Büyük gökbilimciler

Büyük gökbilimciler
Robert Ball
İnsanoğlu çok eski tarihlerden bu yana birçok sorunun cevabını gökyüzünde aramıştır. Bu arayış binlerce insanı yıllar boyunca gökyüzünü seyretmeye sevk etmiştir. İçlerindeki en sabırlı gözlemciler, yaptıkları görkemli keşiflerle insanlığı aydınlatmış ve isimleri günümüze kadar ulaşmıştır. Kendi zamanına kadar gelen astronomi bilgilerini bir araya getirip kitaplaştıran ve ilk defa Dünya merkezli bir gezegenler sistemi fikrini ortaya atan Batlamyus’tan Güneş’in gezegenler sisteminin merkezi olduğunu söyleyen Kopernik’e, dünyanın yuvarlak olduğunu öne sürerek kiliseyi karşısına alan Galileo’dan yerçekimini keşfeden Isaac Newton’a 18 gökbilimcinin sıradışı hayat hikâyelerini ve keşiflerini keyifle okuyabilirsiniz.

Robert S. Ball
Büyük Gökbilimciler

Önsöz

    Cambridge Gözlemevi.
    Ekim, 1895
Bu sayfalardaki en büyük amacım, her bir gökbilimcinin yaşamını en ince detayına kadar sunmak oldu; böylece okuyucu, sözkonusu insanın karakterini ve çevresini bir ölçüye kadar tanıyabilir. Bununla birlikte, koşullar izin verdiği ölçüde, tanınmalarını sağlayan keşiflerin temel niteliklerini de olabildiğince açık bir şekilde anlatmaya gayret ettim.
Yalnızca gökyüzünü izleyen yıldız gözlemcilerinden tüm gün masasında çalışan soyut matematikçilere kadar birçok farklı gökbilimci bulunur. Bu sebeple bazılarının biyografisi için, diğerlerine uygun görünen tutumdan çok daha farklı bir tutum izlemek gerekliydi.
Eser henüz yazılmaktayken kısa yaşam öykülerinin bazıları Good Words’de yer aldı. Brinkley’i konu edinen bölümde 1892 yılında Dublin Üniversitesi’nin üç yüzüncü yılının kutlaması için basılan Dunsink Gözlemevi’nin Tarihi başlıklı bir makale temel alındı. Sör William Rowan Hamilton’ın hayatı, bazı değişiklikler ve çıkarmalar yapıldıktan sonra, Graves’in büyük matematikçinin hayatını konu edinen eseri hakkında Quarterly Review’da yayımlanmış bir makaleden alındı. Geri kalan bölümler ise ilk kez okuyucuyla buluşacak. Geç dönem profesörlerinden Adams’ın kısa yaşam öyküsündeki bilgilerin birçoğunu, Kraliyet Gökbilim Cemiyeti namına arkadaşım Dr. J. W. L. Glaisher tarafından Adams için yazılan ölüm ilanına borçluyum. Benzer bir şekilde, Sör George Airy’nin bölümü nedeniyle de Profesör H. H. Turner’a borçluyum. Kitabın düzenlenmesinde bana yardım etme nezaketini gösteren arkadaşım Dr. Arthur A. Rambaut’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

    Robert S. Ball
    Cambridge Üniversitesi, Lowndean Gökbilim ve Geometri Profesörü
    In Starry Realms ve In the High Heavens gibi eserlerin yazarı

Giriş
Tüm doğabilimleri içinde araştırmacının ilgisini yüce amaçlara gökbilim kadar yönelten başka bir bilim yoktur. Yıldızların incelenmesi, ilk çağlarda sahip olduğu büyüleyiciliği günümüzde de sürdürüyor. En ilkel insanlar bile insan ilişkilerindeki varsayımsal etkileri dolayısıyla dikkatlerini Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine yöneltmişlerdi.
Ayrıca gökbilimin pratik faydaları bu ilkel dönemlerde de çok açıktı. En kadim öğretiler, gökcisimlerinin hareketlerinin çiftçilerin uğraşlarına nasıl yön verdiğini gösteriyor. Yıldızların konumları, çift sürme ve tohum ekme zamanlarını belirtiyordu. Gökcisimleri, uçsuz bucaksız okyanusta bir yol arayan denizcinin yolunu bulabilmesi için güvenilir işaretler sunuyordu. Bu sebeple hem bilimsel meraktan hem de pratik gereklilikten doğan dürtü, insanları yıldızların hareketlerini takip etmeye itti. Böylece göklerin her daim farklılık gösteren görünümlerinin sebepleri aranmaya başladı.
İlk keşiflerin birçoğu, tabii ki tarih öncesine dayanıyor. Göklerin günlük hareketi ve Güneş’in yıllık devri, herhangi bir insan yapımı eserin referans noktası alınabileceği zamanların çok daha öncesinden beri biliniyormuş gibi görünüyor. Çabuk kavrama yetenekleri sayesinde ilk gözlemciler, günümüzde gezegen olarak adlandırdığımız “gezginlerin” önemini ayırt etmeyi başarmışlardı. Jüpiter, Satürn, Mars ve nispeten kolaylıkla görülebilen Venüs gibi yıldızımsı cisimlerin hareketleri sebebiyle sabit yıldızlardan tamamen farklı bir sınıfa mensup oldukları ve sabit yıldızlarla yalnızca görünüş benzerliği taşıdıklarını fark edebilmişlerdi. Bununla birlikte ilk gökbilimcilerin kavrayışı daha da ileri gitti ve çok nadir görünmesine rağmen Merkür’ün de bu gruba dahil olduğunu anlayabildiler. Görünüşe göre tutulmalar ve diğer gök olayları, çok eski bir dönemde Babil’de gözlemlendi; ancak bu gökyüzü gözlemlerinin elimizdeki en eski kayıtlarını, Çin yıllıkları oluşturuyor.
Kelimenin günümüzdeki anlamıyla gökbilim çalışmaları, İskenderiyeli Batlamyus’un döneminde başladı diyebiliriz. Bu dönemde, bilim alanındaki en ünlü isim, yaklaşık olarak MÖ 160 yıllarında Rodos’ta yaşamış ve çalışmış Hipparkos’tur. Gözlemlenen olguları ilk kez tutarlı bir bilgi alanına dönüştüren şey onun muhteşem araştırmalarıydı. Mevcut cisimlerin olabildiğince eksiksiz bir sayımının derlenmesinin, gökleri inceleyen öğrenci için temel bir sorumluluk olduğunu fark etmişti. Bu sebeple Hipparkos, küçük ölçekli de olsa, günümüz gökbilimcilerinin mevcut tüm meridyen dairelerini ve kameralı teleskopları kullandıkları çalışmalara çok benzeyen bir vazifeye atıldı. Belli başlı sabit yıldızlarla ilgili bir katalog derledi; kendi sınıfında bu katalog, gelecek nesillere miras kalan en erken çalışma olması sebebiyle gökbilimciler için özel bir önem arz etmektedir. Ayrıca Hipparkos, Güneş’in ve Ay’ın hareketlerini inceleyerek bu çalışması sırasında farkına vardığı sürekli değişimleri açıklamak için teoriler üretti. Gezegenlerin karmaşık hareketlerine uygun bir yorum getirme girişiminde ise çok daha büyük bir zorluk olduğunu fark etti. Konuya ilişkin tutarlı bir açıklama getirecek teoriyi üretmek amacıyla, bu gezgin yıldızların konumuyla alakalı birçok gözlemde bulundu. Hipparkos’un kaydettiği ilerlemenin ne kadar büyük olduğu şu gerçekle belki daha iyi anlaşılabilir: Daha saf gökbilimsel çalışmalarına bir ön hazırlık olarak Hipparkos, karşılaştığı problemleri çözebilmesini sağlayacak bir matematik dalı oluşturmak zorunda kaldı. Bu amaçla, günümüzde trigonometri olarak bildiğimiz olmazsa olmaz hesaplama yöntemini icat etti. Bu güzel sanatın sunduğu yardım olmadan, gökbilimsel hesaplamalarda gerçekten önemli herhangi bir sonuca ulaşmak mümkün olmazdı.
Tüm keşiflerden öte, Hipparkos’un tüm zamanların en büyük zekâlardan birine sahip olduğunu gösteren keşif, ekinoks devinimi olarak bilinen çarpıcı göksel hareketi saptamasıydı. Hipparkos’un zamanında gökcisimlerini gözlemleme konusundaki imkânların ilkel niteliği ve o dönemlerde icra edilebilecek gözlemlerin pek nadir gerçekleştiği göz önüne alınacak olursa bu keşfe kılavuzluk eden sorgu çok derin bir incelemeye dayanmaktadır. Tüm bu zorluklara rağmen ekinoks devinimi olgusunu saptayabilen ve gerçek boyutuyla ortaya koyabilen bu insanın dehasına hayranlık duymaktan başka bir seçeneğimiz yok. Bu müstesna göksel hareketin doğasını açıklamaya çalışmalıyım; çünkü bu olayın, bilim tarihinde doğru gözlemin başarılı yorumla buluştuğu ilk olay olduğu söylenebilir. Gökbilimin gelişimiyle birlikte, bu özelliğe sahip birçok müthiş örneğe sahip olduk.
“Ekinoks” kelimesi, gece ile gündüzün eşit olduğu durumu ifade ediyor. Ekvatorda yaşayan bir kimse için gece ve gündüz kuşkusuz tüm yıl boyunca eşittir; ancak hangi yarımküre olursa olsun, yerkürenin başka bir bölümünde yaşayan biri için gece ve gündüz genellikle eşit değildir. Fakat biri ilkbaharda, diğeri sonbaharda olmak üzere gece ve gündüzün Dünya’nın her yerinde on iki saat olduğu bir durum sözkonusudur. Gece ve gündüz ilkbaharda eşit olduğunda Güneş’in gökyüzünde bulunduğu nokta, ilkbahar ekinoksu olarak adlandırılıyor. Benzer olarak sonbahar ekinoksu zamanında ise Güneş başka bir noktada konumlanıyor. Göksel hareketlerin herhangi bir incelemesi sözkonusu olduğunda bu iki ekinoksun gökyüzündeki konumu, temel bir öneme sahiptir; bir dâhi içgüdüsüyle Hipparkos, bunların önemini algılayıp bu konuda çalışmaya başlamıştı. Bilinmelidir ki her zaman için bir noktanın konumunu, etrafındaki yıldızları referans alarak tanımlayabiliriz. Şüphesiz Güneş parlarken etrafındaki yıldızları göremiyoruz ancak onlar yine de oradalar. Dehası sayesinde Hipparkos, her iki ekinoksun da konumunu Güneş’in yakın yöresinde bulunan yıldızlara göre belirleyebildi. Farklı dönemlerde bu noktaların göksel konumunu inceledikten sonra her ekinoksun yıldızlara oranla hareket ettiği sonucuna vardı; ancak bu hareket o kadar yavaştı ki göğün bir tam turu tamamlaması için yirmi beş bin yıl geçmesi gerekiyordu. Hipparkos, bu gök olayının planını çizdi ve bu planı sarsılmaz bir temel üzerine kurdu; öyle ki o zamandan beri gökbilimciler, ekinoks devinimini gökbilimin temel olgularından biri olarak tanıyorlar. Bu olgunun gerçekleşmesinin nedeni, Hipparkos’un bu muhteşem keşfi gerçekleştirmesinden yaklaşık iki bin yıl sonra, Newton tarafından açıklanacaktı.
Gökbilim, Hipparkos’un zamanından günümüze dek durmadan ilerledi. Zaman içerisinde büyük bir gözlemcinin ardından başka bir büyük gözlemci, göksel cisimlere ya da onların hareketlerine ilişkin yeni olguları açıklamak için ortaya çıktı; bu sırada etkili bir dehanın ardından başka bir deha, bu gözlem unsurlarının gerçek önemini açıklamak için öne çıktı. Bu sebeple gökbilim tarihi, gelişimine kaynaklık eden büyük insanların tarihinden ayrılamaz bir hal almaktadır.
Birbirini takip eden bölümlerde, yaptıkları işlerle gökbilimi yaratan büyük doğa filozoflarının çalışmalarına ve hayatlarına dair kısa bilgiler vermeye çalıştık. Temelleri Hipparkos tarafından atıldıktan sonra gökbilime tüm ortaçağ boyunca öğretildiği şeklini veren Batlamyus’la başlayacağız. Hemen ardından evren algımızdaki büyük devrimle ilişkilendirilen Kopernik ismiyle devam edeceğiz. Bunun sonrasında da önce Galileo ve Newton gibi dehaların aydınlattığı dönemlere, oradan da çalışmaları ve zekâlarıyla insan bilgisinin sınırlarını büyük ölçüde genişleten yakın zaman kâşiflerinin hayatlarına geçeceğiz. Ele alacağımız tarihler, yakın zamanda yaşamını yitirmiş bazı ünlü gökbilimcilerin dahil olduğu nesli içerecek kadar günümüze yakınlaşacak.

Batlamyus

Batlamyus

Bu bölüme adını veren ünlü insanın kariyeri, insan öğretisinin tarihinde çok önemli bir yere sahip. Belki bilime Batlamyus’un kattığından çok daha fazlasını katmış kâşifler olabilir; ancak gökcisimleri üzerinde çalışan hiçbir kâşifin fikirleri, Batlamyus’un fikirleri gibi, on dört asır gibi uzun bir süre boyunca insanların aklında en üstün düşünce olarak yer etmedi. Meşhur kitabı Büyük Bileşim’de öne sürdüğü düşünceler çağlar boyunca geçerli sayıldı. Tüm o süre boyunca bu kitapta bulunan şüphe götürmez gerçeklere büyük çapta hiçbir ekleme yapılmadı. Batlamyus’un teorilerine zarar veren ciddi hatalar için de hiçbir önemli düzeltmede bulunulmadı. Batlamyus’un hem gökyüzündeki tüm cisimler hem de Dünya üzerindeki birçok şey konusundaki otoritesi (çünkü bu şanlı adam aynı zamanda çalışkan bir coğrafyacıydı) daima nihai olarak görülüyordu.
Her ne kadar şu an yaşayan herhangi bir çocuk, göksel hareketler hakkında Batlamyus’un bildiğinden daha çok şey bilse de onun çalışmaları altmış nesil boyunca insan zihninde muhteşem bir yer edindi; bu da Batlamyus’un çalışmalarının ne kadar olağanüstü ürünler olduğunu göstermektedir. Böylesine uzun bir süre boyunca insan ırkının tek gerçek eğiticisi haline gelmesini sağlayan bu muazzam başarının sırrını çözmek için bu muhteşem adamın kariyerine bir göz atmamız gerekiyor.
Batlamyus’un hayatı hakkında maalesef çok az şey biliyoruz. Mısırlıydı, her ne kadar bazen aynı isimli asil bir aileye bağlı olduğu sanılsa da bunu destekleyecek hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Batlamyus ismi, o zamanlar Mısır’da yaygın bir isimdi. Yaşadığı zaman ise kaydettiği ilk gözlem (MS 127) ve son gözlem (MS 151) arasına sabitlenmiş durumda. Buna ek olarak o sıralarda İskenderiye’de ya da yakınında, onun cümlelerini kullanacak olursak “İskenderiye paralelinde” yaşamış gibi göründüğünü söylediğimizde; onun kişiliği hakında söylenebilecek her şeyi söylemiş oluyoruz.
Batlamyus, şüphe yok ki antik gökbilimde karşımıza çıkan en büyük şahsiyet. Ondan önce gelen filozofların bilgisini kendinde toplamış birisi. Bu bilgileri, kendi gözlemlerinin sonuçlarıyla birleştirdi ve teorileriyle bu bilgileri aydınlattı. Artık bildiğimiz gibi tahminleri, o zamanlarda bile, birçok hata barındırıyordu; ancak doğanın asıl gerçeklerine o kadar çok benziyorlardı ki evrensel doğru olarak kabul gördüler. Modern çağı yaşadığımız günümüzde bile Batlamyus’un fikirlerinin yalnızca doğru görünmediğini, gerçekten de doğru olduğunu öne sürmeye devam eden paradoks âşıklarıyla sık sık karşılaşıyoruz.
Mekanik biliminin sunduğu hassas bilgilerin yokluğunda erken dönem filozofları, az çok geçerli, belli birtakım ilkelere başvurmak zorunda kalıyorlardı; bunları da maddenin doğal durumunun nasıl olması gerektiğine dair tahayyüllerden elde ediyorlardı. Onlar için bir daireden daha basit ve daha muntazam bir geometrik şekil yoktu, ayrıca gökcisimlerinin izlediği yolun düz çizgiler olmadığı da barizdi, bunun nihai sonucu ise gökcisimlerinin hareketlerinin de dairesel olduğunu öne sürmek oldu. Ortada bu kavramın lehine bir sav yoktu, yalnızca dairesel hareketin âdeta hayali yansıması vardı ve bu dairesel hareket tek başına “kusursuz”du, artık “kusursuz” o zamanlar ne anlama geliyorsa… Dahası gökcisimlerinin, kusursuzun dışında bir hareketi izlemesinin imkânsızlığına inanılıyordu. Bunu göz önüne alacak olursak Batlamyus’un ve ondan on dört asır sonra gelen insanların düşüncelerinde, gökcisimlerinin izlediği tüm yollar aslında bir şekilde dairelere indirgenmişti.
Batlamyus, dairesel hareketin belli kombinasyonlarını kullanarak gökyüzünde gerçekleşen görünür değişimleri açıklayabilecek bir şema oluşturmayı başardı. Bu çalışma, daireyi mükemmel hareket biçimi olarak gören geometrik içgüdüyle gök cisimlerinin şemasını öyle bütünlüklü bir şekilde bir araya getiriyordu ki Batlamyus’un teorisinin bu denli büyük bir başarıya ulaşmasına şaşmamalı. Bundan dolayı, yeteri kadar detayla, bu meşhur doktrinin çeşitli adımlarını bir inceleyelim.
Batlamyus, Dünya’nın şeklinin küresel olduğuna dair kuşku götürmez gerçeği başlangıç noktası olarak aldı. Bu temel gerçek için öne sürdüğü kanıtlar ise gayet memnun edici, çünkü bugün bizim öne sürdüğümüz kanıtlarla birebir aynılar. Hepsinden önce, bu kanıtlardan ilki, bugün coğrafya kitaplarımızın bize sürekli hatırlattığı, çok bilinen bir durum: Deniz üzerinde ilerleyen bir cisme çok uzaktan baktığımızda bu cismin alt kısmını, suyun eğimli kütlesinin araya girmesi sebebiyle göremiyoruz.
Batlamyus’un zekâsı ona, yukarıda bahsettiğimiz kadar bariz olmasa da bir başka kanıt daha sundu; bu kanıt, anlamak için uğraşacak insana Dünya’nın eğimini etkileyici bir biçimde ispat ediyor. Batlamyus, güneye giden gezginlerin, gökyüzünün görünüşünün kademeli olarak değiştiğini raporladığından bahsediyor. Kuzey göklerinde aşina olduğumuz yıldızlar, güneye gittikçe gökyüzünde alçalmaya başlıyordu. Bizim gökyüzümüzde kutbun etrafındaki dönüşü boyunca hiç batmayan Büyük Ayı takımyıldızı, yeteri kadar güneye inildiğinde batıp tekrar doğuyordu. Öte yandan güneyde, kuzey sakinlerinin daha önce görmediği takımyıldızların gökyüzünde yükseldiği görülüyordu. Bu sonuçlar, Dünya’nın düz bir yüzeye sahip olduğu varsayımıyla hiç ama hiç bağdaşmamaktaydı. Biraz düşünecek olursak, Dünya’nın düz olduğu bir durumda güneye yaptığımız yolculukta, yıldızların görünen hareketinde bir değişiklik sözkonusu olmazdı. Batlamyus, müthiş bir içgörüyle bu açıklamayı öne sürdü; bundan dolayı, modern buluşlarımız her ne kadar yardımcı olsa da, şimdi bile onun bu konudaki savlarına çok büyük eklemeler yapamıyoruz.
Batlamyus, tıpkı dünyaya yeni bir gerçek sunan her gerçek filozof gibi öne sürdüğü savı birçok ispatla örneklendirip güçlendirdi. Yalnızca çarpıcı doğasından ötürü değil, aynı zamanda Batlamyus’un zekâsına bir örnek vermek için bu ispatların birinden söz etmeliyim. Mantıklı düşünen bu dâhi dedi ki: Eğer Dünya düz olsaydı günbatımı, gözlemci hangi ülkede olursa olsun aynı anda gerçekleşmeliydi. Fakat Batlamyus, gözlemcinin konumu değiştirildiğinde günbatımı zamanının büyük farklarla gerçekleştiğini kanıtladı. Bizim için bu tabii ki bariz; herkes, Büyük Britanya’da gün batarken Amerika’nın batı yakasında hâla öğle vakti olduğunu bilir. Ancak Batlamyus, şu an erişebildiğimiz bilgi kaynaklarının çok azına sahipti. İskenderiye’de erken batan Güneş’in, yüzlerce mil doğuda bulunan bir şehirde daha geç battığını nasıl gösterecekti? İki farklı yerdeki gökbilimcilerin birbirleriyle iletişime geçmesini sağlayacak telgraf telleri yoktu. Bir yerden başka bir yere taşınabilecek bir kronometre ya da saat; zaman tutmak için güvenilebilir başka bir buluş yoktu. Ancak Batlamyus’un zekâsı, iki yerdeki günbatımı zamanının karşılaştırılmasına olanak tanıyan gayet tatmin edici bir yönteme işaret etti. Çok daha erken dönemlerden beri bilinen, Ay’ın ışığını tamamen Güneş’ten aldığı gerçeğinden haberdardı. Ay tutulmasının, Dünya’nın araya girip Güneş’ten gelen ışığı kesmesinden kaynaklandığını da biliyordu. Bu yüzden Dünya düzse Ay tutulması, Dünya üzerinde Ay’ın görülebildiği her yerde, aynı anda başlayan bir olay olmalıydı. Böylece Batlamyus, çeşitli bölgelerden farklı gözlemcilerin Ay tutulmasının başlangıcını kaydettiği yerel zamanları bir araya getirdi. Batıdaki gözlemcilerin, İskenderiye’den ne kadar uzaktalarsa o kadar erken bir zamanı yazdığını fark etti. Öte yandan, doğudaki gözlemciler ise İskenderiye’de gerçekleşenden daha geç bir saati işaret ediyordu. Bu gözlemciler onlara anlık olarak gelen bilgiyi kaydettiklerinden bunun tek yorumu olabilirdi, bir yer ne kadar doğudaysa o yerin zamanı o kadar geçti. Bir enlem paraleli üzerinde birkaç gözlemci olduğunu varsayalım. Bunların her biri günbatımını saat altı olarak not almış olsunlar; böylece, doğudaki zaman batıdakinden daha önde olacağından, A konumunda saat öğleden sonra 6 iken, yeteri kadar batıda olan B konumunda saat 5 olacaktır. Böylece, A’daki gözlemci için gün batarken, B’deki gözlemci için henüz günbatımı saati gelmemiş olacaktır. Bu da günbatımının Dünya üzerindeki her yerde aynı anda gerçekleşmediğini kanıtlamaktadır. Ancak biz biliyoruz ki Dünya düz olsaydı, günbatımı tüm konumlarda aynı anda gerçekleşirdi. Bu yüzden Batlamyus günbatımının farklı bölgelerde farklı zamanlarda gerçekleştiğini kanıtladığında, Dünya’nın da düz olmadığını kesin olarak kanıtlamış oldu.
Aynı savlar Batlamyus’un bizzat bulunduğu ya da gerekli bilgileri edindiği her yerde geçerli olduğundan Dünya aslında, sonsuz okyanuslarla çevrili düz bir kara parçası değil, bir küre olmalıydı. Bu, korkunç bir çıkarımı da beraberinde getiriyordu. Ortada bu küreyi ayakta tutacak bir destek olmadığı aşikârdı; bu yüzden bu kocaman cisim, basbayağı uzayda dengede duruyordu. Bu, yalnızca duyu verilerine güvenen ve düşünsel yorumlamaya yer vermeyen kanıtlar arayan herhangi biri için şaşılacak bir buluştu. Olağan deneyimlerimize göre, uzayda yani mekânda destek olmadan dengede duran bir cismin varlığı saçma geliyor. “Düşmez mi?” diye sorarız hemen. Evet, deneyi nerede yaparsak yapalım dengede durmayı sürdüremezdi tabii ki. Ancak, uzayda aşağı ve yukarı kavramlarının olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bir cismin aşağı doğru düştüğünü söylemek aslında az çok, o cismin Dünya’nın merkezinin olabildiğince yakınına düşmeye çalıştığını söylemek anlamına geliyor. Uzayda ise cismin öncelikli olarak hareket etmeye yelteneceği bir yön yok. Bu, Yeni Zelanda’nın üzerine bırakılan bir taşın Dünya’nın merkezine olan yolculuğunda, olabildiğince bizim yarımküremizin üstüne doğru düşmeye çalışacağı anlamına geliyor. Peki ya her yerin eşit olarak aşağı, eşit olarak da yukarı olduğu uzayda Dünya neden dengede durmasın ki diye düşündü Batlamyus. Bu akıl yürütme ile de aşağısı, yukarısı ve tüm tarafları parlayan yıldızlarla çevrili olan Dünya’nın uzayda serbestçe süzülen küresel bir cisim olduğu sonucuna vardı.
Bu büyük gerçeğin algılanması, insan idrakinin kademeli gelişiminde dikkate değer bir çığır açılmasını sağlıyor. Şüphesiz ki bilginin ardındaki diğer filozoflar da bu temel gerçeğe olabildiğince yakın bazı savlar öne sürmüş olabilirler. Ancak takdir etmemiz gereken kişi Batlamyus, çünkü yalnızca bu gerçeği ilan etmekle kalmadı, aynı zamanda onu mantıklı ve açık örneklerle ispatladı. Zihnimizi, bu gerçeğe aşina olmadığımız zihinsel bir duruma geri döndüremeyiz. Ancak bunu hayal edebiliriz, Dünya’nın sonsuz uzunlukta düz bir açıklık olduğunu düşünen kişi için küresel bir Dünya’nın üzerinde yaşadığına inanmak zorunda kalması, zihinsel bir sarsıntıdan farksız olacaktı; üstelik bir de bu küre, gökyüzünün sonsuz küreleri içinde yalnızca küçük bir parçadan ibaretse.
Batlamyus’un yıldızların hareketlerinde gördüğü şey onu, yıldızların kocaman bir küre içine eklenmiş parlak noktalar olduğu sonucuna götürdü. Yıldızları taşıyan bu kürenin hareketleri yalnızca Dünya onun merkezinde bulunuyorsa uyumlu oluyordu. Yıldızların görünen parlaklığını gözlemleyen gözlemcilerin yerlerinin değişmesi durumunda ortaya çıkan, gözlemlenmesi mümkün olmayan sonuç, gökkubeyle kıyaslandığında yerküremizin boyutlarının son derece önemsiz olduğunu açıkça ortaya koydu. Aslında Dünya, yıldızları da içine alan kocaman küreye kıyasla, küçücük bir kum tanesi sayılabilirdi.
Bu keşifle insan bilgisinde gerçekleşen devrim o denli büyüktü ki Batlamyus’un hak ettiği üne kavuşunca afallayarak çalışmasını bir adım öteye taşıyamaması bizleri çok şaşırtmamalı. O adımı da atabilse bu Dünya’nın gökkubedeki yeriyle ilgili büsbütün anormal düşünce tarafından esir alınmış insan idrakini, on dört asırlık esaret zincirlerinden kurtarabilirdi. Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların her gün doğması, her gün tekrarlanan muhteşem bir geçitle gökyüzünde ilerlemesi, rotalarının sonuna gelince de beklendiği gibi batması birkaç açıklama gerektiriyordu. Sabit yıldızların yıllar, çağlar geçse de karşılıklı mesafelerini koruması Batlamyus’a göre bu yıldızları içeren ve yüzeyinde yıldızların sabit olduğuna inandığı kürenin her gün Dünya’nın etrafını döndüğünü kanıtlıyordu. Tüm bu doğup batma olaylarını bununla açıklıyor, bizim küremizin ise hareketsiz olduğu varsayımını ileri sürüyordu. Muhtemelen bu varsayım Batlamyus’un kendisine bile korkutucu gelmişti. Dünya’nın devasa bir cisim olduğunu biliyordu; ancak ne kadar büyük olursa olsun gökkubbeye kıyasla çok küçük bir parçadan ibaret olduğunun da farkındaydı; buna rağmen, bu hareketleri yapanın gökkubbenin ta kendisi olduğuna inandı ve diğer insanları da buna inandırmayı başardı.
Batlamyus şahane bir geometriciydi. Güneş’in, Ay’ın ve sayısız yıldızın doğup batmasının farklı bir yolla da açıklanabileceğini biliyordu. Dünya, gökkubbenin merkezinde dengedeyken, her gün daima aynı şekilde dönse tüm doğma ve batma olayı tamamen açıklanmış olurdu. Bu, gerçekten de biraz düşünüldüğünde apaçık ortaya çıkıyor. Gökkubbenin merkezinde bulunan Dünya’nın üzerinde durduğunuzu varsayalım. Başınızın üstünde yıldızlar var ve gökyüzündeki cisimlerin yarısı görünüyor, diğer yarısı ise ufkunuzun altında. Eğer herhangi bir kutup noktasında değilseniz Dünya döndükçe başınızın üstündeki yıldızlar değişecek, yeni yıldızlar görüş alanınıza girecek ve diğerleri yok olacak, çünkü hiçbir zaman kürenin yarısından fazlasını göremeyeceksiniz. Bu durumda gözlemci, bazı yıldızların yükseldiğini, diğerlerinin ise battığını söyleyecek. Bu yüzden elimizde birbirinden iki farklı yöntem var, bunların her ikisi de günlük hareketin gözlemlenen gerçeklerini tamamıyla açıklıyor. Bu varsayımlardan bir tanesi, Dünya merkezde sabit haldeyken, yıldızlar ve diğer gökcisimleriyle birlikte görünmez bir eksen üzerinde daima dönen göksel küreye ihtiyaç duyuyor. Diğer varsayımda ise devasa göksel küre sabitken kürenin merkezindeki Dünya, biraz önce bahsettiğimiz göksel kürenin döndüğü eksende dönüyor, ancak tam tersi yönde; böylece bir turu, değişmeyen bir hızla yirmi dört saatte tamamlıyor. Batlamyus, bu varsayımlardan herhangi birinin gözlemlenen gerçekler için yeterli olduğunu bilecek kadar iyi bir matematikçiydi. Ancak yıldızların hareketi, onları gözlemleyebildiği kadarıyla, bu görüşlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu söyleyebilme şansını Batlamyus’a tanımadı.
Bu sebeple Batlamyus, dolaylı düşünme yöntemlerinin rehberliğine başvurdu. Bu varsayımlardan birinin doğru olması gerekiyordu; ancak her ikisinin de kabul edilmesi yanında büyük zorluklar getirecek gibi duruyordu. Batlamyus’un başlıca meziyetlerinden biri, karşılaştırıldığında Dünya’nın bile gerçekten önemsiz kalacağı devasa bir gökkubbe öne sürmesiydi. O zaman, eğer bu devasa küre her yirmi dört saatte bir dönüyorsa, içindeki bazı yıldızların o kadar hızlı hareket etmesi gerekiyordu ki bu hemen hemen imkânsız görünüyordu. Bu yüzden diğer seçeneği benimseyip günlük hareketin Dünya’nın dönüşü tarafından olduğunu kabul etmek çok daha kolay gözükebilirdi. Ancak Batlamyus’un karşısına bu sefer, tıpkı hayal gücünü kullandığı diğer tüm olaylardaki gibi, en ağır türden engeller çıktı. Duyularımızın öne sürdüğü kanıtlara göre Dünya hareket falan etmiyordu. Belki de Batlamyus bu karşıt savı, zihnimizin böyle durumlarda duyularımızın beyanını esas aldığını ve gerçekleri duyularımızın üstüne kuran yorumlama yeteneğine bağlı kalınması gerektiğini düşünerek savuşturmuş olabilir.
Ancak başka bir itiraz, ona en zorlu anlardan birini yaşatmış gibi görünüyor. Eğer Dünya dönüyorsa bile havanın bu hareketle bir ilgisi olmadığı, bu yüzden sabit bir atmosferin içinde dönen Dünya’nın, insanlığı güçlü rüzgârlarla yeryüzünden atacağı tartışılıyordu. Her ne kadar havanın da yeryüzü ile birlikte taşındığını düşünsek de Batlamyus bu durumun havada asılı kalan herhangi bir cisim için geçerli olmayacağını düşündü. Bir kuş, ağacın üstüne tünediği süre boyunca yeryüzünün hareketiyle birlikte taşınabilirdi, ancak kanatlandığı sırada yeryüzü altından o kadar hızlı bir şekilde kayardı ki yere konana kadar kendisini, bir kırlangıçın ya da bir güvercinin aynı sürede seyahat edebileceği mesafeden on kat daha uzak bir mesafede bulurdu. Bu üstü kapalı sanrının bir benzeri hâlâ zaman zaman ortaya çıkıyor. Bir zamanlar çok muhteşem türde bir balon yolculuğunun öne sürüldüğünü hatırlıyorum. Aynı eksendeki herhangi bir yere ulaşmak isteyen yolcu yalnızca balonla yükselecek, Dünya’nın dönüşü ise ulaşmak istediği noktayı doğrudan balonun altına getirecek, bu esnada yolcu gazı dışarı verecek ve aşağı inecekmiş! Batlamyus, böyle bir gezinin son derece gülünç olduğunu bilecek kadar doğa felsefesi biliyordu; hava ve yeryüzü arasında bu hareketin öne sürdüğü gibi keskin bir geçiş olmadığının farkındaydı. Ona göre kaçınılmaz olan, eğer bir dönüş hareketiyle yeryüzü hareket ediyorsa böylesi bir durumda havanın geride kamasıydı. Ancak onun zamanlarında hareketin kanunlarına ilişkin kesin kavramlar yoktu.
Batlamyus, göksel cisimlerin çalışması konusunda her ne kadar azimli olsa da yerküredeki cisimlerin hareketi konusuna kendini bariz bir şekilde adayamamış. Gerçekten de Batlamyus kadar zeki olmayan bir filozofu ikna dahi edebilecek basit deneyler, Dünya dönüyorsa havanın da ona eşlik etmesi gerektiğini gösterebilirdi. Bir atın üzerinde dörtnala koşan bir binici, havaya bir top fırlatırsa top tekrar eline düşer; tıpkı onu sabit bir şekilde dururken attığı gibi. Aslında top, yatay harekete katılıyor, böylece oradan geçen birinin gözlemleyebileceği gibi eğimli bir yol izliyor; ancak topun hareketi binicinin kendisine yalnızca yukarı ve aşağı olmak üzere düz bir çizgide gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Bu gerçek, tıpkı buna benzer diğerleri gibi, Dünya bir dönüş hareketine sahipse onu çevreleyen atmosferin de bu harekete katıldığını açık bir şekilde gösteriyor. Batlamyus bunu bilmiyordu, bu yüzden sonuç olarak Dünya’nın dönmediği fikrine vardı. Bu yüzden gökküre gibi devasa bir cismin her yirmi dört saatte bir dönüşünün kesinlikle olanaksız olmasına rağmen, bu olanaksız dönüşün gerçekleştiğine inanmaktan başka bir çaresi de kalmamıştı. Böylece Batlamyus, sisteminin esas temeli olarak göksel kürenin merkezinde konumlanmış bir Dünya fikrini öne sürdü; bu gökkubbe her yöne doğru o kadar geniş mesafelere uzanıyordu ki çapları kıyaslandığında Dünya’nınki belirsiz bir nokta kadar kalıyordu.
Batlamyus, Dünya’nın dönüşünü böylelikle kasten reddettikten sonra, tamamen hatalı başka varsayımlarda da bulundu. Onun için, her bir yıldızın göklerdeki dönüşünü tamamlamak için tamamen aynı süreye ihtiyaç duyduğu kolayca görünüyordu. Her ne kadar bu noktadaki düşünceleri şu an gerçek olarak kabul ettiklerimizin yakınından geçmese de Batlamyus, bu yıldızların Dünya’dan muazzam uzaklıklarda olduğunu da biliyordu. Eğer yıldızlar farklı uzaklıklarda olsaydı o zaman dönüşlerini aynı süre içinde tamamlamaları tam anlamıyla imkânsız olurdu. Bu yüzden Batlamyus, hepsinin aynı uzaklıkta olduğu ve hepsinin göksel kürenin yüzeyinde bulunduğu sonucuna vardı. Her ne kadar hatalı olsa da bu görüş, takımyıldızların bulunduğu yeri asırlar boyunca koruduğu gerçeğiyle örtüşüyordu. Böylelikle Batlamyus, tüm bu yıldızların küresel bir yüzeyde sabit olduğu sonucuna vardı; ancak yıldızları bir mücevher gibi taşıyan bu muhteşem tesisin nasıl bir maddeden oluştuğunu bizlere söylemedi.
Fakat bu iddiayı hemen absürt olarak nitelendirmemeliyiz. Yıldızlar, kürenin yüzeyinde uzanıyormuş gibi gözüküyorlar, bu sırada gözlemci de merkezde; bu durum gökyüzünün yalnızca teknik imkânları olmayan gözlemciye sunduğu bakış açısı değil, aynı zamanda günümüzdeki en deneyimli gökbilimciye de bu bakış açısını sunuyor. Şüphe yok ki bu gökbilimci, yıldızların çok farklı uzaklıklarda olduğunu biliyor, bazı yıldızların diğerlerinden on kat, yüz kat ya da bin kat daha uzak olduğunun farkında. Yine de yıldızlar, gökbilimcinin gözüne bir kürenin yüzeyindeymiş gibi görünüyor, yıldızların nispi konumlarının ölçümlerini de o yüzey aracılığıyla yapıyor. Gerçekten de gözlemevlerinde gerçekleştirilen kesin gözlemlerin neredeyse çoğunun yıldızların yeriyle alakalı olduğu söylenebilir. Gerçekte öyle olduklarından değil, göksel bir küreye yansıtılmış gibi göründüklerinden. Bu düşünceyi de Batlamyus’un zekâsına borçluyuz.
Bu muhteşem filozof, Dünya’nın kürenin merkezinde yer alması gerektiğini büyük bir ustalıkla gösteriyordu. Durum böyle olmasaydı, her yıldızın yaptığı gibi müthiş bir istikrarla hareket ediyormuş gibi görünmeyeceğini ki yıldızı yıldız yapan şeyin de bu hareket olduğunu öne sürüyordu. Tüm bu düşünceleri için, Dünya’nın sabitliği gibi temel bir hususta büyük bir hata yapsa da Batlamyus’un zekâsına çok derin bir hayranlık duymaktan başka bir çaremiz yok. Batlamyus, benzer başka bir hatalı düşünce daha öne sürmüştü. Dünya’nın, çevresinden izole bir cisim olduğunu göstermişti, buna göre aslında hareket kabiliyeti var demekti. Kendi etrafında dönebilir ya da bir yerden başka bir yere hareket edebilirdi. Batlamyus’un Dünya’nın dönmediğini kasten kabul ettiğini biliyoruz; çünkü kabul etmese daha zorlu bir sorunla karşı karşıya kalacaktı: Dünya herhangi bir yer değiştirme hareketi yapıyor muydu yoksa yapmıyor muydu? Dünya’ya herhangi bir hareket atfettiğinde bunun, daha önce ulaştığı gerçeklerle uymayacağı sonucuna vardı. Batlamyus, Dünya’nın göksel kürenin merkezinde olduğunu öne sürdü. Eğer Dünya bir harekete sahip olsaydı her zaman aynı noktada duramazdı, böylece kürenin başka bir kısmına kayması gerekirdi. Ne var ki yıldızların hareketi bu olasılığın önüne geçti, yani Dünya dönüş hareketinden yoksun olduğu gibi, herhangi bir yer değiştirme hareketinden de yoksundu. Rasyonel düşünce temellerine sahip Batlamyus bile Dünya’nın sabitliği konusunda kendini böyle ikna etti, çünkü olağan duyularıyla algıladığı şey buydu.
Filozofların toplumsal iddialara karşı verdiği mücadele çok ender rastladığımız bir şey değil, ancak bu mücadele tıpkı Batlamyus’un araştırmalarındaki gibi gerçekleştiğinde, yani toplumsal iddialar felsefi araştırmayla desteklendiğinde, bu iddialar böylece en yüksek yetkinin mührünü taşır hale geliyor, böylesi savların yanlışlanması da çok daha zor bir hal alıyor. Batlamyus’un çalışmalarının insan zekâsına daha önce bahsettiğimiz uzun dönem boyunca hâkim olduğu gerçeğini belki bu şekilde açıklayabiliriz.
Şu âna dek yalnızca gökcisimlerinin başlıca hareketlerinden bahsettik, bunu da tüm kürenin yirmi dört saatte bir dönüyormuş gibi göründüğünü söyleyerek yaptık. Şimdi ise Batlamyus’un Ay’ın aylık hareketini, Güneş’in yıllık hareketini ve “gezgin yıldızlar” unvanını kazanan gezegenlerin döngüsel hareketlerini açıklamaya çalıştığı çarpıcı teorilerine bir bakalım.
Tıpkı diğer gökbilimciler gibi, dolaylı ya da doğrudan, bu hareketlerin dairesel olması gerektiğine ya da dairesel hareketlerle açıklanabileceği fikrine kapılan Batlamyus’a göre Ay’ın yıldızlar arasında izlediği yol Dünya’nın merkezde bulunduğu bir çemberdi. Yıllık dönemde benzeri bir hareketi Güneş’e atfetmişti, çünkü mevsimler değiştikçe takımyıldızlarının pozisyonları değişiyordu; yani her ne kadar parlak ışığı gündüz vakti etrafındaki yıldızları görmemizi engellese de Güneş’in göksel kürede bir tur attığına kuşku yoktu. Böylece Güneş’in ve Ay’ın hareketleri, göksel kürenin günlük dönüşü de hesaba katıldığında, tüm gökcisimlerinin hareketlerinin “kusursuz” olduğu düşüncesini destekliyor gibi görünüyordu ki bu gökcisimleri de çemberlerin içinde düzgün sınırlarıyla, yani kusursuz eğimleriyle betimleniyorlardı.
Gelgelelim en basit gözlemler bile gezegenlerin hareketlerinin bu yalın anlayışla açıklanamadığını gösterdi. Tam burada Batlamyus’un geometri dehası devreye girdi ve gezegenlerin görünen hareketlerini açıklayabileceği bir şema buldu.
Batlamyus’un akıl yürütmesini anlayabilmek için gelin önce bu gözlemlerle elde edilen, açıklama gerektiren olguları açıkça belirtelim. Bilhassa iki gezegeni, Venüs ve Mars’ı ele alacağım; çünkü bu gezegenler iç ve dış gezegenlerin tuhaflıklarını sırasıyla en çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor. En basit gözlem bile Venüs’ün gökte Güneş ve Ay gibi dönmediğini gösterir. Batıda günbatımından sonra ortaya çıktığı sırada, en parlak olduğu o anda akşam yıldızına bir bakın. Venüs’ün, yıldızların arasından Güneş veya Ay gibi doğuya gitmek yerine her geçen hafta Güneş’e doğru çekildiğini görürüz, ta ki Güneş ışınları içinde kaybolana kadar. Aslında Venüs’ün, yıllık hareketi sırasında Güneş’e eşlik ettiği gayet açıktı. Belli bir uzaklığa kadar Güneş’e doğru ilerliyor, aynı mesafeyi katederek Güneş’in gerisine doğru geliyordu.


Batlamyus’un gezegenler şeması

Bu hareketler, kusursuz sayılan tek bir hareket rotasını takip eden Venüs’ün hareketleriyle tamamen uyumsuzdu. Bu hareketin, Güneş’in dönüşüyle tuhaf bir biçimde bağlantılı olduğu çok açıktı, Batlamyus’un bu hareketi açıklamak için ileri sürdüğü dâhiyane yöntem ise şu oldu: Dünya’dan Güneş’e uzanan sabit bir kol düşünün, tıpkı şekilde gösterildiği gibi; böylece bu kol, Güneş’in hareketinin bir sonucu olarak daima aynı şekilde hareket edecek. Bu kol üzerindeki P noktasında küçük bir çemberin olduğunu varsayalım. Çemberin kendisi Güneş’in hareketi tarafından sürekli taşınırken Venüs’ün bu küçük çemberde döndüğü farz ediliyordu. Bu şekilde Venüs’ün esas gariplikleri için bir açıklama yapmak mümkün oluyordu. Bu yolla gerçekleşen şey: P etrafındaki dönüşün bir sonucu olarak, Dünya üzerindeki gözlemci Venüs’ü bazen Güneş’in bir tarafında, bazen de diğer tarafında görecek, böylece gezegen sürekli Güneş’in etrafında kalacak. Bu küçük buluş, hareketleri düzgün bir şekilde oranlayarak gündüz yıldızından akşam yıldızına olan bağlantıyı kurdu. Böylece Venüs’ün değişiklikleri, Dünya etrafında düzgün biçimde dönen P’nin “kusursuz” hareketi ve hareket eden merkezin etrafında düzgün biçimde dönen Venüs’ün “kusursuz” hareketini birleştirerek açıklandı.
Tam olarak benzer bir tutumla Batlamyus, Merkür için de düzensiz görünen bir açıklama öne sürdü. Güneş’in bir o yanında, bir diğer yanında olan ve nadir görünen bu gezegen tıpkı Venüs gibi bir çember üzerinde hareket ediyordu ki bu çemberin de merkezi Güneş’i ve Dünya’yı bağlayan bir çizgi tarafından taşınıyordu. Ancak Merkür’ün üzerinde döndüğü çember, Venüs’ün çemberine kıyasla daha küçük olmalıydı; çünkü Merkür, Venüs’e kıyasla Güneş’e hep daha yakında duruyor.


Batlamyus’un teorisine göre Mars’ın hareketi

Mars gibi bir dış gezegenin hareketleri de iki kusursuz etkinin bağlantısı kullanılarak açıklanacaktı. Yine de Mars’ın geçirdiği değişimler, Venüs’ün hareketlerinden çok farklı; bu yüzden çemberlerin oldukça farklı konumlandırılması gerekiyordu. Mars gibi bir dış gezegenin hareketlerini niteleyen gerçekleri bir düşünelim. Öncelikle Mars, gökyüzünde bir tam tur atıyor. Bu açıdan kuşkusuz Güneş veya Ay’a benzediği söylenebilir. Ancak azıcık dikkat, gezegenin hareketinde olağanüstü düzensizlikler olduğunu ortaya çıkarıyor. Genel olarak bahsedecek olursak Mars, yıldızlar arasındaki yolculuğunda batıdan doğuya doğru hızlanır; ancak bazen gözlemci bu hızın azaldığını sonraysa gezegenin sabit bir pozisyonda kaldığını görür. Birkaç gün sonra gezegenin izlediği yön tersine döner ve bu kez gezegen, doğudan batıya doğru hareket eder. En başta yavaşça hareket eder fakat sonra hızlanır, belli bır hıza ulaşmasının ardından ikinci kez sabit bir pozisyona geçer. Kısa süren bir duraksamadan sonra batıdan doğuya olan esashareketi devam eder, benzer değişim döngüsü tekrar ortaya çıkana kadar gezegen bu şekilde yol alır. Bu tür hareketler, Dünya etrafındaki tek bir çemberde meydana gelen herhangi bir kusursuz harekete göre büyük değişiklikler gösteriyordu. Burada ise yine Batlamyus’un geometri zekâsı ona, Mars’ın görünen hareketini açıklayacak, aynı zamanda da bu hareketi çok gerekli gördüğü kusursuz hareketlerle sınırlayacak bir çıkış yolu sağladı. Şekil 2’de Batlamyus’un Mars’ın hareketine ilişkin geliştirdiği teoriyi ortaya koyduk. Tıpkı önceden olduğu gibi merkezde Dünya var, Güneş ise o merkezin etrafında dairesel yörüngesi üzerinde. Şimdi, M noktasıyla işaretlenmiş yerde, Dünya etrafında yer alan ve adına yörünge denen bir çemberin üzerinde düzgün bir biçimde dönen hayali bir gezegen olduğunu varsayalım. Kusursuz harekete sahip M noktası, M’le birlikte taşınan bir çemberin merkezini oluşturuyor, etrafında da Mars’ın düzgün biçimde döndüğü çember yer alıyor. Bu iki kusursuz hareketin, Mars’ın gökyüzünde gerçekleştirdiği yer değiştirmenin aynısını gerçekleştireceğini ortaya koymak ise kolay. Şekilde belirtilen pozisyonda Mars hiç şüphe yok ki gözlemciye batıdan doğuya doğru görünen bir hareket yolu izleyecek. Gezegen R pozisyonu gibi bir pozisyona döndüğünde, tıpkı okun gösterdiği gibi, bu kez hareket eden çemberdeki dönüşü dolayısıyla doğudan batıya doğru hareket ediyormuş gibi görünecek. Öte yandan tüm çember, tam tersi yönde ileri taşınacak. Eğer sonraki hareket öncekinden daha yavaş olursa o zaman Mars’ın gökyüzünde izlediği hareket açıklanabilir. Bu kolların uzunlukları düzgün bir biçimde ayarlandığında gezegenlerin hareketleri tıpkı gözlemlendiği şekliyle açıklanabilir.
Batlamyus’un aşina olduğu diğer dış gezegenler, Jüpiter ve Satürn de Mars’ın karakteristik hareketiyle aynı hareketleri sergiliyorlar. Batlamyus, her gezegenin kendi çemberinde kusursuz bir dönüşe, her çemberin de merkezde bulunan Dünya etrafında kusursuz bir harekete sahip olduğunu öne sürerek tüm bu hareketleri açıklamada başarılı oldu.
Batlamyus’un bir adım daha ileri gitmemesi bir açıdan tuhaf, bunu yaparak sistemine muhteşem bir basitlik kazandırabilirdi. Örneğin Venüs’ün hareketlerini, hareket eden çembere Güneş’in kendisini koyarak da açıklayabilirdi, böylece Venüs’ün döndüğü çemberi de genişletmiş olurdu. Aynı zamanda dış gezegenlerin katettiği çemberlerin merkezine de Güneş’i alabilirdi. Gezegen sistemi böylece; merkezde sabit bir Dünya, onun etrafında munzatam bir şekilde dönen Güneş, Güneş’in merkezde bulunduğu kendilerine ait çemberler üzerinde dönen gezegenlere sahip olurdu. Belki de Batlamyus bunu düşünemedi ya da buna karşı olan iddialarla karşılaştı. Ancak bu önemli adım Tycho tarafından atıldı. O, tüm gezegenlerin Güneş etrafındaki çemberlerde döndüğünü, tüm bu yörüngeleri sırtlayan Güneş’in de Dünya’nın etrafındaki kocaman bir çemberde döndüğünü ileri sürdü. Bu noktaya gelindikten sonra Güneş Sistemi’nin yapısı hakkındaki muhteşem gerçeklere ulaşmak yalnızca bir adım alacaktı. O son adım, Kopernik tarafından atıldı.

Kopernik

Kopernik

Vistül Nehri üzerinde yer alan ilginç kasaba Toruń, Kopernik orada 19 Şubat 1473’te doğduğunda iki yüzüncü yaşını doldurmuştu. Bu kasaba, Prusya ve Polonya arasında bir sınır oluşturuyordu ve nehrin sağladığı geniş su yolları kasabayı önemli bir ticaret merkezi haline getirmişti. Kopernik’in doğduğu zamanlardan kasabanın bir görüntüsüne bu kitapta yer verdik. Gözlem kuleleriyle donatılmış duvarlara dikkat edilmesi gerekir. Konumunun Toruń’a on beşinci asırda sağladığı stratejik önem de kayda değerdir, o kadar ki Alman idaresi son zamanlarda bu kasabayı birinci sınıf bir kale olarak seçmişti.
Buluşlarıyla Kepler ve Newton’ın öncüsü olan gökbilimci Kopernik, belli başlı erken dönem gökbilimcilerin aksine asil bir aileden gelmiyordu, çünkü babası bir tüccardı. Yine de tarihçiler, dikkat göstererek Kopernik’in amcalarından birinin bir piskopos olduğunu söylüyor. Büyük bir üne kavuşan diğer isimler için de çoğunlukla geçerli olduğu üzere onun da çocukluğu veya gençliği hakkında ilgi çekici detaylara sahip değiliz. Öyle görünüyor ki genç Nikola, ki bu vaftiz adıydı, Kraków Üniversitesi’ne gönderilecek yeterliğe sahip olduğuna kanaat getirilene kadar eğitimini evinde almış. O günlerde orada gördüğü eğitim muhtemelen oldukça basit bir eğitimdi, ancak Kopernik bu eğitimden fazlaca yararlanmış görünüyor. Kendini bilhassa tıp çalışmalarına adamıştı, çünkü hayatı boyunca bir meslek olarak bunu yapma niyetindeydi. Fakat geleceğin gökbilimcisinin eğilimleri, matematikteki yoğun çalışmasında kendini gösterdi; ayrıca kendisinden sonra gelen ünlü takipçisi Galileo gibi o da resim sanatına karşı büyük bir ilgi duyuyordu, hatta bu konuda belli bir başarı da elde etmişti.


Torun Kasabası (eski bir baskıdan)

Yirmi yedi yaşına geldiğinde Kopernik, bir hekim olma fikrinden vazgeçti, böylece kendini bilime adadı. Matematik öğretmekle meşgul oldu, hatta bu alanda belli bir üne de kavuştu. Gitgide büyüyen şöhreti piskopos amcasının dikkatini çekti ve onun önerisiyle Kopernik takdis merasimine katılarak Vistül Nehri ağzı yakınlarındaki Frauenburg Katedrali’n-de rahipliğe başladı.
Böylece Frauenburg’a giden çok yetenekli bu adam emekli oldu. Bir tür münzevi ruh haline büründü ve hayatını en önemli tasvirlerin çalışmalarına adamaya karar verdi. Tüm alelade topluluklardan kendini soyutladı ve samimiyetini yalnızca tanıdığı önemli dostlarıyla sınırladı, işe yaramayan türden herhangi bir muhabbete katılmayı reddetti. Öyle görünüyor ki resim sanatına olan yeteneği uçarı olarak görülmüştü, her ne olursa olsun üretmeye devam edip etmediğini ise bilmiyoruz. Dini görevlerini yerine getirmeye ek olarak hayatının bir kısmını yoksulların medikal ihtiyaçlarıyla ilgilenerek, bir kısmını da gökbilim ve matematik üzerinde araştırma yaparak geçiriyordu. Gökyüzünü gözlemlemek için kullandığı araçlar ekipman açısından çok yetersizdi. Allenstein’daki evinin duvarlarına delikler açmıştı, böylece bir yıldızın meridyen üzerindeki geçişini gözlemleyebiliyordu. Pratik mekanizmalarla ilgili yeteneği, Frauenburg’un sakinleri tarafından kullanılmak üzere nehirden çekilen suyu yükseltmek için inşa ettiği araçla kanıtlanmış oldu. Bu makinenin kalıntıları hâlâ görülebilir.
Ortaçağ süresince uyuyan zihinler, Kopernik’in devrimsel savları ile uyanacaktı. Dikkate değer bir durum da Kopernik’in Güneş Sistemi şeması keşfinin, dünya tarihinde önemli bir döneme tesadüf etmesiydi. Bu büyük gökbilimci, Kolomb’un Yeni Dünya’yı keşfettiği sıralarda henüz reşit olmuştu.
Kopernik’in araştırmalarının yayımlanmasından önce ortodoks bilim anlayışı, Dünya’nın sabit olduğunu ve gökcisimlerinin görünen hareketinin aslında gerçek hareketler olduğunu deklare etmişti. Batlamyus, bu görüşü on dört asır önce öne sürmüştü. Bu teoride çok büyük bir hata, çok önemli gerçeklerle ilişkilendirilmişti; ayrıca gökcisimlerinin hareketlerini açıklama konusunda o kadar tutarlı bir şemayla sunulmuştu ki Batlamyus’un bu teorisi, Kopernik’in muhteşem çalışması ortaya çıkana kadar ciddi manada sorgulanmamıştı bile. Şüphesiz Kopernik’ten önce diğerleri, zaman zaman bir nebze akla yatkın olarak dönen sistemin merkezinde Dünya’nın değil de Güneş’in bulunduğunu gizliden gizliye düşünmüşlerdi. Fakat bilimsel bir gerçeği öne sürmek bir şey, mantıksal düşünce dizgesine sahip deney veya gözlem üzerine kurulmuş bir gerçeği tesis etmek başka bir şey. Görünüşe göre Pisagor da öğrencilerine hareketin merkezindekinin Dünya değil, Güneş olduğunu söylemişti; ancak Pisagor’un bu görüşünü dayandırdığı bilimsel bir temel olmadığı için bu savın ona atfedilmesi olanaksız. Şu âna kadar bildiklerimize göre Pisagor, gökcisimlerinin şemasını doğa felsefesindeki birçok abes kavramla ilişkilendiriyordu. Tabii ki Güneş Sistemi’nin en önemli cismi hakkında doğru bir sav ileri sürmüş olabilir, ancak bu doğru savı dayandıracak rasyonel bir kanıt öne sürmediği de kesin. Kopernik ise sıkı bir mantıksal düşünce akışı sayesinde, onu dinleyenleri sistemin merkezindekinin Güneş olduğuna ikna edebildi. Bizler için öne sürdüğü argümanları ele almak yararlı olabilir, çünkü bu argümanlar sayesinde zihin devrimi konusunun ismiyle hep bağlantılı olmasını sağladı.
Kopernik’in yaptığı muhteşem keşiflerden ilki, Dünya’nın kendi ekseni üzerinde dönmesiyle ilgiliydi. Genel günlük hareket, yani yıldızların ve diğer gökcisimlerinin her yirmi dört saatte bir gökyüzünde tamamen taşınıyormuş gibi görünmesi Batlamyus’a göre gerçek hareketlerdi. Daha önce de gördüğümüz gibi Batlamyus’un kendisi bile göksel küre gibi devasa bir sistemin bu şekilde dönmesini içeren varsayımda büyük bir problem olduğunu hissetmişti. Bu tür bir hareketin gerçekleşmesi için yıldızların çoğunun neredeyse algılanamaz hızlarda seyahat etmesi gerekiyordu. Kopernik de gökcisimlerinin günlük yükselişinin ve batışının, sabit bir Dünya etrafında dönen gökkubbe varsayımıyla ya da sabit bir gökkubbe içinde tersine dönen bir Dünya varsayımıyla açıklanabileceğini gördü. Batlamyus’un yaptığı gibi her iki varsayıma göre savlar üretti; çalışmalarının sonucu olarak ise Kopernik, Batlamyus’un bulduğu sonucun tersi bir sonuca ulaştı. Batlamyus, Dünya’nın döndüğü varsayımında çok fazla problem olduğunu düşünüp Dünya’nın döndüğünü reddetmek zorunda kalmıştı; Kopernik ise gökkubbenin döndüğü varsayımındaki problemlerin geniş ölçekte çok daha fazla olduğunu gördü.
Kopernik, gözlemlenen olguyu gökkubbenin dönüşüyle nasıl açıklayabiliyorsak Dünya’nın dönüşüyle de açıklayabileceğimizi gösterdi. Sakin suların üzerinde hareket eden gemideki insanlara atıfta bulundu, geminin kendisinin sabitmiş gibi göründüğüne dikkat çekip bu sırada kıyıdaki cisimlerin yanımızdan geçiyormuş gibi göründüğünü ima etti. Bu sebeple eğer Dünya muntazam bir şekilde dönüyorsa üzerinde yaşayanlar, kendi hareketlerinden habersiz bir şekilde, aslında Dünya’nın dönüşünün bir sonucu olan yıldızların yer değiştirmesini de başka bir şeye bağlayabilirlerdi.
Kopernik, Batlamyus’un Dünya’nın dönüşünü imkânsız olarak nitelendirmesine neden olan argümanların anlamsızlığını gördü. Ortada Dünya’nın dönüşüne karşı çıkacak herhangi bir haklı bir nedenin bulunmadığı Kopernik için gayet açıktı. Bu konudaki açık görüşlülüğü için bir doğa filozofu gibi düşünen Kopernik’in bilgeliğine minnettar olmalıyız. Dünya’nın döndüğü durumda bu harekete havanın katılmayacağı, bu sebeple de Dünya’nın korkunç rüzgârlar yüzünden yaşanılamaz bir yer olacağı, böylece hepimizin havaya uçacağı ileri sürülmüştü. Kopernik ise bu savın mantıkdışı olduğuna kendini inandırmıştı. Havanın, tıpkı sokakta yürüyen birinin bu hareketi sırasında onu sarmaya devam eden paltosu gibi, Dünya’ya eşlik etmesi gerektiğini kanıtladı. Böylece Dünya’nın hareketine karşı önceden öne sürülen iddiaların hepsinin saçmalık olduğunu gösterdi; bu sayede de günlük hareketi açıklamaya çalışan iki zıt görüşün akla yatkınlığını düzgün bir biçimde karşılaştırabildi.


Frauenburg (eski bir baskıdan)

Bu mesele bu şekilde ele alınınca sonuç çok geçmeden açığa çıkacaktı. Soru şu: Hangisi daha olası? Kocaman bir gökkubbenin merkezindeki bir kum kadar olan Dünya’nın her yirmi dört saatte bir dönmesi mi, yoksa tüm o geniş gökkubbenin tamamının yine yirmi dört saat içinde tersine doğru dönmesi mi? Tabii ki ilki çok daha basit bir varsayımdı. Ancak sorun aslında daha büyüktü. Batlamyus, tüm yıldızların bir kürenin yüzeyine iliştirilmiş olduğunu öne sürmüştü. Bu varsayımı için herhangi bir dayanak noktası yoktu; ancak eğer böyle düşünmeseydi sabit bir Dünya etrafında dönen göklerin bir şemasını çıkarması onun için imkânsız olurdu. Ne var ki bir filozofun içgüdülerine sahip Kopernik, gökkubbenin görünen olguyu temsil etmesinin geometrik bakış açısından dolayı uygun olduğunu, ancak bu kubbenin maddesel bir varlığının olamayacağını düşündü. En başta, böyle bir göksel kürenin maddi olarak var olması, tüm o yıldızların tam olarak Dünya’dan aynı uzaklıkta olması demek. Tabii ki kimse yıldızların bu düzene ya da başka gelişigüzel bir düzene sahip olabileceğinin imkânsız olduğunu söyleyemez, ancak ortada yıldızların neden aynı uzaklıkta olması gerektiğini söyleyen makul bir neden yoktu, dolayısıyla yıldızların bu şekilde konumlanmış olması da son derece olanaksız gözüküyordu.
Ayrıca hiç şüphe yok ki Kopernik, Batlamyus’un muhteşem küresinin nasıl bir madde kullanılarak inşa edilmiş olduğu konusunda da sorunlar görüyordu. Onun algısına sahip hiçbir filozof bunu gözden kaçırmazdı, küre sonsuz bir şekilde uzanmıyorsa dışında da bir alan olmalıydı, böyle bir düşünce de başka zor sorulara kapı açıyordu. Sonsuz olsun veya olmasın, gökkubbenin çapının Dünya’nınkinden on binlerce kat büyük olduğu açıktı. Kopernik bu düşünceler sonucu, yıldızların ve diğer gökcisimlerinin hepsinin de büyük cisimler olduğu gerçeğini öne sürdü. Böylece soruyu öyle bir şekle soktu ki bu soruya artık doğru cevaptan başka bir cevap verilemezdi. Hangisi daha mantıklı bir varsayımdı? Dünya’nın kendi ekseni etrafında yirmi dört saatte dönmesi mi yoksa aynı sürede Dünya’nın çapından on binlerce kat büyük çemberlerin üzerindeki on binlerce büyük yıldızın Dünya’nın etrafında dönmesi mi? Bariz cevap Kopernik’i öyle büyük bir baskının altına soktu ki Kopernik, Batlamyus’un sabit Dünya teorisini reddetmek zorunda hissetti; böylece gökyüzünün günlük hareketini, Dünya’nın kendi ekseni etrafındaki dönüşüne bağladı.
Bu büyük adım atıldığında anormal gökkubbe kavramının büyük sorunları da yok oldu, çünkü artık yıldızların Dünya’dan eşit uzaklıkta bulunduğu varsayılmayacaktı. Kopernik, bu yıldızların çok farklı uzaklıklarda bulunabileceğini fark etti, bazıları diğerlerinden yüzlerce hatta binlerce kat uzaklıkta olabilirdi. Gökkubbenin karmaşık yapısı ve maddesi sorunu da bütünüyle ortadan kalkarak yalnızca geometrik bir kavram olarak kaldı, gökkubbe şu anda yıldızların yerini belirlemek için kullandığımız işe yarar bir kavram. Kopernik sistemi tamamen öne sürdüğünce, anlamak için kabiliyeti ve yatkınlığı olan herhangi biri için karşı koymak imkânsızdı. Sabit Dünya görüşü, sonsuza dek yok olmuştu.
Dünya’nın durağanlığı fikrini bir kenara kaldıran gökcisimlerinin hareketlerine dair teorisini oluşturduktan sonra Kopernik, hareket eden bir Dünya’nın diğer gök olaylarının sebep olduğu problemleri ortadan kaldırıp kaldırmayacağını doğal olarak sorgulamaya başladı. Dünya’nın uzayda bir dayanak noktası olmadan durduğu evrensel olarak kabul edilmişti. Dahası Kopernik, Dünya’nın bir dönme hareketi yaptığını göstermişti. Kuramın ihtiyaç duyduğu tutarlılık böylece sağlanmıştı ve artık başka tür hareketleri de gerçekleştirebileceğini düşünmek de makul hale gelmişti. Bu konuda Kopernik, şimdiye kadar karşısına çıkan en zor problemden daha zor bir problemi çözmeye çalışacaktı. Günlük doğma ve batma hareketini Dünya’nın dönüşüne bağlayarak açıklamak görece kolay bir işti. Ancak, Batlamyus’un büyük bir başarıyla tasvir ettiği gezegensel hareketleri açıklamak çok zor bir meseleydi. Bu hareketler, Güneş’in etrafında dönen gezegenlerle açıklanabilirdi, ayrıca Dünya da bir gezegendi ve her yıl Güneş’in etrafında bir tam tur atıyordu.


Gezegensel hareketlerin açıklanması

Bu sayfada bulunan çizimle Kopernik’in muhteşem keşfi için sunduğu geometrik önermeleri detaylı bir şekilde aktarabilmemiz mümkün değil. Yalnızca birkaç temel prensipten bahsedebiliriz. Genel olarak şu kıstasları verebiliriz: Hareket halindeki bir gözlemci (eğer gerçeğin farkında değilse) etrafındaki sabit cisimlerin, hareket ettiği yönün tam tersine doğru, kendi hareketine eşit bir hızla hareket ettiğini düşünebilir. İleri doğru giden bir deniz yolcusu, kıyıdaki cisimlerin kendi hareketiyle eşit bir hızda tam tersine doğru hareket ediyormuş gibi göründüğünü gözlemler. Bu prensibi uyarlayarak, Batlamyus’un çemberleri kullanarak zekice tasvir ettiği gezegen hareketlerini açıklayabiliriz. Gelin, dış gezegen düzensizliklerinin en karakteristik niteliğini örnek olarak alalım. Daha önce zaten yıldızlar arasında normalde batıdan doğuya doğru ilerleyen Mars’ın zaman zaman duraksayıp bir süreliğine geriye doğru gittiği, sonra tekrar duraksayıp orijinal ilerleyişine devam ettiğinden bahsetmiştik. Kopernik, bu etkinin Dünya’nın gerçek hareketi ile Mars’ın gerçek hareketinin birleşimiyle ortaya çıktığını açıkça gösterdi. Yukarıdaki şekilde, Dünya ve Mars’ın Kopernik sistemine göre izlediği dairesel yolların bir kısmı gösteriliyor. Özellikle Dünya’nın doğrudan Mars ve Güneş’in arasına girdiği durumu seçtim, çünkü bu tür durumlarda retro hareketi (ki bu Mars’ın geri hareketinin bilimsel adı) en yüksek seviyede gerçekleşiyor. Mars, okla gösterilen yönde ilerliyor, Dünya da aynı yönde ilerliyor. Ancak biz Dünya üzerindeyken bu hareketin farkında değiliz ve biraz önce açıkladığım prensibe göre Mars’a eşit ve ters yönde bir hareket atfediyoruz. Mars’ın iki hareketi var, gezegenin üzerinde görünen izlenimler şunlar: Bir yönde ileri doğru gerçek bir hareket, bir de tam tersi yönde gerçekleşen görünür bir hareket. Eğer Dünya ve Mars aynı hızda ilerleseydi gerçek hareket ve görünen hareket birbirlerini nötrlerdi, böylece Mars, etrafındaki yıldızlara nispeten duruyormuş gibi gözükürdü. Bununla birlikte gösterilen gerçek durumda Dünya, Mars’tan daha hızlı hareket ediyor; bunun sonucu olarak da geriye doğru gerçekleşen görünen hareketin hızı, ileri yönde vuku bulan gerçek hareketi geçiyor ve sonuç olarak ortaya görünüşte retro hareket çıkıyor.
Dört dörtlük bir yeteneğe sahip olan Kopernik, gezegenlerin karakteristik hareketlerini açıklamak için aynı prensiplerin nasıl kullanılabileceğini gösterdi. Mantığı, gelen tüm karşıt savları yendi. Dünya’nın sistem içindeki yüce önemi yok oldu. Artık yalnızca gezegenlerden biriydi.
Aynı büyük gökbilimci şimdi, ilk kez, mevsim geçişlerine mantıklı bir açıklama da getirecekti. Daha muğlak gökbilimsel olaylar bile dikkatinden kaçmıyordu.
Muhteşem keşiflerini dünya ile paylaşmayı yaşlı bir adam haline gelene kadar erteledi. Çünkü çalışmalarının, bir muhalefet fırtınasına neden olacağına dair derin kaygıları vardı. Ama arkadaşlarının yalvarışlarına daha fazla karşı koyamadı ve kitabı baskıya gitti. Ancak kitap dünyaya açılmadan hemen önce Kopernik, ölümcül bir hastalığın pençesine düştü. Kitabın bir kopyası, 23 Mayıs 1543’te onun yanına getirildi. Kitabı görüp ona dokunabildiği söyleniyor; ancak fazlası yok. Sonrasındaki birkaç saat içinde de hayatını kaybetti. Hayatı boyunca yakın bir ilişki içinde olduğu Frauenburg Katedrali’ne gömüldü.

Tycho Brahe

Tycho Brahe

Gökbilim tarihinin şüphesiz en renkli simalarından biri, adı bu bölüme verilen büyük ve meşhur Danimarkalı gökbilimci. Tycho Brahe’nin hem gökbilime ilişkin dehasından hem de olağanüstü coşkun karakterinden bahsetmemek olmaz. Bir filozof olarak etkileyici kariyeri, Danimarkalı bir asil olarak ihtişama olan düşkünlüğü, heyecanlı arkadaşlıkları ve şiddetli çekişmeleri onu bir biyografi yazarı için ideal bir konu haline getirirken, gerçekleştirdiği muazzam gökbilimsel çalışmalar da ona ölümsüz bir şöhret sunuyor.
Tycho Brahe’nin yaşamı, şu an Armagh’daki gözlemevini yöneten başarılı gökbilimci Dr. Dreyer tarafından insanı hayran bırakan bir şekilde anlatıldı, ayrıca kendisi Tycho’nun bir hemşerisi. Danimarkalı bu muhteşem adamın hayatıyla ilgilenen herkes mutlaka ama mutlaka Dr. Dreyer’in çalışmalarına bir göz atmalı, çünkü kendisi bu konuda gerçek bir uzman. Tycho, asil bir soydan geliyor. Ailesi asırlar boyunca hem İsveç’te hem de Danimarka’da zenginlik içinde yaşadı, günümüzde bu ülkelerde onun soyundan gelenleri bulmak mümkün. Gökbilimcinin babası özel meclisin bir üyesiydi ve Danimarka hükümetinin önemli pozisyonlarında çalıştı, en sonunda Helsingborg Kalesi’nin yöneticiliğine terfi etti ve hayatının son yıllarını burada geçirdi. Meşhur oğlu Tycho, 1546 yılında doğdu; on kişilik bir ailenin ikinci çocuğu ve ilk erkek çocuğuydu.
Öyle görünüyor ki Tycho’nun babası Otto, George adında bir kardeşe sahipti ve George’un çocuğu olmuyordu. Fakat George, sevgisini sunabileceği ve mirasını devredebileceği bir erkek çocuğunu evlatlık olarak almak istiyordu. Otto evlendiğinde, iki kardeş arasında tuhaf bir anlaşma yapıldı. Otto’nun doğacak ilk erkek çocuğu, ebeveynleri tarafından, evlatlık olarak alınıp yetiştirilmesi için George’a teslim edilecekti. Bir süre sonra küçük Tycho dünyaya geldi ve George anlaşmanın yerine getirilmesi için çocuğu istedi. Ne var ki doğal olarak anlaşmanın yapıldığı sırada etkin olmayan ebeveynsel içgüdüler devreye girerek bu duruma engel oldu. Tycho’nun anne ve babası anlaşmadan geri çekildiler ve çocuğu vermek istemediler. George, kendisine kötü davranıldığını düşündü. Yine de bir yıl boyunca hiçbir şekilde şiddet içeren bir adım atmadı. Bu bir yılın sonunda Tycho’nun bir erkek kardeşi oldu. Bunun üzerine amca, hakkı olanı aldığı düşüncesiyle hiçbir vicdan azabı çekmeden (tıpkı anlaşmada ona söz verildiği gibi) ilk doğan erkek yeğenini kaçırdı. Bir süre sonra anne ve baba kaybı kabullendiler. Böylece geleceğin gökbilimcisinin çocukluğunu geçireceği ev, amcası George’un evi oldu.
Tycho’nun on üç yaşındayken Kopenhag Üniversitesi’ne girdiğini okuduğumuzda, sonradan dünyayı hayretler içinde bırakacak o muhteşem yeteneklerini o yaşlarda bile sergilediğini düşünebiliriz. Oysaki bundan böyle bir sonuç çıkarılmamalı. Çünkü o zamanlarda öğrencilerin, şimdikinden çok daha erken yaşta üniversitelere girmesi alışılmış bir şeydi. Tabii ki bu, o zamanın on üç yaşındaki çocukları şimdiki yaşıtlarından daha çok şey biliyorlardı demek değil. Ancak o zamanlarda üniversitelerde, şimdiki üniversite eğitiminden anladığımıza kıyasla çok daha temel bir eğitim veriliyordu. Buna bir örnek verecek olursak Dr. Dreyer, Wittenberg Üniversitesi’nde açılış konuşması yapan bir profesörün, gerekli çabayı gösteren her öğrencinin aritmetikte çarpma ve bölme işlemlerini öğrenilebileceğini belirttiğini anlatıyor.
Amcasının isteği, Tycho’nun bilhassa retorik ve felsefe üzerine eğitim almasaydı, çünkü bunlar bir devlet adamı olabilmek için gerekli meziyetlerdi. Her ne kadar parlak bir öğrenci olsa da Tycho, asıl ilgisini çeken şeyin metafiziğin incelikleri değil, gökcisimlerinin hareketleri olduğunu öğretmenlerine çok geçmeden, açık bir şekilde gösterdi.
21 Ekim 1560 tarihinde, Kopenhag’dan da kısmen gözlemlenebilen bir Güneş tutulması gerçekleşti. Her ne kadar genç bir çocuk da olsa Tycho, bu olaya muhteşem bir ilgi duydu. Durumla ilgili hevesi ve şaşkınlığı büyük oranda, gerçekleşen olgunun bu kadar kesin bir şekilde önceden tahmin edilebilmesinden kaynaklanıyordu. Meseleyi etraflıca anlama isteğiyle yanıp tutuşan Tycho, bilmek istediği şeyleri açıklayabilecek bir kitap bulmak için aramaya koyuldu. O günlerde hangi tür olursa olsun kitaplar çok az ve kıttı, özellikle bilimsel kitaplara ulaşılamıyordu. Batlamyus’un gökbilim çalışmalarının Latince baskısı, tutulma gerçekleşmeden birkaç yıl önce ortaya çıkmıştı. Tycho, o zamanlar göksel konularda baş kaynak olan bu kitabın bir kopyasını satın almayı başardı. Genç gökbilimci her zaman başarılı olamasa da Batlamyus’u anlayabilmek için çok çalıştı. Bugün o muhteşem çalışmanın Tycho’da olan kopyası, üzerinde bir okul çocuğunun elinden çıkma bol not ve işaretle birlikte, Prag Üniversitesi’nin kütüphanesinde başlıca hazinelerden biri olarak korunuyor.
Tycho Kopenhag Üniversitesi’nde yaklaşık üç yıl okuduktan sonra amcası, eğitimini tamamlaması için onu yabancı bir üniversiteye göndermenin daha iyi olacağını düşündü ki bu o zamanlarda sık sık başvurulan bir yöntemdi. Amcası, böylece genç gökbilimcinin yıldızların üzerine çalışmayı bırakacağını ve kendisine göre daha yararlı görünen şeye yöneleceğini ümit ediyordu. Gerçekten de o zamanın bilge insanlarına göre mantık, retorik ya da o zamanlarda daha moda olan bir çalışma alanına ayrılabilecek zamanın, doğa bilimleri peşinde harcanması büyük bir kayıp olarak görülüyordu. Tycho’yu bilimsel tatlardan soğutma girişimine yardımcı olması için amcası, ona eşlik etmesi için Vedel adında zeki ve nezih genç bir adamı eğitmen olarak seçti. Vedel, öğrencisi Tycho’dan dört yaş büyüktü ve bildiklerimize göre ikili 1562’de Leipzig Üniversitesi’ne gitti.
Eğitmen çok geçmeden umutsuz bir görevi üstlendiğini anladı. Tycho’ya o zamanlarda çok tercih edilen hukuk veya diğer bilgi alanlarına dair en ufak bir heves aşılayamadı. Öğrencisinin dikkatini çeken tek şey yıldızlardı, başka bir şey değil. Öğreniyoruz ki Tycho eline geçen tüm parayı gizli gizli, gökbilim kitapları ve araçları için harcıyordu. Vedel’den sakladığı küçük bir küreden yıldızların isimlerini öğrendi, bu küreyi yalnızca Vedel ortalıklarda yokken kullanıyordu. Başlarda tüm bunlar yüzünden az sürtüşme yaşamadılar, ancak zaman için Tycho ve Vedel arasında sağlam ve kalıcı bir arkadaşlık oluşmaya başladı. Böylece birbirlerine saygı duyup birbirlerini sevmeyi öğrendiler.
Tycho henüz on yedi yaşına basmamıştı ki gezegenlerin hareketlerini ve zaman zaman gökyüzünde bulundukları yerleri hesaplamak gibi zor bir işi yapmaya başlamıştı bile. Gezegenlerin gerçek pozisyonlarının, var olan en iyi gökbilimsel çalışmalarda gökbilimciler tarafından onlara atfedilen pozisyonlardan çok büyük ölçüde farklı olduğunu görünce çok şaşırmıştı. Dâhiyane bir öngörüyle, gökcisimlerinin hareketlerini incelemede kullanılacak tek gerçek yöntem için bu cisimlerin yer ölçümlerinin uzun süreli diziler halinde yapılması gerektiğini gördü. Şimdi bize çok bariz gelen bu şey o zamanlar için yepyeni bir doktrindi. Bunun üzerine Tycho elinden geldiğince düzenli gözlemler yapmaya başladı. Tabii ki bunun için kullandığı ilk araç çok ilkeldi, bu araç basit bir pergelden başka bir şey değildi. Gözünü menteşeye yerleştiriyor, sonra da pergelin ayaklarını bir ucu bir yıldıza, diğer ucu da diğer yıldıza gelecek şekilde açıyordu. Bunun ardından pergeli, açılarla bölünmüş bir çemberin üzerine yerleştiriyordu, böylece iki yıldızın açısal uzaklığını elde edebiliyordu.
Sonra kendisi için daha gelişmiş bir araç temin edecekti, “çapraz çubuk”[1 - Eski dönemlerde denizcilerin, yıldızların açılarını hesaplayarak bulundukları konumu saptamalarına olanak veren açı ölçer.] olarak bilinen bu aracı eline geçen her fırsatta yıldızları gözlemlemek için kullandı. Tabii ki o günlerde teleskopların olmadığını hatırlatmakta fayda var. Günümüz gözlemcilerine sunulan lenslerin sağladığı optik yardımın yokluğunda gökbilimciler, yıldızların yerlerini ölçebilmek için yalnızca mekanik aletlere başvurabiliyorlardı. Bu aletlerden bir tanesini, belki de Tycho’nun zamanından da önce en muhteşem ekipman olarak görülen aracı, şekilde sunduk.


Çapraz Çubuk

Diyelim ki amacımız iki yıldız arasındaki açıyı ölçmek, o zaman bu açı (eğer açı çok geniş değilse) takip eden şekilde belirlenebilir. AB çubuğu inçlere bölünmüş olsun; diğer çubuk CD de yukarı ve aşağı öyle bir kaysın ki iki çubuk birbirine sürekli dik olsun. Silahlarda da bulunan “gezler”, A ve C’de bulunuyor; D üzerinde de bir raptiye var. Hareket edebilen çubuğu sabit olan boyunca kaydırarak kolayca görebiliriz ki yıldızlar birbirinden çok uzak olmadığında gezler öyle bir pozisyona geliyor ki bir yıldız DC üzerinden, diğeri de DA üzerinden görülebiliyor. Bu tamamlandıktan sonra A’dan çapraz çubuğa olan uzunluk, ölçü biriminin üzerinden okunabilir. Böylece daha önce hazırlanmış tablodan gereken açısal uzaklığın değeri elde edilebilir. Eğer iki yıldızın arasındaki açı, biraz önce tarif edilen şekilde ölçülemeyecek kadar büyükse, o zaman D’deki raptiye CD üzerinde hareket ettirilerek başka bir noktaya konabilir, böylece yıldızların arasındaki açısal uzaklık aracın menziline girer.


Tycho’nun 1572 tarihli “Yeni Yıldız” altılısı (Ceviz ağacından yapılan kollar yaklaşık 167 cm uzunluğundadır.)

Bu aracın çok ilkel bir buluş olduğuna şüphe yok, ancak Tycho gibi maharetli bir adam kullandığında verdiği sonuçlar kayda değer bir kesinliğe sahip oluyordu. Bu tür şeylere ilgisi olan her okuyucuya kendisi için böyle bir araç yapmasını öneriyorum. Bakalım bu aracın yardımıyla ne gibi ölçümler yapabileceksiniz.
Tycho bu küçük aracı kullanmak için, anlamsız vakit kayıplarını ona yasaklamayı kendine görev edinen titiz eğitmeninin uyumasını bekliyordu. Vedel uykuya daldığında ise Tycho kaçmayı başarıp gökcisimlerinin yerlerini ölçüyordu. O genç yaşına rağmen Tycho, gözlemlerini tümüyle mükemmel prensipler kullanarak gerçekleştiriyordu ki bu prensipler hassas modern gökbilimin temellerini oluşturuyor. Küçük araç gerecindeki kaçınılmaz işçilik hatalarını teşhis edip bu hataların derecesini ölçüyor, ondan sonra ortaya çıkan sonuçlara ne kadar etki ettiğini belirliyordu. 1564 yılında elinde küçücük bir araç bulunan genç tarafından uygulanan bu prensip, günümüzde optikçilerin inşa edebildiği en muhteşem araçların bulunduğu Greenwich Kraliyet Gözlemevi’nde de uygulanıyor.


Tycho’nun üç köşeli altılısı (AB ve AC kolları yaklaşık 167 cm uzunluğundadır.)

Amcasının ölümünden sonra, ki bu sıralarda Tycho on dokuz yaşındaydı, artık genç filozofa çalışmalarını yönlendirmesi gereken yer konusunda karışılmayacaktı. Hep hareketli bir yapısı olan Tycho’nun, bundan sonra Rostock Üniversitesi’ne geçtiğini biliyoruz. 28 Ekim 1566’da gerçekleşen bir Ay tutulmasıyla bağlantılı olarak burada da çok geçmeden göze çarptı. O zamanlardaki diğer tüm gökbilimciler gibi Tycho da gökbilimle astrolojiyi ilişkilendirdi. Gökcisimlerinin hareketleriyle insan ilişkilerinin arasında büyük bir bağ olduğunu düşünürdü. Tycho, aynı zamanda bir şairdi. Bir şairi, bir astroloğu ve bir gökbilimciyi bünyesinde barındıran Tycho, Rostock Üniversitesi’ndeyken, gerçekleşen Ay tutulmasının o sıralarda herkesin aklında yer etmiş büyük Türk padişahının ölümünün habercisi olduğunu söyleyen birkaç dize okumuştu. Çok geçmeden padişahın ölümünün haberi ulaştı, tabii ki Tycho kendiyle övünüyordu; ancak çok geçmeden anlaşıldı ki ölüm, tutulmadan ÖNCE gerçekleşmişti, bu da Tycho’ya epey bir gülünmesine neden oldu.


Tycho’nun altılısı (Çelikten yapılmıştır, AB ve AC kolları 122 cm’dir.)


Tycho’nun Ekvatoral Çemberi (Meridyen dairesi, E B C A D, çelikten yapılmıştır, çapı yaklaşık 183 cm’dir.)

Bir bakıma kavgacı bir mizacı olan Tycho, Rostock Üniversitesi’ndeyken başka bir Danimarkalı soyluyla ciddi bir sürtüşme yaşadı. Bu kavganın nedenini kesin olarak bilemiyoruz. Ancak kavga, romantik bir nedenden değil de hangisinin daha iyi matematik bildiğine dair fikir ayrılığına düşmelerinden çıkmış gibi görünüyor. İki gökbilimciye yakışır bir şekilde, gecenin bir köründe gökkubbenin altında dövüştüler; düello, Tycho’nun burnunun bir kısmı, rakibinin maharetli kılıcı tarafından kesildiğinde onurlu bir şekilde sonlandırıldı. Bu yaralanmayı tamir etmek için muhteşem araç yapıcısının dehası tekrar devreye girdi ve Tycho, “altın ve gümüş karışımından” temsili bir burun yaptı. Bu sahte burun o kadar iyi yapılmıştı ki orijinaliyle birebir olduğu söylenmişti. Ancak Dr. Lodge, bu yorumu yapanın bir dost mu yoksa bir düşman mı olduğu konusunda emin değildi.


Büyük Augsburg dörtlüsü


Tycho’nun “Yeni Güneş Sistemi”, 1577

Tycho, sonraki birkaç yılda çeşitli yerlerde çeşitli bilimsel alanları gayretle çalışarak geçirdi. Zamanında gökcisimlerini gözlemlemek için kullanılacak yaklaşık 6 metrelik yarıçapa sahip, tahtadan kocaman bir kuadrant inşa etmek için antik şehir Augsburg’da gökbilimle uğraşan bir meclis üyesine asistanlık yaptığını görüyoruz. Başka bir zamanda ise öğreniyoruz ki Danimarka Kralı, Tycho’nun konuyla ilgili meşhur yeteneklerini duymuş, fikirlerini danışmış ve ona papazlık mertebesinde kolay ve maaşı iyi bir vazife vermiş. Böylece bilimsel uğraşlarını devam ettirmesi için ona destek olmuş. Yine, Tycho’nun muhteşem bir azimle kimya deneyleriyle uğraştığını da görüyoruz. İlk başta bu, gökbilime olan bağlılığıyla uyumsuzmuş gibi görünebilir. Ama o zamanlarda farklı bilimler, birbirlerine esrarengiz bağlarla bağlanmış gibi görünüyordu. Simyacılar ve astrologlar, birkaç gezegenin belli metallerle gizemli bağları olduğunu öne sürüyordu. Dolayısıyla Tycho’nun, gökbilimle ilgili çalışma programına metallerin özelliklerini içeren bir çalışma eklemesi de çok sürpriz bir gelişme değil.


Uraniborg ve çevresi


Gözlemevinin planı

Ancak 1572’de gerçekleşen bir olay, Tycho’nun gökbilimsel uğraşlarını hepten alevlendirdi ve onu hayatının çalışmasını gerçekleştirmeye itti. O yıl 11 Kasım’da, laboratuvarında gün boyu çalıştıktan sonra akşam yemeği için eve dönüyordu ki kafasını gökyüzüne doğru kaldırdığında yepyeni, muhteşem bir yıldız gördü. Bu yıldız, Kraliçe Takımyıldızı’nda (Cassiopeia) bulunuyordu ve daha önce gökyüzünün o kısmına baktığında orada kesinlikle parlak bir yıldız yoktu. Bu olay o kadar şaşırtıcıydı ki duyularına güvenmekte güçlük çekti. Bir çeşit halüsinasyona maruz kaldığını düşündü. Bu sebeple ona eşlik eden hizmetçilerini çağırıp parmağıyla gösterdiği yerde parlak bir cisim görüp göremediklerini sordu. Kesinlikle görebiliyorlardı, böylece Tycho o muhteşem cismin kendi hayal ürünü olmadığına ikna oldu. Karşısında gerçek bir gökcismi duruyordu, emsalsiz bir parlaklıkla birden ortaya çıkmıştı. Gökyüzünü dikkatli bir biçimde izleyebildiğimiz günümüzde, yeni yıldızların ortaya çıkmasına alışkınız. Fakat gökyüzünde beliren hiçbir yeni yıldızın, 1572’de ortaya çıkan yıldız tarafından sergilenen göz alıcılığa ulaşamadığına inanılıyor.
Bu cismin gökbilim için değeri, başta pek anlaşılmayabilir. Tycho’nun yeni bir yıldız keşfettiği bir bakıma doğru, ancak aynı oranda doğru olan bir şey daha var: Diğer bir bakış açısına göre de bu yıldız, Tycho’yu keşfetti. Eğer tam zamanında gerçekleşen bu görünme olayı olmasaydı Tycho’nun nihai olarak karar kıldığından çok daha az yararlı olacağı bir bilim dalına yönelme olasılığı çok fazlaydı.


Uraniborg Gözlemevi, Hven Adası

Tycho, o unutulmaz akşamda eve ulaşınca yeni yıldızın yerini ölçmek için devasa kuadrantını kullandı. Gözlemleri doğrudan cismin uzaklığını bulmaya yönelikti. Yıldız, bize çevresindekilerden çok daha yakınsa bu parlak cismin uzaklığının kısa süre içinde bulunabileceğini tahmin etti, çünkü etrafındaki noktalara olan uzaklığında gözle görülür bir değişiklik gerçekleşecekti. Çok geçmeden bu yeni yıldızın bize Ay’dan daha uzak olduğunu buldu; çünkü görünen konumu, etrafındaki yıldızlarla kıyaslandığında, yirmi saatlik zaman aralıklarında gözle görülür derecede değişmiyordu. Yıldız, gündüz vakti görünebilecek kadar parlak olduğundan bu tür gözlemler gerçekleştirmek mümkündü. Böylece Tycho kesin olarak yıldızın bizden çok uzakta olduğunu, öyle ki Dünya’nın çapının bile yıldızın uzaklığına kıyasla çok önemsiz kaldığını gösterdi. Aynı cisim üzerinde çalışan diğer birçok gözlemcinin, yeni yıldızın Ay mesafesinde bulunduğu, hatta daha yakın olduğu sonucuna vararak büyük bir hataya düştüğünü göz önüne aldığımızda Tycho’nun konuya ilişkin başarısı daha da takdire şayan bir hal alıyor. Hatta Tycho’nun teleskopun henüz icat edilmediği günlerde bu cisme ilişkin keşfedilebilecek her şeyi keşfettiğini söyleyebiliriz. O, yalnızca yıldızın uzaklığının ölçüm için çok fazla olduğunu kanıtlamakla kalmadı, aynı zamanda gökyüzünde görünen bir hareketi olmadığını da gösterdi. Parlaklığında gerçekleşen ardışık değişiklerin yanı sıra parlaklığındaki değişimlerle birlikte gelen ton dalgalanmalarını da kaydetti.
Günümüzde, Tycho’nun yeni yıldız için yaptığı tamamen bilimsel gözlemlerin, büyük gökbilimcinin kendi gözünde bile büyük bir astrolojik önem taşıdığını öğrenmek tuhaf. Dr. Dreyer’dan öğrendiğimize göre Tycho şöyle düşünüyordu: “Yıldız, en başta Venüs ve Jüpiter gibiydi, bu yüzden ilk etkileri hoş olacak; ancak sonra Mars’a benzemeye başladı, sıradaki gelecek dönem ise savaşlar, kargaşa, esaret, prenslerin ölümü, şehirlerin düşüşü, gökten yağan ateşli meteorlar ve kuraklık, veba ve zehirli yılanlar içerecek. Son olarak yıldız Satürn’e benzedi, bu yüzden en sonunda sefalet, ölüm, hapis ve tüm diğer belalar gelecek!” Bu tür düşünceler tüm dünyada yaygındı. O zaman diliminde yaşayan bilgin insanlar için bile bu tür görünümler korkunç olaylara işaret ediyordu. O günlerde benimsenen başat teorilerden birine göre 1572’nin yeni yıldızı, tıpkı Bethlehem Yıldızı’nın İsa’nın ilk gelişini haber vermesi gibi, İsa’nın ikinci gelişini ve dünyanın sonunu haber veriyordu.
Tycho’nun bu konu üzerindeki araştırmaları, onun bir yazar olarak ilk kez karşımıza çıkmasına vesile oldu. Bununla beraber kitabının yayımlanması bir süre için arkadaşlarının yakınmaları yüzünden ertelendi, çünkü arkadaşlarına göre asil bir adamın kitap yazmaya tenezzül etmesi onur kırıcıydı. Neyse ki Tycho, arkadaşlarının bu görüşlerine göğüs gerecek kadar kararlıydı. Kitap çıktı ve aynı kalemden çıkan önemli gökbilim çalışmalarının ilki oldu.


Tycho’nun Prag’taki mezar taşı üzerindeki işleme

Asil Danimarkalının şöhreti artık her yere yayılmıştı, Danimarka Kralı ondan anayurduna dönmesini ve Kopenhag Üniversitesi’nde gökbilim dersleri vermesini rica etti. Tycho, biraz gönülsüz de olsa kabul etti. Ayrıca buradaki açılış konuşması da korunuyor. Bu konuşmada, tutkulu bir dille, göksel olguların ilginçliği ve güzelliği üzerinde duruyor. Bilgimizi genişletmek için gökcisimlerinin devamlı ve sistematik bir şekilde gözlemlenmesinin mecburi gerekliliğine işaret ediyor. Bilimin toplum yararına uygulanması için çağrıda bulunuyor, çünkü zamanı ölçemeyen hangi uygar medeniyet var olmayı başarabilmiş ki? Bu güzel cisimlerin üzerinde çalışmanın “zihni, dünyevi ve önemsiz şeylerden kurtarıp göklere yükselttiğini” ileri sürüyor; sonra da “gökbilimin özel bir kullanımıyla, göklerdeki hareketlerden insan kaderine ilişkin sonuçlar çıkarılabileceğini” temenni ederek konuşmasını sonlandırıyor.


Tycho’nun duvar dörtlüsü, Uraniborg

Yine 1572’de gerçekleşen ilginç bir olay, Tycho’nun dikkatini gökbilimle ilgili konulardan uzaklaştırdı. Tycho, âşık oldu. İlgi duyduğu genç kız sıradan bir aileden geliyordu. Yüce ve çok saygın aile arkadaşları yine araya girip Tycho’yu, asil bir adam için uygun görmedikleri bu eşten vazgeçirmek için uğraştılar. Gelgelelim Tycho hiçbir konuda geri adım atmıyordu. Kendi sınıfına mensup asil kadınlardan biriyle evlenmeme sebebinin, o sıralarda bilime adamak istediği şeylerin zengin bir hanımefendinin istekleri tarafından yiyip bitirileceği korkusu olduğu da öne sürülüyor. Her ne olursa olsun, Tycho’nun mutlu bir birlikteliğe ve çocuklu geniş bir aileye sahip olduğu görülüyor; ancak çocuklarının hiçbirinde babaları Tycho’nun yeteneklerinden eser yoktu.
Tycho’nun Almanya’da bilimle uğraşan birçok arkadaşı vardı, bu kişiler onun işlerini el üstünde tutuyorlardı. Orada gördüğü muamele Tycho için Danimarka’da gördüğünden çok daha cesaretlendiriciydi. O da bu yüzden Basel’e göç edip kalıcı olarak orada yaşamayı kafasında kurdu. Bu niyetin söylentisi, iyi kalpli Danimarka Kralı II. Frederik’e ulaştı. Frederik, Tycho’yu Danimarka sınırları içinde kalmaya ve yaşamı boyunca yapacağı büyük işlere orada devam etmeye ikna ettiği takdirde bunun krallığına büyük bir şan katacağını bilecek kadar akıllıydı. Çözüm olarak Tycho’ya sunulacak müthiş bir teklif hazırlandı. Derhal genç bir soylu, haberci olarak gönderildi. Gence, kralın huzuruna çağırılan Tycho’ya ulaşana kadar gece gündüz seyahat etmesi emredildi. 11 Şubat 1576 sabahı mesaj ulaştırıldığında, gökbilimci yataktaydı. Tabii hemen yola koyuldu ve Kopenhag’da kralın huzuruna çıktı. Gökbilimci, çalışmalarını rahatsız edilmeden gerçekleştirmek istediğini açıkladı. Bunun üzerine Kral, ona Helsingör’e bitişik olan Øresund Boğazı’ndaki Ven Adası’nı teklif etti. Orada arzu ettiği kadar gözlerden uzak yaşayabilirdi. Dahası kral, orada bir ev inşa etmesi ve gökyüzünü incelemek için kurulmuş en büyük gözlemevini kurması için gerekli tüm masrafları üstleneceğine dair söz verdi. Tycho, arkadaşlarıyla konuşup onlara danıştıktan sonra kralın teklifini kabul etti. Bunun üzerine ona hemen bir maaş bağlandı ve Ven Adası’nı ömrü boyunca kullanabileceğini resmi olarak tahsis eden bir tapu hazırlandı.
Meşhur Uraniborg Şatosu’nun inşası 30 Ağustos 1576’da başladı. Tycho’nun görkemli fikirlerine uygun olarak muntazam ve etkileyici bir seremoni gerçekleştirildi. Bilimle uğraşan arkadaşlarının bir kısmı da oradaydı, zaman öyle bir seçilmişti ki gökcisimleri şans getirecek yerlerdeydi. Pahalı şaraplar toprağa döküldü, taşlar görkemli bir törenle yerleştirildi. Yıldızlar üzerinde çalışmak için inşa edilmiş bu muhteşem tapınağın etkileyici mahiyetine, bu bölümde verdiğimiz görseller aracılığıyla şahit olunabilir.
Gökyüzünü incelemek için kullanılan en çarpıcı aletlerden biri, Tycho’nun Uraniborg odalarından birinin içine inşa ettirdiği duvara gömülmüş kuadranttı. Bu şekliyle, gökcisimlerinin irtifaları daha önce elde edilmiş tüm sonuçlardan daha kesin bir sonuçla gözlemlenebiliyordu. Bu muhteşem buluş, önceki sayfada görülebilir. Ayrıca odanın duvarlarının, bilimsel araçlarda pek rastlanmayan büyük dekorasyonlar kullanarak resimlendirildiği de gözlerden kaçmıyor.
Birkaç yıl sonra, Ven’deki gözlemevinin ünü her yere yayılınca bir grup genç Tycho’nun talimatları altında çalışmak için buraya akın etti. Bu sebeple Tycho, onların kullanımına sunmak için başka bir gözlemevi daha inşa etti. Buradaki aletler, yüzeyde yalnızca çatıları gözüken yeraltı odalarına yerleştirilmişti. Bu yeraltı gözlemevinin girişinde muazzam şiirsel bir yazıt bulunuyordu. Bu yazıt, yerin altında bile Urania’nın muhteşemliğinin gökleri incelemeye adanmış bir oyuk olduğunu belirtiyordu. Tycho, şiir yazmaya düşkündü. Bu sebeple fırsatını bulduğunda kendini bu tattan mahrum bırakmıyordu.
Yeraltı gözlemevinin duvarlarında sekiz gökbilimcinin resimleri vardı, hepsi uygun ibarelerle sergileniyordu. Bu resimlerden biri de Tycho’nun kendisine aitti, altında ise soyunun çalışmalarına değer biçmesi gerektiği yazılıydı. Ayrıca bir de henüz var olmayan bir gökbilimci tasvir ediliyordu. İsmi Tychonides’di ve altındaki yazıt, ortaya çıktığında büyük atasını gururlandıracağından mütevazı bir umutla bahsediyordu. Bu tuhaf yapının inşası ve bakımı için gereken büyük masraflar, kraliyet kasasından yapılan bir dizi hibe tarafından karşılandı.
Tycho, yirmi yıl boyunca Uraniborg’da, bilim peşinde büyük bir azimle koştu. Çalışmaları asıl olarak Ay’ın, gezegenlerin ve gökkubbedeki yıldızların yerini belirlemeyi içeriyordu. Elindeki aletler izin verdiği kadarıyla kesin gözlemler yapmak için Tycho tarafından çekilen büyük acılar, onun ardından gelen gökbilimcilerin ona hayranlığı ile mükâfatlandırıldı. Adadaki evi, bir iş yerinin yanı sıra ona bir istirahat ve eğlence alanı da sunuyordu. Ailesi etrafındaydı, arkadaşlarının birçoğu oradaydı, ayrıca ilginç konutunda bir de ev cücesi bulunuyordu. Değişiklik olsun diye gökbilimsel çalışmalarından sonra kimya laboratuvarındaki öğrencileriyle çalışırdı. Hangi kimya problemlerinin ilgisini çektiğini ise bilmiyoruz. Fakat, genel olarak ilaç üretimiyle ilgilendiği söyleniyor; bu ilaçların da karşılıksız olarak dağıtılması sebebiyle, hiçbir zaman hasta eksikliği gibi bir durum yaşanmamış gibi gözüküyor.
Tycho’nun otoriter ve doyumsuz karakteri onu sık sık zorlukların içine soktu ki bu durum yıllar içinde de artmış gibi gözüküyor. Ven’deki kiracılardan birine kötü davrandı ve buna mukabil mahkemede verilen karar, gökbilimciyi çok kızdırdı. Kopenhag’daki ilişkilerinde de büyük değişiklikler meydana geldi. 1596’da genç kral taç giyince selefinin Ven Adası’yla ilgili takip ettiği politikayı tersine çevirdi. Tycho’ya verilen bol ödenekler bir bir geri çekildi ve sonunda maaşı bile kesildi. Bu sebeple Tycho, kıyamet gibi bir öfke ve aşağılanmışlık hissiyle Ven’i terk etti. Birkaç yıl sonra Bohemya’da, zamanından önce yaşlanmış bir adam olarak karşımıza çıkıyor. 24 Ekim 1601’de ise hayatını kaybediyor.

Galileo

Galileo’nun portresi

Büyük gökbilimciler arasında, hayatı Galileo’nunkinden daha ilginç nitelikler ve çarpıcı değişiklikler içeren bir gökbilimci bulmak zor olur. Onu, sabırlı bir araştırmacı ve muhteşem bir kâşif olarak ele alabiliriz. Yakın ilişkilerini, özellikle dikkate değer bir karaktere sahip kızı Rahibe Maria Celeste’le olan yakınlığını ele alabiliriz. Ayrıca filozof, Engizisyon’un yıldırımlarını üstüne çektiğinde, Galileo’nun yaşamını âdeta “kapatan” içler acısı faciayı da ele alabiliriz.
Bu çarpıcı adamın eskizini çizmek için kullanabileceğimiz materyaller neredeyse sınırsız. Bu bölümde, kızının manastırdaki evinden yazdığı cana yakın mektupları özel olarak kullanacağız. Bu mektupların neredeyse yüzden fazlası korunuyor. Ayrıca şefkatle sevilen bir çocuk tarafından bir ebeveyne yazılan bu mektuplardan daha güzel ve dokunaklı bir mektup serisinin yazılıp yazılmadığı da tartışmaya açık. Bu mektuplaşmanın büyük bir bölümü, Messrs. Macmillan tarafından 1870’de basılan The Private Life of Galileo (Galileo’nun Özel Hayatı) adlı eserde bulunabilir; ayrıca ben, bu bölümün içerdiği birçok gerçeği o cildin yazarına borçluyum.
Galileo, 18 Şubat 1564’te Pisa’da doğdu. Floransalı bir soylu olan Vincenzo de’ Bonajuti de’ Galilei’nin en büyük oğluydu. Her ne kadar şerefli bir soydan gelse de büyük filozofun çocukluğunu geçirdiği ev, maddi olanağı kısıtlı bir yerdi. En azından genç Galileo’nun hayatını kazanması için bir uğraş edinmesi gerektiği açıktı. Babasından, hem kalıtım hem de eğitim yoluyla, güçlü bir müzik yeteneği devraldı ve görünüşe göre udla harikalar yaratıyordu. Ayrıca doğuştan gelen dikkate değer bir sanatsal güce sahipti ki bunu özenle işledi. Gerçekten de geleceğin gökbilimcisinin bazen meslek olarak kendini resime adama düşüncesine sahip olduğunu biliyoruz. Ancak babası, Galileo’nun tıp üzerine çalışması gerektiğine karar verdi. Böylece Galileo’nun, on yedi yaşında güzel sanatlara olan aşinalığına bir de Yunanca ve Latince bilgisi ekleyerek hakkıyla Pisa Üniversitesi’ne girdiğini görüyoruz.
Burada genç filozof, matematikle ilgili bazı ipuçları edindi. Ardından bilimin bu alanıyla büyük oranda ilgilenmeye başladı ve hatta geometri üzerine çalışmasına izin verilmesi için yalvardı. İsteğinin kabulü üzerine babası, bu amaçla ona bir eğitmen tuttu. Ancak bunu biraz gönülsüzce yaptı, çünkü genç öğrencinin ilgisinin, başlıca meşguliyeti olması gereken tıp çalışmalarından uzaklaşmasından korkuyordu. Ardından bu evhamların sebepsiz olmadığı hızla ortaya çıktı. Öklid’in önermeleri Galileo’ya o kadar ilgi çekici geldi ki babası, dikkati daha fazla dağılmasın diye matematik eğitmeninin işine son vermenin iyi bir fikir olacağını düşündü. Ama artık iş işten geçmişti. Galileo, öyle bir ilerleme kaydetmişti ki geometri çalışmalarına kendi kendine devam edebilecek duruma gelmişti. Çok yakında büyük bir hayranlık beslediği meşhur 47. önermeye kadar gelecek ve Öklid’in altı kitabında uzmanlaşana kadar devam edecekti ki bu, o günlerde dikkate değer bir başarı olarak görülüyordu.
Fakat Pisa’daki genç öğrencinin başarısı ve özeni, üniversite otoriteleri tarafından pek dikkate alınmadı. O günlerde Aristoteles’in doktrinleri, diğer her şeyde olduğu gibi doğa bilimlerinde de insan bilgeliğinin vücut bulmuş hali olarak görülüyordu. Aristoteles’i ezbere bilmek her öğrencinin vazifesiydi ve o saygın öğretmenin doktrinlerinden şüphe duymak ya da onları sorgulamak kabul edilemez bir küstahlık olarak görülüyordu. Fakat genç Galileo, doğa kanunları konusunda kendi başına düşünebilecek cesarete sahipti. Doğayı doğrudan doğruluk ve yanlışlık açısından sorgulama kabiliyeti varken Aristoteles’in otoritesi tarafından sunulan hiçbir doğruluk iddiasını körü körüne kabul etmeyecekti. Bu sebeple öğretmenler, Galileo’yu yanlış yönlendirilmiş bir genç olarak görmeye başladılar; fakat sonsuz bir çabayla ulaşabildiği tüm bilgileri toplayan bu çocuğa saygı duymaktan başka bir şey de yapamıyorlardı.


Galileo’nun sarkacı

Saatlerimizde sarkaç kullanımına o kadar aşinayız ki zaman ölçerlerimizin ayarıyla bu yöntemin tanışmasının, büyük gökbilimcinin şanına yaraşan, dikkate değer bir buluş olduğunu fark etmiyoruz. Görünen o ki bir gün Pisa Katedrali’nde otururken Galileo’nun ilgisi, tavandan sallanan avizeye takıldı. Sarkacın salındığı eğimin uzun mu kısa mı olduğu önemli bir nokta olarak kafasına takıldı, her salınımda geçen zaman makul bir biçimde aynı gibi gözüküyordu. Bu da dikkatli gözlemciye bir zaman tutucunun sarkaç tarafından kontrol edilebileceğini gösterdi ve böylece Galileo, bu prensibe dayanan ilk saati inşa etti. Bu aracın birincil gayesi ise hastaların nabızlarını ölçmek için hekimlere bir yardım sağlamasıydı.
Galileo’nun sahip olduğu yetenekler, uzun bir süre sonra otoriteler tarafından tanındı ve Galileo, yirmi beş yaşındayken Pisa Üniversitesi’nde matematik profesörlüğüne atandı. Bir süre sonra zaman gelip de kendini yeterince güçlü hissettiğinde eski felsefenin yandaşlarına meydan okudu. Aristoteles, nesnelerin hareketi konusundaki doktrininin elzem bir bölümünde, bir taşın yere düşmesi için gereken zamanın taşın kütlesine bağlı olduğunu ileri sürmüştü; yani yeryüzüne belli bir yükseklikten bırakılan ağır taş, hafif olandan daha kısa sürede yere düşecekti. Aksi çok basit deneylerle bile kanıtlanabilecek bir iddianın, felsefenin herhangi bir alanında edindiği pozisyonu asla koruyamayacağı düşünülebilir. Fakat Aristoteles bunu söyledikten sonra herhangi bir şüphesini dile getirmeye girişen kişi, alay konusu olmak için hazır olmalıydı: “Aristoteles’ten daha zeki olduğunu mu düşünüyorsun?” Galileo, asırlardır onaylanmış bilgi olarak görülen bu iddianın saçmalığını en etkili şekilde göstermeye kararlıydı. Pisa’nın Eğik Kulesi’nin tepesi, bu muhteşem deney için çok etkileyici bir yer sunuyordu. Genç profesör, tepede asılı büyük ağır bir nesneyi ve küçük hafif bir nesneyi aynı anda aşağı saldı. Aristoteles’e göre büyük olan, küçük olandan çok daha önce yere çakılacaktı; ancak durumun bu olmadığı ortaya çıktı. Büyük bir kalabalığın gözleri önünde çok basit bir gerçek gösterdi ki iki cisim de yan yana düşüp yere aynı anda ulaştılar. Böylece, neredeyse iki bin yıl boyunca doğa bilgimizin gelişmesine ket vuran dogmalara sorgusuz bağlılığın saçma sistemini yıkmak için ilk büyük adım atıldı.
Antik inançlara karşı takınılan bu devrimsel tavır, Galileo’nun üniversite otoriteleriyle olan ilişkisini daha da düzensiz bir hale soktu. Ayrıca Galileo, başka yerlerde de düşman edinme şanssızlığına sahipti. O sıralarda Leghorn Limanı’nın yöneticisi olan Don Giovanni de Medici, gemi havuzunu boşaltmaya yarayacağı ileri sürülen bir icat geliştirmişti. Fakat Galileo, bu girişimin saçma olduğunu o kadar agresif bir tavırla gösterdi ki Don Giovanni bunu şiddetli bir hakaret olarak algıladı. Galileo’nun eleştirileri gerçek çıkıp garip buluşunun büyük bir başarısızlık olduğu tamamen kanıtlanınca bile Giovanni’nin bu kızgınlığı dinmedi. Galileo, Pisa’daki pozisyonunda birçok yönden o kadar rahatsız hissettirildi ki en sonunda üniversitedeki mevkisini terk etmek zorunda kaldı. Arkadaşlarının büyük çabaları sonucu, ki bu arkadaşları yaşamı boyunca ona büyük miktarda destek olduğu için Galileo çok şanslı bir insandı, Padova Üniversitesi’ne matematik profesörü olarak seçildi ve 1592 yılında oraya gitti.
Galileo, bilimsel devrimi gerçekleştirecek o muhteşem araştırmacılık kariyerine bu mevkideyken girişti. Profesörlük görevlerini yerine getirirken sahip olduğu heves, gerçekten de değişmeyen niteliklerindendi. Çok geçmeden doğa felsefesi derslerine o kadar büyük kalabalıkları çekmeye başladı ki ders odası taşıyordu. Ayrıca evinde özel ders vereceği birçok öğrencisi de oldu. Bu işlerden artakalan her an ise özel çalışmalarına ve ardı arkası kesilmeyen deneylerine adanıyordu.
Doğa bilgimizi büyük ölçüde genişleten diğer birçok filozofta olduğu gibi Galileo’da da felsefi araştırmalarda kullanmak için tasarlanan araçların buluşu için muhteşem bir yetenek vardı. Pratik işlerine yardımcı olması için 1599 yılında yetenekli bir işçiyi evinde yaşaması için çağırdığını görüyoruz. Böylece Galileo’nun üretken beyninde ne zaman bir alet fikri doğsa bu işçi hep el altında olacaktı. İlk icatları arasında 1602 yılında bulduğu termometre göze çarpıyor. Kuşkusuz bu aygıtın ilkel formu, şu an aynı isimle andığımız aygıta göre bazı açılardan farklılık gösteriyor. Galileo ilk başta etken madde olarak suyu kullanmıştı, suyun genleşmesi sayesinde ısı ölçülebilecekti. Sonra ise alkolün de aynı amaçla kullanılabileceğini fark etti. Civanın termometre için en uygun sıvı olarak tanımlanması ise yarım asır sonra gerçekleşecekti.
Galileo’nun teleskopu gökbilime tanıtıp insan bilgisini geliştirecek o büyük adımı atacağı zaman yaklaşıyordu. Böyle bir alet fikrinin nasıl filizlendiğini anlamak için en iyisi sözü Galileo’nun kendisine bırakalım. Aşağıda yer alan paragraf, Galileo’nun kayınbiraderi Landucci’ye yazdığı bir mektuptan alıntı.
“Sana birkaç haberim olduğu için yazıyorum, gerçi bunları duymak seni mutlu mu edecek yoksa üzecek mi bilmiyorum; çünkü memleketime dönmek gibi bir umudum kalmadı, fakat bu durumun hem yararlı hem de yüce bir sonucu oldu. İki ay önce Flanders’teki birinin Nassaulu Kont Maurice’e, uzaktaki cisimleri yakınmış gibi gösteren bir camı sunduğunu ve böylece iki mil uzaktaki bir adamın bile rahatlıkla görülebildiğini söyleyen haberleri duymuşsundur. Bu bana o kadar muhteşem geldi ki üstünde düşünmeye başladım. Perspektif Teorisi ile ilgili bir temelim olduğundan bu icadın nasıl yapılabileceğini bulmak için işe koyuldum, sonunda buldum; hatta o kadar başarılı oldum ki benim yaptığım, Hollandalının teleskopundan çok daha üstün oldu. Bu başarım, Venedik’te haber oldu ve bir hafta önce Majesteleri’nin ve senatonun tüm üyelerinin tarifi imkânsız şaşkınlıkları içinde bu buluşu gösterdim. En yaşlıları da dahil olmak üzere birçok beyefendi ve senatör, denizin açıklıklarından limanın ağzına doğru yol alan gemileri izlemek için Venedik’in en yüksek çan kulelerine birçok kez tırmandılar ve gemileri rahatlıkla gördüler. Eğer benim buluşum olmasaydı o gemiler iki saat sonra ancak görünebilirdi. Bu aletin yarattığı etki, elli mil uzaklıktaki bir nesneyi sanki beş mil uzaklıktaymış gibi gösteriyor.”
Bu teleskopun muhteşem nitelikleri, entelektüel insanlar arasındaki evrensel ilgiyi çekmeyi başardı. Galileo, yeni icadı için birçok yerden talep aldı, böylece bu icat çok miktarda üretilecek ve birçok önemli şahsiyete hediye olarak dağıtılacaktı.
Galileo’nun kendisi ise bu icadı gökcisimlerini gözlemek için kullanacaktı ki böylece aletin alışılmamış güçleri sayesinde gökbilimde yeni bir çağ başlayacaktı. Bu yolda yaptığı ilk keşif, yıldızların sayısıyla ilgiliymiş gibi gözüküyor. Galileo, bu küçük borudan baktığında, gökyüzünde çıplak gözün görebileceğinden on kat daha fazla yıldız görebildiğini fark edince çok şaşırdı. Bu gerçekten de büyük bir sürprizdi. Bizler gökbilimin temel gerçeklerine o kadar aşinayız ki teleskopun icadından önceki çağlarda gökyüzünün gözlemciler tarafından nasıl yorumlandığını fark etmemiz her zaman kolay olmuyor. Gerçekten de bu tür konuları düşünen diğer çoğunluk gibi Galileo’nun da yıldızların gözlemciden belli uzaklıktaki bir kürenin yüzeyinde olduğu gibi hatalı bir inanca sahip olduğunu pek düşünmezdik. Galileo’nun teleskopundan bakınca görülebilir yıldızların sayısının on kat arttığını gören biri, böyle bir doktrine olan inancını tabii ki sürdüremezdi. Teleskop aracılığıyla görülebilen yıldızların daha uzak cisimler olduğu neticesini çıkarmamak neredeyse imkânsızdı. Durum, tıpkı çıplak gözle görülemeyen gemileri, teleskopu kullanarak hayrete düşmüş Venediklilere göstermesine benziyordu.
Galileo’nun göksel keşifleri hızla birbirini izledi. Doğayı seven herkesin çağlar boyu hayranlık duyduğu o muhteşem Samanyolu; Padova’nın gökbilimcisi, sihirli borusunu onun üzerine doğrultana kadar gerçek doğasını hiçbir zaman insan gözüne açık etmemişti. Gümüşi ışığın muhteşem kuşağının, gökyüzünün siyah arka planı üzerine saçılmış yıldız tozları olduğu o zaman ortaya çıktı. Optik yardım olmadan ayrı ayrı görülemeyecek kadar küçük tekil yıldızlar olmasına karşın, bu küçük yıldızların, inanılmaz sayıları sayesinde her yıldız gözlemcisinin çok aşina olduğu ışığı, yani o göksel parlaklığı üretebildikleri görüldü.
Ancak o ilk günlerde teleskopun yaptığı en muhteşem keşif, hatta belki de teleskopla yapılmış en muhteşem keşif, büyük Jüpiter gezegeninin etrafında dönen dört uydulu bir sistemin keşfiydi. Bu o kadar beklenmedik bir şeydi ki Galileo en başta gözlerine inanamadı. Ama büyük gezegene eşlik eden dört uydulu bir sistemin varlığı, çok geçmeden tartışmasız bir gerçek olarak kabul edildi. Birçok önemli şahsiyet, Galileo’ya koşup Güneş ve etrafında dönen gezegenler sistemini temsil eden bu güzel minyatürü görmeye geldiler.
Tabii ki her zaman olduğu gibi birkaç pimpirikli insan, hareket eden dört cismin daha gezegensel sisteme eklenmesi gerekeceğinden iddiaya inanmayı reddetti. Galileo’nun ortaya attığı fikirle dalga geçtiler. Uyduların gökyüzünde değil, teleskopun içinde olabileceğini iddia ettiler. Hatta bilinene göre şüpheci bir filozof, Jüpiter’in uydularını kendi gözleriyle görse bile inanmayacağını söyledi; çünkü ona göre bu uyduların varlığı, sağduyunun ilkelerine karşıydı!
Yeni keşfin, bilim tarihinin bu özel çağında, özel bir önemi olduğuna şüphe yok. Çünkü hatırlanmalı ki o günlerde Dünya’nın değil, Güneş’in merkezde olduğu, Dünya’nın günde bir kendi ekseni etrafında, yılda bir ise Güneş’i çevreleyen büyük bir çember üzerinde döndüğünü ileri süren Kopernik’in fikirleri henüz yayımlanmıştı. Doğanın işleyişine getirilen bu yeni bakış ise çok şiddetli itirazlarla karşılaşmıştı. Jüpiter’in uydularının keşfinden önce Galileo’nun kendisinin de Kopernik’in teorisinin sağlamlığından pek emin olmaması ihtimal dahilinde. Ama merkezdeki tek büyük cisim etrafında dönen görece küçük birkaç cismin varlığını gözler önüne seren bu resmin, gezegenlerin Güneş’le olan ilişkisinin güzel bir göstergesi olarak algılanmaması neredeyse imkânsızdı. Böylece bu, Kopernik’in gezegensel sistem teorisinin doğru olduğunu Galileo’ya açıkça gösterdi. Bu fikrin mühim anlamı, büyük filozofun gelecekteki sıhhatine doğrudan etki edecekti.
Görünen o ki Galileo, Padova’daki ikâmetini, çok sevdiği Toskana’dan nahoş şekilde sürgün edilmesinin bir sonucu olarak görüyordu. Hep kendi memleketine dönme arzusu içindeydi ve en sonunda bu fırsat kendini gösterdi. Artık Galileo’nun ünü o kadar büyümüştü ki Toskana’nın Büyük Dük’ü, filozofun Floransa’da yaşamasını istiyordu. Böylece yönetimi altındaki topraklar âdeta parıldayacaktı. Bu sebeple Galileo’ya teklifler yapıldı. Sonuç olarak onun, Büyük Dük’ün matematikçisi ve filozofu unvanıyla 1616 yılında Floransa’da ikamet ettiğini görüyoruz.
Padova’da Galileo’nun iki kızı, Polissena ve Virginia, bir de oğlu, Vincenzo doğdu. O günlerde geleneğe göre, bir İtalyan beyefendinin kızının gelecek kariyeri önceden belirleniyordu. Ya çok geçmeden bir eş bulunacaktı ya da inançlı bir rahibe olup peçelere bürünmek üzere manastıra gönderilecekti. Galileo’nun henüz çocukluktan yeni çıkmış iki kızının da Arcetri’deki Aziz Matthew Fransiskan Manastırı’na gitmesi kararlaştırılmıştı. Büyük kız Polissena, Rahibe Maria Celeste ismini alırken Virginia da Rahibe Arcangela ismini aldı. Virginia’nın hep hassas ve uzun bir melankoli içinde olduğu görülüyor, bu sebeple Galileo’nun yaşamını anlatmada çok fazla bir rolü yok. Ancak Rahibe Maria Celeste, manastırı hiç terketmemesine rağmen, çok sevdiği babasıyla samimiyetini korumayı başarmış. Bu kısmen, Galileo’nun çok düzensiz ve hatta genelde uzun zaman aralıklarında yaptığı ziyaretlerle sağlanmış. Kızına mektupları görüldüğü üzere epey sık yazılmış ve sevgi dolu ifadelerle bezenmiş, özellikle de hayatının son döneminde yazdıkları. Ne var ki Galileo’nun tüm mektupları maalesef kayıp. Galileo, Engizisyon tarafından ele geçirildiğinde ona karşı kanıt olarak kullanılmasın veya gönderildiği manastır açığa çıkmasın diye bu mektupların kasten yok edildiği yönünde birtakım dayanaklar mevcut. Fakat Rahibe Maria Celeste’nin babasına yazdığı çok dokunaklı mektuplar neyse ki korunmuş. Bu mektupları, tatlı ve kibar bir rahibenin onların yayılması düşüncesinden nasıl çekinmiş olabileceğini düşünmeden okumak çok zor.
Sevecen bir şekilde, Galileo’ya “çok sevgili efendim ve babam” şeklinde hitap ettiği sevimli, küçük notları neredeyse hep bir hediyeyle birlikte yollanmış; bu hediyeler belki ufak tefek şeyler, ancak yoksul bir rahibenin hediye edebileceği en iyi şeyler de yine onlar. Bu sevimli haberleşmenin zarafeti Galileo için o kadar değerli ki gökbilimcinin geri kalan yakınları değersiz bir betimlemeye bürünüyor. Galileo, akrabalık bağlarını her zaman en cömert şekilde ele aldı; fakat onların hataları ve ahlaksızlıkları, bencillikleri ve arsızlıkları onu devamlı rahatsız ediyordu, hem de neredeyse hayatının son gününe kadar.
19 Aralık 1625’de Rahibe Maria Celeste şöyle yazıyor:
“Gece ibadeti günleri için sana iki tane pişmiş armut yolluyorum. Ancak tüm ikramların en büyüğü olarak sana bir gül gönderiyorum, böylesi bir mevsimde bu derece nadir bir şey görmek seni çok memnun edecek. Gülle birlikte dikenlerini de kabullenmelisin, çünkü bu Efendi’mizin acılı tutkusunu temsil ediyor. Yeşil yaprakları ise fani hayatımızın kısa kışının karanlığından geçtikten sonra, kutsal bir tutku yoluyla elde edebileceğimiz, cennetteki sonsuz baharın ışığına ve saadetine erişme umudumuzu temsil ediyor.”
Galileo’nun miskin kardeşi, eşi ve çocuklarıyla birlikte filozofun evinde yaşamaya başlayınca Rahibe Maria Celeste, her ne kadar kusursuz olmasalar da babasının yanında artık ona bakma görevini üstlenecek birilerinin olduğu düşüncesiyle memnun oluyor. Noel arifesinde gönderdiği küçük hediyelerine hoş bir not eşlik ediyor.
Şöyle arzu ediyor:
“Bu kutsal günlerde Tanrı, ona ve tüm haneye huzur versin. Büyük yaka ve yenleri Albertino için, diğer ikisini iki genç çocuğa, küçük köpeği bebeğe, çörekleri de herkes için gönderiyorum; baharatlı çörekler hariç, çünkü onlar senin için. Çok daha fazlasını yapmaya hazır iyi niyetlerimi kabul et.”
Galileo’nun, verilen desteğe hiç değmediklerini sık sık kanıtlayan akrabaları için sürekli olarak zamanını, cüzdanını ve nüfuzunu ortaya koyması uç bir hoşgörü örneği oluşturuyor. Latif rahibenin bu konudaki yorumu ise şöyle:
“Sevgili efendim ve babam, bana öyle geliyor ki siz doğru yolda yürüyorsunuz, çünkü size karşılığında yalnızca nankörlük yapan o insanlara bile her ortaya çıkan durumda yardım etmeye devam ediyorsunuz. Bu daha zor olduğu kadar, aynı zamanda daha erdemli ve daha kusursuz bir hareket.”


Arcetri’deki villa; Galileo’nun ikametgahı. Milton kendisini burada ziyaret etmiştir.

Veba çevrede dehşet saçarken sevgili kızın endişesi ise şu satırlarda görülüyor:
“Vebaya tedbir olması açısından sana iki kavanoz elektuar gönderiyorum. Üstünde etiket olmayan kuru incir, ceviz, sedefotu ve tuz içeriyor, hepsi balla karıştırıldı. Her sabah aç karnına, azıcık Rum şarabıyla birlikte bir ceviz büyüklüğünde almalısın.”
Salgın daha da artarken Rahibe Maria Celeste, fevkalade aziz bir rahibe olan Abbess Ursula tarafından yapılan ünlü likörden binbir zorlukla da olsa az bir miktar bulmayı başarıyor. Bunu şu sözlerle birlikte babasına yolluyor:
“Bu ilaca güvenmeniz için size yalvarıyorum. Çünkü benim zavallı dualarıma bile o kadar çok güveniyorsanız, böylesine kutsal bir insanınkine çok daha fazla güvenmelisiniz. Gerçekten de onun faziletleriyle, salgının tüm tehlikelerinden kurtulacağınıza emin olabilirsiniz.”
Galileo’nun ilacı alıp almadığını bilmiyoruz, ancak ne olursa olsun salgından kurtuldu.
Teleskop, Galileo’nun Floransa’daki yeni evinden tekrar gökyüzüne çevrildi ve gökbilimcinin çalışmalarını yine parmak ısırtan keşiflerle ödüllendirdi. Jüpiter’i incelerken ulaştığı büyük başarı doğal olarak Galileo’yu Satürn’e bakmaya yönlendirdi. Orada da yine yeterince şaşırtıcı, ancak yanlış yorumladığı bir görüntüyle karşılaştı. Satürn’ün Jüpiter ya da Mars gibi dairesel bir disk sergilemediği gayet açıktı. Gezegen, ortada büyük bir küre, her yanda da küçük birer küre olmak üzere Galileo’ya üç cisimden oluşuyormuş gibi göründü. Keşfin esrarengiz doğası, Galileo’yu bu keşfi gizemli bir tavırla açıklamaya itti. Bir dizi mektup yayımladı ki mektupların yeri uygun bir şekilde sıralandığında, Satürn gezegeninin üç parçalı olduğunu duyuran bir cümle ortaya çıkıyordu. Tabii ki biz bu gezegenin çarpıcı görüntüsünün iki parçalı, çıkıntılı bir halkadan kaynaklandığını biliyoruz. Ama Galileo’nun teleskopunun cılız gücüyle bu halkalar, büyük merkez cisme birtakım ekler ya da âdeta küçük küreler olarak gözüktü.
Galileo’nun muhteşem gökbilim keşiflerinin sonuncusu ise Ay’ın titreşimiyle alakalıydı. Bana göre bu olgunun varlığını keşfetmesi, onun gözlem zekâsını, teleskopla ulaştığı diğer başarılarından çok daha fazla gözler önüne seriyor. Ay’ın sürekli aynı yüzünün Dünya’ya baktığı bilinen bir gerçek. Fakat Ay’ın yüzeyindeki lekelere ve işaretlere ilişkin dikkatli gözlemler yapıldığında görülüyor ki kısa süreli bir değişim, Ay’ın standart dairesine kıyasla azıcık daha doğuyu ya da batıyı, azıcık daha kuzeyi ya da güneyi görmemize izin veriyor.
Ne var ki, bir biyografi yazarının bakış açısından bakıldığında Galileo’nun kariyerini bu kadar ilginç kılan şey elde ettiği başarılarının yanı sıra, çektiği acılar. Acılar ve zaferler her ne kadar yakından ilgili olsa da belki de bilim tarihindeki en büyük dramaya gereken dikkati vermemizin zamanı geldi.
Dünya’nın kendi ekseni etrafında döndüğünün ve Dünya’nın da tıpkı diğer gezegenler gibi Güneş’in etrafında hareket ettiğinin yazılı olduğu Kopernik’in ölümsüz çalışması ortaya çıktığında tutucular dehşete düştü. Roma Katolik Kilisesi, De Revolutionibus Orbium Coelestium adını taşıyan bu bilimsel eseri yasaklı kitaplar listesine ekledi. İncelemeden sonra ise 1615 yılında inanca ters düştüğü hükmü verildi. Birinci sınıf dayanaklar üzerindeki şüphelerle birlikte, Galileo’nun da Kopernik’in sakıncalı düşüncelerini benimsediğinden şüphe edildi. Bu sebeple 26 Şubat 1616 tarihinde Kardinal Bellarmine’nin huzuruna özel olarak çağırıldı ve beklendiği üzere, o çirkin düşünceleri öğretmesi ya da savunması gibi bir hataya düşmemesi konusunda Galileo’ya ihtar verildi. Galileo, bu üstü kapalı uyarıdan dolayı büyük bir sıkıntıya düştü. Arkadaşlarıyla Kopernik sistemini tartışma ayrıcalığından ya da tamamen ikna olduğu bu muhteşem teorinin ilkelerini öğrencilerine öğretme ayrıcalığından mahrum bırakılmasını ciddi bir mesele olarak gördü. Kardinal Bellarmine’in sözlerinde ve uyarılarında kastettiği gibi, dindar bir Katolik olduğundan, kiliseye tutkuyla bağlı olduğundan şüphe edildiğini düşünülmek ona acı verdi.
Galileo, 1616 yılında Papa V. Paulus’la görüştü. Papa, büyük gökbilimciyi cana yakın bir şekilde karşıladı ve onunla birlikte yürüyerek kırk beş dakika süren bir sohbet gerçekleştirdi. Galileo, Papa cenaplarına, onu kilisenin otoritesine karşı mahcup bırakacak girişimlerin düşmanları tarafından ortaya atıldığından yakındı, ancak Papa ona rahat olmasını söyledi. Papa, Galileo’nun dinine sıkı sıkıya bağlı olduğuna emindi ve kendisi Aziz Peter’ın koltuğunda olduğu sürece, yasaklı kitapları belirleyen senatonun Galileo’nun başına daha fazla dert olmayacağı konusunda gökbilimciyi temin etti.
V. Paulus’un 1623 yılında ölmesinden sonra Maffeo Barberini, VIII. Urbanus ismiyle Papa seçildi. Bu yeni Papa, kardinalken Galileo’nun yakın arkadaşlarından biriydi. Hatta büyük gökbilimciyi ve keşiflerini öven Latince dizeler yazmıştı. Bu sebeple Galileo’nun, biraz tedbirle, kilisenin memnuniyetsizliğine maruz kalma korkusu olmadan çalışmalarına ve yazılarına devam etme zamanının geldiğini düşünmesi kadar doğal bir şey yoktu. Hatta 1624 yılında Galileo’nun Roma’daki arkadaşlarından biri, Galileo’yu şehre davet ediyor ve şunları söylüyordu:
“Bu çok merhametli, bilgili ve muhteşem Papa’nın destekleriyle bilim gelişmeli. Gelişin, Papa hazretlerini sevindirir. Bana gelip gelmediğini ve ne zaman geleceğini sordu; kısacası, seni her zamankinden çok seviyor ve sana saygı duyuyor.”
Ziyaret gereğince yapıldı. Galileo Floransa’ya geri döndüğünde ise Papa, bir mektup yazıp çok kısa zaman önce babasının yerini alarak Toskana’nın Büyük Dükü olan genç Ferdinand’ın filozofa güzel makamlar vermesini buyurdu. Mektuptan bir bölüm ise şöyle:
“Galileo’da yalnızca edebi paye değil, aynı zamanda din sevgisi de mevcut. Ayrıca bu niteliklerinde oldukça güçlü ki zaten bunlar sayesinde papalığın sempatisini kolaylıkla kazandı. Şimdiyse terfimiz nedeniyle bizi tebrik etmek için bu şehre geldiğinde onu sevgiyle kucakladık. Onu, papalığın engin sevgisiyle birlikte sizin cömertliğinizin çağırdığı memleketine göndermek bizi üzüyor. Onun bizim için ne kadar değerli olduğunu bilesiniz diye ona bu yüce fazilet ve dindarlık referansını vermek istedik. Ayrıca babanızın cömertliğini benimseyerek, hatta onu geçerek Galileo’ya bahşedeceğiniz her ayrıcalığın, bizim memnuniyetimize katkı sağlayacağını da belirtiriz.”
Papa VIII. Urbanus tarafından gerçekleştirilen bu olumlu karşılamanın ardından Galileo aynı şekilde Papalık otoritelerinin Dünya’nın durağanlığı konusundaki büyük soru hakkında da aynı şekilde tavır değişikliğine gideceğini umdu. Bu sebeple yaşamının temel çalışmasının hazırlıklarına başladı: İki Büyük Sistem Hakkında Diyalog. Bu çalışma, otoriteler tarafından teftişe sunuldu. Papa’nın kendisi, öne süreceği birkaç koşula usulünce uyulması şartıyla eserin yayımlanmasına bir itirazda bulunmayacağını belirtti. En başta, kitabın ismi o kadar dikkatli bir şekilde seçilmişti ki Kopernik’in doktrininin bir bilimsel gerçek değil, yalnızca bir varsayım olduğunu açıkça gösteriyordu. Galileo’ya ayrıca Papa’nın kendisi tarafından öne sürülmüş özel savları da kitaba dahil etmesi söylenmişti. Bu savlar, Papa hazretlerine göre, Kopernik’in yeni sistemine gayet karşıt gibi görünüyordu.


Galileo’nun Ay yüzeyi çiziminin kopyası

Diyalog’un yayımı için resmi izin Engizisyon Şefi tarafından verildi ve kitap böylece baskıya gönderildi. Bundan sonra gökbilimcinin kitabı hakkındaki kaygılarının sona erdiği düşünülebilir. Aslında henüz ciddi manada kaygı duymaya başlamamıştı bile. Kutsal Saray’ın Şefi Riccardi, birden bazı kuşkulara kapıldı ve taslak baskıdayken tekrar Galileo’ya gönderildi, böylece belirttiği iddialar tekrar incelenecekti. Görünen o ki Riccardi, baskıya gitmesi için belki de aceleyle izin verdikten sonra, meseleye gerekli özeni göstermediği kanısına varmıştı. Kitabın çıkmasındaki kayda değer gecikme bu müzakerelerin bir sonucuydu. Gelgelelim en sonunda, Haziran 1632’de, Galileo’nun muhteşem çalışması İki Büyük Sistem Hakkında Diyalog dünyaya açılmak üzere basıldı; ancak bu durum, ölümsüz yazar için endişe kaynağı oldu.
Yayımlandıktan sonra kitap çok büyük istekle okundu. Fakat Kutsal Saray’ın Şefi, kitabın basımına rıza gösterdiği için pişman olacak nedenler buldu. Bu sebeple amirane bir emirle İtalya’daki tüm kopyalara el koydurdu. Papalık tavrındaki bu ani değişikliğin ardından Toskana’nın Büyük Dük’ü, Katolik otoritelere karşı güçlü bir serzenişte bulundu. Papa’nın kendisi de çalışmanın inanca ters düşen bir içeriğe sahip olduğu inancından etkilenmiş görünüyordu. Kitap üstüne yapılan genel yorum, otoritelerin kitabın gerçek eğilimini yanlış anlaması gibi görünüyordu, oysaki vazife için görevlendirilmiş teologlar kitabı tekrar tekrar incelemişti. Büyük Dük’ün temasları sonucu Papa cevap verdi ve kitabı, içindeki her kelimeyi inceleyecek “bilgili, vakur ve aziz adamlar”ın meclisine sunmaya karar verdiğini belirtti. Papa’nın mesele üzerindeki kişisel görüşleri gösteriyordu ki onun inancına göre Diyalog, bir okuyucunun eline geçebilecek en sapkın içeriğe sahipti.
Kutsal Saray’ın Şefi, kitabın yayımı için izin verdiği için otoriteler tarafından büyük ölçüde suçlandı. O da kitabın, eline ulaşan orijinal taslağa uygun basılmadığına dair savunma yaptı. Galileo’nun kitaba, Papa’nın kendisi tarafından öne sürülen ve eski ortodoks bakış açısını savunan, uygun argümanları eklemeye dair verdiği söze bağlı kalmadığı ileri sürüldü. Bunlardan biri kuşkusuz kitaba dahil edilmiş ancak işleri Galileo’nun lehine çevireceğine, zavallı filozof için işleri daha kötü bir hale getirmişti. Papa’nın argümanını, Diyalog’taki “Simplicio[2 - Kelime anlamı basitlik, sıradanlık; Kitapta Aristotelesçi görüşü savunan ve bu görüşü kutsal kabul eden tutucu bir karakterdir.]” karakteri dillendiriyordu. Galileo’nun düşmanları, Papa hazretlerinin fikrini açıklamak için böyle bir yöntem kullanılmasının, Galileo tarafından Papa’yı küçük düşürmek için kasten yapıldığını iddia ettiler. Galileo’nun arkadaşlarıysa onun asıl niyetinin, böyle bir şeyin yanından bile geçmediğini ileri sürdüler. Bu şekilde ortaya çıkan şüphelerin, Papalık otoritelerinin çehresinin değişmesine sebebiyet vermiş olması da çok büyük bir olasılık gibi görünüyor
1 Ekim 1632’de Galileo, kâfir olduğuna dair ağır bir suçlamayla Roma’daki Engizisyon’a çıkmasına dair bir emir aldı. Tabii ki Galileo, emre bağlılığını dile getirdi, ancak ilerlemiş yaşı ve kötüye giden sağlığı sebebiyle mahkemenin ertelenmesi isteğini dile getirdi. Ancak Papa merhamet etmedi. Hâlâ arkadaşıyken Galileo’yu bu tehlike hakkında uyarmış olduğunu söyledi. Emre itaatsizlik gibi bir seçenek yoktu. Galileo, yolu istediği kadar uzatabilirdi, fakat mecburen bir an önce yola koyulması gerekiyordu.
20 Ocak 1633’te Galileo, bu amirane emre uymak üzere Roma’ya doğru yorucu yolculuğuna başladı. 13 Şubat’ta, tüm mesele boyunca bilge ve nazik davranan arkadaşı Toskana ataşesi Niccolini’nin misafiri oldu. Açıkça görülüyordu ki Engizisyon Mahkemesi, Galileo’ya karşı yumuşak ve düşünceli davranıyordu, yalnızca kendisine karşı açılan davanın bir sona ulaşmasında kararlıydılar ve bu tutarlı bir tutumdu. Papa, Büyük Toskana Dükü’ne olan saygısından dolayı Galileo’nun bu ayrıcalıktan yararlanabileceğini söyledi, çünkü kâfirlikle suçlanan bir hükümlünün, ataşenin evinde kalması eşi benzeri görülmemiş bir olaydı. Normal şartlar altında Engizisyon’un zindanlarına gönderilmiş olmalıydı. Suçlunun davası incelenmeye başladığında Galileo kapatıldı, ancak tabii ki zindanlara değil, Engizisyon Mahkemesi’nin rahat odalarından birine…
Niccolini’nin, Engizisyon önündeyken Galileo’ya kullanmasını şiddetle tavsiye ettiği akla uygun ve uzlaştırıcı uysal dil sonucunda Engizisyon o kadar memnun kalmıştı ki Papa’ya Galileo’nun salıverilmesi için ricada bulundular. Böylece Galileo’nun yargılama sürecinin geri kalanında çok içten bir şekilde ağırlandığı ataşenin evine geri dönmesine izin verildi. Bunun tüm meselenin yakında biteceğine bir kanıt olduğunu düşünen Rahibe Maria Celeste, fikirlerini şöyle açıkladı:
“Kıymetli mektubunun bana verdiği sevinç, onu rahibelere tekrar tekrar okumam ve onların da olanları duyunca büyük bir şenlik havasına bürünmesi beni o kadar heyecanlandırdı ki en sonunda büyük bir baş ağrısına tutuldum.”
Galileo, savunması için, daha önce de kâfirlikle suçlanıp 1616 yılında Kardinal Bellarmine tarafından suçsuz bulunduğunu, şimdi ne yaptıysa o zaman da aynı şeyi yaptığını ve o zamanki çalışmalarının dine bağlılık konusunda onaydan geçtiğini ileri sürdü. Engizisyon gerçekten de merhamet göstermeye meyilliydi, ancak Papa tatmin olmamıştı. Bu sebeple 21 Haziran’da tekrar çağırıldı. Diyalog’u yazmasına neden olan sebeplerin tatmin edici açıklamasını yapmadığı takdirde kendisine işkence edileceği söylenerek tehdit edildi. Yargılama boyunca Papa, çok saygı duyduğu ve takdir ettiği Büyük Dük’ün hatrına, Dük’ün hizmetindeki Galileo’ya olabilecek en yüksek seviyede düşünceli bir yaklaşım sergilediği konusunda dair Toskana ataşesini temin etti. Yine de gökbilimciye örnek bir ceza verilmesi gerekiyordu, zira Diyalog’u yayımlayarak 1616 yılındaki kararla birlikte yükümlü olduğu sessiz kalma emrine kesin bir itaatsizlik göstermişti. Kitabın, onu tekrar tekrar denetimden geçiren Kutsal Kurul’un Şefi tarafından onaylandığını ileri sürmek de geçerli kabul edilmedi. Eğer Kutsal Kurul Şefi’nin, filozofun on altı yıl önce aldığı dinsel uyarıdan haberi olmasa dahi Galileo’nun bu durumu ona haber vermiş olması gerektiğine karar verildi.
22 Haziran 1633’de Galileo, Engizisyon’un büyük salonuna çıkarıldı ve savunmasını duymak üzere toplanmış kardinallerin önünde diz çökmeye zorlandı. Çok ayrıntılı bir şekilde hazırlanmış uzun bir belgede Galileo, Diyalog’ta Dünya’nın hareketini tartışmaya açık bir sav olarak görmek gibi ciddi bir hata yapmaktan dolayı suçlu bulundu. Galileo’nun da bildiği gibi, ki belge de bunu öne sürüyordu, kilise bu kavramın İncil’e karşı olduğunu kesin bir şekilde vurgulamıştı. Yani Galileo’nun bu kadar sapkın bir görüşün imkân dahilinde olması konusunda lehte bir düşünce içine girmesi, kilise otoritelerinin görmezden gelemeyeceği bir saygısızlık örneğiydi. Ayrıca Galileo, Diyalog’ta, en güçlü argümanları tutucu doktrini destekleyenler lehine değil, kilisenin kesinlikle kınadığı Dünya’nın hareketini savunan kişiler lehine vermekten de suçlu bulundu.
Zanlı tarafından yapılan savunmanın gözden geçirilmesinden sonra Galileo’nun, Engizisyon tarafından kâfirlik gibi ağır bir suç işlediğine, bunun karşılığında da kutsal kitaplarda yazan tüm cezaları, kınamaları ve bu işleyen insanlara verilen diğer cezalara çarptırılmasına karar verildi. Eğer Galileo, ona sunulan süre zarfı içinde tövbe ederek dine aykırı düşüncelerini resmi bir şekilde reddederse bu cezaların büyük bir bölümü kaldırılacaktı.
Aynı zamanda güçlü bir tutumla işlenen suçun ciddiliğini damgalamak gerekliydi, böylece hem Galileo için bir ceza hem de diğerleri için bir uyarı olacaktı. Böylece Galileo’nun, Papalık otoritelerinden gelecek ikinci bir emre kadar Engizisyon’da tutuklu kalmasına karar verildi. Ayrıca üç yıl boyunca her hafta, yedi Pişmanlık İlahi’sini okumak zorunda bırakıldı.
Bundan sonra Engizisyon’un büyük salonundaki o unutulmaz sahne gerçekleşti. Teleskopun mucidi, ünlü gökbilimci, yaşlanmış ve halsiz Galileo, kâfirlik suçuna tövbe etmek için Hıristiyan Cumhuriyeti’nin en ünlü ve saygı değer lord kardinalleriyle Engizisyon Şefleri’nin önünde diz çöktü. Eli İncil’in üzerindeyken Galileo, Güneş’in merkezde sarsılmaz olduğunu, Dünya’nın merkezde olmadığını ve hareket ettiğini öne süren fikri reddetmek ve yalanlamak zorunda kaldı. Gelecekte onu şüpheli durumuna düşürecek hiçbir şey söylemeyeceğine ya da yazmayacağına dair yemin etti, eğer yaparsa kutsal yazıtlarda yazan tüm cezalara ve acılara boyun eğecekti. Akabinde bu yemin, Floransa’dan özel olarak çağırılan öğrencileri önünde de okundu.
Hem 1616 yılında gerçekleşen ilk olayda hem de 1633’de gerçekleşen ikinci olayda o sırada egemen olan papaların Galileo’yu ilgilendiren hükümlere imza atmadığı görülüyor. Bu konudaki görüşe göre hem V. Paulus’un hem de VIII. Urbanus’un, Roma Kilisesi’nin Kopernik’in iddialarına ilişkin takındığı tavırla ilgili sorumluluk almaktan kaçındığı öne sürülüyor. Bu durumun önemi ise Papa’nın yanılmazlığına ilişkin yapılan açıklamalarda gizli.
Bu korkunç davalar sırasında Rahibe Maria Celeste’nin çok sevdiği babası hakkında düştüğü endişeyi tahmin edebiliriz. Galileo’nun yakın arkadaşı ataşe Niccolini’nin eşi, davanın elverdiği ölçüde rahibeye, kibar bir şekilde sakinleştirici güvenceleri yazıyordu. Kızdan babasına gönderilen bu dokunaklı ışık mektuplarının yenilenen bir akışı vardı. Kızı, şöyle yazıyordu:
“O kadar ansızın oldu ki içine düştüğün derdin haberleri ruhumu kederle delip geçti.”
Ayrıca babasına Roma’dan ayrılma izni verildiğini duyduğunda kızı yine şöyle yazıyordu:
“Keşke Siena’ya sağ salim vardığını duyan tüm rahibelerin ve kardeşlerimin sevincini sana anlatabilsem. Gerçekten olağanüstü bir şeydi. Haberleri duyunca Abbess Anne ve rahibelerin çoğu, koşup sevinç gözyaşları ve şefkatleriyle beni kucakladılar.”


Galileo’nun aile arması

Tutsaklık kararı en başta Papa tarafından yumuşak bir şekilde yorumlandı. Galileo, şartlı tutukluluk haliyle başpiskoposun Siena’daki evinde kalabilecekti. Tabii ki onun için en büyük acı kızından zorla ayrı kalmanın acısıydı, çünkü nihayetinde o da kızına, kızının ona karşı hissettiği tutkulu sevgiyle neredeyse eşit bir sevgi beslediğini anlamıştı. Kızı, ona sürekli olarak babasına ettiği herhangi bir hizmetten aldığı zevki başka hiçbir şeyden almadığını söylerdi. Hatta Galileo’nun kefaret olarak üzerine yüklenen yedi Pişmanlık İlahisi’ni okuma görevini onun yerine gerçekleştirebileceğini öğrendiğinde büyük bir sevinçle dolmuştu:
“Bir süre önce okumaya başladım ve çok büyük bir memnuniyet duyuyorum. İlk olarak Kutsal Kilise’ye bağlılık için edilen duanın tesirli olduğuna ikna oldum; ikincisi de seni bu ilahiyi hatırlama zahmetinden kurtarıyorum. Eğer daha fazlasını yapabilsem ve bunun seni özgür kılacağını bilsem seve seve, şu an içinde yaşadığım yerden ayrılıp doğrudan zindana giderdim.”
Rahibe Maria Celeste’nin sağlığı gittikçe kötüleşiyordu, ancak ona bir kez daha çok sevdiği efendisini ve babasını kucaklamanın büyük ayrıcalığı bahşedilmişti. Aslında Galileo’ya kendi evine dönme izni verilmişti; ancak kızının ölümünün geldiğini duyduğu günde bile dava hükmü, ona ebedi yalnızlık içinde kendi evinde kalmasını emrediyordu.
Yaşının getirdiği güçsüzlüğün artması, arkadaşlarından tecrit edilmesi ve kızının kaybı üzerine Galileo bir kez daha teselliyi çok çalışmakta aradı. Hareket üzerine ünlü diyaloğunu yazmaya başladı. Fakat yavaş yavaş görüş kabiliyetini kaybetmeye başladı ve diğer dertlerinin üzerine bir de körlük eklendi. 2 Ocak 1638’de Diodati’ye şöyle yazdı:
“Heyhat, çok sevgili arkadaşın ve hizmetkârın Galileo son bir aydır hiç görmüyor. Yani muhteşem keşiflerim ve açık örneklerimle geçmişteki bilge insanların inancının yüzlerce kat ötesinde büyük olduğunu gösterdiğim bu gökyüzü, bu dünya ve bu evren benim için o kadar küçük bir hale geldi ki artık yalnızca kendi bedenimin hisleriyle dolu.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403288?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Eski dönemlerde denizcilerin, yıldızların açılarını hesaplayarak bulundukları konumu saptamalarına olanak veren açı ölçer.

2
Kelime anlamı basitlik, sıradanlık; Kitapta Aristotelesçi görüşü savunan ve bu görüşü kutsal kabul eden tutucu bir karakterdir.
Büyük gökbilimciler Robert Ball
Büyük gökbilimciler

Robert Ball

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İnsanoğlu çok eski tarihlerden bu yana birçok sorunun cevabını gökyüzünde aramıştır. Bu arayış binlerce insanı yıllar boyunca gökyüzünü seyretmeye sevk etmiştir. İçlerindeki en sabırlı gözlemciler, yaptıkları görkemli keşiflerle insanlığı aydınlatmış ve isimleri günümüze kadar ulaşmıştır. Kendi zamanına kadar gelen astronomi bilgilerini bir araya getirip kitaplaştıran ve ilk defa Dünya merkezli bir gezegenler sistemi fikrini ortaya atan Batlamyus’tan Güneş’in gezegenler sisteminin merkezi olduğunu söyleyen Kopernik’e, dünyanın yuvarlak olduğunu öne sürerek kiliseyi karşısına alan Galileo’dan yerçekimini keşfeden Isaac Newton’a 18 gökbilimcinin sıradışı hayat hikâyelerini ve keşiflerini keyifle okuyabilirsiniz.

  • Добавить отзыв