Bir zamanlar dünya düzken

Bir zamanlar dünya düzken
Graeme Donald
Bilim tarihindeki birçok komik teori, çok yakın zamana kadar gerçek gibi saygı görüyordu.

İnsanların bilinçaltı mesajlarla yönlendirilebileceği fikrine günümüzde bile itibar ediliyor.

Bugün sözdebilim olarak kabul ettiğimiz frenoloji, 20. yüzyıl biterken Ruanda’da bir soykırıma yol açtı.

Askerlerin uygun adım yürüyüşle yarattığı titreşimin bir köprüyü yıkabileceğini düşünen kişilerle karşılaşmanız ise hâlâ mümkün!

Bir Zamanlar Dünya Düzken, eskiden gerçek olduğu düşünülen ancak günümüzde ciddiye alınmayan en tuhaf fikirlerin kökenine iniyor, bugün ahmakça bulduğumuz bu teorilerin gelişimlerini izliyor.

Graeme Donald
Bir Zamanlar Dünya Düzken

Her zamanki gibi, Rhona için… Yazmayı tam zamanında bitirebileyim diye elinden gelen her şeyi yapan Kath ‘Kay-Dee’ Davies’e en içten teşekkürlerimle.


Giriş


Antik çağlardan bu yana, bilim hakikatten pek çok defa sapmıştır.
Keşifler, çoğu zaman içinde bulunulan dönemin dayattığı baskılarla şekillenmiştir. İnsan anatomisi konusunda bilgisiz olan antik Yunanlar, bedende dört ayrı sıvı olduğu fikrine dayanan teoriyi geliştirmişlerdir. Bu fikir, on dokuzuncu yüzyılda bilimsel tıbbın yükselişine kadar hâkimiyetini sürdürmüştür.
Bu fikirler kimi zaman da saf çılgınlığın ürünü olmuştur. Yirminci yüzyılın sonunda Ruanda’daki soykırımı haklı çıkarmak için kullanılan, görünüş itibariyle masum “frenoloji” kavramının gelişimi bunun bir örneğidir. Bazen de bilimsel “hakikatler” gizli bir amaca sahte bir destek verme çabasıyla icat edilmişlerdir. Tıpkı sağ-muhafazakâr politikacıların tamamen suni bir kavram olan subliminal[1 - Subliminal mesaj veya bilinçaltı mesaj, başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda fark edilmemek üzere tasarlanmıştır. İnsan bilinci bu türden mesajları fark edememektedir; ancak bu mesajların insanın bilinçaltını etkiledikleri ileri sürülmektedir. (ç.n.)] mesajlaşmayı benimsemesi gibi. Bu fikirlerin tartışmalı doğasına rağmen, Bir Zamanlar Dünya Düzken insanlığın bugüne kadar bilimin insafına kalmış olduğu -ve muhtemelen her zaman öyle kalacağı- gerçeğinin altını çizecek.
Neyse ki sahip olduğumuz bilimsel bilginin tamamı böylesine yıkıcı etkiler yaratmadı; bu kitapta sunulan bazı örnekler yüzünüzü gülümsetecek. Simyacıların felsefe taşı (tüm adi metalleri altına çevirebilecek araç) arayışlarından tutun da vibratörün oldukça şaşırtıcı tarihi ve oyuk dünya teorisine kadar, bilim yıllıkları tuhaf insanların tuhaf fikirleriyle dolup taşıyor. Daha şaşırtıcı olan bir şey varsa o da bilimin kimi düzmece fikirlerinin günümüze çok yakın bir tarihe kadar varlığını sürdürmüş olması. Günümüzde tıbbi ve bilimsel düşünce ne kadar ilerlemiş olursa olsun, yüz yıl içerisinde buna benzer bir kitabın bugünün bilgi birikimiyle dalga geçmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.



Kafanıza Bir Baktırın!

İnsanların kafataslarının fiziksel ölçüleri, kişilik özelliklerini de etkiliyor


Geçtiğimiz yüzyılların bilimsel safsatalarının pek çoğu ortaya çıktıkları dönemlerde insanlığa pek zarar vermediler. Bunlar çoğunlukla, yeni buluşlarla arkalarında hiçbir iz bırakmadan yok olup gittiler. Ne yazık ki bu durum sözdebilim olan frenoloji[2 - Kafatası bilimi (ç.n.)] için pek de geçerli değil. Frenoloji, ortaya çıktığı dönemde pek çok adaletsizliğe ve üzücü duruma neden oldu. Yirminci yüzyılın sonunda gerçekleşen soykırım, frenoloji biliminin insanlığa verdiği zararlar arasında en önde geleni.
FRANZ GALL YA DA FRENOLOJİNİN SAFRA KESESİ
Viyana Üniversitesi’nin yetiştirdiği Alman hekim Franz Josef Gall (1758-1828), frenolojinin kurucusudur. Bu kurum, insan ırkı konusundaki pek çok diğer düzmece kavramın da üretildiği yer olmuştur (sayfa 11’deki kutuya bakınız). Gall’ün geliştirdiği teoriye göre, insan beyni yirmi yedi ayrı bölgeden oluşmaktadır. Her bir bölge farklı işlev, kişilik özellikleri ve eğilimlerden sorumlu olup tamamen ayrı ve bağımsız organlar olarak varlık gösterir.


Frenolojik büst


APTALLIK DERSLERİ
1925 yılında, Viyana Üniversitesi ırkçı ideolojinin beslendiği entelektüel zemin haline gelmişti. Bu ırkçı kavramlar arasında etki alanı en geniş olanı ve en çok bilineni, “ırksal hijyen arayışı” anlamına gelen “Rassenpflege” kavramıydı. Üniversitenin antropoloji bölümünde profesör olan Otto Reche, bu fikirlerin en yılmaz savunucusu olup “Rassenpflege”nin “tüm iç politikanın temelini, dış politikanın da en azından bir parçasını oluşturması gerektiğini” savunuyordu.
Birey, bu bölgelerden birini ne kadar çok kullandıysa ya da kendisini söz konusu bölgenin uyardığı duygusal ya da fiziksel dürtülere ne kadar bıraktıysa o bölge o kadar büyük olacaktı (aşırı kullanılmış kaslarda olduğu gibi). Gall, bulgularının gerçeklerden tamamen kopuk olmadığını savunuyordu. Gall’ün hakkını vermek gerekirse, bugün beynin belli bölgelerinin, belirli işlevler ya da kişilik özellikleriyle bağlantısının olduğu ve bu bölgelerden bazılarının zihinsel egzersizle büyütülebildiği bilinmektedir.
Franz Gall, eğer araştırmasını bu noktada bırakmış olsaydı araştırması kötü sonuçlara yol açmayacaktı. Gall’ün hatası, çok temel bir öncülü, geniş çaplı bir spekülasyonlar ve varsayımlar bütününün yapıtaşı haline getirmesiydi. 1805 yılına gelindiğinde, Gall bu yirmi yedi bölgenin, kafatasının ön tarafındaki (kuvvetle karşılaştıklarında büyüyen ya da kabaran) yumru ve tümseklerden sorumlu olduğuna kanaat getirmişti.


Kafasına baktıran biri


BEYİN EĞİTİMİ
2010 yılı Mart ayında, University College London’dan Profesör Eleanor Maguire, Londra’daki taksi sürücülerinin hipokampüslerindeki büyüme eğilimlerini incelediği kapsamlı araştırmasının sonuçlarını yayımladı. Araştırma için taksi şoförleri seçilmişti; çünkü onların belli bir “bilgi”yi öğrenme zorunlulukları vardı. Her bir taksi şoförünün, kentte belirlenmiş herhangi iki nokta arasındaki en iyi güzergâhı bulma yetisini göstereceği zor bir sınavdan geçmesi bekleniyordu. Profesör Maguire, bir sürücünün çalışma saatleri uzadıkça hipokampüsünün de genişlediği sonucuna varıyordu.

AKIL HASTALIĞI
Gall, katillerin, hırsızların ve diğer suçlara karışmış insanların kafatasları üzerinde kapsamlı araştırmalar yürüttü. Bu çalışmaların sonunda, bunlar arasında bağlantı kurmaya yetecek miktarda benzerliğin bulunduğu sonucuna ulaştı. Benzer araştırmaları akıl hastalarının kafatasları üzerinde de yürüttü ve onların kişisel durumlarının bazı bölgesel işlev bozukluklarına dayandırılabileceğine karar verdi. Aynı şekilde buradan da Gall’ün tezini destekleyecek türde veriler çıktı; çünkü akıl hastalarının daha önceleri kendi istekleriyle ya da ruhları şeytan tarafından ele geçirildiği için öyle oldukları düşünülüyor ve bu nedenle düzenli olarak şiddete maruz bırakılıyorlardı. Frenolojinin getirdiği bu bakış açısıyla birlikte, neredeyse bir gecede, akıl hastalığı ilk defa gerçekten bir hastalık olarak görülmeye ve buna göre tedavi edilmeye başlandı.


Orson Fowler’ın editörlüğünü üstlendiği American Phrenological Journal’ın Mart 1848 sayısı

Ancak bu durum, Gall’ün “bilimsel olarak kanıtlanmış” modelinde ifade edildiği şekilde kafalarında yumrular ve tümsekler bulunduran diğer insanlar için pek hayra alamet değildi. Daha önce hayatlarını sorunsuz bir şekilde sürdürmüş olsalar da artık Gall’ün bilimsel modeline göre potansiyel katil ya da da akıl hastası olarak damgalanıyorlardı. Öyle ki birkaç şanssız kişi, önleyici tedbirler kapsamında hapsedilmişti. Gall’ün teorilerinin toplumsal düzeyde de önemli bir karşılığı vardı. İnsanlar Gall’ün argümanlarına doğrudan olmasa da ünlü isimlerin yapıtları aracılığıyla (Brontë kardeşler, Bram Stoker ve hepsi arasında en tanınmış olanı Conan Doyle’un Sherlock Holmes hikâyeleri de dahil olmak üzere) ikinci elden ulaşıyorlardı. Onların gözünde, Holmes için doğru olan bir teoriyi tartışmaya gerek yoktu.
Şirketler, çalıştıracakları personelin seçiminde frenolojiden yararlanıyordu. Müşterilerine çalışanları arasında akıl hastası bulunmadığının güvencesini vermek için personel adaylarının kafalarını incelemeye tabi tutan uzmanlar bulunduruyorlardı. Mahkeme salonlarında çok sayıda sanık, profesyonel frenolojistlerin ipe sapa gelmez bilirkişi görüşüne dayandırılarak hapse atılıyordu. Ancak Gall’ün fikirlerindeki çatlaklar,1820 yılına gelindiğinde çoktan kendini göstermeye başlamış ve 1850’ye gelindiğindeyse teorisi tamamen çökmüştü. Gall’ün teorisi, yalnızca Birleşik Krallık’ta varlık göstermeye devam ediyordu.
AVA GİDEN AVLANIR
Frenoloji, bu dönemde özellikle “Fowler kardeşler” olarak bilinen Orson (1809-87) ve Lorenzo’nun (1811-96) çabalarıyla (Fowler kardeşler, Amerikan deneme yazarı Ralph Waldo Emerson [1803-1931] ve mucit Thomas Edison’ın [1847-1931] da takdirini kazanmıştı) ABD’de kendine çok sağlam bir yer edindi. Fowler kardeşleri tamamen şarlatan olarak yaftalamak insafsızlık olur; ancak her ikisinin de kolay yoldan para kazanmak için can attığını kabul etmek gerekiyor. Bu durum, özellikle Birleşik Krallık’ı 1860’ta bir ders vermek üzere ziyaret eden, ama bu ziyaretin onun için ekonomik açıdan çok kazançlı olduğunu görünce orada kalmaya karar veren Lorenzo için geçerliydi.
Lorenzo’nun Londra’da yaşadığı dönemde, 1872 yılında kurmuş olduğu Fowler Enstitüsü’nde, Amerikalı yazar ve mizahçı Mark Twain, Lorenzo’yu ifşa etmek için boş yere uğraşacaktı. Şakacı bir kişiliğe sahip olan Twain, alt orta sınıf bir kılığa bürünerek analizden geçmek üzere Fowler’ın enstitüsünden randevu aldı. Analizine konu olan araştırma nesnesine ilgisi yalnızca para kazanmakla sınırlı olan Fowler, Twain’in kafatasında önemli bir çukur tespit etti. Fowler’ın iddiasına göre, bu çukur, Twain’in her türlü mizah anlayışından yoksun olduğu anlamına geliyordu. Fowler’ın profesyonel kanaatine göre, çalışmasına konu olan araştırma nesnesi her türlü yaratıcılıktan yoksun olup günlük memuriyet işlerine daha yatkındı. Analiz sonuçlarını dinledikten sonra Twain, tevazuyla ve sessizce teşekkür etti, ücretini ödedi ve oradan ayrıldı.

O ZAMANLAR İYİ BİR FİKİR GİBİ GÖZÜKÜYORDU
1958’de Dr. Edmund Teller (hidrojen bombasının babası) Alaska’daki Cape Thompson’da bir mil çapında bir liman inşa etmek için bir dizi hidrojen bombası patlatmayı öneriyordu. Bu öneri daha sonra rafa kaldırıldı.
Birkaç ay sonra, Twain kendi adına yeniden randevu alıp kendisiyle özdeşleşen beyaz takımı içerisinde, tüm gösterişi ve ihtişamıyla, Fowler’ın ofisini yeniden ziyaret etti. Fowler, ünlü müşterisine karşı bu defa son derece nazikti. Bir önceki görüşmelerinde Twain’in kafatasında çukur tespit ettiği noktada, şimdi yıldızın mizahçı olarak sahip olduğu uluslararası itibarı da destekleyecek şekilde “dağ gibi bir çıkıntı” olduğunu tespit etmişti. Twain ücretini ödemiş ve sonuçları yayımlanmaya bırakmıştı. Hiçbir şey Fowler’ın toplumsal çoğunluğun yanında yer almasını engelleyemezdi. Lorenzo bu olaydan sonra, yeni gelişmeye başlayan frenoloji partilerine her türlü desteği sağlamak için, oldukça yüklü bir miktarda posta havalesi yapacaktı.
Günümüzde antika dükkânlarında da görülebilen, konik, bej renkli ve frenolojiye ait siyah işaretlerin bulunduğu büstlerin Lorenzo’nun tasarladığı ürünlerden biri olması pek muhtemeldir. Fakat tüm bunlar kimseye hiçbir zararı dokunmayan eğlence unsurlarıydı; muhtemelen ruh çağırma oturumlarından çok daha az tehlike teşkil ediyorlardı. Bugün Fowler’dan geriye çok az şey kaldı. Ondan geriye kalan şeylerden biri de İngilizce sözlüğe soktuğu birkaç deyim. Entelektüel kimseler için kullanılan high brow, kültürsüz kimseler için kullanılan low brow sıfatları ve akıldışı davranışlar sergileyen kimselere “kafasını bir gösterme” zamanının geldiğini hatırlatmak için kullanılan had their bumps felt deyimleri Fowler’ın İngilizceye kazandırdığı ifadelerdir. Ancak olaylar gittikçe kötü bir vaziyet almaya başlayacaktı.


Kriterlere uygun bir kafatası

KÖTÜLÜĞE GIDEN YOLDA BIR DÖNÜM NOKTASI
Versay Anlaşması (1919) ile eski bir Alman kolonisi olan Ruanda, Belçika’nın denetimine geçmişti. Frenolojinin önde gelen savunucularından Paul Bouts’un (1900–90) önderliğinde, Belçika’nın da frenoloji modasına yenik düşmesiyle işlerin kötü bir seyir izleyeceği karanlık bir dönüm noktasına ulaşıldı. 24 yaşında, aynı zamanda papaz olan bir frenolojist çoktan Belçika’nın ulusal figürlerinden biri haline gelmişti. Bouts, anayurdunun dört bir tarafındaki çeşitli kurumları ziyaret etmiş ve kendi tasarladığı aletlerin yardımıyla mahkûmların kafalarının ölçümünü yapmıştı. Bouts, bulgularına dayanarak kimin “normal” olduğu ve kimin “normal” olmadığına ilişkin şüpheli açıklamalar yapıyordu.
Bouts’un icatları Ruanda’daki Belçika Kolonyal İdaresi tarafından ırksal üstünlük meselelerini düzenlemek için kullanılmaya başlandığında meselenin ırksal boyutu da etkisini göstermeye ve işler daha da kötü bir hal almaya başlamıştı. Kolonyal idare, Tutsilerin Hutulardan ırksal olarak üstün olduğunu ilan etmişti. Bu iki gruba bu temelde muamele etmeye başlarken gruplardan birini her türlü meselede ve hizmette diğerinden daha üstün bir konuma yerleştiriyordu. Gerisini hepimiz çok iyi biliyoruz. 1994 yılında gerçekleşen soykırımda Hutu ırkçılar, tahminen yarım milyonla bir milyon arasında Tutsinin ve daha az sayıda Hutunun yaşamına son verdi.

Kötü Titreşimler

Yürümekte olan bir tabur asker, asma bir köprünün çökmesine neden olabilir
On dokuzuncu yüzyılda ordulardan (tek bir müfrezeden bütün bir alaya kadar) yürüyüş halindeki tüm askeri birimlerinin bir köprüden geçerken uygun adım yürüyüşü bırakmaları isteniyordu. O dönemdeki bilimsel tartışmalar da bu öneriye katkı sağlıyordu. Bu tartışmalar, tüm nesnelerin doğal bir frekansa sahip olduğu düşüncesi etrafında dönüyordu. Bu, bir şeyin harekete geçirildiği zaman titreyeceğini gösteren frekanstı. Tempoyla yürüyen askerlerin birbirini tekrar eden eşzamanlı adımlarının, geçtikleri köprünün doğal frekansıyla eşleşmesi durumunda, ortaya kaçınılmaz bir felaketin çıkacağına inanılıyordu.
BELALI SU
Bu kavram, 12 Nisan 1831 tarihinde yaşanan Broughton Asma Köprüsü felaketinin ardından doğmuştur. 1826’da varlıklı Manchester’lı John Fitzgerald’ın şahsi katkısıyla inşa edilen köprü, Lancashire’daki Broughton ve Pendleton arasında bulunan Irwell Nehri’ni bağlıyordu. O gün, Teğmen John Fitzgerald (oğul) 60. piyade bölüğünün yetmiş dört mensubunu arazideki talimlerinin ardından Salford’daki kışlalarına götürüyordu. Köprüyü geçerken adımlarını gururla attıkları sırada yapı çökmeye başlamış ve adamların üzerinde durduğu tüm kolon nehre devrilmişti. Neyse ki suyun derinliği yarım metre kadar olduğundan küçük çaplı yaralanmalarla kazayı atlatmışlardı.
Bilim insanları anında durumu, Fitzgerald’ın kaydadeğer bağışlarda bulunduğu, yeni açılan Manchester Mekanik Enstitüsü’yle paylaşmıştı. Enstitüdekiler, çökmenin, hep birlikte ayaklarını yere sertçe vuran askerlerin neden olduğu rezonanstan kaynaklandığı sonucunu çıkarmıştı. Bu çıkarım, asma köprülere yatırım yapanlara bir nebze olsun rahat bir nefes aldırmıştı. Türünün ilk örneklerinden olan Broughton Köprüsü bölgede bir gurur kaynağıydı. Onu tasarlayanlar ve inşa edenler yetersizlikle ya da daha kötü bir şeyle suçlanmayı istemiyorlardı. Ordu beklendiği gibi yürüyüş yapan tüm birimlere, küçük ya da büyük fark etmeksizin, anında talimat göndermişti. Yıkılmaya neden olacağı korkusuyla, askerlerden köprülerden geçerken yürüyüş düzenlerini bozmaları ve rasgele yürümeleri isteniyordu.

HİÇ DUYMAMIŞTIM! ÇÜRÜTÜLMÜŞ POPÜLER BİLİMSEL FİKİRLER
• Merkezkaç kuvveti diye bir şey yoktur.
• Isı yükselmez, kendisini eşit oranda çevresine dağıtır.
• Mide ülseri, stres ya da baharatlı yiyeceklerden değil, “helikobakter pilori” adındaki bir bakteriden kaynaklanır.
• Kuantum sıçraması, oluş halindeki sismik bir adımı ifade etmez; madde, hiçbir gözlenebilir değişiklik göstermeden bir durumdan diğer duruma geçerken ortaya çıkan geçiş sürecindeki bir dakikalık değişimi ifade eder.

İŞİN ÖZÜ
Gerçekte, -çok gerçek bir kuvvet olsa da- mekanik rezonansın konuyla hiçbir ilgisi bulunmuyordu ve yürümekte olan askeri kıtalarla da hiçbir ilgisi yoktu. Karmaşa ortadan kalktıktan sonra köprünün patronuyla bağlantısı olmayan bağımsız mühendisler alanı incelediklerinde, zemin ankrajına[3 - Ankrajlar, genel anlamıyla yapısal bir öğeyi başka bir öğeye ya da malzemeye sabitleyerek birlikte çalışır hale getiren yapısal öğelerdir. Zemin ankrajları, sadece yapıları zemine sabitlemekle kalmayıp, zemin kütlesi, hidrostatik kuvvetler ve dış yükler kaynaklı çekme kuvvetlerini karşılayarak, bunları potansiyel göçme yüzeylerinin gerisinde tekrar zemine aktarır. Yapının dönme başta olmak üzere göçmesine neden olabilecek moment kuvvetlerine karşı koymasına yardımcı olur. (ç.n.)] bağlı destek zincirlerinden birini koruyan büyük cıvatalardan birinin koptuğunu fark ettiler. Köprüyü askıda tutan zincirleri sağlama alan diğer cıvataların pek çoğunun da ya bükülmüş ya da çatlamış olduğunu gördüler. Kullanılmakta olan cıvatalar daha önce bozulanların yerine takılmış üç yıllık cıvatalardı.
Konu biraz daha sorgulanınca, önde gelen inşaat mühendislerinden Eaton Hodgkinson’ın (1789-1861) zincirlerin sağlamlığı konusunda şüpheleri olduğunu ve yerine monte edilmeden evvel test edilmesinin yararlı olacağını ifade ettiği öğrenildi; ancak bu sağduyulu öneri ihmal edilmişti. Ayrıca askerlerin uygun adım yürüyüşleri köprünün akıbetinin öngörülemeyen habercisiyse; köprü, birlikler Kersal Bölgesi istikametinde yürürken neden çökmemişti? Aslında köprü çökmeye çoktan hazırdı ve birliklerin ağırlığı altında çöküvermişti; uygun adım yürüyüşün konuyla hiçbir ilgisi yoktu. Bu düpedüz teknik bir hataydı; çünkü köprü kötü tasarlanmış ve inşa edilmişti.
MİT GÜÇLENİYOR
Ne var ki ağır bir yürüyüşün köprüyü parçalara ayıracağı şeklindeki mitin devam ettiği bir sırada, Angers Asma Köprüsü’nün Fransa’da 16 Nisan 1850’de çökmesi bu miti daha da kuvvetlendirmişti. 500 kişilik birkaç taburdan oluşan bir müfreze kuvveti, şiddetli bir fırtınanın tam ortasında köprüden yürüyorken iki asma kablosunun kopmasıyla köprü çökmüştü. Toplamda 226 asker yaşamını yitirdi. Ancak askerlerin çift boşluklu sıraya girip yürüyüş düzenini bozmuş olmalarına rağmen, yürüyüşün neden olduğu mekanik rezonans, olayın sorumlusu olarak görüldü. Bununla birlikte bölgedeki taburların varlığı yadsınamayacak kadar çoktu ve bütün müfrezeler rutin olarak köprüyü kullanıyordu, bazıları uygun adım bazılarıysa düzensiz adımlarla yürüyordu. 16 Nisan’da aynı alaydan iki müfreze, hiçbir kaza olmadan günün erken saatlerinde köprüyü geçti. Ancak yine de kopmuş kabloların bağlantı noktalarında aşınma sorunları tespit edildi. Broughton Asma Köprüsü’nde olduğu gibi, Angers’ın çöküşü de basit mekanik bir hatanın sonucunda gerçekleşmişti.


Angers Asma Köprüsü’nün çöküşü


MİLENYUM SARSINTISI
Mart 2010 tarihli Physics Today’de yayımlanan “Londra Köprüsü’ndeki Sarsıntı ve Sallanma” başlıklı makalede, fizik profesörü Bernard J. Feldman, Londra’da Haziran 2000’de yeni açılan Milenyum Köprüsü’nde yaşanan sarsıntının, eşzamanlı rezonansın sonucu olduğu fikrine karşı çıkıyordu. Yayaların adım sıklığı köprünün yatay dalgalanmasının iki katı olduğundan sarsıntı üzerinde herhangi bir etkisinin olmayacağı fikri, argümanının temelini oluşturuyordu.

KUVVETLİ RÜZGÂRLAR
1940’ta Amerika’nın Puget Sound Boğazı üzerindeki Tacoma Narrows Asma Köprüsü’nün olağanüstü çöküşünün, otomatik olarak rüzgârın neden olduğu rezonanstan kaynaklandığı düşünüldü. Köprü, üst kısmının yerleştirilme biçiminden dolayı, daha inşası sırasında bile “Galloping Gertie”[4 - Üst kısmın inşa edildiği andan itibaren rüzgarlı hava şartlarında dikey olarak hareket etmeye başlaması, inşaat işçilerinin köprüye “Dörtnala Giden Gertie” anlamını taşıyan “Galloping Gertie” adını vermesine yol açtı. (ç.n.)] unvanını almıştı. Buna rağmen, köprünün daha sonraki dehşet verici çöküşü sadece bir kayıpla sonuçlanmıştı: Tubby adındaki bir spanyel.
Köprü güya 120 mph[5 - Mil/saat (ç.n.)] şiddetindeki rüzgâra karşı koyabilecek güçte inşa edilmiş olmasına rağmen, felaket 40 mph şiddetindeki rüzgârda gerçekleşmişti. Ne var ki suç, rüzgârın neden olduğu rezonansa atıldı. Köprünün üzerinden şiddetle esen rüzgârın bir hortum dalgası yarattığı ve bunların dalgalanmalarının köprünün doğal frekansıyla eşleştiği düşünüldü. Daha sonra titreşimler öyle bir noktaya ulaştı ki köprüyü çökme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı.
BEKLENMEYEN SONUÇLAR ORTAYA ÇIKMAYA BAŞLIYOR
Mekanik ya da rüzgâr kaynaklı rezonansa ters düşen Gertie muhabbeti, birkaç istisna dışında, bugün hâlâ çok yaygın. Robert H. Scanlon (1914-2001) bu yanılgıyı şiddetle eleştiren birkaç yazı kaleme aldı. Golden Gate Köprüsü projesinin bir numaralı danışmanı olarak onun yorumlarının ciddi bir ağırlığı vardı. Uluslararası arenada bu gibi yapılara dair yapılan aerodinamik ve aeroelastisite[6 - Aeroelastisite, bir akışkan içinde hareket eden esnek, katı bir yapının üzerine etki eden yapısal, aerodinamik ve ataletsel kuvvetlerin birbiriyle etkileşimini inceleyen bilim dalıdır. (ç.n.)] alanındaki çalışmaların babası olarak bilinen Scanlon, alandaki diğer öne çıkan önemli isimlerle birlikte, Tacoma resonans teorisine ardı ardına darbe vurdu.
Profesör P. Joseph McKenna ve Profesör Alan C. Lazer’ın makalesi “Rock and Roll Bridge”, Tacoma rezonans teorisine karşı çok ikna edici bir argüman sunmaktadır. Onlara göre, rezonans çok hassas bir kuvvettir. Bir bardağın kırılmasını örnek olarak kullanan McKenna ve Lazer, frekansı, nesnenin doğal frekansıyla eşleştirmeye zorlamak için ihtiyaç duyulan özel şartlar olarak tanımlamaktadır. Bu tür “hassas, sabit şartlar”ın Tacoma Köprüsü’nü vuran kuvvetli fırtına esnasında ortaya çıkması muhtemel değil. Onlar köprünün çöküşünü daha çok fırtına esnasında görülen farklı salınım türlerine bağlıyorlar ki bunlar yolun aşırı derecede kıvrılmasıyla sonuçlanmıştı. Tacoma taşıt yolu rüzgârda yükselip şiddetli bir şekilde düşerken askı kablolarının üzerine binen baskının da meseleye yardımcı olmadığını ekleyebilirim.
Çöküşlerinin tek tek kendine özgü koşulları olmasına rağmen, Broughton, Angers ve Tacoma köprülerinin rezonans teorisiyle hiçbir ilişkisi bulunmuyordu. Ancak bilimin eski hataları her zaman bu kadar kolay yok olmuyor. İşte bu nedenle askeri birlikler, her ihtimale karşı, belki eski batıl inançlarında bir doğruluk payı vardır diye, köprüden geçerken uygun adım yürümeyi bırakırlar.

ÇOK İNCE NOTALARI SÖYLEYEBİLMEK
Başka bir büyük rezonans miti de camın insan sesiyle kırılabileceği inancı. On dokuzuncu yüzyılda bilim insanları bir opera şarkıcısının bir notayı yeterli uzunlukta söylemesi durumunda bir su bardağını kırabileceğine inanıyordu. Kulak zarını patlatan çok sayıda salon gösterisi olmasına rağmen, bunda bir hata vardı; zira insan sesi camı parçalayacak kadar kuvvetli değil. Ancak hangi numara kullanılırsa kullanılsın -hava tabancasının suç ortaklığı curcunanın ortasında duyulmayacaktı- bilim yine rezonansın gücünü yüceltme aldatmacasının parçası olmuştu.
Çok daha yakın bir tarihte ise ünlü bir televizyon reklamı Ella Fitzgerald’ı benzer bir numarayı yaparken gösteriyordu; ancak bu da bir aldatmacaydı. Sır camın kendisindeydi: Öncelikle kendi rezonans notasını çıkarması için onun “vızıldatılması” gerekiyordu; bunun cam kırılana kadar, hoparlörle cam yönünde kayıt edilmesi ve yeniden çalınması gerekiyordu. İnsan sesi gerekli güçten yoksundur; işin özü sesin şiddetindedir.

Altına Hücum

Tüm adi metaller altına dönüştürülebilir
Modern kimyanın babası olan simyanın kökeninin, her ne kadar belirsiz olsa da bazılarına göre Arapça al-Khemia ya da antik Mısır’ı tanımlamak için kullanılan Kara Toprak’tan geldiği düşünülmektedir. Avrupa’nın simyayla tanışması on birinci yüzyılda, Mağribilerin simya fikrini İspanya’ya taşımasıyla gerçekleşmiştir. Sonsuz yaşamın sırlarını bulmak gibi birkaç büyük prensibini bir kenara bırakırsak simyanın temel amacı (ve bilime en çok yaklaştığı nokta), felsefe taşı arayışıdır. Felsefe taşı adi metalleri altına çeviren araçtır.
TEMEL MADDELER
Simyanın temeli, tüm maddelerin birbirine benzediğini öne süren Aristocu düşünceydi. Buna göre, mesela, lahana ve tuğla tamamen aynı maddelerden oluşmakta olup sadece farklı bir biçim ve ruh taşıyorlardı. Bir lahanayı bir tuğlaya ya da bir parça kurşunu altına çevirmek için bir kişinin öncelikle lahananın ya da kiremitin özünü tespit etmesi ve birini diğerine aşılaması gerekiyordu.
Simyacılar toprak, ateş, su ve havadan oluşan dört temel elementin varlığını kabul etmelerine rağmen onları tamamen tek bir maddenin farklı tezahürleri olarak görüyorlardı. Mesela bir kişi suyu ısıtsa hava olabilirdi; hava soğutulursa, su ortaya çıkabilirdi; simyacıların gözünde bu doğal olgular, temel argümanlarının geçerliliğinin onaylanması anlamını taşıyordu.
Simya çevrelerinde, felsefe taşı arayışı Magnum Opus (bu etiket bugün bir kişinin başyapıtı için kullanılıyor) olarak ifade ediliyordu. Ancak cevabı verilmemiş bir soru var: Neden pek çok zeki insan böyle saçma bir ilkeye inanacak kadar aptal olabildi? Eğer kurşun altına bu kadar kolay çevrilebiliyorsa fiyatı da altın piyasasını düşürecek ve altın kurşun kadar ucuz olacaktı. Ancak öyle gözüküyor ki açgözlülük hepsinin gözünü kör etmiş. Ortaçağ Avrupa’sı hali vakti yerinde ve hırslı soyluları dolandıran şarlatan simyacılarla dolup taşıyordu, hepsi de mucize kılığına bürünmüş birkaç basit numaraya tanık olduktan sonra paralarını saçıp savurmaya can atıyordu.


Felsefe taşının sanatsal bir temsili

ÜNLÜ TRANSFERLER
Tüm simyacıların, kolay aldanan kimseleri aldatmaktan başka bir şey yapmadığını söylemek doğru olmaz; tüm maddeler için kilit önemdeki maddenin arayışına katılan parlak dimağlar da oldu ve bu insanların bilime ve tıbba önemli katkıları oldu. Simyacı Paracelsus (1493-1541) çinkoyu bulan ve ona ismini veren insandı. Morfin içeren alkollü bir çözelti olan laudanumu da ilk keşfeden o oldu. Victoria İngiltere’sinin önde gelen kadınlarının hevesle içtiği laudanum, afyon ürünlerinin karaborsa satışının 1920’de yasaklanmasına kadar popülerliğini koruyacaktı.

HİÇ DUYMAMIŞTIM! ÇÜRÜTÜLMÜŞ POPÜLER BİLİMSEL FİKİRLER
• Dil haritası diye bir şey yoktur: Tatlı, ekşi, tuzlu ve diğer tatlar dilin her tarafında hissedilebilir.
• Soğuk algınlığıyla koku alma duyunuzu kaybedersiniz, tat alma duyunuzu değil.
• “Altıncı his” aptalca bir ifade; çünkü insanların aslında on dokuz hissi vardır.
Simyanın cazibesi kuvvetliydi. Paracelsus’un döneminde ve bir ya da iki yüz yıl sonrasında, simyanın daha ahlaki kolları ve ana akım bilim arasındaki ayrım noktası belirsizleşmişti. Kraliçe I. Elizabeth’in danışmanı John Dee (1527-y.1608), bilim dünyasının en önemli öncülerinden Sir Isaac Newton (1642-1727) ile karanlık sularda yüzüyordu. Ancak bu tür deneylerin hepsinin sonu iyi bitmemişti. Ünlü simyacı Dr. Faustus (1480-1540, ruhban sınıfı arasında kendine pek çok düşman edinmişti, hatta onlardan birkaçını simya formülleriyle zehirlemeyi başarmıştı), “Yaşam Suyu” arayışında gliserin ve asitlerle yaptığı deneyler sırasında parçalara ayrılmıştı.


Michael Maier’ın simya alanındaki referans kitabı Atalanta fugiens’den bir resim. Altın ve gümüş (güneş ve ay) birbirleriyle birleşme halinde gösteriliyor.

Dr. Faustus eğer nitrik asit kullandıysa merak etmeye hiç gerek yok; ondan geriye hiçbir şey kalmamıştır: Dinamitin üretiminden bu yana kullanılan son derece patlayıcı bir sıvı madde olan nitrogliserini iki yüz yıl öncesinden bulmuş olabilir. Tüm bunlara aldırmaksızın kilise, bedeninin parçalarının bulunamayışını şeytan icadı işlerle uğraşmasına bağlamıştı.
ZENGİN DENEYSEL TECRÜBE
Faustus nitogliserini keşfetmiş olsaydı, anında kendini paramparça ederdi; o geleneksel bilimin ilerisinde giden tek simyacı değildi. Ancak simya sanatının kötü şöhreti, simyacıların keşiflerinin şüpheyle karşılanmasına ve papalığın itirazlarının hedefine oturmasına neden oldu; bu durum daha sonra bilimsel gelişmenin önünde bir engel olacaktı. Temel prensip devam etti: Bir buluş, bir simyacının atölyesinden çıkmışsa muhakkak şeytanın eseri olmalıydı.
Bu şekilde çığır açan başka bir isim de Polonyalı simyacı Michael Sendivogios (1566-1636) idi. Sendivogios, teolog Joseph Priestly’nin (1733-1804) 1774 yılında keşfetmesinden neredeyse 200 yıl önce nitratı ısıtarak oksijen üretmişti. Sendivogios bilgi birikimini Hollandalı simyacı Cornelis Drebbel (1572-1633) ile paylaşabilmişti ki o da bunu pratik kullanıma sokmuştu. Londra’da 1620’de Drebbel on altı kişiyi taşıyabilen ilk güdümlü denizaltıyı inşa etmişti.
Drebbel, potasyum nitratı ya da sodyum nitratı yakarak sadece oksijen üretmekle kalmamış, karbondioksit oluşumu sırasında emilen nitratı oksite ya da hidroksite dönüştürebileceğini de bulmuştu. Basit ama etkili bir yeniden nefes alma sistemi üreterek, o da diğerleri gibi zamanının 300 yıl ilerisinde gidiyordu. Drebbel’in buluşu tüm mürettabatla birlikte Thames’da I. James ve donanmanın önünde test edildi. Yaklaşık beş metre derinliğindeki nehirde aşağı inip yukarı çıkarken üç saatin üzerinde batmış vaziyette kaldı.


Laboratuvara bir bakış: (a) bakır damıtma aygıtı; (b) damıtma başlığı; (c) soğutma aracı; (d) yoğunlaştırıcı tüp; (e) alıcı.

Fakat yine de şeytan işiyle uğraştığına dair fısıltılar her yanı dolduruyordu. Donanma savaşta kullanılabilecek çalışan denizaltılardan mahrum kalmıştı.
KÖTÜ ŞÖHRET
Bu tür çığır açan keşiflere rağmen, ilgi odağı haline gelen ve simyanın adına leke sürenler şarlatanlardı. Simyanın karanlık tarafına karşı en savunmasız kalan kurum Habsburg Sarayı’ydı. Kutsal Roma İmparatoru III. Ferdinand (1608-58) bir külçe altın yaratıldığına inandırıldı; umutlarını Avusturyalı simyacı Johann Richthausen’a bağladı. I. Leopold (1608-58) de aynı şekilde oyuna getirilmişti. Kendi bölgesindeki tüm dönüşüm girişimlerini yasaklamak, sağduyulu İmparatoriçe Maria Theresa’ya (1717-80) düşecekti.
Her ne kadar şarlatanlar tarafından itibarı zedelenmiş olsa da simya alanındaki çalışmalar günümüzdeki bazı buluşların önünü açmış olabilir. Bugün Fransa-İsveç sınırındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı gibi partikül hızlandırıcıları, rutin olarak, bir elementteki serbest nötronları ve protonları çarpıştırmak ya da aynı elementi başka bir elementteki protonlarla bombardımana tutmak suretiyle çeşitli elementleri dönüştürmektedir. Dolayısıyla, kimyasal yollarla dönüşüm imkânsız olsa da, durum fizik alanında pek de öyle gözükmüyor. 1972 yılında Sibirya’daki Baykal Gölü’nün kıyılarında bulunan araştırma merkezindeki Sovyet fizikçiler, rutin kontrollerinin birinde, bir deney reaktöründeki deflektör koruyucularının kurşun balatalarının altına döndüğünü bildirdi. Bu duruma, Nobel Kimya Ödülü sahibi Glenn Seaborg 1980’de Kaliforniya Üniversitesi’nde aynı sonuca ulaşana kadar Batı tarafından şüpheyle yaklaşılması kaçınılmazdı.
Nükleer fizik çatısı altında, Seaborg bazı nötron ve protonları örneklemden kaldırmak suretiyle birkaç bin kurşun ve bizmut atomunu başarıyla dönüştürdü. Bu, erken dönem simyacıların fikirlerini aklamak için bir yere kadar etkisini sürdürebilir; ancak operasyonun maliyetinin geleneksel metotlarla çıkarılmış binlerce misli ağırlıktaki altına denk geldiği düşünüldüğünde altın piyasası şimdilik rahat bir nefes alabilir.

İyi Titreşimler

Histeri yalnızca kadınların mahremiyetini ilgilendirir ve cinsel uyarılmayla giderilebilir
Histerektomi kelimesinin etimolojik kardeşi olan histeri, Yunanca “rahim” anlamına gelen hustera kelimesinden gelmektedir. Bu durumun antik zamanlardan yakın tarihe kadar, tıp çevrelerinde sadece kadınlara özgü bir durum olduğuna ve kadınların rahimlerinde ya da vajinalarındaki bir dengesizlikten kaynaklandığına inanıldı. Böyle zorlama bir kavram, yirminci yüzyıla kadar geçerliliğini koruyan tıbbi bir tedaviyle daha da saçma bir hal alıyordu. Bu tür tedavi yöntemlerini bugün uygulayıcılar anında tıp kayıtlarından çıkartacak olsa da bunun tıp yıllıklarında kabulü dolaylı olarak titreşimli seks oyuncağı endüstrisinin gelişimine neden oldu.
HAZ NÖBETLERİ
1563’te Hollandalı fizikçi Pieter van Foreest (1521-97), tıbbi gözlemlerini derlediği çalışmasında aşağıdaki satırları kaleme alırken “histeri” ya da “rahim hastalığı”nın yüzlerce yıllık tedavisini kabul ediyordu:

Bu semptomlar görüldüğünde bir ebeden yardım istemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Yardım eden ebe, bir parmağını içeri sokup zambak, misk kökü, safran yağları gibi şeyler kullanarak genital organa masaj yapabilir. Ve bu şekilde hastalıktan mustarip kadın haz nöbeti durumuna getirilebilir. Parmakla yapılan bu tür bir uyarma Galen ve Avicenna[7 - Batı toplumlarında İbn-i Sina, “Avicenna” adıyla bilinir. (e.n.)] tarafından özellikle dullar, iffetli hayat sürenler ve Gradus’un da önerdiği gibi ruhban sınıfına ait kadınlara tavsiye edilmiştir; çok genç kadınlara, cemiyet kadınlarına ve evli kadınlara ise pek önerilmemiştir; çünkü kendi eşleriyle cinsel ilişkide bulunmaları onlar için çok daha iyi bir çözümdür.
Başka bir şekilde ifade edersek, bir kadın şayet biraz huysuz ve kavgacı ise tek ihtiyaç duyduğu şey çeşitli yollarla onu olarak uyarmaktır. Kadınlara yönelik bu tutum yüzyıllar boyunca ve Victoria devrinde hâkimdi. Pek çok erkek kadınları ciddiye almıyor, onları orgazm olabilecek cinsel yaratıklar olarak görmüyordu; tıp mesleğini yürütenlerin önemli bir kısmı da bu konuda yeteri kadar bilgili değildi.
Victoria devrindeki doktorlar, bu antik dönemden kalma tavsiyenin izinden giderek, melankoliye yatkın olan tüm huysuz kadınlar için cinsel organ masajını savunuyorlardı. Melankoli; yorgunluk, nefes darlığı, uykusuzluk, iştahsızlık, genel sinirlilik hali ya da kocasıyla anlaşamama gibi semptomların bütününü tanımlamak için kullanılan bir kavramdı. Arşivler, doktor destekli “paroksizm”e (haz nöbeti. Bu, açıkça kabul edilen bir orgazm şekli değildir.) harcadıkları zamandan şikâyet eden doktorlarla doludur; çünkü işbirliğine yatkın olmayan bazı hastalar sadece sonuca varmayı umursuyorlardı.
Son derece tuhaf bir şekilde, tıp camiasının hiçbir üyesi bu nöbetlerin bir kadın orgazmı olduğunu fark edemedi; tabii ilk tedavide kendilerini çok iyi hissettiğini söyleyen ve hemen devam eden programa katılmaya rıza gösteren hastalar bunun dışında kalıyordu. Sonuç olarak, jinekolojik masaj klinikleri -bugün olsa tamamen farklı bir adla çağırılırlardı- tüm Avrupa ve Amerika’ya yayılmıştı.
ARZ VE TALEP
Bu tür tedavilere yönelik talep, endişe verici oranlara ulaştığında, doktorlar ağrıyan parmaklarından ve bileklerinden şikâyet etmeye başlarken “repetitive strain injury (RSI)[8 - Aşırı kullanma sonucu kas veya bir organda meydana gelen rahatsızlık (ç.n.)]” rahatsızlığının bilinen ilk kurbanları arasına girdiler. İsviçreliler çözümü gayet iyi vuruşları olan ve elle tutularak çalıştırılan kurmalı bir alette bulmuştu. Ancak, yaklaşmakta olan nöbet işaretlerini gösteren hastalarda olduğu gibi (nefes darlığı, boyunda ve tedavi bölgesinin etrafındaki deride kızarma ve bazen homurdanma sesleri çıkarma), üzücü şeyler de görülmeye devam ediyordu. Hiç kimse on dokuzuncu yüzyılda, tek bir doktor eşinin bile mutlu bir seks hayatı olduğunu söyleyemez; çünkü bu profesyoneller hastanın gerçekte var olan şeye yönelik tepkisini tanımlamada başarısız olmuşlardı.
Listede bulunan diğer ve belki de çok daha başarılı teknik, su jeti kullanarak, klitorisle oynandığında hızlı ve yoğun haz nöbetleri doğuran “hidroperküsyon” yöntemiydi. Bu yöntem, hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde hastalar arasında patlama yaratmıştı. Doktorlar hidroperküsyonun çok daha güçlü bir haz nöbeti yarattığı sonucunu kabul etmek zorunda kalmışlardı ki bu da hastalar için çok daha iyi bir duruma işaret ediyordu. Talep katlanarak artıyordu.
Ancak gerekli teçhizatın maliyeti ve böyle bir tedavi için kurulan bir odanın başka hiçbir şey için kullanılamayacağı gerçeği, hidroperküsyona varlıklı doktorlar ve hastalar dışında kalanların erişimini zorlaştırıyordu. Bu yöntem son zamanlarda spa kliniklerinde, su tedavisi sektöründe ve kadınların bir haftalığına günde iki defa kendi tarzlarında “suyu içlerine almak” için akın ettikleri gizli kliniklerde yeniden canlandırılıyor.


Korkaklara göre değil: Hidroperküsyon


KADININ ADIMLARINDAN FIŞKIRAN MEMBA
Ünlü Fransız hekim Henri Scoutetten, “kadınlardaki pelvik tıkanma”ya çare olarak sunduğu hidroperküsyonla ilgili 1843 tarihli yazılarında bu uygulamanın neden bu kadar popüler olduğunu şöyle açıkladı:
Su jetinin yarattığı ilk etki acı duygusuydu; fakat kısa sürede perküsyonun etkisi, organizmanın soğuğa tepkisi (derinin kızarmasına neden olur) ve dengenin yeniden kurulması öyle bir hoş bir his yaratıyor ki önerilen zamanın (genellikle dört ya da beş dakika) aşılmaması için gerekli önlemlerin alınması gerekiyor. Duştan sonra hasta kurulanıyor, korsesini sıkıyor ve enerjik adımlarla odasına dönüyor.

MAKİNELER KONTROLÜ ELE GEÇİRİYOR
Bu arada, 1868 yılında New York’lu doktor George Taylor, kadınların histerisini elle iyileştirmekten bunalmış (tetiklemek zorunda olduğu haz nöbetlerinin sayısı öyle artmıştı ki artık golf kulüplerine bile devam edemez olmuştu) ve bunun için yeni bir çözüm yolu geliştirmişti: Dayanıklı lastik bir diyaframın altından vuran ve buharla çalışan vulvar bir tahrik edici mekanizmanın bulunduğu bir tedavi masası.


Taşıması zor: Vibratör ve tedavi masası

Bu yöntem, tıp mesleğinde anında bir ilgi patlaması yaratmıştı. Kullanımı kolay olup asgari düzeyde çaba gerektiriyordu. Bir doktorun yapması gereken tek şey, hastayı, vücudunun tedavi edilmesi gereken bölgesini merkezdeki açıklığın üzerine getirip masanın üzerine yüzüstü yatması konusunda yönlendirmekti. Daha sonra cihazı çalıştırıyor ve hastaya tedavinin başarıyla sonuçlanması için pozisyonunda kendisini rahat hissettirecek ufak tefek ayarlamaları yapmasını söylüyordu. Ancak Taylor’ın tedavi masasında birtakım sorunlar çıkacaktı: Büyüktü, taşınmaya müsait değildi; ne kadar gürültü çıkardığından bahsetmeye hiç gerek yok ve kullanıcılar cihazı pek insani bulmuyorlardı, belli ki çoğu insani teması tercih ediyordu.
GRANVILLE’İN ÇEKİCİ
Çözüm 1880’de Britanyalı Dr. Joseph Mortimer Granville’in (1833-1900) tasarladığı ve patentini aldığı dünyanın klinik kullanıma yönelik ilk elle tutularak çalışan elektrikli vibratörüyle geldi. O bu alete “perküsör” demeyi tercih ediyordu; ama onun dışındaki herkes doktorla dalga geçmek için “Granville’in Çekici” adını takmıştı.
Perküsörün, saç kurutma makinesi ve tamircilerin civata kaldırmak için kullandığı haç şeklindeki alet arasında bir görünümü vardı; farklı şekillerdeki çeşitli lastik başlıklara uyum sağlayabiliyordu ve kullanılmadığı zaman taşınabilir bir rampayla kaldırılabiliyordu. En önemlisi de hastalar bu aleti sevmişti; tekrar tekrar perküslenmek için can atıyorlardı.
Granville’in kendisi hiç kullanmamış olsa da “Nerve Vibration and Excitation as Agents in the Treatment of Functional Disorder and Organic Disease” başlıklı makalesinde şöyle diyordu: “Şimdiye kadar hiçbir kadın hastayı perküslemedim… Bundan kaçındım, kadınların tedavisini perküsörle yapmaktan kaçınmaya da devam edeceğim; çünkü oyuna getirilmek ve kadınların histerik ruh halinin yol açacağı sapıklıklarla başkalarını da yanlış yönlendirmek istemiyorum.”
1902’de Amerikan piyasası Granville’in icadına, kişisel tedavinin daha az endüstriyel gözüken bir şekli olarak olumlu yaklaşmıştı. Bu da gizli jinekolojik masaj salonlarının pek çoğunun ve tıbbi “pelvik perküsleme” piyasasının sonu anlamına geliyordu. İlk olarak, bugün de hâlâ faaliyette olan beyaz eşya şirketi Hamilton Beach tarafından piyasaya sürülen el vibratörü -fan, ısıtıcı, dikiş makinesi ve ekmek kızartma makinesinden sonra- elektrikle çalışan beşinci ev aletiydi.


Hareket halinde: Portatif vibratör

TİTREK BİR BAŞARI
İçlerindeki cevher kitleleri heyecanlandırıyordu! Talep olağanüstü boyutlardaydı. Sears-Roebuck Catalogue’dan Woman’s Home Companion’a kadar prestijli yayınlarda yaygın bir şekilde reklamı yapılırken her bütçeden insana uygun pek çok vibratör çeşidi artık piyasalardaydı. Ürün yelpazesi, dakikada 1000 vuruş yapan ucuz ve eğlenceli modellerden sınıfının en iyisi modellere kadar değişiyordu. Yaklaşık 200 dolar değerindeki, dakikada 8000 vuruş yapan, pek methedilen “Chattanooga” modeli de en iyiler arasında bulunuyordu.
“Chattanooga” yaklaşık 1 metre boyunda ayaklı bir cihazdı. Hareketli bir “çalışma kolu” bulunuyor ve yapılacak işin amacına göre yatay olarak da alçaltılabiliyor ve ucuna büyük fitile benzer bir şey takılabiliyordu. Son derece yüksek bir gelir akışından mahrum kalan ünlü doktorlar, kendilerine ait bu tür cihazları pazarlamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Health for Women dergisinin de “pelvik tıkanma” yaşayanlara “gençliğin tüm hazlarının içlerinde yeniden canlanması” için önerebileceği tek şey bu cihazdı.


“Chattanooga”

EDEPSİZ AMA GÜZEL
Binlerce Amerikalı ve Avrupalı kadının gerçekten de kalpleri hazla çarpıyordu; erkeklerse mumlanmış bıyıklarını buruyor ve kadınların sorunları hakkında homurdanmaya devam ediyordu. Geçen yüzyıla kadar, binlerce kadın düzenli olarak doktorlar tarafından tatmin edilirken kocalarının bundan bihaber olması modern okuyucuya inanılmaz gelebilir. Fakat o zamanlarda pek çok erkek, doktorlar da buna dahil, kadın cinselliği konusunda cahildi. Erkekler seksin keyfini çıkarırken kadınlar bu duruma hoşgörüyle yaklaşıyordu; dünyanın doğal düzeni böyleydi. Dolayısıyla kadınların tuhaf doktor destekli haz nöbeti ya da Chattanooga “choo-choo”ya neden rağbet gösterdiğini anlamak zor değil.

CİDDİ MESELE
Tüm bu perküsleme faaliyeti, tıbbın köhne ve sinsi yan etkisi olarak görülmüyordu. Bugün hâlâ doktorlar arasında prestijli bir kılavuz kabul edilen The Merck Manual yirminci yüzyıldaki ilk baskısında “kadın histerisini” tıbbın kabul ettiği bir durum olarak ele alıyordu. Elle ya da mekanik yollarla olması fark etmeksizin, “pelvik masaj” tek etkili tedavi yöntemi olarak tavsiye ediliyordu. Aynı el kılavuzunun cinsel uyarılmadan “gereğinden çok haz” duyan kadınların ya da aşırı arzu gösteren kadınların klitorisindeki hissin sülfürük asit kullanılarak ortadan kaldırılabileceği tavsiyesinde bulunması, hiç kimsenin, yirminci yüzyılın başında bile, bu perküsleme konusunun cinsel bir boyutu olacağını düşünmediğinin kanıtıydı.
1920’lere gelindiğinde tıbbi mastürbasyonu kadınlara tedavi yöntemi olarak reçete etme uygulaması son bulmuştu; kadınların perküsleri artık elle ve pille çalışan aletlerdi. Onlar da büyümekte olan porno film endüstrisinde düzenli olarak boy göstermeye başlayınca saygınlığını kaybetmişti. Ve nihayet 1952 yılında histeri, ona eşlik eden tüm semptomlarıyla birlikte, tanımlanmış tıbbi rahatsızlıklar listelerinden kaldırılmış bulunuyordu.

Duman ve Titremeler

Tütün çeşitli sağlık sorunlarını tedavi edebilir
Tütün, adını Karayip dilinin erken dönemlerinde puronun (bu isim aynı zamanda puro şeklindeki Tobago adasına da adını vermiştir) karşılığı olarak kullanılan kelimeden almaktadır ve Avrupa’ya ilk olarak Amerika kıtasından 1518 civarında İspanyollar tarafından getirilmiştir. Bu konudaki efsanelerin söylediği gibi Sir Walter Raleigh tarafından getirilmemiştir. Tütün, Batı’ya insanlara rahatsızlık veren pek çok şeyi iyileştirebilecek tıbbi bir mucize olarak ilk tanıtıldığında memnuniyetle karşılandı.
HER DERDE DEVA
Tehlikeli ot hemen, müthiş bir bitkisel ilaç olarak ithalatçılar tarafından göklere çıkarıldı.Yerli tedarikçilerin tütün dumanı lavmanlarının faydalarını metheden hikâyelerini paylaşarak bunun nasıl krallara yaraşır bir madde olduğu konusunda İspanyol ve Portekiz sarayları eşrafının gözlerini boyadılar. Avrupalılar uygulamayı coşkuyla benimsedi. O dönemde “glyster” olarak anılan duman lavmanı tedavisi, tüm kıtada popülerlik kazanarak on dokuzuncu yüzyılın ortasına kadar bu popülaritesini korudu.
Tütünün faydasının olup olmadığı meselesi, İspanyol hekim ve botanikçi Nicolás Monardes’in (1493-1588) bulgularıyla önemli oranda destekleniyordu. Monardes’in tütünün (kabızlıktan epilepsiye kadar) çeşitli sorunların tedavisinde kullanımına ilişkin kitabı, üç parça olarak 1565’ten 1574’e kadar yayımlandı. Monardes’in keşifleri sonucunda, duman püskürtme uygulaması bir dizi hastalığın tedavisinde kullanıldı; kulak ağrısından şikayetçi olanların kulaklarına tütün dumanı üflendi, sinüzit sorunu olanlar dumanı burunlarından aldı ve mide-bağırsak sorunları olanlar da tamamıyla başka bir rotadan dumanı içlerine çektiler. Ancak çok önemli bir bilgi çeviride kaybolmuştu: Yerli tütün satıcıları aslında, tütünü sadece atlarının kabızlık sorunlarının tedavisinde kullanmışlardı.

İLK SİGARA İÇME YASAĞI
Tütün karşıtı aktivistler için biraz şaşırtıcı olabilir; ama hakikat şu ki, tarihteki ilk ulusal sigara karşıtı programın arkasındaki itici güç Adolf Hitler’di. Nazi hekimlerinin sigara tüketimi ve akciğer kanseri arasındaki bağlantıya ilişkin ilk kanıtı ve sigaranın anne karnındaki bebekler için doğurduğu tehlikeyi bulmalarından sonra, Hitler rejimi tütün tüketimini azaltmayı hedefleyen bir dizi stratejiyi hayata geçirdi.
Toplu taşıma araçlarında, sığınaklarda, devlet dairelerinde, restoranlarda sigara tüketimini ve sigara içmeyi olumlu bir şekilde sunan reklamları yasaklayan Nazi Almanya’sıydı. Luftwaffe[9 - 1935 yılında Nazi Almanya’sında Adolf Hitler tarafından kurulmuş olan Wehrmacht’ın hava kuvvetleri. (e.n.)]’de sigara içmeye izin verilmediği gibi SS subaylarının görev başında sigara içmeleri de yasaklanmıştı.

Kendini hazırla: Ticaret aletleri

Ne var ki tütün dumanı tedavisi, tüm Avrupa’da standart bir uygulama haline gelmişti; duman lavmanı tedavileri ise bunlar arasında en popüler olanıydı. Bugün hayal etmek ne kadar zor olsa da on altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ortasına kadar, toplumdaki en elit ve varlıklı kesimler dumanı bir körük ya da tütsü kabına benzeyen haç şeklindeki bir mekanizmayla anüslerinden almak için sıraya giriyorlardı.
HER BÜTÇEYE VE HER ZEVKE UYGUN ÜRÜNLER
Sıradan insanlar tütün dumanlarını daha geleneksel yollardan almayı tercih ederken hali vakti yerinde olanlar duman lavmanlarını çeşnili almayı tercih ediyordu. Onur kırıcı bir prosedür olmasına rağmen, bu yeni moda kendi hiyerarşik yapısı ve kanaat önderleriyle gerçek bir endüstri doğurdu. Hiyerarşinin en dibinde ise “limonatacılar” vardı; çok da makbul olmayan görevleri “kötü duman kokusu” ilerlemeden bekleyen hastayı limonatayla temizlemekti.
Aralık 1650’de Oxford’da gerçekleşen bir vaka, duman lavmanının mucizevi güçleri olduğu yönündeki iddiayı iyice pekiştirdi. Anne Greene adındaki genç hizmetçi bir kız, haksız yere suçlanmış ve kendi çocuğunun katili olmakla itham edilmişti. Bebek aslında ölü doğmuştu. İntikam için bekleyen güruh tarafından asılmadan önce, Greene’in bedeni aşağıya indirildi ve incelenmek üzere sözde cerrahlar tarafından bulunduğu yerden uzaklaştırıldı.
Morgdaki prosedür sırasında biri, Greene’in parmaklarının hafifçe kıpırdadığını sandı. Onu kendine getirmek için anında ona bir duman lavmanı uyguladılar. Operasyon başarılı geçti. Kadın irkilmiş bir şekilde doğrulup özür diledi. Greene bu tedavinin tartışmasız gücünü vücuda büründüren canlı bir reklam aracı olarak hayatına devam etti.

PARILDAYAN HER ŞEY…
Artan popülaritesine rağmen, duman lavmanı tedavisi evrensel olarak benimsenen bir yöntem değildi. Shakespeare’in “Venedik Taciri” eserinde söylediği “Parıldayan her şey altın değildir,” cümlesi, bazıları tarafından bu uygulamaya referansla bir kelime oyunu olarak kullanıldı. Bu yöntem Amerika’da çok da iyi karşılanmamıştı. Bir aldatma ya da dolandırma girişimini ifade etmek için kullanılan “birinin kıçını dumanla uçurmak” deyimi, duman lavmanlarının tartışmaya açık güvenilirliğine bir tepki olarak ortaya atıldı.
Duman lavmanı popülerleşirken tıp otoriteleri tarafından da saygı duyulan bir tedavi yöntemi olarak görülmeye başladı. 1774’te “Society for the Recovery of Persons Apparently Drowned” (Boğulmuş Görünenleri İyileştirme Cemiyeti) kuruldu. Cemiyet, boğulma vakalarında hayat kurtarıcı müdahaleyi teşvik etmeyi amaçlıyordu.
Cemiyet, halkın bağışlarından toplanan parayı, Thames Nehri’nin Londra’ya bakan yamaçları boyunca ve kentin büyük gölleri üzerindeki stratejik noktalarda, duman lavman kulübeleri kurmak için kullandı. Anne Greene’den ilham alan cemiyet üyeleri, ölüm vakalarını tespit etmek ya da boğulmak üzere olanları hayata döndürecek bir güvenlik metodu sunmak istiyorlardı. Cemiyet aslında pek çok başarıya imza attı. Bu tür beklenmedik başlangıçlarla kurulan cemiyet günümüzde “Royal Humane Society[10 - Hayat kurtaran müdahaleleri destekleyen bir yardım kuruluşu. (e.n.)]” adıyla hizmet vermeye devam ediyor.

MERHUM
Greene’in lavmanının kötü şöhreti, varlıklı kesimler arasında yeni ölmüş yakınlarına “emin olmak için” duman pompalama gibi bir alışkanlığın doğmasına neden oldu; ölümde bile dumandan kaçış yoktu. On dokuzuncu yüzyılın başında, uygulama gözden düştüğünde, diri diri gömülmekten korkanlar durumlarını mezarlıktakilere bildirmek için tabutlarına zilli bir tel yerleştiriyorlardı. Bu uygulamanın, bazılarının savunduğu gibi, geceleri uyanık kalıp kasvetli çıtırtılara kulak verenler tarafından dolaşıma sokulan, “dead-ringer[11 - “Dead-ringer”, deyim olarak “tıpatıp benzeri” anlamında kullanılırken gerçek karşılığı “ölü çanı”. (ç.n.)]”, “saved by the bell[12 - “Saved by the bell”, deyim olarak “paçayı kurtarmak” anlamında kullanılırken gerçek anlamdaki karşılığı “çanla kurtulmak”. (ç.n.)]” ya da “graveyard shift[13 - “Graveyard shift” deyim olarak “gece vardiyası” anlamında kullanılırken gerçek anlamdaki karşılığı “mezar vardiyası”. (ç.n.)]” gibi ifadelerin doğmasına yol açtığı doğru değil.

SAF ZEHİR
Anal fümigasyon, on dokuzuncu yüzyılın başında bilimsel araştırmaların tütünün zehirli niteliklerini ortaya çıkarmasıyla düşüşe geçti. İngiliz fizyolog ve cerrah Sir Benjamin Brodie, bu alandaki en ciddi araştırmayı yürüttü; tütünün en önemli içeriği olan nikotinin kan dolaşımına müdahale edebileceğini ortaya koydu. Ne var ki ana akım tıp çevreleri hâlâ tütün dumanının kolerayı ortadan kaldırabileceğine inanıyordu. Kulağa ne kadar imkânsız gibi gelse de bunların tohum teorisinin kabulünden önceki dönem olduğunu -yani tüm hastalıkların kötü kokuyla yayıldığının düşünüldüğü bir dönem olduğunu- (mesela sıtma kelimesinin tam karşılığı “kötü hava”dır, Cennet Kokusu bölümüne bakınız) akılda tutmakta fayda var. Kolera ne zaman patlak verse hiçbir toplumsal kesim ayırt edilmeksizin, çocuklar da buna dahil, ücretsiz tütün dağıtılıyordu; kolera dumanıyla mücadele etmek için sigara tüttürmek şart koşuluyordu.


Duman lavmanı uygulamada kullanılan bir cihaz

KOLON MODASI
On dokuzuncu yüzyılın ortasında, tedavide genel olarak bir gerileme yaşanmış olmasına rağmen, duman lavmanlarının mirası devam etti; dumancılar ortadan kaybolurken, hiyerarşide ikinci derecede bulunan limonatacılar onların yerini aldı. Anüslerine nesnelerin sokulmasına alışmış olan, hatta bunu saplantı haline getiren insanlar, dumandan vazgeçmek zorunda kalınca limonata banyosuyla devam etmeye karar verdiler. Antik Mısırlılar ve Yunanlar bu tür tuhaf hijyen uygulamalarını destekliyordu; bu hâlâ devam etmekte olan tartışmalı kolon sulamasının başlangıcı oldu. Bu uygulama geç dönem Wales Prensesi tarafından da desteklenecekti. Prenses, haftada üç kere “asil temizlenme” deneyimi yaşıyordu, bu seansların her biri, on iki galon sterilize edilmiş maden suyu içeriyordu.
Bir on altıncı yüzyıl çevirmeninin ayrıntıları gözden kaçırmasının sonucunda, bugün duman lavmanı tutkunlarının modern muadillerinin keyfini çıkardığı birkaç milyar dolarlık kolon sulama klinikleri bulunuyor. Duman lavmanının uygulayıcıları, daha iyisini bilmedikleri için mazur görülebilirdi; esasında geçerli bir tedavi yürüttüklerine inanıyorlardı. Fakat aynısının, kalın bağırsakların içine yapışan dışkıyla her gün yavaşça zehirlendiğimizi söylerek hastalarını ikna etmeyi başaran modern dönem sulama lobisi için geçerli olduğu söylenemez.
Kayıtlar alınmaya başlandığından bu yana yapılan hiçbir otopsi bunu destekleyecek kanıt bulamadı. Anlamsız tehlikeli sulama uygulamasının amip kaynaklı enfeksiyondan içsel delinmeye ve kalp krizine kadar pek çok yan etkisi olacağı iddia edilebilir. Benim şahsi fikrime göre, vücudun diğer tarafından alınan altı Arjantin birası çok daha güvenilir ve keyifli bir seçenek.


Duman peşinde


Hey, Hey, Biz Maymunuz!

Maymunların salgıbezlerini insanlara enjekte etmek cinsel canlanma sağlıyor
Yüzyıllardır, insanlar -ya da erkekler demek daha doğru olur-kadınları erkeklerin kurlarına karşı koyamayacak derecede tahrik edecek ya da en isteksiz bedenleri bile uyandıracak bir maddenin arayışındaydılar. Yirminci yüzyılın sonunda, Viagra’nın (teknik olarak bir afrodizyak olmasa da) üretilmesine kadar, en ünlü cinsel uyarıcı kuduz böceği (“Spanish Fly[14 - Afrodizyak olarak kullanılan kuduzböceği. (ç.n.)]”) idi. Kabarcık kınkanatın kanatlarının çeperinden yapılan afrodizyak, antik Roma’dan bu yana, isteksizler ve şehvet düşkünleri tarafından kullanıldı ve sömürüldü.


Bir yardım eli: Kuduz böceği içeren bir afrodizyak

Ancak popülaritesinin nasıl sona erdiği hâlâ gizemini koruyor. Tüm afrodizyaklar gibi idrar yolları rahatsızlığının yanı sıra kusma, ishal, böbreklerde kalıcı hasara yol açmadan tutun da kalp ritim bozukluğuna ve ölüme kadar giden yan etkilerinin olduğu da biliniyor. İnsanları ateşlendirmek bir yana dursun, bu tür yan etkileri olan kuduz böceğinin antik Roma’daki çılgın seks alemlerinin tüm tadını kaçırmış olması muhtemel; ama yine de bugün tehlikeli cinsellik deneyimi yaşamak isteyenler, ya da hiç yaşamak istemeyenler için internette sıvı ya da tablet alternatifleriyle karaborsa olarak satılmaya devam ediliyor.
AŞKIN GIDASI
Yüzyıllar boyunca, çeşitli gıda maddeleri, birtakım afrodizyak etkileri olduğuna inanıldığı için kısa süreli de olsa popüler oldu. On altıncı yüzyılda İspanyol kaşifler Meksika’da dallarından sarkan avokado meyvelerinden büyülenmişlerdi. Bunda “avokado”-nun yerel dilde “testis” anlamına geldiğinin söylenmesinin büyük bir tesiri olmuştu. Açgözlü istilacılar meyveleri anında ülkelerine götürmek üzere gemilere yüklemeye başlamışlardı. Bu meyveler, geri döndüklerinde aptal ihtiyar erkeklere güneş altında otururken genital bölgelerine uygulamak üzere macun olarak pazarlanacaktı.
TESTİS TEDAVİSİ
Cinsel canlanma arayışları daha sonra da devam etti; bu arayışların başını bir müddet sonra tıp etiği konusunda son derece umursamaz tavırlarıyla bilinen Rusya doğumlu Fransız hekim Serge Voronoff (1866-1951) çekecekti. Voronoff, yoldaşı Ilya Ivanov’la birlikte (Türlerin Kökeni bölümüne bakınız) dünya çapında milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş olabilir.

MÜTEVAZI DOMATES
Bir zamanlar, cinsel gücü artırıcı yanı yüksek bir afrodizyak olarak bilinen domates, uzunca bir süre kötü bir üne sahipti. Bu meyve Avrupa’ya Mağribiler (“Moor”) tarafından getirildiği için Fransızlar buna “pomme de Moor[15 - Mağribi elması (e.n.)]” adını vermişlerdi. İngilizler kelimeyi yanlış işiterek bunu “aşk elması” anlamına gelen “pomme d’amour” olarak adlandırdılar ki bu da kaçınılmaz sonun başlangıcı olacaktı. Ortaçağ kilisesi ise meyvenin aslında zehirli olduğunu ilan ederek karşı saldırıya geçmişti.
Domates bitkisi, ölümcül bir köpek üzümüne benzediği için (aslında bir şekilde bağlantıları da yok değildi), meyvenin zehirli olduğu iddiaları tıp çevrelerinin onayladığı bir bilgi oldu. Bu bilgi, John Gerard Herball’ın (1597) yayımladığı eserle on altıncı yüzyılda kemikleşmiş bir hakikat halini aldı ki bu da domatesin nesiller boyunca zehirli olmakla itham edilmesine neden olacaktı. Kilisenin ilgisinin başka meselelere kaymasından çok sonra bile tıp camiası hâlâ iki ya da üç domates yiyen birinin anında öleceği fikrine sıkı sıkıya bağlıydı. On sekizinci yüzyılın başından ortasına kadar maceraperestlerin basit deneyleriyle yanlışlanana kadar, bu bilgi geçerli olacaktı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/graeme-donald/bir-zamanlar-dunya-duzken-69403282/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Subliminal mesaj veya bilinçaltı mesaj, başka bir objenin içine gömülü olan bir işaret ya da mesajdır ve normal insan algısı limitlerinin altında kalmak, o anda fark edilmemek üzere tasarlanmıştır. İnsan bilinci bu türden mesajları fark edememektedir; ancak bu mesajların insanın bilinçaltını etkiledikleri ileri sürülmektedir. (ç.n.)

2
Kafatası bilimi (ç.n.)

3
Ankrajlar, genel anlamıyla yapısal bir öğeyi başka bir öğeye ya da malzemeye sabitleyerek birlikte çalışır hale getiren yapısal öğelerdir. Zemin ankrajları, sadece yapıları zemine sabitlemekle kalmayıp, zemin kütlesi, hidrostatik kuvvetler ve dış yükler kaynaklı çekme kuvvetlerini karşılayarak, bunları potansiyel göçme yüzeylerinin gerisinde tekrar zemine aktarır. Yapının dönme başta olmak üzere göçmesine neden olabilecek moment kuvvetlerine karşı koymasına yardımcı olur. (ç.n.)

4
Üst kısmın inşa edildiği andan itibaren rüzgarlı hava şartlarında dikey olarak hareket etmeye başlaması, inşaat işçilerinin köprüye “Dörtnala Giden Gertie” anlamını taşıyan “Galloping Gertie” adını vermesine yol açtı. (ç.n.)

5
Mil/saat (ç.n.)

6
Aeroelastisite, bir akışkan içinde hareket eden esnek, katı bir yapının üzerine etki eden yapısal, aerodinamik ve ataletsel kuvvetlerin birbiriyle etkileşimini inceleyen bilim dalıdır. (ç.n.)

7
Batı toplumlarında İbn-i Sina, “Avicenna” adıyla bilinir. (e.n.)

8
Aşırı kullanma sonucu kas veya bir organda meydana gelen rahatsızlık (ç.n.)

9
1935 yılında Nazi Almanya’sında Adolf Hitler tarafından kurulmuş olan Wehrmacht’ın hava kuvvetleri. (e.n.)

10
Hayat kurtaran müdahaleleri destekleyen bir yardım kuruluşu. (e.n.)

11
“Dead-ringer”, deyim olarak “tıpatıp benzeri” anlamında kullanılırken gerçek karşılığı “ölü çanı”. (ç.n.)

12
“Saved by the bell”, deyim olarak “paçayı kurtarmak” anlamında kullanılırken gerçek anlamdaki karşılığı “çanla kurtulmak”. (ç.n.)

13
“Graveyard shift” deyim olarak “gece vardiyası” anlamında kullanılırken gerçek anlamdaki karşılığı “mezar vardiyası”. (ç.n.)

14
Afrodizyak olarak kullanılan kuduzböceği. (ç.n.)

15
Mağribi elması (e.n.)
Bir zamanlar dünya düzken Graeme Donald
Bir zamanlar dünya düzken

Graeme Donald

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bilim tarihindeki birçok komik teori, çok yakın zamana kadar gerçek gibi saygı görüyordu.

  • Добавить отзыв