Efendi uyanıyor

Efendi uyanıyor
H. G. Wells
Nadir görülen bir uykusuzluk hastalığından mustarip olan Graham, en sonunda uyumayı başarır. Ne var ki bu kez 200 yıllık trans halinde bir uykuya dalacaktır. Uyandığında ise, banka hesabına işleyen faizler sayesinde dünyanın en zengin ve en güçlü adamı olduğunu öğrenir. O artık bambaşka ve hiç tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Dünyanın tek efendisi ve sahibi odur! Graham uyuduğu sırada servetini idare eden Konsey, tüm gezegene hüküm süren son derece karanlık ve acımasız bir sistem kurmuştur. İnsanların bir kurtarıcı olarak gördüğü Graham’den beklenen, toplumu bu korkunç despotlardan kurtarmasıdır.

Günümüzden bir asır önce yazılmış olmasına rağmen geleceğe dair yerinde tahminlerinin yanı sıra toplumsal adaletsizlikle boğuşan bir dünyayı tasvir eden Efendi Uyanıyor, Wells’in klasikleşmiş eserlerinden biri.

“Politik bilimkurgu ve distopya sevenler için kaçırılmaması gereken bir eser…”
–Times Literary Supplement

Herbert George Wells
Efendi Uyanıyor

H. G. Wells: Tam adı Herbert George Wells olan yazar, 1866’da İngiltere’de doğmuştur. Elliden fazla romanı ve onlarca hikâyesi ile bilimkurgu türünün en büyük yazarlarından kabul edilse ve hatta zaman zaman “bilimkurgunun babası” diye anılsa bile aslında eleştiri, tarih, biyografi, siyaset, popüler bilim gibi pek çok türde eserlere imza atmıştır. Bir fütürist olarak gelecekle ilgili tahminleri emsalsizdir; bir dizi ütopik eser kaleme almış ve uçakların, tankların, uzay yolculuğunun, nükleer silahların, internete benzer bir sistemin, hatta “dünya beyni” dediği sistemle Wikipedia’nın gelişini bile öngörmüştür. Zamanda yolculuk, uzaylı istilası, görünmezlik ve biyoloji mühendisliği gibi konular, bilimkurgu edebiyatında yaygın hale gelmeden çok önce Wells’in kitaplarında kendine yer bulmuştur. Ray Bradbury, Isaac Asimov, Ursula K. Le Guin, Carl Sagan ve Frank Herbert gibi pek çok yazarın ilham kaynağı olmuştur.

Egemen Yılgür, lisans öğrenimini İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde tamamladı. Mimar Sinan GSÜ Genel Sosyoloji ve Metodoloji bölümünde devam ettiği doktora eğitiminin sonucunda hazırladığı “Geç-Peripatetik Roman Tütün İşçilerinde Ücretli İstihdam ve Politizasyon Deneyimleri” başlıklı teziyle 2014 yılında doktor oldu. 2018 yılında Üniversiteler Arası Kurulu tarafından doçent ünvanı verilen Yılgür, 2019 yılında İskoçya-Saint Andrews Üniversitesi Tarih Bölümü ve Bulgar Bilimler Akademisi Etnoloji ve Folklor Çalışmaları Enstitüsü’nde misafir akademisyen olarak, “Teneke Mahallesi in the 19th-Century Ottoman Cities: The Development of Informal Settlements in the Late-Ottoman Urban Environment” başlıklı araştırma projesini yürüttü. Yılgür, halen Yeditepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü ve Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümündeki derslerine devam etmektedir.

Graham’in uyanış ânını gösteren bir çizim.


Önsöz
Efendi Uyanıyor, ilk olarak 1899 yılında kitaplaştırıldı. Daha öncesinde ise The Graphic[1 - İlk olarak 1869 yılında yayımlanmaya başlayan The Graphic, İngiltere merkezli bir gazetedir. Çizimlerle hazırlanan gazete, 1932 yılına kadar aynı isimle yayımlanmaya devam etmiştir. Gazetenin kurucusu ünlü bir sanatçı, ahşap oymacı ve siyaset adamı olan William Luson Thomas’tır. (ç.n.)]’in de aralarında bulunduğu çeşitli süreli yayınlarda tefrika edilmişti. Bu kitabımın, en iddialı kitabım olduğunu düşünüyorum. En azından en tatmin edicisi.
Bu yeni basımda kitapta bir dizi değişiklik yapma imkânı buldum. Önceki çalışmalarım gibi Efendi Uyanıyor’u da baskı altında yazmıştım. Bu baskının izlerine sadece ikinci bölümün dilinde değil, hikâyenin genel kurgusunda da rastlanabiliyor. Bir türlü kurtulamadığım genel dağınıklığımın haricinde, giriş bölümünde beni utandıracak pek az şey var. Buna karşılık, üzerinde yeterince düşünülmemiş olan ikinci bölümün kurgusundaki özensizlik her türlü eleştiriye açıktır.
İkinci bölümü yazdığım sırada çok yoğun çalışıyordum. İyi bir tatile ihtiyacım vardı. Sıradan gazetecilik görevlerime ek olarak üzerinde çalıştığım bir kitap daha vardı, Love and Mr. Lewisham (Aşk ve Bay Lewisham). O zamanlar bu kitaba Efendi Uyanıyor’dan daha fazla önem veriyordum. Bunlardan birisinin ben tatile çıkmadan önce bitirilmesi gerekiyordu. Önceliği Efendi Uyanıyor’a verdim. Amacım mümkün olduğunca kısa sürede satılabilir bir metin ortaya çıkarmaktı. Yayınevleri kitabı keşfetmeden önce, tekrar gözden geçirmek için yeterince zamanım olacağını umuyordum. Ne var ki talihsizlik peşimi bırakmadı. Ağır derecede hastalanınca İtalya’dan İngiltere’ye döndüm. Bay Levisham ile ilgili hikâyemi bir şekilde bitirebilmek için nasıl çırpındığımı hâlâ hatırlıyorum. Ateşim 39’a çıkmıştı. Her şeye rağmen kitabı yarım bırakmanın düşüncesi bile bana dayanılmaz geliyordu. Daha sonraları kitabın bu koşullar altında yazılmasından kaynaklanan kusurları düzeltmek için epeyce fırsatım oldu. Gerçekten de Love and Mr. Lewisham benim en aklı başında kitabım olarak kabul edilebilir. Efendi Uyanıyor’da ise gözümden kaçan birçok nokta olmuştu.
Efendi Uyanıyor’un yazılmasının üzerinden yirmi yıl geçti. Kitabın yazarı olan otuz bir yaşındaki o delikanlı bugün çok uzaklarda. Benimle onun arasında çok büyük farklılıklar var. Tam da bu nedenle o delikanlının kaleminden çıkan yapıtı etkili bir şekilde yeniden yapılandırmam mümkün olmadı. Benim bugün için oynayabileceğim rol tecrübeli bir editörün yapabileceğinden fazlası değildi. Metnin bütününü okunmaz hale getiren uzun ve yorucu paragrafları çıkardım. Finaldeki belirgin tutarsızlıkları elimden geldiğince düzeltmeye çalıştım. Bunun dışında sorunlu cümleleri düzeltmek ve tekrarları ortadan kaldırmak dışında kitaba herhangi bir katkım olmadı.
Önceki baskıda Helen Wotton ve Graham arasındaki ilişkinin ifade ediliş biçimi beni fazlasıyla rahatsız etmişti. Sanatta acelecilik her zaman vülgarizasyona[2 - Vulgarisation: Vülgarizasyon terimi herhangi bir şeyin halk diline indirgenmesi, ana hatlarıyla kaba bir şekilde sunulması anlamlarına gelir. Büyük ölçüde teknik bilgi içeren ve karmaşık nitelikteki meseleler vülgarize edilerek daha anlaşılır bir hale getirilebilirler. Ne var ki vülgarizasyon konunun farklı boyutları ve derinliğiyle kavranmasına engel olabileceğinden son derece tehlikeli sonuçlara gebedir. (ç.n.)] neden olur.
Nitekim ben de Helen’dan bir sevgili karakteri[3 - Love interest: Edebi metinlerde kullanılan standard bir tiplemedir. Hikâyenin başkahramanının duygusallığı bu tiplemenin üzerinde yoğunlaşır. Bu tipleme daha sonra edebiyattan sinemaya da taşınacaktır. (ç.n.)] yaratırken belirgin bir basitliğe düşmekten kurtulamadım. Hatta kitapta Graham’in “uçan makinesine” atlayıp savaşmak yerine, Ostrog’a boyun eğerek Helen’la evlenebilme ihtimali gibi acemice imalar dahi mevcuttu. Bu baskıda böylesine akılalmaz ifadelere yer vermedim. Zira bu ikisinin arasında en ufak bir cinsel etkileşimin dahi yaşanması mümkün değildi. Birbirlerini sevmişlerdi. Hatta bir keresinde öpüşmüşlerdi bile. Fakat birbirlerine karşı hissettikleri bu duygu, bir genç kızla büyükbabası arasındaki sevgiden farksızdı. Öpücük ise kriz anında yaşanan bir kafa karışıklığının sonucuydu. Tüm bu aksaklıkların daha büyük bir düzensizliğe yol açmadan hikâyeden temizlenebileceğini düşündüm. Bu şekilde biraz olsun vicdanım rahatlamış olacaktı. Ayrıca halkın Ostrog’u pataklamasıyla ilgili hoş olmayan anlatımları da metinden çıkardım.
Graham’in hikâyesinin sonu, onun gibilerin hikâyesinin sonuyla aynı. Hikâyenin finalinde kesin bir zafere ulaşılıyor mu? Ortada gerçek bir zafer var mı?
Kim kazanacak? Ostrog mu yoksa halk mı? Bu bin yıllık sorunun yanıtı verilebilecek mi?

    H. G. Wells

I
Uykusuzluk
Bodcastle’da yaşayan bir sanatçı olan Bay Isbister, o öğleden sonra Pentargen’daki koya kadar yürüyecekti. Civardaki mağaraları incelemek istiyordu. Pentargen Plajı’na giden yolu yarılamışken bir adama rastladı. Adam bir kayanın altında oturuyordu. Oldukça sıkıntılı bir hali vardı. Elleriyle dizlerine abanmıştı. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Önüne bakıyordu. Yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştı.
Adam, Isbister’ın ayak seslerini işitince etrafına bakınmaya başladı. Bu karşılaşma her ikisini de tedirgin etmişti. Isbister durakladı. Tedirginliği atlatmak için havadan sudan konuşmayı denedi. Hava ne kadar da sıcaktı! Hiç de bu mevsime uygun bir hava değildi!
Adam, “Gerçekten de öyle,” diye yanıtladı. Lafı uzatmak istemediği belli oluyordu. Kısa bir tereddüdün ardından yeniden konuştu: “Uyuyamıyorum.”
Isbister, duyduğu karşısında ne diyeceğini bilemedi. “Hiç mi?” derken şaşkınlığı her halinden belli oluyordu.
“İmkânsız gibi görünebilir” dedi yabancı. Bezgin bakışlarını Isbister’ın yüzüne dikti. Kelimelerin üstüne basa basa konuşuyordu: “Altı gecedir gözüme bir damla bile uyku girmedi.”
“Doktora gittin mi?”
“Evet. Maalesef işin en kötü tarafı o. Uyku ilaçları. Onlar sinir sistemimi… İnsanlar bayılıyor onlara. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Ama ben, ben bu ilaçları almaya cesaret edemem… Gerçekten güçlü ilaçlar…”
“Bak bu senin işini zorlaştırıyor,” dedi Isbister.
Olduğu yerde kalakaldı. Ne yapacağını bilemiyordu. Adam konuşma heveslisi değildi. Yine de sohbeti devam ettirmenin daha doğru olacağını düşündü. “Ben hiç uykusuzluk yaşamadım,” dedi. “Ama bu sorunu yaşayan insanlar eninde sonunda bir çare bulurlar.”
“Benim yeni bir şey denemeye cesaretim yok.”
Adam çok bitkindi. Hareketleri umutsuzluğunu yansıtıyordu. Kısa bir süre için her ikisi de sessiz kaldılar.
“Peki, hiç egzersiz yapmayı denedin mi?” diye sordu Is-bister çekinerek. Muhatabının perişan yüzüne odaklanmıştı. Gezinti için giydiği kıyafetleri ne kadar da perişandı.
“Bak bunu denedim işte. Hem de deliler gibi. Günlerce sahilde yürüyüş yaptım. New Quay’dan başlıyordum… Hiçbir işe yaramadı. Sadece zihin yorgunluğumun yanına bir de beden yorgunluğu eklendi. Zaten bu dert kendimi çok zorladığım için başıma musallat oldu. Aslında…”
Durdu. Yorgunluğu konuşmasına izin vermiyordu. Zayıf eliyle alnını ovuşturdu. Kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti.
“Ben yalnız bir kurdum. Tek başına bir adamım. Dolaşıp durduğum bu dünyada aslında hiçbir yerim yok. Karım yok. Çocuğum yok. Çocuksuz bir adam, hayat ağacındaki ölü dallardan farksızdır. Ne karım var, ne de çocuğum. Hiçbir görevim, hiçbir sorumluluğum yok. Yüreğimde hiçbir arzu yok. Sonunda yapabilecek bir şey buldum.”
“Bunu yapacağım dedim kendi kendime. Ve amacıma ulaşabilmek için, bu köhnemiş bedenin uykusuzluğunu azaltabilmek için ilaçlara sığındım. Aman yarabbi! Çok fazla ilaç kullandım. Bilmem hiç bedensel zayıflık yaşadın mı? Hayatından çok şeyi alıp götürür. Bizler yarı ölü sayılırız bir yerde. Yemek yedin mesela. Hemen sindirim ilacı alacaksın. Yoksa başın dertte demektir. Sürekli çıkıp hava almak lazım. Yoksa kafan ağırlaşmaya başlar. Aptallaşırsın. Düşüncelerin uçurumlara, çıkmaz sokaklara sürüklenir. Delice düşünceler dolaşır içinde. Sonra bir ağırlık çöker üstüne. Uyursun. İnsanlar aslında uyumak için yaşarlar. En güzeli günün uyku haricindeki bölümünün mümkün olduğunca kısa olmasıdır. Sonra işte o kötü arkadaşlar çıkar gelir. Şu ilaçlar… Yorgunluğunu dindiren alkaloidler. Ve uykuyu öldüren sade kahve, kokain…”
“Anlıyorum,” dedi Isbister.
“Elimden geleni yaptım,” diye devam etti uykusuz adam. Huzursuzluğu ses tonuna yansıyordu.
“Bu durum da ödülü oluyor o zaman?”
“Evet.”
Öylece kalakaldılar bir süre.
“Uykuya olan hasretimin büyüklüğünü hayal bile edemezsin. İşimi yapıp bitirdim. Sonraki altı uzun gün boyunca zihnimde bir girdap vardı, hiçbir yere varmayan bir düşünceler sağanağı… Kafam darmaduman…” durdu. “Uçuruma doğru…”.
“Uyuman gerekiyor,” dedi Isbister kararlı bir havada. Sanki bir çare bulmuştu. “Kesinlikle uyumalısın.”
“Zihnim hiç olmadığı kadar berrak. Fakat anafora doğru sürüklendiğimi çok iyi biliyorum. Az sonra…”
“Evet?”
“Hiç girdaba sürüklenen birisine rastladın mı? Karanlığa sürüklenen… Bu tatlı dünyadan koparak aklını yitiren…”
“Ama…” Isbister itiraz etmeye çalıştı.
Adam elini ona doğru uzattı. Gözleri birdenbire vahşileşmişti. Bağırmaya başladı. “Kendimi öldürmem gerekiyor. Belki de hemen şimdi, şuracıkta. Şu karanlık uçurumun dibinde. Dalgaların yükselip alçaldığı şu köşede… Kendimi aşağı atarsam öyle ya da böyle sonunda uyumuş olurum.”
“Bu çok saçma,” dedi Isbister. Adamın isterik hali onu ürkütmüştü. “İlaç kullanmak bundan çok daha iyidir.”
“Ne olursa olsun, sonunda uyuyabileceğim,” diye tekrarladı adam. Isbister’ı umursamamıştı bile.
Isbister ona baktı, “Sonucun kesin olmadığını biliyorsun değil mi?” dedi. “Lulworth Koyu’nda bunun gibi bir uçurum var. Bunun kadar yüksek. Neyse, küçük bir kız düştü bu uçurumdan. Ölmedi. Şimdi gayet iyi durumda.”
“Ama burada kayalar var. Soğuk bir gece, adam keder içerisinde uzanmış kayalara. Kırılan kemikleri titreşirken gıcırdıyor. Dalgalanan soğuk su ürpertiyor onu. Nasıl?”
Göz göze geldiler. “Seni hayal kırıklığına uğrattığım için özür dilerim,” dedi Isbister pervasızca. “Ama bu uçurumdan atlayarak intihar etmek ya da herhangi bir uçurumdan, bir sanatçı olarak söylüyorum ki fazlasıyla amatör işi.” Alabildiğine yapmacık bir ifadeyle gülümsedi.
“Peki ya öbür mesele?” dedi uykusuz adam. Rahatsızlığı her halinden belli oluyordu. “Öbür mesele ne olacak? Bir insan geceler boyunca, geceler boyunca… Nasıl aklını koruyabilir ki?”
“Bu sahilde yalnız mı dolaştın?”
“Evet.”
“Aptalca bir şey yapmışsın. Bu şekilde konuştuğum için beni bağışla. Demek yalnız dolaştın! Senin de dediğin gibi bedensel yorgunluk, zihinsel yorgunluğa fayda etmez. Sana kim böyle yapmanı söyledi? Hiç olacak iş mi? Yürüyüp duracaksın bütün gün. Tepende güneş, sıcak. Yorgunluk. Yapayalnızsın. Etraf ıssız. Sonra gideceksin yatağa, hadi bakalım uyu uyuyabilirsen.”
Isbister kısa bir süre durdu ve kuşkuyla, ızdırap içerisindeki adamın yüzüne baktı.
“Şu kayalara bak,” dedi adam. “Orada sonsuza kadar parlayıp dalgalanacak olan denize bak. Uçurumun altında, karanlığa dalan şu beyaz köpüklere bir bak. Ve göz alıcı güneşe ev sahipliği yapan mavi gökyüzüne… Bu senin dünyan. Bunu kabul et. Sen burada olmaktan mutlusun. O seni ısıtır. Mutlu eder. Ve ben…”
Yüzünü döndü. Beti benzi atmıştı. Solgun gözleri kan çanağına dönmüş, dudakları morarmıştı. Neredeyse fısıldar gibi konuşuyordu. “Dünya benim sefaletimin örtüsüdür. Bütün dünya! Sadece sefaletimi gizlemeye yarar.”
Isbister yanı başlarındaki uçurumun vahşi güzelliğine baktı. Adamın yüzündeki ifade ne kadar da umutsuzdu. Bir süre söyleyecek laf bulamadı.
Adama karşı çıktığını ima eden bir hareket yaptı. Kendini topladı ve lafa girdi. “Git ve güzel bir uyku çek,” dedi. “Ondan sonra her şey başka türlü gözükecek sana. Sen benim sözümü dinle.”
Bu karşılaşmanın son derece ilginç bir tesadüf olduğunun farkındaydı. Sadece bir saat öncesine kadar fazlasıyla canı sıkılıyordu. Nihayet kendine yapacak faydalı bir iş bulmuştu. Hemen kontrolü eline aldı. Bu tükenmiş adamın öncelikli ihtiyacı arkadaşlıktı. Kendini çimlerin üzerine attı. Rahat bir tavır takındı. Arkadaşça bir sohbet iyi gelir diye düşündü.
Adam tam bir kayıtsızlığa gömülmüştü. Sıkıntılıydı. Denize bakıyordu. Sadece Isbister’ın sorduğu sorulara kısa yanıtlar vererek konuşuyordu. Kimi zaman bu soruları da sessizlikle geçiştiriyordu. Diğer taraftan kendi çaresizliğini aşmayı amaçlayan bu hayırsever girişime herhangi bir itirazı yoktu. Hatta minnettar gözüküyordu.
Isbister tek başına yürütmeye çalıştığı sohbetin giderek canlılığını yitirmeye başladığını fark etti. Bunun üzerine Bodcastle’a dönmeyi ve Blackapit’ten manzarayı izlemeyi teklif etti. Birlikte yola çıktılar. Adam yolun yarısında kendi kendine konuşmaya başladı. Berbat bir yüz ifadesiyle Isbister’a döndü. “Ne olabilir ki?” diye sordu zayıf ellerini açarak. “Ne olabilir ki? Dön, dön, dön, dön… Sürekli dönüyor, dönüyor…”
Yürürken bir yandan da elleriyle daireler çiziyordu.
“Tamamdır moruk,” dedi Isbister. Eski bir dostuyla konuşur gibiydi. “Sen canını sıkma. Bana güven.”
Adam ellerini indirdi. Penally’nin ötesindeki tepeyi ve burnu geçtiler. Uykusuz adam arada sırada el hareketleri yaparak kendi kendine bir şeyler anlatıyordu. Kafasındaki karmaşık düşüncelerle ilgili başı sonu belirsiz cümleler çıkıyordu ağzından. Blackapit’e bakan bir yer bulup oturdular. Isbister, yolun ikisinin yan yana yürümesine izin verecek kadar genişlediği her noktada sohbeti sürdürmeye çalışmıştı. O sırada da Boscastle Limanı’nın inşasının ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Kötü iklim şartları pek çok engel çıkarmıştı. Arkadaşı aniden sözünü kesti.
“Başım eskiden olduğu gibi değil.” Doğru ifadeyi bulamadığı için yine meramını el kol hareketleriyle anlatmaya çalışıyordu. “Eskiden olduğu gibi değil işte. Kafamda bir ağırlık var. Ya da bir mahmurluk. Aniden düşen bir gölge gibi. Karanlığın içinde dönen bir şey… Bir fikirler keşmekeşi, karmaşa, girdap. İfade edemiyorum bir türlü. Zorlukla odaklanabiliyorum. Sana anlatması çok güç.”
“Takma kafana moruk,” dedi Isbister. “Galiba anlıyorum derdini. Bana anlatmak için kendini bu kadar zorlamana da gerek yok zaten. Sonuçta ne yaşadığını en iyi sen biliyorsun.”
Uykusuz adam, parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu. Is-bister bu sırada konuşmaya devam etti. Derken aklına parlak bir fikir geldi. “Hadi gel benim odama gidelim,” dedi. “İstersen pipo içeriz. Sana Blackapit çizimlerimi gösteririm. Tabii eğer ilgini çekerse?”
Adam bu teklifi de uysalca kabul etti. Yol boyu Isbister’ın ardından yürüdü.
Isbister adamın yokuşu inerken sık sık tökezlediğini fark etmişti. Hareketleri yavaş ve tereddütlüydü. “Hadi gel içeri,” dedi Isbister. “Sigaralarımdan ve nefis içkilerimden denersin. Tabii eğer içmeyi seviyorsan.”
Yabancı, bahçe kapısına geldiğinde tereddüt etti. Sanki yaptığı hareketlerin bilincinde değildi. “Ben içki içmem,” dedi yavaşça. Kısa bir süre sonra sözlerini tekrarladı: “Hayır, ben içki içmem. O döner. Dönüp durur…”
Adam, kapının eşiğine gelince birden sendeledi. Zorlukla ayakta durabiliyordu. Paldır küldür içeri girdi.
Bulduğu rahat bir koltuğa yığılıverdi. Adeta koltuğa gömülmüştü. Öne eğilip, alnını kolunun üzerine koydu. Tamamen hareketsizdi. Biraz sonra adamdan belli belirsiz bir hırıltı gelmeye başladı.
Isbister acemi bir ev sahibinin tedirginliğiyle odada dolaşıyor, neredeyse hiçbir karşılık gerektirmeyen küçük açıklamalar yapıyordu. Portfolyosunu alıp masanın üzerine koydu. Saate baktı.
“Benimle birlikte akşam yemeği yemek ister misin?” dedi. Elinde yanmayan bir sigara vardı. Adamı usulünce idare etmek için neler yapabileceğini düşünüyordu. “Sadece soğuk kuzu eti var. Ama şimdi iyi gider. Bir de turta.” Biraz durduktan sonra aynı sözleri tekrarladı.
Adam hiçbir yanıt vermedi. Isbister öylece durdu. Gözlerini adama dikti.
Sessizlik bir süre daha devam etti. Isbister’ın dikkati dağılmıştı. Yanmayan sigarasını bıraktı. Adamda en ufak bir hareketlilik yoktu. Isbister portfolyoyu eline aldı. Açtı. Sonra geri yerine koydu. Konuşup konuşmamak konusunda kararsız kalmıştı. “Belki de” diye fısıldadı. Aklından geçen düşüncenin doğruluğundan emin olamıyordu. Kapıya döndü. Parmak uçlarına basarak odadan dışarı çıktı. Her attığı adımdan sonra dönüp arkadaşına bakıyordu.
Kapıyı sessizce kapattı. Evin kapısı açık duruyordu. Dışarı çıktı. Bahçede bıldırcın otlarının bittiği bir noktada dikildi. Açık pencereden içerideki yabancıyı görebiliyordu. Sessiz ve durgundu adam. Duruşunda en ufak bir değişiklik yoktu.
O sırada sokakta oynayan çocuklar birden durdular. Büyük bir ilgiyle ressam amcalarını süzüyorlardı. Oradan geçmekte olan bir sandalcı, nezaketle selamladı Isbister’ı. Anlaşılan, düşünceli hali çevredeki insanlara garip gelmişti. Belki bir sigara yakarsa daha doğal görünebilirdi. Piposunu çıkartıp yavaşça hazırladı.
“Bakalım başarabilecek miyim…” dedi. Hafif bir hoşnutsuzluk vardı halinde. “Birisinin ona bir şans vermesi gerekiyordu.” Bir kibrit çakıp piposunu yaktı.
Mutfaktan çıkan ev sahibesi, onun odasına girmek üzereydi. Isbister, hemen geri döndü ve sigara tuttuğu eliyle işaret ederek oturma odasının girişinde durdurdu kadını. Fısıldayarak durumu açıkladı. Ev sahibesi, Isbister’ın misafir getirdiğini bilmiyordu. Isbister, oldukça garip olan durumu açıklamakta zorlanmıştı. Kadın geri çekildi. Biraz şaşırmıştı. Kadın gidince, Isbister verandanın köşesinde durup adamı izlemeye devam etti.
Piposunu bitireli epey olmuştu. Evin dışında yarasalar dolaşıyordu. Sonunda merakı tüm tereddütlerine üstün geldi. Karanlık olan oturma odasına doğru süzüldü. Girişte durdu. Yabancı hâlâ aynı pozisyonda duruyordu. Pencerenin karşısında siyah bir gölge gibiydi. O sırada limandaki gemilerden birinde denizciler şarkı söylüyorlardı. Onun dışında gece tamamen sessizdi. Bahçedeki bıldırcın otu ve hezarenlerin dikenleri başkaldırmış ve kıpırdamadan duruyordu. Bir anda Isbister’ın zihninde bir şimşek çaktı. Adamın oturduğu sandalyenin üzerine eğildi. Dinlemeye başladı. İçinde rahatsız edici bir şüphe uyanmıştı. Giderek bu şüphenin haklılığına ikna oldu. Hem şaşırmış, hem de korkmuştu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın adamın nefes alışını duyamıyordu.
Sessizce sandalyenin etrafından dolaştı. Tekrar dinlemeye çalıştı. En sonunda elini sandalyenin arkasına koyup iyice yaklaştı. Neredeyse kafa kafaya geleceklerdi adamla. Bütün dikkatini verdi. Bir şeyler duymaya çalıştı.
Misafirinin yüzünü incelemek istedi. Hafifçe eğilerek baktı. Gördükleri dehşete kapılmasına neden oldu. Adamın gözleri bembeyazdı.
Tekrar baktı. Gözlerinin açık olduğunu fark etti. Göz bebekleri göz kapaklarının altına gizlenmişti. Korkuyordu. Adamı omuzlarından tutup sarsmaya başladı. “Uyuyor musun?” diye bağırıyordu. “Uyuyor musun?”
Adamın ölmüş olduğuna neredeyse tamamen ikna olmuştu. Paniğe kapıldı. Sandalyenin etrafında dört dönüyordu. Yardım istemek için ev sahibesinin zilini çaldı.
“Lütfen hemen bir ışık getirin,” dedi girişte durup. “Arkadaşımın durumu hiç iyi değil.”
Tekrardan adama döndü. Omuzlarını sıkıca kavrayıp sarsmaya devam etti. Bir yandan da bağırıp çağırıyordu. Ev sahibesi elinde lambasıyla içeri girince ortalık birden sarı ışıkla aydınlandı. Adamın yüzü bembeyazdı ve kadına doğru boş boş bakıyordu. “Bir doktor getirmeliyim” dedi Isbister. “Ya öldü ya da baygınlık geçiriyor. Köyde bildiğiniz bir doktor var mı? Nasıl ulaşabilirim doktora?”

II
Trans
Adamın başına gelen bu garip duruma doktorlar kataleptik[4 - Kataleptik kasılma halinde vücutta genel bir hissizleşme haline irade kaybı eşlik eder. Nefes alışlarının belirsizleşmesi ve kalp atışlarının tespitinin son derece güç olması nedeniyle sıklıkla ölüm haliyle karıştırılır. (ç.n.)] kasılma adını veriyorlardı. Ne var ki kasılma bu kez, daha önce hiçbir vakada görülmediği kadar uzun bir süre devam etti. Daha sonra adamın bedeni yavaş yavaş yumuşamaya başladı. Bir tür derin uyku durumuna geçmişti. Ve nihayet bu aşamadan sonra gözlerini kapatması mümkün olabildi.
Onu otelden alıp Boscastle hastanesine götürdüler. Birkaç hafta sonra ise Londra’ya sevk edildi. Ne var ki kendisini ayıltmak için yapılan hiçbir müdahaleye yanıt vermiyordu. Bir süre sonra tüm bu müdahalelere son verildi. Adam öylece yatmaya devam etti. Ne tam ölüydü ne de tam diri. Varlıkla yokluk arasında bir yerde duruyordu. Onunkisi kesintisiz bir karanlıktı. Hiçbir düşünce ve duyum sızamazdı oraya. Rüyasız bir uyku, huzur dolu bir hiçlikti. Zihnindeki karmaşa olabildiğince kabarmış ve en sonunda yerini mutlak sessizliğe bırakmıştı. Peki nerdeydi bu adam şimdi? Bayılan insanlar nereye giderlerdi?
“Her şey dün yaşanmış gibi,” dedi Isbister. “Her şeyi dün olmuş gibi hatırlıyorum. Belki de dün olanları hatırladığımdan daha net…”
Bir önceki bölümden tanıdığımız Isbister, artık genç bir adam değil. Daha önce zamanın modasına göre biraz uzun olan kahverengi saçları ağarmış. Kısacık kesilmişler. Yüzünde yaşlılığın izleri fark edilebiliyor. Sivri sakalında beyazlar var. Üzerinde yazlık kıyafetler olan yaşlıca bir adamla sohbet ediyor (O seneki yaz, her zamankinden daha sıcaktı). Adamın adı Warming. Kendisi Londralı bir avukat. Hâlâ trans halinde olan Graham’in en yakın akrabası. İki adam Londra’daki bir evde yan yana oturuyorlar. İkisinin de gözü, hareketsiz bir şekilde yatan Graham’in üzerinde.
Graham’in cildi sapsarı. Bir su yatağının üzerinde yatıyor. Başının altında bir yastık var. Üzerinde tiril tiril bir gömlek. Yüzü büzüşmüş. Sakalları hafif uzamış. Dudakları zayıf. Tırnakları kısa. İnce bir camın yanında duruyor. Görünen o ki bu cam, Uykucu’yu yanı başındaki gerçek dünyadan ayıran yegâne sınır. Şüphesiz ki o artık sıra dışı bir insan, herkesten farklı bir varlık. Tıbbi açıdansa karantina altında tutulması gereken anormal bir vaka. İki adam camın yanında durmuşlar. Büyük bir dikkatle onu izliyorlar.
“Olay beni tam manasıyla şok etmişti,” dedi Isbister. “Beyaz gözleri aklıma geldikçe, hâlâ kendimi hem şaşkın hem de rahatsız hissediyorum. Düşünebiliyor musun kaymış, beyaz gözler. Buraya gelip onu görmek beni yeniden o ana götürdü.”
“Daha sonra tekrar görmedin mi onu?” diye sordu Warming.
“Sık sık gelmek istedim,” dedi Isbister. “Ama işlerim müsaade etmedi. Tüm bu zaman boyunca Amerika’dan ayrılmaya çok nadiren fırsat bulabildim.”
“Yanlış hatırlamıyorsam bir sanatçısınız değil mi?” dedi Warming.
“Öyleydim. Sonra evlendim. Hayata başka türlü bakmaya başladım. Kısa zamanda iş hayatına atıldım. Dover’daki uçurum posterlerini benim adamlarım hazırlıyor.”
“Güzel posterler,” diyerek muhatabının hakkını teslim etti avukat. “Gerçi ben onları orada görmüş olmaktan pek de hoşnut değilim.”
“Uçurumlar yerinde durduğu müddetçe onlar da orada asılı kalacak,” dedi Isbister gururla.“Dünya değişiyor. O yirmi yıl önce uyuduğunda, ben Boscastle’da perişan bir haldeydim. Bir suluboya kutusu ve eski moda asil bir tutkudan başka hiçbir şeyim yoktu. Bir gün boyalarımın bütün İngiltere sahilini güzelleştireceğini nereden bilebilirdim ki? Adanın bir ucundan ta Lizard’a kadar… Talih hiç beklenmedik zamanlarda yüzüne gülüyor insanın.”
Görünen o ki Warming bu konularda Isbister’dan farklı düşünüyordu. “Yanlış hatırlamıyorsam daha önce sizinle karşılaşmamıştık.”
“Siz, beni Camelford tren istasyonuna götüren at arabası ile geri dönmüştünüz. Jübile’ye yakındı, Viktorya’nın Jübilesi’ne[5 - En uzun süre hüküm süren İngiliz kraliçesi Viktorya, hükümranlığının elli ve altmışıncı yıllarını kutlamak amacıyla iki büyük festival düzenlemiştir. 1887 ve 1897 yıllarında yapılan bu festivallere “Victoria’s Jubilee” adı verilir. (ç.n.)]. Westminster’a dizilen koltukları ve bayrakları gayet iyi hatırlayabiliyorum. Ve tabii Chelsea’deki arabacı ile olan kavgayı da…”
“Elmas Jübilesi’ydi,” dedi Warming. “İkincisi.”
“Doğru ya. Öncekinde, ellinci yıl kutlamaları sırasında ben Wookey’de bir çocuktum. Tamamen çıkmış aklımdan… Neyse! Ne çok telaşlanmıştık ama. Ev sahibem onun evde kalmasına izin vermedi. Kasıldığında gerçekten de çok acayip gözüküyordu. Onu otele kadar bir iskemlenin üzerinde taşımamız gerekmişti. Her zamanki Boscastle doktoru yerinde yoktu, onun yerine bir pratisyen hekim bulduk. O, ben, ev sahibem ve başka bir sürü insan neredeyse ikiye kadar başında bekledik.”
“Demek kaskatı kesilmişti?”
“Demir gibi olmuştu. Baş üstü yere koysanız öylece dimdik dururdu. Hiç bu kadar sert bir şey görmemiştim. Tabii şimdiki halinden çok farklıydı.” Kafasıyla, yatmakta olan Graham’i işaret etti. “O genç doktor, neydi adı onun…”
“Smithers?”
“Evet Smithers. Söylenenlere göre onu kendine getirmek için Smithers’ın yaptıkları tamamen yanlışmış. Bir kere çok acele etmişti. Sonra o yaptığı şeyler… Şimdi bile düşündükçe içim bir tuhaf oluyor. Hardal, enfiye çektirme, iğneleme. Sonra şu küçük çirkin şeylerden biri, dinamo değil de…”
“Bobin?”
“Evet. Kaslarının nasıl titrediğini görebiliyorduk. Kıvranıyordu. Sadece sarı ışık veren iki kandil vardı içeride. Ve odadaki bütün gölgeler titriyordu. Endişeli genç doktorumuz sonunda uğraşmaktan vazgeçti. Graham, çıplaktı ve çok garip bir haldeydi. Bak yine gözümde canlanıyor…”
Durdu.
“Çok garip bir durum,” dedi Warming.
“Bu mutlak bir yokluk hali,” dedi Isbister. “Beden burada. Ama ne tam diri ne tam ölü. Üzerinde rezerve yazan boş bir iskemle gibi. Hiçbir his yok. Sindirim yok. Kalp atışı yok. En ufak bir hareket yok. Ben bu koşullar altında karşımda gerçekten bir insan olduğuna inanamıyorum. Bir açıdan ölüden daha çok ölü. Doktorlar saçlarının bile uzamadığını söylemişlerdi. Halbuki ölülerin saçları uzarmış.”
“Biliyorum,” dedi Warming. Hissettiği acı ses tonuna yansımıştı.
Tekrar camdan içeri baktılar. Graham gerçekten de çok garip bir durumdaydı. Trans halinin yumuşama aşamasını yaşıyordu. Tıp tarihinde daha önce hiç görülmediği kadar uzun bir süre trans halinde kalmıştı. Önceki vakalarda trans hali, en fazla bir yıl kadar sürmüştü. Bu sürenin sonucunda trans halindeki kişiler ya uyanmış ya da ölmüşlerdi. Isbister doktorların bedenin çöküşünü ertelemek için Graham’e enjekte ettiği maddeleri not aldı. Warming’e gösterdi. Warming bunlardan bıkmıştı. Artık bunları görmek istemiyordu.
“Onun burada yattığı süre içinde,” dedi Isbister, hayatını gönlünce geçirmiş olmanın huzuru içerisindeydi. “Ben yaşama ilişkin planlarımı değiştirdim, evlendim, bir aile kurdum. Eskiden bir evlat sahibi olmak aklıma bile gelmezdi. Şimdi en büyük oğlum bir Amerikan vatandaşı. Harvard’ı bitirecek yakında. Bak benim saçlarım ağardı. Peki ya bu adam? Bir gün bile yaşlanmadı. Hiç değişmedi. Benim delikanlılık zamanlarımda nasılsa hâlâ öyle. Düşünmesi bile garip, merak uyandırıcı.”
Warming, Isbister’a döndü. “Ben de yaşlandım. Küçük bir çocukken onunla kriket oynamıştım. O hâlâ o günlerdeki gibi görünüyor. Belki biraz sararmış. Fakat ne olursa olsun, o hâlâ genç bir adam.”
“Düşünsene o arada biz bir savaş yaşadık,” dedi Isbister.
“Uzun bir savaş üstelik …”
“Ve şu Marslılar[6 - Martians: Mars’ta yaşam olduğu düşüncesi ilk olarak Percival Lovell’ın Mars’la ilgili araştırmalarını yayınlamasının ardından tartışmalara konu olmuştur. 19. yy’ın sonunda yaygınlaşan bu düşünce, Egdar Rice Burrough, H. G. Wells ve Ray Bradbury gibi yazarların bilimkurgu tarzındaki eserlerine de konu olmuştur. (ç.n.)]…”
“Anladığım kadarıyla…” dedi Isbister ve kısa bir süre için durakladı. “Kendine ait küçük bir serveti var.”
“Öyle,” diye onayladı Warming. Ciddiyetini bozmadan hafifçe öksürdü. “Bu hale geldiğinden beri idaresini ben üstlendim.”
“Anlıyorum.” Biraz düşündü Isbister. Çekinerek lafa girdi. “Burada kalmasının maliyeti çok yüksek değil. Geçen süre içerisinde serveti epey birikmiş olmalı.”
“Öyle oldu. Eğer uyanabilirse, uyuduğu zaman olduğundan çok daha zengin olacak.”
“Bir iş adamı olarak,” dedi Isbister, “doğal olarak böyle şeylere çalışıyor kafam. Zaman zaman bu uyku işinin ticari açıdan ona çok yararlı olabileceğini düşünüyorum. Tabirimi mazur görün, bu kadar uzun süre baygın kalmakla az uyanıklık yapmadı…”
“Bu kadar planlı davranmış olabileceğinden şüpheliyim,” dedi Warming. “İleri görüşlü bir insan değildi. Aslına bakarsanız…”
“Evet?”
“Bu konuda farklı düşünüyoruz. Ben bir bakıma onun gardiyanı gibiyim. Siz kimi şeylerin tesadüf olamayacağını bilecek kadar çok deneyime sahipsiniz. Yine de durum sizin ima ettiğiniz gibi olsa dahi, ben onun uyanıp uyanamayacağından şüpheliyim. Uyku onun yaşlanmasını yavaşlatıyor. Ama yine de tamamen durdurmuyor. Yavaş, çok yavaş da olsa bedeni değişiyor. Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi ?”
“Uyandığında yaşayacağı süprizi kaçırmak istemem doğrusu. Geçen yirmi yılda çok büyük değişiklikler oldu. O gerçek bir Rip Van Winkle[7 - ABD’li yazar Washington Irwing’in 1819 yılında yayımladığı aynı adlı kısa hikâyesinin başkahramanı. 20 yıl boyunca uyuyan Rip Wan Winkle, uyandığı zaman eski hayatına dair pek çok şeyin yok olduğunu görecektir. (ç.n.)]!”
“Gerçekten de çok şey değişti,” dedi Warming. “Diğer değişikliklerin yanında ben de değiştim. Yaşlı bir adamım artık.”
Isbister, kısa bir süre durakladı. Lafa nereden girmesi gerektiğini bilmiyordu. “Ben olsam öyle düşünmezdim,” dedi.
“Onun hesaplarını tutan bankacılar bana geldikleri zaman, kırk üç yaşındaydım. Hatırlarsınız, siz telgraf çekmiştiniz onlara.”
“Adreslerini Graham’in cüzdanındaki çek defterinden almıştım,” dedi Isbister.
“Serveti katlanarak artacak, bunu görmek hiç de zor değil,” dedi Warming.
Sustular. En sonunda Isbister dayanamayıp konuşmaya başladı, “Daha uzun yıllar bu şekilde kalabilir,” dedi. Sözün arkasını getirmeye çekiniyordu. Yanlış anlaşılabilirdi. “Bunu göz önünde bulundurmalıyız. Mal varlığı bir gün başkalarının eline geçebilir.”
“Bay Isbister, inanın bana, bu mesele benim de hep kafamı kurcalıyor. Aslına bakarsanız çok yakın bir akrabalık ilişkimiz yok. Son derece garip ve eşine daha önce rastlanmamış bir durum bizimkisi.”
“Gerçekten öyle,” dedi Isbister.
“Bu bana daha ziyade bir kamu kuruluşunun yapabileceği bir iş gibi gözüküyor. Öyle ya, neredeyse ebedi bir gardiyanlık. Bazı doktorların düşündüğü gibi yaşamaya devam ederse durum tam anlamıyla böyle olacak. Aslına bakarsanız bu konuda yetkili birileriyle görüşmek istiyorum. Gerçi şu ana kadar herhangi bir adım atmış değilim.”
“Onun bakımı için bir kamu kurumuyla anlaşmak, hiç de fena bir fikir değil. İngiliz Müzesi Kayyumu ya da Kraliyet Hekimler Koleji mesela… Elbette biraz garip gözükecektir ama zaten bu meselenin kendisi garip.”
“Bütün mesele onu almaları için kurumları ikna etmekte.”
“Bürokratik işlemlerde sıkıntı çıkarıyorlar değil mi?”
“Hem de çok.”
Bir süre sessiz kaldılar. “Şüphesiz ki eşine az rastlanır bir durum bu,” diye devam etti Isbister. “Bu arada bileşik faiz oranları da gittikçe artıyor.”
“Evet öyle,” diyerek onayladı Warming, “Altına olan rağbet de giderek azalıyor. Piyasaların ilgisi faize kaydı.”
“Farkındayım,” dedi Isbister. Yüzünü ekşitmişti. “Fakat bu gelişme onun yararına olacak.”
“Tabii uyanabilirse.”
“Tabii uyanabilirse,” diye tekrarladı Isbister. “Dikkat ettiniz mi, yüzü nasıl da bir deri bir kemik kalmış. Gözleri nasıl da çökmüş.”
Warming bir süre bakıp düşündü. En sonunda lafa girdi: “Onun uyanabileceğinden şüpheliyim.”
“Tam olarak anlayamadığım bir nokta var,” dedi Isbister. “Bana kendisini bu noktaya aşırı çalışmanın getirdiğini söylemişti. Neyi kastettiğini merak ediyorum.”
“Allah vergisi yeteneklere sahipti. Ama aynı zamanda istikrarsız ve duygusal bir karakteri vardı. Kuruntuluydu. Karısından ayrıldı. Daha sonra sanıyorum, bunu unutabilmek için fanatik bir biçimde siyasetle ilgilenmeye başladı. O bir radikaldi. Bir sosyalist. Ya da bir özgürlükçü. Yüksek okulda kendilerine bu adı veriyorlardı sanırım. Enerjik, aklı havada ve disiplinsiz. Davası için kendini paralayınca bu hale geldi işte. Yazdığı broşürü hatırlıyorum. Görülmemiş bir şeydi. Dolu doluydu, sert bir dili vardı. Geleceğe ilişkin çeşitli öngörülerden bahsediyordu. Bunların bir kısmı boşa çıktı. Bazıları ise gerçekleşti. Böyle tezleri okumak çoğunlukla dünyanın nasıl öngörülemezliklerle dolu olduğunu anlamanıza yardımcı oluyor. Eğer uyanabilirse öğrenmesi ve unutması gereken ne çok şey olacak.”
“Uyandığında orada olup ne söyleyeceğini duyabilmek için her şeyimi verebilirim,” dedi Isbister.
“Ben de öyle,” diye yanıtladı Warming. “Kesinlikle ben de öyle.” Kendine acıyan yaşlı bir adam edasıyla devam etti: “Ne var ki onun uyanışını asla göremeyeceğim.”
Derin düşüncelere dalmıştı. “Asla uyanmayacak,” dedi en sonunda. İçini çekti; “Bir daha asla uyanmayacak.”

III
Uyanış
Warming yanılıyordu. Uykucu uyanacaktı.
Ne muazzam bir karmaşa! Her şey ne kadar da basit ve tekdüze gözüküyor oysa. Kaç kişi her sabah yaşadığımız uyanışın nasıl mümkün olabildiği üzerine kafa yormuştur? Bunu mümkün kılan sayısız unsurun, nasıl olup da birlikte iş gördüklerini kaç kişi sorgulamıştır? Ruhun ilk kıpırdanmaları; bilinçsizlik halinin önce bilinçaltına, bilinçaltının bilince doğru açılması… Ve nihayet kendi varlığımızın yeniden farkına varışımız. İşte her gece uykusundan sonra hepimizin başına gelen bu halleri şimdi Graham yaşıyordu. Önce belli belirsiz bir his bulutu şekillenmeye başladı. Hafif bir hüzün hissetti. Bilmediği bir yerde yatıyordu. Tamamen bitkindi. Ama yaşıyordu Graham…
Kendine gelmek, yeniden bir birey olarak varlığını hissetmek, devasa uçurumları aşmak kadar zordu. Çağlar aşmıştı. En akıl almaz düşler bu zamanın korkunç gerçekleri olmuşlardı şimdi. Belli belirsiz hatıralar dolaşıyordu kafasında. Garip yaratıklar, bir başka gezegene aitmiş gibi görünen acayip manzaralar… Tatlı bir sohbetin üzerinde bıraktığı yatıştırıcı etkiyi hâlâ hissedebiliyordu. Kiminle yapılmıştı bu sohbet? Hatırlayamıyordu o ismi. Sonradan aklına gelecekti belki. Damar ve kasların unutulmuş duyarlılığı canlanıyordu içinde. Karanlıkta boğulmak üzere olan bir adamın beyhude kurtuluş çabalarına ait karışık hisler kaplıyordu benliğini. İç içe geçmiş hareketli sahnelerden oluşan büyüleyici bir panorama vardı karşısında.
Graham gözlerinin açık olduğunu fark etti. Yabancısı olduğu bir şeylere bakıyordu. Kesinlikle tanıdık değildi gördükleri.
Beyaz bir şey gördü. Bir şeyin kenarıydı. Belki bir tahta çerçevenin… Bu şeklin hatlarını takip ederek hafifçe başını hareket ettirdi. Görüş hizasının dışına çıkıyordu. Nerede olabileceğini anlamaya çalıştı. Perişan bir haldeydi. Derin bir iç sıkıntısı hissediyordu. Sabahın erken saatlerinde uyanan insanların bilindik huzursuzluğu vardı içinde. Belli belirsiz ayak sesleri ve fısıltılar duyar gibi oldu.
Başını oynatırken olağandışı bir fiziksel zayıflık hissetti. Otel odasındaki yatağında olabileceğini düşündü. Ama şu beyaz şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Uyumuştu demek. Uyumak istediğini hatırlıyordu. Uçurum ve şelale geldi aklına. Yoldan geçen adamla bir şeyler konuşmuştu, olanlar hayal meyal kafasında canlanıyordu.
Acaba ne kadar zamandır uyuyordu? Bu ayak sesleri de neydi böyle? Çakıl taşlarına çarpan dalgaları andıran bu homurtular nereden geliyordu? Elini uzatıp saatini almaya çalıştı. Yatmadan önce saatini mutlaka yatağının yanında duran sandalyenin üzerine koyardı. Eli cam gibi pürüzsüz bir yüzeye temas etti. Bu his hiç beklenmedik bir şekilde tedirgin olmasına neden oldu. Aniden döndü. Şöyle bir bakış atıp etrafında olanları çözmeye çalıştı. Doğrulmayı denedi. Çok fazla çaba harcaması gerekmişti. Başı döndü. Kendisini güçsüz hissediyordu. Epeyce de şaşkındı.
Gözlerini ovuşturdu. Çevresini kuşatan şeyler kafa karıştırıcıydı. Ama aklı yerindeydi. Uyku epey yaramıştı. Yattığı şey sıradan bir yatak değildi. Yumuşak bir nesnenin üzerinde uzanmıştı. Çıplaktı. Üzerinde yattığı bu şey büyük ölçüde şeffaftı. Bunu fark ettiğinde garip bir rahatsızlık hissetti. Altında görüntüsünü normalde olduğundan daha beyaz gösteren bir ayna vardı. Cildinin şaşırtıcı derecede kuru ve sararmış olduğunu fark etti. Koluna garip bir alet takılmıştı. İki ayrı noktadan derisinin içine giriyordu. Üzerinde yattığı şey görebildiği kadarıyla yeşile çalan cam bir haznenin içine yerleştirilmişti. Haznenin kenarlarında daha önce dikkatini çeken beyaz çerçeve vardı. Üzerinde parlak ve özenli aletler bulunan bir stant dikkatini çekti. Köşede duruyordu. Termometreye benzeyen bir cihaz kendisine tanıdık gelse de, buradaki aletlerin büyük bölümüne tamamen yabancıydı.
Etrafını saran yeşilimsi cam, dışarıda olanları görmesini engelliyordu. Yine de parlak ve büyükçe bir odada olduğunu anlamıştı. İçeride ona dönük, oldukça büyük ve beyaz bir kemer vardı. Kafesin duvarlarının yakınında duran çeşitli eşyalar belli belirsiz de olsa seçilebiliyordu. Gri bir örtüyle kaplı bir masa, bir çift zarif sandalye, masanın üzerinde kaplar, bir şişe ve iki bardak… Tam bu sırada kurtlar gibi acıktığını fark etti.
Hiç kimseyi göremiyordu. Kısa bir tereddütten sonra ayağa kalkmaya çalıştı. Üzerinde yattığı yarı saydam nesneye yüklenerek doğrulmayı denedi. Ne var ki gücünü doğru tartamamıştı. Sendeledi. Elini camın üzerine koyarak ayakta durmayı denedi. Kısa bir süre böyle kaldı. Çok geçmeden hafif bir çatırtı duyuldu ve yaslandığı cam bir anda tuzla buz oluverdi. Kafesi parçalanmış ve kendisini odanın ortasında bulmuştu. Masaya tutunarak, cam parçalarının üzerine düşmekten kurtuldu. Bu sırada bardaklardan birini yere düşürdü. Bardak çatlamış ama kırılmamıştı.
Odaki koltuklardan birine oturdu. Biraz dinlendikten sonra şişede duran sıvıyı diğer bardağa boşalttı. İçti. Renksiz bir sıvıydı. Ama su değildi. Hoş bir tadı ve kokusu vardı. Enerji veriyordu. Canlandığını hissetti. Şişeyi masaya koyup incelemeye başladı.
Odayla arasına giren yeşil saydam nesneden kurtulmuştu. Gerçekten de oldukça büyük ve görkemli bir odaydı. Daha önce fark ettiği kemer, bir geçide açılıyordu. Geçidin her yerinde beyaz damarlı, mavi bir maddeden yapılmış görkemli sütunlar vardı. İnsan sesleri ve sürekli tekrarlayan monoton gürültüler geliyordu. Graham artık tamamen uyanmıştı. Gelen seslere odaklandı. Tetikteydi. Açlığı aklından çıkıp gitmişti.
Bir anda çıplak olduğunu hatırladı. Üzerine giyecek bir şeyler aramaya başladı. Yanındaki sandalyelerden birinin üzerinde uzun siyah bir örtü buldu. Ona sarınıp tekrar oturdu. Titriyordu.
Kafası karmakarışıktı. Uyuyup uyanmıştı. İyi de şimdi neredeydi? Mavi sütunların ardındaki bu insanlar kimdi? Boscastle’da mıydı? Renksiz sıvıdan biraz daha içti.
Nasıl bir yerdi burası? Oda canlı bir varlık gibi gözüktü gözüne. Ne kadar da temiz ve güzeldi. Son derece sade bir biçimde döşenmişti. Tavanda bir boşluk vardı. Bir gölge belli aralıklarla boşluğun üzerinden geçip kayboluyordu. “Bit, Bit.” Graham gölgeye tuhaf bir sesin eşlik ettiğini fark etti. Belli belirsiz, zayıf bir sesti bu.
Gürültülerin geldiği yöne doğru seslenmeye çalıştı. Ne var ki ancak küçük bir fısıltı çıkarabilmişti. Ayağa kalktı. Ve bir sarhoşun paytak adımlarıyla kemere doğru ilerledi. Adım atarken sendeliyordu. Üzerine sardığı siyah örtüye ayağı takıldı. Sütunlardan birine tutunarak düşmekten son anda kurtuldu.
Geçit soğuk bir koridora açılıyor ve az ileride balkona benzeyen aydınlık bir yerde son buluyordu. Balkonun önünde hafif dumanlı bir boşluk vardı. Daha ileride ise ne oldukları anlaşılamayan yabancı mimari şekiller gördü. Şimdi sesler daha yüksek ve daha belirgindi. Balkonda ona arkalarını dönmüş olan üç kişi kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Parlak kumaşlardan bol ve rahat giysiler giymişlerdi. Aşağıdaki insan kalabalığının gürültüsü balkona kadar geliyordu. Bir pankartın geçtiğini görür gibi oldu. Parlak renkli bir nesne, bir şapka ya da bir giysi havaya fırlatıldı… Boşlukta parlayıp yere düştü. Atılan sloganlar İngilizce olmalıydı. Kalabalık sürekli “uyan” sözcüğünü tekrarlıyordu. Bir çığlık duydu. Balkondaki üç adam aynı anda kahkahalarla gülmeye başladılar.
Üzerinde kısa, mor bir kıyafet olan kızıl saçlı adam, hepsinden daha fazla gülüyordu. “Ne zaman uyanır bu Uykucu acaba, ne zaman?”
Büyük bir neşe içerisindeydi. Bir ses duydu. Arkasını dönüp geçide baktı. Bir anda yüzü değişti. Bambaşka bir ruh haline bürünmüş, adeta taş kesilmişti. Onun halini fark eden diğer ikisi de hızla döndüler. Öylece kalakaldılar. Yüzlerinde tam bir dehşet ifadesi vardı. Hissettikleri korku yüzlerine yansımıştı.
Graham daha fazla ayakta duramadı. Tökezledi ve yüzüstü yere kapaklandı.

IV
İsyanın Ayak Sesleri
Graham’in son hatırladığı şey zillerdi. Daha sonra yarım saatten uzun bir süre boyunca baygın kaldığını öğrenecekti. Ölümle yaşam arasında gidip gelmişti. Kendine geldiği zaman yine yarı saydam minderinin üzerinde yatıyordu. Kalbinde ve boğazında bir sıcaklık hissetti. Kolundaki siyah alet çıkarılmış ve aletin bulunduğu yere pansuman yapılmıştı. Beyaz çerçeve yine oradaydı. Daha önce kırılmış olan yeşil maddeden arta kalan parçalar toplanmıştı. Balkonda rastladığı mor giysili adam yanı başında duruyordu. Hayretler içerisindeydi. Graham’in yüzüne bakıyordu.
Zil sesleri uzaktan geliyordu. Hep bir ağızdan bağıran kalabalık bir topluluğun uğultusunu duyuyordu. Kapı kapanınca sesler kesildi.
Graham başını kaldırdı. “Tüm bunların anlamı nedir?” diye sordu, “Neredeyim ben?”
Kendisini ilk fark eden kızıl saçlı adamı gördü. Adam durgunlaşmıştı. Graham’in tam olarak neyi kastettiğini anlamaya çalıştı.
Mor giysiler içerisindeki adam yumuşak bir sesle yanıt vermeye çalıştı. İngilizceyi aksanlı bir şekilde konuşuyordu. Belki de Uykucu’ya öyle gelmişti. “Tamamen güvendesiniz. Buraya uykuya daldığınız yerden getirildiniz. Burası tamamen güvenli bir yerdir, rahat olun. Epeyce bir zamandır burada uyuyordunuz. Daha doğrusu trans halindeydiniz.”
Adam başka şeyler de söyledi. Ne var ki Graham adamın söylediklerini duymakta güçlük çekiyordu. Ona içmesi için içi sıvıyla dolu bir şişe vermişlerdi. O sırada havaya güzel kokulu bir madde püskürtüldü. Graham’in alnı hafif nemlenmişti. Ferahladığını hissetti. Büyük bir keyifle gözlerini kapattı.
Graham gözlerini açtığında, “Kendinizi daha iyi hissediyor musunuz?” diye sordu morlu adam. Otuz yaşlarında, sempatik bir adamdı. Sarımtırak sivri bir sakalı vardı. Mor cübbesinin yakasında altın bir kopça duruyordu.
“Evet,” dedi Graham.
“Epey bir süredir uyuyordunuz. Kataleptik trans halindeydiniz. Hiç katalepsiyi duymuş muydunuz daha önce? Size garip gelebilir ama inanın bana şu an her şey yolunda.”
Graham herhangi bir yanıt vermedi. Ama adamın sözleri bir nebze de olsa kendisini rahatlatmıştı. O sırada yanında durmakta olan diğer üç adamı fark etti. Ona bakışları çok garipti. Cornwall’da bir yerlerde olmalıydı. Ama etrafında gördüğü tüm bu garip şeyler kafasını karıştırıyordu.
“Kuzenime telgraf çektiniz mi acaba?” diye sordu, “E. Warming. Cancery Yolu, 27.”
Adamlar kendilerine söyleneni anlamaya çalıştılar. Karşılık gelmeyince Graham’in cümlesini tekrarlaması gerekti. “Ne kadar garip bir aksanı var,” diye fısıldadı kızıl saçlı adam. “Telgraf derken Efendim?” sivri sakallı genç adamın kafası karışmıştı.
“Elektrikli bir telegram göndermeyi kastediyor,” diye yorumladı üçüncü adam. On dokuz yirmi yaşlarında, şirin bir gençti. Sarı sakallı anladığını belli etti. “Ah ne kadar da aptalım. Bütün isteklerinizin yerine getirileceğinden emin olabilirsiniz Efendim,” dedi. “Ne var ki kuzeninize telgraf çekmek pek kolay olmayacak. Şu anda Lonra’da değil. Şimdilik kendinizi bu meseleleri anlamak için fazla zorlamayın. Çok uzun bir süre boyunca uyudunuz. Şu an için en önemli şey, bu durumla başa çıkabilmeniz Efendim.” Graham “Efendim” kelimesini adamın farklı bir biçimde telaffuz ettiğini fark etmişti.
Bir süre sessiz kaldı. Olup biteni anlaması mümkün değildi. Kafası iyice karışmıştı. Diğer taraftan bu garip giysili adamlar ne yaptıklarını biliyor gibi görünüyorlardı. Yine de hem onlar hem de içinde bulundukları bu oda fazlasıyla sıra dışıydı. Yeni kurulan bir yerde olmalıydı. Aniden kafasında bir şüphe uyandı. Yoksa burası halka açık bir sergi salonu muydu? Eğer öyleyse Warming’i bir güzel azarlaması gerekecekti. Ama Warming o karakterde bir çocuk değildi. Böyle bir şey yapmış olamazdı. Zaten halka açık bir sergide çırılçıplak uyanmış olması da mümkün değildi.
Yavaş yavaş kafasında bir şeyler belirmeye başladı. Şüphe yok ki çok uzun bir süre boyunca trans halinde kalmıştı. Kendisine dikkatle bakanların yüzlerindeki saygıyla karışık korku, onların içinden geçenleri ele veriyordu. Hepsini teker teker gözden geçirdi. Duyguları çok yoğundu. Onlar da onu anlamaya çalışıyorlardı. Konuşmak için dudaklarını araladı. Yapamadı. Her nedense konuşmak zor gelmişti. Çıplak ayaklarına baktı. Sessizce izledi onları. Hiçbir şey söylemek gelmedi içinden. Çok üşüyordu. Titrediğini fark etti.
Ona, tadı eti andıran pembe bir sıvı verdiler. İçer içmez kendisini daha iyi hissetmeye başladı.
“Bu iyi geldi,” dedi boğuk bir sesle. Konuşmak için birkaç kez girişimde bulunsa da bir türlü dilinin ucuna gelenleri söyleyemedi.
Can havliyle bir kez daha konuşmayı denedi. “Ne kadar…” dedi. Sesi çok zayıftı. “Ne kadar zamandır uyuyorum?”
“Oldukça uzun bir süre uyudunuz,” dedi sarı sakallı adam. Diğerleri ile göz göze geldi.
“Ne kadar?”
“Çok uzun bir süre.”
“Evet,” dedi Graham. Biraz sinirlenmişti. “Ben, ben… Çok uzun bir süre? Uzun yıllar? Kafam karışıyor iyice. Siz de…” Hıçkırdı. “Siz de lütfen bana kaçamak cevaplar vermeyin. Ne kadar zamandır uyuyorum ben?”
Durdu. Nefes alışları düzensizleşmişti. Gözlerini ovuşturdu. Kendisine net bir cevap verilmesini bekliyordu.
Etrafındaki insanlar alçak sesle konuşuyorlardı.
“Beş ya da altı yıl mı?” diye sordu hafifçe. “Yoksa daha mı fazla?”
“Bundan çok daha fazla.”
“Daha fazla?”
“Fazla.”
Yüzlerine baktı. Bakışlarında dehşet dolu bir ifade vardı.
“Çok uzun yıllar,” dedi kızıl sakallı.
Graham oturdu. Zayıf elleriyle nemlenen gözlerini ve yüzünü sildi. “Çok uzun yıllar,” diye tekrarladı. Sıkıca kapattı gözlerini. Tekrar açtı. Etrafında gördüğü birbirinden garip şeyleri birer birer incelemeye başladı.
“Kaç sene?” dedi.
“Bunu öğrendiğinizde şaşıracaksınız. Kendinizi hazırlamanız gerekiyor.”
“Yani? Söyleyin artık.”
“Tahmin edebileceğinizden çok daha fazla.”
Bu garip konuşmalar fazlasıyla rahatsız edici olmaya başlamıştı. “Evet, ne kadar?”
Odadakilerden ikisi kendi aralarında bir şeyler konuştular. Bir takım rakamlar telaffuz ediyorlardı. Tam olarak duyamadı.
“Ne kadar dediniz?” diye sordu Graham. “Ne kadar? Böyle bakıp durmayın. Hadi söyleyin artık.”
Adamların fısıldaşmaları arasında iki kelime özellikle dikkatini çekti, “İki yüzyıldan…”
“Ne?” Bu kelimeleri söyleyen gence döndü. “Kim söyledi bunu? Ne demek şimdi bu? Nasıl iki yüzyıl?”
“Evet,” dedi kızıl sakallı adam. “İki yüzyıl…”
Graham kendisine söylenen rakamı tekrarladı. Yüksek bir rakam duyacağını tahmin ediyordu. Kendini hazırlamıştı buna. Ne var ki şimdi iki yüzyıl boyunca uyuduğu gerçeği ile karşılaştığında tam anlamıyla bozguna uğramıştı.
“İki yüzyıl,” dedi yeniden. Beyninin içinde fırtınalar kopuyordu. “Peki ama…”
Hiç kimse bir şey söyleyemedi.
“Sen, gerçekten iki yüzyıl dedin değil mi? Ben yanlış anlamadım.”
“İki yüzyıl yani iki asır,” dedi kızıl sakallı adam.
Hep birlikte durdular. Graham yüzlerine baktı. Kimsenin şaka filan yaptığı yoktu. Duydukları gerçekti.
“Ama bu mümkün değil,” dedi. Kabullenemiyordu duyduklarını. “Herhalde bir rüya görüyorum. Bir trans hali bu kadar uzun süremez. Bu gerçek değil. Siz benimle kafa buluyorsunuz. Hadi söyleyin. Şaka değil mi tüm bunlar? Daha birkaç gün önce Cornwall sahilinde yürüyüş yapıyordum ben…”
Sesi titriyordu.
Sivri sakallı adam çekinerek konuşmaya başladı. “Tarih alanında pek iyi değilimdir Efendim,” dedi zayıf bir sesle. Diğerlerine baktı.
“Doğrudur Efendim,” dedi bir başkası. “Boscastle, eski Cornwall düklüğündeydi. Güneybatıda, mandıra çayırlarının ilerisinde kalıyor. Hâlâ bir ev vardır orada. Bir keresinde orada bulunmuştum.”
“Boscastle!” Graham gözlerini delikanlıya dikti. “İşte, işte buydu. Boscastle. Küçük Boscastle. Uyuduğumda orada bir yerlerdeydim ben. Kesin olarak hatırlayamıyorum. Hatırlayamıyorum.”
Elini alnına götürdü ve fısıldadı. “İki yüzyıldan fazla…”
Çok hızlı konuşuyordu. Yüzünde belirgin tikler oluşmuştu. Ama aslına bakılırsa göründüğünden daha sakindi. “Eğer bu söylediğiniz doğruysa… Eğer doğruysa o zaman uyumadan önce tanıdığım tüm insanlar ölmüş olmalı…”
Yanıt veremediler.
“Kraliçe ve kraliyet ailesi, bakanlar, kilise ve devlet… Asiller ve halk, zenginler ve yoksullar, onlar ve diğerleri… İngiltere hâlâ yerinde duruyor mu peki? Londra diye bir yer var mı hâlâ? Doğru ya, burası Londra. Sizler de benim bekçilerimsiniz. Ve siz? Siz de öyle olmalısınız!”
Yüzünde kasvetli bir ifade vardı. Öylece oturdu bir süre. “Peki, ben neden buradayım? Yok yok konuşmayın. Sessiz olun. İzin verin…”
Sustu. Gözlerini ovuşturdu. Daha önce içtiği pembe sıvıdan bir bardak daha içti. Hemen arkasından ağlamaya başladı. İçi dolmuştu. Ağladıkça içi açıldı. Ferahladı.
Biraz sonra diğerlerinin yüzlerini incelemeye başladı. Kendi haline güldü. Aptal gibi görünüyordu. “İ-ki yüz-yıl…” dedi. Histerik bir halde yüzünü buruşturdu. Elleriyle yüzünü kapattı.
Bir süre sonra sakinleşti. Ellerini dizlerine yasladı. Hali perişandı. Tıpkı Isbister’la ilk karşılaştığı zaman olduğu gibi… Tam o sırada bir ses duyuldu. Ses giderek yükseliyordu. Yaklaşan birinin ayak sesleriydi bunlar. Ayak seslerini konuşmalar izledi. “Ne yapıyorsunuz burada? Neden beni haberdar etmediniz? Mutlaka bunun bana bildirilmesi gerekiyordu. Yaptıklarınız yüzünden birileri zarar görebilir. Tüm girişler kapatıldı değil mi? Hepsi? Bu durum kesinlikle gizli tutulmalı. Ona bir şey söylediniz mi?”
Sarı sakallı adam anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Graham onun arkasından birisinin yaklaşmakta olduğunu gördü. Kısa, şişman ve tıknaz birisiydi. Sakalsızdı. Karga-burunluydu. Kalın bir ensesi ve irice bir çenesi vardı. Kalın ve kıvrık kaşları neredeyse burnuna kadar geliyor, koyu gri gözlerini örtüyordu. Yüzünde heybetli bir ifade vardı. Çatık kaşlarıyla Graham’e kısa bir bakış fırlattı. Sonra sarı sakallı adama döndü. “Ve diğerleri,” dedi tiksinerek, “siz de gitseniz iyi olur.”
“Gidelim mi?” dedi kızıl sakallı.
“Kesinlikle. Hemen gidin. Girişlerin kapalı olup olmadığını kontrol edin.”
İki adam uysal bir şekilde kendilerine söyleneni yaptılar. Çıkmadan önce son bir kez baktılar Graham’e. Graham’in düşündüğünün aksine çıkarken kemerin içinden geçmediler. Kemerin karşısındaki duvara doğru ilerlediler. Tek parça gibi gözüken duvar birdenbire açıldı. Adamlar içeri girdikten sonra tekrar eski haline döndü. Şimdi Graham odada diğerleriyle yalnız kalmıştı.
Tıknaz adam, bir süre Graham’e en ufak bir ilgi bile göstermedi. Diğer adamdan gelişmeler hakkında bilgi alıyordu. Onun üstü olduğu besbelliydi. Kısa ve net konuşuyordu. Graham konuşulanların ancak bir kısmını anlayabilmişti. Uyanışından sonra yaşadıkları onu şaşırtmakla kalmamış, aynı zamanda epeyce sarsmıştı. Üstelik fena halde başı ağrıyordu. Heyecanlıydı.
“Ona bu mevzuları anlatıp kafasını karıştırmamalısın,” cümlesini defalarca tekrarladı yeni gelen.
Yeni gelen adam, öğrenmesi gerekenleri öğrenmişti. Uykucu’ya döndü. Baştan aşağı süzdü onu. Aklından ne geçtiğini anlamak imkânsızdı.
“Kötü hissediyor musunuz?”
“Epeyce.”
“Herhalde bu gördüğünüz şeyler size garip görünüyordur.”
“Çok garip hem de. Alışmak için zamana ihtiyacım olacak.”
“Biraz öyle…”
“Beni ilk bulduklarında üstümde kıyafetlerim yok muymuş?”
“Sizi bulduklarında…” dedi tıknaz adam ve durakladı. Sarı sakallı adamla göz göze geldiler. “En kısa sürede size uygun giysiler temin edilecektir,” dedi.
“İki yüzyıldan uzun bir süre boyunca uyuduğum gerçekten doğru mu?” diye sordu Graham.
“Bunu söylediler size değil mi? Aslına bakarsanız tam olarak 203 yıl…”
Graham sonunda bu inanılmaz sayıyı, büyük bir şaşkınlık içerisinde kabullendi. Kısa bir süre için sessizce oturdu. Sonra bir soru daha sordu. “Bu civarda bir fabrika ya da bir dinamo var mı?” Sorusunun yanıtını beklemeden devam etti. “Anladığım kadarıyla muazzam değişiklikler olmuş ben uyurken?”
“Bu bağırışlar nedir?” diye sordu birdenbire.
“Hiçbir şey,” diye geçiştirdi tıknaz adam sabırsızca. “Halk işte. Zannediyorum zamanla çok daha iyi anlayacaksınız. Söylediğiniz gibi her şey çok değişti.” Kısa konuşuyordu. Kaşları her zaman çatıktı. Yüzündeki ifade zor şartlar altında önemli kararlar almak zorunda olduğunu gösteriyordu. “Size uygun giysiler hazırlamamız gerekiyor. Bu arada içeride beklemeniz daha iyi olur. Kimse sizi rahatsız etmeyecek. Dilerseniz tıraş olabilirsiniz.”
Graham sakalını sıvazladı.
Sarı sakallı adam yanlarına geldi. Kısa bir süre dinledikten sonra yaşlı adama bir şeyler anlatmaya çalıştı. Aceleyle balkona açılan kemere doğru koşturdu. Bağrışlar artmaya başlamıştı. Tıknaz adam tedirgin görünüyordu. Öfkelenmişti, belli belirsiz bir şeyler söyledi. Graham’e baktı. Yüzündeki ifade hiç de dostça değildi. Duyduğu sesler birbirine karışıyordu. Haykırışlar, sloganlar, çığlıklar… Rüzgârı andıran bir ses ve ardından keskin bir çığlık. Kırılan kuru dalların çıkardığı sese benzeyen bir çıtırtı. Graham için bunların hepsi bir bilmeceden farksızdı. Taşları yerli yerine oturtabilmek için büyük bir çaba harcıyordu.
Sonunda anladı. Bir sürü karmaşık sesin arasında değişmeyen bir slogan sürekli tekrarlanıyordu. İlk başta kulaklarına inanamadı. Tekrar odaklanmaya çalıştı. Evet. Doğru duyuyordu. Kalabalık hep bir ağızdan haykırıyordu: “Uykucu’yu gösterin. Uykucu’yu gösterin.”
Tıknaz adam aceleyle kemere doğru koştu.
“Hay lanet,” diye bağırdı. “Nasıl öğrendiler? Acaba gerçekten biliyorlar mı? Yoksa tahmin mi ediyorlar?”
Bu durumun mutlaka bir açıklaması olmalıydı.
“Ben gelemem,” dedi tıknaz adam. “Onunla ilgilenmem gerekiyor. Sen gidip balkonda bir konuşma yap.”
Graham’in anlayamadığı bir yanıt geldi karşı taraftan.
“Uyanmadığını söyle. Bir şeyler anlat işte. Sana bırakıyorum.”
Aceleyle Graham’in yanına döndü. “Öncelikle elbise meselesini halletmeliyiz,” dedi. “Burada daha fazla kalmanız mümkün olmayacak.”
Hızla çıktı. Graham arkasından bir şeyler sormaya çalışsa da başarılı olamadı. Tıknaz adam bir dakika içinde geri döndü.
“Tam olarak ne olduğunu şu an size açıklayamam. Çok karışık bir mesele. Kısa bir süre içinde giysileriniz hazırlanmış olacak. Sonra sizi buradan götüreceğiz. Burada karşı karşıya bulunduğumuz sorunları yakında siz de anlayacaksınız.”
“Ama bu sesler. Şey diyorlar…”
“Uykucu hakkında bir şeyler… Evet, sizden bahsediyorlar. Sapkın bir fikir var kafalarında. Ne olduğunu ben de tam olarak çözemedim.”
Karmaşık gürültülerin arasından tiz bir zil sesi duyuldu. Sinirli adam odanın köşesinde duran bir takım karmaşık aletlerin yanına gitti. Kısa bir süre dinledi. Kristal bir topa bakıyordu. Başını salladı. Anlaşılmaz bir şeyler söyledi. Diğer iki adamın içine girip kaybolduğu duvara doğru yürüdü. Duvar yeniden bir perde gibi açıldı.
Graham kolunu kaldırmaya çalıştı. Kendisine verilen ayıltıcı ilaçların gücü gerçekten hayranlık uyandırıcıydı. Önce bir ayağını, sonra da diğerini kanepeye dayadı. Kafası yerindeydi artık. Bu kadar hızlı bir şekilde iyileşeceğini asla tahmin edemezdi. Bir süre öylece oturdu. Bedenini hissetmeye çalışıyordu.
Sarı sakallı adam geçitten çıkıp odaya girdi. O girdiği sırada açılan duvarın önünde bir asansör kabini belirdi. İçinde zayıf, beyaz sakallı bir adam duruyordu. Elinde katlanmış halde duran bir şeyler vardı. Oldukça dar, koyu yeşil bir kıyafet giymişti.
“İşte bu terzimiz,” dedi tıknaz adam. “Yeterince hızlı çalışabilecek misin?”diye sordu.
Yeşil giysili adam başıyla onayladı. İlerledi. Graham’in yanına oturdu. Oldukça sakindi. Diğer taraftan meraklı gözlerle etrafına bakınıyordu. “Çağımızın modası size çok farklı gelecektir Efendim,” dedi. Bir gözü de tıknaz adamdaydı.
Taşıdığı ruloyu açtı. Parlak kumaşlar dizlerinin üstüne döküldü. “Efendim siz gerçekten de çok farklı bir zamanda yaşamıştınız. Viktorya döneminde. O dönemin şapkaları genellikle yarı küre şeklinde olurdu. Eğri daireler çok yaygındı. Şimdi…” Küçük bir alet çıkardı. Büyüklüğü ve görünüşü kurmalı saate benziyordu. Hareketli parçasını çevirdi. Yanındaki sinema makinesinde görünen hareketli beyaz figürü inceledi. Mavi-beyaz saten kumaştan bir parça çıkardı. “Burada oluşturduğum konsept sizin acil ihtiyacınızı karşılayacaktır,” dedi.
Tıknaz adam gelip Graham’in arkasında durdu.
“Çok az zamanımız var,” dedi.
“Rahat olun,” dedi terzi. “Makinem çalışıyor. Onun hakkında ne düşüyorsunuz?”
“Nedir bu ?” diye sordu 19. yy’dan gelen adam.
“Sizin çağınızda terziler müşterilerine elbise modelleri gösterirlerdi,” diye açıkladı terzi. “Bu aleti biz de bu amaçla kullanıyoruz. Bakın buradan görebilirsiniz.” Makinenin üzerindeki küçük figür hareket etmeye devam ediyordu. Fakat bu kez üzerinde farklı bir kıyafet vardı. “Ya da mesela şöyle bir şey…” Küçük bir tıklama ile şeklin üzerindeki giysiler değişebiliyordu. Şimdi daha bol bir kıyafet vardı üzerinde. Terzi gerçekten çok hızlı hareket ediyordu. Bir yandan da asansörü kolaçan etmesi, Graham’in gözünden kaçmamıştı.
Asansör kabini yeniden açıldı. Küt saçlı, Asyalı bir delikanlı çıktı içinden. Üzerinde mavi, keten bir kıyafet vardı. Tekerlekli bir aracı sürüklüyordu. Bir çeşit karmaşık makine getirmişti. Makineyi yavaşlattı. Graham’e makinenin önünde durmasını söylediler. Terzi, küt saçlı delikanlıya bir takım talimatlar verdi. Delikanlı boğuk bir sesle Graham’in anlamadığı bir şeyler söyledi. Daha sonra köşeye çekilip kendi kendine konuşmaya devam etti. Söylenenleri kesinlikle anlayamıyordu. Terzi bazı kolları çekerek makinenin üzerindeki diskleri hareket ettirdi. Bu işlem diskler Graham’in vücudunun etrafında sabitlenene kadar devam etti. Disklerin biri kürek kemiğine, biri dirseklere, biri boyuna ve diğerleri muhtelif organlarına temas ediyordu. Sonunda 40’dan fazla disk vücudunun etrafını sarmıştı. Terzi makineyi harekete geçirdi. Hızlandırdı. Daha sonra Graham’e buradaki işlerinin bittiğini söyledi. Artık makinenin önünden çekilebilirdi. Dikkatli bir şekilde Graham’in üzerindeki siyah örtüyü çıkardı. Sarı sakallı adam ona içmesi için iyileştirici sıvıdan bir bardak daha verdi. Graham bardağın üzerinde kendisine bakmakta olan soluk yüzlü bir adamın yansımasını gördü. Geçidin önünde duruyordu bu adam.
Tıknaz adam tedirgin bir şekilde odada dolaşıyordu. Hızla dönüp balkona açılan geçide gitti. Kalabalığın uğultusu hâlâ duyulabiliyordu. Küt saçlı delikanlı, terziye bir kumaş rulosu verdi. Kumaş mavi satendi. Birlikte kumaşı bir düzeneğe yerleştirdiler. Alet 19. yy’ın baskı makinelerini andırıyordu. Makineyi sessizce odanın uzak bir köşesine doğru sürüklediler. Duvardan iki kablo sarkıyordu. Bunları makineye bağladılar. Makine hızlı bir şekilde hareket etmeye başladı.
“Şimdi ne yapıyor?” diye sordu Graham. Elindeki boş bardakla hareket eden şekilleri işaret etti. Odaya yeni gelen adamın bakışlarını görmezden gelmeye çalışıyordu. “Bu da farklı bir tür enerji ile çalışıyor sanırım.”
“Evet,” dedi sarı sakallı adam.
“Kim bu?” diye sordu, geçidi işaret ederek.
Morlu adam sakalını sıvazladı. Tereddütlü bir şekilde Graham’i yanıtladı. “Howard. Sizin başgardiyanınız. Açıklaması biraz zor Efendim. Konsey sizin için bir gardiyan ve çok sayıda yardımcı atadı. Bu alan daha önce belli kısıtlamalar altında olmakla beraber kamuya açıktı. İnsanlar buraya gelip sizi gördüklerinde mutlu oluyorlardı. Daha önce girişleri hiç kapatmamıştık. Bu ilk kez oluyor. Eğer ilginizi çekmiyorsa anlatmayı bırakabilirim?”
“Tuhaf,” dedi Graham. “Gardiyan? Konsey?” Arkasını dönüp bardakta yansımasını gördüğü adama bir kez daha baktı. “Niye sürekli bana bakıyor. Hipnozcu mudur nedir bu adam?” diye sordu fısıldayarak.
“Hipnozcu değil, o bir kapillotomist.”
“Kapillotomist mi?”
“Evet, en iyilerinden biri. Yıllık ücreti altı doz lion.”
Ne saçma şeylerdi bunlar. Son söylenenleri anlamaya çalıştı. “Altı doz lion?”
“Sizin döneminizde lionlar yok muydu? Ben var sanıyordum. Herhalde siz eski poundları kullanıyordunuz. Lion bizim yeni para birimimiz.”
“Peki, altı doz derken neyi kastettiniz? Onu da anlayamadım.”
“Evet. Altı düzine demek istedim. Tahmin edebileceğiniz üzere böyle küçük ayrıntılarda önemli değişiklikler oldu. Sizin döneminizde ondalık sayı sistemi kullanılıyordu. Arap sistemi. Yüzlükler ve binlikler. Şimdi on bir rakam kullanıyoruz. On ve on bir için kullandığımız özel simgeler var. Düzine için ayrıca iki simge kullanılıyor. Düzine kere düzine, bir büyük yüzlük kabul edilir. Ve bir düzine büyük yüzlük bir dozand eder. Dozand kere dozand ise, bir myriad. Basit değil mi?”
“Keşke öyle diyebilsem,” dedi Graham. “Peki, bu Kapillotomist neyin nesidir?”
Sarı sakallı adam arkasına doğru baktı.
“İşte giysileriniz,” dedi. Graham hızla döndü. Terzi yanı başında duruyordu. Keyfi yerindeydi. Ellerinde yepyeni bir giysi vardı. Küt saçlı delikanlı karmaşık makineyi asansöre taşıyordu. Graham kıyafete dikkatlice baktı. “Yoo, bunu az önce dikmiş olamazsınız değil mi?”
“Aynen öyle yaptık,” dedi terzi. Graham’in az önce uzandığı yatağa doğru ilerledi. Giysiyi ayak ucuna bıraktı. Şeffaf minderi kaldırıp altında duran aynayı çevirdi. Bu sırada bir zil sesi duyuldu. Tıknaz adamı çağırıyorlardı. Sarı sakallı adam ona doğru koştu. Sonra hızla kemere doğru yöneldi ve balkona çıktı.
Terzi, Graham’in uzun çorapları, yeleği ve pantolonu olan mor bir içliği giymesine yardımcı oldu. Bu sırada tıknaz adam balkondan gelen sarı sakallı ile görüşmek için içeri girdi. Fısır fısır bir şeyler konuşmaya başladılar. Endişeli oldukları belliydi. Bu arada mor içliğin ardından sıra, mavi-beyaz kıyafete gelmişti. Modaya uygun kıyafetler içindeki Graham aynada kendisini izlemeye başladı. Benzi soluktu. Tıraş olma zamanı gelmişti. Derbeder bir haldeydi. Yine de en azından çıplak değildi. Ve nedendir bilinmez, daha önce olmadığı şekilde yakışıklı görünüyordu.
“Tıraş olmalıyım,” dedi aynada kendine bakarak.
“Bir dakika,” diye lafa girdi Howard.
Israrla dik dik bakmaya devam ediyordu. Genç adam gözlerini kısa bir süre için kapayıp tekrar açtı. Zayıf ellerini Graham’e doğru uzattı. Durdu. Ellerini çeşitli yönlere doğru hareket ettiriyordu. Gözleri hâlâ Graham’in üzerindeydi.
“Bir sandalye lütfen,” dedi Howard sabırsızca. Sarı sakallı adam hemen bir sandalye bulup getirdi ve Grahamin arkasına yerleştirdi. “Lütfen oturun,” dedi Howard.
Graham oldukça tereddütlü gözüküyordu. Vahşi bakışlı adamın elinde, metal bir nesnenin parladığını fark etti.
“Yoksa anlamadınız mı Efendim,” diye sordu sarı sakallı adam kibarca. “O sizi tıraş edecek.”
“Ha…” Graham sonunda anlamıştı. “Ama siz onun şey olduğunu söylemiştiniz, şey…”
“Bir kapillotomist. Aynen öyle. Dünyanın en iyi sanatçılarından birisidir.”
Graham hızlı bir şekilde yerine oturdu. Sarı sakallı adam ortadan kayboldu. Kapillotomist ileri çıktı. Graham’in kulaklarını inceledi. Başının arkasını yokladı. Howard işini yapmak için büyük bir sabırla bu anı beklemişti. Hızlı ve ustaca hareketlerle Graham’in çenesini tıraş etti. Bıyıklarını düzeltti. Saçlarını kesip güzel bir şekil verdi. Tüm bunları tek bir kelime bile söylemeden yapmıştı. Gerçek bir sanatçı gibi tamamen işine odaklanmıştı. Tıraştan sonra Graham’e bir çift ayakkabı da verdiler.
Birden bir ses duyuldu. Bu ses, odanın köşesindeki makineden geliyordu. “Acil duyuru. İnsanlar öğrendiler. Tüm işlemler durdurulmuştur. Vakit kaybetmeden derhal buraya gelin.”
Bu uyarı Howard’ın fazlasıyla endişelenmesine neden oldu. Sağa sola koşturuyordu. Belli ki ne yapacağını bilemiyordu. Küçük kristal topun yanında duran aletin yanına gitti. Bu sırada geçidin oradan sesler gelmeye devam ediyordu. Zaten tüm bunlar olurken dışarıdan gelen bağırışlar hiç azalmamıştı. Howard, Graham’i çekiştirmeye başladı. Tıknaz adama baktı. Adam ne yapmaları gerektiğini söyledi. Sonra birlikte balkona çıktılar.

V
Yürüyen Yollar
Graham, balkonun korkuluklarına doğru ilerledi. Çevreyi incelemeye başladı. Onun ortaya çıkışı kalabalığın hareketlenmesine neden olmuştu. Yükselen çığlıklardan insanların şaşkınlığa kapıldıkları anlaşılabiliyordu.
İlk dikkatini çeken şey, mimarideki farklılık olmuştu. Üzerinde devasa binalar bulunan bir yol gördü. Yol ileride ikiye ayrılıyordu. Şeffaf bir maddeden yapılmış olan kubbe-çatı her yeri kaplayan bir gölgelik gibi göğe doğru yükseltilmişti. Etrafta bulunan beyaz kürelerin parlaklığı güneş ışınlarını gölgede bırakıyordu. Yayalar asma köprülerin üzerinde ilerleyerek derin kanyonları aşıyorlardı. Gökyüzü ince kablolarla kaplanmıştı. Graham’in hemen önünde büyük bir uçurum uzanıyordu. Yarığın karşı cephesine baktığında burada da çok sayıda yapının bulunduğunu gördü. Kemerler, oluklar, destekler, kuleler, sayısız büyük pencere, karmaşık mimari şekiller… Bunların üzerlerinde Graham’in okuyamadığı garip yazılar vardı. Çatılardan sarkan kablolar uçurumun diğer tarafındaki dairesel olukların içine girerek gözden kayboluyorlardı.
Graham, mavi giysili bir insan gördü. Yukarıdaki bir beyaz kürenin yanındaki çıkıntıya neredeyse görülemeyecek kadar ince bir iple bağlanmıştı. Birden aşağıya atladı ve yolun bu tarafındaki yuvarlak bir deliğin içerisinde gözden kayboldu. Graham’in yüreği ağzına gelmişti. Balkona çıktığından beri etrafını izliyordu. Karşısında gördüğü şeyler tamamen yabancıydı ona. Şimdiye kadar gördüğü her şeyden farklıydılar. O sırada gözü yola takıldı. Aslına bakılırsa bu gördüğü şey yoldan çok daha fazlasıydı.
19. yy’da, cadde ve sokaklar insanların en yoğun olduğu yerlerdi. Dar patikaların arasında araçlar birbirlerini itip kakarak ilerlerdi. Buradaki yol ise nereyse yüz metre genişliğindeydi. Çok uzundu. Hiç durmadan devam ediyordu. Bir an için tanık olduğu hareketlilik aklının karışmasına neden oldu. Sonra yavaş yavaş olan biteni anlamaya başladı.
Yol balkonun altından Graham’in sağına doğru ilerliyordu. Burada sonsuz bir akış vardı sanki. Bu, 19.yy’ın ekspres trenleri kadar hızlıydı. Bu akışı oluşturan nesneler küçük aralıklarla dizilmiş ve adeta sonsuz bir platform oluşturmuşlardı. Üzerlerinde oturma yerleri vardı. Çeşitli noktalardaki küçük kabinler de dikkatini çekti. Ne var ki çok hızlı hareket ettiklerinden Graham bunların içinde ne olduğunu anlayamamıştı.
Platformlar sağa doğru hareket ediyorlardı. Her biri kendi üstünde yer alan platformdan daha yavaştı. Fakat yavaşlama son derece düşük bir ivmeyle gerçekleşiyordu. Öyle ki, bir kişi herhangi bir platformdan bir alttaki platforma rahatlıkla atlayabilir ve bu şekilde ilerleyerek yarığın dibindeki hareketsiz platforma ulaşabilirdi. En alttaki hareketsiz platformun az ötesinde ise Graham’in soluna doğru ilerleyen bir başka platform dizisi bulunuyordu. Burada muazzam bir kalabalık vardı. Kimileri platformların üzerindeki koltuklarda oturuyor, kimileri ise yayan gidiyordu.
“Burada durmamalısınız,” diye bağırdı Howard. “Gitmemiz gerekiyor.”
Graham yanıt vermedi. Duymazlıktan geliyordu. Platformlar büyük bir gürültüyle hareket ediyorlardı. Halk bağırıp çağırıyordu. Kalabalığın içindeki genç kızları ve kadınları fark etti. Dalgalı saçları vardı. Göğüslerini bir şeritle kapatan güzel mavi kıyafetler giymişlerdi. Giysi modellerini gösteren aletteki hâkim tonun, mavi olduğunu anımsadı. Terzi çırağının giysisi de maviydi.
“Uykucu. Uykucu’ya ne oldu?” bağırışlarının anlamını çözmeye çalıştı. Platformlar kalabalıklaşıyordu. İnsanlar parmaklarıyla onu işaret etmeye başladılar. Balkonun hemen karşısındaki alanda çok sayıda mavi giysili insan vardı. Anlaşılan orada bir arbede yaşanıyordu. İnsanlar platformlardan atılıyor, ite kaka bir yerlere götürülüyorlardı. Hareketliliğin olduğu yerden uzaklaştırılanlar kısa bir süre içerisinde geri dönüyorlardı.
“Uykucu bu. Gerçekten de o,” diye bağırdı kimileri. Bazıları ise, “Hayır, bu Uykucu değil!” diyerek bu teze karşı çıktılar. Giderek daha fazla insan yüzünü ona döndü. Graham meydanda bir takım geçitler olduğunu fark etti. Bir sürü insan bu geçitlere girip çıkıyordu. Arbede bunlardan birinin girişinde yoğunlaşıyor gibiydi. İnsanlar hareketli platformlardan bu noktaya doğru koşturuyorlardı. Bir platformdan diğerine atlayışları çok ustacaydı. Üstteki platformlarda kümelenmiş insanların ilgileri balkonla bu nokta arasında bölünmüştü. Parlak kırmızı üniformalar içerisindeki yapılı insanlar, oldukça sistemli bir şekilde hareket ediyorlardı. Merdivenlere kimsenin yaklaşmamasını sağlamaya çalışıyorlardı. Üzerlerindeki parlak kırmızı kıyafetleri, karşıtlarının açık mavi giysileri ile bariz bir zıtlık oluşturuyordu. Ortada açık bir çatışma hali vardı.
Tüm bunlara tanık olduğu sırada, Howard da kulağının dibinde bağırmaya devam ediyordu. Birdenbire Howard yanından uzaklaştı. Artık tek başına kalmıştı.
“Uykucu,” diye bağıranların seslerinin giderek daha fazla yükseldiğini fark etti. En yakın platformdaki insanlar ayağa kalktılar. Sağındaki platformun boş olduğu gözüne çarptı. Aksi yönden gelen platform ise insan doluydu. Meydanda büyük bir kalabalık toplanıyordu. Rastgele çığlıklar yerini hep bir ağızdan yapılan bir tezahürata bırakmıştı: “Uy-kucu! Uy-ku-cu! Uy-ku-cu!” Kalabalık dalganırken, “Yolları durdurun,” sloganını duydu. Ayrıca Graham’e yabancı gelen bir isimden bahsediyorlardı. “Ostrog” gibi bir şeyden. Yavaş platformlar daha kalabalıktı. Platform bir yöne doğru ilerlerken, üzerindeki insanlar aksi yöne doğru koşuşturuyorlardı. Bu sayede onu daha fazla görebileceklerdi.
“Yolları durdurun,” diye bağırıyordu insanlar. Yakınındaki hızlı yola ulaşmayı başarabilenler hızla önünden geçip gidiyorlardı. Garip ve anlaşılmaz şeyler söylüyorlardı. Söylenenler arasında sadece tek bir cümleyi anlayabilmişti. “Gerçekten de bu o. Uykucu bu.”
Graham bir süre hareketsiz kaldı. Artık anlamıştı. Bütün bu olup bitenler kendisi ile ilgiliydi. Bu kadar popüler olmak hoşuna gitmişti. Hafifçe eğilerek selamladı kalabalığı. Sonra onlara el salladı. Bu hareketinin neden olduğu muazzam uğultu Graham’i çok şaşırttı. Merdivenlerdeki kargaşa, kavgaya dönüşmüştü. Nihayet çevredeki balkonların neden böyle kalabalık olduğunu anlamıştı. Yükseklerden boşluğa atlayan insanların amacı, kendisini biraz daha yakından görebilmekti. Arkasındaki geçitten sesler geldi. Gardiyan Howard hâlâ oradaydı. Sertçe kolundan tutmuş, onu çekiştiriyordu.
Dönüp baktı. Howard’ın yüzü bembeyazdı. “Hadi gelin,” dedi. “Yolları durduracaklar. Şehirde büyük bir kargaşa başlayacak.”
Bir grup insan arkalarındaki geçitte koşturuyordu. Kızıl saçlı adam, sarı sakallı, uzun kırmızı kıyafetler giyen biri, eli sopalı ve yine kırmızılar içindeki kalabalık bir grup… Hepsinin yüzünde endişeli ve sabırsız bir ifade vardı.
“Onu buradan götürün,” diye bağırdı Howard.
“Ama neden?” dedi Graham. “Anlamıyorum.”
“Gelmeniz gerekiyor,” dedi kırmızılı adam kararlı bir sesle. Graham’le göz göze geldiler. Üzerinde rahatsız edici bir baskı hissediyordu. Birisi kolunu çekti.
Şimdi yerlerde sürükleniyordu. Görünen o ki kavga büyümüştü. Dışarıdan gelen gürültüler şimdi binanın içinden de duyuluyordu. Graham kendisinde direnecek kuvveti bulamamıştı. O da diğerleriyle birlikte geçitte ilerliyordu. Her düştüğünde zorla yerden kaldırmışlardı onu. Sonunda Howard’la birlikte bir asansöre bindiler. Şimdi büyük bir hızla yukarı çıkıyorlardı.

VI
Atlas Heykelinin Bulunduğu Oda
Terzinin yanından ayrılışından, kendisini asansörde bulduğu ana dek yaklaşık beş dakika geçmişti. Çok uzun bir süre boyunca uyumuştu. Yepyeni bir çağda uyanmıştı. Tüm bunlar olsa olsa bir rüya olabilirdi. Etrafında bir sürü şey olup bitiyordu. O ise tüm bunların karşısında bir izleyiciden daha fazlası değildi. Şaşkındı. Balkonda tanık olduğu kargaşa ise, içinde tüm bunlara müdahil olma isteği uyandırmıştı. “Anlayamıyorum,” dedi. “Mesele nedir? Kafam allak bullak oldu. Bu insanlar neden bağırıyorlar? Tehlike ne?”
“Sorunlarımız var,” dedi Howard. Graham’le göz göze gelmemeye çalışıyordu. “Büyük bir kargaşa var. Açıkçası tüm bu olanlar sizin uyanışınızla doğrudan bağlantılı…”
Bunları söylemenin doğru olup olmadığından emin değildi. Durdu.
“Anlamıyorum,” dedi Graham.
“Zamanla her şey daha netleşecek,” diye yanıtladı Howard.
Yukarı baktı. Asansör yavaşlamıştı.
“Şüphesiz ki zamanla daha iyi anlayacağım. Zaten yavaş yavaş işin rengi belli oluyor,” dedi Graham. “Her şey kafa karıştırıcı. Son derece garip. Burada her şey farklı. Her şey mümkün. Küçük detaylarda bile büyük farklılıklar var. Sayma sisteminiz bile farklı.”
Asansör durdu. Yüksek duvarların arasındaki dar ve uzun bir geçitte ilerlemeye başladılar. Etrafta büyük kablolar ve çok sayıda tüp vardı.
“Ne kadar da büyük bir yer burası,” dedi Graham. “Tek bir bina değil mi burası? Tam olarak nedir bu yer?”
“Burası şehrin bazı kamu hizmetlerinin sağlandığı en önemli merkezlerden birisi. Aydınlatma ve daha bir sürü şey…”
“Tanık olduğum şey toplumsal bir olaydı sanırım. Yönetim sisteminiz nasıl? Hâlâ polis var mı mesela?”
“Birkaç tane.”
“Birkaç tane?”
“On dört kadar.”
“Anlayamıyorum. Bu ne demek şimdi?”
“Gayet normal. Bizim sosyal yapımız doğal olarak size karmaşık görünecektir. Dürüst olmak gerekirse ben de tamamen anladığımı söyleyemem. Belki de siz bunu başarabilirsiniz. Neyse şimdi bunları bırakalım, acilen konseye gitmemiz gerekiyor.”
Graham olan biteni anlamaya çalışıyordu. Aklı o sırada geçitlerde koşuşturan insanlardaydı. Howard’ı düşündü. Ne kadar da garip cevaplar vermişti sorularına. Hemen dikkati dağıldı. Etrafta çok fazla uyarıcı vardı. Bir noktaya odaklanamıyordu. Geçitlerde, odalarda rastladığı insanların bir bölümü kırmızı üniformalıydı. Nedense burada mavi giysili insanlar yoktu. Yanlarından geçenler, sürekli ona bakıyor, Howard’ı ve kendisini selamlıyorlardı.
Uzun bir koridora girdiler. Bir sürü kız vardı etrafta. Sıralarda oturuyorlardı. Sınıf gibi bir yerdi burası. Ortada bir öğretmen yoktu. Aynı işi garip sesler çıkaran bir aygıt yapıyordu. Kızlar merak ve şaşkınlık içerisinde Graham’e ve kılavuzuna baktılar. Çok hızlı ilerledikleri için buradaki toplantının ne anlama geldiğini tam olarak anlayamamıştı. Howard’ı daha önceden tanıyor olmalıydılar. Herhalde kendisini ilk kez gördükleri için kim olduğunu merak etmişlerdi. Bu Howard önemli bir adam olmalıydı. Buna rağmen bu önemli şahsiyete vere vere Graham’e bekçilik etme görevini vermişlerdi. Karanlık bir pasaja geldiler. Pasajın içinde bir patika uzanıyordu. Yoldan geçen insanların ayaklarını seçebiliyordu. Ama sadece o kadar. Daha fazlasını görmek imkânsızdı.
Aldığı canlandırıcı ilaçların etkisi geçiciydi. İlacın etkisi geçer geçmez kendisini yorgun hissetmeye başlıyordu. Howard’dan yavaşlamasını istedi. Kısa süre sonra bir asansöre bindiler. Asansörde sokak boşluğuna bakan bir pencere bulunuyordu. Pencere camla kaplıydı ve açılmıyordu. Aşağıdaki hareketli platformlarda neler olduğunu göremeyecek kadar yukarı çıkmışlardı. Yine de kabloların arasında gidip gelen insanları fark edebiliyordu. İnce köprülerin üzerinde ilerliyorlardı.
Patikayı bitirip ilerlediler. Sonra camlarla kaplı dar bir köprüden geçtiler. Daha sonra Graham burayı her hatırladığında başı dönecekti. Köprünün her yeri gibi zemini de camdı. New Quay ve Boscastle’daki uçurumlarda yaptığı gözlemler aklına geldi. Yüzlerce yıl önce başına gelen olaylar anılarında ne kadar da tazeydi. Yürüyen platformların en az 100 metre üstünde olmalıydılar. Durdu. Bacaklarının arasından dalgalanan kırmızı ve mavi kalabalıklara baktı. Bulunduğu yerden her şey ne kadar da küçük gözüküyordu. Az önce üzerinde durduğu balkon şimdi bir oyuncaktan farksızdı. Hafif bir sis ve parlak kürelerin yaydığı ışık, her şeyi belirsizleştiriyordu. Bu sırada köprünün üzerindeki bir yerden birisi atladı. Kabloyla sabitlenmiş olan bir kızağın üzerinde hızla kayıyordu. Graham durdu ve adamı izledi. Sonra gözü yeniden aşağıdaki hareketliliğe kaydı.
Kırmızılı bir grubun yürüyen platformlara ilerlediğini fark etti. Kalabalığı dağıtmaya çalışıyorlardı. Hızlı platformlardan yavaş platformlara atlayarak aşağıda toplanmış olan halkın üzerine yürüdüler.
Kırmızılı adamların ellerinde cop ve sopalar vardı. Bunları kullanmaktan çekinmedikleri anlaşılıyordu. Haykırışlar, öfke çığlıkları ve acıyla dolu inlemeler bunu gösteriyordu. Zorlukla da olsa Graham bu sesleri duyabiliyordu. “Devam edin,” dedi Howard Graham’i itekleyerek.
Yukarıdan bir adam daha atladı. Graham adamın nereden geldiğini anlamak için baktı. Cam benzeri bir maddeden yapılmış olan kubbe-çatıyı gördü. Burada kablolar ve kirişlerden oluşan bir ağ vardı. Rüzgârgülünü andıran bir takım şekiller dikkatini çekti. Tüm bunların arasında gökyüzü zorlukla fark edilebiliyordu. Howard, Graham’i itekledi. Geometrik şekillerle süslenmiş dar bir geçide girdiler.
“Bunu biraz daha görmek istiyorum,” dedi Graham. Howard’a karşı koymaya çalışmıştı.
“Hayır, olmaz,” dedi Howard. Hâlâ Graham’in kolunu tutuyordu. “Bu taraftan gitmeliyiz.” Onları izleyen kırmızı üniformalı adam gerektiğinde müdahale etmek üzere hazır bekliyordu.
Geçidin sonunda sarı siyah üniformalar giyen birkaç siyahi adam vardı. Aceleyle sürgülü bir kapağı yerinden oynattılar. Graham bunun bir kapı olduğunu düşünmüştü. Adamlar önden ilerledi. Graham kendisini büyük bir odaya açılan dar bir dehlizde bulmuştu. Sarılı siyahlı görevliler burayı geçip bir başka kapağı daha kaldırdılar.
Geldikleri yer bir bekleme odasını andırıyordu. İçeride bir grup insan vardı. Gerçekten de geniş ve azametli bir antreydi. Perdeyle örtülü olduğu için tam olarak göremese de, burasının daha da geniş bir odaya açıldığını fark etti. Kırmızı üniforma giyen beyaz bir adam ve siyahi olanlar, ana kapının önünde hazır olda bekliyorlardı.
Antreyi geçtikleri sırada bir fısıltı duydu. “Uykucu!” İçerideki insanlar onlara dönerek mırıldanmaya başlamışlardı. Demir korkuluklarla kapatılmış olan bir aralıktan geçip, daha önce perdenin arkasından fark ettiği büyük odaya ulaştılar. Odaya köşeden girmişlerdi. Bir anda bütün dikkatler onun üzerinde toplandı. Sarılı siyahlı giysiler içindeki siyah adam kısa bir süre bekleyip kapıyı arkalarından kapattı.
Graham’in daha önce gördüğü yerlerle kıyaslandığında odanın dekorasyonu son derece zevkliydi. Her yerinden zenginlik akıyordu. Uzak köşedeki kaidenin üzerinde büyük bir Atlas heykeli vardı. Işıl ışıldı. Güçlü ve gayretkâr bir görüntüsü vardı. Atlas omuzlarında dünyayı taşıyordu. Girer girmez dikkatini çeken ilk şey bu heykel olmuştu. Çok büyüktü. Sabırlı fakat acı çeken bir hali vardı. Çok beyazdı. Heykel ve ortadaki platform dışında oda neredeyse boş sayılırdı. Zemin pırıl pırıl parlıyordu. Platformun, odanın genel azametinin yanında epeyce sönük kaldığını düşündü. Kalın, metal bir plakadan yapılmıştı. Platformun üzerinde bir masa ve yedi adam duruyordu. Adamların giysileri beyazdı. Graham’i görünce ayağa kalktılar ve gözlerini ona diktiler. Graham’in gözüne masanın ucunda duran bazı elektronik aygıtlar çarptı. Parıltıları gözünü almıştı.
Howard, Graham’i korkuluklarla kapatılmış aralığın sonuna kadar götürdü. Onları buraya kadar takip eden kırmızılı adamlar gelip Graham’in iki yanında beklemeye başladılar.
“Burada kalmanız gerekiyor,” diye mırıldandı Howard. “Sadece birkaç dakika için.” Herhangi bir yanıt beklemeden aceleyle uzaklaştı.
“Ama? Neden?”
Howard’ın arkasından gitmeye çalıştı. Kırmızılı adamlardan biri, önünü keserek Graham’i engelledi. “Burada beklemelisiniz Efendim,” dedi kırmızılı adam.
“Niye?”
“Emirler böyle Efendim.”
“Emirler mi?”
“Evet, bize verilen emirler böyle.”
Graham öfkelenmişti.
“Burası nedir?” diye sordu. “Bu insanlar da kim?”
“Onlar konseyin lordlarıdır Efendim.”
“Konsey?”
“Konsey Efendim.”
Graham diğer adamla da buna benzer umutsuz bir deneme yaptıktan sonra uğraşmayı bıraktı. Korkuluklara doğru ilerledi. Beyazlı adamlara baktı. Onu izleyerek kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.
Demek konsey? Kimdi bu adamlar. Amaçları neydi. Şimdi sekiz kişi olmuşlardı. Sekizincinin gelişini fark etmemişti. Zaten kimse yeni geleni selamlamamıştı bile. Hepsinin dikkati Graham’in üzerindeydi. 19. yy insanlarının, karşılarına aniden çıkan bir balona baktıkları gibi bakıyorlardı ona. Neyin nesiydi bu konsey? Devasa Atlas’ın altındaki bu küçük adamlar neden herkesten uzak bir yerde toplanmak istemişlerdi? Niye onu buraya getirmişlerdi? Graham’e bakıp bakıp ne konuşuyorlardı? Graham bunları düşünürken, Howard ortaya çıktı. Hızla ilerledi. Hafifçe eğilip topluluğu selamladı. Birtakım garip hareketler yapıyordu. Herhalde törensel bir anlamı vardı yaptıklarının. Platformun basamaklarını tırmandı ve masanın sonundaki aletin yanında durdu.
Graham hiçbir şey duymasa da, onların sohbetlerini dikkatle izliyordu. Beyazlı adamlar arada sırada dönüp ona doğru bakıyorlardı. Ümitsizce bir şeyler duymaya çalıştı. Masada duran iki adamın konuşurken yaptıkları el hareketleri giderek hızlanıyordu. Bir onlara, bir de gardiyanların yüzlerindeki donuk ifadeye baktı. Sonra gözü Howard’a takıldı. Ellerini uzatmıştı. Hararetle başını sallıyordu. Bir şeylere karşı çıktığı belliydi. Elini masaya vuran beyazlı adam, Howard’ın sözünü kesti.
Konuşma çok uzun gelmişti Graham’e. Bir türlü bitmek bilmiyordu. Konseyin ayaklarının dibinde oturduğu dev heykeli inceledi. Sonra duvarlara baktı. Japon stili çizgili panellerle dekore edilmişlerdi. Bunların çoğu gerçekten de çok güzeldi. Siyah metal bir çerçeveyle sınırlanmışlardı. Panellerin zarafeti odanın tasarımına ayrı bir hava katmıştı. Graham tekrar konseye döndü. Howard platformun basamaklarından iniyordu. İyice yaklaştığında Graham, Howard’ın yüzünün kızarmış olduğunu fark etti. Rahatsız edici bir hali vardı. Kısa bir süre sonra Graham’in yanına geldi.
“Bu taraftan,” dedi sadece. Sessiz bir şekilde ilerlediler. Onlar yaklaşınca kapı açıldı. Kapının her iki tarafında kırmızılı adamlar duruyordu. Howard ve Graham dışarı çıktılar. Graham dönüp arkasına baktı. Konsey üyeleri hâlâ onu izliyorlardı. Kapı arkalarından kapandı. Uyandığından beri ilk kez sessiz bir ortama girmişti. O kadar ki ayak seslerini bile duyuyordu.
Daha önce gördüklerine benzeyen bir kapının eşiğine geldiler. Kapı, farklı büyüklükteki bitişik iki odaya açılıyordu. Howard kapıyı açtı ve içeri girdiler. Burası son derece zarif bir biçimde dekore edilmişti. “Bu konsey de neyin nesi?” diye lafa girdi Graham. “Ne konuşuyorlardı öyle? Hem benden ne istiyorlar?” Howard dikkatli bir şekilde kapıyı kapattı. Derin bir nefes aldı. Fısıldayarak bir şeyler söyledi. İçeri girerken sendelemişti. Bir şeylere bakındı ve döndü. Derin bir oh çekti. Herhalde gördüklerinden memnun olmuş ve rahatlamıştı.
Graham gözlerini dikmiş Howard’a bakıyordu. Yaptığı hareketlerden hiçbir şey anlamamıştı.
“Anlamanız gerekiyor,” dedi Howard. Göz göze gelmekten özenle kaçınıyordu. “Bizim sosyal düzenimiz çok karmaşık. Yarım yamalak açıklamalar sizin üzerinizde olumsuz bir etki bırakacaktır. Aslına bakarsanız mesele bir bakıma bileşik faizle ilgili. Ayrıca sizin ve kuzeniniz Warming’in talihi ile… Ve görmezden gelinemeyecek başka önemli meseleler de var tabii. Sizin için anlaşılması çok zor olan başka pek çok şey var. Bizim dünyamız için siz çok önemlisiniz.”
Durdu.
“Evet,” dedi Graham.
“Sosyal sorunlar yaşıyoruz.”
“Evet?”
“İşler öyle bir noktaya geldi ki, burada tecrit altında kalmanız en doğrusu olacaktır.”
“Beni esir mi alıyorsunuz?” diye bağırdı Graham.
“Aslına bakarsanız bir süreliğine gözlerden uzak kalmanızı istiyoruz.”
Graham arkasını döndü. “Gerçekten garip,” dedi.
“Hiçbir zarar görmeyeceksiniz.”
“Zarar görmeyeceğim demek!”
“Ama burada kalmanız gerekiyor.”
“Peki. Öğrenmek istediğim bir şey var.”
“Elbette buyurun.”
“Zarar görmek derken neyi kastediyorsunuz?”
“Bunu şimdi açıklayamam.”
“Neden ama?”
“Bu çok uzun bir hikâye Efendim.”
“Al işte. Yine karışıyor işler. Benim önemli birisi olduğumu söylüyorsun. O duyduğum bağırışlar neydi? Benim trans halinden çıkmış olmam neden öylesine büyük bir kalabalığın heyecanlanmasına sebep olur ki? Daha önemlisi büyük konsey odasındaki beyaz giysili adamlar kimdi?”
“Hepsini daha iyi bir zamanda size açıklayacağım Efendim,” dedi Howard. “Ama üstünkörü bir şekilde değil. Şu anda hiç kimsenin kafası tam yerinde sayılmaz. Sizin uyanışınız, evet uyanışınız kesinlikle beklenmiyordu. Konsey tartışma halinde.”
“Ne konseyi?”
“Az önce toplantılarına tanık olduğunuz konsey.”
Graham hareketleriyle öfkesini belli etmeye başlamıştı. “Bu doğru değil,” dedi. “Olup bitenler hakkında bana bir açıklama yapılması gerekiyor.”
“Beklemeniz lazım Efendim.”
Graham aniden oturdu. “Hayatımın büyük bir bölümünü bekleyerek geçirmişim. İnşallah uzun bir süre daha beklemek zorunda kalmam.”
“Biraz daha beklemek en güzeli,” dedi Howard. “Şimdilik sizi yalnız bırakmam gerekiyor. Yalnızca kısa bir süre için. Konseydeki tartışmaya katılmak zorundayım. Çok üzgünüm…”
Sessizce kapıya ilerledi. Kısa bir süre için durakladı. Sonra hızla gözden kayboldu.
Graham onun arkasından kapıya yöneldi. Aynı şeyi yapmaya çalıştı. Olmuyordu. Kapı bir şekilde arkasından kilitlenmişti. Nasıl olduğunu anlaması mümkün değildi. Geri döndü. Huzursuz bir biçimde odada dolaşmaya başladı. Birkaç tur attıktan sonra oturdu. Bir süre öylece hareketsiz kaldı. Tırnaklarını yiyordu. Uyandıktan sonra bir saat içinde başından geçen olayları düşünmeye çalıştı. Büyük aralıklar, birbirini izleyen sayısız oda ve geçitler, garip yollarda yaşanan muazzam arbede, dev Atlas’ın altındaki antipatik adamlar, Howard’ın garip davranışları… Yavaş yavaş kafasında bir şeyler canlanmaya başlamıştı. Anlaşılan ortada muazzam bir servet vardı, belki de kötüye kullanılan bir servet. Çok büyük bir önem taşıdığı belliydi. Ne yapmalıydı? Odada kavuştuğu mutlak sessizlik ise belki de esirliğin tek güzel tarafıydı.
Graham’in aklına tüm bu yaşadıklarının bir rüya olabileceği fikri geldi. Karşı konulamaz bir düşünceydi bu. Gözlerini kapatmayı denedi, yapabiliyordu. Rüyayla gerçeği ayırmak için kullanılan bu eski yöntem, belki de işe yaramıyordu. Bu şekilde uyanık olup olmadığından kesin olarak emin olması mümkün değildi.
Kısa bir süre sonra kendisine son derece yabancı gelen eşyalara dokunmaya başladı. Tek tek temas ederek gerçekliklerini test ediyordu. Duvardaki oval aynada kendi yüzünü gördü. Durdu. Şaşkınlığa kapılmıştı. Morlu beyazlı bir kıyafet giymişti. Kıyafet, üzerinde oldukça zarif duruyordu. Hafif ağarmış sakalları bakımlıydı. Siyah saçlarına tek tük beyazlar düşmüştü. Saçları garip ama hoş bir şekilde düzenlenmişti. Kırk beş yaşlarında bir adam gibi görünüyordu. Gerçekten de kendisi miydi bu gördüğü kişi?
Gördüğünün kendisi olduğuna karar verince kahkahayla gülmeye başladı. “Şu haline bak. Haydi bizim Warming’i ara şimdi,” diye bağırdı. “Birlikte öğle yemeği yersiniz artık.”
Gençliğinde tanıdığı dostları geldi aklına. Hepsiyle birer birer görüşürüm, diye düşündü, bir an için. Tanıdığı herkesin çoktan toprak olup gittiği gerçeği hayalinin tam ortasında gelip yakaladı onu. Bir an için bununla yüzleşmek çok ağır gelmişti. Öylece donup kaldı. Yüzü bembeyaz kesildi.
Hareketli platformların ve sokakların görüntüsü yeniden gözünde canlandı. Bağıran kalabalıkları düşündü. Sonra beyazlar içindeki sevimsiz konsey üyelerini. Kendisini bir zavallı gibi hissediyordu. Açıkçası acınacak durumdaydı. Çaresizdi. Nasıl da garip bir dünyaya uyanmıştı böyle.

VII
Sessiz Odalarda Beklemek
Graham odasını incelemeye devam etti. Yorulmuştu. Buna rağmen merakı durmasına izin vermiyordu. Diğer odanın tavanı daha yüksekti. Kubbe şeklinde yapılmıştı. Merkezinde dikdörtgen bir boşluk vardı. Baca gibi bir yere açılıyordu. İçinde fırıldak gibi dönen bir şeyler vardı. Anladığı kadarıyla bu alet odadaki havanın dolaşımını sağlıyordu. Bu aletin çıkardığı baygın ses dışında odaya tamamen sessizlik hâkimdi. Fırıldakların hareketleri sırasında, kısa süreler için gökyüzünü görmek mümkün oluyordu. Graham bir defasında bir yıldız görmüş ve bunu görebilmesine çok şaşırmıştı.
Bu sırada odanın pervazlara yerleştirilmiş küçük lambalarla aydınlatıldığını fark etti. Hiç pencere yoktu. O sırada Howard’la birlikte girip çıktıkları bir sürü oda ve geçitlerin hiçbirinde pencere olmadığını hatırladı. Yoksa buradaki binalar penceresiz mi yapılıyordu? Gerçi sokaklarda pencerelere rastlamıştı. Ama bunların aydınlatma için kullanılıp kullanılmadığından emin olamadı. Belki de bütün şehir gece gündüz yapay bir şekilde aydınlatılıyordu. Belki de hiç gece olmuyordu burada.
Derken daha önce dikkat etmediği bir şeyi daha fark etti. Hiçbir odada şömine yoktu. Belki de mevsim yazdı. Gezip gördüğü yerler yazlık yapılar olabilirdi. Tabii tüm şehrin tek bir merkezden ısıtılıyor olması da mümkündü. Bir süre bu meselelerle meşgul oldu. Sonra duvarların pürüzsüz dokusu ve yatağının hiçbir düzenlemeye ihtiyaç bırakmayan kullanışlı yapısı gibi küçük ayrıntılar dikkatini çekmeye başladı. Etrafındaki her şey alabildiğine sadeydi. Hemen hiçbir süs eşyası yoktu ortada. Renklerin ve şekillerin çıplak zarafeti insan ruhunun güzelliğe olan açlığını doyurmaya yetiyordu. İçeride duran sandalyeler son derece rahattı. Masanın üzerinde içi sıvıyla dolu birkaç şişe, boş bardaklar ve bir tabak vardı. Tabağın içinde duran, jeli andıran madde, Graham’e çok garip gelmişti. Etrafına bakındı. Gazete ve dergilerin yokluğu dikkatini çekti. İşin doğrusu odalarda yazılı hiçbir şey yoktu. “Dünya gerçekten de değişmiş,” dedi.
Diğer odadaki bir duvarın dibinde, ne olduklarını anlayamadığı küçük silindirler sıralanmıştı. Renkleri beyazdı. Üzerlerine yeşil boyayla bir şeyler yazılmıştı. Sadelikleri odanın genel dekorasyonu ile son derece uyumluydu. Silindirlerin hemen yanında yaklaşık bir metrekarelik küçük bir alet vardı. Beyaz yüzü odaya dönüktü. Karşısında bir iskemle duruyordu. Bu silindirlerin yeni çağın kitapları olabileceği geldi aklına. Onları kurcalayarak, ne olduklarını anlamaya çalıştı.
Silindirlerin üzerindeki yazılar kafasını karıştırmıştı. İlk bakışta Rusça olabileceklerini düşündü. Daha sonra silindirlerin üzerindeki yazılardan bir tanesini okuyabildiğini fark etti. Garip bir İngilizceydi bu. “Kral ulu çek dam.” Herhalde “Kral olacak adam,” anlamına geliyordu bu ifade. Ufak tefek değişiklikler olsa da, dilin genel yapısı korunmuştu.
Daha önce bu ismi taşıyan bir hikâye okuduğunu hatırladı. Hikâyenin ayrıntılarını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı. Okuduğu en iyi hikâyelerden biriydi bu. Önünde duran bu silindirler, kitap isimleri taşısalar da, şüphesiz ki Graham’in çağındaki kitaplardan çok farklıydılar. Diğer silindirleri incelemeye başladı. Bunlardan iki tanesinin üzerinde yazanlar daha fazla ilgisini çekmişti. “Karanlığın Kalbi” ve “Geleceğin Madonnası.” Daha önce bu isimleri duymamıştı. Eğer bunlar gerçekten de edebi eserlerse, Viktorya döneminden sonra yaşamış yazarlara ait olmalıydılar.
Epeyce bir süre, bu garip silindirlerin nasıl kullanıldığını anlamaya çalıştı. Daha sonra yanındaki aletle ilgilenmeye başladı. Aleti kurcalarken üzerinde bulunan bir kapağı yerinden oynattı. Kapağın altında bir silindir duruyordu. Aletin üst köşesindeki düğmeye dokundu. Çok geçmeden bir takım yabancı sesler duymaya başladı. Ve hemen arkasından müzik sesi duydu… Aletin odaya bakan düz yüzeyinde çeşitli renkler belirmişti. Yavaş yavaş bu aletin ne işe yaradığını anlamaya başlıyordu. Geri çekilip izlemeye başladı.
Şimdi aletin üzerinde bir resim görünüyordu. Renkleri çok canlı ve göz alıcıydı. Daha dikkatli bakınca içinde hareketli şekillerin olduğunu fark etti. Sadece hareket etmiyor, aynı zamanda bir takım sesler çıkarıyorlardı. Tanık olduğu şeyin onda yarattığı hisler kelimelerle anlatılamayacak kadar garipti. Bütün dikkatini topladı. Gördükleri giderek daha fazla ilgisini çekiyordu. Bir adam oradan oraya dolaşıyor, bir yandan da güzel ama asabi bir kadına bağırıp çağırıyordu. Her ikisi de Graham’e çok garip gelen renkli giysiler giymişlerdi. “Ben çalışıyordum,” dedi adam. “Ya sen, ya sen ne yapıyordun?”
Kafasını meşgul eden bütün meseleler tamamen uçup gitmişti. Sandalyeye oturdu. İlgiyle izlediği karakterlerin bazı konuşmaların arasında kendisinden bahsettiklerini fark etti: “Uykucu uyandığında,” dendiğini duydu. Bu bir deyimdi. Uzun süre ertelenen, insanların gerçekleşmesinden umudu kestikleri şeyleri anlatmak için kullanılıyordu. Fazla üzerinde durmadı. İzlemeye devam etti. Kısa bir süre içerisinde, izlediği insanları kendisine yakın görmeye başladı. Sanki çok iyi tanıyordu onları.
Bir süre sonra oyun bitti. Aletin odaya bakan yüzeyi yeniden bembeyazdı.
İzlediği bambaşka bir dünyaydı. Ahlaksız, zevk düşkünü, enerjik, kurnaz… Ciddi ekonomik sorunlar vardı ve toplumsal çatışmalar yaşanıyordu. Diyaloglarda geçen bazı imaları tam olarak anlayamamıştı. Yeni ahlaki değerlerin, yeni bir aydınlanma anlayışının ortaya çıktığı belliydi. Şehir yollarıyla olan ilk tanışmasında, mavi keten elbiseler giyen insanlar hemen dikkatini çekmişti. Oyunda da aynı şekilde giyinen bir sürü insan vardı. Şüphesiz ki hikâye çağdaş bir eserdi. İzlediği bütün ayrıntılar hikâyenin bu dönemin insanlarını konu aldığını ortaya koyuyordu. Çarpıcı bir gerçekçilikle yazılmıştı. Finalde ise hikâye bir trajediye dönüşüyordu. Hikâyenin bu kısmı Graham’in canını sıkmıştı. Bir süre hareketsiz kaldı.
Gözlerini ovuşturdu. Geç saatlere kadar yeni uğraşı ile meşgul olmuştu. Tanık olduğu sahneler bir türlü aklından çıkmıyordu. Yerinden kalktı. İşte yeniden kendi harikalar dünyasındaydı. Oyunun etkileri yavaş yavaş kayboluyordu. Sokak çatışmaları, ne idüğü belirsiz konsey ve uyandıktan sonra yaşadıklarına dair rahatsız edici anılar, zihninde canlanmaya başlamıştı. İnsanlar bu konseyi evrensel bir güç merkezi olarak görüyorlardı. Ve Uykucu… Sürekli Uykucu’dan bahsediyorlardı. İlk başlarda her konuşmada adı geçen bu Uykucu’nun kendisi olup olmadığından emin olamamıştı. Konuşulanları kafasında bir araya getirmeye çalıştı. Anlaması gereken ne çok şey vardı.
Yatak odasına gitti. Havalandırma boşluğundan yukarı baktı. Fanın dönüşü sırasında makine gürültüsüne benzeyen belli belirsiz ritmik sesler çıkıyordu. Odası sürekli aydınlatıldığından, gece ile gündüzü ayırt etmesine imkân yoktu. Yine de havalandırma aralığından gökyüzünün koyu mavi olduğunu fark edebiliyordu. Yıldızları bile görebiliyordu.
Odayı incelemeye devam etti. Anlaşılan kapıyı açmanın hiçbir yolu yoktu. Yardım zili ya da birilerini çağırabileceği başka bir araç da bulamadı. Sorularına yanıt alamamıştı. Merak içerisinde kıvranıyordu. Huzursuzluğu sağlıklı düşünmesine engel oluyordu. Kendisini nasıl olup da bir anda tüm bu garipliklerin ortasında bulduğunu anlamaya çalıştı. Şüphesiz ki sabırlı olması gerekiyordu. Birileri gelene kadar beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Yine de bilgiye olan susuzluğu giderek artıyor, kendini frenlemekte zorlanıyordu.
Yeniden aletin yanına gitti. Sonunda silindirleri nasıl takıp çıkaracağını bulmuştu. Aletin izlediği oyunlarda kullanılan dili izleyicinin tercihine göre düzenliyor olabileceğini düşündü. Belki de bu yüzden kendi döneminden iki yüzyıl sonrasına ait konuşmaları kolaylıkla anlayabiliyordu. Yeni bir silindir taktı alete. Bu bir müzikaldi. Başlarda gayet güzel geldi. Ne var ki duygusallığın dozu giderek arttı. Aklına izlediğinin Tanhauser’ın[8 - Tanhauser: Richard Wagner’in 1845’te yazdığı üç perdelik opera. (ç.n.)] yeni versiyonu olabileceği fikri geldi. Müzik yabancı olsa da, senaryonun orijinal metnin modern bir uyarlaması olduğu anlaşılıyordu. Müzikalin güncel versiyonunda Tanhauser, Venusberg’e[9 - Venusberg: Alman şiirinde sıklıkla işlenen mitolojik bir dağ. Dağdaki büyük mağaralarda, aşk tanrıçası Venüs’ün yaşadığına inanılır. (ç.n.)] değil, zevk şehrine gidiyordu. İyi de bu zevk şehri neyin nesiydi? Şehvet dolu bir yazarın hayal gücünün ürünü olmalıydı bütün bunlar…
İlgisi giderek artıyordu. Meraklanmıştı. Ne var ki başından beri oyuna hâkim olan duygusallık rahatsız edici bir düzeye varmıştı. Graham’in hoşuna gitmedi bu durum.
İşin tadı kaçmıştı. Ortada ne güçlü bir betimleme vardı, ne de ustalıkla işlenen idealler… Her şey apaçıktı. Ve hatta çırılçıplak! 22. yy’ın Venusberg’i ile daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu. Müzikalin bu bölümünün 19. yy versiyonunda nasıl olduğunu düşündü. Bütün çabasına rağmen anımsayamadı. Öfkelendi. Yerinden kalktı. Bu şeyi izlemiş olduğu için kendinden utanıyordu. Aleti ileri itti. Kapatmaya çalışıyordu. Hareketleri haddinden fazla sertti. Bir kıvılcım çıktı ve kolu sarsıldı. Biraz canı yanmıştı ama neyse ki sonunda kapanmıştı bu şey. Ertesi gün Tanhauser silindirinin yerine bir başkasını koymak istediğinde aletin artık çalışmadığını fark etti.
Odanın içinde aşağı yukarı yürüyüp duruyordu. Yaşadıklarının üzerinde bıraktığı etkiler son derece rahatsız ediciydi. Bunlarla mücadele etmeye çalışıyordu. İzlediği ve tanık olduğu şeyler kafasını allak bullak etmişti. Otuz yıllık hayatının hiçbir döneminde böyle bir geleceğin hayalini kurmamıştı. “Gelecek ellerimizdeydi. Onu biz hazırlıyorduk,” diye düşündü. “Hiçbirimiz gelecekle ilgili en ufak bir endişe duymadık. Ve işte şimdi…”
“Neler yapmak zorunda kaldılar? Neler yaşandı? Ve ben, nasıl oldu da bütün bunların ortasına düştüm?” Sokakların ve evlerin muazzam büyüklüğü anlaşılabilirdi. Ne de olsa çok fazla insan yaşıyordu burada. Peki ya sokak çatışmaları? Ya da zengin sınıfın şehvet düşkünlüğü?
Bellamy’yi[10 - Edward Bellamy (1850-1898): Amerikalı sosyalist yazar. Ütopya tarzındaki eserleri ile önemli bir ün kazanmıştır. (ç.n.)] düşündü. Yazdığı sosyalist ütopyanın başkahramanı, garip bir biçimde benzer bir deneyim yaşamıştı. Ne var ki Graham’in istemeden içine düştüğü bu dünyada herhangi bir ütopyanın gerçekleşmiş olduğundan bahsetmek mümkün değildi. Sosyalist toplum düzeni kurulmamıştı. Bir tarafta lüks, israf ve şehvet düşkünlüğü, diğer tarafta ise berbat bir yoksulluk… Toplumsal düzen bundan ibaretti. Bu kadim çelişki bu kadar zaman sonra bile varlığını koruyordu. Sadece devasa binalar ve sokaklardaki huzursuz kalabalık değil, yollardan gelen sesler, Howard’ın endişeli hali ve her yeri kuşatan boğucu hava da giderek artan hoşnutsuzluğu bütün açıklığıyla ortaya koyuyordu. Acaba hangi ülkedeydi şimdi? İngiltere gibi görünüyordu, gerçekten öyle miydi? Dünyanın geri kalanını düşündü. Oralarda ne oluyordu acaba. Her şey gibi bu da çözülmesi imkânsız görünen bir bilmeceydi onun için.
Odada dolaşmaya devam etti. Kafese kapatılmış bir hayvanın içgüdüleriyle etrafındaki her şeyi tanımaya çalışıyordu. Kendisini çok yorgun hissetti. Havalandırmanın altına gelip uzunca bir süre kıpırdamadan durdu. Şehirdeki kargaşa devam ediyor olmalıydı. Küçük de olsa bir ses duyabilseydi keşke!
Kendi kendine konuşmaya başladı. “İki yüz üç sene!” Birkaç kez tekrarladı. Güldü, “Demek ki ben tam iki yüz otuz üç yaşındayım. Gelmiş geçmiş en yaşlı insan! Eh, zamanın akışını tersine çevirip eski adetlere dönecek halleri yoktu ya… Boş yere homurdanıp duruyorum ben. Sanki benim çağım çok matah bir şeydi, Bulgar Katliamı’nı[11 - Bulgar Katliamı (Bulgarian Atrocities): 1876 yılında Filibe’de başlayan Bulgar isyanı, “başıbozuk” olarak adlandırılan birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. İsyan olayları ve bastırma sürecinde yaşananlar Bulgar tarihçiler tarafından “Bulgar Katliamı” olarak adlandırılmaktadır. (ç.n.)] daha dün olmuş gibi hatırlıyorum.” Kahkaha attı. Sebepsiz yere gülüyor olması önce garip geldi. Sonra tekrar bastı kahkahayı. Üstelik bu sefer bilinçli bir şekilde ve daha yüksek bir sesle gülmüştü. Derken hareketlerindeki garipliğin farkına vardı. “Sakin!” dedi. “Sakin ol. Kendine gel.”
Daha dengeli bir şekilde yürüyordu şimdi. “Bu yeni dünya…” diye mırıldandı. “Anlayamıyorum. Neden? Tüm bu şeyleri anlayamıyorum.”
“Eminim ki uçmayı da başarmışlardır. Ve daha bir sürü şeyi. Dur bir dakika. Tüm bunların nasıl başladığını bir düşünelim. İlk ne olmuştu…”
Hayatının ilk otuz yılına ait anılar çok bulanıktı. İlk başta bu durum ona çok garip geldi. Bölük pörçük şeyler vardı aklında. Genellikle de önemsiz şeyleri hatırlıyordu. Daha önce hiç önem vermediği şeyleri… Çocukluğu daha netti. Okul kitapları ve ölçüm dersleri geldi aklına. Derken diğer anıları canlanmaya başladı. Epey zaman önce kaybettiği karısı gözünün önüne geldi. Onunla birlikte diğer şeyleri de hatırladı. Rakiplerini, dostlarını, ona ihanet edenleri ve diğerlerini. Şu veya bu konu ile ilgili aldığı kararları… Son yıllarda yaşadığı perişanlığı… Kendine gelme çabalarını… Hararetli çalışmalarını… Evet, şimdi her şey netleşmişti. Bulanık da olsa hatırlayabiliyordu. Şüphesiz ki zamanla daha da netleşecekti. Ne var ki geride bıraktığı bu ömür derin ıstıraplarla doluydu. Acaba tüm bunları anımsamaya değer miydi? Tahammül edemediği bu hayattan kurtulmuş olması gerçek bir mucizeydi.
Bugüne geri dönmeye karar verdi. İçinde bulunduğu duruma odaklanmaya çalıştı. Boşunaydı. Her şey birbirine girmişti. Havalandırmanın aralığından gün doğumuyla pembeleşen gökyüzüne baktı. Zihninin en karanlık noktalarından yükselen sese kulak verdi. “Uyumalıyım,” dedi kendi kendine. İç sıkıntısından ve yorgunluktan kurtulmanın en güzel yolu uyumak olacaktı. Yatağına uzandı ve çok geçmeden uyuyakaldı.
Yaşadığı bu yere iyiden iyiye alışmıştı. Esir hayatı toplam üç gün sürdü. Bu süre içerisinde Howard dışında gelen giden kimse olmamıştı. Ne garip bir kaderi vardı. Şimdi yaşadıkları, mucizevî uyanışı, tanık olduğu garip şeyler… Neye şaşıracağını bilemiyordu. Howard düzenli olarak gelip besleyici sıvılar bırakıyordu. Ve Graham’e son derece garip gelen parlak ve lezzetli yiyecekler. Girer girmez kapıyı arkasından dikkatli bir şekilde kapatıyordu. Graham’e karşı son derece nazikti. Ne var ki hâlâ doğru düzgün bir açıklama yapmamıştı. Howard, Graham’in dışarıda olup bitenlerle ilgili tüm sorularını mümkün olabildiğince kibar bir şekilde yanıtsız bırakıyordu. Kaçamak cevaplara alışmıştı artık.
Bu üç gün içerisinde Graham, bol bol düşünecek zaman buldu. Ortada birtakım dolaplar dönüyordu. Olan biteni anlamasını engellemeye çalıştıkları ortadaydı. Gün geçtikçe bazı gerçeklerin daha fazla farkına varıyordu. Kendi durumuyla ilgili tüm ihtimalleri düşünmüştü. Bu tecrit deneyimi Graham’e çok şey katmıştı. En sonunda kurtuluş vakti geldiğinde, Graham bundan sonra olacaklar için hazır sayılırdı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gerbert-uells/efendi-uyaniyor-69403339/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İlk olarak 1869 yılında yayımlanmaya başlayan The Graphic, İngiltere merkezli bir gazetedir. Çizimlerle hazırlanan gazete, 1932 yılına kadar aynı isimle yayımlanmaya devam etmiştir. Gazetenin kurucusu ünlü bir sanatçı, ahşap oymacı ve siyaset adamı olan William Luson Thomas’tır. (ç.n.)

2
Vulgarisation: Vülgarizasyon terimi herhangi bir şeyin halk diline indirgenmesi, ana hatlarıyla kaba bir şekilde sunulması anlamlarına gelir. Büyük ölçüde teknik bilgi içeren ve karmaşık nitelikteki meseleler vülgarize edilerek daha anlaşılır bir hale getirilebilirler. Ne var ki vülgarizasyon konunun farklı boyutları ve derinliğiyle kavranmasına engel olabileceğinden son derece tehlikeli sonuçlara gebedir. (ç.n.)

3
Love interest: Edebi metinlerde kullanılan standard bir tiplemedir. Hikâyenin başkahramanının duygusallığı bu tiplemenin üzerinde yoğunlaşır. Bu tipleme daha sonra edebiyattan sinemaya da taşınacaktır. (ç.n.)

4
Kataleptik kasılma halinde vücutta genel bir hissizleşme haline irade kaybı eşlik eder. Nefes alışlarının belirsizleşmesi ve kalp atışlarının tespitinin son derece güç olması nedeniyle sıklıkla ölüm haliyle karıştırılır. (ç.n.)

5
En uzun süre hüküm süren İngiliz kraliçesi Viktorya, hükümranlığının elli ve altmışıncı yıllarını kutlamak amacıyla iki büyük festival düzenlemiştir. 1887 ve 1897 yıllarında yapılan bu festivallere “Victoria’s Jubilee” adı verilir. (ç.n.)

6
Martians: Mars’ta yaşam olduğu düşüncesi ilk olarak Percival Lovell’ın Mars’la ilgili araştırmalarını yayınlamasının ardından tartışmalara konu olmuştur. 19. yy’ın sonunda yaygınlaşan bu düşünce, Egdar Rice Burrough, H. G. Wells ve Ray Bradbury gibi yazarların bilimkurgu tarzındaki eserlerine de konu olmuştur. (ç.n.)

7
ABD’li yazar Washington Irwing’in 1819 yılında yayımladığı aynı adlı kısa hikâyesinin başkahramanı. 20 yıl boyunca uyuyan Rip Wan Winkle, uyandığı zaman eski hayatına dair pek çok şeyin yok olduğunu görecektir. (ç.n.)

8
Tanhauser: Richard Wagner’in 1845’te yazdığı üç perdelik opera. (ç.n.)

9
Venusberg: Alman şiirinde sıklıkla işlenen mitolojik bir dağ. Dağdaki büyük mağaralarda, aşk tanrıçası Venüs’ün yaşadığına inanılır. (ç.n.)

10
Edward Bellamy (1850-1898): Amerikalı sosyalist yazar. Ütopya tarzındaki eserleri ile önemli bir ün kazanmıştır. (ç.n.)

11
Bulgar Katliamı (Bulgarian Atrocities): 1876 yılında Filibe’de başlayan Bulgar isyanı, “başıbozuk” olarak adlandırılan birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. İsyan olayları ve bastırma sürecinde yaşananlar Bulgar tarihçiler tarafından “Bulgar Katliamı” olarak adlandırılmaktadır. (ç.n.)
Efendi uyanıyor Герберт Джордж Уэллс
Efendi uyanıyor

Герберт Джордж Уэллс

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Nadir görülen bir uykusuzluk hastalığından mustarip olan Graham, en sonunda uyumayı başarır. Ne var ki bu kez 200 yıllık trans halinde bir uykuya dalacaktır. Uyandığında ise, banka hesabına işleyen faizler sayesinde dünyanın en zengin ve en güçlü adamı olduğunu öğrenir. O artık bambaşka ve hiç tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Dünyanın tek efendisi ve sahibi odur! Graham uyuduğu sırada servetini idare eden Konsey, tüm gezegene hüküm süren son derece karanlık ve acımasız bir sistem kurmuştur. İnsanların bir kurtarıcı olarak gördüğü Graham’den beklenen, toplumu bu korkunç despotlardan kurtarmasıdır.

  • Добавить отзыв