Bir nefeste 20. yüzyıl

Bir nefeste 20. yüzyıl
Kakuzo Okakura
Kronolojik olarak hazırlanmış bu kitapta yazarlar bizi dünya savaşlarından siyasal ve sosyal devrimlere, buluş ve keşiflerden küreselleşmeye, internetten iklim değişikliklerine götürüyor.

Çağdaş dünya hakkındaki bilgilerini daha da artırmak isteyen herkes için temel bir başvuru kaynağı.

Nicola Chalton, Meredith MacArdle
Bir Nefeste. 20. Yüzyıl

Bu kitabın geliştirilmesinde bize verdiği cesaret, ilham ve rehberlik için babama ve bana pek çok şekilde yardım eden sevgili annemin anısına…
    Nicola Chalton


Harita Listesi
1 Avrupa’nın sömürgeleştirdiği Afrika – 1914
2 Emperyal Rakipler: Rusya ve Japonya
3 Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı (1914–18) sırasındaki askeri müttefikleri
4 1918 barış antlaşmalarından sonra Avrupa ve Ortadoğu, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
5 1922’de Sovyet Rusya, Transkafkasya, Ukrayna ve Belarus’un birleşmesiyle kurulan SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)
6 Almanların Belçika’dan Fransa’ya ilerleyişi
7 1942’de Japon genişlemesinin uzandığı bölgeler
8 1999’da Avrupa Birliği
9 1970’lerde OPEC üyesi ülkeler
10 Güneydoğu Asya’da (Hindiçini) Fransız sömürge bölgeleri ve Vietnam Savaşı hazırlığı
11 1947’de Filistin’in bölünmesi ve 1949 ateşkes antlaşması
12 Doğu ve Batı Avrupa arasındaki “Demir Perde”
13 Yugoslavya cumhuriyetleri ve eyaletleri

Giriş
1900 yılı geldiğinde pek çok insan hâlâ atalarının yüzyıllardır yaşadığı gibi yaşıyordu. Genel dünya nüfusu 1,5 milyara dayanmıştı ve insanların büyük bir bölümü yakıt olarak kömür veya odun kullanıyor, kendi yiyeceğini kendi yetiştiriyor ve küçük kırsal bölgelerde yaşıyordu. Önceki yüzyılın Sanayi Devrimi yapay aydınlanma ve ısınma, buharlı tren, motorlu ulaşım ve telefon gibi birtakım yararlı yenilikler getirmiş olsa da, bunlar ancak gelişmekte olan Batı ülkelerindeki zengin bir azınlığın faydalandığı şeylerdi.
Milletler arasındaki ittifaklar esas olarak askeri savunma amaçlıydı. Sömürgecilik, Batı kültür ve teknolojisinin dünyanın her tarafına yayılmasını sağladı -yirminci yüzyılın küreselleşme yöneliminin başlangıcıydı bu- fakat bu durum, güçlü milletlerle onların sömürgeleri arasında hammadde ve ucuz işgücünün istismarına yol açan eşitsizliğe dayalı ilişkiler yaratılmasına neden oldu.
Sanayileşmiş ülkeler, yirminci yüzyıla geleceğe yönelik bir iyimserlik dalgasıyla girmişlerdi. Avrupa ülkeleri dünyayı politik ve ekonomik egemenlikleri altına aldılar. Yaptıkları bilimsel ve teknolojik yeni buluşlar, imparatorluklarının çıkarlarıyla birleştiğinde onlara sürekli gelişen bir dünya vaat ediyordu.
Ancak, yüzyılın başında sadece bazı ayrıcalıklı erkeklerin ve çok az sayıda kadının oy verme hakkı vardı ve kadınların yüksek öğrenim görmesi çok enderdi; çocukların ve gençlerin söz hakkı yoktu, toplumda keskin sınıfsal ayrılıklar vardı ve ırkçılık çok olağandı.
Yirminci yüzyılda değişecek çok şey vardı. Başka hiçbir yüzyıl, bu kadar hızlı ve yaygın değişimlere tanık olmamıştı; sadece bilimsel ve teknolojik olarak değil, aynı zamanda sosyal, siyasal, ekonomik olarak, tıp ve felsefe alanlarında da büyük gelişmeler olmuştu.
Bu kitap yirminci yüzyıldaki dönüm noktalarını tanımlamaya yardım ederek, sebeplerin ve bunların sonuçlarının altını çizerek, modern dünyamızı şekillendiren karmaşık olaylar ve gelişmeler arasında okuyucuya rehberlik ediyor.
Yüzyılın sonlarına doğru, çalkantılı savaş yıllarının sonunda ortaya çıkan ekonomik ve siyasal değişiklikler, aristokrat sınıfın kontrolü altındaki krallık ve imparatorlukların olduğu eski dünyanın, uluslararası ticaret ve ticari birleşmelerin egemen olduğu yeni dünyaya evrilmesine neden oldu.

1. Bölüm
ESKİ DÜNYANIN SİLKİNİŞİ
Avrupa’nın zenginliği, Sanayi Devrimi’ne ve denizaşırı bölgelerin sömürgeleştirilmesine dayanıyordu. On sekizinci yüzyılın sonlarında sanayileşen ilk ülke olan İngiltere, on dokuzuncu yüzyılın büyük bir bölümünde egemen olan sömürgeci ve ticari bir güçtü. İngiliz sanayiciliği Belçika’ya ve Kıta Avrupa’sının geri kalan ülkelerine de yayıldı. Avrupa’nın dışında, Amerikan İç Savaşı’nın (1861-65) ardından Birleşik Devletler de hızla sanayileşti. Japonya da Batılı güçlerin istilasına karşı direnme çabası içinde olmakla birlikte, yine de Batı’dan demiryolları, tekstil ve madencilik alanlarına odaklanan sanayileşme metotlarını aldı.
Tekstil, çelik, demiryolları ile pamuk, demir, kauçuk, petrol gibi diğer büyüyen sanayi kollarının ürünleri için pazarın yanı sıra hammaddeye de ihtiyaç vardı ve bu durum ticaret yapan birçok milleti, diğer ülkeleri sömürge olarak kontrolleri altına almaya yöneltti. Kâr etme dürtüsü ve milletlerin kendi aralarındaki rekabetin sürüklediği on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki imparatorluk kurma dalgası en çok, imparatorluğunun merkezine Hindistan’ı yerleştirmiş olan İngiltere’de gelişmişti. 1900 yılı civarında Fransa, Portekiz, Hollanda ve Rusya da siyasal ve ekonomik güçlerini kullanarak önemli sömürge imparatorlukları ya da bölgeler kurdular. Almanya ve İtalya kendi sömürgelerini kurma süreci içinde endüstriyel güçlerini ortaya çıkardı ve ticari olarak Çin pazarında genişleme hırsı içinde olan Japonya, siyasi ve ekonomik bir güç olarak Asya’da büyümekteydi.
Sanayileşme, refaha kavuşan orta sınıflar ve geniş bir işgücü yarattı, ancak bu dönemin getirdiği ekonomik refahı herkes paylaşamadı. Yirminci yüzyılın başlarında, daracık ve sağlığa uygun olmayan yerlerde yaşayan ve tehlikeli koşullar altında uzun saatler çalışan işçiler, daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek bir hayat standardı talebiyle zengin işverenlerine karşı başkaldırdılar. Rusya’da bu talepler Çarlık Rusya İmparatorluğu’nun devrilmesine yol açarak bir devrime ön ayak oldu.
Avrupa’daki çekişmenin bir sonucu olan 1914’teki Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın genişlemesine olanak sağlayan barışın darmadağın olmasına, imparatorlukların yıkılmasına ve eski ülkelerin yerini yenilerinin almasına yol açtı.
Avrupa’nın Güç Gösterisi
Batı Avrupa güçlerinin Asya’yla ticarete uzun zamandır ilgileri vardı. Asya’daki Portekiz ve sonra Hollanda etkileri, on sekizinci yüzyılda İngilizler ve Fransızlar tarafından -İngilizlerin 1858’den itibaren Hindistan’ın kontrolünü resmi olarak ele geçirmesinden ve Fransızların 1840’tan itibaren Polonezya’yı, 1887’den itibaren Hindiçini’yi (Vietnam ve Kamboçya) kontrol altına almasından sonra- tamamen gölgede bırakıldı.
İngiltere’nin eski sömürgeleri tarafından 1783’te kurulan ABD, genel anlamda diğer ülkelerin meselelerine karışmamayı tercih eden yalıtılmış bir politika izliyordu. Ancak, stratejik askeri nedenlerle Hawaii Pasifik adaları grubunu ilhak edecek, İspanyol-Amerikan Savaşı’nın (1898) ardından İspanyol mülkiyeti altında olan Pasifik’teki Filipinler ve Guam ile bir Karayip adası olan Porto Riko’nun hâkimiyetini eline geçirecekti.
1878 ve Birinci Dünya Savaşı’nın çıktığı 1914 yılları arasında geçen sürede, rakip ülkeler kendi hammadde ihtiyaçları için dünyanın geri kalan son gelişmemiş bölgelerini aceleyle sömürgeleştirmek istediklerinden Avrupa’nın sömürgeci imparatorlukları hızla büyüdü. Afrika’nın istilası için öylesine bir rekabet söz konusuydu ki, buna “Afrika Kapışması” adı verildi. Ticari ve ekonomik yararlarının yanı sıra Avrupalılar sömürgeleştirmeyi, ilkel milletleri uygar ve Hıristiyan yaşam tarzına uygun bir seviyeye ulaştıracak soylu bir girişim olarak görüyorlardı. 1914’te Avrupa, dünyadaki yaşamaya elverişli toprakların yüzde seksen beşini kontrolü altına almıştı.
Afrika Kapışması
1880’lerde hâlâ sömürgeleşmemiş denilebilecek tek kıta, “Kara Kıta” Afrika idi. O sıralar bu büyük kıtanın bir kısmını kontrol altında tutmanın getirdiği prestijle birlikte ekonomik, politik ve stratejik olarak sağlayacağı faydalar tahrik edici bir erişilebilirlik içinde gibi görünüyordu: Sömürgeciler için çok korkutucu bir tehdit olan tropikal hastalıklara karşı savaşacak aşılar bulunmuştu ve Maxim makineli tüfeğinin icadı, yerli halkla mücadelede onlara kolay bir zafer vaat ediyordu. Avrupa’nın güçlü ülkeleri birbirleriyle savaşmaktansa Alman Şansölye Otto von Bismarck’ın organize ettiği bir Berlin Konferansı’nda buluştular (1884–85) ve Afrika’yı kendi aralarında nasıl bölüşecekleri konusunda bir anlaşmaya vardılar.
1914 yılına gelindiğinde, Afrika’nın yüzde doksanı Avrupa’nın kontrolüne girmişti. Sömürge topraklarının en büyük olanları İngiliz ve Fransızların kontrolü altındaydı ve Alman İmparatorluğu onların ardından üçüncü büyük hak sahibiydi; Belçika, Portekiz ve İtalya da önemli bölgelere sahipti. Ucuz işgücü, hammadde, altın (Afrika’nın güneyinde) sağlayan Afrika sömürgeleri hem Avrupa malları için açık bir pazar hem de gelecekteki dünya savaşlarında savaşacak Afrikalı askerler sağlayacak hazır bir kaynaktı.


GÖRSEL 1. Avrupa’nın sömürgeleştirdiği Afrika – 1914

Özellikle Mısır’daki Süveyş Kanalı çok stratejik bir öneme sahipti, Doğu ile Batı arasındaki denizaşırı ticaretin akışını sağlıyordu. Fakat Avrupa’nın Afrika Kıtası’nı, yerli grupları göz ardı ederek ve Afrika’nın yürürlükteki özyönetim sistemlerini geçersiz kılarak yeni devletlere ayrıştırması, yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkacak olan sorunların birikmesine yol açacaktı (bkz. sayfa 130).
Hükmet, İngiltere!
Kraliçe Victoria’nın saltanatı süresince (1837-1901) “üzerinde güneş batmayan” İngiliz İmparatorluğu dünyanın o kadar çok bölgesine uzanmıştı ki, imparatorluğun en azından bir parçası gerçekten de her zaman gün ışığı altındaydı. İngiltere, tarihteki en büyük imparatorluktu ve dünya nüfusunun yüzde yirmisinden daha fazlasına sahipti. Modern çağın ilk süper-gücüydü.
İmparatorluğun genişliği ve başarısı büyük ölçüde İngiltere’nin, ticaret yollarına hâkim olan ve ticari hudut noktalarını kontrol altında tutan güçlü Kraliyet Deniz Kuvvetleri’ne ve kendisine fethetme ve genişleme için gerekli araçları sağlayan Sanayi Devrimi’ndeki öncülüğüne dayanıyordu: demiryolları, buharlı gemiler ve otomatik silahlar…
İngiltere kendi sömürgelerinden aldığı şeker, çay, tütün ve özellikle Kuzey Amerika’daki eski sömürgelerinden getirttiği pamuk gibi ucuz hammaddeleri ithal ederek kâr sağlıyordu. Pamuk, İngiltere’nin buharla çalışan tezgâhlarında bükülüp dokunuyordu ve pamuklu kumaş imalatı ta ortaçağdan beri İngiltere ekonomisinin belkemiği olan geleneksel yünlü kumaşları geride bırakmıştı. Küresel pazar, İngiltere’nin Hindistan ve Mısır gibi daha az sanayileşmiş olan ülkelerdeki imalatçılardan daha ucuza ürettiği İngiliz pamuklu mallarıyla dolmuştu.
İngiliz İmparatorluğu ayrıca, köleliğin 1808’de kölelik karşıtı eylemlerin baskısı sonucu ortadan kaldırılmasına kadar Amerika’ya taşıdığı Afrikalı kölelerin ticaretinden elde ettiği kazançlarla da büyümüştü.
Kraliçe Victoria iktidara geldiği zaman imparatorluk merkantilist (lehte bir ticari dengeyi koruyacak şekilde düzenlenmiş gümrük vergileriyle ve ihracatın ithalattan daha fazla olduğu) bir ticaret anlayışına sahipti ve East India Company (Doğu Hindistan Şirketi) gibi tekelci ticari kuruluşların hâkimiyeti altındaydı. Victoria’nın saltanatı süresince İngiltere’nin ekonomisi, benimsenen serbest ticaret politikasının (ithalat veya ihracatta hiçbir vergi, kota veya kısıtlama olmaması) uygulamaya sokulmasıyla birlikte değişime uğradı. Victoria taraftarları bunun refahın anahtarı olduğuna inanıyorlardı.

Kruger’in Telgrafı
“Afrika Kapışması” sırasında Güney Afrika’da Transvaal’de büyük miktarda altın filizi keşfedildi. İngiliz altın arayıcılarının Johannesburg’un altın arazilerine akın etmeleri yakınlardaki İngiliz kontrolü altında bulunan Cape Colony’deki İngiliz yönetiminden kaçarak Transvaal’e yerleşmiş olan ve Güney Afrika dili konuşan Hollanda kökenli göçmen Boerleri rahatsız etti.
Britanya, Boer Krallığı’nı bölgedeki kendi üstünlüğü için bir tehdit olarak gördü ve Transvaal Hükümeti’ni devirmek için gizli bir plan hazırladı. Jameson Baskını denilen bu plan başarısızlığa uğradı ve baskına öfkelenen Alman Kayzer II. Wilhelm’in (Kraliçe Viktorya’nın torunu) 3 Ocak 1896’da Transvaal Devlet Başkanı Paul Kruger’e bir telgraf göndermesine neden oldu. Telgrafta “Siz ve halkınız, ülkenize saldırarak barışı bozmaya çalışan silahlı gruplara karşı, dost kuvvetlerin yardımına başvurmadan, kendi güçlü savunmanızla barışın yeniden tesis edilmesini ve ülkenin bağımsızlığının sürdürülmesini sağladığınız için şahsınıza en içten tebriklerimi sunuyorum,” deniyordu.
Kayzer’in telgrafı Britanya ile Almanya arasındaki gerginliği artırdı ve İngilizlere “hiçbir düşmandan korkmamak ve hiçbir dosta gereksinim duymamak” prensibine dayalı “muhteşem yalnızlık” politikalarına ilişkin tehlikeleri hatırlattı. İngiltere bunun hemen ardından Avrupa’yı bir savaş sürecine sokacak olan bir ittifak sistemine dahil olacak ve politikasını değiştirecekti.

Muhteşem Yalnızlık Sona Eriyor
İngiltere, İkinci Anglo-Boer Savaşı’nda (1899-1902) Boerleri bastırdı ve onların Afrika cumhuriyetlerini kendi topraklarına kattı, ancak bu çatışma Afrikalı-Avrupalılar arasında milliyetçiliğin yayılmasına yol açarak, bağımsızlıklarını İngiltere’den geri alma azmini güçlendirdi. Bu çelişki karşısında sarsılan İngiltere, imparatorluğunun güvenliği için korkmaya başladı. Bu önemli bir konuydu, çünkü İngiliz ekonomisi için imparatorluk hayati önem taşıyordu.
Britanya 1902’de kendi uluslararası etkisini güçlendirmek ve Çin’deki İngiliz ticaretini korumak için o sıralar Uzakdoğu’daki en büyük bölgesel güç olan Japonya’yla bir askeri ittifak yaptı. Bu ittifak, her iki ülkenin de hasmı olan Rusya’ya bir darbe vurmayı hedefliyordu. Rusya, çok yakın bir tarihte Mançurya’nın stratejik öneme sahip limanı Port Arthur’u işgal ederek Britanya’nın Çin’deki ticari çıkarlarını tehdit etmeye başlamıştı ve Japonya’nın arka bahçesi gözüyle bakılan Kore’yi ele geçirme ihtirası içindeydi. Şimdi İngiltere ve Japonya, Rusya veya başka bir güce karşı bir savaş durumunda birbirlerini destekleme konusunda karşılıklı güven kazanmışlardı.
İngiltere ayrıca aralarında uzun süredir devam eden sürtüşmeleri bir kenara bırakıp Fransa’yla Entente Cordiale (1904) denilen bir dostluk antlaşması yaptı. Bu antlaşma, Avrupa’da bir savaş çıkması halinde, özellikle 1871’de Prusya’nın yönetimi altında yaptığı birleşmeden beri çok güçlenen Almanya’ya karşı, her iki ülkeye de karşılıklı güvence sağlıyordu.
1910 yılına gelindiğinde İngiltere’nin üretim kapasitesi, Amerika ve Almanya tarafından gölgede bırakılmıştı. Üretim, 1912’de İngilizlerin Mısır’a, İtalyanların Libya’ya açılmaları nedeniyle tehdit altına girdi (bkz. sayfa 14) ve on yıl sonra 1919-22 Mısır Devrimi sırasında İngilizlerin kontrolünden zorla çekilip alındı. İngiliz İmparatorluğu her ne kadar topraklarını genişletmeyi Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına kadar sürdürmeye devam ettiyse de artık İngiltere dünyanın önde gelen sanayi ve askeri gücü olmaktan çıkmıştı.
Çin İmparatorluğu Parçalanıyor
Dünyanın bir başka bölgesinde, Avrupalı güçlerin sömürge kontrolünden doğrudan kaçabilen Çin vardı. Fakat, en az iki bin yıldır uygarlığın merkezi olan ve 1644’ten beri Çing Hanedanı tarafından yönetilen Çin İmparatorluğu çökmeye başlamıştı. İngiltere’nin kârlı fakat yıkıcı afyon ticaretine devam etme serbestliği istemesiyle başlayan çatışmaların doğurduğu Afyon Savaşları (1839-42 ve 1856-60), Çin’in felç edici ödünlerle birlikte Hong Kong Adası’nı tazminat olarak İngiltere’ye verip kaybetmesiyle sonuçlandı.
Çin ayrıca kanlı bir iç savaşın (Taiping İsyanı, 1850-64) acısını yaşamış, Rusya’ya toprak kaptırmış, 1880’lerde Vietnam’da Fransa’yla çatışmış ve Kore’de Japonya’yla rekabete girmişti.
Avrupalılar orada ticari sömürü için bir fırsat gördüler, fakat imparatorluğa karşı hızlı bir saldırıya girişmeleri şiddetli bir tepkiye neden oldu ve 1899-1901 yılları arasında Fists of Righteous Harmony[1 - Fists of Righteous Harmony: Adil Düzen Yumrukları. (ç.n.)] (Batılılar, dövüş teknikleri nedeniyle onlara “Boksörler” diyordu) adlı gizli bir grubun üyeleri tarafından yönlendirilen Boksör İsyanı’na yol açtı. Boksörler Çin’in kadim kültürünü tehdit etmekte olan Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri de dahil olmak üzere, Çin’deki Batı etkisine son vermeyi hedefliyorlardı. Çinli bir devrimcinin sözleri şöyleydi: “Ülkeme baktığım zaman, duygularımı kontrol edemiyorum. Yalnızca Rusya’nınkiyle aynı otokratik yönetime sahip olduğu için değil, 200 yıldır yabancı barbarlar tarafından ezildiğimiz için.”
Şiddet, Alman etkisi altında hızla sanayileşen bir bölge olan kuzey kıyı eyaleti Shandong’da patladı; çok az para ödenen Çinli işçiler, Avrupalıları öldüren Boksörler’e katıldılar. Pekin’de kurşunlardan doğaüstü güçler tarafından korunduklarını ileri süren Boksörler, yabancıların sığınmış olduğu Legation Quarter’ı (Yabancı Temsilcilikler Bölgesi) kuşatma altına aldılar. Batılı ittifak kuvvetleri onlara rahatlama sağlamak için yaklaşırken, Ana İmparatoriçe Cixi köylü milisleri destekleme yolunu seçti. Rusya, Japonya, Amerika ve Avrupalılardan oluşan uluslararası ittifak kuvvetlerinin Pekin’e ulaşmaları elli beş gün sürdü. Kuşatma altındaki yabancılar kurtarıldı ve yüzlerce Boksör işgal kuvvetleri tarafından idam edildi.
İmparatoriçe’ye, işin içindeki yabancı devletlere, Çin’in ekonomisini felce uğratacak derecede tazminat ödemesi emredildi. Tamamen zayıflayan Çing Hanedanlığı, on yıl sonra yapılacak bir askeri darbeyle dağılacak ve böylece Çin İmparatorluğu’nun sonu gelmiş olacaktı.
Gezgin, Tüketici Yeni Dünya
1900 yılında Batı toplumu eşi görülmemiş değişikliklerin olduğu bir yüzyılın içine girmenin sersemliği içindeydi. Tarıma dayalı ekonomiler, Sanayi Devrimi ile dönüşüme uğramıştı. Suyun ve beygirlerin gücünün yerini buharlı motorlar almış ve artık bunlar gemilerde, trenlerde ve 1890’lardan itibaren (içten yanmalı motoru olan) ilk modern otomobillerin piyasaya çıkmasıyla birlikte ilk defa binek araçlarda kullanılmaya başlanmıştı. Örgü ve dokuma makineleri tekstil dünyasını dönüştürmüştü. Yeni yöntemler dövme demir ve çelik ürünlerini yaratmış ve kömür madenciliği gelişmişti. Yollar iyileştirilmiş, kanallar ve demiryolları inşa edilmişti. Telefon ve telgrafın icadı, iletişimi değiştirmişti.
Girişim kültürünün ürünleri arasında, Doğu Mısır’daki Akdeniz’le Kızıldeniz’i birleştiren ve Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya arasındaki ticaret yollarını kısaltarak küresel ticaret akışında devrim yaratan Süveyş Kanalı gibi mühendislik harikaları da yer alıyordu. Aynı şekilde kırk yıl sonra 1907-1914 arasında Birleşik Devletler tarafından inşa edilen ve Kuzey ile Güney Amerika’yı birbirine bağlayan dar kara şeridinin içinden geçen Panama Kanalı da (Panama Kıstağı) Atlantik ve Pasifik okyanusları arasındaki deniz ticaretini geliştirmiş ve uluslararası deniz ticaretinde hayati öneme sahip bir denizyolu haline gelmişti. Amerika’nın batı sahiline giden gemiler artık Güney Amerika’nın ucundaki Cape Horn’un etrafından dolanan tehlikeli rotayı izlemek zorunda kalmıyorlardı.
Yirminci yüzyılın başlarında insanlar, Amerikan Henry Ford Otomobil Fabrikası’ndaki montaj bandında birleştirilen arabalar gibi, seri üretilen tüketim mallarıyla tanıştılar. Bu yenilik, Ford’un Model-T arabalarının üretim süresini kısaltmıştı. 1918 yılına gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüm arabaların yarısını bu arabalar teşkil ediyordu. Uygun fiyatlı ve büyümekte olan orta sınıfa pazarlanabilen Ford otomobilleri, Amerikalılar için motorlu taşıtla yolculuk yapabilme fırsatı yaratmıştı. Montaj bandı buluşu çok geçmeden başka tüketim malları için de uygulanmaya başlandı.
Batı kültürü, bilim ve teknolojik gelişmeler, ticaret bağlantıları ve sömürgecilik aracılığıyla dünyanın her tarafına yayıldı ve küreselleşme süreciyle birlikte uzak yerlerdeki milletleri de etkiledi.

İlk Motorlu Uçuş
1903 yılında Orville Wright, ABD’de Kuzey Karolina’da ilk defa içinde insan olan havadan ağır motorlu bir uçakla on iki saniye süren bir uçuş gerçekleştirdi. Bu, Orville ve Wilbur kardeşlerin yıllar boyu yaptıkları deneylerin doruk noktasıydı. 1909’da Fransız mucit ve havacı Louis Blériot, İngiltere’den Fransa’ya Manş Denizi üzerinden tek kanatlı bir uçakla uçarak Daily Mail gazetesi tarafından ortaya konulan 1.000 sterlinlik ödülü kazandı. Çok geçmeden uçaklar, ilk defa
İtalyan-Türk Savaşı (1911-12) sırasında İtalyanlar tarafından keşif ve bombalama amaçlı olarak savaş görevlerinde kullanılmaya başlandı. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Fransız pilot Roland Garros, uçağının önüne sabit bir makineli tüfek yerleştirdi ve 1915’te Alman savaş uçağı pilotu Kurt Wingens, uçağın pervanesini geçerek ateş etmek üzere senkronize edilmiş bir makineli tüfekle silahlandırılmış bir savaş uçağıyla ilk hava zaferini kazandı.

Altın Yaldızlı Çağ
Sanayileşen uluslar her ne kadar dünya sahnesinde ekonomik güce sahip olsalar da kendi içlerinde bölünmüş bir toplum olmanın sancılarını yaşıyorlardı. Zengin aristokratlar ve orta sınıftakiler sanayileşmenin nimetlerinden fazlasıyla yararlanırken, fabrikalardaki yerlerini makinelerin aldığı işçi sınıfı ve yoksullar, makineyle çalışılan fakat düşük ücretli yeni işler bulabiliyorlardı. Hayat standartları alt seviyede kalmaya devam ediyordu.
Avrupa’nın 1870-1914 arasındaki iyimserlik, yenilik, bolluk ve istikrar dönemi “Belle Époque” olarak bilinir. Bu altın yıllar boyunca zengin sınıflar artan refahın tadını çıkarırken Paris de sanatçı ve yazarların merkezi haline geldi. Fransız başkentinin Art Nouveau tarzının doğal organik biçimleri dünyanın her yanında mimariyi etkiledi. Émile Zola gibi yazarlarda ifadesini bulan edebi gerçekçilik, modernizmin öncülerinden biriydi (bkz. sayfa 29).
Aynı tarihlerde, iç savaş sonrası Amerika, demiryollarının yaygınlaşması ve petrol arıtımı, çelik imalatı ve fabrikada üretilen ürünler sayesinde canlanan bir ekonomik gelişmeyle birlikte “Altın Çağ” dönemini yaşıyordu. Amerika’nın yeni zenginliğine paralel olarak, kırsal alanlardan göçüp gelenler ve çoğu, Avrupalı uluslardan daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak için gelen yabancı göçmenlerin oluşturduğu muazzam bir işgücünün doğurduğu sosyal sorunlar baş göstermişti. Bu sosyal sorunlar, Mark Twain’in Charles Dudley Warner ile birlikte yazdığı Altın Yaldızlı Çağ: Bugünün Masalı (1873) adlı kitapta, ince bir zenginlik yaldızıyla maskelenmiş bir görüntü olarak anlatılıyordu.
İşçiler, Birleşin!
İngiltere’deki Victoria toplumu, kendi kendini yetiştirmiş adamların yeteneklerine göre takdir gördüğü ABD’nin aksine, bir beyefendinin öneminin ona miras kalmış olan toprakla belirlendiği inancı üzerine kurulmuştu ve bir beyefendi için en yüksek meslek ticari alanda değil, devlet içinde olabilirdi. Bu durum, arazi sahibi aristokratları ticaret yapan ve çalışan sınıflardan ayırıyordu, ayrıca bir başka ayrım da sanayici işverenlerle düşük maaş ve çalışma koşullarına içerleyen işçiler arasındaydı. Zengin ve dinsel motivasyona sahip hayırseverler bu zorlukları hayır işleriyle çözmeye çalıştılar, ancak giderilen ihtiyaçlar düzensizdi ve devlet tarafından sağlanan güvenlik ağı da bu konuda çok yetersizdi.
1910 yılına gelindiğinde İngiltere’nin ekonomik büyümesi durmuş, ücretler sabit kalmış ve fiyatlar yükselmişti, ayrıca kâr seviyesinin düşmemesi için İngiliz işçiler verimliliği artırma baskısı altına girmişlerdi. Grev yapan kibrit fabrikası çalışanlarını örnek alan havagazı işçileri ve liman işçilerinden pek çoğu ortak yardım almak için işçi sendikalarına katıldılar ve bu hareket, çalışan kesimin ücret ve çalışma koşullarını iyileştirme amacı güden “Büyük Huzursuzluk” diye adlandırılan bir grev dalgasının yayılmasına yol açtı. 1926’da İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan bir ekonomik kriz sırasında, grev yapan İngiliz maden işçilerinin diğer sanayi işçileriyle dayanışma içinde katıldığı ilk genel grevi yaşayacaktı. Fakat orta sınıftan gönüllüler, yasal zorluklar ve korku dolu sendika liderlerinin oluşturduğu koşullar, bu grevin sona ermesine neden oldu.
Özel teşebbüs ve serbest piyasa kapitalizmiyle ilişkili sosyal eşitsizlikler, başka bir hareketin, yani sosyalizmin gelişmesini tetikledi. İşçi hareketi, kapitalist sistem içindeki işçiler için koşulları iyileştirmeyi amaçlarken, sosyalistler kapitalizmi, işçilerin üretim araçlarının mülkiyetini ve kontrolünü paylaştığı yeni bir sistemle değiştirmek istiyorlardı. Meslek sendikacılarıyla ittifak kuran Avrupa sosyalistleri, Alman ekonomist ve devrimci Karl Marx’ın sloganından esinlenen uluslararası bir emek hareketine öncülük ettiler: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” Onlar, günde sekiz saat çalışma süresini de kapsayan daha iyi çalışma koşulları talep ediyorlardı.
İngiltere ve diğer gelişmiş Batılı ülkeler, yirminci yüzyılın başındaki değerli birkaç yıllık istikrar sırasında yeni ortaya çıkan kitlesel işçi sınıfının hareketlerine uyum göstermeyi başardılar. Ancak bazı uluslar için bu yıllar, yaklaşan ya da asıl devrimin öncesi olan yıllardı.
Rusya Çatırdıyor
Batıda Polonya’dan, Asya’nın uzakdoğusundaki Kamçatka Yarımadası’na kadar uzanan Çarlık Rusya İmparatorluğu, 1900’lerde buralara sınırları olan dünyanın en büyük komşu devletiydi.
Rusya’nın muazzam nüfusu, Almanlar ve Asyalılar, Ruslar, Polonyalılar ve diğer birçok Slav halklarının da içinde olduğu farklı milletlerden oluşuyordu ve bu kadar çok ulusun bir arada olması nedeniyle sürekli bir siyasal gerilim vardı. Rus kültürü, Rus Ortodoks Kilisesi tarafından desteklenen Hıristiyanlığa öncelik verilerek imparatorluğun her yerine zorla dayatılıyordu. Rus Yahudileri, Rusya’daki diğer azınlıklar gibi, tüm haklarından mahrum edilmişti. Nüfusun yaklaşık yüzde seksen beşi köylüydü; 1861’de Rus özel mülklerindeki köleliklerinden azat edilen köylüler, yüzyılın başında ülkenin en fakir topraklarında büyük yoksulluk içinde yaşıyorlardı.
Rusya İmparatorluğu, sanayileşme konusunda rakibi olan İngiltere, Fransa ve Almanya imparatorluklarına kıyasla yavaştı; fakat 1892’den itibaren Trans-Sibirya ve Çin Doğu Demiryolları’nı da içine alan altyapı gelişti. Yeni fabrikalar kurmak üzere ülkeye yabancı sermaye girişi başladı ve yirminci yüzyılın başında Rusya dünyanın en büyük dördüncü çelik üreticisi ve en büyük ikinci petrol kaynağına sahip ülkesi haline geldi.
Hızlı sanayileşme binlerce topraksız köylüyü şehirlere çekti ve yeni bir sanayi işçi sınıfı ortaya çıkardı. Sert koşullarda yaşayan ve çalışan köylülerin (günde ortalama on bir saatlik çalışma) hayatlarını iyileştirecek hiçbir şeyleri yoktu: Sendikalar yasa dışıydı, grev yasaktı ve Rus ordusu huzursuzluğu zor kullanarak bastırıyordu. Bu arada, çalışan nüfus arasında devrimci fikirler giderek yayılıyordu.
1894’ten sonra imparatorluğu Çar II. Nikola yönetti. Marksist devrimci ve teorisyen Ukraynalı Leon Troçki (o zamanlar Ukrayna, Rus İmparatorluğu’na bağlıydı) bir keresinde şöyle demişti: “Nikola atalarından sadece dev bir imparatorluk değil, aynı zamanda bir devrim miras aldı. Ama ona bir imparatorluğu, hatta bir ülkeyi yönetebilecek çapta bir özellik miras kalmadı.”


2. Emperyal Rakipler: Rusya ve Japonya.

Çar, İçişleri Bakanı Vyacheslav Plehve’ye reformcuları ve devrimcileri bastırma görevi verdi. Plehve, Rusya’daki devrimcilerin yüzde 90’ının Yahudi olduğunu iddia ederek çeteleri onlara karşı (Yahudi Kıyımı olarak bilinen) şiddetli saldırılar yapmaları için kışkırttı ve pek çok Yahudi’nin Rusya’yı terk ederek Amerika’ya gitmesine neden oldu.
Plehve ve Çar, Japonya’nın Çin-Japonya Savaşı’nda (1894-95) Çin’i yenilgiye uğratmasından sonra hızla gerilemekte olan Çin İmparatorluğu’nda kendileri için bir genişleme fırsatı gördüler. Hedeflerinde Liaodong eyaletinde yıl boyunca faaliyete hazır Port Arthur da dahil olmak üzere Mançurya vardı ve Kore, rakip Japonya İmparatorluğu’nu, yirminci yüzyılın ilk büyük savaşı olan Rus-Japon Savaşı’nda (1904-5) misilleme yapmak için kışkırttı. Çar II. Nikola Rusya’nın yenilgiye uğramasından sorumlu tutulurken, Japonya’nın kesin zaferi, onun güçlü bir sanayi ulusu olarak ortaya çıkmasını onaylamış oldu. Rus devrimciler, özellikle sürgündeki Vladimir Lenin’in 1905’teki “Rusya’nın köylüleri ve işçileri, yalnız değilsiniz! Eğer feodal despotları, polis destekli toprak ağalarını ve Çarlık Rusya’sını devirmeyi, ezmeyi ve yok etmeyi başarabilirseniz, bu zaferiniz sermayenin zulmüne karşı mücadele veren dünya için bir işaret görevi yapacaktır,” sözlerinin ardından harekete geçme kararı aldılar.

Kanlı Pazar Katliamı
Rus fabrikalarındaki sert koşullardan ve reform eksikliğinden memnun olmayan radikal bir rahip olan Peder Georgy Gapon 1903’te bir Rus İşçileri Meclisi kurdu. Bir yıl sonra, meclisin dört üyesinin bir demir fabrikasında görevden alınması üzerine Gapon 100 bin işçi ile birlikte Çar’a, sekiz saatlik mesai süresi, daha yüksek ücret, iyileştirilmiş koşullar ve evrensel kapsamlı oy verme çağrısı yapan imzalı bir dilekçe sunmak için St. Petersburg’da bir yürüyüş düzenledi.
Çar’ın askerleri kalabalığa saldırarak 100’den fazla kişiyi öldürüp 300 kişiyi yaraladı. Bu olay, Rusya’daki 1905 Devrimi’ni tetikledi. Potemkin Zırhlısı’nda bir isyan çıktı, işçi grevleri başladı, St. Petersburg’da ve diğer şehirlerde Sovyet adı verilen meclisler -ya da işçileri temsil eden seçilmiş organlar- kuruldu. Orta sınıf meslek sahipleri de bir sendikalar birliği kurarak ve bir kurucu meclis talebinde bulunarak bu eylemlere katıldı. Baskılara boyun eğen Çar II. Nikola, konuşma, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü tanıyan, yargılanmadan hapse atılmayı önleyen reformlara yönelik olarak çalışmak üzere seçilmiş bir yasama organı olan Duma’nın (Rus Parlamentosu) kurulmasına izin veren Ekim Bildirgesi’ni yayınladı.
Çar, 1906’da ilk devrimin başarısız olduğunu ileri sürerek sözünden döndü ve Duma’yı feshetti, fakat gelecekteki isyanın ve Rus İmparatorluğu’nun çöküşünün tohumları artık ekilmişti (bkz. sayfa 62).

Halk İsyanları Yayılıyor
Yozlaşmış otokratik hükümdarlara, baskıcı rejimlere ve eşitsizliklere karşı duyulan hoşnutsuzluklar dünyanın her yanında devrimcileri harekete geçirdi.
Otuz yıldır hükümette olan diktatör Başkan Porfirio Díaz’ı deviren Meksika Devrimi (1910-20), Diaz’ın bir seçim yapma kararı sonucu patlak verdi. Meksika’nın tarımla uğraşan nüfusu yoksulluk içinde yaşıyor ve ülkeyi yıllarca şiddet ve siyasi istikrarsızlık içine sokacak bir isyan dışında herhangi bir seçenek göremiyordu.
Müsrif ve aciz Muzaffereddin Şah tarafından yönetilen çökmüş Acem İmparatorluğu (bugünün İran toprakları) 1905-1907 yılları arasında bir devrim yaşadı. Bu devrim, yeni bir anayasaya, Şah’ın tahttan el çekmesine ve İran’da bir parlamentonun kurulmasına yol açtı. Ancak 1907’de İngiltere ve Rusya’nın, Anglo-Rus Antlaşması’nı bitirip, Büyük Oyun diye bilinen -İngiltere’nin Rusya’yı, sömürgesi Hindistan’a karşı tehdit olarak gördüğü- Orta Asya’daki yıllar süren rekabeti sona erdirerek İran’ı kendi aralarında paylaşmaları sonucu, İran İmparatorluğu özerkliğini kaybetti. Devletleri yok etmeyi ve onların yerine devletsiz toplumlar getirmeyi hedefleyen anarşistler de çeşitli ülkelerde faaliyete geçmişlerdi ve 1900 yılında İtalya Kralı I. Umberto ile 1901’de Amerika Başkanı William McKinney’in öldürüldüğü suikastlar da dahil, birçok bireysel terör eylemi gerçekleştirdiler. Anarşistler, halk muhalefet güçlerine şiddeti ve radikalizmi getirdiler.
Sanat ve Bilimde Devrimler
Sanayi Devrimi’nin sonucu olarak ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sanatçıları yaşamın her yönünü tekrar gözden geçirmeye teşvik etti. Yeni bir akım olan modernizm, yeni üretim yöntemlerine ve burjuva değerlerine geçişin etkilerine karşı romantizmin on dokuzuncu yüzyıldaki isyanı olarak ortaya çıktı. Modernist sanatçı, sanatın gelişmeyi engellediğine inanılan geleneksel formlarından kaçınan bir devrimciydi. Fransa’da çalışan İspanyol avangard ressam Pablo Picasso, geleneksel perspektifi reddetti ve onun resim deneyleri, nesnelerin analiz edilip soyut biçimde yeniden birleştirilmesini kapsayan kübizm, fütürizm ve sürrealizm gibi diğer farklı sanat akımlarına yol açtı. Alman ekspresyonist ressamlar Paul Klee ve Wassily Kandinsky ile Çek romancı Franz Kafka, kentsel sanayileşmenin insanları makineleştiren etkilerine tepki gösterdiler ve sanatta gerçekçilikten uzaklaştılar.
Müzikteki modernizm akımı, Avusturyalı-Amerikalı besteci Schönberg’in, belirli bir anahtarı kullanmanın getirdiği kısıtlamayı önleyen ve modern besteciler arasında geniş ölçüde etkili olan on iki ton tekniğini kullanarak geleneksel ses armonisi üzerinde denemeler yapmasına yol açtı. Mimarlıkta, İsviçreli-Fransız Modernist Le Corbusier, geleneksel mimari tarzları reddetti ve binaları “içinde yaşanacak makineler” olarak yeni baştan şekillendirdi.
Bilim, yirminci yüzyılın başlarında insanlığın ufuklarını genişletmeye devam etti. Röntgen ışınları 1895 yılında Wilhelm Röntgen tarafından daha yeni keşfedilmişti ve çok geçmeden Marie ve Pierre Curie, radyoaktiviteyi belirleyerek maddenin yapısıyla ilgili fikirlerde değişikliklere yol açtılar. 1900’de Max Planck, enerjinin (daha önce düşünüldüğü gibi) sürekli bir akış içinde olmadığını, onun muhtemel en küçük miktar “kuantum” olmak üzere, küçük paketler veya “kuantumlar” halinde hareket ettiğini ileri sürdü. Einstein, bu düşünce üzerinden giderek, 1905 yılında kendi özel izafiyet teorisini ortaya attı; bu teoriyle, uzay ve zamanın mutlak olduğunu savunan önceki görüşü devirerek, bunların gözlemciye göre izafi olduğunu (bizim için bir milyon yıl olan süre, yüksek hızlı bir roketin içinde olan bir kişi için sadece birkaç saniye demek olabilir) ileri sürdü. Onun 1916’da yayınlanan genel izafiyet teorisi, maddenin uzayda bir eğrilmeye neden olduğunu ve bunun evrendeki göksel cisimlerin algılanış hareketini açıkladığını ilan etti.
Milliyetçilik, Tarihin Akışını Değiştiriyor
Çin ve Rus imparatorlukları, yirminci yüzyılın ilk yıllarında yıkılan birçok imparatorluktan iki tanesiydi. 1914-1918 yılları arasında devam eden I. Dünya Savaşı sırasında, daha fazla sayıda imparatorluğu yok edecek bir güç giderek büyümekteydi. On dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarındaki nispeten barışçıl iklimde, vatanseverliğin aşırı bir şekli olan milliyetçilik, kendi ülkelerinin ekonomik, kültürel ve askeri üstünlüğüne güvenle inanan Avrupa ülkelerini birleştirmeye hizmet etmişti. Fakat aynı zamanda Avrupa güçleri arasında şiddetli bir rekabet ve çekişme yarattı. 1871’de Almanya’nın Fransa-Prusya Savaşı’ndan sonra birleşmesiyle kurulan Alman İmparatorluğu, dünyayı I. Dünya Savaşı’na sürükleyecek olan milliyetçi ve emperyal hırslara sahipti ve bu da sonuçta Alman İmparatorluğu’nun çökmesine neden oldu.
Aralarında, on dokuzuncu yüzyılda Avusturya ve Macaristan’ın birleşmesiyle kurulan ve hanedanlıkları Kutsal Roma İmparatorluğu’na kadar uzanan Habsburg Hanedanlığı tarafından yönetilen Orta Avrupa’daki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun da olduğu diğer imparatorluklar da Almanya ile birlikte düşecekti.
1299’da Anadolu’da (bugünkü Türkiye) kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, 1453’te Roma İmparatorluğu’nun doğu yarısı olan toprakları -Bizans İmparatorluğu’nun topraklarını- ele geçirdi. İmparatorluğun mutlak hükümdarı olan sultan, dünyadaki Müslümanlar tarafından İslam aleminin lideri olarak kabul ediliyordu. Osmanlıların, Avrupalı güçler tarafından alınan toprakları geri kazanmak amacıyla 1914’te Almanya ile yaptığı ittifak, gerilemekte olan bu Doğu Akdeniz gücünün sonunu getirecek olan kaderi mühürlemiş oldu.

2. Bölüm
TÜM SAVAŞLARI SONA ERDİREN SAVAŞ
1914 yılına gelindiğinde, Alman İmparatorluğu Avrupa’da egemen bir ekonomik güç haline gelmişti ve kimya endüstrisiyle dünya pazarında başı çekiyordu. Dünyanın en büyük ordusuna sahip olan Almanya, denizcilikte de İngiltere’nin ardından ikinci sıradaydı ve kıtayı I. Dünya Savaşı kaosuna sokmakta belirleyici bir rol oynayacaktı. Fakat Avrupa’nın her yerinde işin içinde demokratikleşme ve sosyalizm için baskılar, milliyetçilerin talepleri, zor kazanılmış imparatorlukların dağılma korkusu ve en önemlisi, diğer ulusların korkusu gibi başka faktörler vardı. Almanya, Fransa ve Rusya tarafından kuşatılmaktan korkuyordu; Rusya, Almanların Balkanlar ve Yakındoğu üzerinde bir kontrol kurma ihtimalinden endişeliydi; Fransa-Prusya Savaşı’ndaki (1870-71) yenilgisiyle ezilen Fransa, Almanya’nın artan gücü karşısında kendini tehdit altında hissediyordu ve İngiltere dünyadaki dominant konumunu kaybetme kaygısı içindeydi.
Korku, bu ulusları gerekli olduğuna inandıkları ve kendi özgürlüklerini güvence altına almak için haklı gördükleri bir savaşa itti. Bu savaşın kahramanca çarpışılan birkaç ay içinde sona ermesini ve tüm savaşlara son vermesini umuyorlardı. Oysa bu, sivilleri de kendi vatanlarında seferberlik içine sokacak olan yeni türde bir topyekûn savaşın, teknolojinin benzeri görülmemiş derecede önemli ve yıkıcı hale geldiği ve üstelik daha da fazla çatışmaya yol açacak olan bir savaşın başlangıcıydı.
Savaşa Sürükleniş
I. Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyen olaydan önceki on yıl içinde, emperyalist Avrupa ülkeleri kendi ekonomik çıkarları için ticarette, pazarlarda ve bölgelerde rekabet içine girerek iktidar ve statü için didişmeye başlamışlardı. Almanya yükselirken, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları geriliyordu. İngiltere, halen dünyanın en büyük donanma filosuna sahipti ve kendi deniz üstünlüğünü korumak için HMS Dreadnought (1906) ve diğer savaş gemilerini inşa etmişti. Diğer ülkeler, özellikle Almanya, savaşa caydırıcı etki yapacağına inanarak ağır kalibreli silahlar yapma ve ordularını genişletme yarışına girdi.
Artan silahlanma yarışının ışığında ve gittikçe büyüyen masraflarla boğuşan Rus Çarı II. Nikola, silahsızlanma konusunu müzakere etmek ve ülkeleri savaştan ziyade tahkime gitme yoluyla uluslararası anlaşmazlıkları çözmeye zorlamak amacıyla 1899’da Lahey’de bir barış konferansı başlattı. Ancak girişim, Almanya tarafından veto edildi. 1907’de ABD Başkanı Theodore Roosevelt tarafından başlatılan ikinci bir barış konferansı bazı savaş kuralları getirdi. Ancak Almanya’nın, silahlanmayı sınırlama girişimini, İngilizler tarafından Alman donanma filosunu kısıtlamaya yönelik bir hareket olarak görmesi nedeniyle, bu girişim devre dışı bırakıldı.
Liderler savaş olasılığı konusunda kayıtsız davranmaya başladılar. Sözleşmeye bağlanmış olan ittifaklar vasıtasıyla bir güç dengesi kurabileceklerine ve çatışmadan kendilerini koruyabileceklerine inanıyorlardı. Fakat bu ittifaklar Avrupa’yı, Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük nedeni haline gelen çok ağır potansiyel yükümlülükler ağının içine sokmuştu.
Dünya Bir Kav Kutusu
1907 yılına gelindiğinde aralarındaki rekabet Avrupa’daki güçleri iki gruba ayırmıştı: Bir tarafta Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya Üçlü İttifakı; diğer tarafta Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Üçlü İtilaf Devletleri. Bu bölünmenin nedeni kısmen Fransa ve Almanya’yı sertçe karşı karşıya getiren 1870-71 yılları arasındaki Fransa-Prusya Savaşı’ndan ve kısmen Balkan bölgesindeki rekabetlerden kaynaklanıyordu.
Bir zamanlar Ortodoks-Hıristiyan Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans İmparatorluğu) bir parçası ve Avrupa’nın çoklu bir etnik yapıya sahip güneydoğu yarımadası olan Balkanlar, ortaçağdan beri Müslüman Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolü altındaydı. İki yüzyıl boyunca Rusya, Ortodoks Hıristiyan Sırpların tarafını tutarak ve kriz içindeki Sırbistan’ın yardımına gideceği vaadiyle Osmanlı topraklarında yavaş yavaş güneye doğru ilerledi. Sırbistan ve Yunanistan on dokuzuncu yüzyılda Osmanlı yönetiminden koptu ve 1877-78 Rus-Türk Savaşı sırasında Rusya, Hıristiyanlara yapılan ayrımcılığa son vermek için mücadele ederek, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir Doğu Ortodoks Balkan devletleri koalisyonu kurulmasına öncülük etti. Bu çabaları, Karadağ, Romanya ve Bulgaristan’ın bir bölümüne bağımsızlık kazandırdı.
Yirminci yüzyılın başlarında Rusya, Balkan bağımsızlığını desteklemeyi sürdürdü ve özellikle 1908’de Bosna-Hersek’in Rusya’nın ezeli rakibi Avusturya-Macaristan tarafından Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılmasıyla bu destek daha da çok körüklendi.
Alman Şansölye ve Almanya’nın birleşmesinin mimarı Otto von Bismark, Fransa’nın Fransa-Prusya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya bırakılan Alsas-Loren’i kurtarma girişiminde bulunmasını bekliyordu ve bu yüzden 1873’te Rusya ve Avusturya-Macaristan ile bir ittifak kurdu. Bu anlaşma, Rusya ile Avusturya-Macaristan arasında süregelen Bosna-Hersek gerginliği nedeniyle kısa ömürlü oldu. Aralarındaki rekabet, 1879’da Almanya ve Avusturya-Macaristan arasında ikinci bir ittifaka yol açtı ve 1882’de İtalya’nın da katılmasıyla Üçlü İttifak olan bu üyeler, başka bir büyük güç tarafından saldırıya uğramaları durumunda birbirlerine karşılıklı destek vaat ettiler. Bu güçlü Üçlü İttifak, 1894’te savunma amaçlı bir Fransız-Rus ittifakına zemin hazırladı.
Şansölye Bismark’ın, Alman İmparatoru Kayzer II. Wilhelm’le olan anlaşmazlıklar yüzünden istifasından sonra, karşılıklı savunma anlaşmalarının karmaşık şartları üzerinde uzlaşmak, 1890’lardaki Alman dış politikası için bir değişiklikti. Bismark’ın ayrılışı, Kayzer’in Avrupa güçlerinin ülkesini kuşatmak ve Almanya’nın genişlemesini durdurmak için gizli bir plan yaptıklarına dair inancından etkilenen imparatorluğu, yeni bir rotaya oturttu. Almanya’nın düzensiz yeni politikası, İngiltere’yi sömürgeci rakipleri olan Fransa (1904’teki Entente Cordiale Dostluk Antlaşması) ve (1907’de) Rusya ile ittifak kurmaya itti. Artmakta olan gerilimler 1912-13 Balkan Savaşları’nın çıkmasına yol açtı. Daha önce Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmış olan Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan, Osmanlı yönetiminden daha fazla Slav halkını kurtarmak için Osmanlı kontrolündeki Makedonya’yı ilhak etti. Avusturya-Macaristan tarafından kontrol edilen Bosna-Hersek’teki Bosnalı Sırplar, şimdi daha büyük bir Sırbistan’a katılma özlemi içinde özgürlükleri için yaygara koparmaya başladılar. Daha sonra olacaklar için Bis-mark yıllar öncesinden, “Bir gün Balkanlar’daki bazı lanet olası aptalca şeyler yüzünden büyük Avrupa Savaşı çıkacak,” diye bir öngörüde bulunmuştu.

Balkan Kıvılcımı
28 Haziran 1914’te Avusturya tahtının varisi Arşidük Franz Ferdinand, Bosna’nın başkenti Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü. Arşidük oraya, Avusturya tarafından altı yıl önce ilhak edilmiş olan Bosna-Hersek’teki Avusturya imparatorluk askerlerini teftiş için gelmişti. Karısıyla birlikte üstü açık bir arabayla şehri gezdikleri o gün, tesadüfen Sırpların 1389’da Kosova Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşırken şehit düşen Sırp askerlerini andıkları Aziz Vitus Günü’ne denk gelmişti. Bosna için bağımsızlık isteyen gizli bir milliyetçi Sırp grubu olan Black Hand (Kara El), Avusturya İmparatorluğu’na karşı harekete geçmek için bu özel günü seçmişti. Devrimcilerden biri, Arşidük’ün arabasına bir bomba attığında, bomba imparatorluk çiftine bir zarar vermeden arabanın arkasına yuvarlandı; fakat sonra kortej yanlış bir yola girdi ve grup üyelerinden bir başkası, on dokuz yaşındaki Bosnalı Sırp Gavrilo Princip, Franz Ferdinand’la karısını vurarak öldürdü.
Avusturya-Macaristan, Sırp Hükümeti’ni suikasttan sorumlu tuttu ve Sırbistan’ı Avusturya karşıtı faaliyetleri bastırmaya çağıran bir ültimatom yayınladı. Sırbistan, Avusturya’nın taleplerinin çoğunu kabul etti; ancak Avusturya, Rusya’nın bir müdahalede bulunması halinde Almanya’nın kendilerine koşulsuz destek sözü vermesinden güç alarak 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş ilan etti. Bu olay, küçük bir çatışma olarak kalabilecekken çığ gibi büyüdü ve karşılıklı savunma antlaşmalarının sonucu olarak büyük bir savaş haline geldi.

Durdurulamayan Bir Savaş
Savaş ilanından bir gün sonra Avusturya, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı bombaladı. Rusya, birliklerini Sırbistan’ı savunmak için harekete geçirdi.
Almanya’nın dünya meselelerinde güç ve otorite sahibi olması için büyük bir istek duyan Kayzer II. Wilhelm, artık iki cephede savaşa girme ihtimalini azaltmıştı: Rusya ve onun müttefiki -İngiltere tarafından desteklenen- Fransa. Ancak Almanya, çatışmayı sınırlayabilecek olan, Fransa’nın tarafsız kalması karşılığında Alsas için özerklik vermek yerine, Fransa’ya bir ültimatom gönderdi ve sadece Fransa’nın tarafsız kalmasını talep etmekle kalmayıp aynı zamanda stratejik öneme sahip Toul ve Verdun kalelerinin de silahlı çatışma süresince tarafsızlığın bir garantisi olarak kendilerine sunulmasını istedi. Fransa buna cevaben “kendi çıkarları doğrultusunda hareket edeceğini” söyledi. Bunun üzerine İngiltere, eğer Almanya, Fransa ve Rusya’ya karşı tarafsız kalacağına söz verirse, Fransa’nın tarafsız olarak kalmasını teklif etti. Teklif, İngiliz Dışişleri Bakanı ve Londra’daki Almanya Büyükelçisi arasındaki bir telefon görüşmesi sırasında gerçekleşen bir yanlış anlaşılma sonucu Almanya’nın sadece Rusya’ya karşı savaşa girmesi halinde Fransa’nın tarafsız kalacağı şeklinde algılandı.
Savaşın tek bir cephede olacağını uman Kayzer, Alman birliklerinin batıdan Fransa’ya doğru seferberliğini durdurmaya çalıştı; fakat 1 Ağustos 1914’te Alman General von Moltke, Kayzer’e, düzenlemeleri değiştirmenin orduyu “kaotik bir sürü” haline getireceğini söyledi. Aynı gün Alman birlikleri sınırı geçerek Lüksemburg’a girdi ve Almanya Rusya’ya savaş ilan etti.
Alman komutanlar, uzun süredir geliştirilmekte olan Schlieffen Planı’nı takip ederek Fransız ordularının etrafını Belçika üzerinden kuşatıp üstünlük sağlamak ve altı hafta içinde Paris’i ele geçirmek niyetindeydiler ve böylece geri dönüp Rusya’ya saldırmadan önce batıdaki tehdidi durdurmuş olacaklardı. Bu plandaki beklentiye göre Rusya muazzam ordusunu seferber etmekte geç kalacak ve İngiltere, Fransa’ya yardım edecek birliklerini zamanında gönderemeyecekti. Ancak Almanya’nın, birliklerinin ülkelerinden serbest geçiş yapmasını reddeden Belçika’ya saldırarak Fransa’ya savaş ilan etmesi (3 Ağustos) üzerine İngiltere 4 Ağustos’ta, Belçika’nın tarafsızlığını koruyacağını taahhüt eden 1839 Antlaşması’na uygun olarak, Almanya’ya savaş ilan etti. Şaşkınlığa uğrayan Almanya Başbakanı Bethmann-Hollweg, “Bir kâğıt parçası için İngiltere bize savaş mı açacak?” diye bağırdı. Rusya’nın Moltke’yi ordusunu bölmeye zorlayarak birliklerini hem doğuya hem de batıya göndermek üzere on gün içinde harekete hazır hale getirmesi de Almanya’yı ayrıca şaşırtmıştı. İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, savaşın yakında bütün kıtayı saracağını ön görerek “Avrupa’nın her yerinde lambalar sönüyor. Onların tekrar yandığını hayatımızın sonuna kadar göremeyeceğiz,” yorumunu yapmıştı.
İki Kamp
Savaş patlak verdiğinde dünya iki düşman kampa ayrıldı. Almanya ve Avusturya-Macaristan Çekirdek Merkez Güçler’i oluşturdu. İtalya, Üçlü İttifak şartları altında onlara sadece savunma savaşında katılmakla yükümlüydü ve başlangıçta tarafsız kalmayı seçti. Almanya’nın, bir isyan başlatarak İngiltere’nin Hindistan’daki kontrolünü istikrarsızlığa uğratma girişiminde bulunduğu Temmuz 1914’teki çılgın diplomatik krizler sırasında Osmanlı İmparatorluğu (Türkiye), Merkez Güçler’e katıldı. Osmanlılar, Türk boğazlarını kontrolleri altında tutuyor ve Karadeniz’e erişim sağlıyorlardı; böylece Rusya’yı İngiliz ve Fransız müttefiklerinden ve güneydeki ikmal kaynaklarından koparabilirlerdi. Balkanlar’daki Bulgaristan da benzer stratejik avantajlara sahipti ve 1915’te Merkez Güçler’e katıldı.
Muhalif tarafta, savaşın başlangıcında Müttefik Devletler olan Fransa, İngiltere, Rusya ve onların sömürgeleri ile Sırbistan, Üçlü İtilaf Devletleri’nin üyeleriydiler. 1902’den beri İngiltere’nin müttefiki olan Japonya, Ağustos 1914’te Müttefiklere katıldı ve hemen Çin’in çevresindeki Alman gemilerinin yok edilmesine ve Uzakdoğu’daki Alman topraklarının işgal edilmesine yardımcı oldu. İtalya, ülkesinin sınırındaki Avusturya-Macaristan topraklarının güvencesiyle Nisan 1915’te Müttefiklere katılacaktı. Romanya da Ağustos 1916’da Müttefiklere katıldı. Birleşik Devletler tarafsız kalmaya çalıştı, ancak Nisan 1917’de Müttefiklerin safında savaşa girdi (bkz. sayfa 49). Yunanistan Temmuz 1917’de Müttefiklere katıldı. Tarihte ilk kez çatışma küresel hale gelecek ve her kıtayı etkileyecekti.


GÖRSEL 3. Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı (1914–18) sırasındaki askeri müttefikleri

Ülkenin Sana İhtiyacı Var!
Erkekler kendi ülkeleri için savaşmak üzere askerliğe akın ettiler ve profesyonel ordular hızla büyüdü. Fransa, Almanya, Rusya ve Avusturya-Macaristan’ın aksine İngiltere, zorunlu askerlik emri çıkartmadı ve bu konuda gönüllülere güvendi. “Ülkenin SANA İhtiyacı Var!” İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener’in ünlü posterde yer alan sloganıydı ve bununla bir milyondan fazla hevesli genç erkeği İngiltere’nin seferi kuvvetlerine katılmaya teşvik etti. Bunların pek çoğu savaş için hazırlıksızdı ve arkadaşlarla komşuların doluştuğu bu “Ahbap” taburları, yüksek kayıplar verdiler. Askere alınma hedeflerini korumak için İngiltere, 1916’da on sekiz ile kırk bir yaş arası erkekler için (savaşın son aylarında elli bir yaşa kadar çıktı) zorunlu askerlik hizmeti başlattı.
Fransız ve İngiliz imparatorlukları Müttefikler adına savaşmaları için Afrikalıları ve Hintlileri askere aldılar; İngiliz sömürgeleri olan Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda ve Güney Afrika, Müttefikleri desteklemek için kendi askeri güçlerini silah altına aldılar. 1917’de ABD Başkanı Woodrow Wilson, Birleşik Devletler’de zorunlu askerliği tekrar devreye soktu.
Zorunlu askerlik sadece erkeklere uygulanıyordu; fakat pek çok kadın, gönüllü hemşire, ambulans şoförü ve savaş doktoru olarak orduya katıldı. Evdeki kadınlar, erkeklerden boşalan işleri veya cephane fabrikalarındaki yeni işleri üstlendiler; diğerleri savaş uğraşlarını hayır işleriyle desteklediler.
Batı Cephesi
Tarihin gidişatını belirleyecek olan mücadele birçok cephede, ancak özellikle Batı Cephesi’ni oluşturan Fransa ve Kuzey Belçika’da (Flanders) yapıldı. Bu ana savaş sahnesi, çatışmanın ilk birkaç ayında kuruldu.
Belçika üzerinden ilerleyen Alman birlikleri sert bir direnişle karşılaştılar ve Fransız sınırına doğru savaşarak ilerlerken 6.000’den fazla Belçikalı sivili vahşice öldürdüler. İlerleyen Alman orduları için her sivil potansiyel bir tehditti; köyler yakıldı ve Almanya’nın düşmanlarına korku salmak için sivillerin ve rahiplerin katledilmesi emredildi.
Almanlar, Müttefiklerle ilk defa 23 Ağustos 1914’te karşı karşıya geldiler, bunlar Belçika’nın Fransız sınırına yakın Mons şehrindeki İngiliz Seferi Kuvvetleri’ydi. Sayısal olarak üstün olan Alman ordusu, İngilizleri Paris’in doğusundaki Marne Nehri’ne çekilmeye zorladı.

Marne Muharebesi
Almanlar, Fransız Hükümeti’ni başkenti terk etmeye zorlamak için Paris’in 50 kilometre kadar yakınına geldiler. Fransız keşif pilotları, Alman General Alexander von Kluck’ün, Marne Nehri’ne doğru geri çekilmekte olan Müttefik Kuvvetlerin peşinden giderken Schlieffen Planı’nı terk ederek Paris’in batı tarafı yerine doğusuna doğru giden birliklerini gördüler. Almanya’nın birinci ve ikinci orduları arasında bir boşluk oluşmuştu ve Fransız komutan Joseph Joffre, 5 Eylül 1914’te onlara Müttefiklerin altıncı ordusuyla bir karşı saldırı yapma şansı yakalayarak von Kluck kuvvetlerinin sağ kanadını vurdu. Lorraine’deki doğu cephesinde bulunan Fransız yedek kuvvetleri altıncı orduyu desteklemek ve Almanları kuzeye doğru sürmeye yardım etmek için demiryoluyla Paris’e, sonra da arabalarla cepheye gönderildiler. Bir hafta süren şiddetli çarpışmaların ardından Almanlar, Aisne Nehri’nin çevresinde siper kazarak mevzilendiler.
Savaşın bu ilk büyük muharebesi Almanya’nın ilerleyişini durdurmuş ve Paris’i kurtarmıştı; ancak savaşta daha önce görülmemiş sayıda, 300.000’den fazla kişinin can kaybına yol açmıştı. Sonraki iki ay içinde her iki taraf da birbirine üstünlük sağlamak için Kuzey Denizi’ne gitgide daha da yaklaşarak bir dizi muharebeye girdiler. Bu “Denize Doğru Yarış”, Flanders kıyısı ile (tarafsız) İsviçre arasında, çatışmayı Batı Cephesi’nde dört yıllık bir çıkmaza sokacak olan 640 kilometrelik bir savunma siper ağı yarattı.

Flanders Tarlaları
“Denize Doğru Yarış”, 19 Ekim ve 22 Kasım 1914 tarihleri arasında Batı Flanders’de (Kuzeybatı Belçika) yıkıcı Birinci Ypres Muharebesi’nde doruğa ulaştı. Her iki taraf da kendilerine, birbirine bakan, dikenli tellerle ve dar bir tarafsız bölge şeridiyle ayrılmış olan siperler kazdılar. Askerler saldırılarla kendi pozisyonlarını koruyor; çamur, bit, sıçan, dondurucu havaların korkunç şartları ve keskin nişancı ateşi, top mermileri ve siper saldırılarının tehlikesi altında yemek yiyor ve uyuyorlardı. Topçu ateşi ve makineli tüfeklerin hâkim olduğu, ölülerle dolu savaş alanında her iki taraf da diğerini geçerek ilerlemeye çalışıyordu. İngiliz, Fransız ve Belçikalı birlikler, sayısal üstünlüğe sahip olmasalar da, Almanya’nın, savaş sırasında Fransa ve Belçika’ya mühimmat sağlamak için hayati önem taşıyan Manş Denizi limanlarına doğru ilerlemesini durdurmayı başardılar.
Kasım 1914’te bütün ordular moralini yitirmişti. Girilen çıkmazın sona ermemesi, herkesin umduğu gibi savaşın Noel’de sona ermeyeceği anlamına geliyordu. Kısa bir erteleme yapıldı: Noel Günü’nde, her iki tarafta bulunan Batı Cephesi askerleri kendi kendilerine ateşkes yaptılar, siperlerinden çıkıp futbol oynadılar ve savaşın vahşi ortamında sosyalleştiler.
Ypres sürekli savaşların merkezi haline geldi. İkinci Ypres Muharebesi (22 Nisan-25 Mayıs 1915) sırasında Almanlar, Fransız sömürge ve Kanada birliklerine karşı zehirli klor gazı kullandılar. Rüzgâr tarafından yayılan ve siperlere nüfuz eden gaz, tahrip edici bir etkiye sahipti ve Müttefikleri kendi kimyasal silahlarını ve gaz maskelerini geliştirmeye teşvik etti.
Temmuz ile Kasım 1917 arasındaki Üçüncü Ypres Muharebesi (Passchendaele Muharebesi) Almanların daha da fazla ölümcül hardal gazı kullanmaları nedeniyle, şiddetli ağustos yağışlarının neden olduğu bir çamur batağında devam eden Flanders muharebelerinin en uzunu ve can kaybı açısından en yüksek bedel ödeneni oldu. İngiliz kumandan Douglas Haig’in komutası altındaki İngiliz ve Kanada kuvvetleri Ypres yakınlarındaki yıkılmış Passchendaele köyünü işgal ettiler, her iki tarafın vermiş olduğu 850.000’den fazla can kaybına karşılık, çok küçük bir kazanımdı bu.
Bir Kanadalı asker-şair John McCrae (1872-1918) şunları yazmıştı:
Gelincikler açar Flanders tarlalarında,
Yattığımız yeri işaret ederler,
Sıra sıra dizili haçlar arasında,
Ve tarla kuşları uçar gökyüzünde, hâlâ cesurca şarkı söyleyerek,
Aşağıdaki top sesleri arasında zorla duyulan.
Doğu ve Güney Cepheleri
Batı Cephesi’nin aksine Doğu Cephesi’ndeki savaş, durağan siper savaşı gibi açmaza girmemişti. Ruslar, 17 Ağustos 1914’te Alman sınırından Doğu Prusya’ya geçerek Tannenberg’de daha küçük bir Alman ordusu ile karşılaştılar. Yetenekli Alman birlikleri 26 Ağustos’ta Rus İkinci Ordusu’nu neredeyse tamamen yok etti, ardından 90.000 Rus askeri teslim alındı ve Rus General Alexander Samsonov intihar etti; bu sonuç Almanların moralini yerine getirdi.
Daha güneyde, Galiçya’da, Avusturya kuvvetlerini 3 Eylül’de ezen Ruslar daha iyi durumdaydılar. Almanlar gibi Ruslar da sivillere yönelik şiddetli saldırılarla tanınır hale gelmişlerdi ve onların birlikleri yaklaşırken sivillerin pek çoğu kaçtı. Galiçya’daki büyük Yahudi nüfusu, bu birliklerin elinde korkunç bir şiddete maruz kaldı.
Merkezi Kuvvetler, 1915’in başlarında Doğu Prusya, Polonya, Letonya ve Litvanya’nın bir bölümünde Ruslara ciddi yenilgiler yaşatan Almanya’ya her zamankinden daha fazla bağımlı hale geldiler. Yaza girerken Almanlar Galiçya’yı Rusların elinden aldılar ve 1915 sonbaharında Merkezi Kuvvetler Sırbistan’ı ele geçirdiler, böylece Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasında bir kara tedarik yolunu güvence altına almış oldular.
İtalya, Mayıs 1915’te Müttefiklere katıldı, fakat Avusturya İtalyanları güneye sıkışmış durumda tutmayı başardı. Ancak, Avusturya-Macaristan Cephesi, 1916’da Rus General Aleksey Alekseyevich Brusilov’un Belarus, Ukrayna ve Romanya’ya yaptığı bir saldırı sonucunda dağıldı. Her iki tarafta da büyük kayıplar vardı ve Romanya, Müttefiklerin yanında yer alarak savaşın içine çekildi. Ekim 1917’de İtalya, Caporetto Muharebesi’nde Avusturya ve Alman kuvvetlerine karşı bir felaket yaşadı ve savaşın sonunda Avusturya-Macaristan’la olan sınırındaki daha önceden kendisine vaat edilen bölge için verilen sözlere saygı gösterilmeyerek aşağılandı (bkz. sayfa 72).
Gelibolu Talihsizliği
1915 yılının Mart ayında, İngiltere’nin Deniz Kuvvetleri Bakanı Winston Churchill, Batı Cephesi’ndeki çıkmaza karşı koymak için, 1914’de Almanya ve Avusturya’nın tarafında yer alan Osmanlı İmparatorluğu’na saldırmayı önerdi. Türk başkenti İstanbul’u ele geçirmek amacıyla başlatılan Gelibolu Seferi (1914-16), Türkiye’nin batısındaki stratejik öneme sahip Gelibolu Yarımadası’nda gerçekleşti. Ancak, Çanakkale Boğazı’na giren İngiliz ve Fransız savaş gemileri bir mayın tarlasının içine düşerek battılar. Avustralya, Yeni Zelanda, Hint, Fransız ve Senegal birliklerinin kara istilası, Mustafa Kemal Atatürk tarafından kahramanca yönetilen geçit vermez bir Türk savunması karşısında tam bir çıkmaza girdi. Bu sonuç, Ocak 1916’da birlikleri tahliye edilen Müttefikler için tam bir felaketti. Churchill hükümetteki görevini kısa süre sonra kaybetti, ancak yıllar sonra İngiltere’yi İkinci Dünya Savaşı süresince yine o yönetecekti. Osmanlı Türkleri için bu zafer, savaş bittikten sonra modern Türkiye’nin Atatürk’ün yönetimi altında ortaya çıkması için bir temel oluşturdu (bkz. sayfa 60).
Arap İsyanı
İngilizler için daha başarılı sayılacak olan durum, Ortadoğu’daki Arap topraklarında Osmanlı İmparatorluğu’nun istikrarının bozulmasıydı. Savaştan sonra Arapların bağımsızlığa kavuşacağı vaadiyle İngilizler tarafından teşvik edilen ve 1916 yılının Haziran ayından 1918’e kadar süren Arap İsyanı, Haşimi klanından Prens Faysal ve Arapların güvenini kazanmış olan İngiliz istihbarat subayı T.E. Lawrence (Arabistanlı Lawrence) tarafından gerilla savaşı eğitimi verilen asilerle birlikte yönetildi. Develere bindirilmiş kuvvetler, demiryollarına sabotaj saldırıları gerçekleştirdiler ve Temmuz 1917’de Akabe Limanı’nı ele geçirdiler. Aralık 1917’de kutsal Kudüs şehri, General Edmund Allenby’nin emri altındaki İngilizlere ve Ekim 1918’de Şam Müttefiklere geçti, böylece Ortadoğu’daki savaş sona erdi. Fakat İngilizler ve Fransızlar bağımsız bir Arap devleti için Faysal’ı desteklemek yerine Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaştılar: Filistin ve Ürdün İngilizlere, Suriye ve Lübnan Fransızlara gitti. Küçük bir tazminat olarak, Faysal Irak’ın kralı yapıldı.
Yüzyılın daha sonraki yıllarında yaşanan Arap-İsrail çatışmasının temelinde, bağımsız bir Arap devleti vaadi ve daha sonra İngiltere’nin Filistin’i Yahudilerin vatanı yapma vaadinin yerine getirilmemesinin yattığı söylenebilir (bkz. sayfa 149).
Vive La France! (Yaşasın Fransa!)
1916’da Merkezi Kuvvetler konumlarını güçlendirdiler ve Paris’in yaklaşık 200 kilometre doğusundaki Fransız kale şehri Verdun’a büyük bir saldırı yaparak batıda bir zafer kazanmayı planladılar. Saldırı, 21 Şubat 1916’da 1.200 Alman ağır saldırı silahı ve çok sayıda top mermisi kullanılarak yapılan büyük bir topçu bombardımanı ile başladı. Alman piyadeleri, 24 Şubat’ta Douaumont Kalesi’ni almak için sığ Fransız siperlerini geçerek engel tanımadan ilerlediler. Fakat Fransızlar Verdun’dan çekilmek yerine Alman ilerleyişini durdurdular, onların bu mücadelesi Fransa’nın kendisi için savaşın sembolü oldu. Takviyeler ve malzemeler Fransız birliklerine tek bir yoldan, sürekli saldırıları ve karşı saldırıları tetikleyen Voie Sacrée’den (Kutsal Yol) getiriliyordu. Sonunda, Fransızlar Ekim 1916’da kaybettikleri toprakları geri aldılar. Fransa’yı kurtarmak için yapılan savaşın bedeli, yaklaşık 700.000 Fransız-Alman askerinin kaybıyla çok ağır oldu.
Kızılca Kıyamet Kopuyor
Aynı yıl Verdun’da Fransızlar üzerindeki baskıyı hafifletmek için İngiliz ve sömürge birlikleri Kuzey Fransa’daki Somme Nehri’ne saldırı düzenlediler; bu saldırı büyük oranda İngiliz komutan Douglas Haig’in planıydı. Müttefikler 23 Haziran 1916’dan başlayıp sekiz gün boyunca Alman hattını 2.000’den fazla topla vurdu ve 1 Temmuz’da İngiliz ve İngiliz Milletler Topluluğu’nun (Commonwealth) piyadeleri düşman hendeklerine çok şiddetli bir saldırı düzenledi. Ancak Almanlar derin yeraltı sığınaklarından çıkarak ilerleyen askerleri makineli tüfek ateşiyle kurşun yağmuruna tuttular. Her iki tarafın da zehirli gaz kullandığı ve İngilizlerin ilk tankları konuşlandırdığı muharebe aylarca sürdü. Kasım 1916’ya gelindiğinde Müttefiklerin yaklaşık 12 kilometrelik küçük bir toprak kazancı, bir milyondan fazla kişinin öldürülmesi veya yaralanması pahasına gerçekleşmişti. Bu kadar az bir kazanç için verilen kayıplar açısından savaşın en kötü muharebesi bu olmuştu.
Denizde Savaş
Müttefikler malzeme ve birlikler gönderme konusunda denizdeki hakimiyetlerine güveniyorlardı. Savaş büyük oranda karada yapılmasına rağmen Almanya, Jutland Muharebesi’nde (Mayıs 1916) İngilizlerin donanma üstünlüğüne kafa tutmaya çalıştı. Kuzey Denizi’nde büyük savaş gemileriyle yapılan bu çarpışma, Alman Deniz Kuvvetleri’ni ağır şekilde tahrip eden stratejik bir İngiliz zaferiydi.
1915 yılının Şubat ayından itibaren Alman denizaltılarına (U-Boat), Almanya’ya deniz ulaşımını durduran Kuzey Denizi’ndeki İngiliz deniz ablukasına misilleme olarak, ticaret gemilerine saldırı düzenlemeleri emri verildi. Müttefikler, U-Boat saldırıları ile birçok gemi kaybettiler, ancak sonunda ticaret gemilerini savunulan konvoylar arasına yerleştirerek ve sualtındaki U-Boat’ları tespit etmek için sualtı bombaları ve hidrofon (ses ölçer) donanımları da dahil olmak üzere denizaltı karşıtı savaş yöntemleri geliştirerek bu tehdidi etkisiz hale getirdiler.
U-Boat saldırılarının neden olduğu sivil ölümler, Almanya’ya karşı uluslararası bir nefret doğurdu ve Amerika’nın savaşa katılmasında büyük bir etken oldu.

Lusitania ve Zimmerman
7 Mayıs 1915’te bir Alman denizaltısı, New York’tan İngiltere, Liverpool’a giden, İngiltere için malzeme taşıyan ve 1.900 yolcusu bulunan İngiliz okyanus gemisi Royal Mail Ship (Kraliyet Posta Gemisi) Lusitania’ya saldırdı. Almanya geminin ayrıca silah da taşıdığını iddia etti. Torpidonun çarptığı gemi battı ve kaybolan 1.200 yolcudan 128’i Amerikalıydı. Amerika’daki kamuoyunun şiddetli tepkisi Almanya’nın saldırıları durdurması yönünde bir baskı oluşturdu. Buna rağmen, Batı Cephesi’ndeki çıkmazdan ötürü hayal kırıklığına uğramış olan Almanya 1917’de ayrım gözetmeden U-Boat saldırılarına tekrar başladı, bu karar Amerikan kamuoyunun Almanya’ya karşı duyduğu öfkeyi daha da artırdı.
Ocak 1917’de, İngiliz istihbaratının Almanya tarafından Meksika’ya gönderilen ve Amerika’nın savaşa girmesi durumunda iki ülke arasında bir askeri ittifak öneren, ayrıca Meksika’nın Teksas, New Mexico ve Arizona’da kaybetmiş olduğu toprakları tekrar geri kazanacağını vaat eden Zimmerman Notu’nu ele geçirmesiyle, Amerika tekrar küplere bindi. Amerikan halkının tepkisi, Başkan Woodrow Wilson’ı, Birleşik Devletler’i 6 Nisan 1917’de Müttefik Kuvvetlerin yanında savaşa sokmaya ikna etti.
Birleşik Devletler’in askeri desteği, savaşın akışını Müttefikler lehine çevirmeye yardım edecekti.

Can Çekişme
Savaşın son safhasında, 1917 Devrimi (bkz. sayfa 62) dahil olmak üzere Çarlık Rusya’sındaki iç savaşlar, Mart 1918’de Rusya’yı çatışmadan çıkardı ve doğudaki savaşa son verdi. Bu, Doğu Cephesi’ndeki Alman birliklerini özgürleştirdi ve savaşın odağını Batı Cephesi’ne kaydırdı. Avrupa’nın her tarafına yayılan toplumsal devrim tehdidiyle karşı karşıya kalan Avrupa ülkeleri için hızlı ve belirleyici bir zafer kazanmak, giderek daha da önem kazanmaya başladı.
21 Mart 1918’de, Alman Levazım Daire Başkanı Erich Ludendorff, Batı Cephesi’ndeki çıkmaza ve savaşa son vermeyi amaçlayan bir dizi saldırıdan oluşan “Bahar Taarruzu”nu başlattı. Ludendorff, İngilizleri tecrit etmeyi, ardından da Fransız ordusunu kırmayı planlıyordu: “En kısa sürede saldırmalıyız. Amerikalılar devreye güçlü birlikler sokup ağırlık kazanmadan önce İngilizleri yenmeliyiz.” Almanlar, Rus Cephesi’nden geri getirilen 500 bin ilave birlikle, zehirli gaz ve güçlü patlayıcılarla Müttefikleri bombardımana tutarken, bedensel uygunlukları için tek tek elle seçilen ve düşmanın arka hatlarına sızmak için özel eğitim almış seçkin askerlerden oluşan Fırtına Birlikleri, yoğun sis altında Fransız ve İngiliz ordularını yarıp geçerek 65 kilometre ilerlediler. Paris, uzun menzilli Alman toplarının menzili içindeydi, fakat Alman tedarik hatları fazlasıyla uzatılmıştı. Müttefikler, Fransız komutan Ferdinand Foch’un komutası altında ve Amerikan birliklerinin gönülden verdikleri takviyeyle bir karşı saldırı koordine ettiler (“Yüz Gün”, 18 Temmuz-11 Kasım arası).
Yaz ortalarında Ludendorff’un Flanders ve Fransa’daki saldırıları yatışmıştı ve dağılan Alman ordusu sonbahar geldiğinde denizciler arasında çıkan isyanlar ve ablukanın etkilerini hisseden Alman halkının protestoları sonucunda tamamen çöktü.
Kayzer II. Wilhelm 9 Kasım’da istifa ettiğinde, sosyalistler bir devrim planlıyordu. Ayaklanma, Alman politikacıları, Kayzer’in artık hükümeti yönetemeyeceğine ikna etmişti; Alman halkı yenilgiden, yokluk ve açlıktan dolayı onu suçladı ve sonunda Alman ordu komutanları ona olan desteklerini çektiler. Kayzer, tarafsız Hollanda’ya sürgüne gönderildi.
Foch, 11 Kasım 1918’de Kuzey Fransa’daki Compiègne Ormanı’nda bir tren vagonunda yeni Alman sosyalist hükümetinden bir heyete mütareke şartlarını dikte etti. Mütareke, savaşı sona erdirdi; ancak 28 Haziran 1919’da Versay Antlaşması’nda imzalanan barış şartlarını müzakere etmek bir altı ay daha sürecekti (bkz. sayfa 56).
Endüstriyel Ölçekte Savaş
Müttefiklerin zaferi ve bunu izleyen kutlamalara rağmen, Müttefiklerin ve Merkezi Güçler’in kayıpları ve zararları, tahmini olarak 40 milyon askeri ve sivil zayiat ve 15 milyon ölümle yıkıcı boyutlardaydı. Etkileri ve ölümcüllüğüyle benzeri görülmemiş olan bu savaş, Sanayi Devrimi’nin getirdiği teknolojik değişikliklerin, muazzam orduların kitlesel boyutlarda ölüm saçan silahlarla donatılmasını mümkün kıldığı ilk savaş olmuştu. Askerler ağır toplar, makineli tüfekler, siper havanları, el bombaları, patlayıcılar ve zehirli gazlarla karşı karşıya kaldılar. Pek çoğu, topçu ateşinden, şarapnel yaralarından ve korkunç koşullardan ötürü yakalandıkları hastalıklardan öldü. İlk kez bir savaşta tanklar ve uçaklar kullanıldı ve Alman zeplin uçak gemileri tarafından şehirlere ilk defa yapılan bombalı hava saldırıları, uçaksavar silahlarının geliştirilmesine yol açtı. İlk as pilotlar[2 - As pilot: En az beş düşman uçağı düşüren savaş pilotlarına verilen ad. (ç.n.)] -seksen düşman uçağını vuran Almanya’nın “Kızıl Baron” adlı uçağı da dahil- ortaya çıktı ve 1918 yılına gelindiğinde ilk bombardıman uçakları düşman hatlarının arkasındaki hedeflere saldırmaya başladı. Yurtiçinde, kitle iletişim araçlarıyla yayılan propaganda, ulusları harekete geçirdi ve muhalif tarafta bir nefrete yol açtı.
On dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyılın başlarındaki iyimserlik, hukuk kurallarının anlaşmazlıkları çözebileceği inancı da dahil olmak üzere, I. Dünya Savaşı gerçeği tarafından parçalanmıştı. Yalnızca orduları değil bütün halkları da içine dahil eden mücadelenin daha da umutsuz bir hale gelmesiyle birlikte, ahlak ve mutabakat sağlanan savaş zamanı sözleşmeleri, hayatta kalmak için verilen acımasız bir savaşın sonucu olarak bir tarafa atılmıştı.

3. Bölüm
TOZ DUMAN DAĞILINCA
Avrupa, I. Dünya Savaşı’nda çok derin bir yara almıştı. Toprak, sanayi gücü, kaynaklar ve pazarlar için rekabet eden ülkeler, tüm kıtada büyük tahribat yaratmıştı. Hayatta kalan ve medeniyetin vahşete dönüştüğüne tanık olanlar, Kasım 1918’deki ateşkesin ve Haziran 1919’daki Versay Barış Antlaşması’nın uzun süreli barış getireceğini umuyordu.
İflas eden Avrupa kendini yeniden inşa etmeye başlarken, savaş zamanı ticaretinden ekonomik açıdan güçlü olarak çıkan ABD ve Japonya, bu gücü sürdürmeye devam ettiler. Ancak, “Kükreyen Yirmili Yıllar” boyunca patlama yapan Amerikan ekonomisi 1929’da çökerek Büyük Depresyon’a yol açacak, uzun yıllar süren kitlesel işsizliğe ve dünyanın her yanında sosyal huzursuzluğa neden olacaktı.
Demokrasiye ve kapitalizme olan inancını kaybeden bazı ülkeler, totaliter devlet biçimlerine döndüler. Kökeni İtalya olan faşistler, liberal demokrasileri modası geçmiş olarak gördüler ve sosyalizm ya da komünizm gibi yeni fikirlere karşı çıktılar. Askeri diktatör Benito Mussolini liderliğindeki İtalyan faşist tek parti devleti, liberal değerlerin, demokrasinin ve bireysel hakların üzerinde yeni bir disiplin, ulusal görev, hukuk ve asayişe yönelik değerler sistemini uygulamaya koydu. Almanya, bireysel özgürlükleri reddederek, devletin yararına olacak ekonomik verimlilik esasına dayalı bir tür devlet sosyalizmi olan Nasyonel Sosyalizm ya da Nazizm’i öne çıkardı.
Ekonomik karanlığın ortasında, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Demokratik Weimar Almanya Cumhuriyeti, savaş tazminatları, borçlar ve hiper enflasyon yükü altında başarısızlığa uğradı ve böylece Nazilere bir kapı açmış oldu. Liderleri Adolf Hitler, Almanya’yı bir kere daha genişletmeyi planlamaktaydı. İtalya’da kendine Mussolini gibi doğal bir müttefik bulacak ve dünyayı birinci savaştan çok daha geniş çaplı bir küresel çatışmanın içine sokacaktı.
Her iki savaş arasında geçen yılların ekonomik ve siyasal karmaşasına rağmen, bilimde büyük bir ilerleme kaydedildi. 1927’de ortaya atılan, evrenin milyarlarca yıl önce bir “Big Bang” veya Büyük Patlama sonucu ortaya çıktığını ve maddenin enerjiden yaratıldığını iddia eden önerme de dahil olmak üzere bilimde yepyeni düşünceler ortaya atıldı. Bu teori, arka plandaki kozmik mikrodalgalar gibi fenomenlerin en iyi açıklaması olmayı sürdürüyor. II. Dünya Savaşı’ndaki bilimsel çabaların çoğu silahları geliştirmeye odaklanmış olsa da, aynı zamanda tıbbi tedaviler konusunda gelişmelere de yöneltilmişti.
Buruk Eve Dönüş
1918 yılının “on birinci ayının on birinci gününün on birinci saatinde” Batı Cephesi’ndeki silahlar ateş etmeyi durdurdu ve Büyük Savaş sona erdi. Savaş alanının suskun ortamında Müttefik bir onbaşı şunları söylemişti: “Almanlar siperlerinden çıktılar, başlarını eğerek selam verdiler ve sonra da gittiler. Hepsi bu kadardı. Kutlama yapmak için elimizdeki kurabiyeler dışında hiçbir şey yoktu.” Paris, Londra ve New York’ta kutlamalar bundan daha canlıydı. Dört yıllık kanlı çatışma bitmişti.
Fakat pek çok savaş yorgunu ve yetersiz beslenmiş asker, savaş alanlarına yayılan, birliklere ve daha geniş nüfusa bulaşan ölümcül bir virüs yüzünden evlerine hiçbir zaman ulaşamayacaktı. 1918-1920 yılları arasındaki iki yılda her yanı saran grip salgını, dünya nüfusunun yüzde 5’inin yani I. Dünya Savaşı’nda öldürülenlerin sayısından pek çok kat fazlası olan tahmini 50 ila 100 milyon kişinin yaşamına son verdi. Tarafsız ülke İspanya’da salgının sonuçları, başka yerlerde siyasallaşmış olan savaş bildirimlerinin aksine, doğru sayılarla ilan ediliyordu ve bu da salgının “İspanyol Gribi” lakabıyla adlandırılmasına yol açmıştı. Bu salgın, modern tarihin en yıkıcı salgınıydı.
1918’de yayımlanan bir Amerikan tıp dergisi, tıp biliminin kendini dört buçuk yıl boyunca insanları ateş hattına koymaya adadığına ve şimdi tüm gücünü “öncekilerin hepsinden daha büyük bir düşman olan bulaşıcı hastalıkla mücadele”ye yöneltmesi gerektiğine dikkat çekti. Mikrop teorisi, antiseptikler ve aşılardaki gelişmelerle birlikte halkın seyahat kısıtlamalarını kabul etmesi, virüsün durdurulmasına yardımcı oldu.
Almanya Aşağılanıyor
Kasım 1918’de yapılan ateşkesle Almanya, ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın adil bir barış için temel olacak şartlarını kabul etti: Bu “On Dört Nokta”, ulusların kendi farklılıklarını savaşla değil müzakereler yoluyla ve ABD müdahalesine ihtiyaç duymadan kendi aralarında çözümledikleri ve aynı milliyetten vatandaşların kendilerini yönetmek için özerkliğe sahip oldukları bir dünyayı öngörüyordu. Hiçbir imparatorluk yapılanması olmayacak, silahlar ve kuvvetler azaltılacak, gizli antlaşmalar yapılmayacak ve dünya barışını korumak için uluslararası bir Milletler Cemiyeti kurulacaktı.
Woodrow Wilson, İngiliz Başbakanı David Lloyd George ve Fransız Başbakanı Georges Clemenceau tarafından temsil edilen Müttefikler, bu idealleri göz önünde bulundurarak, Almanya’ya sunacakları resmi barış şartları üzerinde sekiz ay çalıştılar. Bu şartlar Versay Antlaşması içinde düzenlendi ve 28 Haziran 1919’da Paris yakınlarındaki Versay Sarayı’nın Aynalı Salon’unda Alman Weimar Cumhuriyeti (Alman İmparatorluğu’nun halefi) tarafından imzalandı.
Versay Antlaşması, diğer antlaşmalarla birlikte, yıkılan Merkezi Güçler’in topraklarını -Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları- parçalara böldü. Savaşı başlatma suçu doğrudan Almanya’nın omuzlarına yüklendi ve Almanya bu yüzden, savaştan zarar gören ülkelere maddi tazminat ödemek zorunda bırakıldı. Alsas-Loren Fransa’ya geri verildi, diğer Alman toprakları İngiltere, Belçika, Danimarka, Çekoslovakya, Polonya ve Rusya mandasına girecekti ve Doğu Avrupa devletleri olan Estonya, Litvanya ve Letonya yaratılacaktı. Alman ordusu 100.000 kişiye, deniz kuvvetleri altı gemiye indirildi ve tek bir denizaltı bırakılmadı. Ayrıca Alman hava kuvvetleri diye bir şey olmayacaktı. Hayati bir sanayi bölgesi olan Rhineland’ın (Ren Vadisi) batısı (Batı Almanya), üzerinde on beş yıl boyunca Müttefik işgal ordusunun bulunacağı askerden arındırılmış bir bölge haline geldi. Almanya’nın Avusturya ile tekrar birleşmesi yasaklandı.
Clemenceau ve Fransızlar bu antlaşmanın sadece Almanya’ya bir ceza olarak yapıldığını düşünüyorlardı; ancak Fransız Mareşal Ferdinand Foch, yeni nesil Almanların uğradıkları yenilginin intikamını almak isteyeceklerini öngörerek bu şartları çok yumuşak buluyordu. “Bu bir barış değil,” diyordu Foch “yirmi yıl sürecek bir ateşkes.” Woodrow Wilson ve Lloyd George, Almanya’yı komünizmin yayılmasına karşı bir kale gibi hazır olarak yanlarında tutmayı bir avantaj görerek antlaşmanın çok sert olduğunu düşünüyordu (bkz. sayfa 62).
Alman halkı bu antlaşmadan nefret ediyordu. Bir Alman gazetesi Deutsche Zeitung “Hak ettiğimizi geri alıncaya kadar asla durmayacağız,” yorumunu yaptı. Ekonomik olarak bu antlaşma, Almanya’nın boynundaki bir zincirdi.
Wilson’ın hırslı Milletler Cemiyeti gerçek oldu, ancak ABD egemenliğinin kaybolmasından korkan ve Avrupa meselelerinden uzak durmak isteyen ABD Kongresi, sonuçta dünya barışını koruma hedefinde yetersiz kalacak olan bu uluslararası girişime katılmama yönünde oy kullandı.
Habsburg Hanedanlığı Yıkılıyor
Kutsal Roma İmparatorluğu’nun on beşinci yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar hükümdarı olan Habsburglar, 1804’ten beri Avusturya İmparatorluğu’nu yönetmişti. Kraliyet ailesi, 1867’de Avrupa’nın yükselen güçlerini dengelemek ve Macar milliyetçiliğine karşılık vermek için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu yönetmek üzere Macaristan’la ikili bir monarşi oluşturdu. Bu çok etnikli büyük imparatorluk sayısız iç çatışma yaşamıştı ve şimdi I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya güvenmesinin bedelini ödeyecekti. Savaşın sonunda mahvolan imparatorluk birkaç bağımsız ulusdevlete bölündü. Çekler yıllarca Avusturyalı yöneticilerine karşı ve Macaristan’ın yönetimi altındaki Slovaklar da Macarlara karşı savaşmışlardı. Dolayısıyla, savaş sırasında Rus cephesinde çok sayıdaki Çek ve Slovakın döneklik etmesi sürpriz olmamış ve 1918 yılında yeni bir Çekoslovakya devleti bağımsızlığını ilan etmişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403261?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Fists of Righteous Harmony: Adil Düzen Yumrukları. (ç.n.)

2
As pilot: En az beş düşman uçağı düşüren savaş pilotlarına verilen ad. (ç.n.)
Bir nefeste 20. yüzyıl Okakura Kakuzo
Bir nefeste 20. yüzyıl

Okakura Kakuzo

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kronolojik olarak hazırlanmış bu kitapta yazarlar bizi dünya savaşlarından siyasal ve sosyal devrimlere, buluş ve keşiflerden küreselleşmeye, internetten iklim değişikliklerine götürüyor.

  • Добавить отзыв