Büyük evin küçük hanımefendisi

Büyük evin küçük hanımefendisi
Jack London
Zeki çiftçi Dick Forrest, güzel ve yetenekli karısı Paula’yla Büyük Ev’de mutlu bir yaşam sürmektedir. Forrest’ın arkadaşı Graham, Büyük Ev’e geldiğinde işler karışır. İki arkadaş Paula’ya, Paula ise adamların ikisine birden âşıktır. Bu aşk üçgeni onları nereye götürecektir?

“Bu kitaptaki üç karakterim mızmız da değil, ahlakçı da… Hepsi kültürlü ve modern ama aynı zamanda ilkeller. Kitap bittiğinde okur, karakterlerimin üçüne de hayran kalacak. Yazmaya devam ettikçe ellerimde duran şeyin yazarlık hayatımın zirvesi olduğuna daha da çok inanıyorum. Her zaman yazdığım türden şeyler bulma umuduyla okursanız bu kitabı benim yazdığıma inanmayabilirsiniz. Yepyeni ve şimdiye kadar yazdığım her şeyden farklı bir şey yazıyorum.”
– Jack London

Jack London’ın satır aralarında kadının seçimlerinde özgür olduğuna sık sık vurgu yapması, bu kitabın, dönemin feminist hareketlerini yansıtan romanlardan biri olmasını sağlamıştır.

Jack London
Büyük EvinKüçük Hanımefendisi




Zamanının en ünlü yazarlarından olan Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da fakir bir ailede, istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya geldi. Çocukluğu boyunca çeşitli işlerde (gazete satmak, fabrika işçiliği, kaçak istiridye avcılığı vb.) çalışmak zorunda kaldı. Maddi yetersizlikler nedeniyle düzenli bir eğitim alamayan London, 14 yaşında okulu bıraktı. Önce Japonya’ya giden bir gemiye tayfa olarak yazıldı, sonra da demiryollarındaki serserilerin arasına katıldı. Bu dönemde kimi zaman yürüyerek kimi zaman trenle Amerika’yı baştan aşağı dolaştı. Serserilik nedeniyle 30 gün hapis yattı. 19 yaşındayken eğitimine yeniden başlayarak dört senelik liseyi bir senede bitirdi ve bir yazar olarak mezun olmak istediği Berkeley Üniversitesi’ne kabul edildi; ancak burada da maddi yetersizlikler nedeniyle yarım dönem sonunda okulu bırakmak zorunda kaldı. 21 yaşındayken eniştesiyle beraber Klondike Altın Avı’na katıldı. Burada sağlığı kötüye giden London, iskorbüt hastalığına yakalandı ve dört dişini kaybetti.
Altın avından sosyalist olmaya doğru bir eğilimle ayrılan London, yazarak para kazanmayı kafasına koydu. O dönemde gelişmekte olan yeni basım teknolojisi sayesinde baskı mali-yetleri düşünce daha fazla edebiyat dergisi basılmaya başlamış ve bu da dergilerde yer alan kısa hikâyelere bir ilgi doğmasına yol açmıştı. Bu dönemde Jack London da çokça kısa hikâye yazdı ve bunlardan iyi bir gelir elde etmeye başladı. 1904 yılında, yani 28 yaşındayken savaş muhabirliği yaptı ve Rus-Japon savaşı hakkında yazdı. 1905 yılında Kaliforniya’da bir çiftlik satın aldı ve kendisini bu çiftliğe adadı. Hatta bu dönemde artık yazma uğraşını dahi çiftliğini büyütebilme ve geliştirebilme adına finans sağlaması için yaptı, ancak çiftlik işinde başarısız oldu. London, 22 Kasım 1916’da çiftliğinde böbrek yetmezliği dolayısıyla hayata gözlerini yumdu. İki evlilik yapan London’ın ilk evliliğinden iki çocuğu oldu.
Beş yaşında kendi kendine okumayı söken London, tam bir kitap kurduydu. Zamanının büyük bir bölümünü kütüphanede geçirir ve Madam Bovary, Anna Karenina gibi klasikleri okurdu. Lise zamanlarında Charles Darwin, Karl Marx ve Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin eserleriyle karşılaştı ve bu düşünürlerin fikirleri onu büyük ölçüde etkiledi. Lisede yazmaya başlayan London’ın birçok yazısı lisenin dergisinde yayımlandı. Bu dönemde birçok kısa hikâye yazmış ve 1902 yılında romanlar yazmaya başlamıştır. 1903 yılında yazdığı Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild) romanıyla 27 yaşında şöhreti yakalamış ve sonrasında da oldukça üretken bir yazar olmuştur. En bilinen eserleri arasında Vahşetin Çağrısı’yla birlikte Beyaz Diş (White Fang – 1906), Martin Eden (1909), Deniz Kurdu (The Sea-Wolf – 1904) sayılabilir.
1915 tarihli Büyük Evin Küçük Hanımefendisi, Jack London hayattayken yayımlanan son romanıdır. Biyografi yazarı Clarice Stasz’a göre bu kitap otobiyografi sayılamayacak olsa da Jack London’ın ikinci eşi Charmian Kittredge London’la olan evliliğinden belirgin izler taşımaktadır. Hatta kitaptaki pek çok karakterin o dönem çevrelerinde olan kişilerle benzerliği dikkat çekmektedir.


Eleştirmenler, bu kitaptaki iki erkek ana karakterin de Jack London’ın bizzat kendisi olduğunu düşünmüştür. Zengin çiftlik sahibi Dick Forrest, London’ın kendi çiftliğine dair hayallerini gerçekleştirmiş bir adamdır. Romantik ve maceracı Evan Graham ise London’ın insanlardan kaçmak isteyen tarafının vücut bulmuş halidir.
Eserleri tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok sevilen Jack London’ın Türkçeye ilk kez çevrilen bu kitabını okurlarımıza sunmaktan mutluluk duyuyoruz.



1. Bölüm
Karanlıkta uyandı. Uyanışı basit ve kolaydı; karanlık olduğunu fark etmesini sağlayan gözlerini açması dışında hiçbir hareket olmaksızın uyanmıştı. Etraflarını saran dünyayı hissetmeleri, el yordamıyla tutmaya çalışmaları ve dinlemeleri, hatta temas kurmaları gereken çoğu insanın aksine, uyandığı anda kendini biliyordu ve anında zamanla, mekânla ve kişilikle özdeşleştirebiliyordu. Saatlerce uyuduktan sonra, hiç sıkıntı çekmeden günlerinin kesintiye uğramış öyküsüne dönebiliyordu. Uykulu gözlerle Road Town kitabının sayfalarının arasına bir kibrit koyduktan ve elektrikli okuma lambasını kapattıktan sonra, kendisinin uykuya dalan geniş arazilerin efendisi Dick Forrest olduğunu biliyordu.
Yakında bir yerde ağır ağır akan bir çeşmenin şırıltısı ve çağıltısı duyuluyordu. Uzaklardan, sadece hassas bir kulağın yakalayabileceği kadar hafif ve derinden gelen, keyifle gülümsemesine neden olan bir ses duydu. Bunun, Kral Polo’nun –şampiyon Kısa Boynuzlu Boğa’sının–Sacramento’daki Kaliforniya Eyalet Panayırları’nda üç kez Büyük Şampiyon olmuş boğasının soğuk, gırtlaktan gelen haykırışı olduğunu anlamıştı. Dick Forrest’ın yüzündeki gülümseme kolay kolay geçmiyordu; çünkü o anda Kral Polo’nun, o yıl Doğu Hayvan Yarışları’nda alacağı yeni zaferleri düşünüyordu. Onlara, Kaliforniya’da doğmuş ve yetişmiş bir boğanın, Iowa’da mısırla beslenmiş veya deniz ötesi vatanlarından ithal edilmiş kaliteli kısa boynuzlularla rekabet edebileceğini gösterecekti.
Ancak gülümsemesi geçtikten birkaç saniye sonra karanlıkta uzanıp bir dizi düğmenin ilkine bastı. Böyle üç sıra düğme vardı. Tavandaki devasa avizeden yayılan gizli loş ışık, üç cephesi ince bakır telle çevrilmiş bir yatak odası verandasını aydınlattı. Evin dördüncü cephesi ise uzun camlı kapıların bulunduğu betonarme bir duvardı.
Sıradaki ikinci düğmeye bastığında, beton duvarda belirli bir yerde duran parlak lamba sırayla bir saati, bir barometreyi ve bir santigrat/fahrenhayt termometreyi aydınlattı. Bir bakışta göstergelerdeki mesajları okudu: saat 4.30; hava basıncı 29.80 –ki bu mevsimde ve yükseklikte normaldi– ve sıcaklık 36° Fahrenhayt. Bir kez daha düğmeye basınca, zaman, sıcaklık ve hava ölçüleri tekrar karanlığa gömüldü.
Üçüncü düğme okuma lambasını açtı. Öyle düzenlenmişti ki, ışık tepeden ve arkadan geliyor, gözlerini almıyordu. Birinci düğme, başının üstündeki gizli lambayı söndürdü. Çalışma masasındaki son okumasını yaptığı yığına uzandı ve bir sigara yakarak kurşun kalemle düzeltmeye başladı.
Burasının çalışan bir adamın uyuma mekânı olduğu belliydi. En önemli özelliği kullanışlılığıydı ama rahatlığı da, tamamen sıradan olmasa bile, açıkça belli oluyordu. Yatak, duvarla uyumlu olması için gri sırlı demirden yapılmıştı. Yatağın ayakucunun karşısındaki ekstra yorganın üstünde, her kuyruğu bir püskül olan kurt derisinden yapılmış gri robdöşambr duruyordu. Bir çift terliğin durduğu zeminde ise bir dağkeçisinin kalın postu seriliydi.
Kitapların, dergilerin ve not defterlerinin düzenli bir şekilde durduğu büyük çalışma masasında kibritleri, sigaraları, bir kül tablasını ve bir termos şişesini koyacak yer vardı. Sallanan asılı rafın üstünde dikte yapmak amacıyla kullandığı gramofon duruyordu. Duvarda, barometre ve termometrelerin altında, yuvarlak bir çerçevenin içinden bir kızın yüzü gülümsüyordu. Yine duvarda, düğme sıralarının ve kontrol panosunun arasında, açık bir kılıfın içinden, 44 Colt otomatik tabancanın kabzası görünüyordu.
Saat tam altıda, alacakaranlığın aydınlığı tel örgüden içeri süzülmeye başladıktan sonra, Dick Forrest, gözlerini kâğıtlardan ayırmadan, sağ elini uzatarak ikinci sıradaki düğmelerden birine bastı. Beş dakika sonra verandada yumuşak terlikli bir Çinli belirdi. Adamın ellerinde, küçük parlak bir bakır tepsi içinde bir fincan ve tabağı, küçücük bir gümüş demlik ve buna uygun gümüş sütlük vardı.
“Günaydın, Oh My,” diye karşıladı Dick Forrest. Bunu söylerken gözlerinin içi güldü ve gülümsedi.
“Günaydın, efendim,” diye cevap veren Oh My, çalışma masasının üstünde tepsiye yer açarak fincana kahve ve krema koydu.
Oh My bunu yaptıktan sonra, efendisinin bir eliyle çoktan kahveyi yudumlamaya başladığını, diğer eliyle de kâğıtlarda düzeltmeler yaptığını fark edince başka emir beklemeden, yerden pembe, şeffaf, dantelli bir gece başlığı aldı ve odadan çıktı. Hiç gürültü yapmadan gitmişti. Büyük pencerelerin önünden gölge gibi süzülerek uzaklaştı.
Saat tam altı buçukta, daha büyük bir tepsiyle geri geldi. Dick Forrest düzeltme yaptığı kâğıtları kenara koydu, “Kurbağaların Ticari Olarak Yetiştirilmesi” adını taşıyan bir kitaba uzandı ve yemeye hazırlandı. Kahvaltı basitti ama epeyce zengindi: biraz daha kahve, yarım greyfurt, cam kâsede bir miktar tereyağıyla dumanı tüten iki rafadan yumurta ve fazla pişmemiş, kendi yetiştirdiği ve baktığı hayvanlardan olduğunu bildiği ince bir dilim domuz pastırması.
Bu aşamada güneş ışığı artık perdeden içeri giriyor, yatağa vuruyordu. Sinekliğin dış kısmına, mevsime göre yumurtalarından erken çıkmış ve gecenin soğuğu yüzünden uyuşmuş birkaç tane karasinek takılmıştı. Forrest kahvaltısını ederken, etçil sarı-siyah gövdeli yabanarılarının avlanmasını seyretti. Soğuğa arılardan daha dayanıklı ve kuvvetli olan yabanarıları, çoktan tele konarak uyuşmuş sinekleri avlamaya başlamıştı. Uçarken çıkardıkları gürültüye rağmen havadaki bu sarı avcılar, hemen hiç ıskalamadan, çaresiz kurbanlarının üstüne atlıyor ve onları yakalayarak uzaklaşıyordu. Son sinek götürüldüğünde, Forrest da kahvesinin son yudumunu içmiş, kitabının arasına kibrit çöpü koymuş ve düzeltme metinlerini eline almıştı.
Bir süre sonra, günün ilk sesi olan tarlakuşunun berrak, tatlı ötüşü Forrest’ın düzeltme yapmaktan vazgeçmesine neden oldu. Saate baktı. Saat yediyi gösteriyordu. Elindeki kâğıtları kenara bıraktı ve deneyimli eliyle kumanda ettiği santral aracılığıyla bir dizi konuşma yapmaya başladı.
İlk konuşması, “Merhaba, Oh Joy,” oldu. “Bay Thayer kalktı mı? … Pekâlâ. Rahatsız etme. Yatakta kahvaltı edeceğini sanmıyorum ama bir öğreniver… Evet, ayrıca sıcak suyu nasıl kullanacağını göster. Belki bilmiyordur… Evet, doğru. Bulabildiğin zaman bir erkek çocuk daha almayı planla. Havalar düzeldiği zaman hep kalabalık oluyor… Tabii. Kendin karar ver. Hoşça kal.”
“Bay Hanley? Evet,” diye başladı ikinci konuşması başka bir hattan. “Buckeye’da yapılacak barajı düşünüyordum. Toprak taşıma ve taş kırma rakamlarını istiyorum… Evet, bu kadar. Toprak taşıma işinin maliyetinin, parçalanan taşların fiyatından metre başına altı ila on sent daha fazla olacağını düşünüyorum. Toprak ekiplerini mahveden şey, o son tepe. Fiyatları belirleyin… Hayır, iki hafta daha başlayamayacağız… Evet, evet; bu yeni traktörler, eğer bir gün teslim edilirlerse, atları toprağı sürme işleminden kurtarabileceğiz ama kontrol için geri gitmeleri gerekecek… Hayır, o konuda Bay Everan’la görüşmeniz gerekecek. Güle güle.”
Üçüncü konuşması:
“Bay Dawson? Ha! Ha! Şu anda verandamda otuz altı tane var. Aşağıdaki düzlükler buz nedeniyle bembeyaz olmalı. Ama muhtemelen bu senenin son buzu… Evet, traktörlerin iki gün önce teslim edileceğine yemin ettiler… İstasyon sorumlusunu arayın… Bu arada, benim için Hanley’yi bulun. Ona, ikinci sinekkapanı montajıyla birlikte, “fare yakalayıcılarını” da başlatmasını söylemeyi unuttum… Evet, hemen. Bu sabah pencere tellerime bir iki düzine tünemişti… Evet… Görüşürüz.”
Bu aşamada, Forrest pijamalarıyla yataktan çıktı, ayaklarına terliklerini giydi ve büyük camlı kapıdan geçerek Oh My’ın hazırladığı banyoya gitti. On iki dakika içinde, tıraşını da olmuş, tekrar yatağa girmiş, kurbağa kitabını okurken, son derece dakik olan Oh My bacaklarına masaj yapıyordu.
Bu bacaklar yapılı, 1.78 boyunda, 81,6 kilo ağırlığında bir adamın düzgün bacaklarıydı. Dahası, adamın öyküsünü anlatıyorlardı. Sol kalçasında yirmi beş santim uzunluğunda bir yara izi vardı. Sol bileği boyunca, ayağın üst kısmından topuğa kadarki yüzeye, altı tane yarım dolar büyüklüğünde yara izi dağılmıştı. Oh My harekete geçip, sol dizini biraz şiddetli bir şekilde çekince Forrest acıyla irkildi. Sağ bacağındaki çok sayıda koyu renkli yara izi dikkat çekerken, dizinin hemen altında, kemikte belirgin bir çöküntü vardı. Diziyle kasığı arasındaki bölgenin ortasında, eskiden kalma yedi buçuk santimlik bir kesik vardı ve dikişlerin minik izleri tuhaf bir şekilde yaranın benekli görünmesine neden oluyordu.
Dışarıdan gelen ani ve neşeli kişneme sesi, kurbağa kitabının sayfalarının arasındaki kibrit çöpünü düşürdü ve Oh My efendisini yatakta giydirmeye çalışırken –çoraplar ve ayakkabılar dahil– efendisi, kısmen yana dönerek kişnemenin geldiği yöne baktı. Yolun aşağısındaki erken açmış mor leylakların salınan çiçeklerinin arasından, ilginç bir kovboyun bindiği, sabah güneşi altında kıpkırmızı parlayan büyük bir at geliyor, görkemli topuk eklemlerindeki karlı köpüğü savuruyor, asil yelesi uçuşuyor, gözleri kırları tarıyor, sevgi çağrısının sesi canlanan arazide yankılanıyordu.
Dick Forrest aynı anda hem sevinç hem de kaygı yaşadı; leylak ağaçlarının arasından gelen muhteşem hayvanı görünce sevindi ama atın, duvarındaki yuvarlak ahşap çerçeveden gülümseyen kızı uyandırmış olabileceğini düşünerek kaygılandı. Hemen altmış metrelik avlunun karşı tarafındaki kızın yaşadığı bölümün karanlık çıkıntısına baktı. Kızın uyuduğu verandanın panjurları kapalıydı. Kıpırdamadılar. At yine kişnedi ve sadece yabani kanarya sürüsü hareket etti; avludaki çiçeklerden ve çalılardan havalanarak gün doğumundan püsküren yeşil-sarı bir ışık huzmesi gibi yükseldiler.
Forrest atın leylakların arasından çıkışını seyretti, gözünün önünde kemik ve duruşlarıyla bölgenin kusursuz taylarının görkemi canlandı. Sonra her zamanki gibi, o andaki meseleye döndü ve uşağıyla konuştu.
“O son çocuk nasıl, Oh My? Kendini gösterdi mi?”
“Bence oldukça iyi bir çocuk,” cevabını aldı. “Çok genç. Onun için her şey çok yeni. Bu nedenle oldukça yavaş. Yine de iyi olacağını düşünüyorum.”
“Neden? Niye böyle düşünüyorsun?”
“Onu üç dört sabahtır uyandırıyorum. Bebek gibi uyuyor. Aynı sizin gibi gülümseyerek uyanıyor. Bu çok iyi.”
“Ben gülümseyerek mi uyanıyorum?” diye sordu Forrest.
Oh My hararetle evet anlamında başını salladı.
“Sizi yıllardır birçok kez uyandırdım. Her zaman gözleriniz açılıyor, gözleriniz gülüyor, ağzınız gülüyor, yüzünüz gülüyor, her yanınız gülüyor, öylece, hemencecik. Bu çok güzel bir şey. Bu şekilde uyanan bir adam çok akıllı ve sağduyuludur. Biliyorum. Bu yeni çocuk da öyle. İnanın bana, yakında çok iyi bir çocuk olacak. Göreceksiniz. Adı Chow Gam. Ona burada ne isim vereceksiniz?”
Dick Forrest düşündü.
“Hangi isimleri kullandık?” diye sordu.
“Oh Joy, Ah Well, Ah Me ve ben; benim adım Oh My,” dedi Çinli hızla. “Oh Joy yeni çocuğa…”
Duraladı ve meydan okuyan bir ifadeyle efendisine baktı. Forrest başını salladı.
“Oh Joy yeni çocuğa ‘Oh Hell’ adını vermemizi istedi.”
“Hahaha!” diye kahkaha attı Forrest takdirle. “Oh Joy çok şakacı. Güzel bir isim ama olmaz. Hanımefendi’yi düşünmemiz lazım. Başka bir isim düşünmemiz gerekiyor.”
“Oh Ho çok güzel bir isim.”
Forrest’ın kahkahası hâlâ beyninde çınlıyordu, bu nedenle Oh My’ın esin kaynağının kim olduğunu anladı.
“Pekâlâ. Çocuğun adı Oh Ho olsun.”
Oh My başını eğdi, hızla camlı kapıdan süzüldü ve aynı hızla Forrest’ın giysilerinin kalanını getirdi. Fanilasıyla gömleğini giymesine yardım etti, bağlaması için kravatını boynuna geçirdi ve diz çökerek tozluklarıyla mahmuzlarını giydirdi. Bir Baden Powell[1 - İngiliz general. İngiltere’de modern izciliği başlatan kişidir. İzcilik üzerine yazdığı kitapta izcileri, kendisinin de taktığı geleneksel korucu şapkasıyla resmetmiştir. Bugün bu şapka onun ismiyle anılır. (e.n.)] şapka ve kısa kamçı Forrest’ın kıyafetini tamamladı –kamçı Hint işiydi, ham deriden örülerek yapılmıştı ve deri halkayla bileğinden sallanan ucuna 285 gramlık kurşun örülmüştü.
Ancak Forrest’ın işi daha bitmemişti. Oh My ona çok sayıda mektup uzattı ve bir gece önce, Forrest yattıktan sonra istasyondan geldiklerini detaylı bir şekilde açıkladı. Zarfların sağ kenarlarını yırttı ve bir tanesi hariç hepsinin içeriğine hızla göz attı. Kaşlarını sinirli bir şekilde çatarak o bir tanesi üzerinde bir an düşündü, sonra duvardaki kayıt cihazını çekti, silindiri döndüren düğmeye bastı ve hızlı bir şekilde, herhangi bir kelime veya fikir için duraksamadan, şu sözleri dikte etti:
“14 Mart 1914 tarihli mektubunuza yanıt olarak, domuz kolerasına yakalandığınızı duyduğuma gerçekten çok üzüldüm. Bu sorumluluğu bana yüklemeyi uygun görmenize de aynı derecede üzüldüm. Yine benzer şekilde, size gönderdiğimiz yaban domuzunun öldüğüne de çok üzüldüm.
Size sadece burada kolera olmadığı ve sonuncusu iki yıl önce olmak üzere, ithal edilen iki Doğulu dışında, sekiz yıldır kolera görülmediği konusunda güvence verebilirim. İkisi de geleneklerimiz uyarınca, geldikleri zaman ayrı tutuldular ve hastalıkları sürülerimize bulaşmadan yok edildiler.
İki olayda da, satıcıları bana hastalıklı hayvan gönderdikleri için suçlamadığımı size bildirmek zorunda olduğumu hissediyorum. Aksine, bildiğiniz üzere, domuz kolerasının kuluçka dönemi dokuz gün olduğundan, hayvanların nakliye tarihlerini kontrol ettim ve yüklendikleri zaman sağlıklı olduklarını anladım.
Koleranın yayılmasından büyük ölçüde demiryollarının sorumlu olduğu hiç aklınıza geldi mi? Herhangi bir demiryolu şirketinin, kolera taşıyan bir vagonu tütsülediği ya da dezenfekte ettiğini hiç duydunuz mu? Tarihlere bir bakın: Önce benim gönderdiğim tarihe; sonra domuzun sizin elinize geçtiği tarihe; üçüncüsü de, domuzda belirtilerin ortaya çıktığı tarihe. Belirttiğiniz gibi, erozyonlar yüzünden domuz beş gün boyunca yoldaydı. İlk belirtiler bu hayvan sizin elinize geçtikten yedi gün sonra ortaya çıktı. Bu demektir ki, benim elimden çıktıktan on iki gün sonra.
Hayır, sizinle aynı fikirde olmadığımı söylemek zorundayım. Sürünüzün başına gelen felaketin sorumlusu ben değilim. Ayrıca, size çifte güvence vermek adına, benim mekânımda kolera olup olmadığını belirlemek amacıyla Devlet Veterinerlik Müdürlüğü’ne yazın.
Saygılarımla…”

2. Bölüm
Forrest verandadaki yatak odasından çıkıp camlı kapıdan geçince, önce çok sayıda kilitli dolabın, pencerenin önünde bir divanın ve büyük bir şöminenin bulunduğu ve banyoya açılan rahat bir soyunma odasına; sonra da iş hayatının gerektirdiği tüm araç-gereçlerin –masalar, diktafonlar, dosya dolapları, kitaplıklar, dergi dosyaları ve alçak, kirişli tavana dek uzanan çekmeceler/raf gözleri– bulunduğu uzun bir çalışma odasına geldi.
Çalışma odasının ortasında bir düğmeye bastı ve bir dizi kitap dolu raf, bir eksen etrafında dönerek ortaya çelikten yapılmış bir helezonik merdiven çıkardı. Forrest, mahmuzlarının takılmasını önlemek amacıyla basamaklardan dikkatle indi ve kitap rafları, arkasından tekrar yerlerine geldi.
Merdivenlerin dibinde başka bir düğmeye basınca, başka kitap rafları dönerek Forrest’ın, yerden tavana dek kitaplarla dolu olan rafların bulunduğu uzun, alçak bir odaya girmesini sağladı. Forrest doğruca bir kitaplığın bir rafına gitti ve hiç hata yapmadan, elini aradığı kitabın üstüne koydu. Bir dakika boyunca sayfaları karıştırdı, aradığı pasajı buldu, haklı çıktığı için kendi kendine başını salladı ve kitabı yerine koydu.
Kapıdan çıkıldığında, aralarına kızılçam kütükleri dizilmiş ve daha küçük kızılçam tomrukları geçirilmiş –hepsi de ağaç kabuğunun canlı moruyla sert ve buruşuk kadife izlenimi veren– kare beton sütunlarla çevrili bir çardağa yol açılıyordu.
Evin beton duvarlarının arasında yüzlerce adım atmak zorunda kaldığına göre, belli ki, dışarıya kestirmeden çıkmamıştı. Uzun, kazınmış, iple bağlanmış parmaklıkların ve birçok atın bastığı yerleri gösteren toynakların çiğnediği, çakıl taşlarının olduğu enine yayılmış, yıllanmış meşe ağaçlarının altında, donuk sarı, neredeyse altın rengi, doru kısrağı buldu. Bu bahar sabahında bakımlı tüyleri capcanlıydı ve ağaçların kenarından eğimli bir şekilde doğrudan gelen sabah güneşinde pırıl pırıl parlıyordu. Kendi de canlıydı ve ışıldıyordu. Aygır duruşu vardı ve omurgasından aşağıya doğru, atalarının çeşit çeşit yabani at olduğunu belli eden, dar bir şerit halinde koyu renk tüyler iniyordu.
“Yamyam bu sabah nasıl?” diye sorarken boynundaki kemendi çıkardı.
Hayvan, bir atın sahip olabileceği –dağlardaki yabani kısraklarla bazı safkanların yaşadığı vahşi sevgiyi anlatan– en küçük boyuttaki kulaklarını yatırdı; muzip dişleriyle muzipçe ışıldayan gözleriyle, Forrest’ı ısırmaya çalıştı.
Forrest, atın eyerine otururken, at yan yan gitti ve gerilemeye çalıştı. Sonra geri geri gitme girişiminde bulunarak çakıllı yoldan aşağıya indi. Başını aşağıda tutan martingal kayışı olmasa, gerçekten de geri geri giderdi. Sonuçta bu kayış, at öfkeyle başını geriye savurduğunda, binicisinin burnunu korumak için yapılmıştı.
Forrest ata o kadar alışkındı ki, onun tuhaflıklarını pek fark etmedi. Dizginin, kavisli boynuna hafifçe değmesi ya da mahmuzuyla dokunması veya diziyle baskı yapmasıyla atı kendiliğinden, istediği şekilde yönlendiriyordu. Bir keresinde, at dönüp dans ederken, Forrest bir an Büyük Ev’i görmüştü. Ev her şeyiyle büyüktü; ancak öyle derbeder bir yapısı vardı ki, göründüğü kadar büyük değildi aslında. Ön yüzü iki yüz kırk metre uzanıyordu. Ama bu iki yüz kırk metrenin büyük bir kısmı, binanın çeşitli bölümlerini birleştiren beton duvarlı, kiremit çatılı koridorlardan oluşuyordu sadece. Aynı oranda avlular ve çardaklar vardı; bütün duvarlar, çok sayıdaki dik açılı çıkıntı ve girintileriyle, bir yeşillik ve gonca yatağından yükseliyordu.
İspanyol tarzında yapılmış olan Büyük Ev’in mimarisi, yüzyıl önce Meksika kanalıyla uygulanmaya başlanan ve modern mimarlar tarafından günün Kaliforniya-İspanyol stilinde (İspanyol mimarisine uyarlanan Kaliforniya stili) değildi. Büyük Ev’i tüm karışımıyla teknik olarak tanımlayan tür, İspanyol–Moresk’ti, gerçi bu terimi hararetli bir şekilde tartışan uzmanlar vardı.
Sadeliği olmayan ferahlık ve gösterişi olmayan güzellik, Büyük Ev’in yarattığı temel izlenimlerdi. Uzun ve yatay çizgileri, sadece dikey ve dik açılı girintiler ile çıkıntıların çizgileriyle bölünüyor ve bu, yapıyı bir manastırınki kadar yalın hale getiriyordu. Ancak düzensiz çatı hattı, monotonluğu yok ediyordu.
Kare çıkıntılar halindeki kuleler ve kulelerin üstündeki kuleler, bodur değil ama alçak ve derme çatma olsalar bile, gökleri delmeden yeterli yükseklik boyutunu sağlıyordu. Büyük Ev’in yarattığı duygu dayanışmaydı. Depremlere meydan okuyordu. Bin yıl ayakta kalacak şekilde kurulmuştu. Katışıksız betonun üstü, katışıksız çimentolu krem sıvayla kaplanmıştı. Bir kez daha, kırmızı İspanyol kiremitlerle kaplı çok sayıdaki düz çatılar durumu kurtarmasa, rengin aynılığı göze monoton gelebilirdi.
Kısrak gereksiz yere fıldır fıldır dönerken, Dick Forrest’ın gözleri o bir anlık bakışla, Büyük Ev’in tamamını kavradı, sonra binanın altmış metrelik avlusunun karşısındaki büyük kanada odaklandı. Sabah güneşinde kırmızı filelerle kaplanmışçasına, üst üste duran kulelerin altında yer alan verandadaki yatak odasının kapalı panjurları, hanımefendisinin hâlâ uyuduğunu gösteriyordu.
Forrest’ın etrafındaki dünyanın dörtte üçü boyunca, düzgün, çitle çevrilmiş, ekilmiş ve otlak halinde alçak tepeler yükseliyordu; daha yüksek tepelere ve dik, ağaçlıklı yamaçlara, sonrasında da gökyüzüne doğru, daha dik, görkemli dağlara dönüşüyorlardı. Dördüncü çeyrek, dağların oluşturduğu duvarlar ve tepelerle sınırsız bir görüntü oluşturuyordu. Uzaklarda dağlar alçalıyor, temiz, kırılgan, buz gibi havaya rağmen geniş düzlüklere dönüşüyordu.
Forrest’ın altındaki kısrak kişnedi. Onu düzeltip yola yönlendirirken ve bir tarafa zorlarken dizlerini sıktı. Aşağıda, çakıllarda çınlayan ayak seslerinin yanında, nehir halinde yanardöner beyaz ipekler süzülüyordu. Bunların ödüllü Ankara keçisi sürüsü olduğunu hemen anladı. Hepsi de safkandı ve her birinin bir öyküsü vardı. Yaklaşık iki yüz tane keçi olması gerekiyordu. Ayrıca kendisinin yürüttüğü titiz seçim doğrultusunda ve sonbaharda kırpılmadıklarından, keçilerin yanlarından sarkan parlak tiftiğin yeni doğmuş bir bebeğin saçları kadar, hatta daha da ince olduğunu biliyordu. Bir albinonun saçları kadar, hatta daha da beyaz; otuz santimlik elyaftan daha uzun olduğunu ve en iyi hayvanların tiftiğinin, istenilen her renge boyanarak kadınların başlarına elli santimlik takma saç örgüsü olacağını da biliyordu.
Görüntünün güzelliği de Forrest’ı büyüledi. Yol, ona ve gergin atına duydukları saygıya istinaden, kediye benzeyen ürkek ve meraklı sarı gözlerle süslendikleri bir ipek şeridi nehrine dönüşmüştü. İki Basklı çoban arkadan geliyordu. Bu çobanlar kısa boylu, toplu, esmer, kara gözlü, kuvvetli, düşünceli ve sakin görünümlü adamlardı. Forrest’ı görünce şapkalarını çıkararak başlarını eğdiler. Forrest sağ elini kaldırdı –kamçı bileğinden sallanıyordu–, düzgün işaret parmağı yarı askeri bir selamla Baden Powell şapkasının kenarına dokundu.
Kısrak yine şahlanmaya ve dönmeye başlayınca, Forrest dizginin bir dokunuşuyla ve kırbaç tehdidiyle onu tuttu; sonra yolu parlak beyaza bürüyen dört ayaklı ipeklerin ardından baktı. Onların varlığının ne kadar önemli olduğunu biliyordu. Yavrulama zamanı yaklaşırken keçiler çalılık meralarından, çoğalma sürecinde özenle bakılacakları ve cömertçe beslenecekleri damızlık ağılına getiriliyordu. Forrest onlara bakarken aklında, hayatında gördüğü en iyi Türk ve Güney Afrika tiftiklerinin görüntüsüyle karşılaştırıyordu; kendi sürüsü bu karşılaştırma sonucunda oldukça başarılıydı. İyi görünüyordu. Hatta çok iyi görünüyordu.
Forrest atını sürdü. Dört bir yanda gübre serpme makinelerinin sesi yankılanıyordu. Uzakta, alçak, hafif eğimli tepelerde, birbiri ardına dizilmiş çok sayıda ekibin, her ekipten de üç kişinin aynı hizada çalıştığını gördü. İdari bölgenin kısraklarının, pullukları ileri geri çektiğini, tesviye hatlarına uygun sürüm yaptığını, yamaçların yeşil çimlerini, bitkisel çürük dolu toprakla koyu kahverengiye dönüştürdüğünü biliyordu. Bu toprak o kadar organikti ve kolay ufalanıyordu ki, neredeyse yer çekimiyle eriyerek ince parçacıklı tohum yatağına dönüşüyordu. Bu silolar mısır –ve sorgum– ekmek içindi. Diğer tepe yamaçları, uyguladığı nadas programı uyarınca, diz boyu arpalarla kaplanmıştı; diğerleri de yonca ve Kanada bezelyelerinin yeşilini gösteriyordu.
Forrest’ın dört bir yanında irili ufaklı tarlalar, en titiz verimlilik uzmanını bile mutlu edecek şekilde, erişilebilirliğe ve çalışıla-bilirliğe dayanan bir sistemle sıralanmıştı. Her çit domuz ve boğa geçirmezdi; çitlerin barakalarında hiçbir tahıl yetişmiyordu. Düz tarlaların çoğu kaba yoncayla kaplıydı. Bazılarında, nadasa uygun olarak, geçen sonbaharda ekilen tahıllar yetişiyor veya baharda yapılacak ekime hazırlanıyordu. Bazılarında da, çoğalma ağıllarına ve kümeslere yakın olduklarından, şişman, dişi Shropshire ve Fransız Merinos koyunları otluyordu veya Forrest oradan geçip bakarken gözlerinde zevk pırıltısı oluşmasına neden olan beyaz devasa damızlık domuzlar tarafından keyifle kullanılıyordu.
Dick, dükkânlar veya oteller olmasa da, neredeyse bir köy büyüklüğünde olan arazisinde dolaştı. Evler bungalov şeklindeydi, sağlamdı, göze hoş görünüyordu ve her biri, güller dahil çeşitli çiçeklerin açtığı ve gecikmiş don tehdidine gülümseyen bahçelerin ortasındaydı. Çocuklar çoktan kalkmıştı, çiçeklerin arasında gülüyor ve oynuyor veya anneleri tarafından içeriye kahvaltıya çağrılıyorlardı.
Forrest, bu evlerin ötesinde, Büyük Ev’i çevreleyen sekiz yüz metre uzunluğundaki dairenin dışında kalan bir dizi dükkânın önünden geçti. Birincisinde duraksayıp içeriye baktı. Bir demirci ustası demir dövüyordu. İkinci demirci, idari bölgenin yaşlıca bir kısrağının ön ayağına yeni çakılan nalla bin kilo ağırlığıyla kantarları bozacağından, toynağın dış duvarını, nalın burnuna uyacak şekilde törpülüyordu. Forrest onu gördü, selam vererek yoluna devam etti ve otuz metre ileride durdu, arka cebinden çıkardığı deftere bir not karaladı.
Diğer dükkânların önünden geçti: boyacı, vagoncu, tesisatçı, marangoz. Sonuncusuna göz atarken yarı otomobil, yarı kamyon bir araç hızla yanından geçerek sekiz mil uzaktaki tren istasyonuna giden ana yola girdi. Bunun, sabahları dağıtım evinden mandıranın günlük üretimini taşıyan tereyağı kamyonu olduğunu biliyordu.
Büyük Ev çiftlik düzeninin merkeziydi. Yarım mil uzağından başlayarak etrafını çeşitli çiftlik merkezleri sarıyordu. Dick Forrest, halkını selamlamaya devam ederek dörtnala mandıra merkezinin önünden geçti. Mandıra, çok sayıdaki siloları ve yukarıdaki oluklardan geçerek bekleyen gübre serpicilere otomatik olarak boşaltan çöp taşıyıcılarıyla neredeyse bir bina denizi gibiydi. Birçok defa, at üstünde veya at arabalarıyla işadamlarına benzeyen insanlar veya üniversite öğrencileri onu durdurup görüşünü aldılar. Bu insanlar ustabaşı, bölüm başkanıydı; onun kadar az ve öz konuşuyorlardı. Üç yaşında, Arap atı kadar zarif ve yabani bir Palomina’ya binen sonuncusu yalnızca selamlayarak geçecekti ama patronu tarafından durduruldu.
“Günaydın, Bay Hennessy. Bu at Bayan Forrest için ne zaman hazır olacak?” diye sordu Dick Forrest.
Bay Hennessy, “Bir hafta daha gerektiğini düşünüyorum,” diye cevap verdi. “Şu anda, tam Bayan Forrest’ın istediği gibi ancak tükenmiş durumda, hâlâ çok gergin ve hassas. Bu nedenle onu yola koymak için bir haftaya daha ihtiyacım var.”
Forrest başıyla onayladı ve Veteriner Hennessy devam etti.
“Yonca çetesinde bulunan iki sürücüyü göndermek istiyorum.”
“Neden? Sorun ne?”
“Yeni gelenlerden birisi, eski asker olan Hopkins. Devletin katırlarından anlıyor olabilir ama idari bölge kısraklarından anlamıyor.”
Forrest başını salladı.
“Diğeri bizimle iki yıldır çalışıyor ama sürekli içki içiyor ve akşamdan kalmalığını atlardan çıkarıyor…”
“Adı Smith olan, tipik Amerikalı, düzgün tıraşlı, sol gözünde şaşılık olan adam mı?” diye araya girdi Forrest.
Veteriner başını salladı.
“Onu izliyordum,” dedi Forrest sonunda. “Başta iyi bir adamdı ama son zamanlarda dağıttı. Tabii, onu gönder. Diğer adamı da –Hopkins mi demiştin?– onunla birlikte gönder. Bu arada, Bay Hennessy.” Forrest konuşurken not defterini çıkarttı, yazdığı son notu yırttı ve elinde buruşturdu. “Dükkânda yeni bir nalbant var. Onu nasıl buluyorsunuz?”
“Henüz karar veremeyeceğim kadar yeni.”
“Onu da diğer iki adamla birlikte gönder. Senden emir alamaz. Biraz önce onu yaşlı Alden Bessie’ye nal çakarken izledim, toynağının ucundan iki santim eğeledi.”
“Yapmaması gerektiğini biliyordu.”
“Onu da gönder,” diye tekrarlayan Forrest, mahmuzlarıyla çok hafif bir şekilde sabırsızlanan atını gıdıkladı ve başını savururken, yan yan geri gitmeye çalışırken atını yola yönlendirdi.
Gördükleri genelde onu memnun etmişti. Bir ara yüksek sesle mırıldandı, “Verimli bir arazi, verimli bir arazi.” Onu mutlu etmeyen gördüğü bazı şeyler, not defterinde yerini aldı. Büyük Ev’in etrafındaki daireyi tamamladıktan sonra, dairenin ötesine yarım mil gidip izole bir baraka ve ağıl grubuna gelince, gezintisinin asıl hedefine ulaştı: Hastane. Burada iki yavru ineğe tüberküloz testi yapıldığını ve muhteşem bir Duroc Jersey yaban domuzunun mükemmel bir durumda olduğunu gördü. Tam tamına iki yüz yetmiş beş kilo gelen hayvanın ışıl ışıl gözleri, çevik hareketleri ve parlak tüyleri, bariz bir şekilde hiçbir hastalığı olmadığını söylüyordu. Yine de, çiftlik uygulamalarına göre, Iowa’dan yeni getirildiği için rutin karantina döneminden geçiyordu. Derneğin sürü kayıtlarında adı Burgess Premier olarak geçiyordu, iki yaşındaydı ve Forrest’a, çiftlikte teslim şartıyla beş yüz dolara mal olmuştu.
Büyük Ev’e doğru giden yollardan birinde hızla ilerleyen Forrest, domuz müdürü Crellin’e yetişti. Beş dakikalık bir görüşme sonucunda, Burgess Premier’in gelecek birkaç aydaki kaderini belirledi ve O.I.C.’deki tüm dişilerin en büyüğü olup Seattle’den San Diego’ya tüm gösterilerde en büyük ödülü alan dişi domuz Leydi Isleton’un sağ salim on bir yavru doğurduğunu öğrendi. Crellin gecenin yarısında onun yanında kaldığını ve sonra eve gidip duş alıp kahvaltı ettiğini anlattı.
“Duyduğum kadarıyla en büyük kızın liseyi bitirmiş ve Stanford’a girmek istiyormuş,” diyen Forrest, dörtnala gitmek için işaret vermek üzereyken kısrağı gemledi.
Otuz beş yaşında genç bir adam ve üniversiteli olmanın, açık havaya ve düzgün bir yaşantıya alışkın gençliğinin izlerini taşımanın yanı sıra, uzun zamandır baba olmanın da olgunluğuyla Crellin, yanık teninin altında hafifçe kızararak ve başını sallayarak patronunun ilgisine duyduğu minneti gösterdi.
Forrest, “Bir daha düşün,” tavsiyesinde bulundu. “Üniversiteye giden tüm kızlar –evet, Devlet Öğretmen Okulları’na giden kızlar– hakkında istatistik yap. Kaç tanesi meslek hayatını sürdürüyor ve kaç tanesi diplomalarını aldıktan sonra iki yıl içinde evlenip bebek büyütmeye başlıyor?”
“Helen konuya çok ciddi yaklaşıyor,” dedi Crellin.
“Apandisimi aldırdığım zamanı hatırlıyor musun?” diye sordu Forrest. “Şey, bana hayatımda gördüğüm en iyi hemşire ve iki güzel bacağın üstünde yürüyen en güzel kız bakıyordu. O zaman altı aydır tam donanımlı hemşireydi. Ondan dört ay sonra ona düğün hediyesi göndermek zorunda kaldım. Bir araba satıcısıyla evlendi. O zamandan beri otellerde yaşıyor. Bir daha asla hemşirelik yapma fırsatı bulamadığı gibi kolik krizini atlatmasına yardımcı olacağı bir çocuğu da olmadı. Ama… umutları var… ve bu umutların gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilemem. Ama… Hemşirelik eğitimi ne işine yaradı?”
Tam o sırada boş bir gübre serpici geçtiği için Crellin ve at üstündeki Forrest yolun kenarına çekildi. Forrest yakan gözleriyle makinenin yorgun kısrağına baktı. Kendi ödüllerini ve yavrularının aldığı ödülleri saymak ve sınıflandırmak için uzman bir muhasebeci gerektiren çok büyük, bir idari bölge atıydı.
Forrest gözlerinde sevgiyle atı işaret ederek, “Fotherington Princess’e bak,” dedi. “Normal bir dişi. Ancak şans eseri, binlerce yıldır süregelen yerli seçim sayesinde insan onu evrimleştirerek, beklendiği gibi koşum atı doğurma görevini yükledi. Ancak koşum atı olma görevi ikincil. Esas olarak o bir dişi. Kendi insan dişilerimizi ele alacak olursak, genellikle her şeyin ötesinde biz erkekleri severler ve doğaları gereğince anaçlardır. Bugün kadınların karmaşık hayatında oy hakkı ve meslek edinme konusunda biyolojik yaptırımlar yok.”
“Ama ekonomik yaptırımlar var,” diye itiraz etti Crellin.
“Doğru,” dedi patronu ama sonra devam etti. “Şu andaki sanayi sistemimiz evliliği önlüyor ve kadınları meslek sahibi olmaya zorluyor. Ama unutma, sanayi sistemleri gelir gider, oysa biyoloji sonsuza dek devam eder.”
“Bugünlerde genç kadınları evlilikle tatmin etmek oldukça zor,” diye mırıldandı sürü sorumlusu.
Dick Forrest kahkahalarla güldü.
“Onu bilemem,” dedi. “Örneğin karını ele al. Belgesini almış –hem de klasik bilimler– ee, onunla ne yaptı? İki oğlan, üç kız, sanırım. Bana anlattıklarından hatırladığım kadarıyla, okuldaki son senesinin ikinci döneminden itibaren seninle nişanlıymış.”
“Doğru, ama…” diye ısrar eden Crellin’in gözünde bu noktayı takdir ettiğini gösteren bir parıltı oluştu. “O olay hem on beş yıl önceydi hem de aşk evliliğiydi. Elimizde değildi. O noktaya kadar sizinle aynı fikirdeyim. Eşim duyulmamış başarılar kazanmayı planlamışken, ben de mimarlık fakültesinin dekanlığından başka bir şey görmüyordum. Elimizde değildi. Ama bu on beş yıl önceydi ve on beş yıl genç kadınlarımızın emel ve ideallerinde birçok değişiklik yaratıyor.”
“Buna bir an bile inanma. Sana söylüyorum, Bay Crellin, bu bir istatistik. Bütün karşıt şeyler geçici. Her kadın sonsuza dek, ilelebet kadın olarak kalır. Kız çocuklarımız bebekleriyle oynamayı ve aynada kendi çekiciliklerine bakmayı bırakıncaya kadar, hiçbir kadın, daima olduğu şeyden başka bir şey olmayacaktır: Önce anne, sonra erkeğin eşi. İstatistikler böyle. Devlet Öğretmen Okulu’ndan mezun olan kızları inceliyorum. Bu arada mezun olmadan önce evlenenler hariç tutuluyor. Yine de, mezunların fiilen okullarda öğretmenlik yaptığı sürenin ortalaması iki yılın biraz üstünde. Ayrıca çoğunun, görünüşleri ve talihsizlikleri yüzünden evde kalmaya ve hayatları boyunca öğretmenlik yapmaya mahkûm olduğunu dikkate alınca, evlenebilir durumda olanların öğretme süresini nasıl kısalttıklarını görebilirsin.”
Crellin, “Bir kadın, hatta bir genç kız sadece erkekler söz konusu olduğunda istediğini yapacaktır,” diye mırıldanırken patronunun verdiği rakamlara itiraz edememişti ama araştırmaya kararlıydı.
“Yani senin genç kızın Stanford’a gidecek,” dedi Forrest gülerek. Bu arada atını dörtnala koşturmaya hazırlıyordu “ve senle ben ve tüm erkekler sonsuza kadar, istediklerini yapmalarını sağlayacağız.”
Patronu hızla uzaklaşıp ufukta küçülürken Crellin kendi kendine gülümsedi; çünkü Crellin Kipling’ini tanıyordu ve gülümsemesine neden olan düşünce şuydu: “Peki, sizin kendi çocuğunuz nerede, Bay Forrest?” Kahvaltıda kahve içerken bunu Bayan Crellin’e anlatmaya karar verdi.
Dick Forrest Büyük Ev’e ulaşamadan bir kez daha durarak zaman kaybetti. Durdurduğu adama Mendenhall diye hitap etti. Mendenhall hem at müdürü hem de otlak uzmanıydı ve sadece çiftlikteki her ot tanesini değil, her ot tanesinin uzunluğunu ve ekildiği zamandan beri yaşını bilmekle tanınıyordu.
Forrest’ın bir işareti üzerine Mendenhall, çift tekerlekli arabayı süren iki tayı onun yanına getirdi. Forrest’ın işaret vermesine neden olan şey, vadinin kuzey kenarında yakaladığı, kilometrelerce ötedeki düzgün sıradağlarda güneşin dokunduğu yerlerin ve Sacramento Vadisi’nin geniş ovasına uzandığı alanlardaki koyu yeşil görüntüleriydi.
Bunun ardından gerçekleşen konuşma hızlı ve iki adamın bildiği deyimlerden oluşan kısaltmalarla geçti. Konu otlardı. Kış yağmurlarından ve bahar sonu yağmurlarının yağma olasılıklarından bahsedildi. Little Coyote ve Los Cuatos dereleri, Yolo ve Miramar tepeleri, Büyük Havza, Round Vadisi ile San Anselmo ve Los Banos sıradağları gibi isimler konu edildi. Geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki sürülerin hareketleri tartışıldı. Ayrıca uzak tepelerde bulunan otlaklarda saman ekilmesi olasılığı konuşuldu ve sürülerin kışı geçirerek beslendiği korunaklı dağ vadilerindeki ücra ahırlarda kışın artakalan saman miktarı hakkında tahminler yürütüldü.
Meşe ağaçlarının altında, damgalama noktalarında Forrest Yamyam’ı bağlama zahmetinden kurtuldu; çünkü seyis koşarak gelip kısrağı aldı ve Forrest, Duddy adında bir at hakkında konuşmak için bir an durup, mahmuzlarını şakırdatarak Büyük Ev’e girdi.

3. Bölüm
Forrest kale burcuna benzeyen bir yapının ayağındaki, heybetli, yontulmuş keresteden yapılmış, demir somunlu kapıdan girerek Büyük Ev’in bir kanadına ulaştı. Zemin betondu ve çeşitli yönlere açılan kapılar bulunuyordu. Bir tanesi, beyaz önlüklü ve kolalı aşçı şapkası giymiş bir Çinlinin bulunduğu odaya açılırken, aynı zamanda bir dinamonun hafif uğultusunu yayıyordu. Forrest’ı yolundan çeviren de bu ses oldu. Forrest kapıyı aralık tutarak, içinde uzun, cam kapaklı, cam raflı buzdolabı ile bunu destekleyen buz makinesi ve dinamonun tutulduğu serin, elektrikle aydınlatılmış beton odaya göz attı. Yağlı tulumuyla toplu, ufak tefek bir adam yere çömelmişti ve patronu ona başıyla selam verdi.
“Bir sorun mu var, Thompson?” diye sordu.
“Vardı,” diye cevap verdi adam olumlu ve net bir şekilde.
Forrest kapıyı kapattı ve tünele benzeyen bir geçitte yoluna devam etti. Ortaçağ kalelerinde okçuların kullandığı ince, uzun delikler gibi, dar, demir parmaklıklı boşluklar yolu aydınlatıyordu. Başka bir kapı uzun, alçak, kirişli tavanı olan ve içinde bir öküzün pişirilebileceği büyüklükte şöminesi bulunan bir odaya açılıyordu. Şöminede, kömür yatağının üstüne yerleştirilmiş devasa bir kütük alev alev yanıyordu. Salonun temel mobilyalarını, iki bilardo masası, çok sayıda oyun masası, oturma köşeleri ve minyatür bir bar oluşturuyordu. İki genç erkek bilardo sopalarını tebeşirleyerek Forrest’ın selamına karşılık verdi.
“Günaydın, Bay Naismith,” diye takıldı. “Breeders’ Gazette için ilave malzeme mi?”
Otuzlu yaşlarında gözlüklü bir genç olan Naismith, süklüm püklüm gülümsedi ve başıyla arkadaşını işaret etti.
“Wainwright bana meydan okudu,” diye açıkladı.
“Yani demek ki, Lute ile Ernestine hâlâ güzellik uykusundalar,” dedi Forrest gülerek.
Meydan okuduğunu kabul etmek genç Wainwright’ın tüylerini diken diken etti ama dilinin ucuna gelen sert yanıtı söyleyemeden, ev sahibi ilerleyerek omzunun üzerinden Naismith’e hitap etti.
“Saat on bir buçukta sen de gelmek ister misin? Thayer’la ben arabayla gidip Shropshire koyunlarına bakacağız. Thayer yaklaşık on vagon dolusu koç istiyor. Şu Idaho’dan gönderilen mallar konusunda iyi bir şeyler bulman lazım. Yanında fotoğraf makineni de getir. Thayer’ı bu sabah gördün mü?”
“Biz çıkarken kahvaltı etmeye geldi,” diye araya girdi Bert Wainwright.
“Onu görürsen on bir buçukta hazır olmasını söyle. Sen davetli değilsin, Bert… Kendi iyiliğin için. O zamana kadar kızlar da kalkmış olur.”
“Hiç olmazsa Rita’yı yanınıza alın,” diye yalvardı Bert.
Forrest kapıdan, “Korkma,” diye cevap verdi. “İş için gidiyoruz. Ayrıca, Rita’yı Ernestine’den palanga takımıyla bile koparamazsın.”
“İşte bu nedenle sizin yapıp yapamayacağınızı görmek istedim,” dedi Bert gülerek.
“Erkeklerin kendi kız kardeşlerini asla takdir etmemeleri ne tuhaf.” Forrest fark edilebilecek bir süre duraksadı. “Hep Rita’nın gerçekten iyi bir kız kardeş olduğunu düşünmüştüm. Neyi var bu kızın?”
Forrest ona cevap verilinceye kadar kapıyı kapatmış ve mahmuzlarını şakırdatarak geçitten geçip geniş beton basamaklı dönen merdivenlere ulaşmıştı. En üst basamağı çıktığı zaman, piyanodan gelen dans müziği sesi ve kahkahalar, güneşin aydınlattığı beyaz kahvaltı odasına göz atmasına yol açtı. Gül rengi kimono ve gece başlığı giymiş genç bir kız piyanonun başındaydı. Aynı şekilde giyinmiş iki kız da birbirlerine sarılmış, dans okulunda asla öğrenilmeyen ve erkeklerin görmesini istemeyecekleri bir dansı yapmaya çalışıyorlardı.
Piyanodaki kız Forrest’ı gördü, göz kırptı ve çalmaya devam etti. Diğer iki kız onun geldiğini bir dakika daha fark edemedi. Şaşkınlıkla bağırdılar, birbirlerine sarılarak ve kahkahalarla gülerek yere yığıldılar. Müzik durdu. Üç kız muhteşem, sağlıklı gençlerdi ve Forrest onlara bakarken gözleri parladı, tıpkı Fotherington Princess’e bakarken parladığı gibi…
Genç insanlar arasında geçen türde alaycı konuşmalar yaşandı.
“Beş dakikadır buradayım,” diye iddia etti Forrest.
Dans eden iki kız şaşkınlıklarından kurtulmaya çalışırken, onun doğru söylediğinden kuşkuluydu çünkü onun çok bilinen ünlü yalancılığını hatırlıyorlardı. Piyanodaki kız, yani Ernestine Forrest’ın baldızıydı ve onun dudaklarından gerçek inciler döküldüğünde, onu bakmaya başladığı anda fark ettiğinde ve izleme süresinin beş dakikadan çok daha uzun olduğunu düşündüğünde ısrar etti.
Forrest, “Her neyse,” diyerek karışıklığı yarıda kesti. “Bert, o tatlı masum çocuk, henüz kalkmadığınızı düşünüyor.”
“Ona göre… kalkmadık,” dedi ters bir şekilde hayat dolu genç bir Venüs olan dansçı kızlardan biri. “Size göre de kalkmadık. Bu nedenle haydi güle güle küçük bey. Güle güle.”
“Buraya bak, Lute,” diye başladı Forrest sert bir ifadeyle. “Sırf dermansız, yaşlı bir adam olduğum için, ayrıca sırf sen on sekiz, yalnızca on sekiz yaşında olduğun ve karımın kız kardeşi olduğun için bana üstünlük taslayabileceğini düşünmemelisin. Unutma –ve uygunsuz olsa da, açıkça belirtiyorum, Rita’nın hatırı için– son on yılda saymamı istemeyeceğin kadar utanç verici olayda seni dövdüm.”
“Evet, doğru, eskiden olduğum kadar genç değilim ama…” Forrest sağ kolunun pazılarını yokladı ve gömleğinin kolunu yukarı sıyırır gibi yaptı. “Ama henüz tükenmedim ve bir hiç uğruna…”
“Ne?” diye meydan okudu genç kadın saldırgan bir tavırla.
Forrest gizemli bir şekilde, “Bir hiç uğruna,” diye mırıldandı. “Bir hiç uğruna… Ayrıca üzülerek belirtiyorum, başlığın eğri duruyor. Ayrıca, pek de zevkli bir ürün sayılmaz. Ayak parmaklarımla, uyurken… hatta deniz tutmuşken, çok daha cazip bir başlık yapabilirim.”
Lute sarı saçlarını küstahça geriye savurdu, destek ararcasına yoldaşlarına baktı ve:
“Ah, bilemiyorum. Üçümüzün kadın halimizle, senin gibi yaşlı ve küstah tek bir ağırlığı halledebileceğini düşünmek gayet mantıklı görünüyor. Ne diyorsunuz, kızlar? Haydi, onu çabucacık halledelim. En az kırk yaşında ve anevrizması var. Evet, bir de, aile sırlarını açıklamaktan nefret etsem de, meniere hastalığı[2 - İç kulak sıvılarının basınç artışı sonucu oluşur. Genellikle 40-60 yaş aralığında görülür. (e.n.)] var.
On sekiz yaşında, ufak tefek ama güçlü bir kız olan Ernestine hızla piyanonun başından kalktı ve iki arkadaşına katılarak pencerenin kenarındaki büyük koltukların minderlerine saldırdı. Yan yana, ellerinde birer minderle ve aralarına kurnazlıkla minderleri savurmalarına yetecek kadar uygun mesafe koyarak durdular. Sonra da düşmanın üstüne saldırdılar.
Forrest savaşa hazırlandı, sonra barış görüşmesi yapmak amacıyla ellerini kaldırdı.
Kızlar önce birer birer, sonra koro halinde “Korkak kedi!” diye bağırdı.
Forrest empatiyle başını iki yana salladı.
“Sırf bunun için ve diğer bütün saygısızlıklarınız için, üçünüz de belanızı bulacaksınız. Bir ömür boyu yapılan hataların hepsi şaşırtıcı bir berraklıkla aklımda canlanıyor. Biraz sonra çıldıracağım. Ama önce –hem de bir çiftçi olarak konuşuyorum ve sana hitap ediyorum, Lute– bütün alçakgönüllülüğümle, tanrı aşkına meniere hastalığı nedir? Koyunlara geçer mi?”
Lute, “Meniere hastalığı…” diye başladı, “…senin hastalığın. Bilindiği kadarıyla dünyada tek bulaştığı canlılar koyunlar.”
Bunun sonucunda kanlı bir savaş ve kargaşa başladı. Kaliforniya’da Amerikan futbolunun benimsenmesinden önce futbolda görülen bir atağa kalktı. Kızlar da Forrest’ın aralarından geçmesini sağlamak için kenara çekilerek üstüne saldırdılar ve minderlerle iki yandan vurdular.
Forrest kollarını açarak, her birini kanca haline getirdiği parmaklarını uzatarak döndü ve üçünü de yakaladı. Savaş kasırgaya dönüştü, ortada mahmuzlu bir adam duruyor ve ondan, uçuşan incecik ipekler, ayaklardan fırlamış terlikler, gece başlıkları ve saç tokaları yayılıyordu. Minderlerin vurunca çıkardığı ses, adamdan çıkan homurtular, kızların attığı çığlıklar, ciyaklamalar ve kıkırdamalar, ayrıca savaştan yayılan bastırılamayan kahkahalar, narin kumaşların yırtılmaları ve sökülmeleri duyuluyordu.
Dick Forrest kendini yerde buldu, kızların kurnazca savurduğu minderlerin rüzgârı nefesini kesmişti. Aldığı darbelerden başı dönüyordu ve bir elinde, yırtılmış bir kilim parçası ve genelde dağılmış açık mavi ipek kuşak ve pembe güller vardı.
Bir kapının eşiğinde, mücadeleden yüzü kızarmış, yavru geyik gibi tetikte olan Rita duruyordu ve kaçmaya hazırdı. Diğer kapı eşiğinde, aynı şekilde yanakları kıpkırmızı olan Ernestine, Gracchi’lerin Annesi gibi hükmeden bir tavırla beklerken, kimonosundan arda kalanlar kabaca vücudunu sarmıştı ve beline bastırdığı koluyla tutmaya çalışıyordu. Lute ise piyanonun arkasında köşeye sıkışmışken kaçmaya çalıştı ama elleri ve dizlerinin üstünde durarak parke zemine avuçlarıyla sert bir şekilde vuran, başını vahşi bir şekilde savururken boğa gibi kükreyen Forrest’tan korkup geri çekildi.
Ernestine durduğu güvenli yerden, “O yüzükoyun yerlere yatmış sefil erkek bozuntusunun, o adamın Berkeley’nin Stanford’a karşı zaferinde liderlik ettiği konusundaki o eski tarih öncesi efsaneye hâlâ inanıyorlar,” açıklamasında bulundu.
Gösterdiği çaba yüzünden göğüsleri inip kalkıyordu ve Forrest keyifle titreşen vişne rengi ipeğin hareketini fark ettikten sonra, aynı şekilde nefes alan diğer iki kıza döndü.
Piyano, minyatür bir kuyruklu piyanoydu. Kahvaltı odasına uyum sağlayacak şekilde, canlı beyaz ve altın rengi mükemmel bir enstrümandı. Duvardan uzanıyordu, bu nedenle Lute’un, piyanonun iki tarafından da kaçma olanağı vardı. Forrest ayağa kalktı ve piyanonun üstünden kızın karşısına dikildi. Üstüne atlama tehditleri savururken Lute dehşet içinde haykırdı:
“Ama Dick, mahmuzların! Mahmuzların!”
“Onları çıkaracak kadar zaman ver bana,” diye önerdi Forrest.
Mahmuzlarını çözmek için eğilince, Lute hızla kaçmaya çalıştı ama yine piyanonun arkasına sığınmak zorunda kaldı.
Forrest, “Pekâlâ,” diye homurdandı. “Her şey senin başının altından çıkıyor. Piyano çizilirse, Paula’ya söylerim.”
Nefes nefese, “Tanıklarım var,” diyen Lute neşe dolu mavi gözleriyle eşiklerde duran genç kızları işaret etti.
“Çok güzel, canım.” Forrest geri çekildi ve avuçlarını piyanonun üstüne koydu. “Yanına geliyorum.”
Sözlerle hareket aynı anda gerçekleşti. Forrest, ellerinin yan tarafına yerleştirdiği bedenini sıçratarak karşıya atlarken, mahmuzlar parlak beyaz yüzeyden tam otuz santim yukarıdaydı. Lute da aynı anda eğildi, el ve dizlerinin üzerinde emekleyerek piyanonun altına girdi. Şanssızlığı, piyanonun altına girerken başını vurmasıydı. Kendini toparlayamadan Forrest piyanonun etrafından dolanıp onu piyanonun altında sıkıştırdı.
“Dışarı çık!” diye emretti. “Dışarı çık ve ilacını al!”
Lute, “Ateşkes!” diye yalvardı. “Ateşkes, Sayın Şövalyem, sevginin ve sıkıntıdaki tüm genç kızların hatırına.”
“Ben şövalye falan değilim,” diye açıkladı en derin bas sesiyle. “Ben zalim, pis, alçak ve tamamıyla ahlaksız bir canavarım. Bataklıklarda doğdum. Babam canavardı, annem daha da beterdi. Ölmüş, önceden hüküm verilmiş ve lanetlenmiş bebeklerin feryatlarıyla sakinleşip uyurdum. Sadece Mills Kız Okulu’nda eğitim gören bakirelerin kanlarıyla beslenirdim. En sevdiğim et lokantası her zaman ahşap döşeme, bir somun Mills kulu bakiresi ve düz piyano kapağı olmuştur. Babam, canavar olmanın yanı sıra, Kaliforniyalı bir at hırsızıydı. Ben ayıplanmayı babamdan daha çok hak ediyorum. Ben daha dişliyim. Annem de canavar olmanın yanı sıra, Nevadalı bir seyyar kitap satıcısıydı. Bütün ayıpları anlatılsın. Hatta insanları kadın dergilerine aboneliğe teşvik ediyordu. Ben annemden daha korkunç biriyim. Sokak sokak dolaşarak jiletli tıraş makineleri sattım.”
Lute kaçış olanaklarını incelerken duygulu bir ifadeyle, “Yabani ruhunu hiçbir şey sakinleştirip cazip hale getiremez mi?” diye yalvardı.
“Yalnızca bir şey, seni sefil dişi. Dünyada, dünyanın üstünde ve yıkıcı sularının altında yalnızca bir şey…”
Tanıdığı bir yağmalama ciyaklaması Forrest’ın dikkatini dağıttı.
“Bakınız, Ernest Dawson, yetmiş dokuzuncu sayfa, Mills Okulu’nda cezalı genç kadınlara yulaf lapasıyla birlikte verilen ince bir kitabın ince bir mısrası,” diye devam etti Forrest. “Bu kadar kaba bir şekilde sözüm kesilmeden önce belirttiğim gibi, bu vahşi canavarı avutacak ve mumyaya çevirecek tek şey ‘Bakire Duası’. Kulaklarınızı tamamen kesip çiğnemeden önce beni iyi dinleyin! Beni dinle, piyanonun altındaki aptal, çirkin, bodur, kısa bacaklı ve sevimsiz dişi! ‘Bakire Duası’nı okuyabilir misin?”
Kapı aralıklarındaki gençler zevkten çığlık attıkları için doğru dürüst cevap veremedi ve piyanonun altından Lute, kapıdan giren genç Wainwright’a seslendi:
“İmdat, Sayın Şövalye! İmdat!”
“Bakireyi bırakın!” diye meydan okudu Bert.
“Sen kimsin?” diye sordu Forrest sert bir sesle.
“Kral George, pislik herif! Yani, ııhh, Aziz George demek istiyorum.”
“O zaman ben senin ejderhanım,” diye açıkladı Forrest gereken alçakgönüllülükle. “Bu yaşlı, onurlu ve sahip olduğum tek boynu bağışlayın.”
“Kesin başını!” diye teşvik etti gençler.
“Bir dakika durun, bakireler, size yalvarıyorum,” diye yalvardı Bert. “Ben önemsiz biriyim. Buna rağmen korkmuyorum. Ejderhaya meydan okuyacağım. Onun ümüğünü sıkacağım; o benim yenilmezliğim ve genel cesaretim karşısında yavaş yavaş boğularak ölürken, siz zarif küçük hanımlar dağlara kaçın ki, vadiler üzerinize yıkılmasın. Yolo, Petaluma ve Batı Sacramento dev dalgalar ve birçok büyük balık altında yok olmak üzere.”
“Kafasını uçurun!” diye bağırdı genç kızlar. “Onu kendi kanında boğun ve ızgarada pişirin!”
Forrest, “Kabul etmiyorum,” diye homurdandı. “Ben perişanım. Eğer bir gün büyüdüklerinde, yabancılarla evlenmezlerse oy kullanacak olan genç Hıristiyan kadınların 1914 yılında sahip olduğu sınırsız merhamete güveniyorum. Kafamı kesilmiş kabul edin, Aziz George. Ben tükendim. Başka tanığa gerek yok.”
Bundan sonra Forrest hıçkırıklar içinde ama pek de önemsemeyerek, gerçekçi titremeler ve tekmelerle, mahmuzlarını şiddetle sallayarak yere yattı ve son nefesini verdi.
Lute emekleyerek piyanonun altından çıktı ve Rita’yla Ernestine de ona eşlik ederek birlikte ölünün ardından doğaçlama gaddarlık dansı ettiler.
Dansın ortasında Forrest doğrularak itiraz etti. Ayrıca Lute’a belirgin bir şekilde ve özel olarak göz kırpma suçunu işledi.
“Kahraman!” diye haykırdı. “Onu unutmayın. Onu çiçeklerle taçlandırın.”
Bunun üzerine Bert vazoda bulunan ve bir gün önceden beri değişmemiş olan çiçeklerle taçlandırıldı. Erken çıkan lalelerin suya bulanmış ıslak sapları, Lute’un enerjik koluyla kulağının altından boynuna uzanınca Forrest kaçtı. Kovalamacanın yarattığı karmaşanın gürültüsü koridorda yankılandı ve erkeklerin odasına inen merdivenlerde kayboldu. Forrest kendini topladı ve sırıtarak Büyük Ev’in içinde şakır şakır sesler çıkararak ilerledi.
Tuğla duvarlı ve çatıları İspanyol kiremitleriyle yapılmış, yeşillikler ve erken açan çiçeklerle kaplı iki avludan geçti. Yaşadığı eğlenceden dolayı hâlâ nefes nefese bir halde evde kendi yaşadığı kanada ulaştı ve sekreterini onu beklerken buldu.
“Günaydın, Bay Blake,” diye selamladı onu. “Geciktiğim için özür dilerim.” Bileğindeki saate baktı. “Ancak, sadece dört dakika gecikmişim. Daha erken ayrılamadım.”

4. Bölüm
Forrest dokuzdan ona kadar kendini sekreterine teslim ederek, eğitimli dernek üyeleri ve her türlü üreme ve tarım kuruluşunu içeren, küçük iş adamlarından yardım almadan gerçekleştirebilmek için gece yarısına kadar onları oturmaya zorlayabilecek bir mektup hazırlattı.
Zira Dick Forrest, kendisinin kurduğu ve içten içe çok gurur duyduğu bir sistemin merkeziydi. Önemli mektupları ve belgeleri düzensiz el yazısıyla imzalıyordu. Diğer tüm mektuplar, o bir saat içinde çok sayıda mektuba verilecek cevapları ve diğer birçok mektubun cevabına ilişkin formülleri not alan Bay Blake tarafından kaşeyle mühürleniyordu. Bay Blake’in kişisel görüşü, patronundan daha uzun çalışma saatleri olduğu yönündeydi ama aynı şekilde, yine kişisel olarak, patronunun başkalarına yapacak iş bulma konusunda harika olduğunu düşünüyordu.
Saat tam onu vurduğunda, Forrest’ın gösteri müdürü Pittman ofise girerken Blake, bir dosya mektup, bir tomar belge ve gramofon silindirleriyle kendi ofisine çekildi.
Saat ondan on bire kadar bir dizi müdür ve ustabaşı gelip gitti. Hepsi de özlü konuşma ve zamandan tasarruf konusunda çok disiplinliydi. Dick Forrest’ın onlara öğrettiği şekilde, onunla geçirilen dakikalar, düşünme dakikaları değildi. Rapor vermeden veya öneride bulunmadan önce hazırlanmış olmaları gerekiyordu. Sekreter yardımcısı Bonbright her zaman onda gelir, Blake’in yerine geçerdi ve Forrest’ın hemen yanı başında durup, uçan kalemiyle hızla gelişen soru cevap değişimini, açıklamaları, önerileri ve planları not alırdı. Bu steno[3 - Semboller ve kısaltmaların bulunduğu Steno alfabesi kastediliyor. Stenografi, daha çabuk not alabilmeyi ve kayıt tutabilmeyi mümkün kılan bir sistemdir. (e.n.)] notlar, deşifre edilip iki kopya halinde daktiloyla yazıldıktan sonra müdürlerin ve ustabaşlarının kâbusu, hatta bazı durumlarda can düşmanı haline gelirdi. Çünkü bir kere, Forrest’ın olağanüstü bir hafızası vardı; ikincisi bunun değerini, yine Bonbright’ın notlarına atıfta bulunarak kanıtlama eğilimindeydi.
Bir müdür beş on dakikalık bir görüşmenin sonunda çoğu zaman terlemiş, eli ayağı kesilmiş ve bitkin bir halde çıkıyordu. Ama tam bir saat boyunca, Forrest gerilimli bir ortamda tüm gelenlerle görüşüyor, onları ve çeşitli bölümlerinin bütün detaylarını ustalıkla idare ediyordu. Makine ustası Thompson’a, hızla geçen dört dakikalık bir süre içinde, Büyük Ev’deki buzdolabının dinamosundaki arızanın nerede olduğunu anlattı; Thompson’a arızanın yerini gösterdi. Bonbright’a, kütüphaneden Thompson tarafından alınacak bir kitabın sayfasını ve bölümünü kaynak gösteren bir mektup dikte ettirdi. Thompson’a mandıra müdürü Parkman’ın süt sağma makinelerinin yeni elektrik kablolama sisteminden memnun olmadığını ve kesimhanedeki soğutma tesisinin alışılagelmiş yükte duraksadığını söyledi.
Her adam uzmandı ama yine de Forrest uzmanlık alanlarının kanıtlanmış üstadıydı. Baş rençper Paulson’ın özel olarak Dawson’a yakındığı gibi: “Burada on iki yıldır çalışıyorum ve ellerinin bir kere bile pulluğa değdiğini görmedim. Ama yine de lanet olası, her şeyi biliyor görünüyor. O bir dâhi, gerçekten. Biliyor musun, onun, Yamyam denen korkunç hayvanın ani ölümüyle o kadar meşgulken, bir çalışmayı yırtıp attığını gördüm. Ertesi sabah laf arasında, yarım akıllı birine toprağın ne kadar derinlikte sürüldüğünü ve sürme işleminin kimin tarafından yapıldığını anlattığını duydum. “Poppy Meadow’un sürüşünü yukarıya, Los Coatos’taki Little Meadow’a taşıyın,” dedi. Bunu nasıl yapacağımı bilemedim ve çapraz kirizmayla alt toprağı çıkarma işlemini es geçmek zorunda kaldım ve onu atlatabileceğimi düşündüm. Her şey bittikten sonra, Forrest o tarafa doğru geldi –ben bakıyordum ve o bakmıyormuş gibi görünüyordu– neyse ertesi sabah ofise çağrıldım. Hayır, atlatamamıştım. O zamandan beri hiçbir konuda onu atlatmaya çalışmadım.”
Saat tam on birde, koyunlardan sorumlu müdür Wardman, on birde yapılması planlanan bir randevuya gitmek üzere çıktı; Idaholu alıcı Thayer’la birlikte Shropshire koçlarına bakmak üzere arabayla gitmek otuz dakika sürüyordu. Yine on birde, Bonbright da, notlarını düzenlemek amacıyla Wardman’la birlikte çıktığından, Forrest ofiste yalnız kalmıştı. Tamamlanmayan işlerin bulunduğu tel raftan –beşli gruplar halinde dizilmiş çok sayıdaki raftan biri– Iowa Eyaleti tarafından domuz kolerası hakkında yayınlanan broşürü alıp incelemeye başladı.
1.78 boyunda olan ve kaslı vücudu 81,6 kilo gelen Dick Forrest, kırk yaşında bir erkeğe göre hiç de silik biri değildi. Gözleri griydi ve kaşları koyu renkti. Sıradan bir alından başlayan saçları açık kumralla kestane arasıydı. Alnının altında çıkık kemikli yanaklarla, bunların altında, böyle bir oluşumun ister istemez parçası olan hafif çukurlar göze çarpıyordu. Çene kemikleri büyük değildi ama güçlüydü; burun delikleri büyük olsa da, burnu fazla düz hatta göze çarpmayacak kadar düzgündü ve dikkat çekiyordu; çenesi kareydi ama sert veya çukur değildi; ağzı ise kışkırtıldığı zaman sertleşen dudaklarını gizlemeyecek düzeyde tatlı ve kız ağzı gibiydi. Cildi düzgündü ve yanıktı ama kaşlarıyla saçlarının ortasında alnının rengi soluktu ve Baden Powell şapkasının kenarının, kendisiyle güneş arasına girdiğini gösteriyordu.
Ağzının ve gözlerinin kenarlarında kahkaha gizliydi. Ayrıca ağzının kenarında kahkahadan oluşmuş gibi görünen çizgiler vardı. Ancak yüzündeki her çizgi karmaşık şeylerin kesinlik işareti taşıdığı anlamına geliyordu ve aynı düzeyde güçlüydü. Dick Forrest emindi; eli masanın üstündeki herhangi bir eşyaya uzandığı zaman, tökezlemeden veya bir santim bile kaymadan doğrudan o eşyayı alacağından emindi. Beyni, domuz kolerası metninin önemli kısımlarına atladığı zaman hiçbir şey kaçırmadığından emindi; dönen sandalyesindeki dengeli bedeninden, dengeli ensesinden emindi; yüreğinde ve mantığında, hayattan, işinden, sahip olduğu her şeyden ve kendinden emindi.
Emin olması için bir nedeni vardı. Bedeninden, beyninden ve mesleğinden emin olması gerektiği uzun zaman önce kanıtlanmıştı. Zengin bir adamın oğlu olmasına rağmen, babasının parasını çarçur etmemişti. Şehirde doğmuş ve büyümüş olmasına rağmen araziye geri dönmüş ve o kadar büyük bir başarı elde etmişti ki, hayvan yetiştiricileri ne zaman buluşup konuşsa, onların dilindeydi. Hiçbir ipoteği olmaksızın, 1011 kilometrekarelik bir arazinin, değeri bin dolarla on sent arasında, yüz dolarla on sent arasında değişen ve ücra noktaları beş para etmeyen bir arazinin sahibiydi. Bu kadar büyük bir arazide yapılan iyileştirmeler –lağım tuğlalı otlaklardan kurutulan bataklıklara, güzel yollardan gelişmiş su kullanım haklarına, çiftlik binalarından bizzat Büyük Ev’e– kırsal kesimde akıl almayacak, nefes kesecek tutarlara mal olmuştu.
Her şey büyük ölçekte ama en ince detayına kadar çok moderndi. Müdürleri, kira ödemeden, becerileriyle orantılı maaşlarla, beş bin –sonra da on bin– dolarlık evlerde yaşarlardı. Ancak bu insanlar, Atlantik’ten Pasifik’e tüm kıtadan getirilmiş seçkin uzmanlardı. Düz arazilerin ekilmesi için benzinli traktörler ısmarladığında, yuvarlak hesap yüz tane birden ısmarlamıştı. Dağlarında barajla su topladığı zaman, yüz milyonlarca galon birden topluyordu. Sazlık bataklıklarına kanal açtığı zaman, hafriyatı küçülteceğine, hemen devasa tarama dubalarını getirmişti ve kendi bataklıklarındaki işlerde laçkalık olduğunda, Sacramento Nehri’nin yüz mil yukarısı ve aşağısındaki komşu büyük çiftçilerin, toprak şirketlerinin ve kurumların bataklıklarının kurutulması için sözleşme imzalardı.
Satın alma ihtiyacını bilecek ve en yetenekli beyinlere geçerli piyasa değerlerinin epeyce üstünde maaş verecek kadar akıllıydı. Ayrıca, yararlı bir karar sonucunda satın aldığı beyinleri yönlendirmesine yetecek kadar da akıllıydı.
Yine de, kırk yaşını yeni doldurmuştu, zeki, sakin, candan, dinç ve kuvvetliydi. Buna rağmen otuz yaşına gelinceye kadarki günlerinde vurdumduymaz ve oldukça dengesizdi. On üç yaşındayken bir milyonerin evinden kaçmıştı. Yirmi bir yaşına gelmeden gıpta edilecek üniversitelerde onur dereceleri kazanmıştı ve bundan sonra da mor denizlerin bütün mor limanlarını öğrenmiş; sakin bir kafa, heyecanlı bir yürek ve kahkahayla, hayatında hukukun ciddiyetinden geçerken izlediği vahşi macera dünyasının vaat ettiği ve sağladığı her riske atılmıştı.
San Francisco’nun eski günlerinde Forrest çok etkili ve önemli bir isimdi. Forrest Malikânesi, Flood’ların, Mackay’lerin, Crocker’ların ve O’Brien’ların yaşadığı Nob Hill’deki ilk konaklardan biri olmuştu. Baba “Şanslı” Richard Forrest, Kanal üzerinden eski New England’dan doğruca buraya gelmişti. Çok hevesli bir tüccar olan baba, ayrılmadan önce yelkenlilerle ve yelkenli yapımıyla ilgileniyordu. Geldikten hemen sonra da, tabii ki kıyıdaki arazilerle, nehirdeki buharlı gemilerle, madenlerle ve daha sonra Nevada Comstock’un kurutulması ve Southern Pacific’in yapımıyla ilgilenmişti.
Büyük oynamış, büyük kazanmış ve büyük kaybetmişti ama her zaman kaybettiğinden fazlasını kazanmıştı ve bir oyunda bir eliyle verdiği parayı, başka bir oyunda diğer eliyle geri almıştı. Comstock’ta kazandıklarını, Eldorado ilçesinde esrarengiz Daffodil Grubu’nun çeşitli kuyularında batırmıştı. Benicia Line’daki enkazı, cıva girişimi olan Napa Consolidated haline dönüştürmüş ve bu şirket ona yüzde beş bin kazandırmıştı. Stockton yükselişindeki başarısızlık sırasında kaybettikleri, Sacramento ve Oakland’da sahip olduğu kilit taşınmazların değer kazanmasıyla dengelenmekten öteye gitmişti.
Üstüne üstlük, “Şanslı” Richard Forrest bir dizi felaket sonrasında her şeyini kaybettiğinde –öyle ki, San Francisco’da Nob Hill konağının açık artırmada kaça satılacağı tartışılıyordu– Del Nelson adında birinden Meksika’da maden arama avansı aldı. Tarihte belirtildiği kadarıyla, söz konusu Del Nelson’ın kuvars arayışının sonucu, muhteşem ve yorulmaz Tattlesnake, Voice, City, Desdemona, Bullfrog ve Yellow Boy hakları dahil olmak üzere Harvest Grubu’ydu. Başarısından şaşkına dönen Del Nelson aynı yıl içinde kendini çok büyük miktarda ucuz viskiye boğdu ve akrabası olmadığı için vasiyetine itiraz edilemediğinden, kendi yarısını Şanslı Richard Forrest’a bıraktı.
Dick Forrest babasının oğluydu. Sınırsız bir enerjiye ve girişimciliğe sahip olan Şanslı Richard iki kez evlenmesine ve boşanmasına rağmen çocuk sahibi olamamıştı. Üçüncü evliliği 1872 yılında, elli sekiz yaşındayken gerçekleşti. 1874 yılında da, anneyi kaybetmesine rağmen, 5,450 gram ağırlığında, iri yarı, şişman, güçlü ciğerleri olan bir oğlu oldu. Bebeği Nob Hill’deki malikânede bir hemşire ordusu büyüttü.
Genç Dick erken gelişmişti. Şanslı Richard demokrattı. Sonuç: Genç Dick ilkokulda üç yılda öğreneceğini bir yılda özel öğretmenden öğrendi ve kazandığı iki yılı açık havada oynayarak geçirdi. Ayrıca çocuğun erken gelişmesi ve babanın demokrat olması nedeniyle Dick, işçilerin, tüccarların, bar sahiplerinin ve politikacıların kızları ve oğullarıyla dirsek temasında olma demokrasisini öğrenmesi için, son senesinde ilkokula gönderildi.
Ezberden parça okuma veya imlâ yarışmasında babasının milyonları, babası ırgat olan matematik dehası Patsy Halloran’la veya imlâda usta olan ve dul annesi manav dükkânı işleten Mona Sanguinetti’yle rekabet etmesine yardımcı olmamıştı. Babasının milyonlarıyla Nob Hill malikânesinin, genç Dick’e ceketini çıkarıp eldivensiz, raunt olmadan, Jimmy Botts, Jean Choyinsky ve birkaç yıl sonra dünyaya açılıp zafer ve para kazanan diğer gençlerle yumruk yumruğa kavga ederken dövdüğü veya dövüldüğünde de en ufak yardımı olmamıştı. Ödül karşılığında dövüşen toy ve enerjik, heyecanlı ve genç boksörler nesli sadece San Francisco’nun üretebileceği bir şeydi.
Şanslı Richard’ın bu çocuk için yaptığı en büyük akıllılık, ona bu demokratik eğitimi vermekti. Genç Dick yüreğinde, içten içe, çok sayıda hizmetçinin bulunduğu bir malikânede yaşadığını ve babasının güçlü ve onurlu bir adam olduğunu asla unutmamıştı. Diğer yandan, genç Dick iki bacaklı, iki yumruklu saldırgan demokrasiyi de öğrendi. Bunu Mona Sanguinetti sınıfta kendisini imlâda yendiği zaman öğrendi. Berney Miller, Black Man’de koşarken onu atlatıp geçtiği zaman öğrendi.
Bir de Tim Hagan, yüzüncü kere direkt sol vurup burnunu kanattığında ve ağzını parçaladığında; devamlı tekrarladığı gibi mideye sağ kroşe vurup onu sersemlettiğinde ve başının dönmesine sebep olduğunda, hırlayarak nefes aldığında ve patlayan dudaklarının arasından hıçkırırken malikânelerden ve banka hesaplarından yardım gelmesine zaman yoktu. İki ayağının üstünde, iki yumruğuyla, ya kendisi olacaktı ya da Tim. İşte o anda Dick, kan ve ter içinde, demirden iradeyle, kaybetmenin kaçınılmaz olduğu bir dövüşü nasıl kaybetmeyeceğini öğrendi. İlk yumruktan itibaren çok zorlu bir mücadele olmuştu. Ama sonuna kadar dayanmış ve birbirlerini yenemeyeceklerine karar verilmişti. Gerçi bu karara, ikisi de bulantıyla ve bitkin bir şekilde yere serilinceye, birbirlerine meydan okuyarak bakarken gözlerinden öfkeyle yaşlar boşalıncaya kadar varılmamıştı. Bundan sonra arkadaş olmuşlar ve birlikte okul bahçesini yönetmişlerdi.
Genç Dick’in ilkokulu bitirdiği ay Şanslı Richard öldü. Genç Dick on üç yaşındaydı, yirmi milyon doları vardı ve dünyada onu rahatsız edecek hiçbir akrabası yoktu. Hizmetkârlarla dolu bir malikânenin, bir buharlı teknenin, ahırların ve ayrıca yarımadanın aşağısında Menlo zenginlerin yaşadığı bölgede bir yazlık konağın efendisiydi. Onu yalnızca tek bir şey rahatsız ediyordu: Vasiler.
Bir yaz gününün öğleden sonrasında, büyük kütüphanede vasiler kurulunun ilk toplantısına katıldı. Üç kişilerdi, hepsi yaşlıcaydı, başarılıydı, hukukçuydu ve babasının iş arkadaşlarıydı. Vasiler ona durumu açıklarken Dick’in izlenimi, hepsi iyi niyetli olsa da, onlarla hiçbir bağının olmadığı şeklindeydi. Ona göre, bu adamların çocuklukları çok geride kalmıştı. Bunun yanı sıra, o çok ilgilendikleri çocuğu, yani kendisini hiç anlamadıkları belliydi. Ayrıca gayet emin bir şekilde, dünyada kendisi için neyin en iyi olduğunu bilebilecek en uygun kişinin yine kendisi olduğuna karar verdi.
Bay Crockett uzun bir konuşma yaptı ve Dick gözünü açarak dikkatle dinledi. Doğrudan kendisine hitap edildiği ve yorum sorulduğu zaman başını salladı. Bay Davidson’la Bay Slocum’un da söyleyecekleri vardı ve Dick onlara da aynı şekilde davrandı. Birçok şeyin yanı sıra, Dick babasının ne kadar değerli, dürüst bir adam olduğunu, ayrıca üç bey tarafından çoktan belirlenmiş ve onu da değerli, dürüst bir adam yapacak olan programı öğrendi.
Beyler düşüncelerini belirttikten sonra Dick de birkaç şey söylemeyi görev saydı.
“Epeyce düşündüm ve her şeyden önce seyahate çıkacağım,” diye açıkladı.
“O daha sonra olacak, oğlum,” dedi Bay Slocum sakin bir sesle. “Örneğin, üniversiteye girmeye hazır olunca. O dönemde bir yıl yurtdışında kalmak çok iyi olur… Gerçekten de gayet iyi olur.”
Çocuğun gözündeki hayal kırıklığını ve dudaklarının bilinçsizce büzüldüğünü fark eden Bay Davidson, “Tabii,” diye araya girdi. “Tabii, bu arada biraz seyahat edebilirsin, sınırlı süreli seyahatler, okullar tatil olduğunda. Eminim, diğer vasiler de uygun bulacaktır –düzgün yönetildiği ve korunma sağlandığı takdirde, tabii– okul sömestrlerinin arasına sıkıştırılmış kısa yolculuklar tavsiye edilebilir ve yararlı olabilir.”
Dick belirgin bir şekilde konuyu değiştirerek, “Mal varlığımın değerinin ne kadar olduğunu söylemiştiniz?” diye sordu.
Bay Crockett hemen, “Yirmi milyon –en ihtiyatlı yaklaşımla– yaklaşık bu kadar ediyor,” diye cevap verdi.
“Diyelim ki şu anda yüz dolar istediğimi söylesem,” diye devam etti Dick.
“Şey… Iıhh… Ehem…” Bay Slocum yardım almak amacıyla etrafına bakındı.
“Bu parayı neden istediğini sormak durumunda kalırdık,” diye cevap verdi Bay Crockett.
Dick, Bay Crockett’ın gözlerinin içine bakarak, çok yavaş bir şekilde, “Peki, diyelim ki, çok özür dilerim ama ne için istediğimi söylemeyi düşünmüyorum dedim?”
Bay Crockett o kadar hızlı bir şekilde, “O zaman alamazsın,” dedi ki, tavrında hafif bir tersleme ve aksilik vardı.
Dick bu bilgiyi sindirmeye çalışırmışçasına başını salladı.
“Ama tabii, oğlum,” diye araya girdi Bay Slocum hemen, “daha para işleriyle uğraşamayacak kadar genç olduğunu anlıyorsun. Buna senin adına biz karar vermeliyiz.”
“Yani sizin izniniz olmadan bir kuruşuna bile dokunamaz mıyım?”
“Bir kuruşuna bile,” diye tersledi Bay Crockett.
Dick düşünceli bir tavırla başını salladı ve “Ha, anlıyorum,” diye mırıldandı.
“Tabii ki, kişisel harcamaların için biraz harçlığın olacak,” dedi Bay Davidson. “Örneğin, haftada bir veya belki iki dolar. Büyüdükçe harçlığın artacak. Yirmi bir yaşına geldiğin zaman, kuşkusuz –tavsiyeyle– kendi işlerini idare edebilecek yeteneğe sahip olacaksın.”
“Ama yirmi bir yaşıma gelinceye kadar, yirmi milyonumdan istediğimi yapabileceğim yüz doları alamayacağım, öyle mi?” diye sorguladı Dick çok sakin bir sesle.
Bay Davidson sakinleştirici kelimeler söylemeye başladı ama Dick elini sallayarak onu susturdu ve şöyle devam etti:
“Anladığım kadarıyla elime geçecek her türlü para konusunda dördümüzün anlaşmaya varması gerekiyor, öyle mi?”
Vasiler Kurulu başlarını salladı.
“Yani ne kadarda anlaşırsak verecek misiniz?”
Kurul yine başını salladı.
“O halde, şimdi yüz dolar istiyorum,” diye açıkladı Dick.
“Ne için?” diye sordu Bay Crockett sert bir sesle.
Genç Dick sakin bir şekilde, “Size söylemekte sakınca görmüyorum,” diye cevap verdi. “Seyahate gitmek için.”
Bay Crockett, “Bu gece saat sekiz buçukta yatacaksın,” diye tersledi. “Ve yüz dolar alamazsın. Sana bahsettiğimiz hanım altıdan önce gelecek. Sana açıkladığımız gibi, gün ve saat bazında senden sorumlu olacak. Saat altı buçukta, her zamanki gibi, yemek yiyeceksin. O da seninle yiyecek ve sonra seni yatıracak. Sana anlattığımız gibi sana annelik yapacak, kulaklarının temiz, boynunun yıkanmış olmasını sağlayacak.”
“Ve Cumartesi akşamı banyomu yaptıracak,” dedi Dick süklüm püklüm.
“Aynen öyle.”
Dick her zamanki tavrı haline gelen ve okul arkadaşlarıyla öğretmenlerinin kendi zararlarına öğrendiği umursamaz, rahatsız edici, “Bu hanıma hizmetlerine karşılık ne kadar para ödüyorsunuz –ödüyorum–?”
Bay Crockett ilk kez duraksayarak boğazını temizledi.
“Ben ödüyorum, öyle değil mi?” diye ısrar etti Dick. “Hani şu yirmi milyondan.”
Bay Slocum, “Babasının kopyası,” diye mırıldandı.
“Senin deyiminle hanım, yani Bayan Summerstone yuvarlak hesapla ayda yüz elli, yılda bin sekiz yüz alıyor,” dedi Bay Crockett.
Dick, “Tamamen boşa harcanan güzel bir para,” diyerek içini çekti. “Ayrıca, yemek ve yatak da veriliyor!”
Dick ayağa kalktı. Nesillerdir aileden gelen, doğuştan aristokrat değildi, on üç yıldır Nob Hill malikânesinde yetiştirilen bir aristokrattı. Öyle bir edayla kalktı ki, Vasiler Kurulu onunla birlikte deri koltuklarından kalktılar. Fakat Dick, Lord Fauntleroy’un hayatında kalkmadığı gibi kalkmıştı; çünkü sosyal biriydi. İnsan hayatının birçok yüzü ve yeri olduğunu biliyordu. Mona Sanguinetti onu imlâ yarışmasında boşu boşuna yenmemişti. Boşu boşuna Tim Hagan’la tükenene kadar kavga edip, okul bahçesini eşit şartlarla idare etmemişti.
1849 yılının vahşi altın macerasıyla doğmuştu. Aristokrat olarak yetiştirilmişti ve ilkokul mezunu bir demokrattı. Erken gelişmiş toy haliyle, sosyal sınıf ve avam arasındaki farkı biliyordu. Bunun ötesinde kendine özgü bir iradesi vardı; kendisinin ve kaderinin sorumluluğu verilen ve kendilerini yirmi milyonunu artırmaya ve kendi karmaşık görüntüleriyle, onu adam etmeye adamış üç yaşlı adamın anlayamayacağı şekilde, kendine oldukça güveniyordu.
“Nezaketiniz için teşekkür ederim,” dedi Dick üçüne birden. “Sanırım iyi anlaşacağız. Tabii, o yirmi milyon benim ve tabii, benim işten hiç anlamadığımı görerek, benim adıma o parayla ilgilenmek zorundasınız…”
Bay Slocum, “Ve senin adına artıracağız, oğlum, senin adına güvenli, ölçülü yollarla artıracağız,” diye güvence verdi.
“Spekülasyon yapmak yok,” diye uyardı genç Dick. “Babam çok şanslıydı. Onun, artık devir değişti dediğini ve insanın artık herkesin eskiden girdiği riskleri alamadığını belirttiğini duydum.”
Buradan, bu olanlardan, hatalı bir şekilde genç Dick’in acımasız ve paragöz biri olduğu düşünülebilir. Aksine, Dick o anda, üç yıldır kumsalı temizleyen sarhoş bir maaşlı denizci gibi, yirmi milyonunu hiç dikkate almayan ve küçümseyen gizli düşünceler ve planlar içindeydi.
“Ben daha çocuğum,” diye devam etti Dick. “Ama beni henüz iyi tanımıyorsunuz. Zamanla birbirimizi daha iyi tanıyacağız. Size tekrar teşekkür ediyorum.”
Dick duraksadı, hafifçe ve görkemli bir şekilde, Nob Hill’deki malikânelerde yaşayan lortların genç yaşta öğrendiği gibi ve duraksamanın kalitesine bakıldığında, görüşmenin sona erdiğini belirten bir tavırla selam verdi. Ayrıca vasiler çekilebilirsiniz mesajının etkisini de fark etti. Babasıyla birlikte lort olan vasiler, kafaları karışmış ve şaşkın bir şekilde ayrıldılar. Bay Davidson’la Bay Slocum büyük, taş merdivenlerden inip bekleyen arabaya doğru ilerlerken şaşkınlıklarını öfkeye dönüştürmek üzereydiler ama sinirli ve huysuz olan Bay Crockett çok mutlu bir şekilde, “Piç kurusu! Küçük piç kurusu!” diye mırıldandı.
Araba onları Pacific Union Kulübü’ne götürdü. Burada bir saat daha ciddi bir şekilde genç Dick Forrest’ın geleceğini tartıştılar ve bir kez daha Şanslı Richard Forrest’ın kendilerine duyduğu inancı boşa çıkarmamaya yemin ettiler. Öte yanda, tepenin eteğinde, at trafiği için çok dik olan taş döşeli sokaklardaki otların büyüdüğü yerde Dick aceleyle yürüyordu. Tepe geride kaldıkça, zenginlerin malikânelerinin ve geniş mekânlarının yerini hemen tehlikeli sokaklar ve çalışan halkın kalabalık ahşap mahalleleri alıyordu. 1887 yılının San Francisco’su Avrupa’daki eski kentlerle aynı hızda, varoşlarıyla malikânelerini birbirine karıştırmıştı. Nob Hill, birçok ortaçağ kalesi gibi, eteğinde oluşan mağaralı ve sığınaklı sıradan yaşamın karmaşasından ve izdihamından yükseliyordu.
Genç Dick köşedeki bakkalın yanında durdu. Binanın ikinci katı, ayda yüz dolar maaşı olduğu için, kırk veya elli doları aşmayan maaşlarıyla ailelerini geçindiren arkadaşlarından daha yukarıda oturmak amacıyla burayı tutan baba Timothy Hagan’a kiralanmıştı.
Genç Dick ne kadar ıslık çaldıysa, üst kattaki telsiz, açık pencerelerden sesini duyuramadı. Oğul Tim Hagan evde değildi. Ama Dick ıslıkla nefesini tüketmedi. Tim Hagan’ın yan taraflarda nerede olabileceğini düşünürken, Tim köşeyi döndü. Elinde köpüklü buhar birası dolu, kapağı olmayan bir domuz yağı konserve kutusu vardı. Homurdanarak selam verdi ve genç Dick sanki kısa bir süre önce, bir lort gibi, görkemli kentin en zengin ticaret krallarının üçüyle görüşmeyi bitirmemiş gibi, aynı kabalıkla homurdanarak cevap verdi. Ayrıca yirmi ve giderek artan miktarda milyonunun olması konusunda sesinde hiçbir ipucu olmadığı gibi, homurtusundaki sertliği yumuşatmıyordu.
Tim Hagan, “Seni baban öldüğünden beri görmedim,” diye yorum yaptı.
“Eh, şimdi görüyorsun işte, öyle değil mi?” diye karşılık verdi genç Dick. “Şey, Tim, seninle iş görüşmeye geldim.”
“Bu birayı hemen babama götürmem gerekiyor, bir dakika bekle,” diyen Tim deneyimli gözlerle teneke kutudaki köpüğün durumunu inceledi. “Köpüksüz olursa kıyameti koparır.”
“Ah, sallayabilirsin,” diye güvence verdi Genç Dick. “Senin yalnızca bir dakikanı alacağım. Bu gece yola çıkıyorum. Sen de gelmek istiyor musun?”
Tim’in küçük, mavi, İrlandalı gözleri ilgiyle parladı.
“Nereye?” diye sordu.
“Bilmiyorum. Gelmek istiyor musun? Eğer istiyorsan, yola çıktıktan sonra konuşabiliriz. Sen nasıl yapılacağını biliyorsun. Ne diyorsun?”
“Babam canıma okuyacak,” dedi Tim tereddütle.
Genç Dick duyarsızca, “Bunu daha önce de yaptı ve sen de pek bir şey kaçırmıyorsun,” cevabını yapıştırdı. “Evet de yeter, bu gece dokuzda, Ferry binasında buluşuruz. Ne diyorsun? Ben orada olacağım.”
“Ya gelmezsem?” diye sordu Tim.
“Ben yine de yola çıkacağım.” Genç Dick gidecekmiş gibi arkasını döndü, gelişigüzel bir şekilde duraksadı ve omzunun üzerinden, “Benimle gelsen iyi olur,” dedi.
Tim aynı derecede gelişigüzel bir tavırla, “Pekâlâ, orada olacağım,” derken birayı çalkaladı.
Genç Dick Tim Hagan’dan ayrıldıktan sonra, bir saat kadar süreyi Marcovich adında birini, babası, şehirdeki en iyi yirmi sentlik yemekleri satmakla ünlenen et lokantasının sahibi olan Slovenyalı bir okul arkadaşını arayarak geçirdi. Genç Marcovich’in Dick’e iki dolar borcu vardı ve Dick bir dolar, kırk sentlik ödemeyi borcun tamamen temizlenmesi olarak kabul etti.
Ayrıca genç Dick, çekindiği ve endişelendiği için, Montgomery Sokağı’nda dolandı ve o işlek caddede yer alan çok sayıdaki tefeci dükkânı arasında tereddüt etti. Sonunda umutsuzca birine dalarak, en azından elli dolar değerinde olduğunu bildiği altın saatini sekiz dolar ve bir bilet karşılığında takas etmeyi başardı.
Nob Hill’de akşam yemeği altı buçukta yeniyordu. Dick eve altı kırk beşte geldi ve Bayan Summerstone’la karşılaştı. Kadın iri yarı, yaşlıca, yorgun bir hanımefendiydi; yetmişli yılların ortasında yaşadığı maddi çöküntüyle tüm Pasifik kıyısını sarsan büyük Porter-Rickington ailesinin kızıydı. İri yarı olmasına rağmen, sinirlerinin çok yıpranmış olduğunu iddia ediyordu.
“Bu asla, asla bu şekilde olmaz, Richard,” diye çıkıştı sert bir dille. “Yemek on beş dakikadır bekliyor ve daha elini yüzünü yıkamadın.”
“Özür dilerim, Bayan Summerstone,” diye af diledi genç Dick. “Sizi bir daha asla bekletmeyeceğim. Ve sizi fazla rahatsız etmeyeceğim.”
Resmi bir şekilde, büyük yemek odasında yalnızca ikisi tarafından yenen yemekte, Dick kadının, kendisinden maaş aldığını bilmesine rağmen, işini kolaylaştırmaya çalıştı, konuğuna iyi davranması gereken ev sahibiymiş gibi hissetti.
“Yerleştikten sonra burada çok rahat edeceksiniz,” diye söz verdi. “Burası güzel eski bir evdir ve hizmetçilerin çoğu burada yıllardır çalışıyor.”
Bayan Summerstone ciddi bir ifadeyle gülümseyerek, “Ama Richard,” dedi, “benim buradaki mutluluğumu hizmetçiler değil, sen belirleyeceksin.”
“Elimden geleni yapacağım,” dedi Dick saygıyla. “Daha da iyisini yapacağım. Yemeğe geç kaldığım için özür dilerim. Önümüzdeki yıllarda bir daha geç kaldığımı görmeyeceksiniz. Sizi hiç rahatsız etmeyeceğim. Göreceksiniz. Âdeta evde yokmuşum gibi olacak.”
Genç Dick ona iyi geceler diledikten sonra yatağına giderken son anda aklına gelmiş gibi:
“Sizi bir konuda uyarayım: Aşçımız Ah Sing. Yıllardır bu evde çalışıyor… bilemiyorum, belki yirmi beş veya otuz yıl, bu ev yapılmadan veya ben doğmadan çok önceden beri babama yemek yaptı. Çok ayrıcalıklıdır. İstediğini yapmaya o kadar alışkın ki, ona yumuşak davranmalısınız. Ama bir kere sizi sevdikten sonra, sizi memnun etmek için çok yoğun çalışacaktır. Beni öyle sever. Kendinizi ona sevdireceksiniz ve burada hayatınızı yaşayacaksınız. Söz veriyorum, size hiç sıkıntı vermeyeceğim. Sanki ben burada değilmişim gibi sorunsuz olacak.”

5. Bölüm
Akşam saniyesi saniyesine saat tam dokuzda, en eski kıyafetlerini giymiş olan genç Dick arkadaşı Tim Hagan’la Ferry Binası’nda buluştu.
“Kuzeye gitmenin anlamı yok,” dedi Tim. “O tarafa kış gelecek ve uyumak zorlaşacak. Doğuya gitmek ister misin? Yani Nevada ve çöllere…”
“Başka yöne gidebilir miyiz?” diye sordu Dick. “Güneyin nesi var? Los Angeles’a gidebiliriz, Arizona’ya, New Mexico’ya… hımm… ya da Teksas’a da gidebiliriz.”
“Ne kadar paran var?” diye sordu Tim.
“Neden?” diye karşılık verdi Dick.
“Buradan hızlı bir şekilde ayrılmalıyız ve başlangıçta para vermek en hızlı yöntemdir. Ben… iyiyim ama sen değilsin. Sana bakmakla yükümlü olanlar ortalığı ayağa kaldıracak. Peşinde baş edemeyeceğin kadar dedektif olacak. Onları atlatmamız gerekecek. Onun için.”
“O zaman atlatacağız,” dedi genç Dick. “Birkaç gün süreyle bir o yana sıçrayacağız, bir bu yana; Tracy’ye ulaşıncaya kadar çoğu zaman göze batmayacağız, para yedireceğiz. Sonra para ödemeyi bırakacağız ve ondan önce güneye varacağız.”
Bu programın tamamı dikkatle gerçekleştirildi. Sonunda, yerel şerif yardımcısı trenleri arama görevini bıraktıktan altı saat sonra, Tracy’den ücretli yolcu olarak geçtiler. Genç Dick aşırı temkinli davranarak Tracy’den sonrası için de, Modesto’ya kadar ödeme yaptı. Bundan sonra Tim’in yöntemlerini izleyerek para ödemeden, saklanarak, kapalı yük vagonunda veya lokomotif mahmuzunda yolculuk ettiler. Gazeteleri genç Dick alıyordu ve Tim’i, Forrest milyonlarının genç varisinin kaçırılmasıyla ilgili korkunç hikâyeleri okuyarak korkutuyordu.
San Francisco’da ise Vasiler Kurulu, bakmakla yükümlü oldukları çocuğun bulunması için toplamda otuz bin dolara varan ödüller vaat ediyordu. Tim Hagan, bir su deposunun yanındaki çimlerde uzandıkları vakit bu haberi okumuş, Genç Dick’in beynini yıkayarak onurun paha biçilmezliğinin ne mekânla ne de servetle ilgisi olduğunu ve tepelerdeki malikânede veya düzlükte bulunan bakkalın üstündeki konutta ortaya çıkabileceğini söylemişti.
“Tanrım!” dedi Tim genel manzaraya bakarak. “O otuz bin dolar için seni ispiyonlasam, babam kıyameti koparmaz. Düşüncesi bile korkutuyor.”
Ayrıca Tim’in bu konudan bu şekilde açıkça bahsetmesinden, genç Dick, polisin oğlunun ona ihanet etme ihtimalinin bulunmadığına karar verdi.
Genç Dick ancak altı hafta sonra, Arizona’dayken bu konuyu tekrar açtı.
“Bak, Tim,” dedi. “Benim tonla param var. Sürekli olarak artıyor ve ben bir kuruşunu bile harcamıyorum, yani en azından sen farkında değilsin… Gerçi Bayan Summerstone her yıl benden soğukkanlılıkla bin sekiz yüz dolar alıyor, hem de yatak ve ulaşım da sağlanıyor; ama sen ve ben kıç güverte kamaralarında makine görevlilerinin tahta kovalarındaki artıkları aldığımız zaman seviniyoruz. Yine de, param artıyor. Yirmi doların yüzde onu ne kadar ediyor?”
Tim Hagan çölde titreşen sıcak dalgalarına bakarak problemi çözmeye çalıştı.
Genç Dick sinirli bir şekilde tekrar sordu. “Yirmi milyonun onda biri ne?”
“Ha! İki milyon tabii.”
“Peki, yüzde beş, yüzde onun yarısıdır. Yirmi milyon bir yılda yüzde beşle ne kadar kazanır?”
Tim tereddüt etti.
“Yarısı, iki milyonun yarısı!” diye haykırdı genç Dick. “Bu oranlarla ben her yıl bir milyon dolar daha zenginim. Bunu anla, sakın unutma ve beni dinle. Ben uygun gördüğüm ve geri dönmeye hazır olduğum zaman -ama yıllarca olmayacak- sen ve ben bunu ayarlayacağız. Ben tamam dediğim zaman, sen de babana mektup yazacaksın. Baban hemen bizim beklediğimiz yere gelecek, beni alacak ve geri götürecek. Sonra vasilerimden otuz bin dolar ödülü alacak, emniyet müdürlüğünden ayrılacak ve muhtemelen bir bar açacak.”
Tim minnetini soğukkanlılıkla şu şekilde ifade etti: “Otuz bin dolar çok büyük bir para.”
Genç Dick cömertliğini hafife almak amacıyla, “Bana göre değil,” dedi. “Bir milyonda otuz üç tane otuz bin var ve bir milyon, paramın yalnızca bir yıllık getirisi.”
Ancak Tim Hagan babasının bar işletmecisi olduğunu görecek kadar yaşayamadı. İki gün sonra viyadükte, gençler, bunun yapılmaması gerektiğini onlardan daha iyi bilmesi gereken frenci tarafından boş bir yük vagonundan kovuldular. Viyadük dar ve derin bir vadiye uzanıyordu. Genç Dick yirmi metre aşağıdaki kayalıklara baktı ve tereddüt etti.
“Viyadükte yer var,” dedi, “ama ya tren hareket ederse?”
“Etmeyecek… zamanınız varken defolun gidin,” diye ısrar etti frenci. “Lokomotif diğer taraftan su alıyor. Hep burada alır.”
Ancak bu kez lokomotif su almadı. Soruşturmada ortaya çıkan kanıtlar, mühendisin tankta su bulamadığını ve hareket ettiğini gösteriyordu. Çocuklar yük vagonunun yan kapısından iner inmez, trenle uçurum arasında birkaç adım dahi atamadan tren hareket etmişti. Genç Dick hızlı ve kendinden emin algı ve uyum sağlaması sayesinde o anda viyadükte ellerinin ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Bu duruş, ona daha iyi tutunma olanağı ve yer sağlamıştı çünkü yük vagonlarının çıkıntılarının altına çömelmişti. Öte yanda Tim, hem algılamada ve uyum sağlamada o kadar hızlı olmadığından hem de frenciye duyduğu Kelt öfkesi yüzünden çömeleceğine, frenciye onun hakkındaki görüşlerini, korkutucu bir şekilde ve atalarını da katarak söylemek amacıyla dik duruyordu.
Genç Dick, “Eğil! Yat!” diye bağırdı.
Ama fırsat kaçmıştı. Daha da kötüsü, lokomotif treni hızla hareket ettirmişti. Hareket eden vagonlarla yüz yüze kalan, arkasında boşluk ve altında derinlik bulunan Tim çömelmeye çalışmıştı. Ancak omzunu bükmeye çalıştığında vagona çarpmış ve neredeyse dengesini kaybetmişti. Mucizevi bir şekilde dengesini sağlamıştı ama dik duruyordu. Tren giderek hızlandığı için eğilmek olanaksız hale gelmişti.
Genç Dick yere çömelerek tutunmuştu. Tren yol alıyordu. Vagonlar hızlanıyordu. Tim, soğukkanlılıkla sırtını uçuruma, yüzünü vagonlara vererek, ayakları dışında tutunacak hiçbir şey olmadan sallanıp dengesini korumaya çalışıyordu. Tren hızlandıkça daha çok salınmış ama sonunda iradesini kullanıp kendini kontrol etmiş ve salınmayı bırakmıştı.
Tek bir vagon olmasaydı Tim açısından her şey yolunda gidebilirdi. Genç Dick bunu biliyordu ve böyle olacağını hissetti. Bu “sarayın atlı arabası”ydı ve trendeki tüm vagonlardan on beş santim daha genişti. Tim’in de olacakları anladığını fark etti. Tim’in, dengesini kurduğu dar yerin aniden on beş santim eksilişini karşılamaya hazırlandığını gördü. Tim yavaşça ve kasıtlı olarak dışa doğru gerildi, gidebildiği kadar açıldı ama yeterince açılamadı. Fiziksel olarak kaçınılmazdı. İki buçuk santim daha olsaydı Tim vagona çarpmadan kurtulabilirdi. Vagon o iki buçuk santimlik mesafeden Tim’i yakaladı ve yan döndürerek geriye savurdu. Tim havada iki kez döndü, iki buçuk kez takla attı ve sonunda başıyla boynunun üstüne kayalara çakıldı.
Düştükten sonra hiç kıpırdamadı. Yirmi metrelik düşüş sonrasında boynu kırılmış ve kafatası parçalanmıştı. Ve o anda, orada, genç Dick ölümü öğrendi. Doktorların, hemşirelerin ve iğnelerin hastaları rahatlatarak karanlığa gönderdiği; törenlerin, etkinliklerin, çiçeklerin ve üstlenici kurumların işbirliği yaparak mutlu bir veda hazırladığı uygarlığın sıralı, makul ölümünü değil; karmaşada bir öküzün veya şahdamarı kesilen şişman domuzun ölümüne benzeyen ani ölümü, ilkel ölümü, çirkin ve süssüz ölümü…
Orada genç Dick başka şeyler de öğrendi: Hayat ve kaderin şanssızlığını; insana kötü davranan evreni; algılamanın ve ona göre davranmanın, görüp anlamanın, emin ve hızlı olmanın, yaşama etki eden kuvvet dengelerindeki ani değişikliklere hemen uyum sağlamanın gerekliliğini öğrendi. Ve orada, bir an önce tuhaf bir şekilde parçalanmış ve büzüşmüş yoldaşından kalan kalıntının yanında Dick hayalin önemsenmemesi gerektiğini, gerçeğin hiçbir zaman yalan söylemediğini öğrendi.
New Mexico’da genç Dick, Roswell’in kuzeyindeki Pecos Vadisi’nde bulunan Jingle-bob Çiftliği’ne doğru ilerledi. Daha on dört yaşında bile değildi ve çiftliğin maskotu olarak kabul edildi; resmi belgelere yasal olarak Vahşi At, Willie Buck, Göçmen Papaz ve Dolgun Cep gibi isimlerle imza atan kovboylar tarafından “gerçekten” kovboy haline getirildi.
Genç Dick burada kaldığı altı ay boyunca, fazla gelişmemiş ve kırılmaz yapısıyla, atlar ve atçılık hakkında ve kaba saba adamlarla ilgili bilgiler edindi. Bu bilgiler hayatı boyunca en değerli varlığı oldu. Jingle-bob, Bosque Grande ve ta Black Nehri’ne kadar diğer birçok büyükbaş hayvan çiftliğinin sahibi John Chisum’du. John Chisum, çiftçiliğin geleceğini görerek açık otlaklardan dikenli tellere uyum sağlayan ve bunu yapabilmek için su taşıyan; her yüz altmış dönümün ve kendisinin kontrolündeki su olmadan beş para etmeyecek yanlarındaki milyonlarca dönüm araziyi satın alan bir büyükbaş hayvan kralıydı. Kamp ateşi ve yemek arabasının yanında, John Chisum’un öngördüklerini göremeyen ve ayda kırk dolar kazanan kovboylar arasındaki sohbetlerde Genç Dick, akranları yanında maaşla çalışırken John Chisum’un neden ve nasıl hayvan kralı olduğunu tam olarak öğrendi.
Ancak genç Dick soğukkanlı biri değildi. Kanı kaynıyordu. Tutkusu, coşkusu ve erkeklik gururu vardı. Eyerde yirmi saat geçirdikten sonra ağlamaklı hale geldiğinde vücudundaki bin ağrılı gıcırtıyı göz ardı etmeyi ve övündüğü metanetli sessizliğiyle ve inatçı zımbacılar ondan önce düşünceye kadar battaniyeleriyle direnmeyi öğrendi. Aynı şekilde, kendisine verilen ata bindi, gece sürüsünü gütmekte ısrar etti ve uçuşan yağmurluğuyla dağılan sürüyü yandan kuşatma işi kendisine düştüğünde kesinlikle kararsızlık yaşamadı. Risk alabilirdi. Risk almak ona keyif veriyordu. Fakat bu gibi zamanlarda gerçeğe gereken saygıyı göstermeyi ihmal etmedi. Hızlı hareket edince bacakları birbirine dolanan ve tökezleyen ata binmeyi reddetmesi düşmekten korktuğu için değil, düşme riskini aldığı zaman, bizzat John Chisum’a söylediği gibi, “parasının karşılığını almak istediği” içindi.
Genç Dick işte Jingle-bob’dayken vasilerine mektup yazdı ama Chicagolu bir sığır yetiştiricine postalattı. Bunda bile o kadar dikkatliydi ki, zarfın üstünde alıcı Ah Sing görünüyordu. Genç Dick yirmi milyonu kafasına takmasa da, malvarlığının uzaktan akrabaları arasında paylaşılabileceği ve onların New England’da yaşayabileceklerini her daim hatırlayarak vasilerini, hâlâ hayatta olduğu konusunda uyarıp birkaç yıl sonra eve döneceğini bildirdi. Ayrıca onlara, Bayan Summerstone’u her zamanki maaşıyla tutmaya devam etmelerini emretti.
Ancak genç Dick artık buradan ayrılmak istiyordu. Altı ayla, Jingle-bob’da kalması gereken süreyi gerçekten de fazlasıyla aştığını düşünüyordu. Avare çocuk veya yoldaki çocuk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde amaçsızca dolaşırken güvenlik görevlileriyle, sulh hâkimleriyle, serserilik yasalarıyla ve hapishanelerle tanıştı. İlk elden serserileri, seyyar işçileri ve adi suçluları tanıdı. Hepsinin yanında çiftliklerle ve çiftçilerle tanıştı; New York eyaletinde, Birleşik Devletler’de kurulan ilk silolardan birinde deney yapan Hollandalı bir çiftçiyle bir hafta boyunca meyve topladı. Öğrendiği hiçbir şeyi araştırma ruhu içinde öğrenmemişti. Yalnızca her konuya gençlere özgü insani bir merak duyuyordu. Ayrıca insan doğası ve toplumsal koşullar hakkında olağanüstü boyutlarda veri toplamıştı ve bu bilgiler ona sonraki yıllarda, kitapların yardımıyla sindirdiği ve sınıflandırdığı zaman çok yararlı olacaktı.
Maceraları ona zarar vermemişti. Orman kamplarında hapishane kuşlarıyla arkadaşlık ettiği ve iş ahlaklarıyla yaşam ölçütlerini dinlediği zaman bile etkilenmemişti. O bir gezgindi ve bu insanlar uzaylı yaratıklardı. Yirmi milyon dolarının olmasının verdiği güvenle, çalmasının veya soymasının gereği ya da cazibesi yoktu. Her şey ve her yer onun ilgisini çekiyordu ancak kendisini tutacak bir yer veya durumla hiç karşılaşmadı. Görmek istiyordu, çok daha fazlasını görmek ve görmeye devam etmek istiyordu.
Üç yılın sonunda, neredeyse on altı yaşındayken, vücudu gelişmiş, sertleşmiş ve elli dokuz kilo ağırlığındayken, eve dönüp kitapları açma zamanının geldiğine karar verdi. Böylece, Burun’dan dolaşarak Delaware Dalgakıranı’ndan San Francisco’ya giden yelkenliye çocuk olarak kaydolarak ilk uzun yolculuğuna çıktı. Zor bir yolculuktu, yüz seksen gün sürdü ama sonunda başardığı için beş kilo daha aldı.
Evden içeri girdiği zaman Bayan Summerstone çığlık attı ve onun kimliğini teşhis etmesi için mutfaktan Ah Sing’in çağırılması gerekti. Bayan Summerstone bir kez daha çığlık attı. Bu, tokalaşırken yumuşak elini genç Dick’in iplerden nasırlaşmış avuçlarına bıraktığında canı acıyınca oldu.
Dick, ivedilikle gerçekleşen toplantıda vasilerini karşılarken çekingen, neredeyse utangaç bir tavır sergiledi. Ancak bu hali doğrudan konuya girmesini engellemedi.
“Durum şu şekilde,” diye başladı. “Ben aptal değilim. Ne istediğimi biliyorum ve istediğimi almak istiyorum. Dünyada yapayalnızım, tabii, sizin gibi iyi dostlar dışında. Dünya hakkında ve bu dünyada neler yapmak istediğim konusunda kendime göre düşüncelerim var. Burada birilerine karşı hissettiğim sorumluluk anlayışı nedeniyle gelmedim. Eve, zamanı geldiği için, kendime karşı duyduğum sorumluluk anlayışı yüzünden döndüm. Üç yıl süren dolaşmamın sonucunda şimdi çok daha iyiyim ve eğitimime devam etmek benim kendi kararım… Kitaplarla devam edecek eğitimim demek istiyorum.”
“Belmont Akademisi,” diye önerdi Bay Slocum. “Üniversite olarak sana uygun olur…”
Dick kararlı bir şekilde başını iki yana salladı.
“Ve tamamlanması üç yıl sürüyor. Lise de öyle. Bir yıl içinde Kaliforniya Üniversitesi’nde olmayı hedefliyorum. Bu, çalışmak anlamına geliyor. Ama kafam zehir gibi. Kitapları yutacağım. Bir özel hoca tutacağım veya yarım düzine. Sonra ha gayret çalışacağım. Özel hocaları ben kendim tutacağım… kendim tutup kendim kovacağım. Ve bunun için elimde idare edeceğim para olması gerekiyor.”
“Ayda yüz dolar,” önerisinde bulundu Bay Crockett.
Dick başını iki yana salladı.
“Üç yıldır parama dokunmadan kendime bakmayı başardım. Sanırım. Burada San Francisco’da paramın bir kısmıyla kendimi idare edebilirim. Henüz işleri idare etmek istemiyorum ama bir banka hesabı istiyorum, saygın boyutta bir hesap. Uygun gördüğüm şekilde, uygun bulduğum şeye harcamak istiyorum.”
Vasiler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar.
“Bu saçmalık, mümkün değil,” diye başladı Bay Crockett. “Buradan gitmeden önce olduğun kadar mantıksızsın.”
“Herhalde bu benim tarzım,” dedi Dick içini çekerek. “Diğer anlaşmazlık param konusundaydı. O zaman yüz dolar istemiştim.”
“Bizim durumumuzu düşün, Dick,” diye rica etti Bay Davidson. “Vasilerin olarak, sana, on altı yaşında bir gence parayı kullanma serbestliği getirirsek bu, nasıl görünür?”
Dick ilgisiz bir şekilde, “Freda şu anda ne kadar ediyor?” diye sordu.
“Her an yirmi bine satılabilir,” diye cevap verdi Bay Crockett.
“O halde onu satın. Benim için çok büyük ve her sene değeri düşüyor. Ben körfezde kendi başıma dolaşabileceğim bir on metrelik istiyorum ve bin dolar bile tutmaz. Freda’yı satın ve parayı benim hesabıma yatırın. Şimdi, üçünüz paramı çarçur edeceğimden… kendimi içkiye, at yarışlarına ve korodaki kızlarla dolaşmaya vereceğimden korkuyorsunuz. Sizi rahatlatmak için şunu öneriyorum: dördümüzün de para çekebileceği bir vadesiz hesap olsun. Herhangi biriniz benim parayı çarçur ettiğime karar verdiğiniz anda, bütün parayı çekebilirsiniz. Bu arada size söyleyeyim, yan iş olarak, buraya işletme okulu uzmanı getirteceğim ve bana iş hayatının mekanik yanını öğretmesini sağlayacağım.”
Dick onların onayını beklemeyerek bu konuda kesin karar verilmiş gibi konuşmaya devam etti.
“Ya Menlo’daki atlar? Boş verin, ben onlara bakar ve hangisini tutacağıma karar veririm. Bayan Summerstone burada kalıp evden sorumlu olacak çünkü kendime çok fazla iş çıkarmış durumdayım. Size söz veriyorum, bana kişisel işlerimde tam yetki verdiğinize pişman olmayacaksınız. Şimdi, son üç yılda neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız, size güzel bir hikâye anlatabilirim.”
Dick Forrest vasilerine kafasının zehir gibi olduğunu ve kitapları yutacağını söylediği zaman haklıydı. Böyle bir eğitim hiç görülmemişti ve Dick bunu kendi idare etti… ama tavsiye alarak. Yanında akıllı insanlar çalıştırmayı babasından ve Jingle-bob’daki John Chisum’dan öğrenmişti. Çobanlar kamp ateşinin ve yemek arabasının yanında uzun uzun konuşurken sessizce oturmayı ve düşünmeyi öğrenmişti. İsim ve mekân sayesinde randevular ayarlayarak profesörlerle, üniversite rektörleri ve iş adamlarıyla görüşmeler yaptı. Saatlerce konuşmalarını dinlerken hemen hiç konuşmadı, nadiren soru sordu, sadece anlatabilecekleri en güzel bilgileri dinledi. Saatler süren bu görüşmelerden, ne tür ve nasıl bir eğitim alması gerektiği konusunda bir fikir, bir bulgu çıkmasıyla mutlu oldu.
Sonra sıra özel hocaların bulunmasına geldi. Daha önce bu kadar çok bulma ve çıkarma, işe alma ve kovma yaşanmamıştı. Dick bu konuda alçakgönüllü değildi. Bir ay veya üç ay tuttuğu birine karşılık, ilk günde veya ilk haftada bir düzine hoca kovduğu oldu. Tabii kovulan hocalara, onu eğitme girişimleri bir saat sürmese bile, bir aylık maaş ödedi. Bu tür şeyleri adil ve görkemli bir şekilde yapıyordu; çünkü adil ve görkemli davranabilecek kadar parası vardı.
Arka kamaralarda makine görevlilerinin kovalarındaki artıkları kemiren ve su tanklarındaki yahnileri “hapur hupur yiyen” biri olarak paranın değerini iyice öğrenmişti. En ucuz olduğundan emin bir şekilde en iyisini satın alıyordu. Üniversiteye girebilmek için bir yıl lise fiziği ve bir yıl lise kimyası okuması gerekiyordu. Cebir ve geometriyi ezberledikten sonra, Kaliforniya Üniversitesi’nin fizik ve kimya bölümlerinin başkanlarını aradı. Profesör Carey ilk başta kahkahalarla güldü.
“Sevgili oğlum,” diye başladı söze.
Dick, Profesör Carey konuşmasını bitirinceye kadar sabırla bekledi. Sonra o konuşmaya başladı ve sonuca ulaştı.
“Ben aptal değilim, Profesör Carey. Lise ve akademi öğrencileri daha çocuk. Dünyayı tanımıyorlar. Ne istediklerini veya kendilerine uzatılanları neden istediklerini bilmiyorlar. Ben dünyayı tanıyorum. Ne istediğimi ve neden istediğimi biliyorum. Bu çocuklar iki dönem boyunca –iki tatili de ekleyince bir yıl ediyor– haftada iki kere birer saat fizik görüyor. Siz fizik konusunda Pasifik kıyısındaki bir numaralı öğretmensiniz. Akademik yıl bitmek üzere. Tatilinizin ilk haftasında, her dakikanızı bana ayırırsanız, bu senenin fiziğini öğrenebilirim. O haftanın sizin için değeri ne kadar?”
“Bin dolara bile alamazsın,” diyen Profesör Carey meseleyi hallettiğini düşündü.
“Maaşınızın ne kadar olduğunu biliyorum,” diye başladı Dick.
Profesör Carey sert bir sesle, “Ne kadar?” diye sordu.
Dick aynı sertlikle, “Haftada bin dolar değil,” dedi. “Haftada beş yüz de değil, iki yüz elli de değil…” Profesörün araya girmesini önlemek için elini kaldırdı. “Biraz önce bana zamanınızın bir haftasını bin dolara alamayacağımı söylediniz. Öyle yapmayacağım. O haftayı iki bin dolara satın alacağım. Tanrım! Yaşayacak ne kadar çok yılım var…”
“Yılları da satın alabiliyor musun?” diye sordu Profesör Carey sinsi bir ifadeyle.
“Tabii. İşte bu nedenle buradayım. Üç yıl bir arada alıyorum ve sizden alacağım bir hafta anlaşmanın parçası.”
Profesör Carey kahkahayla gülerken, “Ama daha kabul etmedim,” dedi.
“Eğer miktar yeterli değilse,” dedi Dick sert bir ifadeyle, “Mantıklı olacağını düşündüğünüz rakamı söyleyin.”
Bunun üzerine Profesör Carey teslim oldu. Aynı şekilde kimya bölümünün başkanı Profesör Barsdale de…
Dick matematik hocalarını çoktan Sacramento ve San Joaquin’deki göletlere haftalar boyunca ördek avına götürmüştü. Fizik ve kimyadaki gösterisinden sonra edebiyat ve tarih hocalarını Oregon’ın güneybatısındaki Curry County avlanma bölgesine götürdü. Bu numarayı babasından öğrenmişti ve açık havada çalışıyor, oynuyor ve yaşıyordu. Üç yıllık geleneksel ergenlik eğitimini bir yılda, kendini sıkmadan tamamladı. Balık tuttu, ava gitti, yüzdü, spor yaptı ve aynı zamanda kendini üniversiteye gidecek düzeyde donattı. Hiç hata yapmadı. Babasının yirmi milyonu ona ustalık kazandırdığı için yaptığını biliyordu. Para bir araçtı. Ona gereğinden çok da değer vermedi, az da… Sadece istediklerini satın almak amacıyla kullandı.
Bay Crockett, Dick’in yıllık hesap dökümüne bakarak, “Hayatımda duyduğum en saçma israf şekli,” dedi. “Eğitim gideri on altı bin, hepsi de madde madde sıralanmış, tren ücretleri, hamal bahşişleri ve hocaları için av tüfeği fişekleri dahil.”
“Yine de sınavları geçti,” dedi Bay Slocum.
“Hem de bir yılda,” diye homurdandı Bay Davidson. “Kızımın oğlu aynı zamanda Belmont’a girdi ve şansı varsa, üniversiteye ancak iki yıl sonra girebilecek.”
Bay Crockett, “Şey, benim bütün söyleyeceğim şey şu, bundan böyle bu çocuk parasını harcama konusunda ne söylerse kabulümdür.”
Dick vasilerine, “Ben de hemen peki diyeceğim,” dedi. “İşte burada, yine onlarla başa baş durumdayım ve dünyayı tanıma konusunda onlardan yıllarca ilerdeyim. İyi veya kötü, büyük ya da küçük, kadınlar, erkekler ve hayat hakkında bir şeyler biliyorum ve bazen bunların doğru olup olmadığı konusunda kuşku duyuyorum. Ama bunları biliyorum.”
“Bundan sonra acele etmeyeceğim. Yaşıtlarımı yakaladım ve artık normal bir yaşantı süreceğim. Yapmam gereken tek şey, derslerin hızını yakalamak ve böylece yirmi bir yaşımda mezun olacağım. Bundan böyle eğitim için daha az –biliyorsunuz, artık özel hoca olmayacak– ama iyi vakit geçirmek için daha fazla paraya ihtiyacım olacak.”
Bay Davidson kuşkulanmıştı.
“İyi vakit geçirmek derken ne kastediyorsun?”
“Ha, okul dernekleri, futbol, konumumu korumak, bilirsiniz işte; ayrıca benzinli motorlarla ilgileniyorum. Dünyanın ilk okyanusta giden benzinli yatını yapacağım.”
“Kendini patlatırsın,” diye mırıldandı Bay Crockett. “Bütün bu çılgınların benzin için giriştiği işler çok saçma.”
“Kendimi güvenceye alırım,” diye cevap verdi Dick. “Tabii, bu deney yapmak anlamına geliyor, deney de para demek oluyor, bu nedenle vadesiz hesabım iyi durumda olsun. Eskisi gibi, dördümüz de çekebiliriz.”

6. Bölüm
Dick Forrest üniversitede dâhi olmadığını kanıtladı ama birinci sınıfta diğer tüm öğrencilerden daha çok ders astı. Bunun nedeni, astığı derslere ihtiyacı olmamasıydı ve bunu biliyordu. Hocaları onu giriş sınavına hazırlarken neredeyse üniversitenin birinci sınıfının tüm derslerini öğretmişlerdi. Bu arada, karşısına çıkan her liseye ve akademiye yenilen çok madara bir takım olan Birinci Sınıf takımına girdi.
Ancak Dick hiç kimsenin o güne kadar görmediği kadar uğraştı. Paralel olarak sürdürdüğü okuma işlemleri çok kapsamlı ve derindi. Yapmayı başardığı benzinli okyanus yatıyla ilk yaz gezisine çıktığında yanında neşeli gençlerden hiç kimse yoktu. Onun yerine konukları, aileleriyle birlikte edebiyat, tarih, hukuk ve felsefe hocalarıydı. Üniversitede uzun süre “entelektüel” yat gezisi olarak hatırlandı. Hocalar döndükten sonra çok eğlendiklerini anlattılar. Dick ise hocalarının bilim dalları hakkında sınıflarında yıllarca derse girse öğreneceğinden çok daha fazlasını anlayarak döndü. Bu şekilde kazandığı zaman, dersleri kırmaya devam etmesini ve laboratuvar çalışmalarına daha fazla zaman ayırmasını sağladı.
Ayrıca üniversitede eğlenmeyi de ihmal etmedi. Üniversiteli dullar onunla sevişti ve kızlar onu sevdi. Dans ederken asla yorulmuyordu. Sigara, bira partilerini ve toplantıları hiç kaçırmadığı gibi, Banço ve Mandolin Kulübü’yle Pasifik Kıyısı’nda tura çıktı.
Buna rağmen dâhi değildi. Hiçbir şeyde mükemmel değildi. Yarım düzine arkadaşı bançoda ve mandolinde ondan çok daha başarılıydı. Bir düzine arkadaşının ondan daha iyi dans ettiği söyleniyordu. Futbolda, hem de ikinci senesinde en iyi takıma seçilmesine rağmen, sadece sağlam ve güvenilir bir oyuncu olarak görülüyordu, o kadar. Mavi ve altın renkli ev sahibi, kendini ve tribünleri paralarken topu alıp saha boyunca ilerleme şansını bir türlü yakalayamamıştı. Ancak yağmur altında ve çamur içinde oynanan yürekler acısı, zorlu bir maçın sonunda, skor berabereyken ve ikinci yarı bitmek üzereyken, Stanford beş yarda çizgisinde, Berkeley’nin topu, top süren iki kişi yere indirilmiş ve üç yarda gerideyken, işte o anda mavi ve altın renkler ayağa kalktı ve tezahürat yaparak Forrest’ın topu ortalamasını, hem de çok sert vurmasını istedi.
Dick hiçbir şeyde mükemmeli yakalayamadı. Bira partilerinde Büyük Charley Everson ondan daha çok bira deviriyordu. Çekiç atmada Harrison Jackson, Dick’in en iyi atışını hep altı metre geçiyordu. Carruthers onu boksta yeniyordu. Anson Burge her zaman, üç denemenin ikisinde omuzlarını mindere değdiriyordu ama hep çok uğraşarak. İngilizce kompozisyon dersinde sınıfının beşte biri Dick’ten başarılıydı. Rus Yahudisi Edlin mülkiyetin hırsızlık olduğu konusunu tartıştıkları münazarada onu yenmişti. Schultz’la Debret yüksek matematikte sınıfla birlikte onu da geride bırakmıştı. Son olarak Japon Otsuki, kimya dersinde onunla karşılaştırılmanın çok ötesindeydi.
Ancak Dick Forrest hiçbir şeyde mükemmel olmasa da, hiçbir konuda başarısız olmuyordu. Üstün bir güç sergilemiyor ancak zayıflık veya eksiklik de göstermiyordu. Düşüş göstermeyen başarılı durumu sonucunda Dick için mükemmel bir meslek düşleyen vasilerine, ne olmak istediğini sorduklarında belirttiği gibi:
“Hiçbir şey. Yalnızca her şeyi. Bakın, uzman olmam gerekmiyor. Babam parasını bana bıraktığı zaman bunu ayarladı. Ayrıca, istesem de uzman olamam. Bana göre değil.”
Yani Dick o kadar uyumluydu ki, tespitlerini açıkça ifade etmişti. Hiçbir şeye hevesi yoktu. Normal, sıradan, dengeli, her şeyi kabullenen o ender rastlanan bireydi.
Bay Davidson, diğer vasilerin yanında, Dick’in evine yerleştikten sonra hiçbir çılgınlık yapmadığına çok memnun olduğunu belirtince Dick şu cevabı verdi:
“Ah, istediğim zaman kendime hâkim olabiliyorum.”
“Evet,” dedi Bay Slocum yavaşça. “Yabani yanını erken terk ederek kendini kontrol etmeyi öğrenmen, dünyanın en iyi şeyi oldu.”
Dick merakla ona baktı.
“Tabii, o çocukça macera sayılmıyor,” dedi. “O çılgınlık değildi. Daha henüz çılgınlıklara başlamadım. Ama başladığım zaman beni seyredin. Kipling’in ‘Song of Diego Valdez’ şiirini biliyor musunuz? Size birazını okuyayım. Bakın, Diego Valdez, benim gibi çok şanslıydı. O kadar hızlı yükselip İspanya’nın Deniz Kuvvetleri Komutanı olmuştu ki, tadına daha yeni bakabildiği zevkleri sindirme fırsatı bulamamıştı. Kuvvetli ve dinçti ama yükselmekten başka şeye zamanı yoktu. Ama hep kuvvetinin ve dinçliğinin devam edeceğini sanmış, Deniz Kuvvetleri Komutanı olduktan sonra eğlenebileceğini düşünmüş, bu düşünceyle kendini kandırmıştı. Hep şunu hatırlamıştı:
“—Yoldaşlar— Yeni denizlerdeki eski oyun arkadaşları— Vahşiler arasında zırnık dağıttığımız zaman— güneye doğru bin fersah ve otuz yıl uzaklaşıldı.– Onlar asil Valdez’i değil, beni tanıdılar ve sevdiler.
Sonra kaliteli içki buldular. Yalnız içmediler ve güzelce yağmalamayı keşfettiler. Hepimize, seçkin adalarımızın arkasında veya aradaki gizli resiflerde, uzun yolculuklardan bayıldığımız zaman, karinalamak için toplanırız dediler.
Orada ince karina demetlerimiz yanıyordu. Bütün sahil soluktu. Bizim yıpranmış çadırlarımız yükseliyordu; küreğin üstünde yelken; her özlem dolu çapa parıldarken, sakin denizlerde alev alev, dikkatsiz kaptanlarımız arzularına hızla kürek çekti!
Gençlik özlemini yeni öğrenmişti, dul kadın öfkesine gem vurmuştu ve bezgindi; iyi eşler sezonda gururluydu ve hizmetçiler erkeğin farkındaydı. Ben o yoksunluk günlerini ne kadar arıyorsam, yatıştırılmamış, tükenmiş, gecikmelerle dolandırılmış tüm insanlar, aklanmayı o kadar arzu ediyor!
Ah, anlayın onu, anlayın onu siz üç yaşlılar, benim anladığım gibi! Sonra gördüklerini anlayın:
Eğlenmeyi beklemeyi hayal ettim, değişmeyen baharımı sabırla bekleyecek, böylece eğlencemi bekleyecektim. Baharımı kenara koydum, önce şansım karşısında, sonra şaşkın küçümsemeyle, Diego Valdez’i İspanya’nın genelkurmay başkanı yaptım!”
“Beni dinleyin vasiler!” diye haykıran Dick’in yüzü tutkuyla alev alev yanıyordu. “Benim yatıştırılmamış, tükenmiş olmadığımı bir an bile unutmayın. Değilim. Yanıyorum. Ama kendimi tutuyorum. Öldüğümü sanmayın; çünkü ben üniversitede okuyan son derece kibar, saygın bir gencim. Gencim. Yaşıyorum. Şimdi ilk adımda her şeyi mahvetmeyeceğim. Yalnızca hazırlanıyorum. Benim de zamanım gelecek. Aceleyle sakarlık yapmayacağım, elimdeki bardağı devirmeyeceğim ve sonunda Diego Valdez’in yaptığı gibi dövünmeyeceğim:
“Cennetin altında eski karinalama isyanını ve gürültülü, kalabalık sahili geri getirecek rüzgâr veya dalga yok; çöldeki çeşme, çöplükteki su deposu, gizlice yediğimiz ekmek, aceleyle döktüğümüz bardaklar.”
“Dinleyin, vasiler! Çabuk parlayan, ateşli adamınıza –çenesinin ortasından– vurup buz gibi bırakmak ne demek biliyor musunuz? Ben bunu istiyorum. Ayrıca sevmek, öpüşmek, risk almak ve kanlı canlı budalayı oynamak istiyorum. Şansımı denemek istiyorum. Ben de karina etme ayaklanmamı istiyorum ve gençken istiyorum ama çok gençken değil. Bunu başaracağım. Bu arada üniversitedeki rolümü oynuyorum, kendimi tutuyorum, donatıyorum böylece serbest kaldığım zaman en iyi fırsatlar arasında en iyisini seçeceğim. Ah, bana inanın, geceleri her zaman düzgün uyuyamıyorum.”
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Bay Crockett.
“Evet. Tam da bunu demek istiyorum. Henüz çıldırmadım ama çıldırmaya başladığım zaman beni görün.”
“Peki, mezun olunca mı başlayacaksın?”
Olağanüstü genç başını iki yana salladı.
“Mezun olduktan sonra ziraat fakültesinde en az bir yıl lisansüstü dersler alacağım. Bakın, bir hobi geliştiriyorum: çiftçilik. Bir şey yapmak istiyorum… Yapıcı bir şey. Babam önemli bir şey çıkaracak kadar yaratıcı değildi. Sizler de öyle. Öncülük günlerinizde yeni bir arazi buldunuz ve bakire bir maden yatağının kaynağında çalkalayarak altın parçaları bulan denizciler gibi paraları topladınız…”
“Oğlum, Kaliforniya çiftçiliğinde biraz tecrübem vardır,” diye araya girdi Bay Crockett alınmış bir ifadeyle.
“Eminim vardır ama yaratıcı değildiniz. Siz -doğruları söylemek gerekirse- yıkıcıydınız. Sizler bolluk içinde zengin çiftçilerdiniz. Ne yaptınız? Sacramento Vadisi’nde en bereketli topraklarından yüz altmış bin dönüm aldınız ve her yıl buğday ektiniz. Dönüşüm yapmayı hiç düşünmediniz. Samanlarınızı yaktınız. Kara toprağı tükettiniz. Toprağı on santim sürdünüz ve yüzeyin yalnızca on santim altına beton gibi sıkıştırılmış toprak koydunuz. O on santimlik tabakayı tükettiniz ve şimdi tohumunuzu geri alamıyorsunuz.
Sizler her şeyi yıktınız. Babam da yıktı. Hepsi yaptı. Şimdi ben babamın parasını alacağım ve inşa edeceğim. Haraç mezat satılan yıpranmış bir buğday tarlası alıp, sıkıştırılmış toprak tabakasını söküp atacağım ve sonunda, sizlerin ilk ektiğiniz zaman aldığınızdan çok daha fazla ürün vermesini sağlayacağım.”
Bay Crockett, Dick’in çıldırma dönemi tehdidini bir de üçüncü sınıfın sonunda dile getirdi.
“Ziraat fakültesini bitirir bitirmez,” diye cevap verdi Dick. “Sonra gerçek bir çiftlik haline gelecek bir çiftlik alacağım, stok yapacağım ve çiftlik kuracağım. Sonra da karina ayaklanmama başlayacağım.”
“Ne kadar büyüklükte bir çiftlikle başlamayı düşünüyorsun?” diye sordu Bay Davidson.
“Belki elli bin dönüm, belki beş yüz bin dönüm. Duruma bağlı. Masraf yapmadan oluşan değer artışını sonuna kadar oynayacağım. İnsanlar henüz Kaliforniya’ya gelmeye başlamadılar. Parmağımı oynatmadan ya da üstünde düşünmeden, on beş yıl sonra dönümünü on dolardan alacağım arazinin değeri elli dolar olacak, elli dolardan alabildiğim arazi de beş yüz dolar olacak.”
“On dolardan yarım milyon dönüm, beş milyon dolar demek,” diye uyardı Bay Crockett ciddi bir şekilde.
Dick, “Elli dolardan olursa, yirmi beş milyon demek,” diyerek güldü.
Ancak vasileri onun yaban yulafı macerası tehdidine asla inanmadı. Servetini yeni çıkmış çiftçilik yöntemlerine harcayabilirdi ama bu kadar yıldır kendine hâkim olduktan sonra fiilen çıldırmak akıl alır gibi değildi.
Dick diplomasını alırken pek de onurlu değildi. Sınıfında yirmi sekizinci olmuştu ve üniversite dünyasını ateşe vermemişti. En önemli başarısı, çok sayıda güzel kıza ve çok sayıda güzel kızın annesine dayanması ve şaşırtmasıydı. Bundan sonra, son sınıfa, birinci takıma kaptanlık yapıp Stanford’ı beş yıldır ilk kez yenmesini sağlayarak damgasını vurmuştu. Bunlar, bireysel oyunun çok önemli olduğu yüksek maaşlı futbol koçlarından önceki dönemdeydi ama Dick takım çalışmasını ve bireyin takımı için özveride bulunmasını işlemiş, böylece Şükran Günü’nde, mavi ve altın renkliler, çok daha zeki bir on bire karşı zaferini San Francisco’nun Market Sokağı’ndan aşağı kıvrılarak ilerletmeyi başardı.
Ziraat fakültesindeki lisansüstü yılında Dick kendini laboratuvar çalışmalarına adadı ve diğer tüm dersleri astı. Aslında kendi eğitmenlerini tuttu ve bunlara, yalnızca Kaliforniya’daki yolculuk giderleri için büyük bir servet harcadı. Jacques Ribot, tarımsal kimya konusunda dünyanın en büyük otoritelerinden biri sayılıyordu. Dick Forrest, Fransa’da aldığı yıllık iki bin dolarlık maaşı, Kaliforniya Üniversitesi’nin ayartarak önerdiği altı bin dolar için terk eden, sonra da şeker üreticilerinin on bin dolar teklifi üzerine Hawaii’ye giden Jacques Ribot’yu, on beş bin dolarla ve Kaliforniya’nın daha hoş iklimiyle ayartarak beş yıllık sözleşme imzaladı.
Bay Crockett, Bay Slocum ve Bay Davidson dehşet içinde ellerini havaya kaldırdılar ve bunun, Dick Forrest’ın öngördüğü çılgın meslek hayatı olduğunu anladılar.
Ancak bu, Dick Forrest’ın benzer israflarından yalnızca biriydi. Savurgan bir maaş artışıyla Federal Hükümet’ten büyükbaş hayvan üretimi konusundaki yıldız uzmanı çaldı. Aynı uygunsuz davranışla Nebraska Üniversitesi’ni en önemli sağmal inek profesöründen yoksun bıraktı. Ayrıca çiftlik yönetimi sihirbazı Profesör Nirdenhammer’a el koyarak Kaliforniya Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi dekanının kalbini kırdı.
Dick vasilerine “Bu fiyata ucuz, bu fiyata ucuz,” diye açıkladı. “Paramı yarış atları ve aktrisler satın almak yerine profesörler alarak harcadığımı görmüyor musunuz? Ayrıca sizin sorununuz, beyin satın alma oyununu bilmiyorsunuz. Ben biliyorum. Bu benim uzmanlık alanım. Onlardan para kazanacağım ve daha da iyisi, sizin tahrip ettiğiniz toprakta yarım yaprak için bile yer bırakmadığınız yerde bir düzine ot yetişmesini sağlayacağım.”
Bu nedenle vasilerinin, onun çılgın meslek hayatı, eğlenme ve risk alma ve insanı çenesinden yumruklama vaatlerine inanmakta zorlanması anlaşılabilirdi. Dick onları, tarımsal kimya, toprak analizi, çiftlik yönetimiyle uğraşıp yüksek maaşlı uzmanlar ordusuyla Kaliforniya’yı gezerken, “bir yıl daha,” devam edeceği konusunda uyardı. Vasileri de sadece endişeyle, Dick reşit olup servetinin tamamının kontrolünü eline alınca ve gerçekten tarımsal çılgınlığına girişince Forrest milyonlarının hızla ve tamamen dağıtılacağını bekleyeceklerdi.
Dick yirmi bir yaşını doldurduğu gün, batıda Sacramento Nehri’nden dağların tepelerine kadar uzanan prensliğinin alım işlemleri tamamlandı.
“İnanılmaz bir fiyat,” dedi Bay Crockett.
Dick, “İnanılmaz derecede ucuz,” dedi. “Toprak raporlarımı görmelisiniz. Su raporlarımı görmelisiniz. Ayrıca beni şarkı söylerken dinlemelisiniz. Gerçek bir şarkı olan bir şarkıyı dinleyin, vasiler. Şarkıcı da benim, şarkı da.”
Bunun üzerine Dick, Kuzey Amerika Kızılderililerinin, Eskimoların ve Moğolların şarkı duyusunu oluşturan çatlak, titrek falsetto sesle şarkısını söyledi.
“Hu’-tim yo’-kim koi-o-di’! Wi’-hi yan’-ning koi-o-di’! Lo’-whi yan’-ning koi-o-di’! Yo-ho’ Nai-ni’, hal-u’-dom yo nai, yo-ho’ nainim’!”
“Müzik bana ait,” diye mırıldandı özür dilercesine, “Bence böyle olması gerekiyordu. Bakın, bu şarkıyı dinleyenlerden hiç kimse hayatta değil. Nishinamlar Maidulardan almış, onlar da şarkıyı yapan Konkaulardan. Ama Nishinamlar da, Maidular da, Konkaular da yok oldu. Ama son çiftlikleri duruyor. Siz, Bay Crockett, bereketli topraklarınızı topluca sürerken, pullukla sürerken, pulluğun tabanıyla sürerken havalandırdınız. Ben de şarkıyı, Birleşik Devletler Pasifik Kıyısı Coğrafi ve Jeolojik İnceleme Grubu’nun belirli bir etnolojik raporunun üçüncü bölümünden aldım. Bu şarkıyı ilk olarak gökyüzünde oluşan Kızıl Bulut dünyanın ilk sabahında yıldızlara ve dağ çiçeklerine söylemiş. Şimdi size bunu İngilizce olarak söyleyeceğim.”
Dick, yine Kızılderili falsettosuyla, zafer içinde çınlayarak, avaz avaz ve elleriyle bacaklarına vururken, ayaklarıyla ritim tutarak şarkısını söyledi:
“Meşe palamutları gökyüzünden iniyor! Kısa palamutları vadiye dikiyorum! Uzun palamutları vadiye dikiyorum! Filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu filizleniyorum, filizleniyorum!”
Dick Forrest’ın adı şaşırtıcı sıklıkla gazetelerde çıkmaya başladı. Kaliforniya’da tek bir boğaya on bin dolar ödeyen ilk adam olarak hemen ün kazandı. Federal yönetimden çaldığı büyükbaş hayvan uzmanı İngiltere’de Hillcrest Chieftain atını Rothchilds’ların idari bölge çiftliğinden daha fazla fiyat vererek aldı. At kısa sürede Forrest’ın Çılgınlığı olarak tanınmaya başladı, zira bu görkemli hayvana beş bin gine[4 - Gine: 21 şilin değerindeki eski İngiliz altını. (ç.n.)] ödemişti.
“Bırakın gülsünler,” dedi Dick eski vasilerine. “Ben kırk tane idari bölge tayı ithal ediyorum. İlk on iki ayda fiyatının yarısını çıkaracağım. Bu atın, benden her tıkırtıyı üç beş bin dolara satın almak için Kaliforniyalıların yırtınacakları birçok kızı, oğlu ve torunu olacak.”
Dick Forrest reşit olduktan sonraki ilk aylarda benzer birçok çılgınlık yapma hatasında bulundu. Ama hepsinin arasında en akla gelmeyecek ve sonuçta kendisinin belirlediği genel çizgiler doğrultusunda geliştirmeleri amacıyla bizzat uzmanlarına devrettiği, feci bir hata yapmamaları için kontrol ettiği çılgınlık, ilk çılgınlığına milyonlarca dolar yatırdıktan sonra, kudurmak için Tahiti’ye giden iki yelkenli bir yolcu gemisine bilet almasıydı.
Vasileri ondan arada sırada haber alıyordu. Bir keresinde İngiliz bayrağı ve Newcastle’dan kömür taşıyan bir dört direkli çelik yelkenli geminin sahibi ve kaptanıydı. Bu kadarını biliyorlardı; çünkü alış fiyatını ödemeleri istenmişti, çünkü Dick’in gemisi, talihsiz Orion gemisinin yolcularını kurtardığında kaptan olarak adı gazetelere çıkmıştı ve çünkü Dick’in gemisi büyük Fiji kasırgasında tüm mürettebatıyla kaybolduğu zaman sigorta parasını almışlardı. Dick 1896 yılında Klondike’daydı; 1897’de Kamçatka’daydı ve C vitamini eksikliğinden iskorbüt hastalığına yakalanmıştı; sonra, Amerikan bayrağıyla Filipinler’de ortaya çıktı. Bir keresinde, nasıl ve neden olduğunu hiçbir zaman öğrenemedilerse de, Llyod’s tarafından uzun zaman önce reddedilen ve Siyam himayesinde seyreden dengesiz bir yük gemisinin sahibi ve kaptanıydı.
Zaman zaman iş yazışmaları, çeşitli mor denizlerin mor limanlarından ondan haber almalarını zorunlu kılıyordu. Bir keresinde, onu Rusya’da zor durumdan kurtarmak için Pasifik Kıyısı’nın tüm politik baskısını Washington’da hissettirmek durumunda kalmışlardı. Bu olay hakkında günlük gazetelerde bir satır bile çıkmamıştı ama gizlice Avrupa’nın tüm elçilik ve konsolosluklarındaki yöneticilerde hassas bir keyif ve neşe yaratmıştı.
Dick’in Mafeking’de yaralı olarak yattığını, Guayaquil’de sarıhumma hastalığından zor kurtulduğunu ve New York kentinde açık denizlerde zorbalık yüzünden mahkemeye çıktığını tesadüfen öğrenmişlerdi. Basında üç kere öldüğüne ilişkin haberler okudular: Birinde Meksika’da savaşta ölmüştü ve iki kere Venezuela’da idam edilmişti. Bu tür yalan haberler sonrasında Dick’in vasileri, küçük tekneyle Sarı Deniz’i karşıdan karşıya geçtiğinde, beriberi hastalığından öldüğü “söylentileri” çıktığında, Mukden’de Japonlar tarafından Ruslar’dan kaçırıldığında ve Japonya’da askeri hapishanede kaldığında heyecanlanmayı bıraktılar.
Hâlâ yaşayabildikleri tek heyecan, Dick otuz yaşındayken, söz verdiği gibi kurtlarını döktükten sonra Kaliforniya’ya döndüğü zamandı. Yanında eşi vardı ve yıllardır onunla evli olduğunu açıkladı. Üç vasi de karısını tanıdıklarını fark ettiler. Birleşik Devletler gümüşü tedavülden kaldırdığı zaman, Chihuahua’da bulunan Los Cocos madenindeki son felakette Bay Slocum, kadının babasının servetiyle birlikte sekiz yüz bin kaybetmişti. Bay Davidson Amador County’deki çökmüş, insan eliyle canlandırılmış nehir yatağından sekiz milyon çıkardığı zaman, kadının babasıyla birlikte Last Stake’ten bir milyon kaçırmıştı. O dönemde genç olan Bay Crockett, ellili yılların sonunda kadının babasıyla Merced’in altını “kepçelemiş,” annesiyle evlenirken sağdıcı olmuş ve Grant’s Pass’ta onunla ve o dönem teğmen olan U. S. Grant’la poker oynamıştı. O yıllarda bütün küçük batı dünyasının genç teğmen hakkında bildiği tek şey, iyi bir Kızılderili savaşçı ama kötü bir poker oyuncusu olduğuydu.
Dick Forrest, Philip Desten’ın kızıyla evlenmişti! Bu, Dick’e iyi şanslar dileme olayı değildi. Ne kadar şanslı olduğunun farkında olmaması konusundaki boşboğaz ısrarı meselesiydi. Vasileri Dick’in tüm çılgınlıklarını affettiler. Bunları telafi edip başarılı olmuştu. Sonunda gayet mantıklı bir hareket gerçekleştirmişti. Daha da iyisi; bu çok dâhiyane bir hareketti. Paula Desten! Philip Desten’in kızı! Desten kanı! Destenlar ve Forrestlar! Bu yeterdi. Eski güzel günlerin Forrest’ı ile Desten’ının üç yaşlı yoldaşı, hatta çalıp hayatlarına devam eden ikisi, Dick’e epeyce sert davrandı. Hazinesinin son derece değerli olduğu, böyle bir evliliğin ona yüklediği kutsal görev, Desten ve Forrest kanının tüm gelenekleri ve erdemleri konusunda onu uyardılar. Öyle ki, sonunda Dick kahkahalarla güldü ve bir grup meraklı veya soy sop meraklısı, takıntılı yaşlılar gibi konuştuklarını belirten bir cümleyle araya girdi. Zira aynen böyle konuşuyorlardı ama bu kadar densiz bir şekilde söylenmesinden pek hoşlanmadılar.
Her durumda, Dick’in bir Desten’la evlenmiş olması, onlara Büyük Ev’in planlarını ve inşaat tahminlerini gösterdiği zaman, başlarıyla koşulsuz onaylamalarına yol açtı. Paula Desten sayesinde ilk kez Dick’in, akıllı ve iyi bir şekilde harcama yaptığı konusunda fikir birliğine vardılar. Çiftçiliğine gelince, Harvest Grubu’nun hiç durmadan ürettiği tartışılmazdı ve hobilerine izin verilebilirdi. Buna rağmen, Bay Slocum’un belirttiği gibi:
“Yalnızca koşum atı olarak kullanacağın bir ata yirmi beş bin dolar ödemek delilik. Koşum atları koşum atlarıdır; sürü yönlendiren bir at olsaydı…”

7. Bölüm
Dick Forrest domuz kolerasıyla ilgili olarak Iowa eyaleti tarafından yayımlanan broşüre göz atıyordu. Bu arada açık pencerelerinden, geniş avlunun karşı tarafından, başucundaki ahşap çerçevede gülümseyen ve uyuma verandasının zemininde yalnızca birkaç saat önce bıraktığı gül rengi, şeffaf, dantelli gece başlığı Oh My tarafından düşünceli bir şekilde kurtarılan kızın uyanma sesleri gelmeye başladı.
Dick onun sesini duydu, zira kız bir kuş gibi şarkı söyleyerek uyanıyordu. Dick onun açık pencerelerden kendisine ait uzun bölümden yansıyan heyecanını duyuyordu. Sonra onun bahçe avlusunda şarkı söylediğini duydu. Burada Airedale’le tartışacak ve çeşmenin haznesinde bulunan kırmızı-turuncu, dağınık yüzgeçli ve çok kuyruklu Japon balığını kötü bir şekilde cazip bulan İskoç köpeği yavrusunu azarlayacak süre boyunca şarkısına ara verdi.
Uyandığı için mutlu olduğunun farkındaydı. Bu, hiçbir zaman bitmeyen bir hazdı. Kendisi saatlerdir ayakta olmasına rağmen, daima, avluda Paula’nın sabah şarkısını duymadan Büyük Ev’in tam olarak uyanmadığı duygusuna kapılıyordu.
Ancak onun uyanık olduğunu bilmenin verdiği zevki yaşadıktan sonra Dick, her zamanki gibi kendi işlerinin arasında onu unuttu. Dick bir kez daha Iowa’nın domuz kolerası istatistiklerine dalınca Paula zihninden çıktı.
Bundan sonra duyduğu ses, “Günaydın, Güler Yüzlü Beyefendi,” oldu ve yine kulaklarına şahane bir müzik gibi geldi. Paula süzülerek yanına geldi, kollarını Dick’in boynuna doladığında ve kısmen kollarının arasında dizine oturduğunda, sabah kimonosu ve eklemsiz bedeniyle yumuşacıktı. Dick ona sıkıca sarıldı ve onun varlığının, yakında olmasının farkında olduğunu gösterdiyse de, gözleri Profesör Kenealy’nin, Simon Jones’un Washington, Iowa’daki çiftliğinde yapılan domuz aşılama işleminin sonuçlarına yarım dakika daha takılı kaldı.
“Tanrım!” dedi Paula. “Ne kadar şanslısın. Zenginliklere doymuş durumdasın. Küçük Hanımefendin, ‘kibirli küçük ay ışığın’ gelmiş ve sen ‘Günaydın Küçük Hanımefendi, rahat ve güzel uyudun mu?’ bile demedin.”
Dick Forrest bunun üzerine Profesör Kenealy’nin aşılama istatistiklerinden vazgeçti, karısını kendine çekti, öptü ama sağ elinin işaret parmağı ısrarla broşürün sayfalarının arasındaydı.
Buna rağmen, aslında onun azarlama şekli Dick’in sorması gereken soruyu –gece başlığını Dick’in yatak odasında bıraktıktan sonra gecesinin nasıl geçtiğini– sormasını engellemişti. Dick broşürü, devam etmeyi planladığı yerde duran parmağının üstüne kapattı ve sağ kolunu da karısına doladı.
“Ah!” diye haykırdı Paula. “Ah! Ah! Dinle!”
Dışarıdan, bıldırcınların flüte benzeyen sesleri duyuldu. Paula kocasına yaslanırken yumuşak, tatlı notalardan aldığı zevkle titredi.
“Kuş sürüleri dağılıyor,” dedi Dick.
“Bu da bahar geliyor demek oluyor,” diye haykırdı Paula.
“Ve güzel havalar geliyor demek oluyor.”
“Ve de aşkın zamanı geliyor!”
“Ve yuva yapmanın ve yumurtlamanın zamanı geldi demek oluyor,” dedi Dick kahkaha atarak. “Dünya hiç bu sabahki kadar bereketli görünmedi. Leydi Isleton bir batında on bir yavru doğurdu. Angoralar bu sabah yavrulamak için aşağı indirildiler. Onları görmeliydin. Ayrıca yabani kanaryalar avluda saatlerdir evliliği tartışıyorlar. Sanırım bazı özgür aşk yanlıları modern aşk teorileri uğruna tek eşli cennetlerini yıkmaya çalışıyor. Bu tartışma boyunca uyuman bir mucize. Dinle! İşte gidiyorlar. Bu alkış mı? Yoksa ayaklanma mı?”
Bu sırada neşeyle çalınan kaval sesine benzeyen, tiz perdeler ve heyecanlı çığlıklar içeren bir cıvıldama sesi duyuldu. Dick’le Paula zevkle kulak kesildiler. Ancak bir anda, kıyamet kopmuş gibi aniden, aynı derecede vahşi, aynı derecede müzikal ve aynı derecede aşkla dolu tutkulu, ama ses tonunun yüksekliği nedeniyle çok büyük, baskın ve korkunç bir ses patlamasıyla minik, mükemmel âşıkların mikrofonik korosu sustu, kesildi.
Erkekle kadının istekli gözleri hemen büyük pencerelerin yatak odasının tellerinin ardındaki koridordan, leylaklarla çevrili yola çevrildi ve nefeslerini tutarak aşkını ilan eden görkemli kısrağın görünmesini beklediler. Kısrak daha görünmeden yine kişnediğinde Dick şunları söyledi:
“Sana bir şarkı söyleyeceğim, benim kibirli küçük ay ışığım. Bu şarkı benim değil. Mountain Lad (Dağ Delikanlısı) atının. Kişnerken bunu söylüyor. Dinle! Yine söylüyor. Şöyle diyor: “Beni dinleyin! Ben Eros’um. Dağlarda ayaklarımı vurarak yürüyorum. Geniş vadileri dolduruyorum. Kısraklar beni duyuyor ve sessiz otlaklarında irkiliyorlar; çünkü beni tanıyorlar. Otlar daha çok büyüyor, toprak bereketle dolu ve ağaçlar canlandı. Bahar sayesinde. Bahar benim. Ben bahar krallığımın hükümdarıyım. Kısraklar sesimi hatırlıyor. Beni önceden, annelerinin döneminden tanıyorlar. Duyun beni! Ben Eros’um. Dağlarda ayak sesim yankılanıyor ve geniş vadiler benim habercim, geliş sesimi yansıtıyorlar.”
Paula kocasına daha da sokuldu ve dudakları onun alnına dokunurken kocası onu iyice kendine çekti. İkisi leylakların arasındaki boş yola bakarken yolun, Mountain Lad’in görkemli görüntüsüyle doluşunu izledi. Atın kendisi heybetli ve şahane görünürken sırtındaki sivrisineğe benzeyen insan saçmalık derecesinde küçüktü. Gözleri vahşi ve tutkuluydu; genelde atların gözlerini kaplayan mavi pırıltı görülüyordu. Ağzı, keyifli olmanın getirdiği köpük ve endişenin izlerini taşısa da, sabırsızlıkla parlıyordu, şimdi etrafı sarsan güçlü çağrıyı yapmak için havaya kalkmıştı.
Neredeyse bir akis gibi, uzaktan bir yerden cevap niteliğinde zayıf, tatlı, hafif bir kişneme sesi duyuldu.
“Bu Fotherington Princess,” dedi Paula yavaşça.
Mountain Lad bir kez daha çağrısını tekrarladı ve Dick şarkı söylemeye başladı.
“Beni dinleyin! Ben Eros’um! Dağlarda ayak sesim yankılanıyor!”
Sonra bir anda kocasının kollarındaki Paula kocasının bu muhteşem ata duyduğu hayranlığa içerlediğini fark etti. Ama bu içerleme kayboldu ve ona borçlu olduğunu kabul ederek neşeyle:
“Ve şimdi, Red Cloud (Kırmızı Bulut) meşe palamudunun şarkısı!” dedi. Dick yarı boş gözlerle bakışlarını parmağının durduğu broşürden ona çevirdi ve aynı neşeli perdeden şarkısına başladı:
“Palamutlar gökyüzünden indi! Kısa palamutları vadiye dikiyorum! Uzun palamutları vadiye dikiyorum! Ben filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu filizleniyorum, filizleniyorum!”
Bu şarkı söyleme anında Paula kocasına yaslanmıştı ama bunu izleyen ilk anlarda parmağının yer tuttuğu domuz broşürünü tutan elin huzursuz hareketini hissetti ve gözlerinin düşünmeden ama hızlıca masasının üstündeki saate kaydığını fark etti. Saat 11.25’i gösteriyordu. Paula ona bir kez daha sarılmaya çalıştı ama girişimi, aynı derecede gönülsüzlükle, hafif bir incinme duygusuyla yapılmıştı.
“Sen tuhaf ve harika bir Kırmızı Bulutsun,” dedi yavaşça. “Bazen senin tamamen Kırmızı Bulut olduğuna, meşe palamutlarını ektiğine ve ekme işleminin vahşi sevinciyle şarkını söylediğine inanıyorum. Bazen de, bana ultra modern bir adam gibi görünüyorsun, işgal istatistiklerinde Truva maceralarını bulan; test tüpleri ve şırıngalarla donatılmış bir halde acayip mikroorganizmalarla gladyatörlük yarışmasına giren iki ayaklı erkek insan örneğinin son sözleri gibisin. Bazen neredeyse gözlük takman ve kel olman gerektiğini düşünüyorum; bana göre…”
“Deli dolu bir kıza sahip olacak enerjiye sahip değilim,” diye tamamlayan Dick onu iyice kendine çekti. “Ben ‘kibirli, küçük, tatlı, gül rengi toz serpintisinin’ erdemini anlamayan budala bir bilim canavarıyım. Dinle, bir planım var. Birkaç gün içinde…”
Ancak planı ölü doğdu, zira arkalarından birisi sağduyuyla öksürerek uyarıda bulundu. İkisi de aynı anda dönünce, elinde sarı kâğıtlarda çok sayıda notla sekreter yardımcısı Bonbright’ı gördü.
“Dört telgraf,” diye mırıldandı özür dileyen bir ifadeyle. “Bay Blake iki tanesinin çok önemli olduğundan emin. Bir tanesi Şili boğa sevkiyatıyla ilgili…”
Paula yavaş yavaş kocasından uzaklaştı ve ayağa kalkarken onun istatistik tablolarına, konşimentolara, sekreterlere, ustabaşılarına ve müdürlere kaydığını fark etti.
Paula kapının eşiğinden kaybolurken Dick, “Paula,” diye seslendi. “Son çocuğun adını koydum: ‘Oh Ho’ adıyla bilinecek. Nasıl buldun?”
Paula’nın cevabı gülümsemesiyle kaybolan hafif bir mahzunluk ifadesiyle başlarken, şu uyarıyı içeriyordu:
“Uşaklara isim verirken müsrif davranıyorsun.”
Dick gözlerindeki meydan okuyan parıltıyla çelişen bir ciddiyetle, “Bunu asla Amerikalı hizmetçilerime yapmıyorum,” diye güvence verdi.
“Onu demek istemedim,” diye tersledi Paula. “Sadece lisanın olasılıklarını tükettiğini söylemeye çalışıyorum. Bir süre sonra onlara Oh Bel, Oh Hell (Cehennem) ve Oh Go To Hell (Cehenneme Git) adlarını vereceksin. ‘Oh’ takıntın hataydı. ‘Kırmızı’ ile başlamalıydın. O zaman Kırmızı Boğa, Kırmızı At, Kırmızı Köpek, Kırmızı Kurbağa, Kırmızı Eğreltiotu ve diğer tüm kırmızılarla devam edebilirdin.”
Paula gözden kaybolurken kahkahası Dick’inkiyle karıştı ve Dick anında, telgrafa bakarak sevkiyatın detaylarında kayboldu. Tanesi iki yüz elli dolardan (FOB) bir yaşındaki üç yüz kayıtlı boğa, Şili’nin et bölgesine gönderiliyordu. Buna rağmen Dick, hayal meyal, belli belirsiz bir zevkle, Paula’nın evdeki kendi bölümüne gitmek üzere avludan geçerken şarkı söylediğini duydu ama Paula’nın sesinin, hafifçe bastırılmış olduğunun farkında değildi.

8. Bölüm
Paula yanından ayrıldıktan beş dakika sonra, yine saniyesi saniyesine tam zamanında Dick, dört telgrafı halletmiş olarak, yanında Idaholu alıcı Thayer ve Breeder’ Gazette’in özel muhabiri Naismith’le birlikte çiftliğin arabasına biniyordu. Koyun müdürü Wardman da, incelenmek üzere toplanmış olan binlerce genç Shropshire koçunun bulunduğu ağılda onlara katıldı.
Sohbete pek gerek yoktu. Thayer bu yüzden belirgin bir şekilde hayal kırıklığına uğradı çünkü on vagon dolusu bu kadar pahalı hayvanı satın almasının, epeyce sohbet etmeyi hak edecek kadar önemli olduğunu düşünüyordu.
Dick onu “Her şey gün gibi ortada, açıklamaya gerek yok,” diyerek ikna etmiş ve Naismith’e, Kaliforniya ve kuzeybatıdaki Shropshire koçları hakkında yazacağı makaleyle ilgili veriler vermek üzere öbür tarafa dönmüştü.
Dick on dakika sonra Thayer’a, “Onları seçme zahmetine girmemenizi öneririm,” dedi. “Ortalamaları en yüksek düzeyde. Bir hafta vakit harcayıp on vagonluk koç seçebilirsiniz ama ilk elinize geçenleri seçtiklerinizden daha kaliteli olmaz.”
Satışın zaten gerçekleşmiş olduğu yönündeki bu soğukkanlı varsayım Thayer’ı o kadar huzursuz etti ki, bugüne kadar bu kadar kaliteli koç görmediğinden emin olarak, sinirlenmesine rağmen, siparişini değiştirerek yirmi vagon koça çıkarttı.
Büyük Ev’e döndükten sonra, yarıda kalan oyunu tamamlamak için bilardo sopalarını tebeşirlerken Naismith’e söylediği gibi:
“Forrest’lara ilk defa geliyorum. Adam bir dâhi. Doğudan alıp ithal ediyordum. Ama o Shropshire koçlarını çok beğendim. Fark ettiğin gibi siparişi iki katına çıkardım. Idaho’daki alıcılar bunları görünce çıldıracak. Sadece altı vagon koç için doğrudan alım emrim vardı ve koşullu olarak iki vagon daha almaya karar vermiştim ama her alıcı, koçları görünce doğrudan ve koşullu, siparişini iki katına çıkarmazsa ve kalanlar için izdiham yaşanmazsa, ben de koyundan anlamıyorum. Mallar bunlar. Eğer bunlar Idaho’daki koyun piyasasını zıplatmazsa, Forrest yetiştirici, ben de alıcı değilim, bu kadar.”
Öğle yemeği uyarısı yapan gong çalınca –Kore’den gelen devasa gong, Paula’nın uyanık olduğundan kesin olarak emin olununcaya kadar asla çalınmıyordu– Dick, büyük avludaki Japon balığı çeşmesinin etrafındaki gençlerin yanına geldi. Hem kız kardeşi Rita hem de Paula’yla kız kardeşleri Lute ile Ernestine’in dönüşümlü olarak tavsiyede bulunup, sonra emir verdiği Bert Wainwright, kepçesiyle son derece muhteşem bir leş çiçeğini yakalamaya çalışıyordu. Balığın boyutu ve rengi, yüzgeçlerinin ve kuyruklarının çokluğu, Paula’nın onu kendi gizli avlusundaki çeşmenin içinde bulunan özel üreme haznesine koymak üzere ayırmaya karar vermesine neden olmuştu. Aşırı heyecanın, bağrışmanın ve kahkahanın arasında görev tamamlandı, büyük balık bir kavanoza kondu ve bekleyen İtalyan bahçıvan tarafından götürüldü.
Dick yanlarına gelirken Ernestine, “Peki, sen ne diyeceksin?” diye meydan okudu.
“Hiçbir şey,” dedi Dick üzüntüyle. “Çiftlik tükenmiş durumda. Üç yüz tane şahane genç boğa yarın Güney Amerika’ya gitmek üzere buradan ayrılacak ve Thayer –dün gece tanıştın– yirmi vagon dolusu koç götürüyor. Bütün söyleyebileceğim, Idaho ve Şili’yi candan kutluyorum.”
“Daha çok meşe palamudu dik,” diyen Paula kahkaha atarak kız kardeşlerine sarıldı. Üçü de heyecanla gülerek kaçınılmaz soytarılığı bekliyordu.
Lute, “Ah, Dick, palamut şarkını söyle,” diye yalvardı.
Dick kesin bir ifadeyle başını iki yana salladı.
“Daha iyi bir şarkım var. Son derece tutucu. Kırmızı Bulut ve Palamut şarkısının derisini yüzebilir. Dinleyin! Bu, küçük bir Doğu yakalı kızın şarkısı; Pazar Okulu’nun himayesi altında kırsal kesime ilk yolculuğunda. Çok gençti. Özellikle peltek konuşmasına dikkat edin.”
Sonra Dick peltek konuşarak şarkı söylemeye başladı:
“Japon balığı kâsede yüzüyor. Nar bülbülü ağaca konmuş oturuyor. Nasıl bu kadar kolay oturabiliyorlar? Göğüslerindeki tüyleri kim taktı? Tanrı! Tanrı! O yaptı!”
Kahkahalar geçince Ernestine bu şarkının, “çalıntı” olduğuna karar verdi.
“Tabii,” dedi Dick. “Rancher and the Stockman (Çiftlik Sahibi ve Sığır Çobanı) kitabından aldım. O da Swine Breeders’ Journal’dan (Domuz Yetiştiricileri Dergisi), Western Advocate ’ten (Batının Avukatı), o da Public Opinion’dan (Kamuoyu Görüşü), onlar da kuşkusuz kızın kendisinden, daha doğrusu Pazar Okulu öğretmeninden almış. Aslına bakarsanız, ilk kez Our Dumb Animals’ta (Budala Hayvanlarımız) yayınlandığına inanıyorum.”
Bronz gong ikinci kez çaldı ve Paula, bir kolunu Dick’e, diğerini Rita’ya dolayarak eve yönelirken arkadan gelen Bert Wainwright Lute’la Ernestine’e yeni bir tango figürü gösteriyordu.
İtişip kakışarak ilerlerken, yemek odasına giden merdivenlerin başında Thayer ve Naismith’le karşılaştılar. Dick kızlardan ayrıldıktan sonra kenara çekilip “Bir şey var, Thayer,” dedi. “Bizden ayrılmadan önce, o merinos koyunlarına da bir göz atıver. Gerçekten onlarla böbürlenmek durumundayım. Amerikalı çobanlar da bunları görmeye gelmek zorunda kalacak. Tabii, ithal hayvanlarla başladık ama Fransız yetiştiricileri doğrultacak bir Kaliforniya cinsi yarattım. Wardman’ı gör ve istediğini seç. Naismith’i yanına al, beraber bakın. Tren yüküne, benim ikramım olarak yarım düzine bunlardan ekle ve Idaholu çobanların bilgi almasını sağla.”
Eski Kaliforniya’nın Meksikalı toprak ağalarının büyük çiftliklerindeki yemek odalarının kopyası olan uzun, alçak tavanlı yemek odasındaki sonsuz derecede uzayabilen masaya oturdular. Zemine büyük kahverengi karolar döşenmişti ve kirişli tavanla duvarlar badanalıydı. Devasa beton şömine görkem ve sadelik konusunda büyük bir başarıydı. Bitkiler ve tomurcuklar dışarıdan, derin pervazlı pencerelerden selam veriyordu ve salon temizlik, erdem ve soğukluk duygusu yaratıyordu.
Duvarlarda, fazla kalabalık olmasa da, birkaç tane tablo vardı; aralarında en iddialısı, başköşede duran, Xavier Martinez’in hüzünlü gri tonlarındaki alacakaranlık Meksika sahnesiydi. Tabloda bir amele, sopası, çarpık sabanı ve iki öküzle, hüzünlü, sınırsız Meksika yaylasının ön planında melankolik oluklar açıyordu. Eski Meksika-Kaliforniya yaşantısıyla ilgili daha neşeli resimler de vardı. Reimers’ın yaptığı, arka planda ardında güneş batan bir dağın önünde okaliptüs tablosu, Peters tarafından yapılmış bir ay ışığı tablosu ve Griffin imzalı, Kaliforniya yazlarında dağların sarımsı kahverengiliğini ve mor sisli ormanlık kanyonlarının parıldadığı ve içten içe yandığı bir anız tarlası tablosu.
Dick ve kızlar çığlıklar ve kıkırdamalarla sohbet ederken Thayer alçak sesle mırıldanarak Naismith’e, “Düşünüyorum da,” dedi, “eğer Büyük Ev’den bahsedersen, senin makalen için elimde bazı bilgiler var. Hizmetçilerin yemek odasını gördüm. Her yemekte masaya bahçıvanlar, şoförler ve dışarıdan gelen yardımcılar dahil kırk kişi oturuyor. Kendi başına bir pansiyon. Bana inan, müthiş bir yönetim, müthiş bir sistem. O Çinli çocuk Oh Joy tam bir dâhi. Bütün mekânın kâhyası ya da müdürü veya işine ne isim vermek istiyorsan o ve işini o kadar iyi yapıyor ki, sesini bile duymuyorsun.”
“Asıl dâhi Forrest,” dedi Naismith başıyla onaylayarak. “Beyinleri seçen beyin. Bir orduyu, savaşı, hükümeti, hatta dingonun ahırını bile yönetebilir.”
“Sonuncusu pek iltifat sayılmaz,” diyen Thayer onun görüşüne yürekten katıldı.
Dick karşı taraftaki karısına seslendi, “Ah, Paula. Şimdi aldığım bilgiye göre Graham yarın sabah geliyor. Oh Joy’a, onu gözetleme kulesine yerleştirmesini söylesen iyi olur. Orası erkek için daha uygun boyutta bir oda. Ayrıca tehdidini yerine getirip kitabı üzerinde çalışabilir.”
“Graham? Graham mı?” diyen Paula hatırlamaya çalışıyordu. “Ben tanıyor muyum?”
“Onunla iki yıl önce bir kere Santiago’daki Cafe Venus’te tanışmıştın. Bizimle akşam yemeği yemişti.”
“Haa, o donanma subaylarından biri mi?”
Dick başını iki yana salladı.
“Sivil olan. O iri yarı sarışın adamı hatırlamıyor musun? Albay Joyce Birleşik Devletler’in askeri güç kullanarak Meksika’yı yerle bir etmesi gerektiğini kanıtlamak için kafamızı ütülerken sen onunla yarım saat müzik hakkında konuştun.”
“Aaa, emin olmak için soruyorum,” dedi Paula belli belirsiz hatırlayarak. “Seninle daha önce bir yerde tanışmıştı… Güney Afrika’ydı galiba, değil mi? Yoksa Filipinler miydi?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403285?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İngiliz general. İngiltere’de modern izciliği başlatan kişidir. İzcilik üzerine yazdığı kitapta izcileri, kendisinin de taktığı geleneksel korucu şapkasıyla resmetmiştir. Bugün bu şapka onun ismiyle anılır. (e.n.)

2
İç kulak sıvılarının basınç artışı sonucu oluşur. Genellikle 40-60 yaş aralığında görülür. (e.n.)

3
Semboller ve kısaltmaların bulunduğu Steno alfabesi kastediliyor. Stenografi, daha çabuk not alabilmeyi ve kayıt tutabilmeyi mümkün kılan bir sistemdir. (e.n.)

4
Gine: 21 şilin değerindeki eski İngiliz altını. (ç.n.)
Büyük evin küçük hanımefendisi Джек Лондон
Büyük evin küçük hanımefendisi

Джек Лондон

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zeki çiftçi Dick Forrest, güzel ve yetenekli karısı Paula’yla Büyük Ev’de mutlu bir yaşam sürmektedir. Forrest’ın arkadaşı Graham, Büyük Ev’e geldiğinde işler karışır. İki arkadaş Paula’ya, Paula ise adamların ikisine birden âşıktır. Bu aşk üçgeni onları nereye götürecektir?

  • Добавить отзыв