kısımdan hemen sonra gelir. İbrahim’in iyi davranışıyla Sodomluların ziyaretçilerine tepki göstermesi tam bir zıtlık sergiler. Beraber düşünüldüğünde bu iki hikâyede iyi bir ev sahibi olmanın önemi vurgulanıyormuş gibi görünmektedir.
Diğer taraftan Muhafazakâr Hıristiyanlar, Sodomluların günahlarını oldukça farklı yorumlar. Bazılarına göre Sodom halkının melekleri “tanıma” talebi esasında üstü kapalı bir cinsel ilişki kurma talebidir. Bu görüşe göre Sodom’un erkekleri homoseksüeldi ve Tanrı onları cinsel eğilimlerinden dolayı cezalandırdı.
EK BİLGİLER:
1. Çağdaş kullanımıyla sodomi terimi, kutsal kitapta bahsi geçen Sodom kasabasından gelmektedir.
2. Sodom ve Gomora’nın gerçekte var olup olmadığı tartışmalıdır, ama kimileri onların Lut Gölü’nün altında olduğuna inanır. Tarihçiler de bu kasabaların bir fay hattının yakınında olduğunu ve Tanrı’nın gazabının aslında bölgeyi yerle bir eden korkunç bir deprem olduğunu düşünmektedirler.

İmparator Konstantin
Hıristiyanlık ilk zamanlarında küçük bir tarikat iken, devasa Roma İmparatorluğu genelinde acımasız zulümlere uğramıştır. İmparator Nero MS 64’te, İsa’nın Kudüs’te ölümünden sadece otuz yıl kadar sonra, Roma’daki Hıristiyanlara işkence edilmesini ilk kez resmen emretmiştir. Romalı tarihçi Tacitus, dengesiz zorba Nero’nun emriyle bazı inananların köpeklere yem edilerek zalimce infaz edildiğini anlatmıştır. Tacitus, “Ölümleri bile eğlence konusu haline getirilmişti,” diye yazmıştır.
Romalı devlet adamları Hıristiyanlığı imparatorluğun güvenliği için bir tehdit olarak görmüşlerdir, çünkü Hıristiyanlar Romalılar tarafından çarmıha gerilen bir suçluya tapmış ve imparatorla pagan tanrıların tanrısallığını reddetmişlerdir. Hıristiyanlık dini yayıldıkça işkencelerin boyutu da iki yüzyıl boyunca ara ara artmıştır. Ancak Hıristiyanlık başlangıçta genel olarak fakir halkın inanışıyken, ortalama hayatlar süren Romalıları da zamanla kendisine çekmeye başlamıştır.


İmparator Konstantin (275-337), bir hayal görüp de Hıristiyanlığa geçtikten sonra, MS 313’te Milano Fermanı’nı çıkarmış ve Hıristiyanlığı imparatorluk genelinde yasallaştırmıştır. O zamandan itibaren Hıristiyanlık inancı yayılmıştır. Hatta fermandan birkaç nesil sonra Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak paganizmin yerini almıştır. Dört yüz yıl içinde, birkaç hoşnutsuz Yahudi’nin benimsediği yasadışı bir inanç olmaktan çıkarak bir imparatorluk dinine dönüşmüştür. Roma İmparatorluğu MS V. yüzyılda yıkılmıştır ama Hıristiyanlık Avrupa’da yayılmaya devam ederek kıtaya birlik getiren bir inanç olmuştur.
Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi halen Vatikan Şehri’nde, bir zamanlar Hıristiyanların aslanlara yem edildiği amfitiyatronun kalıntılarından yalnızca birkaç sokak ötesinde bulunmaktadır.
EK BİLGİLER:
1. Konstantin’in Hıristiyan olması, kendi ailesinden birçok kimsenin de aralarında bulunduğu siyasi düşmanlarının çoğunu öldürmekten onu alıkoymamıştır. Konstantin otuz bir yıllık hükümdarlığı boyunca kaynını, ikinci eşini ve en büyük oğlunu öldürtmüştür.
2. Roma’dan çok sıkılan ve bu şehrin imparatorluğu için uygun bir başkent olmadığını düşünen Konstantin, Avrupa’nın Asya ile buluştuğu yerde, Hellespont’ta bir şehir kurmuştur. Şehir ilk başta Yeni Roma olarak adlandırılmış, ama sonraları imparatorun şerefine Konstantinopolis olarak anılır olmuştur. Şimdiyse modern Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul olarak bilinmektedir.
3. İmparator Konstantin, Romalıların asırlarca hayranlıkla takip ettiği gladyatör dövüşlerini kaldırtmıştır. Yine de dövüşler yasadışı olarak bir süre daha devam etmiştir.

Modernizm
Edebiyatta kabaca 1900’lerden 1940’a kadar yıldızı parlayan modernist akımda, yazarlar hikâye anlatmanın yeni yollarını keşfettiler ve nesnel gerçeklik ile hakikatin en iyi nasıl ortaya çıkarılacağı sorusuna yeniden kafa yordular. Marcel Proust, Gertrude Stein, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner gibi yazarlarla T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi şairler, edebiyat alanında modernizmin en önemli şahsiyetleri arasındadır.
1800’lerin sonlarında, Batı edebiyatına gerçekçilik egemen olmuştur. Gustave Flaubert, Theodore Dreiser, Emile Zola ve dönemin diğer romancıları; karakterleri, durumları ve sosyal şartları tüm detaylarıyla bire bir tasvir etmeye çalışmışlardır.
Ancak 21. yüzyılın başlarında birçok alanda ortaya atılan devrimci fikirler, gerçekliği saptayıp tarif edebilme becerilerimizi, hatta öncelikle nesnel bir gerçekliğin var olup olmadığını sorgulamayı gerektirmiştir. Psikoloji alanında Sigmund Freud bilinçaltı düşüncesini incelemiş, insan zihninin ve benliğinin sadece psikanaliz yoluyla bilinebileceğini iddia etmiştir. Dilbilimde Ferdinand de Saussure dilin keyfî ve güvenilmez bir kültürel yapı olduğunu öne sürmüştür. Antropolojide Sir James Frazer, Batılı olmayan kültürler ve dinler üzerine yapılan çalışmalara derinlik katmış, Batı’nın bakış açısına alternatifler sunmuştur. Ayrıca fizikte Albert Einstein’ın görelilik kuramı, zaman ve uzayın mutlak görünen ilkelerini bile çürütmüştür.
Genel olarak birbirinden tamamen farklı bu fikirlerin edebiyat ve sanat dünyasına inanılmaz etkileri olmuştur. 1800’lerin gerçekçileri dünyayı en doğru şekilde resmetmeye odaklanırken, bir süre sonra modernist diye adlandırılacak olan 1900’lerin yeni yazar ve sanatçıları, nesnel hakikat mevcut değilse gerçekliğin doğru bir şekilde nasıl anlatılacağı sorusuyla meşgul olmuşlardır.
Modernist yazarlar bu sorunun üstesinden gelmek için birçok denemede bulunmuşlardır. Önemli yeniliklerinden biri, bir karakterin düşüncelerini yazarın hiçbir müdahalesi olmaksızın kelimesi kelimesine aktarma girişimi olan bilinç akışı yöntemiydi. Bu teknik Joyce’un Ulysses’inde (1922), Woolf’un Mrs. Dolloway’inde (1925) ve Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinde (1929) görülür. Bazı yazarlar nesnel gerçekliğe olabildiğince yaklaşmak için, öznel hikâyeleri üst üste yığarak ya da birbirleriyle kıyaslayarak aynı olay veya görüntüyü birkaç farklı açıdan tarif etmeyi denemiştir. Woolf’un Deniz Feneri (1927) bu yaklaşımın önemli bir örneğidir. Başta Stein olmak üzere bazı modernistler de sözcüklerin nüanslarını keşfetmek için Stein’ın “ısrar” diye adlandırdığı yinelemelere başvurarak ve başka teknikler kullanarak dilde radikal deneyler yapmışlardır. Hemen hemen tüm modernistler eserlerinde zamanın akışıyla oynamış, çizgisel zamanı görmezden gelmiş ve aniden geçmişe, şimdiye ve geleceğe sıçramışlardır. Modernist roman, hikâye ve şiirleri zaman zaman haklı olarak “anlaşılması güç” gösteren de bu tekniktir.

Gotik Sanat
Gotik çağ XII. yüzyılda, Fransa’da Paris ve çevresindeki taşrayı da kapsayan bir bölge olan Ile’de yeni bir mimari türün gelişmesiyle başlamıştır. Bu tür, 1250 yılıyla beraber hem heykel hem de resim sanatını etkileyerek Avrupa’nın birçok kısmına yayılmıştır.
“Gotik” sözcüğü İtalya’da türetilerek ilk başta mimari tarzla Roma İmparatorluğu’nu istila edip yok eden Gotlarla ilişkilendirilerek olumsuz bir çağrışım taşımıştır. Öte yandan, Gotik dönem sanatçıları kendi eserlerini modern eser anlamına gelen opus modernum veya Fransız eseri anlamına gelen opus francigenum olarak adlandırmışlardır.
Paris’in hemen kuzeyinde yeniden inşa edilen Saint-Denis Abbey Kilisesi genelde Gotik mimarinin ilk örneği olarak düşünülmektedir. 1137 ile 1144 yılları arasında Abbot Suger kilise için yeni bir koro alanı yaptırdı. Binanın yapımında daha büyük camlarla daha uzun kemerler kullanıldı ki bu da binayı daha önceki Roma mimari tarzının kasvetli katılığına güçlü bir zıtlık oluşturarak daha azametli ve daha hafif gösterdi.
Gotik mimari yapımının 1163’te başladığı Paris’teki Notre Dame ve 1194’ten 1140’a kadar yeniden inşa edilen Chartres’teki Notre Dame’da tam anlamıyla gelişme göstermiştir. Binanın ağırlığını dışarıdan desteklemek için dayanma kemerleriyle dış kemerler dikilmiştir. Böylelikle bu büyük ve ağır yapılarda kesilen duvarlara koymak için daha fazla vitray pencereler kullanıldı ve dolayısıyla iç alan daha parlak ve renklerle daha göz alıcı bir hale geldi.
Gotik mimari Fransa’nın dışında, yapımına 1220’de başlanan Salisbury Katedrali’nde ve yapımına 1310 civarında başlanan İtalya’daki Orvieto Katedrali’nde etkili oldu.
Kuzey Avrupa’da Gotik resimler en çok, Limburglu üç erkek kardeş tarafından 1413 ve 1416 yılları arasında resimlenen Les Tres Riches Heures du Duc de Berry isimli görselleriyle ünlü elyazması kitapta olduğu gibi, kitap resimlerinde ve vitray pencerelerde görüldü. Öte yandan İtalya’da Gotik tarz Giotto ve Simone Martini’nin resimlerinde kendisini açıkça gösterdi.
Heykeller Almanya’daki Naumburg Katedrali’nde veya Chartres’daki muhteşem kapı girişlerinde görülebilen Gotik katedrallerin hem iç hem de dış bölümlerinin dekorasyonunda yaygın şekilde kullanıldı.
Gotik tarz XVI. yüzyılın başlarına dek Fransa ve Kuzey Avrupa’nın büyük kısmında gelişimini sürdürdü. İtalya’da Rönesans’ın başlamasıyla daha erken kaybolmaya başladı.
EK BİLGİ:
1. 18. yüzyılda “gotik” kelimesi grotesk ve gizemi vurgulayan kurmaca eserlerle beraber anıldı. Gotik kelimesi bugünse çoğunlukla Siouxsie and the Banshees gibi müzik gruplarının eserleri ile 1980’lerde başlayan müzik, kıyafet ve kültürde kendini gösteren bir akımı ifade eder.

Nosisepsiyon: Acının Algılanması
Acının algılanması, yani nosisepsiyon, insanın hayatta kalmasında temel rol oynar.
Acı, dünyanın tehlikelerini öğrenmenin basit, etkili bir yoludur. Tepki vermemiz gerektiği zamanlarda bize bir sinyal yollar; örneğin, kaynar sudan kaçınmamız, kırık camlara basmamamız veya burkulan ayak bileğimizin acısını hafifletmemiz gerektiği zamanlarda.
Tüm gelişmiş türler, özellikle de bize en yakın olanlar, acıyı duyumsamalarını sağlayan sinir sistemlerine sahip gibi görünmektedir. İncinip incinmediklerini onlara soramayız ama kuşlarla memeliler insanlara benzerler ve bazı durumlarda kıvranır, inilder, acıyla uğuldarlar. Bizler gibi onların da zararlı uyarılar karşısında kan basıncı yükselir, gözbebekleri büyür, ter bezleri çalışır ve kalpleri daha hızlı atar.
Nosisepsiyon, karmaşık organizmalar için çok önemli bir hayatta kalma aracıdır. Nadir olarak görülen, acıya karşı duyarsızlık ve anhidroz (CIPA) hastalığıyla dünyaya gelen insanların çoğu 25 yaşından fazla yaşamaz. İlk doğduklarında normal görünen bu çocuklar, diş çıkarmalarıyla birlikte sorun yaşamaya başlar: Hiçbir şey hissetmeksizin parmaklarını ısırıp koparabilirler. Kemiklerini kırabilir, ellerini yakabilir veya dizlerini yaralayabilirler ama kan ya da çürük görene dek yaralandıklarını anlamazlar. Genelde birden çok yarada oluşan ağır enfeksiyonlardan dolayı ölürler.
Kulağa bir klişe gibi gelebilir ama acı gerçekten tümüyle kafamızın içindedir. Beynin farklı kısımları, bir ağ kurup birlikte çalışarak “acı matrisi” olarak adlandırılan şeyi oluşturur. Matrisin bazı bölgeleri acının şiddeti hakkında bilgi verirken, diğer bölgeleri acının yeri, süresi ve çeşidi (yanması, zonklaması veya keskinliği) hakkında bizi bilgilendirir. Acının duyumu, beynin “ön singulat korteks” denen bir bölümü sayesinde stres duygusunu tetikler. İlginç olan şey, bu bölümün fiziksel ve duygusal acıyı ayırt edemeyişidir. Ön singulat korteks, kırık bir kola da kırık bir kalbe de aynı şekilde yanıt verir.
EK BİLGİLER:
1. İnsanlarla empati kurmada iyi olan kimseler, daha aktif ön singulat kortekslere sahiptir. Onlar, diğer insanların acılarını hakikaten hissederler.
2. İnsan embriyoları, acı hissedebilmek için gereken sinir devrelerini yirmi dokuz haftada geliştirirler.
3. Anestezisiz sünnet edilen yeni doğanlar, dört ve sekiz aylıkken yapılan aşılarda acıya daha büyük tepki verirler.
4. Kimi uzuvları kesilmiş veya alınmış olan kişiler, sık sık hayali acılardan şikayet ederler. Artık yerinde olmayan uzuvlarına şiddetli ağrılar saplanmış gibi hissederler. Bu vakalar, acının kısmen beyinden geldiğine dair elde edilen ilk kanıtlardan bazılarıdır.

Barok Dönemi
“Barok” kelimesi, “şekli bozuk inci” anlamına gelen Portekizce bir kelimeden doğmuştur. Bu, kabaca 1600’den 1750’ye kadar süren dönemin sanat, mimari ve müziği için uygun bir semboldür. Zıtlıkların – sanatta açık ve koyu renkler, pürüzsüz ve bozuk yüzeyler arasında ve müzikte gürültülü ve yumuşak, hızlı ve yavaş arasında – bir çağıydı. Başlangıçta karmaşık Rönesans müzikal tarzının bir sadeleştirmesi ve sonraları tüm önceki düşünce akımlarına çok büyük bir meydan okuma gibi görünen yeni estetik yapıların süslemesi olarak karakterize edildi.
Claudio Monteverdi (1567-1643), erken dönem barokun en etkili bestecisidir ve eseri Orfeo (1607) genelde çarpıcı bir biçimde ve müzikal olarak ilk başarılı opera olarak görülür. Çoğu barok müziği, “basso continuo” denen, genelde akor basan bir enstrüman ile (organum, gitar ve arp gibi) bir bas entrümanın (çello, keman veya fagot gibi) bir birleşimi olarak çalınan destekleyici bir müzikal eşlik ile abartılı bir konçerto olan bir solo – genelde kemanda veya bir üflemeli çalgıda (blokflüt, obua veya flüt gibi) çalınan – arasında bir diyaloga dayanırdı.
Kadans veya armonili es noktaları vurgulanırdı ve pek çok eser, yavaş ve hızlı tempo arasında gidip gelen bölümlere, hatta simetrik müzikal cümlelere ayrılırdı. Eski saray dansları gibi bölgesel dans ritimleri ile birleştirilirdi ve keman, çok yönlülüğü, sesi ve güçlü ritimleri vurgulama becerisi ile şöhret kazandı. Daha sonraki barok müzik, düzenli ritim, gergin duygular, incelikli melodileri ve çalandan beklenen ustalıkla karakterize edilir.
Barokta, operada önde gelen erkek rolleri, sıklıkla yüksek vokal oktavlarını sürdürebilmeleri için ergenlikten önce hadım edilen şarkıcılar tarafından yerine getirilirdi. Hadımlar oktavları, güçleri, vokal esneklikleri ve nefes kontrolleri ile dikkat çekerlerdi.
Erken dönem barok, İtalyan bestecilerinin (Monteverdi, Francesco Cavalli) notalarında ortaya çıktı, ama tarz sonunda İngiltere’ye (Henry Purcell), Fransa’ya (François Couperin, Jean Philippe Rameau) ve Almanya’ya (Heinrich Schütz, Dietrich Buxtehude) yayıldı. İtalyan yüsek dönem barokunda, Arcangelo Corelli (1653-1713) ile Antonio Vivaldi (1678-1741) güzel, karmaşık konçertolar yazdılar. Almanya’da aynı dönemde Georg Philipp Telemann (1681-1767) ile Johann Sebastian Bach (1685-1750), tüm kuzey Avrupa’daki kilise cemaatinde ve saray meclislerinde kilise müziğinin Maestrosu olmak için yarışıyorlardı.
EK BİLGİ:
1. Avrupa’daki en büyük barok katedrali olan Londra’daki St. Paul Katedrali’nin koro çocukları, koro şefleri tarafından sıklıkla başka gruplardan kaçırılır ve yarışmalar için şarkı söylemeye zorlanırlardı.

Metafizik
Metafizik, gerçekliğin –ne var ve neye benziyor – en genel araştırma konusudur.
İlk soru – ne var? – metafiziğin bir alt alanı olan ontoloji (varlık felsefesi) ile keşfedilir. Ontoloji şunu sorar: Her şey madde olarak mı vardır veya ruhlar gibi maddi olmayan şeyler var mıdır? Sayılar ve kümeler gibi soyut matematik nesneleri var mıdır? Ontoloji aynı zamanda şunları da sorar: Herhangi bir şey için var olmak ne anlama gelir? Varlık, kızıl olmak gibi, bazı şeylerin sahip olduğu ve diğerlerinin sahip olmadığı bir özellik midir? Varlık, her şeyin toplamı mıdır, yani öyle ki var olmayan hiçbir şey olamaz mı? Eğer varlık kızıllık gibi bir özellikse, ne tip bir özelliktir? Atların var olduğunu ama tek boynuzlu atların var olmadığını söylediğimde, tek boynuzlu atları inkar ederek atlar hakkında ne söylüyorum?
Metafizik aynı zamanda şeylerin nitelikleri ve ilişkileri hakkında ikinci tip bir soru da sorar. Örneğin, sayılar varsa, bunlar zaman ve uzayda varlar mı? Rastlantısal olarak mı var olurlar; yani var olmayı başaramadılar mı veya var olmayı bıraktılar mı?
Birçok filozof, şeylerin iki çok genel türü – özleri ve nitelikleri – olduğuna inanan metafiziğin bir ilkesini paylaşır. Özler sıradan anlamda nesneler, nitelikleri ise özlerin olma şekilleridir. Örneğin, bir gömlek bir özdür, gömleğin rengi ise onun bir niteliğidir. Pek çok metafizik soru, öz ve nitelik mefhumundan kaynaklanır.
Filozofların uzunca zamandır sordukları bir soru, niteliklerin bireysel mi yoksa genel mi olduğudur. Niteliklerin genel olduğunu söylemek, kırmızı olan herhangi iki şey için, diyelim bir gömlek ve bir gül için, her iki şey tarafından örneklenen kırmızılık denen tek bir niteliğin var olduğu anlamına gelir. Örnekleme, bir öz ve bir nitelik arasındaki ilişkiyi tarif eden felsefi bir ifadedir. Niteliklerin bireysel olduğunu söylemek, iki farklı niteliğin – gömleğim tarafından örneklenen kırmızılık ve gül tarafından örneklenen kırmızılık – olduğu anlamına gelir. Ve bu nitelikler mükemmelen birbirine benzer.
EK BİLGİLER:
1. Metafizik, adını Aristoteles’in yazdıklarını ilk düzenleyenlerden alır. Bu temalar, Aristoteles’in “Fizik” adlı eserinden sonra gelen kitabında incelenmektedir. Kitabın kendine özgü bir başlığı olmadığından, Aristoteles’in metinlerini düzenleyenler bu kitaba –Yunanca “fizikten sonra” anlamına gelen – Metafizik adını verirler.
2. Bizim şimdi “metafizik” dediğimize Aristoteles sadece “ilk felsefe” dedi.

Yusuf
İncil’de anlatıldığı gibi Yusuf, Yakup’un gözde eşi Raşel’den olan ilk, toplamda da on birinci oğluydu. Yahudi inancında Yusuf, Tanrı’ya olan güveniyle ve Musevi olmayanlar arasında bir Musevi olarak yaşama için gereken sırrı peklik becerisiyle geniş çapta kabul görür.
Yaratılış kitabı, Yusuf’un Yakup’un en gözde oğlu olduğunu – Yakup’un ona çok renkli bir palto hediye etmesiyle gösterilen bir gerçek – ve Yusuf’un rüyaları yorumlayabilme gibi esrarengiz becerilerinin sadece kardeş kıskançlıklarını tırmandırdığını açıklar. Ününe değer olarak Yusuf bir defasında rüyasında babasının, annesinin ve büyük kardeşlerinin kendi önünde hizmetkârları olarak diz çöktüklerini gördüğünü iletmişti. Yusuf’un rüyasını duyunca öfkelenen kardeşleri onu öldürmek için bir senaryo kurdular. Yusuf sadece on yedisindeydi. En büyük kardeş Ruben’in araya girmesiyle vazgeçtiler. Onun yerine Yusuf’u bir hendeğe attılar.
Yusuf, sonunda bulundu ve bir köle olarak firavunun koruması Potiphar’ın Mısırlı kaptanına satıldı. Potiphar’ın eşi onu baştan çıkarmaya çalışana kadar hizmette kusur işlemedi. Kadının tekliflerini reddettiğinde ise tecavüzle suçlandı ve Potiphar tarafından hapse attırıldı.
Yusuf sonra, rüyasını yorumlayan firavunun hapse düşmüş bir hizmetkârı ile tanışacağı bir hapse yollandı. Hizmetkâr daha sonra serbest bırakıldı ve firavun kendisini rahatsız eden bir rüya görünce Yusuf’un tavsiyesini almak istedi. Yusuf rüyayı Mısır’ın yedi yıl boyunca hasadındaki bolluğun yedi senelik aşırı kıtlığın takip edeceği şeklinde yorumladı. Firavun, Yusuf’a güvendi ve yedi yıl yetecek kadar fazladan yiyecek depoladı. Yusuf’un kehaneti gerçekleştiğinde, iyi niyetli firavun ona eşi benzeri görülmemiş imkanlar verdi.
Öngörülen kıtlık tüm bölgeye yayıldığında, Yusuf’un kardeşleri yiyecek aramaya Mısır’a geldiler. Yusuf onları kendisine karşı işledikleri günahtan ötürü cezalandırmak için kılık değiştirdi ve diğerlerini eve yollayarak kardeşi Bünyamin’i bir köle olarak yanında tuttu. Diğer kardeşi Yahuda, Bünyamin’in yerine köle olmak için yalvardı. Yusuf, bunu kardeşlerinin değiştiğine dair bir işaret olarak yordu.
Ailesinin Mısır’a gelmesine izin verdi. Orada, o ve on bir kardeşi İsrail’in on iki kabilesini kurdular.
EK BİLGİLER:
1. Firavunun Yusuf’u ilk anda kabul etmesinin nedenlerinden birinin, firavunun İbranilerle birtakım bağları olan bir etnik grup olan bir “Hyksos” olabileceği söylenmektedir.
2. Yusuf’un hikâyesi, Andrew Lloyd Webber ve Tim Rica tarafından 1982’de Broadway’de sahneye konan Joseph and the Amazing Technicolor Dreamcoat müzikaline uyarlandı.

İslam’ın Yayılışı
Hz. Muhammed’in Mekke’de kurduğu din, peygamberin MS 632’de ölmesinin ardından Orta Doğu’nun tamamına hayret verici bir hızla yayıldı. Müslüman ordular Arap Yarımadası’nı, İran’ı, Suriye’yi, Ermenistan’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika’yı ve Afganistan’ı fethettiler. MS 711’de, peygamberin ölümünün ardından henüz bir yüzyıldan daha az bir zaman geçmişken takipçileri, günümüz İspanyası’nı fethederek İslam’ı Avrupa’ya getirdiler.
Üç kıtaya yayılan İslam imparatorluğu veya halifeliği, kırılgan birliği sürdürmek için mücadele verdi. Başkent, uzak Mekke’den yeryüzündeki en eski şehir olan Şam’a taşındı ve halifeler yönetimlerini sağlamlaştırmak için göz alıcı camiler inşa ettiler.
Fakat sekizinci yüzyılın ortasında halifelik parçalanmaya başladı. Rakip halifeliklerin en büyüğü olan Abbasiler başkentlerini Bağdat’a taşırken, İber Yarımadası da kendi halifeliğini kurmuştu. Yine de ortaçağ boyunca Müslüman dünyasının yıldızı parladı. Bilim insanları, şairler ve matematikçiler Bağdat’ı romansın ve öğrenmenin masalsı şehrine dönüştürdü.
Hâlen karanlık çağın ortalarında bulunan Hıristiyan Avrupa’ya, İslam’ın başarısı korkutucu geliyordu. Müslüman ordular, nihayetinde 732’de Franklar’ın lideri Charles Martel tarafından geri püskürtülmelerinin öncesinde Fransa’ya ulaştılar. Bazı tarihçiler bu savaşı, İslam’ın Avrupa’ya daha da yayılmasını engellemesi açısından, tarihte bir dönüm noktası olarak görürler. Daha sonra Papa, Avrupa ordularını Müslümanlar’a karşı kutsal bir savaş vermeye çağırarak Orta Doğu’ya sevketti.
Ancak, halifeliğin yıkımı, doğudan geldi. Bağdat 1258’de istilacı bir Moğol ordusu tarafından ele geçirildi. Moğollar, şehrin muhteşem kütüphanelerini yaktılar ve yaklaşık bir milyon kişiyi de katlettiler. Cengiz Han’ın torunlarından biri olan Moğol kumandanı, son halifeyi bir halının içine sarıp atlarının arkasında sürükleyerek öldürdü.
EK BİLGİLER:
1. Avrupa’nın karanlık çağı sırasında İslam bilginleri Avrupalı meslektaşlarından bilimsel olarak çok daha ilerdeydiler. “Cebir” (algebra) ve “kimya” (chemistry) gibi fen ve matematikle ilgili pek çok bilimsel kelime, İngilizce’ye Arapça’dan geçmiştir.
2. Sekizinci yüzyılda Orta Asya’daki bir savaş sırasında halifenin ordusu, bir savaş esirinden Çinliler’in kağıt yapma sırrını öğrendi.
3. Halifelikten kalan en ünlü kitaplardan biri, on sekizinci yüzyılda tercüme edildiğinden bu yana Batı’da muazzam bir popülerlik yakalayan “Binbir Gece Masalları” adlı masal ve fabl derlemesidir.

Madde-22
Joseph Heller’ın Madde-22’si (Catch-22), İngilizce’ye günlük konuşma dilinde şimdi yaygın olan bir biçim verdiği gibi, en güzel savaş romanlarından ve kara komedilerinden birini de verdi. 1961’de ilk kez basıldığında bu sıra dışı eser türlü eleştirilerle karşılaştı. Bazıları onu çok parlak, bazıları ise şok edici ve saldırgan buldu. Her durumda Madde-22, absürdün ve gerçeküstücülüğün Amerikan edebiyatına tanıtıldığı, dönüm noktası haline gelen muhalif bir romandı.
Madde-22’nin başkahramanı, II. Dünya Savaşı sırasında küçük bir İtalyan adası olan Pianosa’ya giden bir ABD Hava Kuvvetleri bombacısıdır. Hava filosu, havacılara bazı belirli görevleri tamamladıktan sonra evlerine gidebilecekleri sözünü veren –ama görevlerin sayısının artmaya devam etmesiyle kimsenin oradan ayrılamamasına sebep olan– komik derecede beceriksiz generaller tarafından idare edilir. Savaşın bürokratik saçmalıkları, Hava Kuvvetleri’nin romana adını veren basit ama sinsi yönetmeliğinde cisimleşir. Yirmi ikinci maddede, bir askerin ancak delice davrandığı takdirde savaş görevinden muaf tutulabileceği, ama kişi bu muafiyet için talepte bulunursa, bu durumun, uçacak kadar aklı başında oluşunu açıkça göstereceği belirtilir.
Roman, uygunsuz durumların ve acayipliklerin unutulmaz karakterleri ile doldurulmuştur. Hava filosu kumandanı Binbaşı Binbaşı Binbaşı Binbaşı (ismi böyle konmuştu çünkü babası komik olabileceğini düşünmüştü), kariyerinin ilk gününden itibaren, bir bilgisayar arızası sayesinde binbaşılığa giden tüm yolları atlayarak terfi ettirilmiştir. İşi karıştıran memur Milo Minderbinder, acımasız bir karaborsacıdır ve kâr uğruna kendi hava filosunu bombalaması için Almanlar’la bir sözleşme imzalamak da dahil, her şeyi yapar. Ve doktor Doc Daneeka, hatalı bir evrakta “öldürüldükten” sonra, aslında halen yaşadığına – en kötüsü hayat sigortası poliçesinden dolayı aylık ödemelerine minnettar olan kendi eşi de dahil – başkalarını ikna edemez.
Madde-22’nin öykülemeciliği, zaman için herhangi bir uyarı yapmaksızın sözün gelişine göre birkaç ipucu vererek, savaşın kargaşasını taklit ederek ve okuyucuyu tamamen başıboş bir halde bırakarak bir ileri bir geri atlar. Bu arada, hava filosunun eğlence evi soytarılıkları romanı kahkahadan kırıp geçirecek derecede komik yapar, ta ki bir şeylerin kötüleşmeye başladığı ana kadar. Kara mizah ustası Heller, olay örgüsünün detaylarını, başlangıçta çok gülünç görünen şeylerin, tüm gerçek bilindiği zaman aslında öldürücü derecede ciddi olduğu açıklığa kavuşana dek aşamalı olarak ve düşünmeden yapılmış gibi gözler önüne serer.
Heller, Madde-22’nin aslında özellikle II. Dünya Savaşı ile ilgili olmadığını, genel olarak modern dünyadaki bürokrasi ve otoritenin saçmalığı hakkında olduğunu söylemiştir. Bu mesaj, 1960’ların anti-kurumsal, karşı-kültür hareketleri arasında romanı bir kült haline getirmiştir.
EK BİLGİLER:
1. Madde-22’ye, başlangıçta Madde-18 adı verilmişti, ama Leon Uris’in romanı Mila 18’in 1961’de ondan hemen önce çıkarılmasından sonra Heller, romanının ismini son dakikada değiştirmeye karar vermiştir.
2. Heller, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya ve Kuzey Afrika’daki Amerikan seferlerinde bombalama göreviyle bir düzine uçuş gerçekleştirmiştir.

Paris’in Notre Dame Katedrali
Notre Dame Gotik Katedrali, Paris’in ortasındaki Sen Nehri üzerinde bulunan Ile de la Cite adlı adacığın doğu kısmında konumlanmıştır.


Katedral, 528’de bir Hıristiyan kilisesinin yerini aldığı, Jüpiter’e adanan antik bir Roma tapınağı alanına inşa edilmiştir. Yakın zamanda (1144) restore edilmiş Saint Denis Abbey Kilisesi’nin azametinden ilham alan Piskopos Maurice de Sully, Paris’in eski kilisesini yıkmaya ve yerine daha büyüğünü inşa ettirmeye karar verdi. Yeni katedralin inşaatı 1163’te başladı ve on dördüncü yüzyılın başlarına kadar devam etti.
Çoğu Gotik katedralde olduğu gibi, Notre Dame’ın dış cephesi de üç katlıdır. Bunların üzerinde, yaratık şeklinde heykelciklerle –şeytani ruhları kiliseden uzakta tuttuğuna inanılan çirkin ve ürkütücü canavarların heykelleri– bezeli bir kemerle bağlanan iki kule yükselir. Kemerin altında, yüzlerce boyalı cam parçasının bir araya getirilmesiyle yapılan ve çapı dokuz metreden fazla olan gül şeklinde bir pencere vardır.
Daha aşağısında, başlangıçta Yahuda ve İsrail’in yirmi dokuz kralının heykellerini içeren Kral Kemeri vardı. Fransız Devrimi sırasında, figürlerin Fransız krallarının portreleri olduğunu sanan kızgın yağmacılar tarafından hepsinin başı koparıldı. Heykeller, 1845’te ünlü Fransız mimar Viollet-le-Duc tarafından yapılan yenileriyle değiştirildi.
Dış cephede, kiliseye üç ana giriş bulunur. Merkezî ve en geniş giriş kapısı, kıyamet günü gelecek olan İsa’ya adanmıştır. Solundaki kapı Meryem’in, sağındaki ise Meryem’in annesi Azize Anne’nin giriş kapısıdır.
Katedralin zengin bir geçmişi vardır. Burası, 1185’te Caesarealı (Kayseri) Heraklius’un Üçüncü Haçlı Seferi’ni ilan ettiği yerdi. 1431’de, VI. Henry’nin ve 1804’te de Napoleon Bonaparte’ın taç giyme törenine sahne oldu. Kilise, Fransız Devrimi sırasında ilk olarak “Akıl Tapınağı”, sonrasında da “Yüce Varlık Tapınağı” (Temple of the Supreme Being) adını aldı. 1970’te Charles de Gaulle’ün cenaze töreni için kullanıldı.
EK BİLGİLER:
1. Victor Hugo Notre Dame’ın Kamburu’nu (1831) yapının yıkılma tehlikesi altında olduğu sıralarda, Notre Dame’ın tarihine dair halkın bilincini ve hassasiyetini arttırmak için yazdı.
2. Fransız otoyollarında ölçülen tüm mesafeler için başlangıç noktası olarak işaretlenen sıfır kilometresi, katedralin önündeki meydanda konumlanmıştır.

Plasebo Etkisi
Plasebo etkisi, hiçbir tıbbî değeri olmayan bir tedavinin faydalı tesiridir. Kendisine tuzlu su enjekte edilen veya bir şeker hapı verilen hasta biri, çoğunlukla kendisini daha iyi hisseder. Bu sonuç, migren, sırt ağrısı ve depresyon gibi öznel olarak değerlendirilen bozukluklar için özellikle geçerlidir. Plasebo etkisi, ilaçla tedaviye yüklediğimiz iyileştirici değerin önemli bir kısmına tekabül eder.
Acının ilaçla tedavisinde plasebo etkisi, kısmen beyin kimyası ile açıklandı. Beyin acıyı yaşadığı zaman, endorfin –acıyı hafifletmek için doğal morfin gibi davranan kimyasallar– salgılar. Beyin görüntüleme çalışmaları, ilaç olduğu düşünülerek plasebo alındığında, endorfin salgılanmasının tetiklendiğini göstermiştir. Nörolojik olarak bakıldığında, kişi gerçekten de ilaç almış gibidir.
Bir de, daha az anlaşılmış, ama eşit derecede güçlü nosebo etkisi vardır. İnsanlara bir ilacın olumsuz yan etkilerini deneyimleyecekleri söylendiğinde bu, herhangi tıbbî bir neden olmamasına rağmen sıklıkla gerçekleşir. Bu etkiyi gözlemlemek üzere yapılan bir deneyde, insanlara birer şeker hapı verilir ve kusmaya sebep olacağı söylenir. Deney, grubun % 80’inin kusmasıyla sonuçlanır. Diğer bir deney de, kalp krizinden öleceklerine inanan kadınların, tamamen aynı tıbbî profile sahip ama risk altında olmadıklarını düşünen kadınlara kıyasla kalp krizinden ölme risklerinin dört kat daha fazla olduğunu göstermiştir. Hasta olduğunuzu düşünmek, sizi hasta eder.
Tıbbî tedavinin bazı alanlarında, plasebo etkisinin gittikçe daha büyük yer tuttuğu görünmektedir. Antidepresan deneylerinde, plasebolara verilen tepki oranı her on yılda % 7 artmaktadır. 1980’de plasebo verilen depresif insanların % 30’u, herhangi başka bir tedavi olmaksızın iyileşti. 2000 yılında bu oran % 44 oldu. Bu değişiklik, yaygınlaşan ilaç reklamlarına ve yükselen beklentilere bağlanabilir. İnsanların geneli psikiyatrik ilaçlara yirmi yıl öncesinde olduğundan daha fazla inanmaktadır, bu da plaseboları daha etkili kılmaktadır.
EK BİLGİLER:
1. Hapların renkleri de bazı hastalar üzerinde etkili olabilir. İtalyanlar’ın bir deneyinde, mavi plasebolar kadınlar için mükemmel uyku hapı etkisi yaptı, ama erkekler için sonuç aksi yöndeydi.
2. Acı veren enjeksiyonlar, daha az acıtanlara oranla daha fazla iyileştirici değere sahip olabilir.

Form
Klasik müzikte kullanıldığında form terimi, bir parçanın bestesine kılavuzluk eden yapıları, çok sayıda eserde ortak olan birtakım özellikleri ifade eder. Bestelerin hareketlere ve tematik bölümlere nasıl ayrıldığını belirleyen birçok önemli form vardır. Bunlar, her parça için bir taslak olarak iş görür.
İKİLİ FORM (A-B): Parçanın ilk kısmı (A) tonikten, yani parçanın tonal merkezinden başlar ve sonra modülasyonla dominant tona geçer. İkinci kısım (B) ise dominant tondan başlar ve yeni bir modülasyonla toniğe geri döner. Yani eğer parça La majörde yazılmışsa, A kısmı La majörden başlar, sonra Mi tonalitesine geçer. B kısmı Mi tonalitesinden başlar ve sonra La majöre geri döner. Eğer parça La minörde yazılmışsa, A kısmı o La minörden başlar ve Do majöre geçer ve B kısmı bu süreci tersine döndürür.
ÜÇLÜ FORM (A-B-A): A kısmı tonik, B kısmı dominant tondadır ve sonrasında ilk kısım tekrarlanarak parça nerede başladıysa orada, yani tonikte sonlandırılır.
BİRLEŞİK İKİLİ FORM: Aynı zamanda “sonat formu” da denir. Üçlü bir yapısı vardır. “Serim” denen ilk kısım, ana gamı kurar; ana temayı ve ekleri, sıklıkla birbiriyle zıtlaşan temaları sunar ve ana gamdan uzaklaşarak gerilim yaratır. “Gelişme” denen ikinci kısımda besteci, sıklıkla yaygın şekilde geçişler yaparak kombinasyonların ve biçimlerin çeşidi içinde tematik malzemeyi sunar. “Sonuç” denen üçüncü kısımsa başlangıç temalarını geri getirir ve başladığı aynı gamda parçayı bitirir.
RONDO FORMU: Üçlü formda bir değişkendir ve her bir harfin bir tematik kısmı temsil ettiği, A-B-A-C-A-D-A formunu alır. B-C-D parçalarının her biri, bir epizot (dilim) olarak adlandırılır ve başlangıç A temasının armonik ve melodik tamamlayıcıları olarak hareket eder.
TEMA VE ÇEŞİTLİLİK: Besteci, bir melodiyi sunar ve sonra o melodiyi süslemeyle, harmonide değişikliklerle, yapıda değişikliklerle, majörden minöre değişikliklerle ve diğer tekniklerle çeşitlendirir. Bu form, A-A’-A’’-A’’’ ve devamı harflerle temsil edilebilir.
EK BİLGİLER:
1. Sonat formunun belirtileri ilk kez Johann Sebastian Bach’ın (1685-1750) geç dönem barok parçalarında görüldü, ama formun kabulü, barok dönem ile klasik dönem arasında geçişi belirten en büyük biçimsel değişimlerden biridir. Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791), sonat formunun ustalarından biriydi.
2. Hem Bach (Goldberg Çeşitlemeleri) hem de Mozart (“Parla, Parla, Küçük Yıldız” Çeşitlemeleri) tema ve çeşitlemeyle ilgiliydiler.

Madde/Form Kuramı
Aristoteles’in madde ve form kuramı, felsefesinin en önemli ve en etkili yönlerinden biridir. Fakat incelikli bir öğreti olduğundan, genellikle iyi anlaşılmaz. Özü itibariyle bu kuram, modern bilimin ilerlemelerinden çok önce, doğal dünyayı açıklamaya yönelik bir girişimdi.
Aristo (MÖ 384-322), dünyanın ‘öz’lerle, yani bitki ve hayvanlar gibi somut bireysel şeylerle doldurulduğunu gördü. Özleri, kurduğumuz cümlelerin özneleri olabilecek türde şeyler gibi düşünebiliriz. Örneğin, Sokrates bir özdür çünkü “Sokrates solgundur.” diyebiliriz. Aristoteles, solgun olma niteliği gibi özlerin belli niteliklerini “ilinek” (araz) olarak adlandırdı. İlinekler, özler hakkında söylediğimiz şeylerdir; genelde cümle içinde sıfat olarak görev yaparlar.
Bu farklılığı kavramanın diğer yolu, Aristo’nun ilineksel değişiklik ve özsel değişiklik arasında yaptığı ayrımdan geçer. İlineksel değişikliğin bir örneği, Sokrates’in soluk olmaktan, güneşte biraz zaman geçirdikten sonra bronz rengine dönüşmesidir. Sokrates, yani öz, devam eder ve değişen sadece Sokrates’in ilinekleridir; solukluğu ve teni. Özsel değişme verilebilecek örnek ise Sokrates’in ölümüdür. Bu durumda, saf bir öz olan Sokrates varlığın dışına çıkar.
Bu özsel değişim fikri, Aristo’nun madde/form kuramına götürür. Sokrates ölse bile, cesedi var olmaya devam eder. Bir şeyler sürüp gider. Aristo, maddeyi ‘özsel değişim yoluyla sürüp giden’ olarak tanımlar. Ancak, bir zamanlar çeşitli girift biyolojik süreçler muhteva eden Sokrates’in maddesi, o süreçleri durdurmuştur. Şimdi ölüdür, maddesi geride kalır ama maddenin formu değişmiştir. Form, Sokrates’in pek çok parçasının birbiriyle nasıl etkileşeceğini belirleyen organizasyonun ve faaliyetin ilkesi olarak tanımlanır.
Aristo, bireysel özlerin madde ve formun birleşimleri olduğu sonucuna vardı. Doğa felsefesi üzerine olan eserlerinde, doğal olayların geniş çeşitliliğini açıklamak için madde/form kuramını kullandı.
EK BİLGİLER:
1. Aristo’nun madde ve form kuramı, hilomorfizm olarak adlandırılır.
2. Aristo’nun hilomorfizminin, onu metafiziğinin dayanaklarından biri yapan St. Thomas Aquinas yoluyla Batı Hıristiyanlığı üzerinde muazzam bir etkisi olmuştur.
3. Rene Descartes (1596-1650), on yedinci yüzyıl fiziğinde Aristocu özsel formların kullanımını sert bir şekilde eleştirdi.

Musa
Musa, genelde Yahudi tarihinde en önemli kutsal kitap şahsiyetlerinden biri olarak bilinir. Musa’nın hikâyesinin ana kısmı, Çıkış (Exodus) kitabında anlatılır.
İbrahim’in torunları olan İbranîler, bir kıtlık sırasında İsrail’i terk ederek Yakup’un oğullarından biri olan ve firavundan iltifat gören Yusuf’un yaşadığı yer olan Mısır’a yerleştiler. Zaman geçtikçe ve firavunun Yusuf ile olan dostluğu unutuldukça, İbranîler Mısırlılar’ın kölesi haline geldiler.


Musa, İbranî kölelerin çocuklarının öldürülmesini emreden acımasız bir firavun olan II. Ramses’in hükümdarlığı sırasında Mısır’da, İmran ve Yoşaved’in oğlu olarak doğdu. Yoşaved ilk başlarda Musa’yı saklamayı başarabildiyse de, bunu yapmak sonraları çok zorlaştı. Musa üç aylık olunca, annesi onu bir sepetin içine koydu ve merhametli birinin bulmasını umarak Nil Nehri’ne bıraktı. Musa’yı bir süre sonra firavunun kızı buldu ve ona kendi oğlu gibi baktı.
Musa büyüdü ve sonunda gerçek kökenlerini öğrendi. Bundan kısa bir süre sonra, bir Mısırlı’nın bir İsrailli’yi dövdüğüne şahit olduğunda, tepkisi Mısırlı’yı öldürmek oldu. Böylesi utanç verici bir suçu işlemiş olarak Musa, Mısır’dan kaçmaya ve kırk yıl Sina Yarımadası’nda yaşamaya zorlandı. Bir gün Musa, ateşler içinde olmasına rağmen yanmayan bir çalılık gördü. Yakından bakmak için çalılığa yaklaşınca, Tanrı ona Mısır’a geri dönmesini ve İsrailliler’i Mısır’dan dışarı çıkarmasını emretti.
Musa bunun üzerine Mısır’a döndü ve İbranîler’i serbest bırakması için firavunu ikna etmeye çalıştı. Firavun onu reddetti, bu da Tanrı’nın Mısırlılar’a on felaket göndermesine neden oldu. Onuncu felaket –tüm Mısırlı ailelerin ilk doğan oğlunun ölümü– kırılma noktası oldu ve firavun İsrailoğulları’nı serbest bıraktı. Ancak gitmelerine izin verdikten sonra, onları takip etti. İsrailoğulları Kızıl Deniz’in kıyısına geldiğinde, arkadan firavunun ordusu yetişti ve onları kıstırdı. Tanrı, İsrailoğulları’nı kurtarmak için Kızıl Deniz’i ortadan ikiye ayırarak bir yo açtı. Onların geçmesinin ardından hemen geri kapayarak Mısırlılar’ı suda boğdu. Denizi geçtikten sonra Musa İbranîler’i, zirvesine tek başına çıkıp Tanrı’dan doğrudan On Emir’i alacağı Sina Dağı’na giden çöl yolundan götürdü.
Gerçekten var olup olmadığı tarihsel açıdan tartışmalıysa da, lider ve kanun koyucu olarak Musa, Yahudi tarihinin en başta gelen sembolüdür.
EK BİLGİLER:
1. Bazı kuramlar, Musa’nın aslında İbranî olmadığını, daha ziyade kaçak ve fedakâr bir Mısırlı rahip olduğunu iddia ederler.
2. Yahudiler’in boynuzları olduğu nevinden Yahudi aleyhtârı klişeler, büyük ihtimalle Musa’nın Sina Dağı’ndan indikten sonraki hâline dair bir tasvirin yanlış bir çevirisinden kaynaklanmaktadır. Tanrı’ya bu kadar yakın olmak, iddialara göre, Musa’nın fizikî görüntüsünü değiştirmişti. Ama söylenen, “yüzünden ışıkların fışkırdığı”dır, bazılarının hatalı şekilde inandığı gibi “kafasından boynuzların fışkırdığı” değil.

Şarlman
Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında çökmesiyle Avrupa, daha sonraları tarihçilerin Karanlık Çağ olarak adlandırdığı bir savaş ve anarşi dönemine girdi. Rakip kavimler, imparatorluğun geride bıraktığı kalıntıları için sürekli olarak savaşıyordu. Sanat ve bilimlerdeki ilerlemeler durdu. Roma tarafından sağlanan birliğin yokluğunda, kıtayı bir arada tutan çok az şey vardı.
Bugünkü Almanya’da kurulmuş bir krallığın lideri olan Şarlman (742-814), bir zamanlar Batı Roma İmparatorluğu’na ait olan toprakların çoğunu yeniden bir araya toplayabilen ilk kişi olarak, sekizinci yüzyılda büyük bir Avrupa imparatorluğu yarattı. 800 yılının Noel gününde Papa ona, tekrar dirilen Hıristiyanlık’ın lideri ve ilk Kutsal Roma İmparatoru olarak taç giydirdi.


Taç giyme töreni zamanında Şarlman’ın imparatorluğu bugünkü Fransa, Belçika, Hollanda, İsviçre’yi ve Almanya’nın büyük kısmını içine alıyordu. Şarlman, Franklar’ın ve komşularının çoğunu hakimiyeti altına alan bir Alman kavminin kralıydı.
800’de ilan edilen Kutsal Roma İmparatorluğu, gerçekte Avrupa’yı hiç birleştirmedi. On sekizinci yüzyılda Voltaire’in alaya aldığı gibi, ne “kutsal”dı ne “Romalı”ydı ne de bir “imparatorluk”tu. Sadece, içlerinden bazıları birkaç kilometrekareden büyük olmayan üç yüzden fazla yarı-bağımsız prensliğin bir aradalığından müteşekkildi. Yine de, gelecek yüzyıllar için Orta Avrupa’daki en büyük güçtü. Şarlman’ın kuvvetleri Hıristiyanlık’ı yaydı ve İspanya’da Müslüman halifenin elinde olan bölgeyi geri alabilmek için (başarısızlıkla) savaştı.
Şarlman’ın mirası, (kelimenin tam anlamıyla)Avrupa genelinde halen görülür. Genetik alanındaki son çalışmalar, Avrupalılar’ın büyük bir kısmının Frank kralından gelme olduğunu göstermektedir. Fransa ve Almanya’nın kurucu babalarından biri olarak dikkate alınır. Küçülmüş haliyle imparatorluğu, son Kutsal Roma İmparatoru’nun 1806’da yönetimden çekilmesine dek sürmüştür.
EK BİLGİLER:
1. Şarlman’ın savaşlarda taşıdığı kılıç, Joyeuse ismindeydi. Bu ünlü kılıç olduğu düşünülen bir silah şu anda Paris’teki Louvre Müzesi’nde bulunmaktadır.
2. Popüler ortaçağ efsanesinde Şarlman, tarihin en önemli şövalyeleri olan “dokuz kıymetliler”den biriydi. Diğer kıymetliler arasında Kral Arthur ve Büyük İskender bulunmaktadır.
3. 778’de İspanya’daki bir savaş sırasında, Şarlman’ın asilzadelerinden biri olan Roland, Basklar tarafından öldürüldü. Roland’ın cesur ölümünün hikâyesi, ortaçağ edebiyatının en ünlü parçalarından biri olan “Roland’ın Şarkısı” için bir temel oldu.

Gabriel Garcia Marquez
Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez, 20. yüzyılda dünyanın dikkatini Latin Amerika edebiyatına çeken bir yazardı. Romanlarıyla kısa hikâyelerinde, kendi kıtasının tarihini ve insanlarını, gerçek olayları fantezi ve efsane ile birleştiren bir gözle inceledi.
1928’de Kuzey Kolombiya’nın Arataca kasabasında doğan Garcia Marquez, özellikle ailenin yaşlıları tarafından tekrar tekrar anlatılan aile hikâyeleriyle büyüdü. Kolej eğitiminden sonra çeşitli yabancı yayın ajanslarında gazetecilik yapıp Fransa’da, Venezuela’da, Birleşik Devletler’de ve Meksika’da yaşadı. 1950’lerin ortalarında kurgusal yazılar yazmaya başladı ve ilk büyük eseri olan kısa hikâye koleksiyonu Albaya Kimseden Mektup Yok, 1961’de basıldı.


Garcia Marquez’in başyapıtı, şüphesiz, kurgu kasaba Macondo’da altı nesle yayılan bir masal olan Yüzyıllık Yalnızlık (1967) romanıdır. Kasabanın ve kurucularının –Buendia ailesi– tarihi, tümüyle Latin Amerika’nın tarihî gidişatına ayna tutar: Macondo’nun dış dünya ile artan şekilde temasa geçmesiyle, bozulmamış pastoral soyutlanmadan iç savaşa, diktatörlüğe, işçi karışıklıklarına ve moderniteye geçişe eşlik eden diğer zorluklara çeşitli geçişler yapar. Romanda tarih, hem bireylerin hem de grupların aynı hataları tekrar ve tekrar yapışı gibi –Garcia Marquez’in Buendia ailesinin farklı nesillerindeki karakterlere aynı isimleri vererek vurguladığı bir gerçek– döngüsel olarak ilerler.
Garcia Marquez’in eserlerinin çoğu, büyülü gerçekçilik –oldukça gerçekçi yapılan betimlemelerin fantastik ve doğaüstünün belirgin unsurları ile bir birleşimi– olarak isimlendirilen bir türü örnekler. Yüzyıllık Yalnızlık’ta olan onca şey arasında Macondo, beş yıl süren şiddetli bir yağmur fırtınasını, bir karakterin ölümünün haberi üzerine gökten sarı çiçekler şelalesinin akmasını ve domuz kuyruklu bir bebeğin doğumunu görür. Büyülü gerçekçilik bağlamında bu olayların çoğu normal kabul edilir ve karakterler bunları yorum yapmadan veya endişelenmeden izlerler.
İki diğer önemli yayınından sonra (Başkan Babamızın Sonbaharı (1975) ve Kırmızı Pazartesi (1981) romanları) Garcia Marquez 1982’de edebiyat dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldü. Eserleri, orijinal dili İspanyolca’da ve diğer dillerde milyonlarca kişiye ulaştı, onu hem eleştirel hem de popüler başarıyı sürdüren pek az çağdaş romancının arasına soktu.
EK BİLGİ:
1. Garcia Marquez’in eserlerinin çoğu, aynı karakterlerden ve yerlerden bazılarının farklı hikâye ve romanlarda birden karşınıza çıkmasıyla, aynı kurgusal evrende yer alırlar.

Rönesans Sanatı
Rönesans olarak bilinen dönem, ortaçağdan sonra geldi ve modern çağın yolunu açtı. ‘Rönesans’ kelimesi, Latincede “tekrar doğmak” anlamına gelen ‘renascere’den türemiştir. Bununla Yunan ve Roma kültürünün yeniden doğuşu kastedilir. Rönesans sanatçıları ve entelektüel şahsiyetleri ortaçağ düşüncelerini bilinçli olarak reddetmiş, klasik modellerde ilham aramışlardır.
Rönesans’ın kökleri, bireyselcilik ve insan başarısına büyük önem atfeden İtalyan şair Francesco Petrarcha’nın bu felsefesini geliştirdiği on dördüncü yüzyılın başlarına kadar uzanır. Bu, ortaçağ toplumunun, tamamen Tanrı’nın gücüyle ilgili olan zihnî meşguliyetinden bir değişime gidişi işaret etmiştir.
Görsel sanatlar açısından Rönesans, on beşinci yüzyılın başlarında Floransa’da başladı. Heykeltıraş ve mimarların esin almak için klasik modelleri aramaya başlaması bu döneme rastlamaktaydı. Aynı zamanda ressamlar, iki boyutlu bir yüzey üzerinde derinlik ve hacmi temsil etmek üzere bir sistem olan ‘tek-nokta perspektifini’ keşfettiler.
Erken dönem Rönesans’ın en tanınmış Floransalı sanatçıları arasında, ayakta duran çıplak bir figür olması açısından Antik dönemden bu yana bir ilk olan Davud’un yaratıcısı heykeltıraş Donatello, Floransa’daki ünlü Dome Katedrali’ni tasarlayan mimar Brunelleschi ve tek-nokta perspektifini kullandığı bilinen ilk ressam olan Masaccio bulunuyordu.
Genelde 1495-1527 olarak tarihlenen Yüksek Rönesans, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raphael ve Titian gibi Avrupa medeniyetinin en büyük ustalarından bazılarını çıkardı. St. Peter Bazilikası’nın yeniden yapımına başlanması da bu dönemdeydi. Mimar Bramante süreci başlattı ve yeni kilisenin ilk halini tasarladı. Proje üstüne çalışmalar, onun ölümünden sonra Michelangelo da dahil olmak üzere birçok sanatçının gözetmenliğinde devam etti. Yeni bazilika, on yedinci yüzyılın ortalarına kadar tamamlanamadı.
EK BİLGİLER:
1. Rönesans’ın Kuzey Avrupa’ya gelişi, Gotik tarzın on altıncı yüzyıla kadar hüküm sürmeye devam etmesi nedeniyle daha yavaş oldu.
2. Geç Rönesans genelde 1527 ile 1600 yılları arasındaki dönem olarak bilinir. Bu dönemde üretilen eserlerden çoğunlukla üslupçu (mannerist) olarak bahsedilir, çünkü form olarak hayli karmaşıktırlar ve gizemci, entelektüel metaforik motiflerle doludur.

Mendel Genetiği
Çek asıllı bir rahip olan Gregor Mendel (1822-1884) 1800’lerin ortalarında bezelye deneylerine başladığında, kalıtımla ilgili önde gelen iki kuram vardı. İlki, ebeveynlerin özelliklerinin bir çocuk yaratmak için eşit derecede beraberce harmanlanmış olduğunu öne sürüyordu. İkincisi ise, bir çocuğun içine doğduğu çevrenin çocuğa özelliklerini verdiğini öneriyordu. Mendel her iki kuramı da çürüttü.
Manastırının bahçesinde sık sık yaptığı yürüyüşlerinde, Mendel sıradan bir bezelye bitkisinin (Pisum sativum) basit özelliklerini not aldı. Bitkilerin çiçeklerinin ya mor ya beyaz – ikisinin arasında değil–, bezelye tohumlarının ise ya sarı ya yeşil oldukları dikkatini çekti. Bitkilerin sapları da ya uzun ya kısaydı ve tohumları ya yuvarlak ya da buruşuktu. Toplamda bulduğu yedi nitelik, kesinlikle beraber harmanlanmış gibi görünmüyorlardı ve bunun üzerine deneyler yapmaya başladı.
Mendel, yeşil tohumlu bezelyelerle sarı tohumlu bezelyeleri çiftleştirdiğinde, çıkan bezelyelerin tümü yeşil tohumlu oldu. Ama ilk nesli kendi arasında çiftleştirdiğinde, gelecek neslin dörtte biri sarı tohumlu oldu. Aynı şey, boylara göre yaptığı deneyde de gerçekleşti. Uzun saplı bezelyelerle kısa saplı bezelyeleri çiftleştirdiğinde, takip eden nesil tümüyle uzundu, ama torunlarının dörtte biri kısaydı.
Bu model, Medel’in sonraları aleller, genler ve baskın-çekinik kalıtım olarak adlandırdığı özellikleri anlamasını sağladı. Temelde Mendel, her bir bitkinin her bir ebeveyninden her bir özellik veya gen için, bir kalıtımsal birim veya alel aldığı sonucuna vardı. Dış görünüşte alellerden sadece biri etkin olabilmesine rağmen –baskın alel– sonraki nesle aktarılmada her ikisinin de eşit şansı bulunuyordu. Bu yüzden uzun saplı bezelyeler, kısa saplı bezelyelerle çiftleştirildikten sonra, döllerinin tümü baskın alel olan uzunluğa ve çekinik alel olan kısalığa sahipti. Böylece o nesil kendi arasında çiftleştirildiğinde, döllerinin dörtte biri uzunluk için olan iki alele, yarısı bir uzun bir kısa alele (uzun olarak ortaya çıkar) ve dörtte biri kısalık için olan iki alele sahipti. İki kısalık aleline sahip olanlar kısa olarak ortaya çıktılar. Bu temel gözlem, modern genetiğin çıkış noktasıdır ve neden belli özelliklerin nesilleri atlayıp daha sonra ortaya çıktığını açıklar.
EK BİLGİLER:
1. 1856 ile 1863 yılları arasında Mendel yaklaşık 28.000 bezelye bitkisi ekti ve test etti.
2. Mendel mükemmel kayıtlar tutmasına rağmen, ulaştığı sonuçlar fazla kesin olmaları itibarıyla ondan sonra gelen bilim insanlarını sık sık şaşırtmıştır. Birçokları onun, eski bilgileri sürekli düzeltme ve verilerini yumuşatma saplantısı olduğundan şüphe ederler.
3. Mendel’in çalışmaları, sağlığında büyük oranda görmezden gelinmiştir ve Mendel, pek tanınmayan biri olarak ölmüştür. Botanistler onun çalışmalarını 1900 yılında yeniden keşfetmiş ve bu, genetik çalışmaları sonsuza dek değişmiştir.

Antonio Vivaldi
Venedikli bir kemancının hasta çocuğu olarak doğan Antonio Vivaldi (1678-1741), 1703’te ruhban okuluna girdi. Çok hızlı bir şekilde bir keman hocası, bir şef ve Pio Ospedale della Pieta’da yetim kızlara yönelik bir Venedik konservatuarında yatılı kalan bir besteci oldu. Genç kadınlar sıkı bir müzik eğitimi alırlardı ve Vivaldi’nin genellikle kendi orijinal eserlerinden oluşan konserleri, şehrin müziksever dinleyicilerince çok popülerdi.
Vivaldi, ömrü boyunca, tanınmış herhangi bir besteciden daha fazla, 500’ün üzerinde konçertoya imza atarak, insanı şaşkına çevirecek bir üretkenlik sergiledi. Vivaldi vokal eserler bestelemesine rağmen, parçalarının çoğu enstrümantaldir ve en çok da bu alanda ün yapmıştır. Son derece güzel bir etkileyiciliğe sahip olan konçertoları, incelikli hüzünden heybetli coşkuya uzanan bir dizi duyguyu içinde barındırır.


Vivaldi’nin eserlerinin çoğu bir hikâyeyi anlatan, bir duyguyu çağrıştıran veya genelde doğal döngüdeki gerçek hayattan olayların bir izlenimini veren bir program niteliğindeydi. Konçertolar çoğunlukla üç bölümden oluşuyordu: bir allegro (canlı tempo) bölüm, aynı veya benzer bir tonda yavaş bir bölüm ve ilkinden bile daha canlı olabilen son bir allegro bölüm.
Vivaldi’nin “Gece”, “Denizdeki Fırtına” ve “Sakakuşu” gibi besteleri arasında en ünlüsü, bugün klasik Batı müziğinin en popüler eserlerinden biri olarak kolayca hafızalarda yer eden ve dört konçertoluk bir diziden oluşan “Dört Mevsim”dir. Bu ve diğer parçalarıyla Vivaldi, solocunun rolüne olağanüstü bir drama ve gösteriş duygusuyla benzeri görülmemiş bir önem yükleyerek devrim yapmıştır. Vivaldi, aynı zamanda Johann Sebastian Bach ve klasik dönem bestecileri üzerinde, hatırda kalan temaları, maceracı ritmik motifleri ve bestelerinin duruluğuyla büyük bir etki bırakmıştır.
EK BİLGİLER:
1. Vivaldi’nin çoğu elyazmasının başında, “Laus Deo Beataeque Mariae Deiparae Amen” sözlerinin bir kısaltması yer alıyordu. Bu ifade, “Tanrı’nın ve Kutsal Meryem’in (Tanrı’nın anası) Onuruna” anlamına gelir.
2. Vivaldi’nin hayatının bir noktasında, o zamanlar bir müzisyen için ödenen en yüksek maaşlardan birini aldığı, bir yılda 50.000 duka altını kazandığı biliniyor.

Mantık
Mantık, biçimsel geçerliliği olan akıl yürütmelerin incelemesidir. Akıl yürütme, öncülleri veya varsayımları olan birçok cümleden ve sonucu belirten bir cümleden oluşur. İşte size bir örnek:

Sokrates bir insandır.
Eğer Sokrates bir insan ise, o zaman Sokrates ölümlüdür.
Dolayısıyla Sokrates ölümlüdür.
Geçerli bir akıl yürütme sonucun doğruluğunu, öncüllerinin doğruluğunun takip ettiği bir akıl yürütmedir. Ancak, bu akıl yürütmenin geçerliliği, Sokrates, insanlık veya ölümlülük hakkında herhangi bir şeye bağlanamaz. Geçerlidir, çünkü oluşturulma biçimi veya yapılışı geçerlidir. Aşağıdaki, aynı akıl yürütmenin şematik bir anlatımıdır:

1. p
2. Eğer p ise, o zaman q’dur
3. Dolayısıyla q’dur
P veya q yerine hangi tümceleri koyduğumuzun önemi olmaksızın, bu geçerli bir akıl yürütmedir. Orijinal akıl yürütme (1)-(3), p ve q için belli tümceler koyduğumuz akıl yürütmeyle aynıdır. Ve, veya, biraz ve herhangi gibi sözcükler mantıksal ifadeler olarak isimlendirilir. Mantık çalışmaları, geçerli akıl yürütmelerini tasarlayan şeyleri sorgular. Eğer-o zaman ve ve gibi farklı mantıksal ifadeler arasındaki ilişkiyi ve bunların geçerli akıl yürütmelerinin kurulmasındaki rollerini inceler.
EK BİLGİLER:
1. Aristo’nun ilk mantıksal sistemi geliştirmesinden beri mantık genellikle, bir kişinin felsefede öğrenmesi gereken ilk konu olarak kabul alınır.
2. Gottlob Frege (1848-1925), modern mantığı 1879’daki Begriffschrift eserinde geliştirdi. Frege mantığı kökten değiştirmesine rağmen, alanı dışında neredeyse hiç bilinmez.
3. Her gerçeğin ya doğru ya da yanlış olması ilkesi bazı filozoflarca reddedilir. Bazılarıysa ise tüm çelişkilerin yanlış olduğunu bile reddederler.

Kral Davud
Kral Şaul’dan sonra yönetime geçen Kral Davud, İsrail’in ikinci ve en büyük kralıydı. Yesse’nin oğluydu ve bir çoban olarak yetiştirildi. Hikâyesi İncil’de, Samuel’in kitabında anlatılır ve belki de en çok “Davud ve Goliath” hikâyesiyle bilinir.
Goliath bir Filistinli’ydi ve bazılarınca üç metre boyunda olduğu söylenen bir devdi. Davud’la karşılaştığında Filistinliler İsrailliler’le savaştaydı. Ancak, savaşa girmeden önce Goliath İsrailliler’e onu yenebilecek bir savaşçı göndermeleri için meydan okudu. Goliath bu meydan okumayı kırk gün boyunca her gün tekrarladı, ama hiçbir İsrailli bunu kabul etmedi. Sonunda, o sıralarda bir ergen çocuk olan ve o an, sadece savaştaki büyük kardeşlerine yiyecek getirdiği için orada bulunan Davud, öne çıktı.
Kral Şaul, Davud’un cesaretiyle neşelendi ve ona bir silah ile bir zırh sundu, ama Davud kabul etmedi. Goliath ile karşılaşmaya yanına bir sapan ve birkaç taş alarak gitti. Goliath saldırıya geçmeden önce, Davud sapanıyla bir taş atıp Goliath’ı başından vurarak yere devirdi. Ardından Goliath’ın kılıcını kaptı ve son bir hamleyle onun kafasını uçurarak zafere ulaştı.


Bundan sonra Davud’un ünü tüm İsrail’e yayıldı. Kral Şaul da onu bir tehdit olarak algılamaya başlayıp, öldürtmek istedi. Fakat Şaul’un oğlu ve mirasçısı olan Yonatan, Davud’la arkadaş oldu ve onun hayatta kalmasına yardım etti. En sonunda Davud, Şaul’dan sonra İsrail’in ikinci kralı olarak seçildi.
Davud kral olunca İsrail’in kuzey ve güney kavimlerini birleştirdi, başkenti Kudüs’e taşıdı. MÖ 1000 civarından başlayarak yaklaşık kırk sene ülkesini ciddi bir zorlukla karşılaşmadan yönetti. Krallığı esnasında Davud, Batşeba isminde evli bir kadına aşık oldu ve onu hamile bıraktı. Günahını örtmek için kadının eşine ordusunda bir asker olmasını emretti ve sonrasında onu öldürüleceği ön cepheye yolladı. Karşılığında Tanrı, bir peygamber olan Na-tan’ı, Davud’u suçuyla yüzleştirmek için gönderdi.
Yahudiler Tanrı’nın, kusurlu da olsa Davud’a soyunun İsrail’i sonsuza dek yöneteceğini vâdettiğine inanırlar. Bu nedenle Yahudi geleneğine göre Mesih’in, Davut’un torunu olacağına inanılır.
EK BİLGİ:
1. Goliath’ın hipofiz bezindeki bir bozukluk sonucu anormal bir cüsseye sahip olduğu söylenir. Bu bozukluğun varsayılan bir diğer göstergesi, Davut’un Goliath’a fark ettirmeden ona nasıl yaklaşabildiğini açıklayan, yanlarını görememe hastalığı olabilir.

Magna Carta
İngiltere Kralı John, 1214’te Fransa Kralı II. Philip ile girdiği bir savaşta yenilgiye uğradı. Ardından ülkesine dönüp, denizaşırı seferini desteklememiş olan baronlardan ağır vergiler toplayarak kraliyet hazinesini yeniden yapılandırmaya teşebbüs etti. Bunun üzerine baronlar isyan etti ve 1215 yazıyla beraber Londra’yı ele geçirdiler.
Londra’nın düşmesiyle birlikte, Kral John, Thames Nehri’nin kıyısındaki çayırlıkta, Runnymede’de bir anlaşma yapmak için pazarlığa oturdu. Magna Carta adındaki bildiride özetlenen anlaşma, temel özgürlükler ve kralın mutlak gücü üzerine konan bir dizi sınırlamaların bir teminatıydı. Magna Carta 19 Haziran’da kraliyet mührüyle damgalandı ve ülke genelinde okunması emredildi. Anlaşma, sadece Kral John’u değil tüm mirasçılarını sonsuza dek bağlıyordu.


Anlaşmanın ilk taslağı sadece baronlar için geçerliydi, ama son hali her özgür insanı kapsayacak şekilde değiştirildi. O zamanlar özgür insanlar İngiltere nüfusunda azınlıktaydı ama yüzyıllar içinde anlaşma tüm yurttaşlar için geçerli olacak şekilde evrildi.
Magna Carta’nın ilk kısmı, İngiltere Kilisesi’nin “özgür olacağına ve haklarının azaltılmayacağına ve özgürlüklerinin zarar görmeyeceğine” dair teminatta bulunur.
Takip eden maddeler, kral ve asilzadeler arasındaki feodal ilişkiyi bir sisteme bağladı. Anlaşmaya, adlî bir süreç yaşanmaksızın kimsenin hapse atılamayacağına dair teminatlar ve hiçbir feodal verginin krallığın “genel rızası” olmaksızın yürürlüğe konamayacağına dair bir hüküm de konmuştu. Son madde ise, bir baronlar konseyini ve anlaşmayı kuvvetlendirmek üzere krallığa karşı güç uygulama yetkisi verilen ruhban sınıfını kurdu.
Magna Carta, İngiltere’de özgürlüğün ve hukuk devletinin temeli ve anayasal monarşinin ilk tohumu olarak değerlendirilir. Ancak, çıkarılmasından sonraki yüzlerce yıl boyunca büyük oranda ihmal edilmiştir. Papa II. Innocent, bildiriyi o Eylül ayında feshetti. 1217’de tekrar çıkarıldı, ama hukuken bağlayıcı görülmedi.
Magna Carta’nın önemi, on yedinci yüzyılda bir parlamento lideri olan Sir Edward Coke’un, Stuart krallarına karşı verdiği savaşta anlaşmanın ilkelerini tekrar ve tekrar alıntılamasıyla yeniden gündeme geldi. Ve sonraları Amerikan sömürgecilerine bağımsızlık mücadelelerinde ilham kaynağı oldu.
EK BİLGİLER:
1. Magna Carta, Latince’de “Büyük Sözleşme” anlamına gelir.
2. Magna Carta’nın dört orijinal kopyası hâlâ korunmaktadır. İki kopyası İngiliz Kütüphanesi’nde, diğer ikisiyse Lincoln ve Salisbury’deki katedral arşivlerinde görülebilir.
3. 1957’de American Bar Association, Runnymede’te bir anıt dikerek Amerikan hukukunun Magna Carta’ya olan borcunu ifade ettiler.

“Ozymandias”
Eski bir diyardan bir gezginle tanıştım
Dedi ki: “Taştan yapılma iki büyük gövdesiz bacakla
Çölde dikilen… Yakınlarında, kum üstünde,
Yarı batmış parçalanmış bir çehre uzanıyor, kaşları çatık
Ve buruşmuş dudaklı ve soğuk buyurgan küçümseyişiyle,
Der ki, heykeltıraşı o tutkuları iyi okur
Hâlâ süregelen, bu yaşamsız şeyler üzerinde damgalı
Bunlarla dalga geçen el ve besleyen kalp;
Ve kaide üzerinde, şu sözler belirir:
Benim adım Ozymandias, Kralların Kralı,
Seyret Eserlerimi, ey Aziz, ve çaresizliğimi!
Ondan başka hiçbir şey kalmaz. Etrafını sar dağılmışlığını
O devasa Gemi Enkazının, engin ve yalın
Kumların uzandığı tenhasında.”
Percy Bysshe Shelley (1792-1822), 1800’lerin başlarında önde gelen İngiliz romantik şairlerinden biridir. Bu şairler, 1700’lerin Aydınlanmacı yaklaşımıyla sanat ve edebiyatta hâkim olan akılcılığa karşı, doğanın yüceliğini ve insan duygusunun, tutkusunun ve özgürlüğünün gücünü yücelterek hareket ettiler.
Shelley’nin “Ozymandias” (1818) şiiri, Petrarch, Spenser, Shakespeare ve diğerlerinin Rönesans boyunca kullanmış olduğu katı, on dörtlük şiir biçiminde bir sonedir. Bir sone genellikle, her dizesi beş tane kısa-uzun hece ikilisinden oluşan beşli ölçüde yazılır. Ayrıca, “Ozymandias” gibi Petrarch tarzı bir sone genelde iki parçaya ayrılır: Sekiz açılış dizesi (oktav) ve altı kapanış dizesi (sestet). Sıklıkla oktav, sestetin cevapladığı bir soruyu sorar; “Ozymandias”ta oktav, sestetin ironik şekilde yorumladığı bir görüntüyü resmeder.
“Ozymandias”taki anlatıcı, bir zamanların haşmetli heykelinin şimdilerde çölde kırık dökük ve devrilmiş halde yattığına dair dinlediği bir hikâyeyi nakleder. Heykelin “kaş çatıklığı” ve “soğuk buyurgan küçümseyişi” kibirli bir şekilde Ozymandias’ın sahip olduğu gücü aksettirir. Bu kibrin doruğa çıktığı heykelin mağrur yazıtı –“Seyret eserlerimi, ey Aziz, ve çaresizliğimi!” – birdenbire, çok uzun zaman önce gömülen bu “eserler”, heykeli çevreleyen hiçlik ve engin kumların görüntüsüyle en derin darbeyi yer.
Shelley’nin politik güce ve onun zamana, doğaya ve tarihe dayanma gücüne yönelttiği eleştiri, romantik bakış açısının tipik bir örneğidir. “Ozymandias”ta üstü örtük olan fikir, sanatta, herhangi geçici bir siyasi otoriteden daha fazla kalıcı değer bulunmasıdır. Hepsinden öte, şiir ve içinde barındırdığı görüntüler, herhangi bir ‘insan’ hükümdardan çok daha uzun süre dayanmıştır.
EK BİLGİ:
1. “Ozymandias” Mısır’da Luxor yakınlarındaki II. Ramses’in cenaze tapınağında yıkılmış bir heykelden esinlenilmiştir. Antik çağ tarihçisi Diodorus’a göre heykelde bir zamanlar şu sözler yazılıydı: “Kralların Kralıyım, Ben Ozymandias. Her kim benim ne kadar haşmetli olduğumu ve nerede yattığımı bilirse, eserlerimden birini geçmesine izin verin.”

Venüs’ün Doğuşu
İtalyan ressam Sandro Botticelli (1455-1510) tarafından yapılan Venüs’ün Doğuşu, güzellik tanrıçası Venüs’ün doğumunun ardından denizden sahile savrulduğu anı sahneler. Floransalı varlıklı bir banker ailesi olan Mediciler’e ait Castello’daki bir köşk için 1485 yılı civarında yapılan eser, ahşap üzerine suluboya çalışmadır.
Erken Rönesans döneminde pek çok sanatçı, Yunan ve Roma kültürünün Hıristiyan inançlarıyla uzlaşabileceğine inanan Marsilio Ficino (1433-1499) gibi Yeni-Platoncu düşünürlerden etkilendi. 1480’lerde Botticelli’ye, pagan mitolojisini Hıristiyan kavramlarla birleştiren bir dizi büyük boy resim, Medici tarafından sipariş edildi. Bunların arasında İlkbahar, Mars ve Venüs ile Venüs’ün Doğuşu gibi başyapıtlar da vardı.


Yunan efsanesine göre Venüs, Dev Kronos’un, babası Uranüs’ü hadım edip cinsel organlarını okyanusa fırlatmasıyla su yüzeyinde oluşan köpüklerden doğdu. Tanrıça, Kıbrıs kıyılarına, sonraları kültüne büyük saygı duyulacak olan yere geldi. Yeni-Platoncu düşünceye göre, Venüs’ün doğuş efsanesi insan ruhunun yaratımına dair bir alegoriydi.
Botticelli’nin resminde, iki rüzgâr tanrısından biri olan Zephyrus, Venüs’ü karaya doğru üfler. Büyük bir deniz kabuğu üzerinde duran tanrıça, Yunan heykeltıraş Praxiteles tarafından yapılan eserlerde olduğu gibi antik ‘Venüs masumiyetiyle’ tasvir edilir. Güller, çevresinde havada yüzerken, bir taraftan da onun yeni doğmuş vücudunun üzerine çiçek kaplı bir giysi geçirmeye hazırlanan bir kadın (muhtemelen peri kızı Pomona) tarafından selamlanır. Hem güller hem de portakal ağacı yaprakları, altın renkleriyle oldukça çarpıcıdır.
Hayatının ileriki zamanlarında Botticelli, Girolama Savonarola (1452-1498) adında karizmatik bir Dominiken keşişinin etkisi altına girdi. Savonarola, 1497’de insanları lüks eşyaları imhaya teşvik etmek üzere “Gösteriş Objelerini Yakın!” (Bonfire of the Vanities) hareketini organize etti. Pagan kültüre olan ilgisinden pişmanlık duyan Botticelli iddialara göre kendi eserlerinin bile bazılarını yaktı.
EK BİLGİLER:
1. Venüs’ün Doğuşu, günümüzde Floransa’nın Uffizi Galerisi’nde görülebilir.
2. Sağdaki koyu yeşil yapraklı altın rengiyle vurgulanan portakal koruluğu, Yunan mitolojisindeki “Hespeides Bahçesi”ni temsil ediyor olabilir.
3. Resimde Venüs’e bir elbise sunan kadın, papatyalar, çuha çiçekleri ve mavikantaronla, yani bir doğumu kutlamaya uygun tüm bahar çiçekleriyle bezeli bir elbise giymektedir.

Yüzey Gerilimi ve Hidrojen Bağlantısı
Su, yeryüzündeki en tuhaf, aynı zamanda en yaygın bulunan maddedir. Katı formu, sıvı halinden daha az yoğundur ki bu nedenle buz, yüzebilir. Yüksek miktarlarda ısıyı, çok fazla değişime uğramadan emebilir ve bu nedenle sahil kentleri ılıman sıcaklıklara sahiptir. Ve yüzeyde toplanmaya eğilimli ince bir molekül tabakasından oluşan bir “derisi” vardır.
Suyun sıra dışı özellikleri, onun şeklinin sonucudur. Bir su molekülü, iki hidrojen atomuyla bir su atomundan oluşur (H2O). Görüntüsü Disney karakteri Mickey Mouse’a benzer: İki hidrojen atomu kulakları ve oksijen atomu da kafayı andırır. Su molekülünde elektronlar eşit bir şekilde dağılmadığı için kulaklar pozitif, kafa ise negatif yüklenir. Karşıtlar birbirini çektiğinden, bir su molekülünün kulakları bir hidrojen bağlantısı oluşturarak diğer bir su molekülünün çenesine doğru çekilir. Buz içinde su molekülleri, dört yüzlü bir piramit olan ‘tetraeder’i oluşturmak üzere kararlı şekilde birbirlerine bağlanırlar. Ama sıvıyken, su moleküllerinin yapısı daha gevşektir. Hidrojen bağları devamlı olarak birbirinden ayrılır ve tekrar bir araya gelirler. Aslında ortalama hidrojen bağı, sadece saniyenin küçük bir kısmı kadar dayanır.
Bir su bardağının ortasında, herhangi bir verili molekül tüm yönlere eşit bir şekilde çekilir, böylece net bir etki görülmez. Ama yüzeyde su moleküllerini yukarıya doğru çeken bir kuvvet yoktur. Suyun yapışkan derisini veya yüzey gerilimini yaratan şey, moleküllerin daha çok yanlara ve aşağıya çekilmesidir. Yüzey gerilimi, bir bardağı ağzına kadar doldurmamızı mümkün kılar. Su damlacıklarının oluşmasına ve kabarcıklar yayılmasına izin verir.
EK BİLGİLER:
1. Ped benzeri yayvan ayaklı ve hafif böceklerden olan su örümcekleri, suyun yüzey geriliminden faydalanır. Onlar, gerçek anlamda suyun üzerinde yürüyebilirler.
2. Suyun yüzey gerilimi, kazara düşen uçan böcekleri suda boğmaya yetecek kadar güçlüdür. Bu böcekler kanatlarını su moleküllerinin çekiminden kurtulmalarını sağlayacak kadar hızlı çırpamazlar.
3. Deterjanlar yüzey gerilimini azaltarak suyun kir ve gözeneklere daha etkili nüfuz etmesine yardımcı olurlar.

Dört Mevsim
Antonio Vivaldi (1678-1741), 1725’te her biri bir mevsimi temsil eden dört konçertodan oluşan Dört Mevsim’i yazdı. Solo keman ve küçük bir orkestra için yazılan her bir konçerto üç bölüme ayrılır: İlki bir allegro veya hızlı bölüm; ikincisi adagio veya largo da denen yavaş bölüm ve üçüncüsü ise, sonuçlandırıcı bir allegro, veya ‘presto finale’dir. Vivaldi, Dört Mevsim’i çıkardığında, her bir mevsimle vermeye çalıştığı etkileri tasarladığı müsveddelerine, dört sone dahil etti.
İlk konçertosu olan “İlkbahar”, Mi gamındadır. Tempolu ve coşkun açılış teması hemen fark edilebilir, ruh okşayıcı ve zevklidir. İkinci bölümde solo keman, uyuyan bir keçi çobanını temsil eder ve viyola kısmı, heyecanlı bir köpeğin havlamasını andırır.
Sol minör gamdaki “Yaz” daha sert bir duyguya sahiptir. İlk bölümde yaklaşan bir fırtınanın uğultusunu vermeye çalışan orkestradan, ikinci bölümde fırtınanın kükreyişini duyarız. “Yaz” şiiri, “Güneşin merhametsiz sıcağının yakmasıyla/ İnsanlar ve hayvanlar bunalır/ Çamlar kavrulur…” satırlarını içerir.
“Sonbahar” için program, sabahleyin hareketli bir avla ve sessiz bir dinlenme dönemini takiben hasadın toplanmasını kutlamak üzere çiftçilerin bir dansı ile başlar. Dansa, “Baküs’ün kadehi özgürce akar ve pek çoğu derin uykuda huzurlarını bulurlar,” sözleri eşlik eder.
“Kış”, “ısıran ve iğneleyen rüzgârlarıyla dondurucu karı” ve onun yavaş hareketini –yuvanın verdiği huzur ve dinginliğe bir göndermedir– çağrıştırır, karda yuvarlanmanın ve buzlu patika boyunca kaymanın heyecan hissini veren canlı bir allegroyla son bulur.
EK BİLGİLER:
1. Dört Mevsim, ilk başta “Uyum ve Keşif Arasındaki Yarış” anlamına gelen Il Cimento dell’ Armonia e dell’ Inventione adıyla çıkarıldı.
2. Vivaldi, 1715’teki performanslarının birinde, dinleyicileri kemandaki ustalığı ile kendine hayran bırakmıştır. Bununla ilgili bir hikayede, “Herkesin dili tutulmuştu.” diye yazar.
3. Vivaldi, ondan sonra gelen Mozart gibi, yoksulluk içinde ölmüş ve bilinmeyen bir mezara gömülmüştür.

Stoacılar
Stoacılık, Greko-Roman dünyada MÖ IV. yüzyıldan MS II. yüzyıla kadar yıldızı parlayan bir felsefe ekolüydü. Citiumlu Zenon (MÖ 335-265) ile Kıbrıs’ta başlayan ama sonunda Atina, Roma ve Roma İmparatorluğu’nun geri kalanına yayılan Stoacılık’ın, antik medeniyete büyük etkisi oldu.
Genelde ahlak üzerine görüşleriyle bilinmelerine rağmen, Stoacılar’ın mantık, epistemoloji (bilgi felsefesi), metafizik ve doğa bilimleri üzerine de görüşleri vardı. Stoacılar, yaşayan şeylerin edilgen madde ve pneuma (ruh) dedikleri etken bir kuvvetten oluştuğuna inandılar. Tanrı’yı, katı doğa kanunlarına göre dünyayı evrimleştiren ve değiştiren zeki bir tasarımcı olarak tanımladılar.
Stoacılar için en önemli mesele, bir kişinin nasıl yaşaması gerektiğidir. Cevapları, kişinin mutluluğu –Yunanca’da eudaimonia– araması gerektiği, şeklindedir. Peki ama mutluluk nedir? Stoacılar için mutluluk, “ruhun mükemmel bir faaliyetiydi” ki, bu da ancak erdemli, cesur, uyumlu ve sabırlı olmakla mümkündü. Zenginlik, şöhret ve sağlık gibi şeyleri arzulamanın mantıklı olduğuna, ama mutluluğun aslında onlara sahip olmakla bir ilgisi olmadığına inandılar. Gerçekte Stoacılar, tümüyle erdemli bir kişinin, fiziken iyi durumda olup olmadığına aldırmaksızın mutlu olabileceğine inandılar. Kişi, kendisine işkence edilirken bile mutlu olabilirdi.
Bunun dışında, Stoacılar duyguların sadece hislerden ibaret olmadığına, daima inançları da kapsadığına inandılar. Örneğin, hastalıktan korkmanın hastalığın kötü olduğuna inanmayı gerektirdiğini düşündüler. Ancak, gerçekten erdemli bir kişi için hastalık karşısında mutlu olmak mümkün olduğundan, hastalığın kötü olduğuna inanmak yanlıştı. Bu nedenle Stoacılar, arındıran duyguları tavsiye ettiler.
EK BİLGİLER:
1. Roma İmparatoru Marcus Aurelius (MS 121-180), ünlü bir Stoacıdır. Meditasyonlar olarak bilinen kişisel günlüğü, Stoacı felsefenin önemli eserlerindendir.
2. Stoacılar isimlerini, felsefe tartışmak için toplandıkları yer olan Atina, Agora’daki verandadan (stoa poikilê) alır.

Kral Süleyman
Kral Süleyman, Kral Davut’un Batşeba’dan olan ikinci oğlu ve İsrail tahtının varisiydi. Hükümdarlığı sırasında Süleyman, gücünü siyasi evliliklerin yanı sıra Mısır ve Sûr (Lübnan) ile olan dostane ilişkileri yoluyla topladı ve hafızalara yer eden bilgeliği ve adalet anlayışıyla tanındı.
Süleyman’ın hükümdarlığı, en azından başlangıçta, ihtişamlıydı, Kudüs’ün ilk tapınağı, onun önderliğinde MÖ X. yüzyılda yapıldı. Tapınak, orijinal haldeki On Emir’i barındıran Ahit Sandığı’nın evi olduğu kadar Yahudi ibadetinin de merkeziydi. MÖ VI. yüzyılda Babil hükümdarı II. Nebukadrezar tarafından yıkılana kadar neredeyse 400 yıl ayakta kaldı. Tapınağa ek olarak Kral Süleyman, İsrail krallığına diğer gösterişli yapılar ve altın bolluğuyla büyük zenginlik getirdi.


Tapınak, muhtemelen Süleyman’ın en büyük başarısı olurken, bazılarınca onun pagan olduğu yönündeki eleştirilere dayanak teşkil ederek düşüşünün de nedeni oldu. Kenan ve Fenike mimarisini yansıttığı bilinen tapınak, eleştirmenlerce Yahudilik’te yasaklanmış, putlaştırılmış bir anıt olarak görüldü.
Süleyman, ittifaklar ve siyasi evlilikler yoluyla barışı tesis etti. Krallar kitabı 11:3’te, 700 karısı ve 300 cariyesi olduğu söylenir. Siyasi kazanımlar için başvurduğu çokeşlilik içeride ciddi derecede didişmelere neden oldu, çünkü kadınların çoğu putperestti ve Süleyman, Yahudi geleneklerini onlara uygulatmak adına çok az şey yaptı. Gerilimler, pek çok kimsenin onun liderliğini sorgulamaya başlamasıyla büyüdü ve ölümünün ardından İsrail’in kuzey ve güneyi, neredeyse yüzyıllık bir birlikten sonra tekrar ayrıldı.
Kral Süleyman halen, kendisinden sonra gelen İncil’deki hikâyeyle örneklendirilen müthiş bilgeliğiyle bilinir. Hikayede iki kadın, bir bebekle beraber Süleyman’ın karşısına çıkar. Kadınların ikisi de bebeğin kendisinin olduğunu iddia etmektedir. Süleyman, beklenmedik bir kararla, bebeğin kesilerek iki parçaya bölünmesini ve kadınlara paylaştırılmasını emreder. Sahte anne, buna razı gelir fakat çocuğuna herhangi bir zarar gelmesini istemeyen gerçek anne Süleyman’dan diğer kadının bebeği almasına izin vermesini ister. Süleyman, hiçbir kadının kendi çocuğunun zarar görmesini istemeyeceğini bilerek gerçek annenin o olduğunu anlar.
EK BİLGİLER:
MÖ 586’da yıkılan ilk Süleyman tapınağı, MÖ 515’te yapılan ikinci bir tapınakla tamamlandı. İkinci tapınak daha sonra Romalılar tarafından MS 70’te yok edildi. Yahudiler, Mesih’in gelişi sırasında, tapınakların bulunduğu yerde üçüncü bir tapınağın inşa edileceğine inanır.
Babilliler’in tapınağı yok etmesinden sonra Ahit Sandığı kaybolmuştur. Sandığın çalındığı ve yok edildiği tahmin edilse de, bazıları onun hâlâ saklandığına inanırlar.

Cengiz Han
Cengiz Han (1162-1227), Asya’nın engin topraklarını istila etmek üzere göçebe kavimlerden oluşan acımasız ordusunu yirmi yıl boyunca kumanda eden bir Moğol savaşçısıdır. Öldüğü zaman, kurduğu Moğol İmparatorluğu dünya tarihindeki en büyük birleşik imparatorluktu. Cengiz Han’ın varislerinin yönetimi altında imparatorluk çabucak dağılmışsa da, kanlı Moğol istilaları hem Avrupa hem de Asya tarihinde bir dönüm noktası oldu ve Moğol kralına bugüne kadar gelen bir zalimlik şöhreti kazandırdı.
Cengiz Han, bir Moğol başbuğunun oğlu olarak Timuçin adıyla dünyaya geldi. Doğu Asya’daki Moğollar, geleneksel olarak bir diyardan öteki diyara gezerek, göçebe yaşıyordu. Babasının öldürülmesinden sonra, Timuçin on üç yaşındayken bir Moğol kavminin şefi oldu. Karizmatik bir liderdi. Timuçin en sonunda, liderlerinin ona ‘Cengiz Han’ –tüm imparatorların imparatoru– unvanını verdiği Moğol kavimlerinin tamamını birleştirebildi.


Moğolları birleştirdikten sonra Cengiz Han hayatının geri kalanına yayılacak bir istila hareketi başlattı. Orduları, bugünkü Çin, Rusya, Moğolistan, İran, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan’ın topraklarını işgal etti. Cengiz Han’ın ölümünden kısa bir süre sonra, Moğol İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştığında Kore’den Doğu Avrupa’ya kadar uzanıyordu.
Moğol orduları disiplinli, güçlü ve korkunçtu. Bilinen stratejileri öncelikle düşman şehre teslim olma fırsatı vermek, ama eğer teklif reddedilirse şehirdeki herkesi öldürmekti. Cengiz Han, böyle bir terörün sonucu olarak tüm ulusları direnmeden boyun eğmeye ikna edebildi.
Moğollar’dan önce Avrupa ile Asya arasındaki temas asgarî seviyedeydi. Cengiz Han tarafından kurulan Moğol İmparatorluğu, iki kıta arasında fikir alışverişinin ve ticaretin yolunu açtı. Moğollar, Asya ile Avrupa arasında bir ticaret yolu olan İpek Yolu’nu açtılar ve böylece İtalyan Marko Polo gibi Avrupalılar hanların ülkesine seyahat edebildiler.
EK BİLGİLER:
1. Moğol göçebeler, kavim başka bir bölgeye göç edeceği zaman taşınabilen, “yurt” olarak bilinen yuvarlak çadırlarda yaşadılar. Moğolistan nüfusunun yaklaşık % 40’ı, çoğu göçebe yirminci yüzyılın ikinci yarısında kentlere yerleşmesine rağmen, halen hayvancılık yapmaktadır.
2. Moğol İmparatorluğu’nun saltanatı Batılı yazarları yüzyıllar boyu büyülemiştir. Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han tarafından yaptırılan şatafatlı yazlık başkent, İngiliz romantik şair Samuel Taylor Coleridge’in ünlü şiiri “Kubilay Han”a (1797) esin vermiştir.
3. Moğollar, Japon adalarını istila etmeyi defalarca denemiş ama denizin zalim gücü olan rüzgar tarafından yok edilmiştir. Japonya’da kamikaze (ilahi rüzgar) efsanesi, Japonya’nın yenilmezliğinin bir kanıtı olarak yüzyıllarca nesilden nesile aktarıldı. II. Dünya Savaşı’nın sonunda çaresiz Japon pilotları, Japonya’yı Moğol istilasından kurtarmış olan ilahi rüzgarı yeniden canlandırmak adına intihar uçuşlarıyla Amerikan gemilerine saldırdılar.

William Faulkner
William Faulkner (1897-1962), Amerika’nın güneyinin en büyük edebî sesi olarak değerlendirilir. Romanlarında ve kısa hikâyelerinde, Güney’in unutulmaz büyük olayları –İç Savaş, Yeniden Yapılanma ve eski soyluluk sisteminin çöküşü– ile yüzleşirken yeni bir biçimsel zemin de yaratmıştır.
Faulkner, eserlerinin çoğunun mekânı olan Mississippi’de doğdu ve büyüdü. Ailesi, seçkin ve nesillerdir devlette kökleri olan, iyi bilinen bir aileydi. Büyük dedesi İç Savaş’ta bir Müttefik albayıydı ve hakkında yerel bir efsane de oluşmuştu. Faulkner gençliğinde Kanada Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde ve dedesinin bankasında memurluk gibi farklı işler arasında gidip geldi. Tüm bu zaman boyunca şair olarak şöhret kazanmaya çalıştı.


Faulkner’ın ilk büyük başarısı şiirlerinden biriyle değil, halen en iyi eseri olarak görülen Ses ve Öfke (1929) adlı romanıyla geldi. Bir zamanlar önemli ve saygın olan ama yavaş yavaş bu niteliğini yitiren Compson ailesinin işe yaramaz son nesil çocuklarıyla –intihara meyilli Quentin, önüne gelenle yatan Caddy, nefret uyandıran Jason ve zihinsel özürlü Benjy–dibe vuruşunu detaylarıyla sergiler. Faulkner roman boyunca bilinç akışı tekniğini kullanır ve kronolojik kurgunun yöntemlerini bir kenara bırakır.
Ses ve Öfke, Faulkner’ın eski Güney’in gerileyişini ve modern dünyada değerlerinin anlamını yitirişini keşfe çıktığı romanlarından biridir. Bu eserlerin çoğu, farklı kitaplarda ortaya çıkan aynı yer ve aile adlarıyla aynı ortamı –Mississippi’deki kurgusal Yoknapatawpha Kasabası–paylaşır. Faulkner’ın diğer Yoknapatawpha romanları arasında önde gelenler, bir ailenin vefat eden büyükannelerini gömmek üzere çıktığı yolculuğu anlatan Döşeğimde Ölürken (1930), ırk kökeni belirsiz olan bir adamın sıkıntısını anlatan Ağustos Işığı (1932) ve kendine ait güney hanedanını kurmayı saplantı haline getirmiş bir adamı tasvir eden Abşalom, Abşalom!’dur.
Faulkner’ın eserleri, tematik ve kurgusal güçlükleriyle ünlüdür. Absürd bir şekilde sıfatlarla dolup taşan uzun cümleleri, bilinç akışı öyküleyiciliği, zamanı kırıp bükmeleri ve çoklu (çoğu zaman güvenilmez) hikâye anlatıcıları, okuyucuların önünde dikenli bir yol gibi uzanır. Bu tekniklerin nihai sonucu, Güney’i herhangi bir yazardan daha derinlikle keşfe çıktığı eserler bütünüdür. Bu başarısından dolayı Faulkner, 1950 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldü. 1962 yılında Mississippi’ye bağlı Byhalia’da öldü.
EK BİLGİ:
1. Güneyli şivesi yüzünden Faulkner kelimeleri yayarak konuştuğu için, yaptığı Nobel Ödülü konuşması ertesi gün gazetelerde çıkana kadar dinleyicilerin çok azı tarafından anlaşılabildi. O zamandan beri, tarihteki en hoş Nobel Ödülü kabul konuşmalarından biri olduğu söylenir.

Leonardo da Vinci
Leonardo da Vinci (1452-1519), tüm dünyada tarihin en önemli yaratıcı dâhilerinden biri kabul edilir. Pek çokları tarafından resim, heykel, mimarlık, müzik, mühendislik ve fen bilimleri gibi çeşitli alanlarda mükemmelleşmiş, en önde gelen Rönesans insanı olarak görülür.
1452’de İtalya’da, Vinci’de dünyaya gelen da Vinci, Ser Piero da Vinci’nin gayrimeşru oğluydu. Hayatı boyunca kendisine basitçe ‘Leonardo’ denmesini istedi; da Vinci, “Vinci’den gelen” demekti. Sanat kariyerine Floransa’da, 1470’ten 1477’ye kadar yanında çalıştığı heykeltıraş ve ressam Andrea del Verrocchio’nun (1435-1488) çırağı olarak başladı.


Da Vinci, Floransa’yı Milan Dükü Ludovico Sforza ile çalışmak için 1481’de terk etti. Milan’da geçirdiği yıllar boyunca çeşitli projeler üzerinde çalıştı. Bina güçlendirmeleri tasarladı, binicilikle ilgili modeller yaptı ve Son Akşam Yemeği tablosunu yarattı. Binicilikle ilgili hiçbir modeli bitirmemesine rağmen, Fransız ordularının atış talimlerinde kullanıldığı için sonraları küçük parçalara ayrılan bir modeli tam şekliyle yaptı.
Da Vinci, 1499’da en ünlüsü Mona Lisa olan bir dizi resim üzerinde çalıştığı Floransa’ya döndü. 1513 ile 1516 yılları arasında, Papa Meclisi tarafından ikna edilerek Roma’ya yerleşti. Sonra Milan’ı yeniden ele geçiren Fransız Kralı I. Francis’in mülkünde yaşamak üzere davet edildiği Fransa’ya taşındı. 1519’da Chateau of Cloux’da öldü.
Da Vinci en çok, Mona Lisa ve Son Akşam Yemeği resimleri ile ünlü olmasına rağmen, uçmanın fiziğinden insan anatomisine uzanan geniş bir konu yelpazesi üzerinde çizimleri ve açıklamalı dipnotlarını topladığı ciltler dolusu eskiz defteriyle de bilinir. Bunlar arasında rahimdeki bir ceninin çizimi bile vardır. Da Vinci bu çizimi hayal gücünü kullanarak çizmiş olmalı, çünkü kadınların kesip incelenmesi o zamanlar yasaktı.
Dehası ve şöhreti sayesinde da Vinci, diğer sanatçılar için ölümsüz bir ilham kaynağı oldu. Çağdaşı Raphael, Atina Okulu adlı ünlü Vatikan freskinde Platon figürü için model olarak onun suretini kullandı. Daha yakın zamanlarda da Vinci, Uzay Yolu gibi dizilerden Da Vinci Şifresi adlı çok satan ve 2006’da beyaz perdeye uyarlanan romana kadar, geniş bir kurgu aralığında karşılaşılan bir karakter oldu.
EK BİLGİLER:
1. 1999’da da Vinci’nin devasa bir binici heykeli modelinin, biri Michigan’daki Grand Rapids’de, diğeri Milano’da olmak üzere iki büyük boy kopyası izleyicilerle buluştu.
2. Ocak 2005’te, Floransa’da Santissima Annunziata Kilisesi’nin yanındaki bir manastırda bir dizi mühürlü kapı keşfedildi. Bazıları bunların, da Vinci’nin gizli atölyesinin kapıları olduğuna inanmaktadır.

Depremler
Yerkabuğu, donmuş bir okyanus üzerindeki buz gibi, yeryüzünün ergimiş çekirdeği üzerinde yavaşça hareket eden ve kalınlığı toplamda seksen kilometreye ulaşan pek çok katmandan oluşur. İki katman birbirinden ayılırsa, çarpışırsa veya birbirine sürterse, sonuç bir depremdir. Depremler her yıl yaklaşık 10.000 kişinin ölümüne neden olur.
Bir depremin kaynaklandığı noktaya, deprem merkezi denir. Deprem merkez üssü, depremin merkezinin dikey olarak üzerinde, dünyanın yüzeyine tekabül eden noktadır. Eğer depremin merkezi yeryüzünün derinlerindeyse, sarsıntı çok fazla zarara yol açmayabilir. Ama sarsıntı yüzeye yakınsa, felaket yaşanabilir. Depremler, zemini sallayan çeşitli dalga tipleri üretir. İlki, ana dalgalar veya P-dalgaları denenlerdir. Ses dalgaları gibi, zemini bastırıp gevşeterek boylamsal bir şekilde akarlar. Dünyanın bir ucundan öteki ucuna yirmi dakikada ulaşabilecek kadar hızlı ilerler ama az zarara yol açarlar.
Dalganın ikinci tipine S-dalga denir. S-dalgalar, duvarları ve çitleri yerinden çıkararak yavaşça ve çaprazlamasına hareket ederler. Son dalga tipine ve şimdiye kadar görülen en tehlikeli olanına ise L-dalga denir. L-dalgalar, zeminin okyanuslardaki dalgalar gibi yukarı ve aşağı hareket etmesine sebep olarak yer kaymalarına, yangınlara ve tsunamilere yol açar. Yeryüzünün, bir depremin ardından yeniden kendini ayarlaması için, bunu pek çok artçı sarsıntı –zeminin yerine oturmasıyla açığa çıkan küçük yer sarsıntısı– takip eder. İlk depremle zayıflayan binalar çoğunlukla artçı sarsıntılar dolayısıyla çöker.
Bir depremin yoğunluğu, Richter ölçeğiyle hesaplanır. Ölçekteki her bir sayı, onluk bir artışla temsil edilir. Bir 3.0, bir 2.0’den on kez ve bir 1.0’den yüz kat daha güçlüdür. Şiddeti 4.0’ten düşük depremler genelde yüzeyde hissedilemez. Şiddeti 6.0’dan yüksek depremler güçlü hissedilirken, 7.0’den yüksek olanlar ciddi olarak göz önünde bulundurulur. En feci depremler, iki katmanın birbiriyle çarpışmasıyla (Alaska ve Şili’de gerçekleşti) ortaya çıkan, şiddeti 9.0’un üzerinde kaydedilen depremlerdir.
EK BİLGİLER:
1. Oakland Atletizm ve San Francisco Devleri arasındaki 1989 Dünya Beyzbol Serisi, oyunlarda on günlük gecikmeye neden olan 7.1 büyüklüğünde bir depremle kesilmiştir.
2. Yanardağ patlamaları da depremlere neden olabilir. Endonezya’da 1883’te Krakatoa patladığında, patlama şiddeti o kadar yüksekti ki 3.000 kilometre ötedeki Avustralya’nın Perth kentinde duyulabildi.
3. Bir Hint efsanesine göre dünyayı dört fil taşır. Bir kobra yılanının tepesinde denge halindeki bir kaplumbağanın sırtında dururlar. Bu hayvanlardan herhangi birinin hareketi bir depremi başlatır.
4. Mozambik yerlileri yeryüzünün insanlarla aynı sorunlara sahip, yaşayan bir varlık olduğuna inanırlar. Soğuk alıp hasta olduğunda ve öksürdüğünde, sarsıntı hissederiz.

Henry Purcell
İngiliz saray müziği geleneğinin içine doğan Henry Purcell (1659-1695), Westminster Abbey’deki kraliyet müzisyenlerinden biri olan Thomas Purcell’in oğluydu. Henry, müziğe Kraliyet Şapeli’nde çocuk korusunda başladı, ama hemen, Westminster Abbey’de orgcu olarak iki dönem hizmet eden ve çağın önde gelen İngiliz bestecilerinden biri olan John Blow’un (1649-1708) talebesi oldu. Purcell 1677’de telli çalgılar için basit ama güzel Fantaziler’ini yazarak kraliyet telli çalgılar topluluğu olan Kralın Kemanları’nın bestecisi oldu.
1679’da yirmi yaşındayken Purcell, Kraliyet Şapeli’nde orgcu olarak hocasının yerini aldı ve kilise müziğinin yanı sıra tiyatroya da ara müziği bestelemeye başladı. 1689’da Dido ve Aeneas isimli en ünlü opera eserini yazdı. O zamanlar opera İngiltere’de pek popüler değildi; çoğu besteci danslı oyunu, İtalyan oratoryolarının melez bir birleşimini, laik Fransız müziğini ve İngilizce şarkıları tercih ediyordu.


Dido ve Aeneas çoğu modern operadan ölçek olarak çok daha küçüktü. Libretto, veya operanın metni, Kartaca Kraliçesi Dido’ya aşık olup sonra onu terk eden, Truva Savaşı’ndan evine dönmek üzere yollardaki bir kahraman olan Aeneas ile ilgilidir. Solocular, korolar ve enstrümantal dansların karışımı olan Purcell’in versiyonunda, kısıtlı sayıda ana şarkıcıya ihtiyaç vardı. Müziğin en iyi bilinen kısımlarının çoğu bas melodi fikrine –üzerine eklenen farklı melodilere eşlik eden tanıdık, bildik tonlar üreten alçak sesli enstrümanlardaki basit ve tekrarlı tema– dayalıydı. Purcell’in temaları, bas melodilerin kısıtlamalarına rağmen dramatiktir ve insanı yakalar. Sonuç, İngiliz besteciler için çığır açan bir eser oldu.
Purcell, Wolfgang Amadeus Mozart ve ondan sonra gelen Franz Schubert gibi, genç yaşta öldü. Buna rağmen, tüm zamanların en büyük İngiliz bestecilerinden biri kabul edilir ve eserlerine Ralph Vaughan Williams ve Benjamin Britten gibi geç dönem İngiliz bestecileri tarafından övgüler yağdırılmıştır.
EK BİLGİLER:
1. Purcell’in Dido ve Aeneas’ı İngilizce yazılan ilk gerçek operaydı. Önceki eserlerden farklı olarak bu, konuşma kısmını yerine getirmek üzere sanatçılara durak vermeyerek, tümüyle müzikten oluşuyordu.
2. Purcell, ilk eseri olan kısa bir parçayı sekiz yaşında yayınladı.
3. Purcell tarafından yazılan iki ulusal marş, Kalbim Yazıyor ve Sen Tanrım, Kalplerimizdeki Sırları En İyi Bilen, II. James’in taç giyme töreninde ve Kraliçe Mary’nin cenaze töreninde kullanıldılar.

Epikürcülük
Epikürcüler, MÖ IV. yüzyılda Epiküros (MÖ 341-270) tarafından kurulan bir felsefe okulunun takipçisiydiler. Komünal bir şekilde yaşadılar ve siyasi faaliyetten kendilerini çektiler.
Epikürcüler, var olan her şeyin atomlar ve boşluktan veya boş uzaydan oluştuğuna inandılar. Sonuç olarak ruhun kendisi atomlardan oluşur; maddedir ve bedenle beraber ölür. Epikürcüler, tanrılara inanıyor, ama onların insanlarla uğraşamayacak kadar kendi hazlarıyla meşgul olduklarını düşünüyorlardı.
Helenistik dünyadaki çoğu felsefe okulunda olduğu gibi, Epikürcüler soruya odaklandılar: İyi yaşam nedir? Cevapları: İyi yaşam, mutlu bir yaşamdır. Mutluluk, hazzın mevcudiyeti ve acının yokluğuydu. Ancak, hazlara ve acılara dair psikolojileri benzersizdi.


Epikürcüler, hazları statik ve kinetik hazlar olarak ikiye ayırdılar. Kinetik bir hazdan keyiflenme; bir arzuya sahip olmayı, arzuyu tatmin etmeyi ve sonrasında o arzunun yokluğunu deneyimlemeyi içine alıyordu. Örneğin yiyecek arzusu, birinin aç olması, yemek yemesi ve sonrasında doyması dolayısıyla kinetik bir hazdır. Statik bir hazdan keyiflenme, zıt olarak, arzunuzu azaltmaz. Felsefî tartışmayla meşgul olma statik hazzın bir örneğidir: Felsefe yaptıkça, daha fazla felsefe yapmak istersiniz.
Epikürcüler, bazı kinetik zevklerin gerekli ve iyi olduklarını kabul ederken, hep daha fazlası için arzu yaratan dürtülere karşı uyardılar. Örneğin, hoş tatlıları tüketme alışkanlığı, daha basit tatlılardan haz almayı veya tatlıların tümden yokluğu durumunda tatmin olmayı zorlaştırır. Bu nedenle Epikürcüler, kişinin basit yiyecekler yiyerek ve sadece arada sırada lüksten keyiflenerek genelde sade bir şekilde yaşaması gerektiğine inandılar.
EK BİLGİLER:
1. Epikürcüler’in savunduğunun aksine, “Epikürcü” kelimesi, “duyusal hazzın, özellikle iyi yiyecekten ve rahattan haz almanın peşine düşmeye kendini adamış” anlamında kullanılır.
2. Epiküros’un Atina’da kurduğu okul, “Bahçe” olarak bilinirdi.
3. Romalı filozof Lucretius (MÖ 99-55), bir Epikürcüydü. Doğa felsefesi ve Epikürcü metafizik hakkında De rerum natura (Şeylerin Doğası Üzerine) adlı uzun bir şiiri bulunmaktadır.

Tapınak ve Kutsal Kâse
Kral Süleyman, ilk Yahudi tapınağını MÖ X. yüzyılda Kudüs’te, kafasında üç ana amaç belirleyerek inşa etti: İlki Yahudi inancının İsrail’deki merkezi olması; ikincisi Tanrı’ya adanan hayvanların kurban edilme yeri olması ve üçüncüsü, Musa’ya Sina Dağı’nda verilen orijinal On Emir’i barındıran Ahit Sandığı için kalıcı bir ev olması.
İsrail tarihindeki en zengin dönemlerden birinde inşa edilen Kral Süleyman’ın orijinal tapınağı, Babil Hükümdarı II. Nebukadnessar tarafından yok edildiği MÖ 586 tarihine kadar ayakta kalmıştır. Babilliler, muhtemelen Kutsal Kâse’yi ve On Emir’i içinde barındıran tapınağı yağmaladılar ve yok ettiler. Tapınağın yok edilmesiyle Yahudiler, Yahuda’nın Ülkesi olarak bilinen İsrail’in güney kısmından sürgün edildiler.
Yahudiler sürgünlerinden geri döndüklerinde tapınağı yeniden inşa ettiler. Bu ikinci tapınağın yapılması otuz bir yıllarını aldı ve MÖ 515 yılında tamamlandı. Beş yüzyıl boyunca büyüyüp genişledi. MÖ 19 civarında Kral Büyük Herod, tüm alanı saran geniş bir koruyucu duvar yapımını da içeren tutkulu bir genişletme projesine başladı. Tapınak MS I. yüzyılın sonuna kadar bu durumda kaldı.
I. yüzyılın bitmesine yakın Romalılar ve Yahudiler arasındaki gerginlik tırmandı. O zamanlar Roma İmparatorluğu’nun onda biri Yahudi idi. Ayrıca yalnızca sünnet gerektirdiğinden dolayı bu dine bağlanmaktan uzak duran çoğu kimse de Yahudiler’i destekliyordu. Romalı-Yahudi ilişkileri çoğu zaman barış içinde olmasına rağmen, bir grup bağnaz MS 66’da ayaklandı ve Romalı liderler ayaklanmanın yayılmasından korktular. Cevaben, Kudüs’ü ve ikinci tapınağı MS 70’te yok ettiler. Bu, Yahudiler’in en kutsal yerinin ikinci yıkımıydı ve İsrail’in dışında Yahudi Diasporası oluşmaya başladı.
EK BİLGİLER:
1. Yahudilik’te en kutsal mekân olarak kabul edilen ilk iki tapınağın yeri, Dağ Tapınağı, aynı zamanda Hıristiyanlık ve İslam için de son derece önemlidir. VI. yüzyılda yapılan hem Kubbetüs-Sahra ve hem de Mescid-i Aksa, burayı Müslüman inancının en kutsal üçüncü mekânı kılar.
2. Bugün “Batı Duvarı” veya “Ağlama Duvarı” olarak bilinen Kral Herod’un koruma duvarlarının bir kısmı Romalılar’ın yıkımından sonra ayakta kaldı ve halen de oradadır. Duvarın bu kısmı, çoğu hacının ziyaret ettiği kutsal bir alandır.

Kara Ölüm
“Kara Ölüm” olarak bilinen, alabildiğine yayılmış bir veba salgını, 1347 ile 1350 yılları arasında Avrupa nüfusunun üçte birini yok etti. Asya’dan kaynaklanan yüksek oranda bulaşıcı bakteriyel hastalık yıkıcı bir hızla yayıldı. Ortaçağ Avrupası’nın pislik yuvası şehirlerinde yaşayan kurbanlar; kusma, ishal ve deri üzerinde beliren siyah tümörler gibi tipik belirtilerin ortaya çıkmasından sonra sadece birkaç gün yaşayabiliyordu.
Veba çoğu şehirde çok sayıda insanı öldürmekle kalmadı aynı zamanda tüm medeniyeti çöküşün kıyısına iterek hukuk ve düzeni de yıktı. Yazar Giovanni Boccaccio, 1370-71 yılları arasında yazdığı Decameron adlı ünlü eserinde, İtalya’nın zengin kenti Floransa’da vebanın yarattığı etkileri tasvir eder:
“Şehrimizin bu ıstırap ve sefilliğinde, beşerî ve ilahî hukukun otoritesi neredeyse ortadan kayboldu. Tıpkı diğer insanlar gibi bakanlar ve hukuk adamlarının hepsi ya öldü ya hasta oldu ya da aileleri ile uğraşmaktan ses çıkaramadı ve hiçbir görev yerine getirilemedi… Her insan, bu nedenle her istediğini hiçbir engelle karşılaşmadan yapabildi.”
Avrupa toplumunda vebanın sonuçları derin oldu. Birçok çileden çıkmış Avrupalı Hıristiyan, hastalıktan dolayı Yahudiler’i suçladı ve Kara Ölüm’ü takip eden katliamlar tarihteki en kötü anti-Semitik saldırılar arasında yerini aldı. Çoğu Avrupalı aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin öğretilerini ve mevcut siyasi düzeni sorgulamaya başladı. Tanrı böylesine zalim bir hastalığa nasıl izin verebilmişti? Hayal kırıklığına uğramış bazı Avrupalılar, kendilerini kırbaçlayarak ibadet eden ‘kırbaççılar’ gibi radikal tarikatlara yöneldiler. Bunun bir sonucu olarak kiliseye duyulan saygı azaldı. Çoğu tarihçiye göre, veba orta çağın feodal düzenini yıktı ve Rönesans’a giden yolu açtı.
EK BİLGİLER:
1. Bilim insanları, halen Kara Ölüm’ün nedenini tartışmaya devam etmektedirler. Muhtemel adaylardan olan hıyarcıklı veba hâlâ yaşamaktadır, ama antibiyotiklerle kolaylıkla tedavi edilebilmektedirler.
2. Orta Çağ’da veba bulaşan hemen herkes ölmesine rağmen, kurbanların % 5’i salgından sağ olarak kurtuldu ve bazı insanlar ona tümüyle yakalanmaktan kaçınabildiler. Modern bilim insanları, onların mikroplara karşı daha fazla direnç gösteren, çok ender bir genetik birleşimle korunduklarına inanıyorlar.
3. Kara Ölüm’den sonra, Avrupa’nın 1347 öncesi nüfus düzeyini tekrar yakalaması dört yüz yıl aldı.

Muhteşem Gatsby
Eleştirmenler ve okuyucular, uzun süre “Büyük Amerikan Romanı” olacak tek bir eser belirlemeye çalıştılar ve bu zamana kadar çoğu, F. Scott Fitzgerald’ın (1896-1940) Muhteşem Gatsby romanı üzerinde fikir birliğine vardı. Gerçekten de başka hiçbir eser Amerikan Rüyası’nın özünü bu kadar göz alıcı bir şekilde yakalayamamış ve eleştirmemiştir.
Başkarakter Jay Gatsby, Lond Island’a bağlı, eski zengin yerleşimi East Egg’deki limanın karşısındaki West Egg’in yeni zenginleşen kasabasında bir villa sahibi olan gizemli bir milyonerdir. Her hafta sonu, malikanesine yüzlerce “gündelik kelebek” çeken gösterişli partiler verir. Gatsby, hikâyesinin anlatıcısı olan yeni komşusu Nick Carraway ile tanışır. Nick’in ilk izlenimi, Gatsby’nin, “hayatta dört veya beş kez karşılaşabileceğiniz, içinde sonsuz bir rahatlık hissi barındıran ender gülümseyişli insanlardan biri” olduğu şeklindedir.
Ama Nick daha fazla şey öğrendikçe, Gatsby’nin mükemmel yüzünde daha fazla çatlak belirir. Gatsby, giderek, tüm yanlışlarıyla Amerika’nın “kendi kendini yaratmış insan” idealini örnekler. Midwest’te sefalet içinde doğan Gatsby, organize suçların yardımıyla gayrimeşru iş anlaşmalarından milyonlar kazanmıştır. Başka bir adamla evlendiğinden beri Daisy Buchanan isimli uzun zamandır kayıp olan aşkını tekrar elde etme hedefiyle ismini değiştirmiş, doğuya taşınmış, West Egg’de villa satın almış ve sahte bir kişisel geçmiş oluşturmuştur.
Gatsby, neredeyse her düzeyde bir paradokstur. O, girişimci, idealist ve yükselme tutkusundaki Amerikan ruhunu yaşar ve solur, fakat bunların hepsini çabasına layık olmayan bir kadının peşini bırakmayarak yapar. Görünüşte, yüksek bir özgüven ve benlik duygusu yansıtır fakat özünde o, yalnız ve karasevdalı bir adamdır. Kütüphanesi kitaplarla doludur, ama sayfalarına dokunulmamış, hatta kitaplardan biri bile açılmamıştır.
Muhteşem Gatsby yalnızca 180 sayfadır, ama Fitzgerald bu kısa alanı, kelime israf etmeden ustalıkla ve itinayla kullanır. Roman, aynı anda heyecan, romans, gizem ve Caz Çağı’nın çürümüşlüğüyle iç içedir. Ama her şeyin üstünde, bu en özlü Amerikan hikâyesini unutulmaz yapan –İngiliz dilinin gördüğü en şiirsel anlatımlarından bazılarını da örnekleyen-Fitzgerald’ın düzyazısıdır.
EK BİLGİLER:
1. Fitzgerald, Muhteşem Gatsby için aylarca uygun bir başlık aradı. Mart 1925’te yayıncısına panikle telgraf çekip, başlığın “Kırmızı, Beyaz ve Mavi Altında” olarak değiştirilmesini talep etmiş ama çok geç kalmıştı.
2. Fitzgerald ve eşi Zelda, Zelda’nın ciddi duygusal dengesizliği ve Fitzgerald’ın alkolizm sorunuyla alt üst olan çalkantılı hayatlarıyla, Caz Çağı sosyetesinde pek de revaçta olmayan karakterlerdi.
3. Fitzgerald, bir Hollywood film kralı hakkındaki Son Düş adlı romanını tamamlayamadan 1940’ta kalp krizinden öldü.

Son Akşam Yemeği
Leonardo da Vinci, hamisi Ludovico Sforza için 1495 ile 1498 yılları arasında Son Akşam Yemeği adlı tablosunu yaptı. Milano, Santa Maria dele Grazie’deki keşişlerin yemekhanesinin kuzey duvarında konumlanmış olan tablo, Batı tarihinde İncil’de geçen bir konunun en ünlü tasvirlerinden biridir.
Son Akşam Yemeği, Yahuda tarafından Romalılar’a jurnallenmeden hemen önce, on iki havarisi ile Paskalya yemeğini kutlayan İsa’yı betimler. Hıristiyan teolojisine göre bu olay, masadaki ekmek ve şarabın İsa’nın etine ve kanına dönüştüğü yemek olarak Komünyon’un ilk kutlamasını oluşturdu.


Tüm figürler, resmin önünde yemekhanede yemeklerini yiyen rahiplerle, kutsal olayı birbirinden ayıran bir çeşit engel vazifesi gören masanın bir tarafında düzenlenir. Soldan sağa havariler Bartholomew, Küçük James, Andrew, Peter, Yahuda ve John görünürler. İsa tam ortadadır. Ondan sonra Thomas, Büyük James, Philip, Matthew, Thaddeus ve Simon gelir.
Rönesans’ın en ünlü İtalyan sanatçılarının biyografilerini yazan on altıncı yüzyıl yazarı Giorgio Vasari’ye göre, da Vinci’nin freski, İsa’nın, “İçinizden biri bana ihanet edecek.” (Matthew 26:21), dediği anı yakalar. Havariler böylece O’nun sözlerine karşı, her biri farklı bir duyguyu –inkar, şüphe, kin, inançsızlık veya sevgi– yansıtan ifadeleriyle gösterilir.
İncil’den konuyla ilişkili diğer parça, İsa’nın,“Bana ihanet edenin eli masada benimle.” dediği Luka 22:21’dir. Da Vinci’nin resminde, masada eli İsa’nın elinin yanında duran tek kişi Yahuda’dır. Yüzü gölgede kalmış, vücudu fiziki olarak İsa’dan ürkmüş haldedir. Sahnenin başka sanatçılarca yapılmış daha eski betimlemelerinde, Yahuda ya grubun geri kalanının dışında kalmış ya da masanın ters tarafında yalnız oturmuş veya halesinden mahrum bırakılmış halde betimlenmiştir. Da Vinci, onu dış özelliklerden çok psikolojik durumuna odaklanan daha gizemli bir tutumla diğer havarilerden ayırır.
Duvar resmi, yapılmasından kısa süre sonra bozulmaya başladı. Zahmetli bir hassasiyetle çalışan da Vinci geleneksel fresk teknikleri kullanmamıştı, çünkü ressamların büyük bir hızla çalışmalarını gerektiriyorlardı. Bunun yerine yüksek oranda kalıcı olmadığı bilinen yağ -ve zamk- bazlı boyaları denedi; birkaç yıl içinde çatlaklar ve küf oluşmaya başladı. Ayrıca 1652’de, duvarda İsa’nın ayaklarının göründüğü bölümü yok eden bir kapı yeri açıldı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki restorasyon teşebbüsleri sadece kısmî başarı sağladı. II. Dünya Savaşı sırasında yemekhaneye daha da zarar veren bir bomba isabet etti. 1978’de büyük bir restorasyon hareketi, İtalyan hükümetince yüklenildi ve Pinin Brambilla Barcilon tarafından yirmi yıldan daha uzun bir süre boyunca denetlendi. Yeni restore edilen fresk, yemekhane iklim kontrolü ile donatıldıktan sonra 1999’da tekrar halka açıldı.

Güneş Lekeleri ve Güneş Parlamaları
Güneşin değişken yüzeyi, 6.000 santigrat derecede tüm güneş sistemini ısıtarak yanar. Bu, yeryüzündeki sıcak bir günden 180 kat daha sıcaktır. Ama güneşin yüzeyinin bazı kısımları diğerlerinden serindir. Kabaca bizim gezegenimizin boyutunda olan güneş lekeleri koyu renkte görünürler, çünkü çevreleyen yüzeyden 2.000 derece daha soğukturlar. Güneşin parlayarak yanan iç çekirdeğinden yayılan ısıyı baskı altında tutan yoğun manyetik alanlara sahiptirler.
Genelde güneş lekeleri, her biri zıt bir manyetik yüke sahip olan çiftler halinde görünürler. Zıt olarak yüklenen güneş lekeleri arasındaki bölgeler, bir milyar megaton TNT kadar çok enerji salan güneşin yüzeyindeki patlamalar, güneş parlamaları için hazırdır. Güneş parlamaları, jeomanyetik fırtınalara sebep olan x-ışınları ve manyetik radyasyon ile yeryüzünü bombardımana tutar. Kuzey ve güney ışıklarını yoğunlaştırır, elektrik şebekelerini bozar ve radyo ileticilerini karıştırır.
Son zirvesini 2000’de yapan güneş lekeleri ve güneş parlamaları, on bir yıllık döngüyle güçlenir ve zayıflar. 14 Temmuz 2000’de “Bastille Günü Olayı” da denen devasa bir güneş parlaması, Texas’a kadar güneye uzanan göz kamaştırıcı haleler saçtı, elektrik kesintilerini tetikledi ve uyduların yerini değiştirdi. Astronotların solar maksimumlara karşı çok temkinli olmaları gerekir, çünkü radyasyon fırtınaları ölümcül olabilir.
Güneş lekeleri, aynı zamanda yeryüzündeki sıcaklığı etkileyebilir. Maksimum güneş lekesi faaliyeti, ultraviyole radyasyondaki büyük bir artışı da içine alan, güneşten salınan enerjide küçük bir artışla ilişkilendirilir. Küresel ısınmayla örtüşür şekilde, son altmış yılda güneş lekesi faaliyetinde büyük bir artış vardır. Batı Avrupa’da 1600’lerin ortasından 1700’lerin başlarına kadar süren, ciddi soğuklar ve uzun kışlar nedeniyle “Küçük Buz Çağı” denen dönem, güneş lekesi faaliyetindeki bir düşüş dönemiyle çakışıyordu.
EK BİLGİLER:
1. İtalyan astronom Galileo Galilei (1564-1642), Güneş’in dönme devrini izlemek için güneş lekelerini kullandı. Çoğunlukla gazdan oluştuğu için, Güneş’in farklı tarafları farklı hızlarla döner. Ekvator, kabaca yirmi beş günde kendi etrafında dönerken kutuplar otuz beş günde dönerler.
2. Çinli astronomlar güneş lekelerini ilk kez MS 30 yılında gözlemledi.

Johann Sebastian Bach
Johann Sebastian Bach (1685-1750), en önemli barok bestekârdır ve belki de tüm zamanların en önemli bestecisidir. Onun dinî vokal müziği –kantatlar ve ilahi besteleri– orkestralı konçertoları ve ustalıklı org eserleri, ulvi armoniler ve birleştirilmiş melodilerle doludur ve onun müzikal hassasiyeti, dehadan ödün vermez. Yirminci yüzyılın caz ve pop bestecileri de dahil, kendinden sonra gelen neredeyse tüm bestecileri etkilemiştir.
Bach, Thuringia denen bir bölgenin Eisenach kasabasında, 21 Mart 1685 tarihinde doğdu. Genç bir adam olarak, Arnstadt, Lübeck, Mülhausen ve Weimar’daki Lüteriyen kiliselerde çeşitli randevular ve misafirlikler arasında gidip geldi. Bach’ın kariyerinde değişmeyen şey, insanların onun müziğini vasat, karmaşık ve tatminkârlıktan uzak bulmalarıydı. Weimar’da saray orgcusu olduğu sıralar (1708-1717), orkestra şefliğine yükseldi. 1717’de Cot-hen’deki Lüteriyen Prensi Leopold’un sarayına taşındı.


1720’de Bach’ın ilk eşi öldü ve bugün alıştırmalarında çoğu piyanist tarafından çalışılan pek çok etüt kitabını ithaf ettiği Anna Magdalena isimli bir saray şarkıcısı ile evlendi. Cot-hen’de geçirdiği zamanda, efsanevi Brandenburg Konçertoları ve Matta Azabı oratoryoları gibi ünlü kantatlarının bir kısmını üretti. 1722’de, muazzam eseri Mass in B Minor tamamlandıktan sadece bir yıl sonra, 1750’ye kadar yaşadığı Leipzig şehri ve dört kilise için müzik direktörü oldu.
EK BİLGİLER:
1. Bach’ın ilk eşinden altı, ikinci eşinden on üç çocuğu oldu.
2. Bach’ın çocuklarının çoğu bebekliklerinde öldü, ama Johann Christian Bach (1735-1782) ve Carl Philipp Emanuel Bach (1714-1788) dahil dördü tanınmış besteciler oldular.
3. Bach’ın erken dönem müzik eğitimini babası ve ağabeyleri vermişti, ama o büyük ölçüde kendi kendine işi öğrenmiş bir besteciydi.

Ortaçağ Felsefesi
Batı felsefesinde ortaçağ dönemi, genelde kabaca MS V. yüzyılda klasik antik çağın sona ermesinden MS XV. yüzyıl civarı Rönesans’ın başlangıcına kadar süren dönem olarak tanımlanır. Ortaçağ boyunca diğer disiplinlerin iç karartan izlerinin aksine, bu dönemin felsefesi aşırı derecede zengindi ve bir dizi seçkin şahsiyeti barındırmaktaydı.
İlk önemli ortaçağ filozofu, Platon’un felsefesi ile Hıristiyanlık’ı birleştirmeye teşebbüs eden Aziz Augustinus’dur (MS 354-430). Augustinus’un, sadece kilise öğretileri üzerinde değil, aynı zamanda Batı felsefesi ve kültürünün tümü üzerinde büyük tesiri olmuştur.
Diğer bir önemli ortaçağ şahsiyeti, Felsefe’nin Tesellisi kitabıyla bilinen Boethius’tur (MS 480-525). Ancak onun bu alana en önemli katkısı, Yunan felsefesini Latince’ye çevirmesiydi. Boethius, Yunanca bilen son Batı Avrupalılar’dan biriydi ve ölümünden sonra dilbilimi Avrupa kültüründe yüzlerce yıl kayboldu.
Ortaçağın erken dönemi, iki önemli şahsiyetle sona erdi: Canterbury’den Saint Anselmus (1033-1109) ve Peter Abelard (1079-1142). Anselmus, Proslogion isimli kitabında Tanrı’nın varlığına dair ilk analitik veya “ontolojik” kanıtları önermesiyle bilinir. Mantık ve anlambilim tarihinde önemli bir şahsiyet olmasının yanında Abelard, bir çocuk sahibi olduğu ve ünlü mektuplaşmalarını sürdürdüğü öğrencisi Heloise’e âşık olmasıyla da çok meşhurdur.
Ortaçağ felsefesinin geç dönemi, on üçüncü yüzyılda antikçağ Yunan metinlerinin, özellikle Artisto’nun yeniden keşfedilmesiyle kısmen farklı bir karaktere sahiptir. Geç dönem büyük ortaçağ filozoflarının –Saint Thomas Aquinas (1225-1274), John Duns Scotus (1265-1308) ve Ockhamlı William (1284-1347)– eserleri Aristo’dan oldukça çok etkilenmişti ve her biri, Aristo’nun tüm eserleri üzerinde dikkate değer yorumlar ürettiler. Bu üçlüden en önemlisi, Aristocu felsefeyi Hıristiyan teolojisi ile birleştirip büyük bir felsefî ve teolojik sistem yaratan Thomas Aquinas’tır. O zamandan beri Aquinas, Katolik düşüncesinde belirleyici olmasa bile büyük bir etkide bulundu.
EK BİLGİLER:
1. Heloise’in amcası, yeğeninin aşk ilişkisi karşısında o kadar öfkelenmişti ki Abelard’ı hadım ettirmişti. Hem Abelard hem de Heloise, hayatlarının geri kalanını dinî bir düzen içinde yaşadılar, ama ideal romantik aşkın ilk ve hareketli örneklerinden biri olan mektuplaşmalarını sürdürdüler.
2. Ockham en çok, adını taşıyan ve her zaman en basit kuramın tercih edilmesi gerektiği veya kuramların olabildiği kadar basit olması gerektiği anlamına gelen “Ockham’ın usturası” prensibiyle bilinir.

Talmud
Talmud, Tevrat üzerine hahamların yüzlerce yıllık yorumlarını derler ve Yahudi dininde temel bir metin olarak görülür.
Talmud, iki kısımdan oluşur. İlki, Mişna’dır. Tevrat ilk başta Musa’ya indirildiğinde, yazılı metne bir dizi sözlü öğretinin eşlik ettiğine inanılır. MS 200 civarında Yahudi tapınakları yıkılmıştı ve topluluk sert baskıların hedefiydi. Bu ikincil öğretileri kaydetmek gerekli olmuştu.
Talmud’un ikinci parçası Gemara’dır. Gemara, hahamların Mişna’ya dair tartışmalarından oluşur. Mişna mutlak fikirler içerirken, Gemara farklı fikirlerin bir diyalogu halinde yazılır.
En yaygın olarak kastedilen ve kullanılan Talmud, MS 400-600 yılları arasında derlenen, Aramice olan Talmud Bavli’dir. Kudüs’ten gelen ikinci bir Talmud daha vardır, ama bu versiyonda öğretiler daha bölük pörçüktür ve anlaşılması oldukça zordur.
Talmud, Yahudi hukukunun bir kaynağı olarak görülür ve toplumda ortaya çıkan kavgaları karara bağlamak için kullanılırdı. Dinî ve laik kanunlar geleneksel olarak Yahudi topluluklarda aynıyken, Talmud’un oldukça değişen çeşitlilikte uygulamaları vardı.
EK BİLGİLER:
1. Mişna’nın, “Hahamların Deyişleri” anlamına gelen “Pirkei Avot” denen bir bölümü, ünlü hahamların deyişlerini ve mesellerini içerir.
2. Talmud, geleneksel olarak kullanılan ‘havruta yöntemi’ –ikili gruplar soru-cevap şeklinde çalışır, böylece öğrenciler her bir satırı grup eşiyle beraber gözden geçirebilir ve tartışabilir– ile öğrenilir.

Jan Dark (Joan of Arc)
Jan Dark (1412-1431), İngilizler’le savaşan ortaçağ Fransız ordularının komutasını hayranlık uyandıracak bir şekilde henüz on yedi yaşında ele alan genç bir köylü kadınıydı. Bir dizi şaşırtıcı zaferden sonra yakalandı, sapkınlıkla suçlandı ve hemen kazığa bağlanarak yakıldı. Ancak Jan’ın cesur liderliğinden esinlenen Fransızlar sonunda İngilizler’i topraklarından çıkardılar. Böylelikle genç kadın, hafızalarda ulusal bir kahraman ve Fransa’nın sembolü olarak yer etti.
Avrupa kralları, özellikle de İngiliz ve Fransızlar arasındaki savaşlar, ortaçağ hayatının daimi bir özelliğiydi. Jan’ın 1429’daki üstün başarılarının gerçekleştiği sırada iki ülke, gerçekte 116 yıl süren, ara sıra tekrarlanan çatışmalardan oluşan Yüz Yıl Savaşları’nın tam ortasındaydı. Birçok açıdan savaş basitçe, Ortaçağ’da Avrupa’yı yöneten açgözlü feodal baronlar için bir iş teklifiydi. Asilzadeler toprak istemişlerdi ve savaş onu almanın bir yoluydu. Sonuç olarak, ortaçağ dönemi boyunca ulusal sınırlar da, herhangi bir hükümdar ile akrabalık bağı hissetmeyen Jan’ın ailesi gibi kıtanın ortak halkları da sürekli olarak yer değiştirdi.


Ama Jan’ın doğumuyla bu durum değişmeye başladı. İngilizler’e karşı Jan’ın hareketi, Avrupa milliyetçiliğinin ne olabileceğine dair ilk örneklerden biri oldu. Jan için Fransa, sadece harita üzerinde bir sınır veya asil bir ailenin mülkiyeti değildi. Orası özeldi, vatansever bir bağ hissettiği ülkesiydi. Bir ergen olarak tecrübe ettiği görülerinde, Jan, Tanrı’nın ondan İngilizler’i Fransa’dan çıkarmasını istediğini iddia etti. İngiliz ve Fransız soylularının arasındaki toprak kavgası, milletlerin savaşına dönüştü. Gelecek yüzyıllarda Avrupa’nın çeşitli feodal krallıkları, hem vatanseverliği hem de onun şeytanî ikizi ırkçılığı körükleyerek ayrı kültürel kimliklere sahip ulus-devletlere doğru evrildiler.
Jan’ın 1431’de yakalanmasından sonra, İngilizler onu uydurdukları sapkınlık suçuyla idam ettiler. Papa sonraları suçlamasını geri çekti ve Jan, 1920 yılında Katolik Kilisesi’nin bir azizesi ilan edildi.
EK BİLGİLER:
1. II. Dünya Savaşı sırasında, Fransız Direnişi’nin yeraltı savaşçıları, Jan’ın amblemi olan Lorraine haçını kendi sembolleri olarak benimsediler.
2. Jan’ın orduların yönetimini ele almasına izin verilmeden önce, Fransız kralı kayınvalidesinden Jan’ın bakire olduğundan emin olmasını istedi. Öyleydi.
3. On dokuzuncu yüzyılın Amerikalı yazarlarından Mark Twain, Jan’ın hikayesiyle adeta büyülenmişti ve “insan ırkının şimdiye dek çıkardığı, açıkça ve açık ara farkla en sıra dışı kişi” olarak gördüğü bu kadın hakkında bir kitap yazarak ve araştırarak on iki yılını geçirdi. Kitap, Twain’in en meşhur çalışmalarından olmamasına rağmen, Twain onu en iyi kitapları arasında saydı.

John Steinbeck
Yirminci yüzyılın en sevilen Amerikalı romancılarından biri olan John Steinbeck (1902-1968), eserlerini yerlisi olduğu California’nın yerel renkleri ile demlendirdi. Çoğu eleştirmen yazımını çağdaşlarınınki kadar zarif ve ses getirici bulmayıp görmezden gelmesine rağmen, okuyucular arasında uzun süre gözde oldu. Her halükârda Steinbeck’in dokunaklı, sembolizm açısından zengin ve sosyal içerikli hikâyelerini ustalıkla işlediği tartışılmaz bir gerçektir.


Steinbeck, San Francisco ile Monterey arasındaki tarım bölgesinin kalbinde, California, Salinas’ta dünyaya geldi. Stanford Üniversitesi’nde ve çeşitli ağır işlerde çalışarak geçirdiği yıllardan sonra, 1920’lerin sonlarında azimli bir şekilde yazmaya başladı. Fakat bu yöndeki ilk birkaç girişimi hem eleştirel hem de ticari anlamda başarısızlıkla sonuçlandı. Nihayet Steinbeck, Büyük Buhran zamanında Monterey’de yaşayan paisanolar (ABD’deki Meksikalılar için kullanılan, ‘hemşeri’ anlamına gelen bir sözcük) hakkındaki Yukarı Mahalle (1935) adlı romanıyla başarıyı yakaladı. Bunu, bir California çiftliğindeki iki göçmen işçi olan Lenny ve George’un dokunaklı hikâyesi Fareler ve İnsanlar (1937) adlı kısa romanı takip etti.
Steinbeck’in başyapıtı ve en ünlü çalışması, kuraklığın vurduğu Midwest’ten kaçıp California’ya daha iyi bir hayat aramaya gelen Dust Bowl “Okies” ailesi hakkındaki Gazap Üzümleri (1939) adlı romanıdır. Son derece yoksul ve bir o kadar da dürüst insanlar olan Joad’lar yolculuk boyunca büyük zorluklarla yüzleşir, fakat karşılıklı fedakarlıkları ve kırılmaz aile bağlarından aldıkları güç ve umutla bunlara göğüs gererler. Romanın etkisi büyük oldu ve Buhran günleri yoksulluğunun kötü şartlarına emsalsiz bir şekilde dikkatleri çekti. O zamandan bu yana İngilizce müfredatın hem en temel, hem de en popüler yazarlarından biri olarak kaldı.
Meslek hayatının sonlarında Steinbeck, değişen başarı seviyelerinde farklı tür ve biçimlerle hevesli denemeler yaptı. Bu çağdan geriye, Monterey’in sanayi mahallesinde geçen pikaresk bir hikâyesi olan Sardalye Sokağı (1945) ve “Yaratılış” kitabının Salinas Vadisi ortamında yeniden anlatımı olan Cennetin Doğusu (1952) kitapları kaldı. Steinbeck, Cennetin Doğusu’nu en iyi eseri –ve inkar edilemez şekilde en çok satan romanı– olarak düşünmesine rağmen eleştirmenler onu fazla nasihatçı ve sert buldular. Yine de, bölgenin tarihinin ve insanlarının ayrıntılı ve zengin bir resmini sunarak, Steinbeck’in California’nın önde gelen edebî yorumcusu olma şöhretini pekiştirdi,
1962’de Steinbeck, “sempatik mizahı keskin bir sosyal algıyla birleştiren… gerçekçi ve düşsel yazıları” sayesinde edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü almaya hak kazandı. Bu eşsiz kabiliyeti –fakirliğin acımasız ve sert bir betimlemesiyle kuşatıcı bir iyimser bakışın birleşimi-Steinbeck’e Amerikalı romancılar arasında kalıcı bir yer kazandırdı.
EK BİLGİ:
1. Nobel Ödülü kabul konuşmasında Steinbeck, “İnsanın mükemmelliğine tutkuyla inanmayan yazarların, edebiyata ne bağlanabileceğini ne de bir aidiyeti olabileceğini,” belirtti.

Mona Lisa
Lenardo da Vinci tarafından takriben 1505’te yapılan Mona Lisa tablosu, Rönesans kadın portresinin ilk örneği olarak görülmektedir. Bir kavak tablo üzerine yağlı boya çalışılan eser, 54 santimetreye 79 santimetre ölçülerindedir. Görece küçük boyutuna ve basit kompozisyonuna rağmen, dünyadaki en ünlü tablolardan biridir.
Mona Lisa’da resmedilen kadının kimliği gizli kalmıştır. 1550’de da Vinci’nin biyografisini yazan Giorgio Vasari’ye göre kadın, Floransalı tüccar Francesco del Giocondo’nun eşi olan Lisa di Antonio Maria Gherardini’dir (Mona, İtalyanca “hanımefendim” demek olan “ma donna”nın bir kısaltmasıdır). Ancak bu kimlik saptama problemlidir, çünkü da Vinci bu resmi herhangi bir hamiye vermemiş, 1519 yılında ölene kadar kendine saklamıştır. Yakın zamanda Bell Laboratuvarları’ndan Lillian Schwartz, da Vinci’nin kendine ait bir portresi olarak görülen bir çizimle Mona Lisa’nın dijital bir karşılaştırmasını yaptı. İki suret arasında bulduğu benzerliklere dayanarak Schwartz, resmin da Vinci’nin kendisinin kadın formunda bir portresi olduğunu iddia etti. Bu teorinin de savunulması zordur, çünkü sözde kendi portresine olan gönderme şüphelidir. En olası teori ise, Mona Lisa’nın bir portre değil, da Vinci’nin ideal kadın imajı olduğudur.


Temaya bakılmaksızın resim, da Vinci tarafından sfumatonun, yani gizemli bir ruh hali yaratan yumuşak, puslu ana hatların, harikulade kullanımını gösterir. Bu tekniği kullanan da Vinci, kadının ifadesini belirsiz kılmayı başarmıştır. Mona Lisa’nın gülümsemesinin kusursuz doğasına daha fazla mürekkep harcanmıştır; gerçekte onun hali, bakıldığı açıya bağlı olarak değişiyor görünmektedir.
Mona Lisa, da Vinci’nin ölümünden beri sancılı bir geçmişe sahiptir. I. Francis tarafından 4.000 altına satın alınmıştır. Louvre’daki koleksiyona dahil edilmeden önce, Napoleon Bonaparte’ın yatak odasında ve Versailles’da asılıydı. 1911’de Louvre’dan çalınıp iki yıl sonra Floransa’da bir otel odasında tekrar ortaya çıktı. 1956’da birisi Mona Lisa’nın alt yarısına asit püskürterek zarar verdikten sonra resim, koruyucu çift katlı bir camın ardına yerleştirildi.

Milgram Deneyi: İtaat Dersleri
1960’larda Yale Üniversitesi’nde bir psikolog olan Stanley Milgram, itaat üzerine korkutucu bir dizi deney gerçekleştirdi. Milgram, bir durumun bir kişinin bilincini nasıl etkisi altına alabileceğini gösterdi. Bulguları; Yahudi Soykırımı, My Lai Katliamı ve Ruanda’daki soykırım gibi zamanımızın bazı büyük vahşetlerini açıklamak için kullanıldı.
Milgram, erkek ve kadın deneklerini hukukçuları, itfaiyecileri ve inşaat işçilerini içine alacak şekilde hayatın tüm alanlarından seçti. Hepsi, saati 4.50 dolara, öğrenme ve cezalandırma üzerine bir deneye katılmaya hazırdı. Denekler, görüş alanı dışında olan ama yan odadan duyabilen bir “öğreniciye”, bir çağrışım sözcükleri listesini okuyan “öğretici” olarak davranmak üzere, beyaz önlüklü bir doktor tarafından yönlendirildiler. Eğer öğrenici bir çağrışımı yanlış algılarsa, o zaman öğreticiden her bir yanlış cevabın arkasından öğreniciye voltajı arttırarak elektrik şoku vermesi istendi. İlk şok, “hafif şok – 15 volt”, sonucusu “tehlike: ciddi şok – 450 volt” olarak etiketlendi.
Elbette, gerçek deney, ne kadar cezalandırmayı üstlenebileceklerini görmek üzere öğreticiler üzerineydi. Bir oyuncu olan öğrenici, 180 voltta acıya dayanamayacağını feryatlarla iletiyordu, 300 voltta katılmayı reddediyordu, 330 voltta sessizlik vardı. Stanley Milgram’ı şaşırtan şey ise deneklerin % 65’inin, öğrenicinin hafif bir kalp sorunu olduğu söylenmesine rağmen sonuna kadar gidip 450 volta basmalarıydı. Öğreticilerin pek çoğu ciddi şekilde rahatsız olmuştu –bolca terleyerek ve dudaklarını ısırarak– ama beyaz önlüklü deneycinin kışkırtmasıyla, ahlaki vicdanlarına rağmen devam ettiler.
Milgram’ın bulgusu, 1960’ların akademi camiasını hem etik açıdan tartışmalı yöntemleri hem de ürkütücü sonuçlarıyla dehşete düşürdü. Ama bu araştırma, sıradan insanların otoritenin varlığı ile insanlık dışı hareketler yapmak üzere harekete geçirilebileceğini açıkça gösterdi. Milgram aynı zamanda deneğin psikolojik olarak kurbandan uzakta olmasıyla, daha çok acıya neden olacak emirleri daha rahat uyguladıklarını keşfetti. Öğreticilerden sadece soruları okuyan ama şokları yönetmeyenlerin % 90’ı deneyi tamamladı. Ancak şokları yönetmek üzere öğreniciyle temas kuranların yalnızca % 30’u 450 volta kadar çıktı.
EK BİLGİLER:
1. Milgram deneyleri, Avustralya, Almanya, Ürdün ve diğer bazı ülkelerde tekrarlanmış, hepsinde de benzer sonuçlar vermiştir.
2. Milgram, kadın ve erkekler için eşdeğer itaat oranlarına ulaştı.

Brandenburg Konçertoları, Johann Sebastian Bach
Bach’ın Cothen’de yaşadığı sıralarda bestelediği bu altı konçerto, 1721’de Brandenburg Uç Beyi’nden verilen bir sipariş üzerine hazırlandı. İçinden beşi üç bölüm biçimindedir; hızlı-yavaş-hızlı ve diğeri –ilki–, iki dans içeren altı bölüme sahiptir. Konçertolar, Bach’ın solo enstrümanlar ve zarif bir kontrpuanla yarattığı hırslı bir bileşim olmalarıyla bilinir. Brandenburg Konçertoları aynı zamanda Alman barokunun katı üslubunun ve Antonio Vivaldi gibi bestecilerin verdiği hafifletici keyfin en iyi karışımı olarak da görülürler.
Solo keman, üç obua, telliler, fagot ve iki korno için yazılan ilk konçerto, iki korno ile ve diğer tahta nefesli saz bölümleri arasında hareketli bir diyalog ile başlatılır. İkincisi –trompet, blok flüt, obua, solo keman ve telliler için– mümkün olan tüm solocu dizilimleri kullanır. Üçüncü konçerto, keman, viyolonsel ve solo olarak çello üçlüsünün orkestradaki tellilerle beraber gruplarını kullanır. Bu alışılageldik değildir çünkü solocular genellikle arkalarındaki orkestrayla aynı parçaları çalarlar. Beşinci konçerto solo keman, flüt, klavsen ve telliler için; altıncı konçerto ise iki solo keman, zayıf orkestra tellileri (keman olmadan) ve solo çello içindir. Tüm orkestranın çaldığı bölümlere tutti

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/david-s-kidder/entelektuelin-kutsal-kitabi-69403345/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yazarlarımızın araştırmalarında başvurduğu kaynakların bir listesini görmek isterseniz www.theintellectualdevotional.com’u ziyaret edebilirsiniz.

2
2006 yılı için (ç.n.).

3
Ancak nihayetinde bu cüce gezegen resmi ismini bir antik Yunan tanrıçası olan Eris’ten almıştır. (Ç. N.)
Entelektüelin kutsal kitabı David S. Kidder
Entelektüelin kutsal kitabı

David S. Kidder

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yedi farklı alandan, her güne yeni bir konu!

  • Добавить отзыв