Aylak bir adamdan aylak düşünceler

Aylak bir adamdan aylak düşünceler
Jerome Klapka Jerome
Birçok tembel ve ağırkanlı insan olduğu doğru ama hakiki anlamda aylak nadir bulunur. Aylak kimse, elleri cebinde tembellik yapan birisi değildir. Tam aksine, aylak kimsenin en şaşırtıcı özelliği, onun daima yoğun olmasıdır.

Jerome K. Jerome bu kitabıyla, yaşadığı yüzyılın otoriter yönetim anlayışına baş kaldırır. Bireyin sürekli yönlendirildiği bu dünyaya, felsefenin ve mizahın birleştiği bir noktadan gülümser.

Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler, bir klasik olarak karşınızda.
“Küçük, komik bir başyapıt!” –The Independent

“Hâlâ güncel, hâlâ şeytanca eğlenceli.” -Tom Hodkinson, Aylak Zevkler Kitabı’nın yazarı

Jerome K. Jerome
AYLAK BİR ADAMDAN AYLAK DÜŞÜNCELER

Bu küçük kitap,
iyi ve kötü günlerimin çok değerli ve sevilen arkadaşına,
tanışıklığımızın ilk zamanlarında benimle sık sık ters düşse de şimdi benim en sıcak yoldaşım olmuş,
keyfini ne kadar çok kaçırmış olsam da benden hiç intikam almamış ve beni üzmemiş,
evimdeki bütün kadınlar tarafından soğuk bir şekilde karşılanan ve köpeğimin şüpheyle izlediği
ama yine de her geçen gün benimle daha çok yakınlaşan ve beni arkadaşlığının kokusuyla saran,
hiçbir zaman hatalarımı yüzüme vurmayan, borç para istemeyen ve kendinden bahsetmeyen,
aylak saatlerimin refakatçisi, üzüntülerimin dindiren, sevinç ve umutlarımın sırdaşı,
benim en eski ve en sağlam pipoma,
minnet ve sevgiyle adanmıştır.

Önsöz
Bu sayfalar henüz bir taslak halindeyken birkaç arkadaşa gösterdiğimde hiç de fena olmadığını söylemeleri ve bazı akrabalarımın çıkarsa satın alacaklarına söz vermeleri üzerine, bu kitabın yayınlanmasını daha fazla geciktirmeye hakkım olmadığını düşündüm. Ama sırf bu kitaba olan talepten ötürü bu basit, “aylak düşüncelerimi” insanlara sunmayı gözüm kesmezdi. Bugünlerde okurların bir kitaptan beklentisi, o kitabın kendilerini geliştirmesi, eğitmesi ve yüceltmesidir. Fakat bu kitap bir ineği bile yüceltemez. Vicdanen bu kitabı hiçbir işe yarar amaca yönelik olarak tavsiye edemem. Tüm söyleyebileceğim şu ki; “en iyi yüz kitabı” okumaktan sıkıldığınızda, bu kitabı yarım saatliğine elinize alabilirsiniz. Değişiklik olur.

Aylak Olmak Üzerine
Şimdi bu gerçekten au fait[1 - Au fait (fr): İyi bilen. (e.n.)] olduğumu düşündüğüm bir konu. Beni daha çok küçük yaşlarda, dönemliği tamı tamına 9 gineye bilgelik suyunda yıkayan beyefendi, daha fazla zamanda daha az iş yapabilecek başka bir erkek çocuğu tanımadığını söylerdi. Hatırlıyorum da zavallı büyükannem dua kitabından nasıl yararlanacağımla ilgili bir ders sırasında tesadüfen, yapmamam gereken şeyleri çok nadir yaptığıma şahit olmuş; yapmam gereken hemen hemen her şeyi ise yapmadan bıraktığıma son derece ikna olmuştu.
Korkarım ki yaşlı kadının kehanetini kısmen yalanlamış oldum. Tanrım beni affetsin! Tembelliğime rağmen yapmamam gereken birçok şey yaptım. Ama ihmal etmem gereken her şeyi ihmal ederek diğer hükmün geçerliliğini sonuna kadar doğruladım. Aylak olmak her zaman için benim güçlü yanımdı. Bu konuda kendime pay biçmiyorum; bu bana bahşedilmiş bir hediye! Çok az insan buna sahiptir. Birçok tembel ve ağırkanlı insan olduğu doğru ama hakiki anlamda aylak nadir bulunur. Aylak kimse, elleri cebinde tembellik yapan birisi değildir. Tam aksine, aylak kimsenin en şaşırtıcı özelliği, onun daima yoğun olmasıdır.
Yapılacak bir sürü iş olmadığı takdirde aylaklığın tadını çıkarmanın imkanı yoktur. Yapılacak hiçbir şey olmadığı zaman, hiçbir şey yapmamanın eğlencesi olmaz. Öyle bir durumda boşa vakit harcamak yalnızca bir uğraşı, hem de yorucu bir uğraşı olur. Aylaklığın tatlı olması için, aynı öpücüklerde olduğu gibi, çalınması gerekir.
Uzun yıllar önce genç bir adamken bir hastalığa yakalanmıştım; hiç öyle büyük bir sıkıntım olduğunu düşünmüyordum. Bana kalırsa sadece çok fena soğuğa yakalanmıştım. Ancak galiba ciddi bir şeymiş ki doktor bana bir ay öncesinden gelmiş olmam gerektiğini ve hastalık (her neydiyse artık) bir hafta daha devam etmiş olsaydı sonuçlarından kendisinin sorumlu olmayacağını söylemişti. Ne ilginçtir ki bir gün daha bekleseymişiz hastalığın tedavisi mümkün olmayacakmış. Tıbbi rehberimiz, filozofumuz ve arkadaşımız bir melodramdaki kahraman gibidir; her zaman sahneye en son anda girer. Bunun adı tam olarak takdir-i ilahi.
Her neyse, dediğim gibi çok hastaydım ve bir aylığına Buxton’a sevk edilmiştim. Orada olduğum süre boyunca hiçbir şey yapmamam konusunda da sıkı sıkıya tembihlenmiştim. “İhtiyacın olan şey istirahat,” demişti doktor, “kusursuz bir istirahat”.
Kulağa güzel geliyordu. “Bu adam belli ki şikayetimden anlıyor,” demiş ve muhteşem bir sürecin hayalini kurmuştum: içine birazcık hastalık serpiştirilmiş dört haftalık huzurlu bir dinlenme dönemi. Çok fazla hasta olmak değil ama yeterli düzeyde hasta olmak: acı çektirecek ve bu süreci şiirsel hale getirecek düzeyde bir hastalık. Geç kalkmalı, çikolatamı yudumlamalı ve kahvaltımı terlik ve sabahlıklarımla yapmalıydım. Bahçede bir hamağa uzanmalı ve kitap bitkin elimden kayıp düşene kadar melankolik sonlu duygusal romanlar okumalı ve orada koyu mavi semaya hayaller kurarcasına bakmalı, beyaz yelkenli gemiler gibi süzülen yumuşacık bulutları izlemeliydim. Kuşların neşeli şarkısını ve ağaçların hafif hışırtısını dinlemeliydim. Ya da dışarı çıkamayacak kadar zayıf düşersem zemin katın penceresinin önündeki yastıklara yaslanıp heba olmuş ve tuhaf bir halde oturmalıydım ki oradan geçen bütün güzel kızlar beni gördükçe iç çeksinler.
Ve günde iki kez Bath[2 - Bath Chair (Bath Sandalyesi): 18. yüzyılda James Heath tarafından tasarlanmış, adını İngiltere’nin Bath kentinden alan, tek kişilik bir tür tekerlekli sandalye.] sandalyesiyle Colonnade’e gidip su içmeliydim. Ah, o sular! O zamanlar o sular hakkında hiç bilgim yoktu ve bu fikir beni oldukça cezbetmişti. “Sulardan içmek” kulağıma hoş gelmişti ve bana Kraliçe Anne dönemini anımsatıyordu. Dolayısıyla da hoşlanacağımı sanmıştım. Ama ilk üç veya dört sabahtan sonra durumun hiç de öyle olmadığını gördüm! Sam Weller’ın onları “sıcak ütü tadında” olarak tanımlaması, iğrençliklerinin yalnızca bir kısmını ifade etmektedir. Hasta bir adamı hemencecik iyileştirecek bir şey varsa o da, iyileşene kadar her gün o sulardan bir bardak dolusu içmesi gerektiğini öğrenmesidir. Altı gün ardı ardına düzenli olarak içtim ve neredeyse ölüyordum ki sonra bütün bu suların üstüne bir bardak konyak ile su içtim ve hemen rahatladığımı gördüm. O zaman bazı tanınmış tıpçılar alkolün, suyun içindeki demir gibi bazı mineralleri tamamen yok etmiş olabileceği bilgisini verdiler. Ne mutlu bana ki doğru fikri yakalayacak kadar şanslıymışım.
Ama “sulardan içmek”, o unutulmaz ay süresince maruz kaldığım işkencenin yalnızca küçük bir kısmıydı. O ay istisnasız bir şekilde hayatımın en acınası ayıydı. O ayın en iyi bölümündeyse doktorun talimatlarına harfiyen uyup evde ve bahçede dalgın dalgın dolaştım ve günde iki saatliğine Bath sandalyesiyle dışarı çıkmak dışında hiçbir şey yapmadım. Bu gerçekten de monotonluğu bir nebze olsun kırıyordu. Bath sandalyesiyle dolaşmak, özellikle canlandırıcı egzersizlere alışkın olmayanlar için, sıradan bir gözlemcinin görebileceğinden daha heyecan vericidir. Yabancı birinin anlayamayacağı türden bir korku hissi daima sandalyenin üstünde bulunan kişinin zihnini meşgul eder. O kişinin bütün derdi karşısına bir çukur ya da yeni bir şose yol çıktığında, bu engelleri nasıl geçebileceğini bilmek olur. Geçen her aracın kendisine çarpacağını sanır ve kendisini asla, hemen kontrolü bırakmaya hazır gibi görünen zayıf dizlerinin böyle yapma ihtimalini düşünmeksizin bir tepeyi çıkarken veya bir tepeden inerken göremez.
Ama bu oyalanma bile bir süre sonra heyecanını yitirdi ve ennui[3 - Ennui (fr): Sıkıntı. (e.n.)] dayanılmaz bir hâl aldı. Zihnimin pes edişini hissetmiştim. Kuvvetli bir zihnim yoktur; bu yüzden onu aşırı yormanın mantıklı olmadığını düşündüm. Yaklaşık olarak yirminci günün sabahında erkenden kalktım, iyi bir kahvaltı yaptım ve dosdoğru Kinder Scout’un ayağındaki Hayfield’a yürüdüm. Güzel bir vadiyi geçince ulaşılan Hayfield sevimli, hareketli, küçük bir kasaba olmakla birlikte bünyesinde iki güzel kadını da barındırıyordu. En azından o zamanlar çok güzeldiler. Biri beni köprüden geçirmiş ve sanırım gülümsemişti. Diğeriyse açık bir kapının ağzında bekleyip kırmızı suratlı bir bebeğe öpücükler konduruyordu. Ama bu yıllar önceydi ve sanırım o zamandan bu zamana şişmanlayıp huysuz bir hâl almışlardır. Dönüşte taş kıran yaşlı bir adam görmüştüm ve bu bende kollarımı kullanmam için öyle güçlü bir istek uyandırmıştı ki adama, içecek bir şeyler karşılığında onun yerine geçmeme izin vermesini teklif etmiştim. Kibar bir yaşlı adamdı ve beni kırmamıştı. Taşlara üç haftanın birikmiş enerjisiyle vurdum ve adamın tüm gün yaptığından fazla işi yarım saatte yaptım. Ama bu onun kıskançlık duymasına neden olmadı.
Tehlikeyi göze alarak daha fazla enerji harcıyor ve her sabah uzun bir yürüyüşe çıkıp her akşam pavyondaki grubu dinlemeye gidiyordum. Ama günler yine de yavaş ilerliyordu. Bu yüzden son gün gelip çattığında oldukça mutluydum; damlalı, veremli Buxton’dan sıkı çalışma hayatı ve yaşam tarzıyla Londra’ya gönderiliyordum. Akşam Hendon’dan geçerken at arabasından dışarıya baktım. Büyük kentten yansıyan muazzam görüntünün kalbimi ısıttığını hissettim ve daha sonra arabam, St. Pancras İstasyonu’ndan tıngırdayarak giderken etrafımda duyduğum eski, tanıdık uğultu uzun zaman sonra duyduğum en tatlı müziği dinlettirdi bana.
O ayın aylaklığını kesinlikle sevmemiştim. Aylaklığı, aylak olmam gerekmediği zamanlarda seviyorum, yapabileceğim tek şey oyken değil. Bu benim dik başlı mizacımda var. Sırtımı ateşe vererek beklemeyi en çok sevdiğim zaman, ne kadar borcumun olduğunu hesapladığım, bir sonraki postaya yetiştirilmesi gereken mektupların masamın üstünde birikip en yüksek noktaya ulaştığı zamandır. Akşam yemeğinden sonra en uzun süre oyalandığım zaman, önümde yoğun bir akşam çalışmasının beklediği zamandır. Ve eğer önemli bir nedenden dolayı sabah erken kalkmam gerekiyorsa, işte o zaman diğer bütün zamanların aksine, yatakta bir yarım saat daha uzanmayı seviyorum.
Oh! Ne güzel şeydir diğer yana dönüp tekrar uykuya dalmak: “Beş dakika daha”. Merak ediyorum, erkek çocukları için bir Pazar kursu masal kahramanı dışında gönüllü olarak kalkan kimse var mıdır? Bazı erkekler var ki onlar için doğru zamanda kalkmak imkansız. Eğer ki sekiz, dışarı çıkmaları gereken saatse buçuğa kadar uyurlar. Şartlar değişir de sekiz buçuk yeterince erken bir saat olursa o zaman da dokuzdan önce kalkamazlar; aynı, daima dakikası dakikasına yarım saat geç kaldığı söylenen devlet büyüğümüz gibidirler. Her türlü dalavereye vardırlar! Alarmlı saatler (şeytanca tasarlanmış, yanlış zamanda çalıp yanlış insanları uyandıran icatlar) alırlar. Sarah Jane’e kapılarını çalıp onları çağırmasını söylerler ve Sarah Jane de kapıyı çalıp onları çağırır; onlar da “erken” deyip krallar gibi tekrar uykuya dönerler. Yataktan çıkıp soğuk bir duş alan bir adamla tanışmıştım ama bu da bir işe yaramıyordu, çünkü sonrasında kendini ısıtmak için tekrar yatağa atlıyordu!
Şahsen ben, bir kere çıkmışsam yataktan uzak durabileceğime inanıyorum. Bana zor gelen şey, kafamı yastıktan kaldırması. İşin kötüsü, geceden yapılan hiçbir hazırlık bu işi daha kolay hale getirmiyor. Tüm geceyi heba ettikten sonra kendime “neyse, bu gece daha fazla çalışmayacağım; sabah erken kalkacağım,” diyorum ve o an tamamen kararımı vermiş oluyorum. Ancak sabah olduğunda bu fikir konusunda hevesim kaçmış oluyor ve gece geç saate kadar ayakta olsaymışım çok daha iyi olabileceğini düşünüyorum. Tabii bir de giyinme sıkıntısı var. İnsan bu konuyu ne kadar çok düşünürse, o kadar çok ertelemek istiyor.
Şu yatak dedikleri, üzerinde yorulmuş kol ve bacaklarımızı esnettiğimiz ve büyük bir sükûnetle sessizliğe gömülüp dinlendiğimiz sahte mezar, gerçekten ilginç bir şey. “Ah yatağım, vah yatağım, benim yorgun başıma dünya üzerindeki cennet yatağım,” zavallı Hood’un şarkısında söylediği gibi sen, biz huysuz erkek ve kız çocuklarının nazik ve yaşlı hemşiresisin. Zeki olalım, aptal olalım; yaramaz olalım, uslu olalım; sen hepimizi o anaç dizine kabul ediyor ve sevimsiz ağlamamızı dindiriyorsun. Bakımlı, güçlü adam; acılar içindeki hasta adam; sadakatsiz sevgilisine ağlayan küçük genç kız… Hepimiz ağrıyan başımızı çocuklar gibi senin beyaz göğsüne yaslıyoruz ve sen de nazik bir şekilde bizi uykuya taşıyorsun.
Bize yüzünü dönüp bizi teselli etmediğinde işimiz zor. Uyuyamadığımızda şafak ne kadar da uzak görünür! Ah, o ateşler ve ıstırap içinde bir o yana bir bu yana döndüğümüz geceler! Ah, o ölüler arasında yaşayan adamlar gibi kendimiz ve aydınlık arasında öyle aheste aheste ilerleyen karanlık saatlere baktığımız iğrenç geceler! Ve ah, o bir başkasının yanında acı içinde oturduğumuz, kısık ateşin zaman zaman azalan cürufuyla bizi ürküttüğü ve saat tik-takının her vuruşta başında durduğumuz kişinin hayatını biraz daha söküp alan bir çekiç gibi göründüğü daha da iğrenç geceler!
Ama bu kadar yatak ve yatak odası muhabbeti yeter. Aylak bir adam için bile onlardan çok bahsettim. Yataktan çıkıp biraz sigara içelim. O da aynı şekilde zamandan çalıyor ve o kadar da kötü görünmüyor. Tütün, biz aylaklar için bir nimet. Sir Walter’ın döneminden önceki devlet memurlarının zihinlerini neyle meşgul ettiklerini hayal etmek güç görünüyor. Orta Çağ genç erkeklerinin kavgacı mizaçlarını tamamen rahatlatıcı tütün isteğine bağlıyorum. Yapacak işleri yokmuş ve sigara içemiyorlarmış. Sonuç olarak da daima kavga ediyor, bağrışıyorlarmış. Sıra dışı bir ihtimal de olsa, savaşın olmadığı bir döneme denk gelindiyse yan komşuyla ölümüne bir kan davasına tutulurlar ve buna rağmen hâlâ boş zamanları varsa bu zamanları, kimin sevgilisinin en güzel göründüğünü tartışarak doldururlarmış. Argümanları da savaş baltasından, sopadan, vesaireden oluşurmuş. Zevk tartışmaları o günlerde çabuk sonuçlanırmış. Bir on ikinci yüzyıl genci aşka düştüğünde üç adım geri gidip, kızın gözlerinin içine bakıp ona çok güzel olduğunu söylemezmiş. Dışarı çıkıp icabına bakacağını söylermiş. Ve eğer dışarı çıktığında bir adamla karşılaşıp kafasını (diğer adamın kafasını yani) kırarsa bu, o kızın (yani birinci adamın sevdiği kızın) güzel bir kız olduğunun kanıtı olurmuş. Ama eğer diğer adam kafasını (kendi kafasını değil, diğer adamın kafasını) kırarsa diğer adam, ikinci adama, çünkü elbette ki diğer adam, onun için yalnızca diğer adam olabilir, ilk adam değil ki o da kafasını kırarsa, onun sevdiğinin, diğer adamın değil de öbür adamın… Bak şimdi: A, B’nin kafasını kırmışsa o zaman A’nın sevdiği kız güzel bir kızdır ama B, A’nın kafasını kırmışsa, o zaman A’nın sevdiği kız güzel değildir ama B’nin sevdiği kız öyledir. Sanat eleştirisinde de kullandıkları yöntem buymuş.
Günümüze gelindiğindeyse, biz bir pipo yakıyor ve kızları kendi aralarında kavgaya düşürüyoruz.
Bu işi çok da iyi yapıyorlar. Bizim bütün işimizi onlar yapıyor. Birer doktor, avukat ve ressam olabiliyorlar. Sinema salonu işletip para söğüşlüyor, yayınlamak üzere gazete hazırlıyorlar. Biz erkeklerin on ikiye kadar yatakta uzanmak; günde iki roman okumak; kendimize güzel, sevimli beş çayları hazırlamak; beynimizi pantolonda son modayı ve Bay Jones’un paltosunun neyden yapıldığı ve kendisine yakışıp yakışmadığı konusundaki tartışmalarla yormaktan başka yapacak bir şeyi olmadığı zamanları dört gözle bekliyorum. Bu, aylak adamlar için muhteşem bir gelecek beklentisi.

Âşık Olmak Üzerine
Elbette daha önce âşık olmuşsundur! Olmadıysan da olursun. Aşk kızamık gibidir; hepimizin başına gelir. Yine aynı kızamık gibi, bir kere başımıza gelir. Kişi ikinci kez yakalanmaktan asla korkmamalıdır. Bir kere bunu yaşamış olan bir insan en tehlikeli yerlere gidebilir ve en çılgın numaraları son derece güvenli bir şekilde yapabilir. Gölgelik bir ormanda piknik yapabilir, yapraklı yollardan salına salına geçebilir ve günbatımını seyretmek için yosun tutmuş oturakların üzerinde vakit geçirebilir. Sessiz bir kır evinden, en fazla kendi kulüp ortamından korktuğu kadar korkar. Ren Nehri üzerinde gezintiye çıkmak için bir aile partisine katılabilir. Bir arkadaşının kendi sonunu hazırlayışını görmek için onun evlilik törenine katılabilir. Büyüleyici bir vals dansının getirdiği baş dönmesine dayanabilir ve sonrasında karanlık bir yerde en kötü ihtimalle soğuk algınlığından daha ağır olmayan bir hastalığa yakalanıp dinlenmeye çekilebilir. Ay ışığında hoş kokulu sokaklarda yürümeye cesaret edebilir ya da kasvetli alacakaranlık zamanlarında kendine hâkim olabilir. Bir çit merdiveninin üstesinden sorunsuzca gelebilir, karman çorman bir engelden yakalanmadan geçebilir, düşmeden kaygan bir yokuştan aşağı inebilir. Çıplak gözle güneşe bakabilir ve gözleri kamaşmaz. Siren seslerini duyar ancak dümeninin yönünü değiştirmeksizin su üstünde ilerlemeye devam eder. Eli bembeyaz olan kimselerle tokalaşır ama hiçbir elektrik kuvveti onun bu insanların zarif baskıları altında kalmasına müsaade etmez.
Hayır, aşk hastalığına asla iki kez yakalanmayız. Cupid[4 - Klasik mitolojide arzunun, şehvetin ve aşkın tanrısı. (ç.n.)] aynı kalp için ikinci bir ok heba etmez. Aşkın hizmetçileri bizlerin ömür boyu dostudur. Saygı, hayranlık ve sevgi için kapılarımız daima açık kalabilir ancak onların göklerdeki efendisi, asil yolculuğunda yalnızca bir kere ziyaret eder ve sonrasında ayrılır. Hoşlanırız, değer veririz, çok ama çok tutkun oluruz ama tekrar asla âşık olmayız. Bir erkeğin kalbi, sadece bir kez gökyüzüne doğru parlayan bir havai fişektir. Göktaşı gibidir; bir an yanıp söner ve ihtişamıyla, altında kalan dünyanın tamamını aydınlatır. Sonra sefil, sıradan hayatımızın gecesi, onun etrafını kuşatır ve dünyaya düşmekte olan sönmüş havai fişek kutusu yavaş yavaş kül olmaya yüz tutarken kullanışsız ve bakımsız bir şekilde yerde kalır. Hapishane zincirlerimizden kurtulduğumuzda biz de bir kere aynı kudretli Prometheus[5 - Yunan Mitolojisi’nde, yarattığı insanlığa ateşi hediye etmiş titan.] gibi Olimpos Dağı’na tırmanıp Apollo’nun[6 - Yunan ve Roman Mitolojisi’nde müziğin, güneşin, şiirin ve daha birçok şeyin tanrısı.] savaş arabasından tanrıların alevini çalmaya cüret ederiz. Alev sönmesin diye alelacele aşağıya koşturup ellerindeki ateşle dünyevi sunaklarını yakabilenler mutlu olurlar. Aşk, içimize çektiğimiz mide bulandırıcı gazların yanında yakılamayacak kadar saf bir ışıktır ama sönmeden önce onu, sevginin sıcak ateşini yakmak için bir meşale olarak kullanabiliriz.
Hem ne de olsa o insanın içini ısıtan parıltı, dünyamızın küçük, soğuk arka odasına buram buram yanan alevden, aşktan daha uygundur. Aşk, görkemli bir tapınağın cazibeli ateşi olmalıdır; kilise orgunun cenneti anımsatan müzikler çaldığı büyük, loş bir mabedin ateşi… Aşkın beyaz alevi söndüğünde sevgi, mutlu bir şekilde yanacaktır. Sevgi günden güne beslenebilen bir ateştir ve kış dolu seneler yaklaştıkça üst üste, üst üste biriktirilebilir. Yaşlı amcalar ve teyzeler incecik ellerini kenetleyip onun yanında oturabilir, küçük çocuklar önüne yerleşebilirler. Arkadaş ve komşulara ise onun yanında bir “hoş geldin köşesi” ayrılmıştır. Hatta tüylü Fido ve yağlı Titty bile demirler arasından uzatıp burunlarını ısıtabilirler.
İyiliğin kömürlerini o ateşin üstüne yığalım. Hoş sözlerini, nazik dokunuşlarını, düşünceli ve bencil olmayan davranışlarını o ateşin üstüne at. Hoş mizacın, sabrın ve tahammülün ile ateşi yelle. O zaman rüzgarın esmesine, yağmurun yağmasına aldırış etmene gerek kalmaz, çünkü aile ocağın sıcak ve canlı olacak ve etrafındaki yüzler de dışarıdaki bulutlara inat güneşi doğuracaklardır.
Korkarım ki sevgili Edwin ve Angelina, aşktan çok fazla şey bekliyorsunuz. Sanıyorsunuz ki küçücük gönülleriniz bu azılı, sert tutkuyu ömrünüz boyunca besleyebilecek. Ah, şu gençler! O düzensiz ateşe çok fazla güvenmeyin. Aylar geçtikçe alev küçüldükçe küçülecek ve yakıt tazeleme imkanınız da yok. Ateşin sönmesini sinirle ve düş kırıklığıyla izlersiniz. Her iki tarafta da karşı tarafın daha soğuk davrandığı hissi hakim olur. Edwin tatsız bir şekilde artık Angelina’nın kendisini karşılamak için gülücükler ve yüz kızarıklığıyla kapıya koşmadığını görür. Ve artık öksürdüğünde, Angelina ağlamıyor ve kollarını boynuna sararak onsuz yaşayamayacağını söylemiyordur. Büyük ihtimalle en fazla yapacağı şey, pastil önermek olur ve bunu da öyle bir ses tonuyla söyler ki kurtulmak istediği şeyin her şeyden önce, gürültü olduğu anlaşılır.
Zavallı Angelina da içten içe ağlıyordur artık, çünkü Edwin onun eski mendilini, yeleğinin iç cebinde taşımaya son vermiştir.
Her ikisi de bir diğerinde gördükleri soğumayı şaşkınlıkla karşılarlar ama her ikisi de kendilerindeki değişimi görmez. Görselerdi böyle acı çekmezlerdi. Acının kaynağını doğru yerde ararlardı: zavallı insan doğasının küçüklüğünde. Birlikte başarısız olduklarını görüp el ele tutuşur ve evlerini yeni baştan, daha ayakları yere basan ve dayanıklı temeller üzerine kurarlardı. Ama kendi eksikliklerimizi görme konusunda gözlerimiz öylesine kör, başkalarınınkini görme konusunda ise öylesine açık ki… Başımıza gelen her şey her zaman için karşı tarafın suçu. Keşke Edwin o kadar tuhaf olmasa ve değişmeseydi. O zaman Angelina onu sonsuza kadar sevmeye devam ederdi. Keşke Angelina, Edwin’in ona ilk taptığındaki gibi kalsaydı. O zaman Edwin ona ebediyete kadar tapardı.
Aşkınızın lambası sönüp de sevginin ateşi henüz yakılmadığında ve hayatın soğuk, çiğ şafağında onu yakmak için el yordamıyla arandığınızda ikiniz için de keyifsiz bir saat başlamış demektir. Tanrı vere ki günün çoğu heba edilmeden ateş alsın! Birçokları sönmüş kömürlerin yanında gece olana kadar soğuktan donarak oturuyor.
Ama öğüt vermenin ne faydası var? Gençlik aşkının damarlarından hızla aktığını hisseden hangi insan daha sonra onun zayıf ve yavaş bir şekilde akacağını düşünebilir? Yirmi yaşındaki delikanlıya, altmış yaşına geldiğinde o zamanki kadar delice sevmeyeceği fikri imkansız görünür. Tanıdığı orta yaşlı veya ileri yaştaki beyefendiler arasında hummalı bağlılık gösteren kimseyi hatırlayamaz ama bu, kendisine olan inancına engel olmaz. Başkalarının aşkı başarısız olabilir ama onunki asla olmaz. Kimse onun sevdiği gibi sevmemiştir ve bu yüzden de dünyanın geri kalanının deneyimleri onun için rehberlik görevi gösteremez. Yazık ki otuzunda alaycıların mertebesine yükselmiştir. Suç onun değildir. Hem iyi hem de kötü tutkularımız yüz kızarıklığımızla birlikte sona erer. Otuzlu yaşlarımızda, yeniyetmelik dönemlerimizde olduğu gibi nefret etmez, yasa boğulmaz, sevinç duymaz, ümitsizliğe kapılmayız. Umutsuzluk, intihar anlamına gelmez ve başarı meyini alkol zehirlenmesi yaşamadan içeriz.
Yaşlandıkça her şeyi minör anahtarından alırız. Hayatın geç dönem operalarında az sayıda büyük pasaj vardır. Hırs daha az hırslı hedef almaya başlar. Onur daha makul hale gelir ve kendini ortamlara uygun biçimde adapte eder. Ve aşk… Aşk ölür. “Gençlik hayallerini saymamazlık” kısa sürede öldürücü soğuklar gibi kalbimize sokulur. Nazik yapraklar ve büyüyen çiçekler sararıp solarlar ve bir zamanlar filizlerini dünyanın çevresine sarma özlemi taşıyan asmadan geriye cansız bir kök kalır.
Benim önyargısız arkadaşlarım bütün bunları toplumsal değerlere aykırı olarak değerlendireceklerdir, biliyorum. Bir adam delikanlılıktan sonra âşık olmadığını söylediğinde saçında fazlaca gri belirene kadar iddiaları kulak verilmeye değer şeyler olarak görülmez. Genç hanımlar, bizim cinsimize ilişkin görüşlerini yine kendilerinin yazdığı romanlardan alıyorlar ve o kabus literatüründe erkekler için gizlenen gaddarlıklar Pisagor’un yolunmuş kuşu ve Frankenstein’ın ifriti ile kıyaslandığında ikinci grup, insanoğlunun sıradan örnekleri olarak kalıyor.
Bahsi geçen kitaplarda esas oğlanın ya da kendisinden hayranlıkla bahsedilen Yunan tanrısının hangi “Yunan tanrısına” o kadar çok benzediğini söylemezler; kambur Vulcan olabilir, ikiyüzlü Janus olabilir, hatta anlaşılması güç gizemlerin tanrısı, saçmalayan Silenus bile olabilir. Ancak beyefendi bir konuda onların hepsine benzemektedir: hergelelikte (ki belki de kastettikleri de budur). Ancak klasik modellerinin sahip olduğu erkeksilikten biraz bile nasibini almamıştır, çünkü kendisi kırklı yaşların sonlarında, uyuşuk, efemine bir budaladır. Ama bu yaşlı adamın hayat kaynağı olan sıradan bir kız öğrenciye karşı beslediği duyguların derinliğine ve kuvvetine bir bakın! Kendinizden utanın genç Romeo ve Leander’lar, bu her şeyden bıkmış yaşlı âşık, düzgün şekilde tanımlayabilmek için her isme dört sıfat gerektirecek histerik bir coşkuyla seviyor!
Bizim gibi yaşlı günahkarlar için siz sevgili bayanların sadece kitap okuyor olması iyi bir şeydir. İnsanlığı okursanız delikanlının utanarak kekelemesinin bizim cesur hitabetimizden çok daha doğru bir hikaye anlattığını bilirsiniz. Bir oğlanın aşkı sağlam bir yürekten gelir; bir adamınkiyse genelde doymuş bir karnın eseridir. Gerçekten de bir oğlanın cennetten gelen bir çubukla tıkanan yüreğinin hızla akan ve aktıkça biriken çeşmesiyle kıyaslandığında bir adamın ağır ilerleyen akıntısına aşk denemez. Aşkı tadacaksan gençliğin ayaklarına akıttığı o saf nehirden iç. Dalgaları yakalamak üzere eğileceğin zaman onun çamurlu bir nehir olmasını bekleme.
Yoksa onun acı tadını seviyorsun da temiz, berrak suyun tadı sana lezzetsiz mi geliyor? Ardından gelen kirliliğin tadı hoşuna mı gidiyor? Bize genç bir kızın yalnızca utanılacak bir hayatın pisliğiyle kirlenmiş bir el tarafından okşanmaya önem verdiğini söyleyenlere inanmalı mıyız?
Bu, günbegün o sarı sayfaların arasından bize haykırılan öğretidir. Merak ediyorum, o Şeytan’ın Avukatları Tanrı’nın bahçesinde dolanıp çocuksu Havvalara ve saf Âdemlere günahın tatlı ve edebin gülünç ve bayağı olduğunu söylerken ne büyük bir kötülük yaptıklarını durup bir düşünüyorlar mı hiç? Kaç masum kızı art niyetli kadınlar seviyesine çekmiyorlar ki? Ve kaç çelimsiz delikanlıya kirli yan yolların bir kızın kalbine giden en kestirme yol olduğunu göstermiyorlar? Hayatı olduğu gibi yazmıyor değiller. Doğruyu söylersen gerçek kendi başının çaresine bakar. Ama kullandıkları resimler, kendi hastalıklı hayal güçlerinin mide bulandırıcı tahayyülleriyle boyanmış terbiyesiz kaplamalar adeta.
Kendi cinslerinin onlara gösterdiği gibi biz de kadınları, bizi yukarı çağıran ancak yok olmamıza sebep olan iyi melekler, Lorelei’ler[7 - Lorelei, güzel sesiyle şarkı söyleyip denizcileri kayalıkların yakınına çektiğine ve onların ölümüne sebep olduğuna inanılan dişi su perisi (ç.n.)] olarak görüyoruz. İyilik için de, kötülük için de hayal ettiklerinden daha fazla güce sahipler. Bir adam tam da karakterinin oluştuğu yaşta aşka rastlar ve işte o zaman sevdiği kız onu yapabilir veya bozabilir. İyi de olsa, kötü de olsa erkek bilinçsizce kendisini seven kişinin, onu kabul edebileceği şekle sokar. Kadınların bu etkilerini her zaman en iyisi için kullanmadıklarını düşündüğümü söyleme kabalığını göstereceğim için üzgünüm. Kadın dünyası çok sık bir şekilde basmakalıp sınırlamalar ekseninde sıkı sıkıya bağlanıyor. İdeal kahramanları az şeye sahip bir prens ve öyle olabilmek için birçokları aşkın büyüsüyle sağlam akıllarını kaçırır ve “hayata ve kullanıma, nama ve üne kapalı olurlar”.
Ve yine de siz kadınlar isterseniz bizi çok daha iyi yapabilirsiniz. ’Bu dünyayı Cennet gibi bir yere çevirmek tüm o vaizlerden çok size düşüyor. Kahramanlık ölmedi; o yalnızca yapılacak iş bulana kadar uyuyor. Onu asil görevlere uyandıracak olan sizlersiniz. Sizler şövalyelerden gelecek tapınmaya layık olmalısınız.
Siz, bizlerden daha üstün olmalısınız. Kızıl Haç Şövalyesi, Una için savaşa katılmıştır. Hiçbir boyalı, edalı saray kadını ejder tarafından doğranmasın diye… Ah, hanımlar, yüzde olduğu kadar akılda ve ruhta da zarif olun; olun ki cesur şövalyeler uğrunuza zafer kazanabilsinler! Ah, Kadın; bencillik, küstahlık ve gösteriş pelerinini fırlatıp at! Basit saflığının asil giysisinde bir kez daha kraliçe olarak öne çık. Şimdi onursuz bir üşengeçlik içindeki binlerce kılıç senin onurun için kınından çıkıp savaşa katılacaktır. Binlerce Sir Roland mızrağını hazırlayacak; Korku, Para Hırsı, Zevk ve Açgözlülük senin işaretinle toz duman olacaktır.
Âşık olduğumuz günlerde hangi asil işler için hazır olmadığımız söylenebilir ki? Onun uğruna ne asil hayatlar yaşamazdık ki? Aşkımız, uğruna ölebileceğimiz bir dindi. Delicesine âşık olduğumuz kişi, bizler gibi sıradan bir insan evladı değildi. Egemenliğini kabul ettiğimiz bir kraliçe, taptığımız bir tanrıçaydı.
Hem de nasıl çılgınlar gibi tapardık! Ve ne kadar da tatlıydı tapmak! Ah, delikanlı, hâlâ devam ediyorken, aşkın erkence gördüğün rüyasının değerini bil! Sen de yakında küçük Tom Moore’un hayatta daha tatlı ikinci bir şeyin olmadığını söylediği şarkısında ne kadar haklı olduğunu öğreneceksin. Istıraba neden olduğunda bile hoyrat, romantik bir ıstıraptır söz konusu olan; acılardan sonra gelen sıkıcı, dünyevi ıstıraplardan değil. Onu kaybettiğinde, ışık hayatından çekip gittiğinde dünya, önüne uzun, karanlık bir korku serer ama o zaman bile çaresizliğinde bir miktar büyülenme gizlidir.
Hem kim korkularını riske atıp sevinçlerini kazanmak istemez ki? Ah, ne büyük sevinçlerdi onlar ama! Sırf hatırlaması bile insanı titretiyor. Ona onu sevdiğini, onun için yaşadığını, onun için öleceğini söylemek ne kadar da hoş bir şeydi! Emin olayım diye nasıl da kafayı yer, ne ölçüsüz saçmalık selleri yağdırırdın ve ah, onun sana inanmıyormuş gibi yapması ne kadar zalimce gelirdi! Onun için nasıl da dehşete kapılırdın! Onun kalbini kırdığında ne kadar acınası bir hale gelirdin! Ama yine de onun tarafından rencide edilmek ve suçunun ne olduğuna dair en ufak bir fikrin olmadığı halde af dilemek ne kadar güzeldi. O seni hiçe saydığında ne kadar da karanlıktı dünya. Ve sık sık da yapardı bunu küçük muzip, sırf seni perişan bir halde görmek için. Hava ne kadar güneşli olurdu o gülümsediğinde! Onu hayatındaki herkesten nasıl da kıskanırdın! El sıkıştığı bütün adamlardan, öptüğü bütün kadınlardan, saçını yapan nedimeden, ayakkabısını boyayan çocuktan, beslediği köpekten nasıl nefret ederdin; ama son söylediğime saygı duymak zorundaydın! Onu görmeyi nasıl iple çeker, onu gördüğünde ne kadar salak görünürdün; tek kelime etmeden ona bakakalırdın! Kendini eninde sonunda onun penceresinin karşısında bulmadan ister gündüz olsun, ister gece olsun dışarı çıkmak ne kadar da imkansızdı senin için! İçeri girecek cesaretin olmazdı ama köşede bekler ve dışarıyı gözetlerdin. Ah, keşke ev alev alsaydı da (sigortalıydı, sorun olmazdı) içeri koşup kendi hayatını riske atarak onu kurtarsaydın. Korkunç şekilde yanar ve yaralanırdın ama yaptığın her şey ona hizmet etmek içindi. Küçücük şeylerde bile bu çok hoşuna giderdi. Nasıl da bir Spanyel köpeği gibi onu izler, en ufak dileğini yerine getirmek için beklerdin! Onun buyruğunu yerine getirmekten ne de çok gurur duyardın! Onun sana emir vermesi ne kadar da nefisti! Tüm hayatını ona adamak ve bir an için bile kendini düşünmemek çok basit bir şey gibi görünürdü. Hiç tatil yapmadan onun mabedine bir ikramda bulunur, onun sırf ikramını kabul etmesiyle birlikte aradığın karşılıktan fazlasını bulduğunu hissederdin. Dokunuşuyla kutsadığı her şey ne kadar da değerliydi senin için: küçük eldiveni, taktığı kurdele, saçına yerleştirdiği gül… Ve onun kurumuş yaprakları hâlâ, şimdi senin bakmaya kıyamadığın o şiirleri süslüyor.
Hem ne kadar da güzeldi, ne baş döndürücü bir güzellikti o! Sanki odaya bir melek giriyordu; diğer her şey sıradan ve dünyevi bir hâl alırdı. Kendisine dokunulmasından çok korkardı. Ona bakmak, neredeyse haddini aşmak anlamına gelirdi. Bir katedralde gülünç şarkılar söylerken onu öpmeyi düşünürdün. Diz çöküp ürkekçe o zarif küçük eli dudaklarına yaklaştırmak bile başlı başına bir saygısızlık örneğiydi.
Ah, o aptal günler; ah, o bencil olmayıp saf bir zihne sahip olduğumuz, basit yüreklerimizin gerçeklerle, inançla ve hürmetle dolu olduğu aptal günler! Ah, o asil özlemler ve asil çabalarla dolu aptal günler! Ve ah, şimdi paranın, peşinde koşulmaya değer tek ödül olduğunu bildiğimiz, cimrilik ve yalanlar dışında hiçbir şeye inanmadığımız, kendimiz hariç hiçbir canlı yaratığa değer vermediğimiz bilgili, zeki günler!

Kederli Olmak Üzerine
Melankolik hissetmekten tat alabiliyorum ve tamamen bedbaht hissetmekten de oldukça memnun kalabiliyorum ama hiç kimse kederli olmaktan hoşlanmaz. Yine de herkesin, nedenini bilemese de, kederli olduğu zamanlar vardır. Açıklaması yoktur. Yeni ipek şemsiyeni trende unuttuğunda kederli hissedebileceğin gibi, büyük bir servet kazandıktan sonraki gün de aynı hisleri yaşayabilirsin. Üzerindeki etkisi; diş ağrısı, hazımsızlık ve baş nezlesinin aynı anda saldırmasıyla hemen hemen eşdeğerdir. Aptallaşır, huzursuzlanır ve asabi olursun; yabancılara karşı kaba, arkadaşlarına karşı tehlikeli olursun. Sakar, ağlak ve geçimsizsindir. Kendin ve çevrendeki herkes için sıkıntı kaynağı olursun.
Kederliyken hiçbir şey yapamaz, hiçbir şey düşünemezsin ama bir şeyler yapman gerektiğini hissediyorsundur. Bir yerde sabit kalamaz, şapkanı takıp yürüyüşe çıkarsın ancak sokağın köşesine gelmeden, dışarı çıkmamış olmayı diler ve geri dönersin. Çıkarıp kitap okumayı denersin ama Shakespeare’i eski ve sıradan bulursun. Dickens sıkıcı ve dümdüz ilerleyen bir üsluba sahiptir; Thackeray bunaltıcı, Carlyle ise aşırı duygusaldır. Kitabı bir yana fırlatır, yazara söylenirsin. Sonra kediyi odadan kovar, arkasından kapıyı tekmeleyip kaparsın. Mektup yazmayı düşünürsün ama on beş dakika boyunca “Sevgili Halacığım, Beş dakikalık boş zamanım olduğunu fark ettim ve hemen sana yazmak istedim,” kısmında takılı kalıp başka nasıl bir cümle yazabileceğini bulamadığını fark edince kağıdı masanın üstüne bırakıp mürekkepli kalemi masa örtüsünün üzerinde yuvarlar ve Thompson’ları görmeye karar verirsin. Ancak eldivenlerini takarken Thompson’ların birer ahmak olduğunu, hiç akşam yemeği yemediklerini anımsar ve senden bebekle ilgilenmeni bekleyeceklerini düşünürsün. Thompson’lara küfreder ve gitmemeye karar verirsin.
O sırada kendini tamamen ezilmiş hissedersin. Yüzünü avuçlarına gömer, ölüp cennete gitmek istediğini düşünürsün. Kendi hasta yatağını gözünün önüne getirirsin; bütün arkadaşların ve akrabaların etrafını sarmış, ağlıyorlardır. Hepsi, özellikle de genç ve güzel olanlar için dua edersin. Ölüp gittiğinde sana değer vereceklerdir; kendine böyle dersin. Ne kaybettiklerini çok geç öğreneceklerdir ve sen de acı acı onların o zaman sana duyacaklarını farz ettiğin saygıyı, şimdiki şüphe uyandırmayan hürmetleriyle kıyaslarsın.
Bu hayaller kendini biraz daha mutlu hissetmeni sağlar ama sadece kısa bir süreliğine, çünkü biraz sonra, başına gelebilecek herhangi bir şey için herhangi birinin üzüleceğini hayal etmenin ne kadar aptalca bir şey olduğunu düşünürsün. Havaya uçman, asılman ya da evlenmen, bayılman kimin umurunda olurdu ki? Hiç kimsenin umurunda değilsindir. Hiçbir zaman adabınca takdir edilmemiş, hiç hak ettiğin saygıyı görememiştin zaten. Geçmiş yaşantının tamamını gözden geçirirsin ve beşikten çıktığın andan itibaren kötü muamelelere maruz kaldığın can yakıcı şekilde açığa çıkar.
Yarım saat bu düşüncelere dalman, seni herkese ve her şeye karşı vahşi bir öfke nöbetine sokar; özellikle de sadece anatomik nedenlerden dolayı tekmeleyemediğin kendine karşı. Sonunda uyku vakti, seni fevri bir şey yapmaktan alıkoymak için gelir ve üst kata çıkıp üzerindekileri çıkarıp odanın her yerine, dağınık duracak şekilde atarsın. Sonra mumu söndürürsün ve sanki daha önce ağır bir bahse girmiş de artık bahsin süresi dolmuş gibi kendini yatağa atarsın. Yatakta birkaç saat bir o yana bir bu yana döner, monotonluğu üzerinden atmak için de arada bir yataktan çıkıp kıyafetlerini tekrar giyersin. Sonunda huzursuz ve aralıklı bir uykuya dalar, kötü rüyalar görür ve ertesi sabah geç kalkarsın.
En azından biz zavallı bekar erkeklerin bu şartlar altında yapabileceği bu kadardır. Evli erkekler eşlerine çatar, akşam yemekte söylenir ve çocukların yatağa gitmesi için diretirler. Tüm bunlar ev ortamında fazlaca huzursuzluk yaratsa da kederli hisseden bir adama büyük huzur verir. Ne de olsa kavgalar, ilgi duyabileceği tek eğlence kaynaklarıdır.
İlletin bulguları her koşulda aynıdır ancak illetin kendisi çeşitli şekillerde zuhur edebilir. Şair, “üstüne bir mutsuzluğun çöktüğünü” söyler. Arry, Jimee’ye tutarsız yüreğinin iniş çıkışlarını “geçici aksilikler” olarak adlandırdığını belirtir. Kardeşin, bu gece ne problemi olduğunu bilmiyordur. Toptan keyifsiz hissediyor ve başına bir şeyin gelmemesini umuyordur. Her gün genç hisseden adam “seninle görüştüğü için aşırı sevinçlidir”, çünkü “bu gece kendini fazlasıyla perişan hissediyordur.” Bana gelince, genelde “bu gece içimde tuhaf, ne idüğü belirsiz bir his var,” der ve “dışarı çıksam iyi olur,” diye söylenirim.
Bu arada, bu his akşam vakti hariç hiçbir zaman uğramaz. Güneş açmışken, dünya hayat dolu biçimde dönerken iç çekip surat asamayız. Çalışma gününün uğultusu, küçük perilerin kulağımıza fısıldadığı düşük tonlu besteyi boğar adeta. Gün içinde sinirli, hayal kırıklığına uğramış veya içerlemiş bir haldeyizdir ama asla “kederli” ve melankolik değilizdir. İşler sabah saat 10’da ters gittiğinde biz, daha doğrusu sen, küfreder, mobilyaları devirirsin ama talihsizlik akşam 10’da kapıyı çalarsa, şiir okur ya da karanlıkta oturup dünyanın ne kadar boş olduğunu düşünürüz.
Ama genelde bizi melankolik yapan, bela değildir. Gerçeklik, duygusallığa izin vermeyecek kadar acımasızdır. Bir resme ağlar dururuz ama orijinalinden çabucak gözlerimizi kaçırmalıyızdır. Gerçek acıda dokunaklı bir yan, gerçek tasada lüks bir nokta yoktur. Keskin kılıçlarla oyun oynamaz, kemirgen bir tilkiyi mıncıklamayı seçmeyiz. Bir adam ya da kadın bir üzüntüye saplanıp kalır da onu hafızasında canlı tutmaya gayret ederse, onun artık bir acı olmadığına emin olabilirsin. Başlarda ondan ne kadar acı çekmiş olurlarsa olsunlar, hatırlanan şey artık bir zevk haline gelmiştir. Her gün lavanta kokulu çekmecelerde duran küçük ayakkabılara bakıp onlarla tıpış tıpış yürümüş minik ayakları düşünen bir sürü değerli yaşlı hanım ve her gece yastıklarının altında, tuzlu suların yuttuğu bir erkeğin başından aşağı kıvrılan saçları saklayan güzel yüzlü genç hanımlar benim iğrenç, alaycı bir canavar olduğumu ve saçmaladığımı söyleyeceklerdir ancak yine de inanıyorum ki kendilerine dürüst bir şekilde hâlâ üzüntülerine takılıp kalmayı tatsız bulup bulmadıklarını sorarlarsa cevabın “hayır” olduğunu göreceklerdir. Kimi ruhlar için gözyaşları da kahkahalar kadar tatlıdır. Eski tarihçi Froissart’tan tanıdığımız, dillere destan İngiliz erkeği zevklerini üzüntüyle kabul ederken İngiliz kadını bir adım öteye gidip zevklerini doğrudan üzüntüden alır.
Dalga geçmiyorum. Bu zorlu, yaşlı dünyada kalpleri yumuşak tutmaya yardımcı olan hiçbir şeyle, bir an olsun dalga geçmem. Biz erkekler herkese yetecek kadar soğuk ve akılcıyız zaten; kadınlar da aynı olsun istemeyiz. Hayır, hayır, sevgili bayanlar, her zaman duygusal ve yufka yürekli olun. Bizim işlenmemiş, kuru ekmeğimizin yumuşatıcı tereyağı olun. Hem ne de olsa, bizim için eğlence neyse, kadınlar için de duygular odur. Bizim mizah anlayışımızı sevmiyorlar; öyleyse onların kederlenme haklarını ellerinden almak elbette ki adil olmaz. Hem kim onların eğlence tarzlarının bizimki kadar hassas olmadığını iddia edebilir ki? Ne diye gülmekten yerlere yatmış bir bedenin; buruşuk, mor bir suratın ve çıkardığı kulak tırmalayan seslerle açık bir ağzın küçük, beyaz bir ele dayanmış; düşünceli bir surattan ve nazik, akıtacak yaşı kalmamış, kaybolan bir geçmişten Zaman’ın karanlık sokağına bakan bir çift gözden daha akılcı bir mutluluğa işaret ettiğini varsayıyoruz ki?
Pişmanlık’la arkadaş olup yüründüğünü gördüğümde mutlu olurum. O zaman mutlu olurum, çünkü bilirim ki yaşlardaki tuz akıp gitmiş ve şiddet, biz bir daha onun solgun dudaklarını kendimizinkilere değdiririz diye Hüznün güzel yüzünden koparılıp alınmıştır. Zaman iyileştirici elini yaranın üzerine değdirmiştir; artık bizi bir zamanlar bayıltmış acıya tekrar dönüp bakabiliriz. Acı veya umutsuzluk yükselmez artık yüreğimizden. Geçmiş belalarımıza karşı artık yalnızca eski şövalye yürekli Albay Newcome’ın yoklama alınırken “buralarda” dediğindeki veya Tom ve Maggie Tulliver’ın onları ayıran sisler arasından ellerini kenetlemeleri ve birbirine kilitli ellerin, Floss’un kabarık sularının altına doğru gidişindeki mutluluk ve hüznün tatlı karışımını hissederiz. Yük artık ağır değildir.
Zavallı Tom ve Maggie Tulliver’dan bahsedince aklıma George Eliot’ın bu melankoli konusuyla ilintili bir sözü gelir. Bir yerde, “bir yaz akşamının hüznünden” bahseder. Ne kadar da doğrudur bu gözlem – tıpkı o muhteşem kalemden gelen diğer her şey gibi! Kim o ağır ağır gözden kaybolan günbatımlarındaki kederli büyüyü hissetmemiştir? Dünya, gün ışığını sevmeyen; düşünceli, çukur gözlü bir genç kıza, Melankoli’ye aittir. “Işık koyulaşana ve karga kayalık ormana kanat çırpana kadar” ormandan bir şey çalmaz. Sarayı alacakaranlık diyarındadır. Bizimle orada buluşur. Gölgeli kapısında elimizi kendi avcunun arasına alır ve mistik krallığı boyunca yanımızda yürür. Şeklini şemalini görmeyiz ama kanat çırpışını duyar gibi oluruz.
Çalışması bitmeyen can sıkıcı şehirde bile ruhu gelir bize. Her bir uzun, donuk sokağa karamsar bir hava hakimdir ve karanlık nehir, hayalet gibi siyah kemerler altından, sanki çamurlu sularında bir tür sır taşırmış gibi, süzülür.
Sessiz kırda ağaçlar ve çitler uzakta belirip, yükselen gece görüntüsünde bulanıklaşınca, yarasanın kanadı yüzümüzde pır pır edince ve bıldırcın kılavuzunun ötüşü hüzünlü şekilde tarlalar boyu yankılanınca büyü yüreğimize daha derin saplanır. O saatte görünmez bir ölüm yatağının başında duruyor gibi oluruz ve karaağaçların sallanışında ölen günün iç çekişini duyarız.
Vakur bir hüzün hüküm sürer. Etrafımızda muhteşem bir dinginlik vardır. Çalıştığımız günün dertleri küçülür ve önemsiz bir hâl alır ve peynir ekmek, hatta öpücükler bile, uğruna çaba sarf etmeyi hak edecek yegâne şeyler gibi görünmez gözümüze. Konuşamadığımız ama sadece duyduğumuz düşünceler sel olup üzerimize hücum eder ve dünyanın kararan kubbesi altındaki durağanlıkta bekleyen bizler de önemsiz hayatlarımızdan daha fazlası olduğumuzu hissederiz. O kapkara perdelerle çevrelenmiş dünya artık sönük bir işyeri değil, insanoğlunun içerisinde ibadet edebileceği ihtişamlı bir tapınaktır ve elleri burada, bu loşlukta zaman zaman Tanrı’nınkilerle buluşur.

Beş Parasız Olmak Üzerine
Fevkalade bir şeydir. Zekice hazırlanmış ve orijinal bir şey yazma niyetiyle oturdum ama zekice hazırlanmış ve orijinal bir şey bulamadım – en azından şu an için. Şu an düşünebildiğim tek şey, beş parasız olmak. Sanırım ellerimin ceplerimde olması bana bunu düşündürdü. Kız kardeşlerim, kuzenlerim veya halalarımla oturmadığım sürece daima ellerim ceplerimde olur. Onlarlayken öyle büyük bir arbede çıkarırlar (pardon, “ikna edici şekilde uyarırlar” demeliydim) ki pes edip onları çıkarmam gerekir – ellerimi yani. Karşı çıkmalarının nedeni, hiç centilmence olmamasıymış. Nedenini anlayabilirsem asın beni! (Özellikle başka insanların yanında) ellerini başkalarının ceplerine sokmanın centilmence olmayışını anlayabilirim ama söyleyin bana sizi titiz insanlar, bir erkeğin kendi ellerini kendi cebine koyması nasıl onu daha az centilmen kılar? Ama belki de haklısınızdır. Şimdi hatırlıyorum da bazı insanların elleri ceplerindeyken homurdandığını söylemişlerdi. Ama onların geneli, yaşlı beyefendilerdi. Biz gençler genel olarak, ellerimiz ceplerimizde değilse, hiç rahat hissetmiyoruzdur. Tuhaf ve dalavereciyizdir. Bizler bir operakomiğinin opera şapkası olmayan haliyizdir ki öyle bir şey hayal edilebilirse! Ama ellerimizi, pantolonumuzun ceplerine koymamıza izin verip de sağ cepte biraz bozuk para, solda da birkaç anahtar olmasında sakınca görmezseniz hanım bir postane tezgahtarıyla yüzleşebiliriz!
Ellerinizde hiçbir şey yokken cebinizde bile olsalar onlarla ne yapacağınızı bilmek biraz zordur. Yıllar önce sermayem ara sıra “ocağına incir ağacı dikilmiş” denilecek seviyeye geldiğinde sırf bozuklukları alıp şıngırdatabilmek için bana mısın demeden her bir penisini harcardım. Cebinde on bir peni varken bir şilinin olduğu zamanki kadar beş parasız hissetmiyorsun kendini. Biz “üstün halk” tarafından alaya alınan o züğürt gençlerinden biri olsaydım, bir penimi, iki yarım peniye değişirdim.
Beş parasız olmak konusunda otorite sahibi olduğumu söyleyebilirim. Taşradan gelme bir aktör oldum denebilir. Daha fazla delile ihtiyaç varsa, ki sanmıyorum, “basınla bağlantısı olan bir beyefendi” olduğumu ekleyebilirim. Haftada on beş şilinle geçindiğim olmuştur. Haftada on şilinle geçindiğim olmuştur; beşini borçlanmışımdır. İki hafta için de bir paltoyla geçindiğim olmuştur.
Ciddi anlamda beş parasız olmanın ülke ekonomisinin içyüzünü anlamaya yardımcı olması gerçekten de muhteşem bir şey. Paranın değerini öğrenmek istersen haftada on beş şilinle geçin ve gör bak kıyafetler ve eğlence için ne kadar para ayırabiliyorsun. Göreceksin ki çeyrek peni para üstü almak, bir peniyi muhafaza edebilmek adına bir buçuk kilometre yürümek önemli bir şey; bir bardak bira, sadece seyrek aralıklarla tadılabilecek bir lükstür ve tek bir yakalık da dört gün üst üste giyilebilir.
Evlenmeden hemen öncesinde bir dene bunu bakalım. Güzel bir deneyim olur. Oğlun veya varisin üniversiteye gitmeden önce bir denesin. Yılda yüzlük cep harçlığına laf etmez o zaman. Bazı insanların çok işini görür o para. Bin sekiz yüz doksan dört senesinden sonra üretilmiş kırmızı şarap içmeyen ve sade kızarmış koyun etindense kedi eti yemeyi tercih eden o narin çiçekleri de biliyorum. Bu zavallılarla zaman zaman karşılaşıyoruz ama çok şükür ki bunlar esasen sadece bayan yazarlarca bilinen o korkunç ve müthiş toplulukla sınırlılar. Bu insanlığın yararına! Ben bu yaratıkların hiçbir zaman menüyü tartıştıklarını duymuyorum ama kendilerini şehrin doğusundaki basit bir birahaneye götürüp boğazlarından aşağı ucuz, altı penilik bir akşam yemeği sokmak istiyorum: biftek, dört peni; patates, bir peni; yarım litre bira; bir peni. O anı (ki bira, tütün ve kızarmış domuzun karışan kokusu genelde canlı bir izlenim bırakıyor) belki gelecekte önlerine konan şeylere burun kıvırmalarını biraz azaltır. Bir de dilencinin dua ettiği şu cömert grup var; para üstü konusunda bonkör olan ama hiçbir zaman borçlarını ödemeyi düşünmeyenler… Onlara bile bu plan biraz sağduyu kazandırabilir. “Her zaman garsona bir şilin bırakıyorum. Daha az da verilmez ki…” demişti geçen gün Regent Sokağı’nda öğle yemeği yediğim genç hükümet görevlisi. On bir buçuk peni vermenin muazzam imkansızlığı konusunda ona katıldığımı söyledim ama aynı zamanda bir gün onu tuzağa düşürüp Covent Garden yakınlarındaki bir lokantaya götürmeyi de aklıma koymadım değil. Orada garson ayın sonuna doğru, görevini daha iyi yerine getirebilmek için sadece gömleğiyle hizmette bulunur ki o gömlekler bayağı kirlidir. O garsonu tanıyorum. Arkadaşım ona bir peniden fazlasını verirse adam saygısının bir göstergesi olarak o anda orada kendisiyle el sıkışmakta ısrar edecektir; bundan eminim. Meteliksiz olmak konusunda söylenmiş ve yazılmış bir sürü komik şey var ama gerçeklik komik değil. Peniler için pazarlık yapmak zorunda kalmak hiç de komik değil. Sefil ve pinti olduğunun düşünülmesi komik değil. Kirli pasaklı olmak ve adresinden utanmak hiç komik değil. Hayır, yoksulluğun komik hiçbir yanı yok – yoksul olan için. O, hassas bir adam için yeryüzündeki cehennemdir. Herkül’ün yaptıklarını yapabilecek birçok cesur beyefendinin kalbi, yoksulluğun aşağılık sefaletinden kırılmıştır.
Katlanılması zor olan şeyler, rahatsızlıkların kendileri değil. Hepsi o olduğu sürece kim biraz maddi sıkıntıyı dert eder ki? Robinson Crusoe pantolonundaki yamayı umursar mıydı? Pantolon giyiyor muydu? Unuttum. Yoksa pandomimlerde yaptığı gibi mi dolaşıyordu? Ayak parmaklarının çizmelerinden dışarı fırlamasını umursar mıydı? Hem onu yağmurdan koruduğu sürece şemsiyesi pamuktan olsa ne olurdu ki? Kirli pasaklı oluşu canını sıkmıyordu; hiçbir arkadaşı ona dudak bükmek için orada değildi ne de olsa.
Fakir olmak önemsizdir. Esas can acıtan, fakir olduğunun bilinmesidir. Paltosu olmayan bir adamı çabuk çabuk koşturan şey, soğuk değildir. İnanmayacağını bile bile sana paltoların sağlıksız olduğunu düşündüğü yalanını söylemesi ve asla şemsiye taşımamayı prensip haline getirmesidir sadece yüzünü kızartan. Yoksulluğun bir suç olmadığını söylemek kolaydır. Hayır, öyle olsaydı insanlar ondan utanç duymazdı. Ama bir soygundur ve bu yüzden de cezalandırılır. Fakir bir adam dünyanın her yerinde hor görülür; bir lord tarafından olduğu kadar bir Hristiyan tarafından, bir uşak tarafından olduğu kadar bir demagog tarafından hor görülür ve mürekkep yalamış gençler için yazılmış müsvedde defterinden çıkan özdeyişlerin çoğu da yoksul birine saygı duymayı öğütlemez. İnsanın düşüncesinde görünüş her şeydir; Piccadilly’de iyi giyimli olması koşuluyla Londra’nın en belalı, en yaramazıyla kol kola yürüyen bir adam arka sokaklardan birine girip pejmürde görünümlü bir beye birkaç söz söylemeden duramaz. O pejmürde görünümlü bey de durumu herkesten daha iyi bildiği gibi, tanıdık birine rastlamamak için yolu uzatmaya razıdır. Onu hali vakti yerindeyken tanıyanlar da hiç yüzlerini başka yöne çevirmeye tenezzül etmezler zaten. Pejmürde görünümlü bey, görülme ihtimalinden dolayı onlardan bin kat daha endişelidir. Onların yardım eli uzatmalarına gelince, bundan nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordur. Tek dilediği unutulmaktır ve bu açıdan şanslıdır – çoğunlukla istediğini alır.
Kimse, diğer her türlü olayda olanın aksine, Zaman denilen o muhteşem homeopatik[8 - Homeopati, çok miktarda olduğunda hastalığa neden olan doğal maddeleri az miktarda vererek hastalığı tedavi etme yöntemi. (ç.n.)] yaşlı doktorun yardımıyla beş parasız olmaya alışmaz. Eski toprak ile çaylak arasındaki farkı; yani yıllarca yaşadığı değişimler, mücadeleler ve olaylarla pişmiş eski toprak ile sefaletini saklamaya çalışan ve sürekli bulunacağı korkusuyla yaşayan zavallı acemi arasındaki farkı, tek bakışta anlayabilirsin. Hiçbir şey bu farkı, bu iki adamın saatlerini tefeciye veriş biçimlerinden daha iyi ortaya koymaz. Ne demiş şair: “Bir şeyi tefeciye verirken hissedilen hafiflik sanattan gelir, şanstan değil”. Bu iki adamdan biri, “Amca’nın Yeri”ne, tıpkı terzisine giderken büründüğü soğukkanlılıkla, hatta daha fazlasıyla girer. Asistan kibardır ve yan taraftaki bayanın büyük öfkesini göze alarak bir an önce onunla ilgilenir ki o bayan yine de kendisi yerine ilgilenilen müşteri “sıradan” biriyse durumu sıkıntı etmez. İşlemin keyifli ve profesyonel bir şekilde gerçekleştirilmesi nedeniyle, büyük bir satın alma durumunun söz konusu olduğu düşünülebilir. Ancak bir adam ilk tefeciliğinden ne kadar kazanabilir ki? İlk sorusunu “tefeciye veren” bir çocuk, onunla kıyaslandığında güven timsalidir. O kişi, mahalledeki bütün kaldırım mühendislerinin dikkatini çekmeyi başarana kadar dükkanın dışında dolaşır ve artık devriye gezen polislerin zihninde büyük şüphe uyandırmıştır. Camların muhtevasını dikkatlice inceledikten sonra (ki bunu etraftakilerde bir elmas bilezik veya benzeri bir şey alacağı hissini uyandırmak amacıyla yapar), nihayet içeri girer (ki bunu da sanki şişkinler çetesinin bir üyesiymiş gibi umursamaz bir kasıntıyla yapar). İçeri girdiğindeyse hiçbir şekilde duyulmamak istercesine alçak bir ses tonuyla konuşur ve hepsini tekrar söylemek zorunda kalır. “Bir arkadaşıyla” ilgili sohbeti esnasında sıra “ödünç vermek” sözcüklerine gelince kendisine bir an önce sağ taraftaki adliye binasına gitmesi ve köşeyi döndükten sonra ilk kapıya girmesi söylenir. Dükkandan, üzerinde kolayca sigara yakabileceğiniz bir suratla ve muhitin tüm sakinlerinin kendisini izlediği hissiyle çıkar. Söz konusu yere geldiğindeyse adını ve adresini unutmuştur ve umutsuz bir embesillik vakası olmuş çıkmıştır. Ciddi bir ses tonuyla “o şeye” nasıl sahip olduğu sorulduğunda kekeler ve kendisiyle çelişir. Tam da o gün onu çaldığını itiraf etmemesi bir mucizedir. Orada, öyle bir şeyle ilgilenmediklerini, bir an önce oradan ayrılmasının kendisi için hayırlı olacağını belirtirler ve o da söylenileni yapar; beş kilometre ötede kendine geldiği ana kadar hiçbir şeyi hatırlamaz ve oraya nasıl geldiğine dair en ufak bir fikri de yoktur.
Bu arada zaman konusunda birahanelere ve kiliselere güvenmek ne kadar tuhaftır, değil mi? Birahaneler genelde çok hızlıyken kiliseler de bir o kadar yavaştır. Bunun yanı sıra, birahanenin saatine dışarıdan bakabilmek için gösterdiğin çaba, büyük zorlukları beraberinde getirir. Kibarca kapıyı aralayıp içeriye bakarsan anında seni oraların muhbirleri ve dilencileriyle aynı kategoriye sokan kadın barmenin aşağılayıcı bakışlarını üzerine çekersin. Ayrıca evli müşterilerin de huzursuz olmalarına neden olursun. Saati göremezsin, çünkü kapının arkasındadır. Sessizce geri çekilmeye çalışırken kafanı kapıya çarparsın. Mümkün olan diğer tek yöntemse camın arkasından bir aşağı bir yukarı zıplamaktır. Ancak bu ikinci işlemden sonra bir banjo[9 - Afrika menşeili bir çalgı aleti. (ç.n.)] çıkarıp şarkı söylemeye başlamazsan, mahallenin beklenti içinde etrafta toplanmaya başlayan en genç sakinleri sükût-u hayale uğrayacaklardır.
Yarım saat önce saatini “tamir edilmeye” bırakınca sokaktaki birisinin seni durdurup dikkat çekici bir şekilde saati sormasının doğanın hangi kanunuyla açıklandığını da öğrenmek isterim. Saatin yanınızdayken hiç kimsenin bu konuyla ilgili en ufak bir merakı söz konusu değildir.
Sevgili beş parasız olma konusunda hiçbir şey bilmeyen yaşlı hanımlar ve beyefendiler – hiç de bilmesinler zaten – tefecileri alçalmanın en son safhası olarak görürler. Konuyu daha iyi bilenlerse (ki eminim okuyucularım da bunu fark etmişlerdir) orada görmeyi hayal bile edemeyecekleri birçok insanı orada görünce genelde rüyasında Cennet’e gittiğini gören küçük bir çocuk gibi şaşırırlar. Bana gelince, arkadaşlara borçlanmaktansa tefeciliği daha bağımsız bir eylem olarak algılıyorum ve daima “yarından sonraki güne kadar birkaç pound istemeye” meyilli tanıdıklarıma da bu düşünceyi aşılamaya çalışıyorum. Ama hepsi bunu görmüyor. Bir kere bir tanesi, meselenin ilkesine karşı olduğunu ifade etmişti. Zannederim itiraz ettiği şeyin faiz olduğunu söylemiş olsaydı gerçeğe biraz daha yaklaşmış olurdu. %25 gerçekten de ağır bir miktar.
Beş parasız olmanın kademeleri var. Hepimiz az çok beş parasızız – kimimizse biraz daha fazla öyle. Kimileri bin pounda beş parasız, kimileri bir şiline. Bense tam şu anda beş pounda beş parasızım. Sadece bir iki günlüğüne ihtiyacım var. Taş çatlasa bir hafta içinde geri öderim. Okuyucularım arasından herhangi bir hanım veya beyefendi bana borç verirse gerçekten minnettar olurum. Gizli olarak Sayın Field ve Sayın Tuer adına yollayabilirler ama böyle bir durumda lütfen zarfın iyi kapatıldığından emin olun. Güvenlik için size “I.O.U.”mu[10 - “I Owe You” ifadesinin kısaltılmışı. Genel itibariyle, resmi olmayan bir borç bildirim belgesi olarak kullanılır. (ç.n.)] verebilirim.

Gösteriş ve Kibirlilik Üzerine
Her şey gösteriş için ve herkes gösteriş meraklısı. Erkekler de en az kadınlar kadar, hatta bazı durumlarda daha da fazla… Çocuklar da öyleler. Hatta en çok onlar… Bir tanesi tam da şu anda bacaklarımı dövüyor. Yeni ayakkabıları hakkında ne düşündüğümü bilmek istiyor. Açıkçası pek de hoş durmuyorlar. Simetrik durmadıkları gibi kıvrımları da iyi değil. Ayrıca tanımlanamaz derecede pütürlü bir görüntüsü var (ayrıca sanıyorum ki yanlış ayakta duruyor). Ama bunu dile getirmiyorum. Küçük kızın benden istediği şey eleştiri değil, övgü; dolayısıyla ben de ayakkabılara, değerlerini düşürdüğüne inandığım bir taşkınlıkla övgüler yağdırıyorum. Başka hiçbir şey bu kendini beğenmiş melek yüzlü yavrucağı tatmin etmezdi. Bir keresinde onunlayken “dürüst arkadaş geçiştirmesini” denemiş, başarısız olmuştum. Bana kendisinin genel hâl ve hareketleriyle ilgili fikrimi tam olarak şu sözlerle sormuştu: “Hakkımda ye düşünüyoşun? Benden memyun muşun?” Ben de bunun son zamanlardaki ahlaki kariyeriyle ilgili fikirlerimi söylemek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm ve “hayır, senden memnun değilim,” dedim. O sabah olanları hatırlattım ve bir Hristiyan kızı olarak kendisinin istekleri doğrultusunda o sabah saat 5’te evdekileri uyandıran, saat 7’de su testisini düşürüp merdivenlerde onu yakalamaya çalışan, saat 8’de kediyi banyoya sokmaya uğraşan ve saat 9.35’te kendi babasının şapkasının üzerine oturan aklıselim ve iyi bir amcanın ondan nasıl memnun olmasını beklediğini sordum. Karşılığında ne yapmış olabilir? Direkt konuşmamdan ötürü bana minnettar olmuş mudur? Sözlerimin üzerine düşünüp taşınmış, onlardan faydalanmaya karar vermiş ve o saatten itibaren daha iyi, daha alçakgönüllü bir hayat sürmeye karar vermiş midir?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzherom-k-dzherom/aylak-bir-adamdan-aylak-dusunceler-69403237/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Au fait (fr): İyi bilen. (e.n.)

2
Bath Chair (Bath Sandalyesi): 18. yüzyılda James Heath tarafından tasarlanmış, adını İngiltere’nin Bath kentinden alan, tek kişilik bir tür tekerlekli sandalye.

3
Ennui (fr): Sıkıntı. (e.n.)

4
Klasik mitolojide arzunun, şehvetin ve aşkın tanrısı. (ç.n.)

5
Yunan Mitolojisi’nde, yarattığı insanlığa ateşi hediye etmiş titan.

6
Yunan ve Roman Mitolojisi’nde müziğin, güneşin, şiirin ve daha birçok şeyin tanrısı.

7
Lorelei, güzel sesiyle şarkı söyleyip denizcileri kayalıkların yakınına çektiğine ve onların ölümüne sebep olduğuna inanılan dişi su perisi (ç.n.)

8
Homeopati, çok miktarda olduğunda hastalığa neden olan doğal maddeleri az miktarda vererek hastalığı tedavi etme yöntemi. (ç.n.)

9
Afrika menşeili bir çalgı aleti. (ç.n.)

10
“I Owe You” ifadesinin kısaltılmışı. Genel itibariyle, resmi olmayan bir borç bildirim belgesi olarak kullanılır. (ç.n.)
Aylak bir adamdan aylak düşünceler Джером Клапка Джером
Aylak bir adamdan aylak düşünceler

Джером Клапка Джером

Тип: электронная книга

Жанр: Афоризмы и цитаты

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Birçok tembel ve ağırkanlı insan olduğu doğru ama hakiki anlamda aylak nadir bulunur. Aylak kimse, elleri cebinde tembellik yapan birisi değildir. Tam aksine, aylak kimsenin en şaşırtıcı özelliği, onun daima yoğun olmasıdır.

  • Добавить отзыв