Aşk başka yerde
Elif Usman
Hanımın Çiftliği’nin senaristi Elif Usman’dan umuda ve aşka dair bir ilk roman
Umut, aşkla tanıştığında henüz küçük bir çocuktu.
Babasının ani ölümünden sonra, annesiyle beraber yaşamaya başladığı Cavidan Hanım’ın evinde tüm hayatı değişti. Orada aşkı buldu Umut… Eda’yı. Ölüm acısıyla incinen küçük kalbine daha büyük bir deva olamazdı. Ancak çocukluk aşkının, hayatının aşkı olduğunu ve aşk acısının, ölümden bile keskin olabileceğini henüz bilmiyordu.
Büyüyüp genç bir adam olduğunda, bir kadının “onursuzu” olmanın en büyük mutluluğu olacağından da habersizdi. Yaşam, ona öğretilen her şeyin yalan olduğunu gösterecekti.
Aşk Başka Yerde umut ve umutsuzluk, ölüm ve yaşam, hayaller ve hayal kırıklıkları, ama en çok da aşk ve aşk acısı üzerine bir roman. Herkesin, ama en çok da aşk acısıyla genç yaşta tanışanların, umudun aslında bitmeyen bir işkence olduğunu bilenlerin, kaçmak ve kaybolmak isteyenlerin yüreğine değecek bir hikâye. Umutsuz aşkların öyküsü…
Elif Usman
Aşk Başka Yerde
“Bize öğrettikleri her şey yalanmış çünkü…
Tek acı çekmekmiş doğru olan.”
CHARLES DICKENS
Büyük Umutlar
1. BÖLÜM
Ölüm
“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.”
CEMAL SÜREYA
Umut, tabutun bulunduğu odaya girdi. Oda kapısını arkasından usulca kapattı. Bir an durup nefesini tutarak, küçük odanın ortasında, bir masanın üzerinde durmakta olan tabuta baktı. İçinde korkuyla merak savaş halindeydi. Ne yapacağını bilemeyerek öylece kaldı bir süre kapının önünde. Savaşın sona ermesini bekledi. Ve sonunda merak kazandı. Umut, zayıf bacaklarıyla tabuta yaklaştı. Kapalı perdelerden içeri güçlükle sızan gün ışığı odayı aydınlatmayı başaramıyor, sadece gizemli bir loşluk yaratıyordu. Umut’un merakını kamçılayan, aynı zamanda korkusunu da besleyen tek şey bu sıradan odaya gizem katan loş ışık değildi ama. Koku da vardı. Odanın havasını iyice ağırlaştıran tuhaf bir koku… Umut’un hayatında ilk kez duyduğu bu koku ölümün kokusuydu.
Nefesini tutarak o kokuyu duymamaya çalıştı Umut. Parmaklarının ucunda yükselerek tabuta ulaşmayı denedi. Başaramadı. Duvarın kenarındaki sandalyeyi aldı. Üstüne çıktı. Artık aşağıdan değil yukarıdan bakıyordu tabuta. Küçük elleri titreyerek tabutun kapağını kaldırdı. Babası, sırt üstü yatmış, ellerini göğsünde kavuşturmuş, uyuyor gibi görünüyordu. Gözleri ve ağzı, bir daha hiç açılmamak üzere sımsıkı kapanmıştı. Merak ile korkunun savaşından yine merak galip çıktı. Umut, elini uzatarak babasına dokundu. Kaskatı ve buz gibi soğuktu. Ama sanki ateşe değmiş de yanmış gibi irkilerek elini geri çekti Umut. O kadar hızlı davranmıştı ki aniden dengesini kaybetti ve sandalyeyle beraber yere devrildi.
Kan ter içinde uyandı. Gözlerini açıp da rüya gördüğünü anlayınca rahatladı bir anda, içi sonsuz bir sevinçle doldu. En büyük dileği gerçekleşmiş gibi mutlu hissetti kendini. Gerçekten de son iki gündür içinden hep, “Uyusam, uyansam ve her şey rüyaymış meğer olsa!” diye geçirmişti. İşte şimdi, her şeyin meğer rüya olduğunu anlamanın rahatlatıcı sevincini ve hafifliğini duyuyordu. Kendi kendine gülümseyerek hafifçe doğruldu. Rüyasında gördüğü odada, divanın üzerinde yatıyordu. Hava kararmıştı. İçeriden belli belirsiz bir takım sesler geliyordu. Birden tüm sesleri bastıran bir ses duyuldu. Köyün imamı mevlit okumaya başlamıştı. Cırtlak sesiyle avazı çıktığı kadar bağırmak suretiyle, okuduklarına kendince duygu katmaktaydı. Fonda duyulan ve giderek şiddetlenen ağlama sesleri de bu konuda başarılı olduğunu ispatlıyordu.
Umut, kafasına şiddetli bir darbe indirilmiş gibi bir anda gerçeği kavradı. Rüya değildi… Babasının ölümü rüya değildi. Sabahki cenaze töreni de rüya değildi. İmamın mevlit okuyan sesi kadar gerçekti. İki gün önce teknesine atlayıp denize açılmıştı babası. Umut da gitmek istemişti onunla. O gün okul yoktu çünkü pazar günüydü. Evde sıkılacaktı. Hafta sonları balığa çıkarken Umut’un da onunla gelmesine genelde izin veren babası, nedense o gün karşı çıkmıştı buna. “Hayır, bugün gelemezsin, evde kal, anana yardım et,” demişti. Kızmıştı Umut ona. Ama hiçbir şey söylememişti. Söyleyemezdi; korkardı, çekinirdi babasından. Bir gün bile elini kaldırmamıştı oysaki babası ona. Bir gün bir fiske vurmamıştı. Köyde çocuğunu dövmeyen tek baba oydu. Bir şeye kızdığı zaman sadece bakardı; ama öyle bir bakardı ki Umut o an yerin dibine girmeyi, bir daha da çıkmamayı dilerdi. O kadar utanırdı kendinden.
Anası çok döverdi, ama ondan hiç korkmazdı Umut. O ne kadar vursa da babasının bir bakışı kadar acıtamazdı Umut’un canını. Ne kadar kızsa, bağırsa da babasının sessizliği kadar işlemezdi içine. Bu yüzden daha çok korkardı babasından ve yine bu yüzden daha çok severdi onu. O günkü gibi bazen çok kızsa da içinden, yine severdi. Onun üstüne, ellerine, kıyafetlerine sinmiş deniz ve balık kokusunu da, onunla beraber balığa çıkmayı da, küçük teknede saatlerce tek kelime konuşmadan denize bakarak oturmayı da, yakaladıkları balıkları kasabadaki balık pazarına gidip satmayı da, sonra kazandıkları paralarla akşam eve dönmeyi de, geceleri onun rakısını yudumlamasını seyretmeyi de severdi. En çok da babasının ona büyük bir adammış gibi davranmasını severdi. Onun yanında kendini bir çocuk gibi hissetmezdi. Oysa başka herkes çocuk muamelesi yapıyordu ona. Sen bilmezsin, sen anlamazsın, çocuklar karışmaz öyle her lafa, büyüklerin işine çocukların aklı ermez… Bıkmıştı bu teranelerden. İnsanların sırf yaşları daha büyük diye kendilerini üstün görmesine aklı ermiyordu bir türlü. Neden onların her şeyin en doğrusunu bildiğini, neden hep onların sözünü dinlemek zorunda olduğunu, neden çocuk olduğu için suçlu muamelesi gördüğünü, ne yapsa ceza verildiğini ve bunun gibi birçok şeyin nedenini anlayamıyordu.
Babası tanıdığı bütün büyüklerden farklıydı. Ama gitmişti. Artık yoktu. Olmayacaktı. Onu bir daha görmeyecek, ellerinin balık ve tütün kokusuyla karışık kokusunu duymayacaktı. Bir anda gözünden yaşlar boşandı Umut’un. Ruhunun isyanı gözyaşlarıyla dışarı taşıyordu. Neden? Neden gitmişti? Neden o gün fırtına çıkacağını tahmin edememişti? Ettiyse neden açılmıştı denize? Hayatı boyunca ona ekmeğini veren deniz birden neden düşman kesilmiş, neden canını almıştı? Neden başkasının babası değil de onunki ölmüştü? Çocuğunu döven kötü bir baba ölseydi ya… Ağlıyordu Umut; yatağın içinde bir cenin gibi büzülmüş, hıçkırıklarla sarsılarak ağlıyordu. Anlayamadığı ve kabullenemediği her şey için ağlıyordu. İki günden beri ilk defa ağlıyordu. Bir rüyada gibi yaşamıştı iki gündür olan her şeyi. Ancak o an idrak etmişti gerçeği. Uyuyup uyandığında hiçbir şeyin değişmeyeceğini… Babasının bir daha geri dönmeyeceğini… Artık hiç “baba” diyemeyeceğini…
Sonunda ev boşalmıştı. Bir takım uzak yakın akrabalar, konu komşu, her Allah’ın günü gelmekten vazgeçmişlerdi. Ne de olsa ölünün kırkı çıkmıştı artık, ne de olsa ölenle ölünmezdi, ne de olsa hayat devam etmek zorundaydı… Cenaze evi havasından sıyrılıp eski haline dönen ev gibi, Umut ve annesi de eski hayatlarına dönmüşlerdi. Ama bu, sadece görünüşteydi. Gerçekte, hiçbir şeyin aynı olmayacağını, olamayacağını biliyordu Umut. Evet, hâlâ eskisi gibi akşam dokuzda yatıp sabah altıda kalkıyor, eskisi gibi yürüyerek okula gidiyor, eskisi gibi okuldan nefret ediyor, eskisi gibi teneffüslerde yalnız başına kalıyor, eskisi gibi hoşlarına gitmeyen bir şey yaptı mı okulda öğretmenden, evde anasından dayak yiyordu. Ama yine de hiçbir şey aynı değildi işte. Babası gideli kırk gün değil kırk yıl geçse de aynı olmayacaktı.
Mesela annesi… Kırk günde çok değişmişti. Kocası sağken aksi mi aksi, huysuz mu huysuz bir kadındı. Devamlı söylenir, hiçbir zaman hiçbir şeyden memnun olmazdı. Suratı daima asık, kaşları daima çatıktı. Hep bir yerleri ağrırdı. Hep bir şeylerden şikâyetçiydi. En çok da parasızlıktan şikâyet ederdi. Onu böyle yoksul bir yaşama mahkûm ettiği için kocasını suçlardı. Bir zamanlar bu adama deli gibi âşık olduğunu, onunla evlenmek için ailesine karşı çıktığını, her şeyi göze alıp ona kaçtığını unutmuş gibiydi. Sanki silah zoruyla evlenmişti onunla. Ev işlerinden fırsat bulup da komşusu Hatice’ye gittiğinde hep, “Ah akılsız kafam benim, ne demeye vardım bu çulsuz herife. Anacığım dediydi, aşk meşk iki günde biter, sonra başını taşlara vuracan dediydi. Dinlemediydim, ah ah, ne kadar haklıymış meğer. Şimdiki aklım olacaktı ki…” diye söylenmeye başlardı. Kocasının para kazanma konusundaki beceriksizliğinden girer, her tarafının balık kokmasından çıkardı. Ne cahilliğini, görgüsüzlüğünü bırakırdı ne de çocuğuna iki tokat atmaktan bile aciz oluşunu.
Umut, bu konuşmaları her duyduğunda gözlerini dikip öfkeyle bakardı annesine. Hele de annesi iyice coşup, genç bir kızken önünde ne kadar parlak bir gelecek uzandığını, ne kadar güzel olduğunu, sokakta yürürken bir görenin dönüp bir daha bir daha baktığını, bir sürü isteyeni olduğunu, talipleri arasında doktorlar mühendisler bile bulunduğunu anlatmaya ve böylelikle de komşu kadına hava atmaya başladığında daha fazla dayanamaz, derhal ortamı terk ederdi. Hıncını bahçedeki otları yolmak, ağaçların dallarını kırmak, toprağın üzerinde tepinmek suretiyle doğadan çıkartırdı. Ama ne yapsa öfkesi geçmezdi. Nefret ediyordu anasının başkalarına babasını kötülemesinden. Nefret ediyordu onun her zaman, her şeyden şikâyet etmesinden. Birazcık bile mutlu olamayışından… Gülümsemeyi bile unutmuş olmasından… Gözünü hep ulaşamadıklarına, hiçbir zaman da ulaşamayacaklarına dikmesinden… Sahip olduklarını değil sahip olmadıklarını görmesinden… Değer bilmemesinden… Bağırıp çağırmasından… Dayak atmasından… Babasını sevmemesinden… Her şeyinden nefret ediyordu işte. Bazen, “Keşke ölse, babamla ben kalsak; o zaman ne kadar mutlu olurduk,” diye geçiriyordu içinden. Hemen ardından da günah işlediğini düşünüp pişman oluyordu gerçi, ama yine de için için bunu dilemekten alıkoyamıyordu kendini.
Şimdiyse, ruhunun derinliklerinde gizlenen, kendine bile itiraf etmekten korktuğu bu dilek yüzünden cezalandırıldığını sanıyordu. Allah Baba, anasını değil babasını alarak cezalandırmıştı onu. Dileğinin tam tersini gerçekleştirerek cezaların en korkuncunu vermişti. İşin tuhafı, annesinin de aslında onu sevdiğini anlaması için sanki ölmesi gerekmişti babasının. Mezarlıkta hayretle izlemişti annesinin ağlayışını Umut. Acısının gerçekliğine başta inanmamıştı. Numara yaptığını sanmıştı. Ancak, kırk gündür dinmek bilmeyen gözyaşlarının sahte olamayacağını kabul etmek zorunda kalmıştı sonunda. Gerçekti acısı… Geceleri evde yalnızlarken, etrafında gösteriş yapabileceği kimse yokken, oğlunu uyandırmamak için sessizce ağlayarak kocasının fotoğrafına bakması gerçekti. Kocasının balık kokan yeleğine sarılıp uyuması gerçekti. Tiksindiğini, midesini bulandırdığını söylediği o kokuyu hasretle içine çekmesi hep gerçekti.
Umut ne kadar zorlansa da sonunda idrak etmişti bu gerçeği. Annesi babasını seviyordu. Birçok insan gibi, sevdiğini ancak kaybedince anlayabilmişti o da. Ve bunu anladıktan sonra da değişmişti. Artık şikâyet etmiyordu Ayşe. Sessizce kabullenmişti hayatını, yoksulluğunu, kaybettiği şansları, ulaşamadıklarını ve ulaşamayacaklarını.
Annesindeki değişimi görmek biraz olsun teselli ediyordu Umut’u. Artık hiçbir şeyin “eskisi gibi” olamayacağına üzülse de, bazı şeylerin eskisi gibi olmaması güzeldi.
Evleri köyün biraz dışında kaldığı için, köy merkezindeki okuluna, denize paralel uzanan toprak yolda aşağı yukarı kırk beş dakika süren uzun bir yürüyüş sonunda ulaşıyordu Umut. Her daim çok ıssız olan bu yol üzerinde, Umutların yaşadığı evle köyün tam ortasında mezarlık bulunuyordu. Yüksekçe bir tepenin yamacındaki mezarlığın karşısında da bütün görkemiyle masmavi deniz uzanıyordu.
Umut, okula gittiği her sabah ve okuldan döndüğü her öğle vakti mezarlığın önünden geçmek zorundaydı. Babasının ölümünden önce, mezarlık onun için sadece yolun yarısını geride bıraktığını gösteren bir işaretten ibaretti. Bazen de, yürümekten yorulduğunda girişindeki taşın üzerine oturup birkaç dakika dinlendiği, sonra kalkıp yoluna devam ettiği bir duraktı. Ama artık, bu işaret ya da durak bambaşka anlamlar kazanmıştı gözünde. Orası babasının yattığı yerdi. Orası ölülerin eviydi. Normal dünyayla öbür dünya arasında, başka bir yerdi. Ürkütücü ama çekici, hem ölüm hem de hayat dolu, başka bir yer…
Umut, önünden geçerken oraya her baktığında, ölüme ve ölülere ait olan bir yerin bu kadar canlı ve güzel görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Ağaçlar, otlar, çiçekler topraktan adeta fışkırıyordu. Sanki toprağa gömülen ölüler ağaç, ot ve çiçek olmuş, yattıkları yerden başlarını çıkarmış da dışarıdaki dünyayı seyrediyorlardı. Umut, babasının da büyük bir ağaca dönüşeceği günü sabırsızlıkla bekliyordu. Nedense onu ot veya çiçek olarak değil, sadece bir ağaç olarak hayal edebiliyordu. Her okul çıkışı, eve dönerken babasının mezarına uğrayıp etrafındaki toprağı kolaçan ediyor, uyanmaya başlamış bir fidanın izini sürüyordu. Henüz ortada hiçbir şey olmadığını gördükten sonra da mezarın başına çömelip, o gün olanları, okuldaki çocukların yaptıklarını, öğretmeninin söylediklerini, canını sıkan olayları, hayallerini, kısacası aklından geçen her şeyi babasına anlatmaya başlıyordu. Bazen o kadar kaptırıyordu ki kendini konuşmaya, vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyor, havanın kararmakta olduğunu şaşkınlıkla fark ediyordu.
Babasının ağaca dönüşmesiyle ilgili fikirlerini okuldaki sıra arkadaşı Mustafa’yla paylaştığında, çocuğun verdiği tepki Umut’a iyi bir ders oldu. Anlattıklarını dinlerken Mustafa gözlerini kocaman açmış, dehşet dolu bir ifadeyle bakarak, çok büyük günaha girdiğini söylemişti. Ölenler ağaca veya başka bir şeye dönüşmezdi. Cennete veya cehenneme giderdi. Bu, o kişinin Müslüman veya kafir olmasıyla ilgiliydi. Elbette bunları Umut da biliyordu. Ama ona anlatılanlara göre babasının cennete gitmesinin mümkün olmadığını da biliyordu. Çünkü hayatı boyunca bir kere bile namaz kılmamış, oruç tutmamıştı babası. Her gece rakı içerdi, camiye adım atmazdı. Kısacası dinin gerektirdiği hiçbir şeyi yapmaz, günah olduğu söylenen şeyleri yapmakta da bir sakınca görmezdi. İşte bu yüzden Umut biliyordu onun cennete giremeyeceğini. Öğretmeni geçen sene din dersinde, namaz kılıp oruç tutmayanların cennete alınmayacağını, cehenneme gidip cayır cayır yanacaklarını açıkça söylemişti.
Umut’a göre bu büyük bir haksızlıktı. Babası tanıdığı en iyi insandı. Kimseye zararı dokunmazdı. Köyde çocuğunu dövmeyen tek babaydı. İmam bile dövüyordu çocuğunu. Umut bir kere gözleriyle görmüştü bunu. O babanın cennete, kendi babasının ise cehenneme gideceği düşüncesine isyan ediyordu bu yüzden. Bu kadar büyük bir haksızlığı aklı almıyordu. Öğretmenine bu konuyu sormayı düşünmüştü. Ama hemen vazgeçmişti. Onun da imamdan ve onun gibilerden yana çıkacağına emindi. Çünkü o da okulda hemen her gün birkaç öğrenciyi, bazen de sıra dayağı adı altında hepsini dövüyordu.
Babası öldüğünde, onun cehennemde cayır cayır yandığını düşününce dehşete kapılmıştı Umut. Bu düşünceden kaçmak için de onun bir ağaca dönüşeceği inancına sımsıkı sarılmıştı. Böyle düşünmek içini biraz olsun rahatlatıyordu. Teselliyi hayal gücünde bulmuştu. Başkalarının anlattıklarına inanmaktansa, kendi aklının yarattığı düşlere inanmayı seçmişti. Ama arkadaşına bu düşleri anlatma gafletinde bulunduğunda günaha girmekle, kafirlikle suçlanınca çok sarsılmıştı. Sarsılan düşlerine olan inancı değil, insanlara olan inancıydı. Arkadaşı onu suçlamakla yetinse yine iyiydi. Yetinmemişti. Hemen bunu diğer çocuklara yaymış, Umut’un iyice dışlanmasına, alay konusu olmasına ve yalnız kalmasına neden olmuştu. Umut da bundan böyle düşüncelerini kendine saklamaya ant içmişti. Hayatı boyunca onu esir alacak korkunun tohumları o zaman atılmıştı ruhuna. Alay konusu olmaktan, dışlanmaktan duyduğu büyük korku yüzünden insanlardan kaçan, konuşmaktan ve düşüncelerini söylemekten çekinen, hatta giderek kendinden bile utanan bir insana dönüşecekti. Büyüdükçe azalmayacaktı bu korku, aksine onunla beraber büyüyecekti. Umut, çocukken ruhuna atılan tohumların yıllar geçtikçe yeşermesine, zehirli bir sarmaşık gibi bütün benliğine dolanmasına ve onu ele geçirmesine engel olamayacaktı.
Mart ayının sonlarında, soğuk bir gündü. Sabahın erken saatleriydi. Güneş, gözyüzünü dolduran gri bulutların ardında kaybolduğu için hava kapalıydı. Umut, üzerinde siyah önlüğü, sırtında çantası, evden okula uzanan ıssız yolda yürüyordu. Birden yağmur bastırdı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan kaçmasının imkânsız olduğunu bilmesine rağmen, yapacak başka bir şey aklına gelmediği için koşmaya başladı Umut. Yüzüne kırbaç gibi inen yağmur damlaları önünü görmesini zorlaştırıyor, altı delik ayakkabıları su alıyordu; ama Umut hiçbir şeye aldırış etmeden delice bir hızla koşuyordu. Yağmur bahanesiydi aslında. Oldum olası hoşuna giderdi o toprak yolda koşmak. Hele yağmur yağarken daha da zevkli oluyordu.
Yolun ortasına geldiğinde sırılsıklam olmuştu bile. Ama keyfi yerindeydi. Koşarken bir yandan da çok eğlenceli bir oyun oynuyormuş gibi kendi kendine gülüyordu. Birden, tam mezarlığın orada, ayağı kaydı ve yere kapaklandı. Islandığı yetmezmiş gibi şimdi bir de her tarafı çamur olmuştu. Kalkmaya çalıştı, başaramadı. Koşmaktan yorulan çelimsiz bacakları hareket etmeyi reddediyordu sanki. Çamur da neredeyse bir bataklık kıvamındaydı. Kalkmaya çalıştıkça daha beter gömülüyordu içine.
Kurtulmak için umutsuzca çırpınırken, bir el uzandı ona doğru. Umut şaşkınlıkla önce ele, sonra da başını kaldırıp elin sahibine baktı. Tepesinde dikilen adam da tıpkı onun gibi sırılsıklam olmuştu. Onun gibi çamura bulanmamıştı ama yine de perişan bir hali vardı. Umut, hiçbir şey söylemeden, daha önce hiç görmediği bu adama şaşkın gözlerle bakıyor, adam da elini ona uzatmış bir halde, kıpırdamadan, sessizce karşısında duruyordu. Çok uzun boylu ve çok zayıftı. Umut’un gözlerine dikili mavi gözleri bir ölünün gözleri gibi donuktu. Kırışıklarla kaplı yüzü bir ölünün yüzü gibi bembeyazdı. Ve elleri… kaskatıydı. Umut, ona uzanan bu eli tuttuğunda ürperdi. Adamın arkasında gözüken mezarlığa doğru bir bakış attı, sonra mezarından kaçmış bir ölü olduğundan şüpheleniyormuş gibi adama çevirdi korku dolu gözlerini. Adamsa yine aynı donuk gözlerle karşılık verdi. Umut’un çamurun içinden kalkmasına yardım ettikten sonra da hiçbir şey söylemeden döndü, mezarlığa girdi. Umut bakakaldı arkasından.
Hayat, şaşılacak derecede anlamlı tesadüflerle doludur. Öyle ki, tesadüf dediğimiz şeyin belki de sadece tesadüf olmadığını düşündürür insana bazen. Bu “anlamlı” tesadüfler, çoğu zaman önemli bir dönüm noktasına işaret ederler. İnsan ancak geriye dönüp baktığında, hayatının tam da o noktasında o tesadüfün veya karşılaşmanın yaşanmış olmasının gerçek önemini ve anlamını kavrar. Bu çok basit veya küçük görünen bir olay da olsa, görür ki, hayatına önemli bir ivme kazandırmış, gitmekte olduğu yola yeni bir yön vermiş, hatta bazen yönünü tamamen değiştirmiş, kaderini geri dönüşü olmayan bir biçimde etkilemiştir. Çoğumuz kendimizi, “O gün oraya gitmeseydim,” veya “Onunla hiç karşılaşmasaydım,” ya da “… olmasaydı, şimdi hayatım tamamen farklı olurdu,” derken yakalamışızdır.
Umut da ona yıllar sonra böyle dedirtecek insanların ilkiyle işte o gün karşılaşmıştı. Bu karşılaşmanın büyük önemini o an bilmesi imkânsızdı ama içinde bir yerde hissetmişti sanki bunu. Hissetmese korku ağır basar ve hemen o an kaçardı oradan. Çünkü adamın görünümü, hali tavrı gerçekten de korkutucuydu. Ama buna rağmen kaçmadı Umut. Uzun bir süre ne yapacağını bilemeyerek durdu yolun ortasında. Ruhunda yine düşman kardeşlerin savaşı başlamıştı. Ölüye benzeyen adamın uyandırdığı merak ile korku hiç zaman kaybetmeden kavgaya tutuşmuşlardı. Korku, hemen oradan uzaklaşmasını; merak maskesine bürünmüş o isimsiz his ise adamın peşinden mezarlığa girmesini söylüyordu. Sonunda her zamanki gibi merak, veya adını bilmediği o his, kazandı. Umut; yenilgiyi hazmedemeyen, sözünü dinletemese de vazgeçmeyen, asla susmak bilmeyen korkunun sesini duymamaya çalışarak mezarlığa doğru ilerledi.
Babasını ziyaret etmek için hemen her gün gide gele ezberlediği mezarlık yolunda etrafına bakınarak, gözleriyle az önceki adamı arayarak yürüdü. Sonunda onu gördü. Üstünü otlar bürümüş bakımsız bir mezarın başında çömelmiş duruyordu. Umut’a arkası dönüktü. Umut, gözleri adamda, babasının mezarına doğru ilerledi. Mezarın başında durup her zaman oturduğu taşın üzerine oturdu. Bulunduğu yerden adamın yüzünü görebiliyordu artık. Başını elleri arasına alıp gözlerini ona dikti ve ilgiyle onu izlemeye koyuldu.
Adam, sadece birkaç metre uzağında duran Umut’u görmemişti. Kilitlenmiş gibi kıpırdamadan ve gözlerini ayırmadan, başucunda durduğu mezar taşına bakıyordu. O denli sessiz ve hareketsizdi ki bir heykeli andırıyordu. Umut onun ağlamakta olduğunu çok sonra fark etti. Adamın ifadesiz gözlerinden sicim gibi akan gözyaşları, ıslak saçlarından yüzüne süzülen yağmur damlalarına karışıyordu.
Ansızın çok tuhaf bir şey oldu. Heykel kıpırdadı. Bir fotoğrafa bakıyormuşçasına dalıp gitmiş olan Umut irkildi. Adam doğruldu. Elini ağır ağır ceketinin cebine götürdü. Cebinden bir silah çıkardı. Silahı yüzüne yaklaştırdı. Namlunun ucunu şakağına dayadı. Parmağı tetiğe gitti…
Tam tetiği çekmek üzereyken Umut’un dudaklarından istemsiz bir çığlık koptu.
Adam durdu. Başını kaldırdı ve Umut’u gördü. Umut da ayağa kalkmış, dehşet içinde ona bakıyordu.
“Yapma,” deyiverdi, konuşacak cesareti nasıl bulduğuna kendi bile şaşarak.
Adamın yüzünde şaşkınlığa benzer bir ifade belirdi.
Umut başka ne diyeceğini bilemedi. Sessizce adamın elindeki silaha baktı. Adam da onun bakışlarını takip ederek gözlerini silaha çevirdi, sanki ilk kez görüyormuş gibi baktı kendi elindeki silaha. Sonra bakışlarını tekrar Umut’a çevirdi.
Uzun, göz göze bir sessizlik oldu. İçinde bulundukları durum o kadar tuhaftı ki ikisi de ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor, tedirgin bir halde dikiliyorlardı. Uzayan sessizlik tedirginliklerini daha da arttırıyordu. Sonunda adam kendini toparladı, silahı cebine koydu. Umut’a acı ve utanç dolu son bir bakış atıp döndü, kaçarcasına uzaklaştı oradan.
Bir çocuğun gözleri önünde kendini öldürecek kadar acımasız değildi.
Umut, hâlâ devam etmekte olan yağmurun altında, adamın giderek küçülen bir noktaya dönüşmesini izledi. Nokta iyice küçülüp tamamen gözden kaybolduktan sonra babasının mezarı başından ayrıldı. Az önce adamın başucunda durduğu mezara yaklaştı. Onun ağlayarak baktığı mezar taşına baktı. Taşın üzerindeki silikleşmiş yazıları, doğum ve ölüm tarihlerini okuyunca, orada, otuz sene önce, henüz yirmi yaşındayken ölmüş bir kadının yattığını öğrendi. Umut daha dünyaya gelmeden yıllar önce ölmüş bu kadının adı Filiz’di.
Yağmur başladığı gibi aniden dinmişti. Üstü başı sırılsıklam olmuş ve çamura batmış olan Umut, o halde okula gitmek istemiyordu. Zaten geç kalmıştı. Öğretmenin geç kalanları nasıl karşıladığı malumdu. Zihninde sanki o anı yaşıyormuşçasına bütün detaylarıyla canlandı sahne. Neler olacağını görmek için yaşamasına gerek yoktu. Zaten biliyordu.
Kapıyı çalacaktı. İçeriden öğretmenin “Gel!” diyen sesi duyulacaktı. Umut kapıyı açıp sınıfa girecekti. Bütün başlar ona çevrilecekti. Sınıfta bir an süren derin bir sessizlik olacaktı. Arkadaşlarından bazıları acıyarak, çoğunluğu da alaycı bir ifadeyle Umut’a bakacaktı. Öğretmenin yüzündeki kızgınlık maskesinin altında ise birine işkence yapma fırsatı bulmuş olmanın verdiği derin hazzı görecekti. Öğretmen, sessizlik işkencesini Umut’u baştan ayağa, sonra yine ayaktan başa süzerek mümkün olduğu kadar uzattıktan sonra yavaşça ayağa kalkacaktı. Önce alaycı bir sesle konuşmaya başlayacaktı. “Ooo, Umut Bey teşrif etmişler nihayet. Daha erkendi, öğlene doğru gelseydiniz. Eee, kolay değil. Sabaha kadar beşik sallıyorsunuz.” Alaycı yönünü tatmin ettikten sonra hızlı bir geçişle hakaret safhasına atlayacaktı. “Ulan kaz kafalı, ulan gerizekalı, geç kalınmayacak demedim mi ben kaç kere? Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorsunuz, tek işiniz şuraya gidip gelmek, bunu bile beceremiyorsunuz. Yok, sizden adam olmaz. Anca hıyarağası olur.” Bu esnada Umut, kıpkırmızı olmuş bir halde sınıfın ortasında dikilecekti. Bu işkencenin ne zaman biteceğini bilmeden, sabırla bekleyecekti. Bütün gözleri üzerinde hissetmek yüzünü daha da kızartacaktı. Böyle durumlarda hep olduğu üzere, yerin yarılmasını, içine girmeyi, bir daha da çıkmamayı dileyecek ama maalesef bu dileği gerçek olmayacaktı. Öğretmen içinde büyüyen şiddet arzusunu, bağırıp çağırmakla gideremeyerek Umut’a yaklaşacak ve vurmaya başlayacaktı. Karşısında bir insan değil de bir çuval varmış gibi acımasızca vuracaktı. Umut’un canını dayaktan çok, bütün sınıfın gözleri önünde rezil olmanın utancı yakacaktı.
Umut, bütün olacakları kafasında gördükten sonra kesinlikle karar verdi okula gidemeyeceğine. Ama eve de dönemezdi. Çünkü evde de anası ile yaşayacaktı benzer bir sahneyi. O da, niye okula gitmedin diye kıyameti koparacaktı. En iyisi, hiçbir şey yapmadan orada beklemek, sonra da okuldan her zamanki çıkış saatinde eve dönmekti. Ertesi gün de öğretmene hasta olduğunu söyleyebilirdi. Bu yalanı yiyordu genellikle.
Kararını verdikten sonra babasının mezarı başında oturup, az önce tanık olduğu o acayip olayı ve o acayip adamı düşünmeye devam etti. Kimdi acaba o adam? Köyden biri olmadığı kesindi. Daha önce hiç görmemişti onu çünkü. Belli ki köye yeni gelmiş bir yabancıydı. Ama yabancıysa, köy mezarlığında yatan o kadının mezarı başında ne işi vardı? O mezarlığa sadece köyün yerlileri gömülürdü; tutucu köylüler yabancıların ölüsünü de dirisini de istemezlerdi aralarında. Demek ki Filiz, yani o mezarda yatan kadın, köyden biriydi. O adam da onun bir yakını, akrabası filan olmalıydı. Belki de komşu köylerden birinden veya kasabadan ya da belki de büyük şehirden gelmişti.
Birden Umut’un zihninde adamın silahı şakağına dayadığı an canlandı. Ürperdi Umut. Hayatında ilk defa böyle bir şey görmüş olmasına rağmen, adamın kendini öldürmek üzere olduğunu anlamıştı. Umut orada olmasa yapacaktı. Tetiği çekecekti. Umut her zamanki gibi okul çıkışında gelseydi oraya, adamın ölüsünü bulacaktı. Bir insan niye yapardı bunu? Ölmek iyi bir şey miydi ki? Hayır, değildi. Babasının ölmesi hiç iyi bir şey değildi. Çok kötü, çok üzücü bir şeydi. Buna rağmen nasıl isterdi insan ölmek?
Kafasını kurcalayan, cevabını bulmaya aklının yetmediği soruları babasına sormayı ne kadar da isterdi. Şimdi karşısında bu suskun mezar taşı, bu suskun toprak parçası değil de babası olsaydı… Kendi kendine konuşmaktan, sorularını hep sessizliğin yanıtlamasından bıkmıştı Umut. Babasının sesini özlüyordu. Az ama öz konuşan babasının her şeyi çok güzel açıklayan cevaplarını özlüyordu.
Ağlamaya başladı. Gerilen sinirleri boşanmıştı bir anda. Tek bir yerde uzun süre kalamayan düşünceleri gezinip durmaktan yorulmuştu. Üşüdüğünü hissediyordu. Ama sadece bedeni değildi üşüyen, ruhu da üşüyordu. Yalnızlık ne kadar soğuktu… Göz kapakları ne kadar ağırdı… Gözlerini açık tutmak ne kadar zordu…
Uyuyakaldı.
Uyandığında her tarafı buz kesmişti. Üstünde kuruyan giysilerinin ıslaklığı içine işlemişti sanki. Bir sünger gibi çekmişti bedeni bütün nemi. Titreyerek doğruldu. Etrafına bakındı. Bulutlar dağılmıştı. Güneş tam tepedeydi. Ne kadar zaman geçtiğini düşününce paniğe kapıldı Umut. Kolundaki saate, geçen sene babasının kasabadaki saatçiden aldığı saate baktı. Saatin ikiye yaklaştığını gördü. Tam yedi saattir oradaydı. Okuldan bir buçuk saat önce çıkmış, eve çoktan varmış olması gerekti. Şimdiden yarım saat geç kalmıştı. Anası da öğretmeni gibiydi. Geç kalınmasına tahammülü yoktu. Üstüne üstlük evhamlıydı. Umut korkuya kapıldı yine. Anası ya onu aramaya çıktıysa, ya okula gittiyse, ya Umut’un o gün okula hiç gitmediğini öğrendiyse…
Korku içinde eve döndü. Hem oturma odası hem de yatak odası olarak kullanılan küçük salonun boş olduğunu, sobanın da yanmadığını görünce korktuğunun başına geldiğini sandı. Anası gerçekten de onu aramaya çıkmıştı galiba. Biraz sonra eve dönecek, kıyamet de o zaman kopacaktı.
Topu topu iki göz odadan ibaret evin diğer odası anne ve babasının yatak odasıydı. Ama o oda kış günlerinde hiç kullanılmaz, üçü de bütün gün soba yandığı için sıcak olan salonda yatardı. Babasının ölümünden beri tamamen kullanıma kapatılmıştı yatak odası. Annesi eskiden yere serdiği şilteyi bile çıkarmıyor, Umut’un yattığı divanın kenarına kıvrılıp uyuyordu. Rahmetli kocasına ait, atmaya kıyamadığı ama görmeye de dayanamadığı eşyaları eski yatak odasına doldurup kapıyı kapattığı günden beri giremiyordu oraya. Bu yüzden, Umut o odaya bakmaya gerek bile görmemişti anasının evde olmadığı yargısına varmak için. Yine bu yüzden, oda kapısını açık, anasını da içeride, çeyiz sandığının başında bulunca çok şaşırdı.
Usulca odaya süzüldü. Anası geldiğini duymamıştı. Umut’un sandığının aksine, onun geç kaldığını bile fark etmemişti. Kudurmuş bir halde Umut’u arıyor filan değildi yani. Gayet sakin gözüküyordu. Orada öylece durmuş, elinde tuttuğu bir tomar parayı sandığın içine saklamakla meşguldü. Umut şaşkın gözlerle bir anasına bir paraya baktı. Aslında çok fazla değildi, ama hayatında hiç o kadar parayı bir arada görmemiş olan Umut’a çok fazla gözüktü.
“Ana… O ne?” diye sordu şaşkın bir sesle.
Annesi irkilerek başını kaldırdı. Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. Gözleri dolmuştu. Umut’a sanki onu görmüyormuş gibi bakıyordu. Cevap vermeden başını tekrar indirdi. Paraları sandığın içine, kullanılmayan dantel örtülerin altına sakladı. Sandığın kapağını kapatıp doğruldu. Ancak o zaman Umut’a tekrar baktı ve az önceki sorusunu yanıtladı.
“Tekneyi sattım.”
Sesi de yüzü gibi acıydı.
“Babamın teknesini mi?”
“He ya. Başka teknemiz mi var?”
Umut, boğazını bir yumrunun tıkadığını hissetti.
“Ama… Hani vermeyecektin babamın hiçbir şeyini?”
Anası birden sinirlendi.
“Keyfimden mi verdim!” diye bağırdı.
“Ya niye verdin?”
“Vermeyeydim de acımızdan gebere miydik? Bir aydan beri konu komşunun eline bakıyoruz! Başımızı sokacak şu ev de olmasa yanmıştık!”
Umut hiçbir şey söyleyemedi. Gerçekten de babası öldüğünden beri nasıl geçindiklerini, bundan sonra da nasıl geçineceklerini hiç düşünmemişti. Öyle ya, ne bir tarlaları ne de bir dükkânları vardı. Babası ekmeğini denizden çıkarırdı. Bütün varlıkları, bir şu dededen kalma ev, bir de babasının “Umut” adını verdiği küçük tekneydi. Anası tekneyi satmayıp da ne yapacaktı… Umut başka çare olmadığını anlıyordu anlamasına da, yine de içini acıtmıştı bu haber. Çok severdi o tekneyi. Hep büyüyünce babası gibi balıkçı olacağını, o tekneyle denize açılacağını, günlerini o teknenin içinde geçireceğini hayal etmişti.
Bu arada annesi söylenmeye devam ediyordu.
“Baban olacak adam o tekneden gayri bir çöp bırakmadı. Tekne de yok pahasına gitti zati. O para bizi taş çatlasa altı ay idare eder. Sonra ne halt edicez bilmem…”
Umut da bilmiyordu. Gerçeklerin ağırlığı altında ezilen aklı paramparça olmuştu. Hiçbir şey düşünemiyordu.
Parayı, hayallerin önünde dikilen kocaman, aşılmaz bir engel olarak görmeye o gün başladı işte. Korkularına bir yenisi daha eklendi. Para denen canavar, o geceden itibaren kâbuslarının başkahramanı haline geldi.
Büyük üzüntüler, sarsıcı olaylar, şoklar insanı tek başına hasta etmeye yeter. Bir de buna yağmur, soğuk ve korku eklenince hastalık hepten kaçınılmaz olur. Umut da, onu çok sarsan iki olayı peş peşe yaşadığı ve hem şaşırıp hem de çok üzüldüğü, yağmurda ıslanıp saatlerce soğukta kaldığı, korku yüzünden hemen eve dönemediği o tuhaf günün sonunda hasta oldu. Günlerce üşüdü, öksürdü, aksırdı, hapşırdı, yataktan çıkamadı, okula gidemedi. Öğretmenine söylemeyi planladığı bir günlük hastalık yalanı, bir haftalık bir gerçeğe dönüşmüştü.
Yatakta geçirdiği sıkıcı saatler, sıkıcı düşüncelerle geçti. Babasını, ölümü, o adamı, Filiz’i, bir de satılan tekneyle beraber kaybettiği hayallerini düşündü durdu. Uykuya daldığında da hep korkunç kâbuslarla boğuştu. Adı para olan canavarlar, kendini öldüren adamlar, kuduran denizler, batan tekneler gördü. Batan tekneler… Batan tekneler gördüğünde uyandı. O ana dek sormayı bile düşünmediği sorunun cevabını bulmuştu. Babası son kez denize açıldığında boğulmuştu. Ama tekne batmamıştı, sapasağlam duruyordu. Başka bir balıkçı onu bulup sahile getirmişti. Babası ise ertesi sabah kıyıya vurmuştu. Evet, o gün hava aniden bozmuş, fırtına çıkmış, deniz kudurmuştu ama tekne batmamıştı. Niye batmamıştı? Babası niye boğulmuştu o zaman?
Cevap açıktı. O, özellikle atlamıştı tekneden. Ölmek istemişti. Katili deniz değil kendisiydi. Umut, bir anda bütün açıklığıyla kavradı bu gerçeği. Ama yine de inanmak istemedi. Çok sevdiği babası bunu ona yapmış olamazdı. Niye yapsındı ki? Niye onu üzmek, yalnız bırakmak istesindi?
Aklına gelen bu korkunç ihtimalin doğru olamayacağını duymak istedi. Anasına sordu. Anası da ona saçma sapan konuşmamasını söyledi. Hiç olur muydu öyle şey… Teknenin niye batmadığını nereden bilsindi… Allah’ın işine akıl sır erer miydi… Umut rahatladı. Duymak istediğini duymuştu. Daha fazla kurcalamanın âlemi yoktu. Ama içinde uyanan şüphe yok olmamıştı. Sadece üstü örtülmüştü.
Pazar günü iyileştiğini hissetti. Evin içinde, bahçeye bile adımını atmadan geçirdiği günlerin acısını çıkarmak için hemen kendini dışarı attı. Güneşli, güzel bir sabahtı. Ilık bir rüzgâr esiyordu. Arkadaşsız, yalnız bir çocuk olduğu için zamanını tek başına geçirmeye alışıktı Umut. Kendi kendine oyunlar icat edebilir, diğer çocukların aksine kendi kendine eğlenebilirdi. Yine öyle yaptı. Yürüdü, koştu, ağaçlara tırmandı, çayırda otlayan koyunlara sataştı, çobandan kaçtı, tavukları kovaladı. Yorulduğunda çimenlerin üzerine uzanıp gökyüzünü seyretti. Kendini hiç unutturmayan bir sızı gibi babasını anımsadı. O ölmeden önce, pazar günleri erkenden kalkıp sahile inerlerdi beraber. Artık onların olmayan tekneyle denize açılırlar, balık tutarlardı.
Anımsayış, burnuna deniz kokusunu getirdi. Ne zaman babasını düşünse, denizin kokusunu duyardı. Ne zaman denizin kokusunu duysa, babasını düşünürdü. Deniz kokusu ve babası bir olmuşlardı Umut’un zihninde. Birbirlerini çağırıyorlardı. Birbirlerinden ayrılamıyorlardı.
Aklında babasıyla teknede geçen eski pazar günleri, içinde hüzün, sahile indi. Balıkçı teknelerinin çoğu denize açılmıştı bile. Geç kalan bir iki tekne vardı sadece sahilde. Bunlardan biri de “Umut”tu. Umut, baş kısmında mavi boyayla kendi adı yazılı olan küçük beyaz tekneye özlemle baktı. Yeni sahibi teknenin içindeydi. Arkası Umut’a dönük bir halde, ağları hazırlamakla meşguldü. Üzerindeki bakışları hissetmiş gibi birden döndü. Umut’u gördü. Umut, adamın yüzünü görünce şaşkınlıkla kalakaldı. Bu, o adamdı… Mezarlıktaki adam… Silahı şakağına dayayan adam…
Adam da Umut’u tanımıştı. Bakışlarından anlaşılıyordu bu. Sanki çok eskiden beri tanıdığı ve çok özlediği birini görmüş gibi sevinçle gülümsedi. Bu sıcak gülümseyiş, yüzünün bir ölüyü andıran beyazlığı ve açık mavi gözlerinin bir ölüyü andıran donukluğu ile büyük bir tezat oluşturuyordu. Umut yine ürperdiğini hissetti.
“Merhaba çocuk!” dedi adam. Sesi de gülümseyişi gibi sıcaktı. Ölü görünümünden beklenmeyecek denli canlı, hayat doluydu.
Ürkek bir sesle karşılık verdi Umut.
“Merhaba.”
“Balığa çıkıyorum. Gelmek ister misin?” diye sordu adam damdan düşer gibi.
Umut bir an bile düşünmeden, içinden geçen cevabı verdi.
“İsterim.”
“Atla o zaman.”
Umut atladı. Heyecanlanmıştı. Sanki rüya görüyor gibi hissediyordu kendini. Ama hayır, rüya görse, karşısındaki adam bu yabancı değil, babası olurdu.
Yabancı adam küreklere asıldı. Tekne denizin üzerinde süzülmeye başladı. Umut, gözlerini dikmiş onu inceliyordu.
“Bu tekne bizimdi,” deyiverdi.
Adam şaşırdı.
“Sizin miydi?”
“Evet. Babamındı…”
Bir an duraksadıktan sonra ekledi.
“Babam ben doğduğumda yapmış bu tekneyi. Kendi yapmış. Adı da oğlumunki gibi ‘Umut’ olsun demiş. En çok ‘Umut’ adını severmiş babam.”
Adamın yüzünden bir gölge geçti. Tekneyi aldığı günü anımsadı. Kendini öldürmekten Umut sayesinde kurtulduğu o gün, mezarlıktan kaçar gibi uzaklaştıktan sonra ayakları onu sahile götürmüştü. Denizi görünce yolun sonuna geldiğini anlayarak durmuş, karşısındaki manzarayı seyre dalmıştı. Güneşi saklayan bulutlarla kaplı gökyüzü de, gri bir renksizliğe bürünmüş dalgalı deniz de çektiği acılara bir an önce son vermek isteyen ruhu gibi kasvetliydi. Dünyanın ve kendi ruhunun iç karartıcı yüzüne bakarken, az önce, tam tetiği çekeceği anda onu durduran çocuğa karşı içi öfke dolmuştu. Uzun zamandır istediği, beklediği bir andı o; ama ne kadar uzun zamandır düşünürse düşünsün eyleme geçmek bir anlık karara bağlıydı. O kararı verecek cesareti tekrar bulması çok zordu. Nereden çıkmıştı sanki o Allah’ın belası çocuk? Ne işi vardı sabahın köründe bir mezarlıkta? O olmasa şimdi arzuladığı yerde, onun yanında, bu acımasız dünyanın uzağında olacaktı. Ne kadar zor olursa olsun vazgeçmemeliydi, vazgeçemezdi, gereken cesareti yeniden bulmak zorundaydı. Çünkü yaşamak istemiyordu. Böyle ölü gibi yaşamaktansa gerçekten ölmeyi yeğliyordu.
Bu duygularla boğuşurken ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir halde yürümeye başlamıştı. Sahil boyunca önünü görmeden ilerliyordu. Balıkçı teknelerinin demirlediği yere gelince, içinden gelen garip bir dürtüyle duraksadı. Gözleri teknelere takıldı ve küçük, beyaz bir teknenin adını gördü. Teknenin baş kısmında mavi harflerle yazan “Umut” kelimesine bakakaldı. Çok uzun zaman önce hafızasından silinmiş olan bu basit sözcük ruhunda şiddetli bir kasırga yaratmıştı. İçinde boğulduğu karanlık duygu ve düşünceleri allak bullak etmişti. Umut… Anlamlı bir işaret gibi ona bakıyordu küçük, beyaz bir teknenin sancağından. Orada, o kasvetli manzaranın içinde durmuş bakıyor ve bir sözcüğün bir insana anlatabileceği her şeyi anlatıyordu. Umudunu kaybetmiş adama, yokluğunda boğulduğu duyguyu hatırlatıyordu. Çıkış yolunu gösteriyordu.
Büyülenmiş gibi tekneye bakarken, bir sesle irkilmişti. Genç bir balıkçıydı konuşan. Teknenin satılık olduğunu söylüyordu. Dakikalardır tekneye bakan adamı görünce, alıcı olduğunu düşünmüştü.
“Sahibi geçen ay öldü,” demişti. “Bir aydır burada yatıyor tekne. Rahmetlinin karısı satmak istiyor ama alıcı çıkmıyor. Eski diye beğenmiyor millet ama bakma sen öyle göründüğüne. Sapasağlamdır. Kaç fırtına atlattı, bana mısın demedi.”
Ani bir kararla, “Kaç para?” diye sormuştu.
Balıkçı, değerinin çok altında olduğunu defalarca vurgulayarak fiyatı söylemişti.
Yine ani bir kararla bütün parasını vermiş, tekneyi satın almıştı. Genç balıkçı, parayı rahmetlinin karısına vereceğini söyleyerek yanından ayrılıncaya dek de bunu neden yaptığını düşünmemişti. En son çocukken balığa çıkmıştı. Balıkçılıktan, denizden ve bunun gibi şeylerden pek anlamazdı yani. Ama ne yapacağını bilmediği, her şeyin sonuna geldiği bir anda karşısına çıkan bu anlamlı tesadüfe boyun eğmesi gerektiğini hissetmiş, o teknenin adında yeni bir hayatın doğuşunu görmüştü. “Umut” onu ele geçirmiş, ölümü kovmuş, yerine yaşamı koymuştu.
Geçmişten şimdiki zamana döndüğünde, oldukça açılmış olduklarını fark etti. Umut demin sorduğu, ama düşüncelere dalmış olan adamın duymadığı soruyu yineliyordu.
“Senin adın ne?”
“İhsan.”
“Nerden geldin?”
İhsan bir an duraksadı. Nereden geldiğini, otuz senedir nerede olduğunu söylerse çocuğun korkacağını düşündü.
“Uzak bir yerden.”
“Kasabadan mı?”
“Yok.”
“Daha mı uzaktan?”
“Hı hı.”
“Şehirden mi?”
“Sayılır.”
Umut sonunda tatmin olmuş gibi sustu. Ama suskunluğu uzun sürmedi.
“Niye geldin buraya?”
Ölmek için diyemedi İhsan.
“Bilmem,” dedi.
Umut cevaptan memnun kalmamıştı.
“Filiz’i görmeye mi geldin?”
Böyle bir soru beklemeyen İhsan irkildi. İçinden bir sızı gibi Filiz geçti.
“Evet,” dedi güçsüz bir sesle.
“Neyin oluyor Filiz?”
“Karım,” dedi daha da güçsüz bir sesle. Yüzünde otuz senedir hiç eksilmemiş acının izleri belirdi. Gözlerinin önüne görünmez bir perde indi, bakışları donuklaştı.
Umut, İhsan’daki belirgin değişim karşısında yaşından beklenmeyecek bir olgunluk göstererek sustu. İhsan da susuyordu. Gözleri denizde, tekdüze bir ritimle kürekleri çekiyordu. Deniz durgundu; çok nadir görülen bir sessizlik hakimdi doğada. Kürekler suya girip çıktıkça duyulan şıpırtı dışında hiçbir ses yoktu. Bazen de uzaklarda bir martı viyaklıyordu, o kadar.
Umut, İhsan’a bakarken babasını görüyordu. O da hep böyle susardı. O da hep böyle, yüzünde ciddi bir ifadeyle, gözleri dalgın çekerdi kürekleri. Ona bakınca da tıpkı şimdi olduğu gibi hem birçok soru sormak ister, hem de çekinirdi. Her şey o kadar eskisi gibiydi ki, elinde olmadan, karşısındaki yabancı adamı babasının yokluğundan doğan boşluğa sığdırmak istedi Umut. Elinde olmadan, babasına duyduğu yakınlığa benzer bir yakınlık duydu ona.
Beraber balık tuttular. İhsan o kadar acemiydi ki, kendini bildi bileli babasına çıraklık yapan Umut ona yardım etmese belki de hiç balık tutamadan akşamı edecekti. Umut, hiç fark etmeden öğrendiklerini, bildiğini kendisinin bile o ana dek bilmediği her şeyi anlattı ona. Nerede daha bol balık çıktığını, ağı attıktan sonra ne kadar beklemesi gerektiğini, ağı toplayacakları zamanı hep Umut söyledi. Akşama doğru işleri bitmişti. Denizin üzerinde güneş batarken dönüş yoluna çıktılar. Ancak o zaman merak ettiği sorulardan birini sorma cesaretini buldu Umut.
“Senin çocuğun var mı İhsan Amca?”
Beraber geçirdikleri günün sonunda, o yabancı adam artık İhsan Amca olmuştu.
“Yok.”
İhsan’ın gözleri doldu bunu söylerken. Birden dili çözüldü.
“Olacaktı, ama olmadı. Karım… Filiz… öldüğünde altı aylık hamileydi.”
Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Yaşlı gözlerle Umut’a baktı.
“Karım ölmeseydi, çocuğum doğsaydı, şimdi otuz yaşına gelmiş olacaktı. Senin yaşında bir torunum olacaktı belki de.”
Umut dayanamadı.
“Neden öldü karın?” diye soruverdi.
İhsan içten bir sesle, “Bilmiyorum,” dedi. “Bunu ben de sordum kendime, otuz sene boyunca her gün bu soruyu sordum ama yanıtı bulamadım.”
Umut hiçbir şey anlamamıştı. Bu sırada kara da görünmüştü. Kıyıya yanaşıp demir atarlarken, “Yarın kasabadaki balık pazarına gidiyorum,” dedi İhsan. “ Sen de gelip bana yardım eder misin?”
“Bilmem ki… Yarın okul var.”
“Kaça gidiyorsun?”
“Beşe. Bu sene bitecek.”
“Sonra ne yapacaksın?”
“Balıkçı olacağım.”
İhsan güldü. Babası da tıpkı böyle gülerdi, Umut balıkçı olacağını söylediğinde. Bozuldu Umut. “Ne var?” dedi. “Olamaz mıyım?”
İhsan, Umut’un bozulduğunu anlamıştı. Alttan aldı.
“Niye olamayasın canım? Olmuşsun bile.”
“Niye güldün öyleyse?”
“Ben de çocukken bir sürü şey olmak istiyordum. Hiçbir şey istediğim gibi olmadı.”
“Benim olacak ama.”
“Tamam, tamam. Kızma.”
“Kızmıyorum.”
Kızmadığını ispatlamak istercesine gülümsedi. İhsan da ona gülümsedi.
Dostlukları o gülümseyişle başladı. Ertesi gün Umut, okuldan kaçıp İhsan’la kasabaya gitti. Beraber pazarda balık sattılar. Sonra yine balık tuttular. Teknede geçirdikleri saatler boyunca İhsan ona hep Filiz’i anlattı. Otuz senedir uyanık olduğu her an onu düşündüğünü, uyuduğunda da rüyalarında hep onu gördüğünü anlattı. Hiçbir zaman unutmadığını, unutmaya da çalışmadığını anlattı. Hatırlamak ne kadar acı verirse versin, unutmak kadar korkunç olamazdı.
Aşkın ne olduğunu ilk İhsan’dan öğrendi Umut. Babasının da annesini böyle sevip sevmediğini merak etti. Sanmıyordu. Bir gün bile annesinden böyle bahsetmemişti babası. Onun adını anarken sesi böyle titrememişti, gözleri böyle dolmamıştı. İhsan’ın çektiği acının büyüklüğünü görmesine rağmen, büyüyünce birisini, onun Filiz’i sevdiği gibi sevmeyi diledi Umut. Kim bilir ne kadar güzel şeydi böyle sevmek… Böyle âşık olmak… Böyle unutamamak…
Günler geçtikçe dostlukları pekişti. Öyle ki, Umut bir daha kimseye anlatmamak için yemin ettiği bir sırrını açacak kadar yakın hissetti kendini İhsan’a.
“Babam bir ağaca dönüşecek,” dedi. “Cehennemde yanmayacak o. Ağaç olacak. Hem de kocaman bir ağaç… O kadar büyüyecek ki, dalları göğe değecek.”
Sustu ve İhsan’ın gülmesini, alay etmesini bekledi korkuyla. Ama İhsan gülmedi. Alay da etmedi. Son derece ciddi bir ifadeyle baktı Umut’un yüzüne.
“Filiz de çiçek oldu,” deyiverdi sonra. “Gördün mü, nasıl çiçekler sarmıştı mezarın etrafını. İşte onların hepsi Filiz.”
Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Babası öldüğünden beri ilk defa yalnız olmadığını hissetti. Kendi gibi düşünen birinin olması ne büyük bir mutluluktu.
“Gördüm,” dedi. “Filiz’in ağaç olması saçma olurdu zaten. Onun çiçek olması iyi.”
İhsan ciddi ciddi başını salladı.
“Evet.”
Umut da ciddiyetle devam etti.
“Bence en fenası ot olmak. İnşallah ben ot olmam ölünce.”
“Olmazsın, korkma. İnsanın yaşarken belli olur ölünce ne olacağı.”
Dünyalar Umut’un olmuştu. Sonunda onunla alay etmeyen, aptal olduğunu düşünmeyen bir arkadaş bulmuştu. Doğrusu tam kafasına göre, gönlüne göre bir arkadaştı İhsan.
Güneşli bir hafta geçti. Umut hemen her gün okuldan kaçtı, İhsan’la denize açıldı, balık tuttu. Teknede geçirdikleri her gün dostlukları biraz daha pekişti.
Beraber balığa çıktıkları son gün hava bozdu. Gökyüzünü gri bulutlar kapladı. Güneş, bulutların ardına saklandı. Boğucu bir rüzgâr esmeye başladı. Deniz geri çekildi.
Yaklaşan fırtınanın habercisiydi bütün bunlar.
Umut, o son gün İhsan’dan ayrılıp eve geldiğinde, annesini komşusu Hatice ile konuşurken buldu. İki kadın kafa kafaya vermiş, dertleşiyorlardı. Umut’un içeri girdiğini bile fark etmediler, fark ettilerse de umursamadılar. Umut bir köşeye geçip açlıktan midesi guruldayarak onları dinlemeye koyuldu.
“Ne yapacağımı şaşırdım,” diyordu anası. “Teknenin parası var şimdilik, ama ne kadar zaman idare eder bizi bilmiyorum.”
Hatice bilmiş bir edayla kafasını sallayarak, “Doğru kardeş, hazıra dağ mı dayanır,” dedi.
“Dayanmaz helbet. Ondan çalışayım diyorum ama… Ne iş yaparım, bu köy yerinde nereden iş bulurum…”
“Ah ah, eskiden olacaktı… Anam anlatırdı, şu meşhur Cavidan Hanım var ya… Bildin mi Cavidan Hanım’ı?
“Hee, bildim.”
“İşte o Cavidan Hanım’ın babası zamanında çiftlik de çiftlikmiş. Tarlalar, bağlar, bahçeler dönüm dönüm… Hepsi ekiliyor, biçiliyor… Sade bizim köyden değil, civardaki bütün köylerden ırgat toplarlarmış. Şarap fabrikası da işliyormuş o vakitler. O kadar çok iş varmış ki, erkekler yetmiyomuş, kadınları da alıyolarmış çalışmağa. “
“Sonra ne olmuş da bu hale gelmiş ki?”
“Ne zaman ki bey ölmüş, bütün çift çubuk Cavidan Hanım’a kalmış, her bişey durmuş. Tarlalar topraklar ekilmez, çiftlikte in cin top oynar olmuş; fabrikanın kapıları kapanmış. Eskiden, sade evde bir alay insan çalışırmış. Şimdi, beyin zamanından beri çiftlikte olan emektar hizmetçi kalmış bir tek. Evin bütün işini o kadın görüyormuş.”
“Bir başına?”
“Hee, bir başına.”
“Bizim köy kadardır be o ev.”
“Öyle. Ama ne yaparsın, Cavidan Hanım insan görmek istemeyesiymiş. Bu yüzden bütün çalışanları kovmuş. Çiftliği de evi de boşaltmış.”
“Yazık.”
“Yazık ki ne yazık. Bu kadar insan açlıktan gebersin burada, o kadar toprak boş dursun. Olacak iş değil ama olmuş işte. Bu Cavidan Hanım dedikleri, hayata küsmüş mü neymiş. Çiftlik evine kapatmış kendini, avluya bilem çıkmıyormuş. Kaç senedir yüzünü gören yok. Anam rahmetli, toprağı bol olsun, bir kere görmüş Cavidan Hanım’ı. Gencecik kızmış o vakitler. Prensesler gibiymiş. Bey babası da, sertmiş, acımasızmış ama bey gibi beymiş. Diyom ya, herkeslere ekmeğini o verirmiş.”
“Kız Hatice, ne zoru varmış bu Cavidan Hanım’ın? Ne demeye herkesi ekmeğinden etmiş? İnsan o kadar zengin olsun da hayata küssün… Deli mi bu?”
Hatice, hikâyenin heyecanlı kısmına geldiklerini belli edercesine kıpırdandı oturduğu yerde. Çayından bir yudum aldı. Sonra büyük bir sır verircesine fısıltıyı andıran bir sesle, “Hemi de zır deli,” dedi. “Neden delirdiğini de biliyom ben.”
Umut’un da anasının da gözleri fal taşı gibi açıldı. Cavidan Hanım’dan bahsedildiğini daha önce de duymuşlardı. Zaten köyde, hatta kasabada onun adını duymayan yok gibiydi. O bölgenin en meşhur, en zengin kişisiydi çünkü. Yıllardır yüzünü gören olmadığı için de adeta bir efsaneye dönüşmüştü. Yalan yanlış hikâyeler anlatılırdı hakkında; bazı anneler yaramazlık yapan çocuklarını Cavidan Hanım’a götürmekle korkuturlardı. Deli olduğu herkesçe bilinen bir gerçekti ama Cavidan Hanım’ın gençliğini hatırlayan yaşlıların çoğu toprak olduğu için, neden delirdiğini kimse bilmezdi. Bey babası öldükten sonra üzüntüden aklını kaybettiği söylenirdi yalnız.
Bu yüzden, “Bey babası öldükten sonra üzüntüden delirmiş diyorlardı,” dedi Umut’un anası da.
Hatice, “Palavra o be,” diye karşılık verdi. “Babası öldü diye delirir mi insan? Herkesin ölüyor babası.”
Sözün burasında pot kırdığını anlamış gibi sustu. Acıyan gözlerle Umut’a baktı. Umut ise hiç üstüne alınmamış, merakla hikâyenin devamını bekliyordu. Annesi Umut’un imdadına yetişti.
“Kız, çatlatırsın sen adamı. Anlatsana niye delirmiş ya?”
Hatice büyük bir zevkle anlatmaya başladı.
“Bu Cavidan Hanım, körpecik bir genç kızken deliler gibi âşık olmuş. Hem de kime?”
Bir an durup sorusunun cevabını bekler gibi Umut’la anasına baktı. Lafı uzattıkça dinleyicilerinde daha çok merak uyandıracağını düşünüyor olmalıydı. Umut’un anası dayanamadı.
“Kime?”
Hatice, korkunç bir gerçeği açıklıyormuş gibi dehşet dolu bir sesle yanıtladı.
“Çiftlikte ırgatlık yapan fakir bir köylü parçasına!”
Umut, bunun niye bu kadar korkunç bir şey olduğunu anlayamamıştı. Annesine baktı. O anlamış gözüküyordu. Cık cık cıklayarak başını yukarı aşağı sallamasından belliydi anladığı.
“Fakirmiş, ırgatmış amma, anamın dediğine göre, çok da yakışıklıymış. Boylu poslu, heybetli bi oğlanmış. Köyün bütün kızları peşinde koşarmış. Cavidan Hanım desen, çirkin mi çirkinmiş.”
Umut atıldı.
“Hani prenses gibiydi?”
Hatice bir an şaşaladı.
“Canım, söz temsili. Çirkinmiş ama giyim kuşam o biçimmiş tabii. Bir giydiğini bir daha giymezmiş. Elbiseleri, entarileri Avrupalardan gelirmiş. Artiz gibi gezermiş. Havası, kibri de cabası. Ama paraynan güzellik olmuyor işte. Güzellik ondur, dokuzu dondur derler ya, palavra. Cavidan Hanım da bütün süsüne, çalımına rağmen çirkinmiş.”
Hatice, Umut’a öldürücü bir bakış atarak, bir daha lafını bölmemesini gözleriyle anlattı. Sonra kaldığı yerden hikâyesine devam etti.
“Bey, yani bizim Cavidan Hanım’ın babası, başta karşı çıkmış bu işe. Biricik kızına, fakir bir ırgat parçasını yakıştıramamış. Ama ne dese ne yapsa laf anlatamamış kızına. Cavidan Hanım aşkından yataklara düşmüş, yemekten içmekten kesilmiş. Ölümlerden dönmüş. Bey babası da sonunda pes etmiş. Bakmış ki kız elden gidiyor, çaresiz he demiş. Çiftlikte düğün hazırlıkları başlamış.”
Bu kez Ayşe atıldı.
“Evlenmişler mi?”
“I ıh, evlenememişler.”
“Niye?”
“Çünkü bu ırgat oğlan, Cavidan Hanım’ı sevmiyormuş. Zengin olmak için seviyor gözükmüş. Aslında gönlü başkasındaymış. Kendi gibi fakir bir kızı seviyormuş.”
“Kız da bizim köyden miymiş?”
“Hee.”
“Güzel miymiş?”
“Çok güzelmiş.”
“Sonra?”
“Oğlan sonunda aşkına yenik düşmüş. Parayı pulu gözü görmez olmuş. Tam düğün günlerinde bir mektup yollamış Cavidan Hanım’a. Her şeyi bir bir anlatmış.”
“Cavidan Hanım ne yapmış?”
“Ne yapsın? Delirmiş işte. Cümle âleme rezil oldum diye bir daha insan içine çıkamamış. Kendini eve kapatmış.”
“Bey babası vurmamış mı oğlanı?”
“Vuracakmış. Ama Cavidan Hanım yapma diye yalvarmış, ayaklarına kapanmış babasının. Onu vurursan ben de ölürüm, canıma kıyarım demiş.”
“O kadar seviyormuş demek.”
“Ne yaparsın, gönül işte. Ota da konar, boka da.”
Umut’un anası manidar manidar iç geçirdi.
“Bilmez miyim…”
“Ama ben sana bişey deyim mi, Cavidan Hanım delirmiş me-lirmiş ama gene de ucuz kurtulmuş. Allah korumuş onu o oğlandan.”
“Niye kız?”
Hatice cevap vermeden önce Umut’tan yana bir bakış attı. Umut sobanın yanında kıvrılmış, açlıktan ve sıkıntıdan uyuklamaya başlamıştı. Hatice, sesini biraz alçaltarak, “Oğlan cani ruhlu çıkmış,” dedi. “Cavidan Hanım’ı bıraktıktan sonra, gidip sevdiği kızla evlenmiş. Sonra da kızcağızı baltayla doğramış.”
“Hihh!”
“Yaa… Durduk yere canına kıymış karısının. Üstelik de altı aylık hamileymiş kadın. Kendi çocuğuna bile acımamış katil herif.”
Umut birden gözünü açtı. Komşu kadının son sözlerinde tanıdık bir koku vardı. O hafta içinde, altı aylık hamileyken ölen bir kadından, doğmamış bir çocuktan bahsedildiğini kim bilir kaçıncı kez duyuyordu Umut. İhsan her gün Filiz’i anlatıyordu ona. Bu garip bir tesadüften mi ibaretti, yoksa… Ama hayır, o katil adam, İhsan Amca olamazdı. Mümkün değildi bu. İhsan’ın ölen karısıyla doğmamış çocuğundan nasıl içten bir sevgiyle, nasıl büyük bir hasretle ve nasıl derin bir acıyla bahsettiğine gözleriyle kulakları şahit olmuşken, bile böyle bir şeyi aklına bile getiremezdi.
Yine de korkunç bir şüpheyle allak bullak olmuştu Umut. Düşünmemeye, konuşulanları dinlemeye çalıştı. Annesiyle komşu kadının seslerini çok uzaktan geliyormuş gibi duyuyordu.
“Ne olmuş adama sonra?” diye soruyordu annesi.
“Hapse girmiş helbet. Hâkim ömür boyu hapis cezasına çarptırmış. Hemi de iki defa…”
İnsanın iki ömrü yoktu ki. Nasıl iki defa oluyordu? Gıdıklanmış gibi gülmek geldi Umut’un içinden. Büyüklerin saçmalıkları hep içini gıdıklardı zaten. Gülmemek için kendini zor tutarak düşündü. Mademki adam iki defa ömür boyu hapis yatacaktı, o halde İhsan Amca olamazdı. Tam rahatlamıştı ki, birden başka bir ihtimal daha sundu aklı: Ya kaçtıysa hapisten? Dalton Kardeşler hep kaçardı. O da kaçmış olabilirdi. Gerçek hayatta da kaçılabiliyor muydu hapishanelerden acaba?
Kaçılabiliyordu. Ama İhsan kaçmamıştı. Afla çıkmıştı. Sudan çıkmış balık nasıl olursa, o da öyle olmuştu hapisten çıkıp da kendini dışarıda bulduğunda. Otuz senedir bir kere bile düşünmemişti çıkabileceğini. Hayatının sonuna kadar o dört duvar arasında yaşayacağından, o dört duvar arasında öleceğinden emindi. Af haberini aldığında şaşkınlıktan donup kalmıştı. Diğer mahkûmlar gibi sevinememişti. Koğuştaki bayram havası zehirli bir gaz gibi yakmıştı ciğerlerini. Ne yapacaktı çıkıp? Ne vardı dışarıda?
Yalnızlık vardı. Bir de bilinmezlik vardı. Başka bir şey yoktu. Hapiste geçirdiği otuz sene gerçekten de iki ömre bedeldi. Yaşayacak daha fazla ömrü kalmamıştı. Tükenmişti. Onun için her şey bitmişti. İçeride yarı ölü yaşayıp gidiyordu öleceği günü bekleyerek. Dışarıda nasıl yaşayacaktı?
Hapishane kapıları açılıp da yıllardır ilk kez sokağa adım attığında ikinci adımı atamadan durmuştu. Durmuş ve ailesine, yakınlarına kavuşan mahkûmları seyretmişti. Onları saran mutluluğun kendisine de değmesini beklemişti. Ama acıdan başka bir şey vermemişti ona gördükleri. Yoksunluğunu hatırlatmaktan, yalnızlığını yüzüne vurmaktan başka bir işe yaramamıştı. Herkes gidene, sokak bomboş kalana dek kalmıştı orada. Nereye gideceğini bilmiyordu. Doğup büyüdüğü köyden başka gidecek bir yeri yoktu. Elli beş yıllık ömrünün neredeyse yarısını orada, yarısını da içerde geçirmişti. Başka bir yer yoktu bildiği, gidebileceği.
İdama giden bir mahkûm gibi gelmişti köyüne. Bir yabancı gibi yürümüştü köyünün hiç değişmemiş sokaklarında. Bir suçlu gibi kaçmıştı eskiden tanıdığı, onu tanıyan birileriyle karşılaşmaktan. Yolunu değiştirmiş, köyün oldukça dışında kalan evine köyün dışındaki insansız yollardan gitmişti. Otuz senedir kapalı duran evinin kilit vurulmuş kapısını bir hırsız gibi kırıp açmıştı. Bir hayalet gibi dolaşmıştı korkunç anılarla dolu evin içinde. Ve bir çocuk gibi ağlamıştı, divanın altında Filiz’in başörtüsünü bulduğunda.
Karısının mezarını ilk kez ziyaret ettiğinde, ölmek için daha uygun bir zaman ve daha uygun bir yer olamayacağına karar vermişti. O gün orada ölemeyişi, trenin kaçması demekti bir anlamda. Ölüm treni hızla uzaklaşırken, hayat treni girmişti gara. “Umut” adlı tekneyi satın aldığında, hayat trenine binmeyi, yola devam etmeyi seçmişti İhsan da.
Sonsuza dek kaybettiğini sandığı umudu yeniden bulmamın sevinciyle yeni bir yaşamın hayalini kurmuştu. Devam eden iki hafta boyunca da hiçbir gölge düşmemişti bu yeni yaşamın üzerine. Umut, her geçen gün güçlenmişti. İhsan da yeniden yaşayabileceğine, her şeye baştan başlayabileceğine giderek daha çok inanmıştı.
Satın aldığı tekneyi onarırken, kendi yaralarını da sarmıştı sanki. Teknenin yer yer dökülmüş, eskimiş, kirlenmiş boyasını kazırken, ruhuna yapışmış acıları da törpülemişti. Beyaz yağlı boyayla, tekneyi yeniden boyarken, geçmişine ait kalıntıların da üzerini sıvamıştı. “Umut” kelimesini mavi harflerle eski yerine tekrar yazarken, yüreğine de tekrar yazmıştı.
Teknenin boyasının kurumasını sabırsızlıkla beklemiş, bu bekleyiş sırasında da yorgun bedenini dinlendirmişti. Beklemenin ne güzel bir duygu olduğunu hatırlamıştı. O kadar uzun zamandır beklediği hiçbir şey yoktu ki…
Umut’la arkadaş olmalarından sonra son umutsuzluğundan, yalnızlığından da kurtulduğunu hissetmişti.
O son gün Umut’tan ayrıldıktan sonra, köye geldiğinden beri ilk defa uzun, bozuk ve insansız yollardan değil, köyün içinden geçerek döndü evine. Tanıdık birisiyle karşılaşmaktan, göz göze gelmekten ilk defa korkmadı. Belki de bu yüzden kimseyle karşılaşmadı. Akşam yemeğini her zamanki gibi evde bir başına yedikten sonraysa çıkıp kahveye gidecek ve insanların arasına karışacak cesareti kendinde buldu.
Bir kaçak gibi yaşadığı iki haftadır önünden geçmeye bile çekindiği kahveye yaklaştıkça göğsü sıkışmaya başladı. Adımları yavaşladı. Kaçma isteğine bütün gücüyle karşı koymaya çalıyordu. Beyni, yorgunluktan adım atacak hali kalmamış askerlerine durmamalarını, ilerlemelerini emreden sert bir komutan gibi, bacaklarına yürümeye devam etmeleri emrini verdi. Emir büyük yerdendi. Bacakları çaresiz söz dinledi, yürümeye devam etti. Gerçekten de o an, çatışmaya giden bir askeri andırıyordu. Komutan veya er olmasının bir önemi yoktu. Korkuyordu. Ama kaçmayı da kendine yediremiyordu. Savaşmak zorundaydı. Bir kaçak gibi yaşamaktan bıkmış usanmıştı.
Kahvenin camlı kapısını açtı ve savaş alanına girdi. İçerisi kalabalıktı. Düşman askerleri, kahvenin yeşil örtülü masaları başında gruplar halinde oturmuş çay içiyor, muhabbet ediyor, kimi tavla, kimi de kâğıt oynuyordu. Kapı açılıp da dışarının serin havası içeri dolunca, geleni görmek için İhsan’dan yana baktılar. Çoğunluğu için daha önce hiç görmedikleri bir yabancıydı içeri giren, yaşça daha büyük bazıları için ise aralarında yeri olmayan bir katil.
Buz gibi bir sessizlik oldu kahvenin içinde. Kim olduğunu bilen bilmeyen herkes, konuşmayı ve oyun oynamayı bırakmış, İhsan’a bakıyordu. İhsan, derin bir nefes aldı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Sesinin titremesine engel olmaya çalışarak ortaya selam verdi.
“Selamünaleyküm.”
Birinin aleykümselam demesini bekledi. Ama tek bir karşılık gelmedi. Kimse selamını almadı. Buna rağmen hemen pes etmemeye kararlıydı İhsan. İlerledi, boş bir masaya oturdu. Ancak o zaman gördü Cafer’i.
Filiz’in abisi Cafer, tam karşısındaki masada oturuyordu. Tıpkı otuz sene önce, mahkeme salonunda baktığı gibi bakıyordu İhsan’a. Ama öfkenin ateşli parıltısıyla yanmıyordu artık gözleri; kinin buzdan maskesine bürünmüştü. İnsanın kanını donduruyordu bakışlarının soğukluğu.
Üşüdüğünü hissetti İhsan. Gözlerini kaçırdı Cafer ’in gözlerinden. Sandalyesini sobaya yanaştırdı. Kahveciye seslenip bir çay istedi.
Kahveci ocağın arkasında belirdi.
“Çay yok,” dedi.
Mesaj çok açıktı. İhsan’ın yenilgiyi kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Yavaşça ayağa kalktı, gözlerini kahvenin içinde gezdirdi, meydan okurcasına baktı etrafındaki yüzlere, sonra çıkıp gitmek için kapıya yöneldi.
Birden o sessizlik ve hareketsizlik içinde hiç beklenmedik bir şey oldu. Cafer, zincirinden kurtulmuş vahşi bir hayvan gibi İhsan’ın üstüne saldırdı. İhsan neye uğradığını şaşırmıştı. Cafer’in şiddetle indirdiği darbelere karşılık veremedi. Büzülüp kaldı yerde.
Kimsenin kılı kıpırdamadı. Kahve ahalisi, bir zamanlar idam mahkûmlarının asılmasını, kafalarının koparılmasını meydanlarda toplanıp zevkle izleyen halk gibi, eğlenerek seyrediyordu Cafer’in İhsan’ın ağzını burnunu dağıtmasını. İhsan’ın kim olduğunu bilip hatırlayanlar, “Katil!’’ diyorlardı içlerinden, “Az bile bu ona, çektiği cezalar yetmez günahını karşılamaya.” Onlara göre başına gelen ve gelecek olan her şeyi fazlasıyla hak etmişti İhsan. Yaşadığı kabahatti. En büyük işkenceleri çekerek ölse bile az kalırdı yaptıklarının yanında. Çünkü sadece karısının değil, doğmamış bir bebeğin de katiliydi o.
Cafer kendini tamamen kaybetmiş, bir yandan deli gibi bağırıyor, bir yandan da acımasızca vurmaya devam ediyordu.
“Ne yüzle gelirsin lan sen buraya! Ne yüzle çıkarsın karşıma! Katil herif! Bebek katili!”
İhsan, Cafer’in yakıcı sözlerine sessizliğiyle karşılık verdi.
“Defol git buradan! Defol, yoksa geberteceğim seni!” diye bağırdı Cafer. İhsan’ı yakasından tutup kapıya doğru itti. Mosmor kesilmişti, nefes nefeseydi, gerçekten de İhsan’ı öldürmemek için zor tutuyordu kendini. Elini bir bebek katilinin pis kanına bulamak istemiyordu.
İhsan, güçlükle yerden kalktı. Yüzünde açılan yaralar, gözlerinin önünde kandan bir perde oluşturmuştu. O perdenin ardından, zavallı gözlerle baktı etrafına. Sonra döndü. Camlı kapıyı açtı. Başı dik girdiği kapıdan, başı önüne eğik çıkıp gitti.
Gösteri sona ermişti. Kötü adam cezasını bulmuş, seyirciler tatmin olmuşlardı. Kahvedekiler, oyunun kahramanı Cafer’i tebrik yağmuruna tuttular. Bir alkışlamadıkları kaldı.
Ertesi gün, köyde İhsan’ın kim olduğunu duymayan kalmamıştı. Otuz sene önceki olayları bilenler bilmeyenlere anlatmış, böylece herkes köye yeni gelen yabancının geçmişini öğrenmişti.
Fırtınadan önceki iki haftalık sessizlik sona eriyordu. Başta Cafer olmak üzere köyün bütün erkekleri, hatta kadınları da seslerini yükseltmeye başlamıştı. Bu kadar yakınlarında cani bir katilin yaşamasını istemiyorlardı. İhsan’ın tekrar aralarına karışmaya cüret etmesi herkesi dehşete düşürmüştü. Meydan okur gibi utanmadan kahveye gelmesi, ağzına kadar dolu olan bardağı taşıran son damla olmuştu.
İhsan’ın ağzını burnunu dağıtsa da hıncını alamayan Cafer, ne yapıp edip onu köyden göndermeye kararlıydı. İhsan’ın hapisten çıkıp köye döndüğü haberi kulağına ilk geldiğinde sesini çıkarmadıysa, bu şaşkınlığındandı, bekleyip neler olacağını görmek istemesindendi, İhsan’ın herkesten saklanarak kaçak gibi yaşadığını ve köyün içine girmeye cesaret edemediğini bilmekten gizli bir haz almasındandı. Ama ne zaman ki İhsan sanki onlardan biriymiş gibi köyün içine girip kahvelerine adım atmıştı, ne zaman ki artık korkmadığını göstermek istercesine başı dik yürümüştü, ne zaman ki meydan okurcasına karşısına çıkmıştı, o zaman sabrı taşmıştı işte. Hayatına devam etmesine, normal bir insan gibi yaşamasına tahammül edemiyordu onun Cafer. Hiç çıkmaması gerekirdi o dört duvar arasından. Hatta asılması gerekirdi. Yaptığının bedelini ödemek için otuz sene yetmezdi. Bir ömür boyu çekmeliydi cezasını, ya da ölmeliydi.
Cafer korkuyordu. Kendinden korkuyordu. Dayanamayıp İhsan’ı öldürmekten, elini kana bulamaktan, hapse girmekten, karısını, çoluğunu çocuğunu ortada bırakmaktan korkuyordu. İhsan o köyün yakınlarında olduğu sürece katil olma tehlikesi altındaydı. Tıpkı kahvede olduğu gibi bir anda gözü dönebilir, ama o zamanki gibi son anda kendine hâkim olamayabilirdi. Karısı da bunu biliyordu. Bu yüzden, kahvede olanları duyduktan hemen sonra köyün bütün kadınlarına haberi yaymıştı. Otuz sene evvelki olayları bilmeyenlere ballandıra ballandıra anlatmış, bilenlere hatırlatmış, sonra da o caninin köye döndüğünü söylemişti.
“O cani herif burda oldukça çocuklarınızı sokağa salmayın, okula bilem göndermeyin. Allah korusun, ne olacağı belli olmaz,” diyerek anaların yüreğine korku tohumlarını ekmiş, gerisi çorap söküğü gibi gelmişti.
Dedikodu çarkı bir defa işlemeye başladı mı durdurulması imkânsızdı. Şimdi de o kadar hızlı çalışıyordu ki bu çark, evleri köyün dışında kalanlara bile tez zamanda ulaştı haber. Umut’un annesi Ayşe, rahmetli kocasının teknesini bilmeden bir katile sattığını öğrenince dehşete kapıldı. Hele bir de teknenin satılmasına aracılık eden balıkçı Yusuf gelip, Umut’u o adamla beraber kaç defa teknede gördüğünü söyleyince beyninden vurulmuşa döndü. Derhal temiz bir sopa attı Umut’a ve bir daha o adamın yakınından bile geçmesini yasakladı.
Umut neler döndüğünü anlayamıyordu. Duyduklarına inanamıyordu. İhsan’ın, çok sevdiği karısını, Filiz’i, karnındaki bebeğiyle öldürdüğünü söylüyorlardı. Baltayla katır katır doğradığını söylüyorlardı. Bu yüzden hapse girip çıktığını söylüyorlardı. Anası, bu hayatta babasından sonra gördüğü en iyi insana “katil” diyordu. “Cani” diyordu. Onunla arkadaş olmasını yasaklıyordu. Okulda çocuklar ondan korkuyla bahsediyorlardı. Hakkında ne hikâyeler anlatıyorlardı.
Doğru olamazdı bunların hiçbiri. İhsan bu insanların söylediği gibi biri olamazdı, öyle korkunç şeyler yapamazdı o. Ama ne yazık ki kimse Umut gibi düşünmüyordu. Çünkü kimse Umut kadar yakından bakmamıştı onun acı dolu gözlerine.
İhsan, kahveye gittiği o geceden beri evden dışarı adımını atmamıştı. Cafer’in açtığı yaralardan utanıyordu. Yaraların iyileşmesini, yüzünün normal görünümüne kavuşmasını bekliyordu. Umut onu bu halde görürse, ne olduğunu soracaktı. Ne olduğunu, neden dayak yediğini ona anlatamazdı. Bu dünyadaki tek arkadaşının sevgisini kaybetmeyi göze alamazdı. Onun gözlerinde de şüphe ve hayal kırıklığı görmeye dayanamazdı.
Köyde kaynamaya başlayan kazanın fokurtuları, uzaktaki küçük evinin günlerdir kapalı duran kapısından içeri sızamıyordu. Bu yüzden İhsan, dışarıda neler olup bittiğinden tamamen habersizdi. Bir çocuk gibi, o geceyi hatırlatan işaretler yüzünden silinene dek, olanların unutulacağına inanıyordu. Geçmişin yükü sırtında devasa bir kambur oluşturmuşken dik durmaya çalışıyor, kamburunu yok sayarak başkalarından gizleyebileceğini sanıyordu. Ömrünün çoğunu hapishanede geçirmiş bir adam olduğu düşünülürse, bu denli saf kalabilmesi gerçekten de şaşırtıcıydı.
Sofadaki kan lekesini fark edene kadar devam etti bu durum. Başta kan olduğunu anlamadı. Eğilip baktı sokak kapısının hemen önündeki kırmızılığa. Otuz senedir kimsenin yaşamadığı evine döndüğünden beri kaç kere üstüne basıp geçmiş ama hiç fark etmemişti bu belirgin lekeyi. Yeni oluşmadığı belliydi. Taşın içine sızmıştı.
Önce bunun ne olduğunu, neyin izi, neyin lekesi olduğunu anlayamadı. Sonra birden aklı fısıldadı ona gerçeği: Kan lekesiydi bu. Filiz’in kanının lekesiydi.
Dehşete düştü. Otuz yıl öncesine döndü sanki. Filiz’i orada, o sofada, kapının önünde paramparça yatarken gördü. Başı gövdesinden ayrılmış, her taraf kan içinde… Bir insandan bu kadar çok kan akabileceğini bilmezdi. O zaman öğrenmişti. Hayret etmişti. Bütün duyguları ve aklı yaşadığı şokun etkisiyle uyuşmuş bir halde ona bakarken tek düşünebildiği buydu. Demek bu kadar çok kanı vardı insanın.
Şimdi o anı tekrar yaşarken yine garip bir soru ele geçirdi zihnini. Kan lekesi otuz sene boyunca kalır mıydı? Hiç kaybolmaz mıydı?
Cinayetten sonra bütün ev temizlenmişti. Ama demek ki orası gözden kaçmıştı. Ve taş, sünger gibi emmişti orada unutulan kanı.
Aniden harekete geçti. Bir kovaya su doldurdu. Bir bez buldu. Eğilip o küçücük lekeyi temizlemeye koyuldu. Saatlerce uğraştı. Ama leke çıkmıyordu. Çıkmak bir yana azalmıyordu bile. O kadar derinlere işlemiş, taşın bir parçası olmuştu.
Aklını kaybetmek üzereydi İhsan. O leke orada kaldıkça o evde yaşayamayacağına inanmıştı. Çıkarmak zorundaydı lekeyi, ama başaramıyordu işte. Sonunda yıldığında, hava kararmıştı. İhsan, kendi ellerini bile hayal meyal seçebilmesine rağmen lekeyi hâlâ çok net bir biçimde görebiliyordu. Lekeyi çıkarma umudu tamamen söndüğü için yenilgiyi kabullenerek kalktı, oturma odasındaki kilimi aldı, sofaya getirdi, lekenin üstünü kapatabilecek şekilde yere serdi.
Olmuştu. Artık görünmüyordu.
“Nerde oturuyo biliyon mu?”
“Kim?”
“Katil.”
“Yok.”
“Gel benlen. Ben biliyom.”
“Gelmem.”
“Korktun mu?”
“Yooo. Niye korkayım?”
“Yalancı. Korktun işte.”
“Korkmadım!”
“Gel o zaman.”
“İyi.”
Umut okul çıkışında, önünde yürüyen iki çocuğun arasında geçen bu konuşmaya kulak misafiri olmuştu. Çocuklardan iri yarı olanı daha çelimsiz olanını kolundan tutmuş, adeta sürüklüyordu. Katilin evini ona göstermek için sabırsızlandığı belliydi. Umut bir an olduğu yerde kalıp, hararetli hararetli konuşarak uzaklaşan iki çocuğun arkasından baktı. Sonra ani bir kararla, eve dönüş yoluna sapmaktan vazgeçti. Katilin evine doğru ilerleyen çocukların peşine takıldı. Bunu neden yaptığını tam olarak bilmiyordu. Belki, günlerdir sahilde göremediği İhsan’ın nerede yaşadığını görmek istemişti. Belki de, “katil” diye bahsedilen o adamın gerçekten de İhsan olup olmadığını öğrenme ihtiyacı duymuştu. Çünkü kim ne söylerse söylesin hâlâ inanmakta zorlanıyordu buna. Bir yanlışlık olduğuna, anasının ve balıkçı Yusuf ’un İhsan’ı başkasıyla karıştırdıklarına inanmak istiyordu. Köye döndüğü söylenen katilin o olduğu yargısına nasıl varmışlardı ki? Belki de başka biriydi. Umut, bütün kalbiyle öyle olmasını umuyordu.
Köyün bir labirenti andıran dar sokakları boyunca ve iki çocuğun peşi sıra yürürken içinden hep dua etti. “Allah’ım, n’olur o, o olmasın!” dedi defalarca. Kulaklarını tıkamaya, birkaç metre önündeki çocukların konuşmalarını duymamaya çalıştı. Ama başaramadı.
“Kadını baltaylan doğramış. Kafasını koparmış,” diye heyecanla anlatıyordu iri yarı olanı.
“Atma be!” diye cevap verdi çelimsiz olanı.
“Doğru diyorum! Babamgil konuşurken duydum!”
“Yemin et!”
“Vallaha billaha!”
“Ekmek kuran çarpsın de!”
“Ekmek kuran çarpsın!”
“Anam babam ölsün de!”
“Anam babam ölsün!”
Çelimsiz çocuk ancak şimdi tatmin olmuştu. Ona göre, yalan yere yemin edilebilirdi, ekmek kuran çarpsın da denebilirdi, ama anam babam ölsün denemezdi. Demek ki doğru söylüyordu arkadaşı.
Çocuklar arasındaki en etkili yemin olan “Anam babam ölsün” cümlesi, Umut’u bile şüpheye düşürdü. Ama sadece bir an için. Sonra hemen aklına, kendisinin böyle durumlarda oynadığı oyun geldi. Anasına yalan söylediği zamanlar, dışından yemin ederken, içinden etmiyorum diye geçirirdi. İki gözüm önüme aksın dediğinde, yine içinden, akmasın derdi. Böylece hem anasının hem de Allah’ın gazabından yakayı kurtardığını düşünürdü. Öyle ya, Allah herkesin içini görürdü, aklından geçenleri bilirdi; onun için ağzının ne söylediği değil, içinden ne geçtiği önemli olmalıydı.
Bu arada köyün diğer ucuna varmışlardı. Artık evler seyrekleşmiş, yürüdükleri yol bozulmuştu. Bir süre daha yürümeye devam ettiler. Köyün sınırları dışına çıktılar. Burası Umutların evi gibi mezarlık tarafında değil, köyün kuş uçmaz kervan geçmez, yolu bile olmayan yukarı taraflarındaydı. Peşlerindeki Umut’un farkında bile olmayan çocuklar, civardaki tek evin önünde durdular. Bu küçük, tek katlı, eskilikten her tarafı dökülen, neredeyse harabe gibi evi görünce Umut da durdu.
İri yarı çocuk, parmağıyla evi işaret ederek, “İşte burası!” dedi.
Çelimsiz arkadaşı, sanki hayatında ilk kez ev görüyormuş gibi hayretle baktı katilin evine. Sonra korkuyla sordu. “İçeride midir şimdi?”
“Bilmem.”
“Ya içerideyse?”
İri çocuk bir an düşündü. Sonra bunu anlamak için bir yol geldi aklına. Eğildi. Yerden büyükçe bir taş aldı.
“Napıyosun?”
“Görürsün!”
Evin penceresini nişan alarak taşı fırlattı. Cam müthiş bir şangırtıyla kırıldı.
Çelimsiz çocuk paniğe kapıldı.
“Napıyosun be!”
“İçerideyse anlarız şimdi,” diye cevap verdi, iri çocuk soğukkanlı bir sesle.
Bu ihtimal çelimsiz çocuğu daha da korkutmuştu.
“Bizim de kafamızı keserse ya!”
Tam bu sırada İhsan’ın kırık camın ardında belirmesi, çocuklardan iri ve de cesur olanının bile ödünü koparttı. Öyle ki korkaklıkla suçladığı arkadaşından bile önce başladı koşmaya. Çelimsiz çocuk ise hemen hareket edemedi. Korkudan donup kalmış gibiydi. Bacakları zangır zangır titriyordu. Yardım ararcasına etrafına bakındı. Sonra tekrar pencereye çevirdi gözlerini. İhsan artık orada değildi.
Bir an sonra sokak kapısı açıldı. İhsan evden dışarı çıktı. Çocuk, kendisine yaklaşan dev gibi adamı görünce acı bir çığlık attı.
“Hihh! Katil!”
İhsan donakaldı. Çocuk var gücüyle koşmaya başladı. Ardına bile bakmadan, güçsüz bacaklarından beklenmeyecek bir hızla koştu, arkadaşına yetişti, beraber gözden kayboldular.
Yol boyunca ettiği duaların reddedilmesinin hayal kırıklığı içinde, İhsan’a bakıyordu Umut. Bakıyor ve ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bekliyordu. İhsan ise, o güne dek defalarca duyduğu o sözcüğü bir çocuğun ağzından duyunca hayatında hiç olmadığı kadar sarsılmıştı. “Katil” damgası hiç o anki kadar ağır gelmemişti; hiç kimse, gerçek bir korku içindeki o çocuk kadar ezememişti onu. Omuzları iyice çöktü, sırtındaki kambur iyice belirginleşti. Eve girmek için döndü, tam o anda da Umut’u gördü.
Bir şeyden ne kadar kaçmaya çalışırsanız, o şey adeta inadına karşınıza çıkar. En korktuğunuz şey illaki başınıza gelir. İşte o an İhsan’ın yaşadığı da tam olarak buydu. Korktuğunun başına gelmesi, kaçtığını en beklemediği anda karşısında bulmak, kaçınılmaz olanla yüzleşmek…
Umut’un gözlerinde şüpheyi ve hayal kırıklığını görmek de kaçınılmazdı İhsan için. Bir çocuğun ağzından “katil” lafını duymaktan daha ağır olanın, Umut’un gözleri önünde bir çocuktan katil lafını duymak olduğunu anlıyordu şimdi.
Birden hiç ummadığı bir şey oldu. Umut ona doğru ilerlemeye başladı. Diğer çocuklar gibi kaçmasını bekliyordu oysa İhsan.
Umut, tam yedi adım attıktan sonra İhsan’ın yanına ulaştı ve onun uzun bacaklarına sarıldı. İhsan’ın elli küsur senelik ömründe yaşadığı en şaşırtıcı olaylardan biriydi bu. Aynı zamanda da son otuz senedir yaşadığı en duygulu an… En inanç dolu, en sevgi dolu, en umut dolu an…
Gözleri doldu İhsan’ın. Umut’un saçlarını okşadı. Onun sessizce anlattıklarına yine aynı şekilde sessizce karşılık verdi böylece. Hiçbir kelime kullanmadan ne çok şey anlatabilirdi meğer insan. Tek bir adımla, tek bir sarılışla, tek bir gülümseyişle, “Ben sana inanıyorum. Senin bir katil olmadığını biliyorum. Kim ne derse desin yanındayım, seni seviyorum,” denebilirdi. Gerçekten de bazen kelimelere hiç ihtiyaç yoktu.
Umut’un sevgisinden ve ona olan inancından aldığı güçle, İhsan yeniden hayatına devam edecek cesareti kendinde buldu. Birinin ona inanmasının ne kadar güzel bir duygu olduğunu tamamen unutmuştu. O kadar uzun zamandır kimse ona inanmıyordu ki, artık kendisi bile şüphe ediyordu kendinden. Ama artık Umut vardı. Hiç doğmamış çocuğunun yerine koyduğu Umut onu seviyordu, daha önemlisi de ona inanıyordu. Üstelik, “Hayır, ben yapmadım, ben masumum,” demesine bile gerek kalmadan… Bir kere bile soru sorma ihtiyacı duymadan… Ancak bir çocuğun duyabileceği, içten gelen saf bir güvenle inanıyordu Umut. Buna sahip olduktan sonra başka kimsenin ne düşündüğünün önemi yoktu İhsan için. Ona nasıl baktıklarının, arkasından ne dediklerinin de önemi yoktu. Daha doğrusu o öyle sanıyordu.
İlk birkaç gün o kadar mutluydu ki gerçekten de önemsemiyordu. Ama sonra giderek ağır gelmeye başladı sokakta yürürken üzerinde hissettiği bakışlar. Çocukların onu görünce korkuyla kaçıp saklanmaları… Sürekli arkasından onu takip eden fısıltılar… Görmemeye ve duymamaya çalışsa da, istenmediğini hissetmek, bir nefret çemberiyle kuşatılmış olmak dayanılmazdı.
İhsan’ın tüm bunlara rağmen yüzsüzce orada kalmaya, köylerinde yaşamaya, denizlerinden ekmeğini çıkarmaya devam etmesi, başta Cafer olmak üzere köydeki herkesin sinirini bozuyordu. Bu kendini bilmez katil onları hiçe sayıyordu, umursamıyordu, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyordu. Buna izin veremezlerdi.
Vermediler de. Bir şafak vakti balığa çıkmak için sahile gelen İhsan, teknesini alevler içinde yanarken buldu. Anasının yasağına rağmen İhsan’a yardım etmeye gelen Umut da, sahile vardığında İhsan’ı gözleri dolu dolu, yanan teknesine bakarken buldu.
Acı bir çığlık koptu Umut’un dudaklarından. Atıldı. Umutsuzca söndürmeye çalıştı yangını. İhsan onu durdurdu. Artık çok geç olduğunu biliyordu.
“Umut” yok olmuştu. Geride külleri bile kalmamıştı. Tamamen ortadan kaybolmuştu. Bir zamanlar adıyla İhsan’ı ölümün eşiğinden döndüren, ona yeni bir yaşamın mümkün olduğu umudunu veren bu tekne, şimdi de her şeyin bittiğini, bu acımasız dünyada umuda yer olmadığını anlatan bir işarete dönüşmüştü. İhsan’ın içinde filizlenen umudu öldürmüştü.
Umut, İhsan’a baktığında, umudunu kaybetmiş bir adamın gözlerini gördü. Tıpkı onu ilk gördüğü günkü gibi, bir ölününkilere benziyordu gözleri. Yaşam parıltısı sönmüş, donuklaşmıştı. Yüzü bembeyaz, elleri kaskatı kesilmişti. Her haliyle aynı o günkü gibiydi. Aynı bir ölü gibiydi.
İhsan hiçbir şey söylemeden Umut’un saçlarını okşadı, sonra dönüp yürümeye başladı.
Umut peşinden koştu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
İhsan durdu, Umut’a bir an sessizce baktı.
Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı yüzünde.
“Başka bir yere,” dedi sonra.
Dünyanın bütün umutsuzluğu toplanmıştı sesinde.
Döndü, yürümeye devam etti. Bir daha da dönüp arkasına bakmadı.
Umut olduğu yerde kalakaldı.
O başka yerin neresi olduğunu soramadı.
Gözlerinden yaşlar boşandı.
Arkasından bakarken İhsan’ı bir daha hiç göremeyeceğini hissetti. Ama yine de onu durdurmaya, gitmesine engel olmaya çalışmadı. Anlamıştı… İhsan’ı o köyde yaşatmayacaklarını anlamıştı. İhsan için o teknenin taşıdığı anlamı kavramıştı. Umudunun nasıl yok olduğunu gözleriyle görmüştü. Söylenebilecek hiçbir şey yoktu.
İşte böyle gitti İhsan. Umut onu son kez, bir şafak vakti, alacakaranlığın içinde gözden kaybolmasından bir an önce gördü. Sonraları onu düşünürken hep o anı hatırladı. İhsan’ın geceyle gündüz arasındaki mavilikte gözden kaybolduğu o anı… Belki bir gün tekrar karşılaşacaklarını hayal etti Umut.
Başka bir yerde…
İhsan’ın gidişinden sonra köyde hayat hızla eski şeklini aldı. Umut da uzun zamandır ihmal ettiği babasına döndü. Babasının mezarını haftalardır ziyaret etmemişti. Onu ihmal ettiği için suçlu hissediyordu kendini. Bu yüzden içinde garip bir korkuyla yürüdü mezarlık yolunda. Sanki babası mezarından fırlayıp ona kızacaktı. Hayır, daha da kötüsü, ona kızmayıp dargın gözlerle bakacaktı. Babasının mezarına yaklaştıkça içindeki korku büyüyordu.
Mezarın başına geldiğinde hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı. Gözleri hayretle büyüdü. Babasının mezarının hemen yanında, topraktan bir filiz fışkırmıştı. Birden Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Sonunda hayali gerçek olmuştu. Babası bir ağaca dönüşmüştü.
Ölümden doğan yaşam, Umut’un küçük yüreğini aydınlattı ve Umut, o ağacın gölgesine sarıldı.
2. BÖLÜM
Aşk
“Aşkın gizemi, ölümün gizeminden daha büyüktür.”
OSCAR WILDE
Cavidan Hanım tuvalet masasının başında oturmuş, gözlerini aynadaki yansımasından ayırmadan saçlarını tarıyordu. Yıllardır makas değmemiş beyaz saçları, oturmakta olduğu taburenin ayaklarına dek uzanmaktaydı. Bu yüzden, elindeki fırça saçlarının ucuna ulaşamadan tekrar başa dönüyor, tekdüze bir şekilde aynı hareketleri yapmaya devam ediyordu.
Üzerinde sadece başını ve ellerini açıkta bırakan, uzun, beyaz bir gecelik vardı. Geceliğin altında saklanan bedeni bir deri bir kemik kalmıştı. Kırış kırış olmuş ince yüzü, üzerindeki gecelik ve saçları kadar beyazdı. Kaşlarıyla kirpikleri neredeyse tamamen dökülmüş, renksiz dudakları buruşmuştu. Kömür karası gözleri delice bir parıltıyla ışıldamasa, görünümünün bir cesetten farkı kalmayacaktı.
Odada duvardaki saatin tiktakları dışında bir ses duyulmuyordu. Cavidan Hanım, hiç gerek olmadığı halde dakikalarca saçını taradıktan sonra fırçayı elinden bıraktı. Ayağa kalktı. Bir hayalet gibi süzülerek ilerledi. Yatağının kenarına oturdu. Odadaki tek ışık kaynağı olan başucu lambasını kapatmadan önce komodinin üzerindeki fotoğrafa baktı. Çok güzel bir kız çocuğunun fotoğrafıydı bu. Cavidan Hanım’ın uzun tırnaklı, korkunç elleri okşar gibi gezindi fotoğrafın üzerinde. Yüzünde adeta aşk dolu bir tebessüm belirdi.
Birden o sesi yine duydu. Bir çeşit kemirme sesini anırıyordu. Bir fareye ait olduğuna inandığı ses yıllardır peşini bırakmıyor, olup olmadık zamanlarda onu rahatsız ediyordu. Bazen o kadar şiddetleniyordu ki, bu sesi bir değil birçok farenin çıkardığını düşünüyordu Cavidan Hanım. Evin içinde bir yerlerde gizlenmiş fareler yaşadığından neredeyse emindi. Ama fareler asla bulunamıyorlar, yakalanamıyorlar, göze görünmüyorlardı. Seslerini de Cavidan Hanım’dan başkası duymuyordu nedense.
O gece de fareler korosunun her zamanki şarkısının bitmesini bekleyerek yatağının üzerinde büzüldü Cavidan Hanım. Bu sesi duyarken uyuması imkânsızdı. Onların bir kere başladılar mı sabaha kadar susmayacaklarını da önceki deneyimlerinden biliyordu. Bu yüzden elleriyle kulaklarını kapatarak bir süre bekledikten sonra doğruldu. Komodinin çekmecelerini açarak uyku ilacını aradı. Sonunda buldu. Ama şişe boştu.
Ses kafasında uğuldamaya başladığı için düşünemiyordu. Böyle zamanlarda hep olduğu gibi oda etrafında dönüyordu. Paniğe kapıldı. Sanki canına kastedilmiş gibi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
“Sabahat! Sabahaaatttt!”
Evin tek hizmetçisi olan Sabahat, alt kattaki odasında kaza namazını kılmaktaydı. Cavidan Hanım’ın bağırışını duyduğu halde kılı kıpırdamadı. Zaten namazı yarım bırakıp yukarı koşması olacak iş değildi. Günahtı. İsterse yanında adam boğazlasınlar, yine de umurunda olmazdı.
Cavidan Hanım’ın durmaksızın “Sabahaaattt!” diye bağıran sesi eşliğinde hiç istifini bozmadan namazını kılmaya devam etti. Sonunda selam verdi, ağır ağır doğruldu, seccadesini topladı, başındaki örtüyü çıkardı. Odadan çıkıp Cavidan Hanım’ın odasına yollandı. Fare kapanlarıyla dolu merdivenleri çıktı, fare kapanlarıyla dolu koridoru geçti, Cavidan Hanım’ın odasına vardı. Kapıyı çalma gereği duymadan açtı. İçeri girdi.
Cavidan Hanım delirmek üzereydi. Atmaca gibi üstüne atıldı içeri giren hizmetçisinin.
“Neredesin sen? İki saattir sana sesleniyorum!”
Sabahat son derece sakin bir sesle karşılık verdi.
“Namaz kılıyordum.”
Cavidan Hanım onu duymamış gibi, gözlerini odanın içinde gezdirerek, “Bu ses beni çıldırtacak bir gün,” diye söylendi.
Sabahat, “Ne sesi?” diye sormadı. “Siz çoktan çıldırmışsınız zaten,” de demedi. İyi bir hizmetçi olarak, aklından geçenleri kendine saklamayı yıllar önce öğrenmişti. Çok gerekmedikçe konuşmazdı. Çoğu zaman olduğu gibi yine susmayı seçti.
Cavidan Hanım ise söylenmeye devam ediyordu.
“Yakalayamadın gitti şu fareleri. Ne beceriksiz şeysin.” Sabahat bu fare meselesi ilk çıktığında, yani yaklaşık otuz yıl önce, evde fare mare olmadığını, bahçedeki onlarca kedinin de zaten buna müsaade etmeyeceğini hanımına anlatmaya çalışmıştı. O vakitler gençti tabii, cahildi; şimdiyse elli yaşına gelmiş, tecrübelenmişti. Artık kendini boşu boşuna yormamayı, bazı insanlara laf anlatmanın imkânsız olduğunu anlamıştı.
Cavidan Hanım boş ilaç şişesini göstererek, mızmız bir çocuk gibi ağlamaklı bir sesle, “Uyku ilacım da bitmiş. Nasıl uyuyacağım ben şimdi!” dedi.
Sabahat, konuşmasını gerektiren bir durumla karşı karşıya olduğuna kanaat getirerek ağzını açtı.
“Aşağıda var. Getireyim.”
Cavidan Hanım’ın bir şey demesine fırsat bırakmadan harekete geçti. Odadan çıktı. Kısa bir süre sonra da elinde dolu bir ilaç şişesi ve bir bardak suyla döndü. Şefkatli bir anne edasıyla hanımına ilacını içirdi, sonra da yatağına uzanmasına yardım etti.
“Ben uyuyana kadar gitme,” diye buyurdu Cavidan Hanım.
Sabahat, yatağın yanındaki koltuğa ilişti. Gözlerini boşluğa dikti, Cavidan Hanım’ın uykuya dalmasını beklemeye koyuldu. Cavidan Hanım derin bir iç geçirdi.
“Eda burada olduğu zaman sesleri kesiliyor. Ama o yokken… Bir türlü rahat huzur vermiyorlar bana.”
Sabahat Hanım, “Az kaldı,” dedi.
Cavidan Hanım şaşırdı. “Neye az kaldı?”
Sabahat, onu daha fazla kelime sarf etmek, bu suretle de çenesini yormak zorunda bırakan hanımına sıkıntıyla baktı.
“Yaz tatiline,” dedi.
Cavidan Hanım’ın yüzü aydınlandı.
“Kaç gün kaldı okulların kapanmasına?”
Hemen her gün bu soruyu cevaplayan Sabahat, bir an bile düşünmeden cevapladı.
“Yirmi iki.”
“Yirmi iki,” diye tekrarladı Cavidan Hanım sevinçle. Sonra birden yüzü düştü.
“Ne düşünüyorum biliyor musun?”
“Nerden bileyim, müneccim boku mu yedim,” dedi gözleriyle Sabahat.
“Eda’yı kolejden alsam… Burada, hep yanımda kalsa…”
“Zavallı çocuk delirir,” diye geçirdi içinden Sabahat. Ama elbette hiçbir şey söylemedi. Buna gerek de kalmadı. Cavidan Hanım hemen kendi sözüne itiraz etti çünkü.
“Ama olmaz! Bu iğrenç yerde çürümemeli o da benim gibi! Büyük şehirlerde yaşamalı! En iyi okullarda okumalı! Herkesler-den akıllı, herkeslerden üstün olmalı!”
Cavidan Hanım başını çevirip, gözlerini komodinin üstündeki fotoğrafa, Eda’nın gülümseyen yüzüne dikti. Sayıklar gibi konuşmaya devam etti.
“Hayatı benimki gibi ziyan olmamalı! Çok güzel bir hayat sürmeli o! Çok mutlu olmalı!”
Uzun bir sessizlik oldu. Cavidan Hanım Eda’nın, biricik evlatlığının geleceğiyle ilgili hayallerine dalmıştı. Derken, etkisini göstermeye başlayan ilaç yaşlı kadını hayal dünyasından alıp uykunun kucağına bıraktı.
Sabahat, hanımının en azından on saat uyanmayacağını biliyordu. İlaç içtiği geceler, bir kere uykuya daldı mı öğlene kadar komada gibi uyur, yanı başında top patlasa uyanmazdı. Yine de bir süre daha oturmaya devam etti Sabahat. Cavidan Hanım’ın horultusu odayı dolduruncaya dek bekledi. Sonra, özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûm sevinciyle kalktı oturduğu yerden. Yüzündeki maske düştü. Büyük bir nefretle baktı uyumakta olan yaşlı kadına. Ah, nasıl da nefret ediyordu ondan!
Bütün hayatı onunla geçmişti. O eve besleme olarak alındığında henüz on bir yaşındaydı. Ağanın kızı Cavidan’la aynı yaştaydılar. Bazen beraber oynarlardı. Ama Cavidan üstünlüğünü hep hissettirirdi ona. “Ben bir prensesim, sen ise benim hizmetçimsin,” derdi. Bey babasından, onun her dediğini yapacak, istediği gibi kullanabileceği bir oyuncak istemiş, bey babası da öksüz bir çocuk olan Sabahat’ı almıştı. Gerçekten de çocukluklarında Cavidan’ın oyuncağı gibiydi Sabahat. Cavidan sıkılmasın diye onu eğlendirmek zorundaydı. İstediği her zaman onunla oyun oynamak zorundaydı. Cavidan’ın bütün emirlerini yerine getirmek zorundaydı. Cavidan kızdığı zaman onu istediği gibi tartaklamakta özgürdü, ama o, ağzını açıp tek kelime edemezdi. Hayatında hiç karşı gelmemişti Cavidan’a. Dilinin ucuna kadar gelen bütün sözleri yutmuştu. Gözyaşlarını içine akıtmıştı. Cavidan’dan nefret ettiği için kendini suçlamış, geceler boyunca Allah’a dua ederek af dilemişti. Çünkü, o eve alınmasa kim bilir ne halde olacağı; velinimeti olan, ona yatacak sıcak bir yatak ve yiyecek ekmek veren insanlara hayatı boyunca minnet duyması gerektiği öğretilmişti ona. Ama ne kadar dua etse de bitmemişti nefreti. Ruhunun kıskançlıkla zehirlenmesine engel olamamıştı.
Sahip olamadığı, asla da olamayacağı her şeyin sembolü gibiydi Sabahat için Cavidan. Zengindi, prensesler gibi bir hayat sürüyordu, bir dediği iki edilmiyordu, yediği önünde yemediği ardındaydı. Özel öğretmenleri, güzel giysileri, hizmetçileri, atları, her şeyi ama her şeyi vardı. Ne istese anında oluyordu. En çok da onun üzerine titreyen bey babasını kıskanırdı Sabahat. Benim de böyle bir babam olsaydı, şimdi bir besleme olmazdım diye geçirirdi içinden. Hayallerinde rolleri tersine çevirmeye, kendini ağanın kızı, Cavidan’ı ise kölesi olarak düşünmeye bayılırdı. Rüyalarında, Cavidan’ın yaptıklarının bin beterini yapardı ona. Artık beğenmediği eski giysilerini suratına fırlatır, onunla alay eder, emirler yağdırırdı. Sonra da dünyanın en mutlu insanı olarak uyanırdı. Gördüklerinin sadece bir rüya, gerçeğin ise aynı olduğunu anlayana dek gülümserdi yattığı yerde.
Yıllar Cavidan’ın gölgesinde geçmişti. Genç kız olduklarında bir tek avuntusu vardı Sabahat’ın. Cavidan çok çirkindi. Çocukluğundaki güzelliği büyüdükçe kaybolmuş, çirkin mi çirkin bir genç kıza dönüşmüştü. Sabahat, banyo yaptığı günler, giyinmeden önce aynanın karşısına geçer, kendini seyrederdi. Dolgunlaşmış göğüslerine, ince beline, yuvarlak kalçalarına bakarken ne kadar güzel olduğunu düşünürdü. Hemen ardından da Cavidan’ın vücudu gelirdi aklına. Onun banyo yapmasına, giyinmesine yardım ettiği için vücudunu ezberlemişti. Güzel, şık, pahalı elbiselerin altına saklanan vücudunun ne kadar zayıf, ne kadar çirkin olduğunu gören yoktu. Doğrusu buna üzülüyordu Sabahat. Ama yüzünü herkes görüyordu ya. Ne kadar makyaj yapsa da suratının çirkinliğini gizleyemiyordu. Oysa Sabahat’ın vücudu gibi yüzü de güzeldi. Bir gören dönüp bir daha, bir daha bakıyordu. Daha şimdiden kaç tane isteyeni çıkmıştı. Cavidan’ı ise ağa kızı olduğu halde kimse istemiyordu.
Artık Cavidan’ın onu, güzelliğini kıskandığını hissediyordu Sabahat. Bu, ona tarifsiz bir haz veriyordu. Yıllardır kıskandığı kişi tarafından kıskanılmak… En büyük arzusu gerçekleşmiş gibi mutlu ediyordu bu durum onu. Kıskançlık yüzünden Cavidan’ın ona çok daha kötü davranmaya başlaması bile umurunda değildi. Kendisini her fırsatta aşağılamasına, herkesin içinde küçük düşürmeye çalışmasına, köpek gibi çalıştırmasına içerlemiyor değildi ama kurtuluşunun yakın olduğunu düşünmek ona güç veriyordu. Öyle ya, bu kadar isteyeni varken evde kalacak değildi. Elbet birine varacak, o evden de Cavidan’dan da kurtulacak, kendi evinin hanımı olacaktı.
Ama bu hiç olmadı. Ağa onu kimseye vermiyordu. Bütün talipleri bir bahane bulup başından savıyordu. Sabahat, çok geçmeden beyinin bu anlaşılmaz tavrının nedenini öğrendi. Hem de olabilecek en acı şekilde…
Bir gece odasına girdi bey. İçkiliydi ama sarhoş değildi. Ne yaptığını gayet iyi biliyordu. Dahası buna hakkı olduğunu düşünüyordu. Şaşırdı Sabahat. Karşı koymaya çalıştı. Ama beyin güçlü kolları onu kıskaç gibi kavradı. Hareket etmesine izin vermedi. Bağırmaktan başka çaresi yoktu Sabahat’ın. Ama bağıramadı. Korktu. Teslim oldu.
Bey ölene dek bu böyle sürdü gitti. Dedikodular hızla yayıldı. Sabahat’ı isteyen kimse kalmadı. O artık kirlenmiş, ağanın kapatması olmuştu. Ağanın karısı öldükten sonra boş bir umuda kapıldı Sabahat. Uzun bir süre, beyin belki de onunla evleneceğini hayal ederek kendini avuttu. Aslında beyin niyeti de buydu. Çünkü gönlünü hepten kaptırmıştı genç ve güzel kapatmasına. Ama Cavidan buna razı gelmedi. Her zaman olduğu gibi de babasına sözünü geçirdi. Sabahat da elden gitmiş namusuyla kaderine boyun eğdi. Hiç evlenmedi. Ağasından başka erkek tanımadı.
Cavidan’ın düğün günü, Sabahat’ın hayatının en mutlu günüydü. Bu dünyada en nefret ettiği insanın yıkımını büyük bir zevkle seyretti. Biraz da bu yüzden, ağa öldükten sonra da ayrılmadı o evden. Cavidan’ın gözü önünde eriyip bitmesini, giderek daha büyük bir yalnızlığa gömülmesini, acı çekmesini izlemek zevkinden kendini mahrum edemezdi. Bütün çektiklerinin ödülü gibiydi Cavidan’ın ona muhtaç aciz bir çocuğa dönüşmesi. Yaşarken ölmesi… O görkemli çiftliğin adeta mezarı haline gelmesi…
Evet, nefret ediyordu ondan. Tam da bu yüzden ondan ayrılamıyordu. İntikamının alındığını görmek, Allah’a olan inancını arttırmıştı. Sabahat’a göre bütün bu olanlar ilahi adaletin mutlak sonucuydu. Teşekkür için namaz kılıp oruç tutmaya başlamıştı. Bir gün oradan, Cavidan’dan kurtulma isteğini ve umudunu ise hiç kaybetmemişti. Sadece doğru zamanı bekliyordu.
İşte şimdi o doğru zaman gelmişti. Başucunda durmuş, nefretle hanımının yüzüne bakarken ve bütün geçmişi bir film gibi gözlerinin önünde akarken, “Yarın,” diye geçirdi içinden Sabahat. “Yarın, ona söyleyeceğim.” Kim bilir ne kadar şaşıracaktı. Yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu. Ama sabahı beklemek zorundaydı. Cavidan Hanım’ın en savunmasız olduğu zaman, Sabahat’ın ona sabah banyosunu yaptırdığı zamandı. Küvetin içinde büzülmüş, Sabahat’ın onu yıkamasını beklerken, bir çocuktan farksız olurdu. O kadar aciz, o kadar savunmasız…
“Bir an evvel sabah olsa,” diye söylendi kendi kendine Sabahat. O gece gözüne mümkün değil uyku girmeyecekti. Yine de odasına gitti. Yatağına girip gözlerini pencereye dikti. Sabahı beklemeye koyuldu.
“Ben evleniyorum, Hanımım.”
Cavidan Hanım bir deri bir kemik kalmış, buruş buruş olmuş bedeniyle küvetin içinde büzülmüşken, zavallı bir çocuk gibi derisi yüzülürcesine keselenirken, gününün en aciz anını yaşamaktayken, kısacası tam zamanında söylemişti bunu Sabahat. Ve tam da hayal ettiği gibi, ıslak başını kaldırıp şaşkınlıkla baktı ona Cavidan Hanım.
“Ne? Ne dedin sen?”
Sabahat, hanımının sırtını keselemeye devam ederken, çok olağan bir hadiseden bahsediyormuşçasına sakin bir sesle tekrarladı.
“Evleniyorum, dedim.”
O saat ayıldı Cavidan Hanım. Oysa her sabah, banyodan sonra peş peşe üç fincan sert kahve içmesi gerekirdi uyku ilacının etkisinden tamamen sıyrılıp ayılması için.
“Nasıl?! Nasıl evleniyorsun?” diye haykırdı bir kat daha şaşkın bir sesle.
Sabahat, geceden beri beklediği anı yaşamanın verdiği büyük hazla ona baktı. Cavidan Hanım’ın yüzü tam da tahmin ettiği şekle bürünmüştü. Şaşkın bir köpek yavrusunu andırıyordu bu haliyle.
“Basbayağı,” dedi gülmemek için kendini güç tutarak.
Cavidan Hanım kulaklarına inanamıyordu. Sabahat’ın gülmekle gülmemek arasında kalmış garip ifadesine bakarken cılız bir umut belirdi içinde.
“Dalga geçiyorsun benimle, değil mi? Söyle, dalga geçiyorum de.”
Sabahat anında ciddileşti.
“Hayır.”
“Ama çok saçma bu… İmkânsız… Bu yaşta nasıl koca buldun?”
Sabahat bozulur gibi oldu.
“Ne varmış yaşımda?”
Cavidan Hanım, bu soruya cevap verme lüzumu görmedi. Onun yerine ellili yaşlarını sürmekte olan hizmetçisini şöyle bir süzmekle yetindi. Sonra da damdan düşer gibi sordu.
“Kimmiş o?”
“Kim kimmiş?”
“Kim olacak? Koca adayın!”
“Rüstem Bey mi?”
“Nereden bileyim ben? Adı neyse işte.”
Sabahat, müstakbel kocasının kim olduğunu balandıra ballandıra anlatmaya koyuldu. Hanımına hava atma fırsatını yakaladığı için çok sevindiği her halinden belliydi.
“Adı, Rüstem Hakgüder. Emekli bir avukat. Kasabada oturuyor. Kendi evi, arabası var. Hali vakti yerinde anlayacağınız. On sene evvel boşanmış karısından.”
Cavidan Hanım, bir açığını yakalamış gibi sabırsızlıkla atıldı.
“Dul demek?”
Sabahat bunu ağzından kaçırdığı için anında pişman olmuştu. Ama renk vermedi. Savunmaya geçmeyi tercih etti.
“Evet, dul. Ne olmuş?”
“Niye boşanmış karısından?”
“Onun bir kabahati yok. Kadın zillinin tekiymiş. Evlerini boyayan boyacıyla kırıştırıyormuş. Rüstem Bey şüphelenmiş. Bir gün eve mahsustan erken dönmüş. Kapıyı çalmamış, anahtarıylan açmış. Bir de ne görsün? Karısıyla boyacı yatak odasında, alt alta, üst üste. O saat boşamış karıyı. “
“O karı başınıza bela olur, benden söylemesi.”
“Olamaz.”
“Neden?”
“Boyacıyla beraber kaçıp gitmişler buralardan. Nerde olduğunu bilen yok.”
Cavidan Hanım bir süre sustu. Durumu kafasında evirip çeviriyordu. Hiç ama hiç hoşuna gitmemişti bu iş. Neden sonra, “Nerede tanıştınız?” diye sormak aklına geldi.
Hiç düşünmeden yanıtladı Sabahat. “Elektrik idaresinde. Kuyrukta beklerken.”
Cavidan Hanım, gözlerini kısarak öfkeyle ona baktı.
“Demek faturaları ödemeye gittiğinde bu yüzden dönmek bilmiyordun.”
Sabahat pişkin bir edayla yanıtladı.
“Evet.”
“Utanmadan kabul ediyorsun ha! Pis rezil!”
“Bunda utanacak bir şey yok. Birbirimize âşık olduk. Suç mu bu?”
Cavidan Hanım bir kahkaha kopardı.
“Hah hah hah hah! Âşık mı oldunuz? Hiç güleceğim yoktu Sabahat, çok yaşa emi!”
Sabahat’ın gözlerinde acımasız bir parıltı belirdi.
“Gülün bakalım. Bilmiyorum sanki niye güldüğünüzü!”
Cavidan Hanım’ın kahkahasını bıçak gibi kesti bu söz.
“Yaa… Niye gülüyor muşum? Söyle de ben de bileyim.”
“Beni kıskandığınız için!”
Cavidan Hanım aniden öfkeyle doğruldu küvetin içinde. Çıplak vücudundan sular akıyor, gözlerinden ateş fışkırıyordu.
“Ben mi seni kıskanıyorum! Neyini kıskanayım senin be! Sadece acıyorum sana. Bu yaşta kendini gülünç duruma düşürüyorsun. Aptal! Aşkmış… Buna sadece budalalar inanır! Bu yaşa geldin de aşk diye bir şey olmadığını hâlâ öğrenemedin mi! O kocan olacak adam sana yalan söylüyor! Bir hizmetçiye ihtiyacı var belli. Ama para da vermek istemiyordur pinti herif! Aşk yalanlarıyla kandırıp bedavaya getirmek varken, niye para ödesin? Sen de kanıyorsun buna ha! Demek kırk senedir hiçbir halt öğrenememişsin benden! Gerizekâlı!”
Sabahat daha fazla dayanamadı. Bir anda kaybetti soğukkanlılığını. Delirmiş gibi bağırdı.
“Yeter!”
Cavidan Hanım şaşırarak sustu. Kırk senedir ilk defa böyle bir tepki vermişti Sabahat. Kırk senedir ilk defa bağırmıştı. Hem de ona… Hanımına… O kadar şaşkındı ki hiçbir şey söyleyemedi. Sabahat’ın yüzüne bakakaldı.
Sabahat nefretle fısıldadı.
“Kıskanıyorsunuz beni! Deli gibi kıskanıyorsunuz!”
Yüzünü Cavidan Hanım’ın yüzüne yaklaştırdı.
“Hep kıskandınız! Sizden daha güzelim diye hasedinizden çatladınız hep! Bey babanız beni daha çok seviyor diye deliye döndünüz! Siz evde kaldınız diye benim de evde kalmamı istediniz! Ama olmadı işte. Öyle olmadı. Bu yaşta da olsa koca buldum! Sizin gibi kuruyup gitmekten kurtuldum! Ondan çekemiyorsunuz beni!”
Bir an susup, karşısında korkunç bir yaratık gibi dikilen hanımını tiksintiyle süzdü.
“Şu halinize bakın.”
Birden hızla döndü. Tam arkasında durmakta olan, buğulanmış aynayı eliyle sildi. Cavidan Hanım’ın kendini görebilmesi için kenara çekildi ve haykırdı.
“Bakın, nasıl da insanlıktan çıkmışsınız. Gerçi gençken bile çirkindiniz ama şimdi size çirkin demek az kalır.”
Cavidan Hanım donup kalmıştı. Sanki ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu kendine. Gördüğü korkunç manzara karşısında ağlamaklı oldu. Dayanamadı daha fazla bakmaya. Başını çevirecek oldu. Ama Sabahat izin vermedi buna. Başını zorla tutup tekrar aynaya doğru çevirdi.
“Bir de bana bakın. Aynı yaşta olduğumuza kim inanır! Hâlâ gencim, güzelim ben. Siz de biliyorsunuz bunu!”
Cavidan Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Zamanın adaletsizliği apaçık karşısında duruyor, aynadan ona bakıyordu. İnkâr edemeyeceği kadar netti gerçek.
Bir an için zaman durdu sanki. İki kadın hiçbir şey söylemeden aynaya bakıyorlardı. Cavidan Hanım balmumundan bir heykel gibi hareketsiz, gözlerini bile kırpmadan duruyordu. Sabahat ise nefes nefeseydi, soluk alıp verişleri hızlanmıştı.
“Sizden nefret ediyorum! Bu eve adımımı attığım günden beri nefret ediyorum.”
Sonunda söylemişti. Yıllardır içine attığı gerçeği onun yüzüne haykırmıştı. Cavidan Hanım şok olmuştu. Onu şok eden Sabahat’ın ondan nefret etmesi değildi. Bunu yıllardır biliyordu zaten. Hiçbir zaman da umurunda olmamıştı. Onu şok eden, Sabahat’ın bunu söylemesiydi. Söyleyebilmesiydi.
Yığılırcasına çöktü küvetin içine. Başını dizlerine dayadı, kollarını bacaklarına doladı. Büzüldükçe büzüldü. Küçücük oldu. Uzun süre öyle ve sessiz kaldı.
Sabahat ise bir kere çözülmüştü, kolay kolay duracak değildi. Ruhunda birikmiş kini kusmaya devam etti.
“Beni köleniz bellediniz. Bir gün insan muamelesi yapmadınız. Hayatımı mahvettiniz. Biliyor musunuz, kaç defa ölmenizi diledim? Geberip gitse de kurtulsam dedim. Ama kötüler uzun yaşarmış. Siz de bu gidişle herkesi gömersiniz. Benim bekleyecek sabrım kalmadı gayrı. Gidiyorum!”
Cavidan Hanım ancak o zaman başını kaldırdı. Korku dolu gözlerle Sabahat’a baktı.
“Gidiyor musun?”
“Evet. Hem de hemen, şimdi.”
Gerçekten de gitmek için döndü. Banyo kapısına yöneldi. Cavidan Hanım’ın birden aklı gitti. Küvetten fırladı. Sabahat’ın ayaklarına kapandı.
“Gitme!” diye haykırdı. “Yalvarırım gitme Sabahat! Beni yalnız bırakma! Bu evde bir başıma bırakma beni!”
Sabahat şaşırmıştı. Doğrusu bu kadarı hayal gücünü aşıyordu. En yaratıcı rüyalarında bile böyle bir sahne yer almamıştı. Kırk yıllık hanımı; o kibirli, o gururlu o koskoca Cavidan Hanım ayaklarına kapanmıştı ya, artık ölse de gam yemezdi. Hayatının en mutlu anıydı bu galiba. Evet evet, kesinlikle öyleydi. Rüstem ona evlenme teklif ettiğinde bile bu denli mutlu hissetmemişti kendini.
Ayaklarının dibinde sayıklıyordu Cavidan Hanım.
“Gitme… N’olur gitme… Bırakma beni… Ne yaparım ben burda bir başıma… Gitme… N’olur gitme… En azından Eda gelene kadar kal… Yalvarırım…”
Sabahat, kelimenin hem gerçek hem de mecaz anlamıyla, tepeden bakıyordu zavallı hanımına. Zaferle ışıldayan gözlerini kin bürümüştü. Ayrıca sonsuz bir küçümseme ve derin bir haz okunuyordu yüzünde. Bir süre daha sessizce beklemeye devam ederek hayatının en mutlu anının doya doya tadını çıkardı. Sonra sert bir hareketle çekti ayağını, Cavidan Hanım’dan kurtardı. Adeta yılan gibi tıslayarak, “Ne haliniz varsa görün,” dedi. “Bir dakka daha kalmam burada!”
Döndü, kararlı ve acımasız adımlarla ilerledi, banyodan çıktı. Merdivenlerden aşağıya indi. Odasına girdi. Hızla bavulunu hazırladı. Üzerine ceketini giydi. Başına eşarbını bağladı. Ardına bile bakmadan çıktı gitti. Hatırlamak istemediği geçmişini, korkunç anılarını gömdüğü o mezardan kaçar gibi uzaklaştı. Bir an bile duraksamadı. Başını çevirip, nerdeyse bütün ömrünün geçtiği yere son kez bakma ihtiyacı bile duymadı.
Her şey hayallediği ve planladığı gibi gelişmişti. Yani, hemen hemen… Cavidan Hanım’ın bu kadar alçalacağını düşünememişti yalnız. Ayaklarına kapanıp yalvarmasından ziyade, sonuna kadar öfkeyle bağırıp çağırmasını, gururunun yalnızlık korkusunu yenmesini bekliyordu. Aslında, öyle olmasını da tercih ederdi. O zaman daha kolay olurdu vicdanının sesini susturmak. Şimdiyse, adına vicdan denilen işkenceci homurdanarak çalışmaya başlamıştı.
Ama hayır, izin vermeyecekti buna. En mutlu gününü hiçbir şeyin karartmasına, hayatında açtığı temiz sayfayı hiçbir şeyin lekelemesine izin veremezdi. Sonunda kazanmışken tekrar yenilemezdi. Geri dönemezdi. Rüstem onu üç gün önce sözleştikleri yerde, yolun başında bekliyordu. Müstakbel kocasının arabasına yaklaştıkça, uzaklaşıyordu Cavidan Hanım’ın hayaletinden. Banyonun zemininde çırılçıplak uzanan zavallı hayaletinden… Yerleri süpüren uzun beyaz ıslak saçlarının hayalinden… Yalvaran sesinin yankılanışından… Deliliğinden… Acısından… Yalnızlığından…
Ama ne yapacaktı şimdi hanımı? Kendi kendine bakmaktan acizdi. Birkaç güne kalmaz, açlıktan susuzluktan ölürdü. Evet, sayısını hatırlamadığı kere ölmesini dilemişti. Ama bunun sorumluluğunu üstlenmeyi hiçbir zaman istememişti. Allah adaletini gösterip yapsaydı bunu, hiçbir yük hissetmeyecekti üstünde. Ama yapmamıştı. Belki ölmek kurtuluş olurdu, Cavidan Hanım’ın da cezası yaşamaktı. Allah onu öldürmeyerek, böyle bir yaşama mahkûm ederek cezalandırıyordu belki. Evet, mutlaka öyle olmalıydı. O zaman şimdi günaha giriyordu. Tanrının kararına karşı çıkmış oluyordu.
Birden aklına gelen cehennem düşüncesi kanını dondurdu Sabahat’ın. Durdu. Ancak o zaman döndü, arkasında bıraktığı çiftlik evine baktı. Geçmişi ile geleceği arasında kalakalmıştı. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Hem kendini cehennemden, hem de Cavidan Hanım’ı ölümden kurtaracak bir çözüm bulmak zorundaydı. Dakikalar süren bir düşünme sürecinden sonra buldu aradığı çareyi. Mademki artık o eve geri dönemezdi, daha doğrusu dönmezdi, o halde tek çare sorumluluğu başka birine yıkmaktı. Bu başka biri de, yakındaki köyün doktoru Arif Bey’den başkası olamazdı.
Cavidan Hanım, banyonun zemininde, ıslak saçlarından ve ıslak bedeninden akan suyun, oluşturduğu küçük gölün ortasında hareketsiz yatıyor ve ağlıyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar, etrafını saran suni gölün üzerine yağmur damlaları gibi düşüyordu. Giderek şiddetini arttıran, çiselemekteyken sağnağa dönen bir yağmur gibi ağlıyordu Cavidan Hanım. Ağlıyor, ağlarken titriyor, düşünüyor ve isyan ediyordu.
Bütün hayatı göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş olmasına rağmen neden iki hayat yaşamışçasına tükenmişti? Ruhu ve bedeninin elli küsur yıldır süren varlığı nasıl bir asra dönüşmüştü? Niçin yüz yaşında görünüyordu, niçin yüz yaşında hissediyordu? Zaman ne zaman ona düşman kesilmişti? Yirmi yaşına kadar dosttular oysa. Ağır ağır akan, dinginliğiyle insana huzur veren, bazen sabırsızlandıran, ama ne olursa olsun her daim umut vaat eden, güzel bir nehir gibiydi o zamanlar zaman. Geleceği bekleyerek, geleceği düşleyerek geçen o yirmi yıl boyunca geçmek bilmezdi. Sonra ne olmuştu da birdenbire böyle delice bir hıza kapılmış, onu ezerek geçip gitmiş, geride bir asırlık bir enkazdan başka bir şey bırakmamıştı? Tüm varlığını silip süpürmüş, her şeyini ondan alıp bir daha ulaşamayacağı uzaklıklara götürmüştü. Gençliği, umutları, geleceği, hayalleri ve mutluluğu zamanın seline kapılıp gitmiş, kayıplara karışmıştı. Zaman, onda hastalıklı bir akıldan, nefretle beslenen zavallı bir umuttan başka ne bırakmıştı?
Cavidan Hanım’ın kimyası çoktan bozulmuş, deliliğin pençesine düşmüş beyni bunları düşünürken; ağlayan sesi bir ölünün ardından ağıt yakar gibi haykırmaya başladı.
“Ben ne yaptım sana? Ne istedin benden? Neden düşman oldun bana? Neden aldın her şeyimi benden? Neden beni bıraktın peki? Beni de alsaydın da ben de kurtulsaydım benden. Söyle, neden mahkûm ettin beni benimle kalmaya? Neden mahkûm ettin beni çürümeye? Neden?”
Sessiz ve sinsi zaman cevap vermedi. Acımasızca susmaya devam etti.
Aniden bir mucize oldu.
Ardına dek açık banyo kapısından içeri Cavidan Hanım’ın gençliği girdi. Yerde acı içinde kıvranan yaşlılığına doğru ilerledi, başucunda durdu ve ona elini uzattı.
Cavidan Hanım donup kaldı. Gençliğine şaşkınlıkla baktı. Onun gözlerinde henüz yok olmamış geleceğini gördü. Kaybolmamış umutlarını gördü. Bir de aşkı gördü… Henüz ölmemiş aşkını, onun insanın içini ısıtan alevini gördü. Etrafındaki her şeyi ve herkesi, ama en çok da kendisini yakıp kül eden nefreti ise göremedi. Yoktu. Henüz orada değildi.
Kalkmak için gençliğinin elini tuttu. Tutar tutmaz da gençliği o oldu. Genç Cavidan, yaşlı Cavidan’ın içine girdi, onunla bir oldu. Cavidan Hanım büyülenmişçesine baktı yirmi yaşındaki ellerine. Sonra başını kaldırdı. Zaman denen canavarın az önce yansıdığı aynaya çevirdi gözlerini. Aynada yirmi yaşındaki yüzünü gördü. İnanmakta zorlanarak ellerini yüzüne götürdü; gerçek olup olmadığını anlamak istercesine kırışmamış tenine, büzüşmemiş dudaklarına, beyazlaşmamış saçlarına dokundu. Gerçekti, gerçek gibiydi…
İçinde zavallı bir mutluluk hissetti, yüzüne zavallı mutluluğunun tebessümü yayıldı. Yirmi yaşındaki bacaklarının canlılığıyla yürüdü, banyodan çıktı. Sanki görünmez bir güç tarafından yönlendiriliyormuş gibi nereye gittiğini bilmeden ve düşünmeden merdivenleri çıktı. Yirmi yaşındaki ayakları onu çatı katındaki, yıllardır kilitli duran ve yaşlı Cavidan’ın otuz küsur senedir adımını atmadığı odanın kapısına götürdü. Görünmez güç kapıyı açtı, sonra da Cavidan’ı içeri itti.
Üçgen şeklindeki, küçük, kirli çatı penceresinden içeri güçlükle sızmayı başaran zayıf ışıkla hafifçe aydınlanan loş odayı zamanın tozu doldurmuştu. Cavidan, odanın zamanın tozuyla ağırlaşmış havası içinde uyurgezer gibi ilerlerken, kendini suyun içinde süzülüyormuş gibi hissetti. Görünmez güç tarafından esir alınmış beyni uyuşmuştu. Hiçbir şey düşünmüyordu. Sadece kimliği belirsiz efendisinin talimatlarına uyuyordu. “Sandık,” diye fısıldıyordu efendisi, “Sandığı aç.” Efendinin hangi sandıktan bahsettiğini düşünmeden biliyordu Cavidan’ın aklı. Çatı katı odasında, çürümeye terk edilmiş eşyaların arasında duran, yıllardır görmediği sandığı nasıl daha dün eliyle koymuş gibi bulduğunu bilmiyordu ama.
“Sandığı aç.”
Emre sorgusuz sualsiz itaat eden Cavidan’ın yirmi yaşındaki elleri, sandığın ağır kapağını kaldırdı. Kapakla beraber kalkan toz bulutu bir an için gözlerinin görmesini engelledi. Bulutun dağılmasını çabuklaştırmak için elleriyle sabırsız bir haraket yaptı. Gerçekten de işe yaradı bu. Toz bulutu dağıldı ve işte o zaman, sandığın içinde özenli bir biçimde katlanmış duran gelinliği gördü Cavidan . Rum bir terzinin, Avrupa’dan özel olarak getirtilmiş pahalı kumaştan, Cavidan’ın tam üstüne göre diktiği gelinliği…
Sandığın başında çömelmiş, öylece bakakaldı Cavidan. Sonra, bir kere bile giymek nasip olmadan o sandığın içine gömülen, havasızlığın ve yılların sararttığı gelinliğini mezarından çıkardı. Elinde gelinlikle doğruldu. Hâlâ çıplak olan bedenine gelinliği giydirdi. Gözlerini çatı katının içinde gezdirdi. Üzeri tamamen tozla kaplanmış, kırık bir ayna gördü. Geçti aynanın karşısına, iki parçaya bölünmüş ve tozların ardından hayal meyal seçilebilen yansımasına baktı. Kendisiyle yansıması arasındaki tozu silmek aklına bile gelmedi. Zaten bir şeyin eksik olduğunu fark etmek için kırık ve tozlu bir aynaya da ihtiyacı yoktu.
Sandığın başına dönüp eksik parçayı aradı, bulamadı. Geniş çatı katı odasının içinde dört dönmeye başladı. Eski eşyaların ve havada uçuşan tozun arasında bembeyaz bir hayalet gibi dolanıyor, anlamsız bir panik içinde aklına gelen her köşeye bakıyordu. Neyse ki gölgesi gibi peşinden ayrılmayan görünmez güç ona yardım etti de, aradığını aniden ayaklarının dibinde buluverdi. Eğildi, Fransız dantelinden yapılmış uzun duvağı yerden aldı. Kırık ve tozlu aynanın karşısına tekrar geçip duvağını başına taktı. Yüzüne geniş, mutlu bir tebessüm yayıldı. Aynaya bakıyor ama aynadaki tozların ardından görünen zavallı gerçeği değil, hayalindeki resmi görüyordu. Ne güzel bir gelin olmuştu… İhsan da çok beğenecekti onu. Beğenecekti, değil mi? Evet, evet mutlaka beğenecekti. Hatta büyülenecekti ona bakarken. O güzel gülümseyişiyle gülümseyecekti. “Güzel gelinim benim,” diyecekti. Nikâhlarının kıyılıp düğünün sona ermesini, odalarına çekilmelerini, baş başa kalmalarını sabırsızlıkla bekleyecekti. Bir an evvel o anın gelmesini isteyecekti. O an geldiğinde de oda kapısını kilitleyecek, sonra dönüp o çapkın bakışıyla ona bakacak, sonra usulca yaklaşıp onu güçlü kollarının arasına alacak, sonra “Meleğim, çiçeğim, karıcığım” diye fısıldayarak onu bağrına basacak, sonra dudaklarını dudaklarına bastıracak ve bir daha da ayırmayacaktı…
Sanki bütün bunlar gerçekten olmuşçasına mutluluktan ağlıyordu Cavidan. Hiçbir hayal, İhsan’ın karısı olma hayalinden daha mutlu edemezdi onu. İhsan’ın kollarında uyumak ve İhsan’ın kollarında uyanmaktan daha güzel bir hayal düşünemezdi… Aşktan daha büyük bir hayal yoktu dünyada. Daha büyük bir umut yoktu… Daha büyük bir mutluluk yoktu…
Ama…
Daha büyük bir acı da yoktu… Daha büyük bir pişmanlık da yoktu… Daha büyük bir yara da yoktu… Daha büyük bir ölüm de yoktu…
Aşktan daha büyük, daha güçlü, daha gaddar bir katil yoktu dünyada.
Kırık ve tozlu bir aynada iki parçaya ayrılmış belli belirsiz hayali; yüz yıllık bir yaşlanmışlığın esir aldığı, çökmüş bedeni üzerinden dökülen sararmış gelinliği; bembeyaz olmuş seyrek saçlarının üzerine oturtulmuş, güvelerin delik deşik ettiği duvağı ve kırış kırış yüzünde, feri kaçmış gözlerinde, buruşmuş dudaklarında parlayan zavallı mutlu gülümseyişiyle Cavidan, işte bu katilin kurbanlarından biriydi sadece. Ama ne yazık ki… Ve ama iyi ki de, göremiyordu kendini. Gerçek dünyadan kaçmak için delirmiş aklının ona sunduğu bir avuntuya, yirmi yaşındaki gençliğine sığınmıştı. Yirmi yaşındaki gençliği olmuş, umudun ve masumiyetin yaşadığı zamanlara dönmüştü. Tüm görebildiği de buydu işte. Hayal dünyasının çiçekleri ve böcekleriydi tüm görebildiği. Ne kadar güzel ve ne kadar korkunç olurlarsa olsunlar, gerçek dünyanın solan çiçekleri ve zararsız böceklerinden iyiydiler onlar. Çünkü gerçek değillerdi ama gerçek gibiydiler. Bu yüzden de gerçekten daha büyülü, gerçekten daha doyurucuydular. Gerçekse acıklıydı. Acıklı ve acınası… Ve Cavidan kadar çirkin…
Birden Cavidan’ın zavallı mutlu tebessümünü donduran bir ses doldu odanın içine. Uzaklardan, dışarıdan, çiftlik evinin karşısındaki tarlalardan gelen bir ses… Türkü söyleyen genç bir erkek sesi… Cavidan irkildi. Onun sesiydi bu… İhsan’ın sesi. İki kekliğin türküsünü söylüyordu yine. Demek ırgatlar öğle paydosu vermiş, bol yağlı bulgur pilavı ve bayat ekmekten ibaret öğle yemeklerini yemiş, tütünlerini içiyorlardı. İhsan hep tütün sararken türkü söylerdi. Hep de iki kekliğin türküsünü söylerdi. Sesi çok güzeldi. Diğer ırgatlar bayılırlardı İhsan’ı dinlemeye. Tarladaki uzun çalışma saatlerinin tek eğlencesiydi bu. İhsan’ın söylediği türkülerle, birkaç dakikalığına olsun kaçabiliyorlardı geçim derdinden ve ulaşılamayan hayallerden ibaret gerçek dünyalarından.
Elli küsur yaşındaki Cavidan, tıpkı yirmi yaşındaki Cavidan gibi, İhsan’ın sesini duyar duymaz pencereye koştu. Kirli pencerenin ardından, uzakta görünen tarlalara doğru baktı. Orada İhsan’ı gördü. Küçücüktü İhsan, nokta kadardı. Yüzü gözü seçilmiyordu. Olsun, yine de görüyordu onu Cavidan. Oradaydı işte, üzüm bağlarının orada. Güneşin altında parlıyordu. Sesini rüzgâr ona getiriyordu. Söylediği türkünün sözleri içini aşkla dağlıyordu. İhsan’sa uzaktan, görkemli çiftlik evinin küçük çatı penceresinden sevgiy ve hayranlıkla ona dikilmiş gözlerden habersizdi. Gözlerini kapatmış, kendini kaptırmış bir halde, kim bilir kaçıncı kez okuduğu ve ezbere bildiği türkünün sözlerini, kim bilir kimi düşünerek, kim bilir neyi hayal ederek söylüyordu.
İki keklik bir kayada ötüyor
Ötme de keklik derdim bana yetiyor
Aman amman… yetiyor
Annesine kara haber gidiyor
Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim
Aman amman… yâr benim
Uzun da geceler yâr boynuma sar benim
Aman amman… sar benim…
Kısa bir suskunluktan sonra devam ediyordu.
İki keklik bir dereden su içer
Dertli de keklik dertsizlere dert açar
Aman amman… dert açar
Buna yanık sevda derler
Tez geçer…
“Geçmez İhsan, tez geçmez, hatta ömür boyu geçmez, geç meyecek,” diye içinden karşılık veriyordu ona Cavidan.
Yazması oyalı kundurası boyalı yâr benim
Aman amman… yâr benim
Uzun da geceler yar boynuma sar benim
Aman amman… sar benim…
Hiç susmasın istiyordu. Hiç bitmesin istiyordu türkü. Ama bitiyordu. İhsan tekrar çalışmaya dönüyordu. Cavidan ise onu izlemeye devam ediyordu. Bazı günler akşam olana, hava kararıp da her şey gibi İhsan’ı da görünmez kılana dek ayrılmıyordu pencerenin önünden. O zamanlar daha aşkını ilan etmemişti ona. Daha cesaret edememişti buna. Bekliyordu sadece. İhsan’ın her öğle molasında söylediği o türküyü kendisi için söylediğini sanmayı; türküdeki iki keklikten birinin adını Cavidan, diğerinin adını İhsan olarak düşünmeyi seviyordu. Yazması oyalı kundurası boyalı o yâr, İhsan’ın uzun gecelerde boynunu sarmasını dilediği o yâr, Cavidan’dan başka kim olabilirdi?
Kimse…
Niye ağlıyordu o zaman? Niye yanıyordu içi? Niye paramparça olmuştu yüreği?
Kirli küçük camın ardında hiçbir şey yoktu çünkü. Aslında var olmayan bir hayale bakıyordu dakikalardır, yıllardır…
“Niye sevmedin beni İhsan? Neden birazcık bile olsa sevemedin? Çirkinim diye mi? Ne olmuş çirkinsem? Seni seviyorum ben… Seni her şeyden çok seviyorum… Şimdiyse her şeyden çok nefret ediyorum senden… Kendimden bile nefret etmiyorum o kadar… Evet… Senden nefret ettiğim kadar nefret etmiyorum kendimden bile… Allah belanı versin İhsan… Vermezse de vermesin… O vermezse ben vereceğim… Belan olacağım… Hayatını karartan cezan olacağım… O kadar seviyorum seni işte… O kadar aşığım sana… Hâlâ aşığım… Son nefesime dek de nefret etmekten asla vazgeçmeyeceğim… Senden nefret etmekten asla vazgeçmeyeceğim… Ve seni sevmekten…”
Sayıklıyordu Cavidan. Gerçeklik duygusunu tamamen yitirmiş, sayıklıyordu. Artık ne geçmişteydi, ne de şimdiki zamanda. İkisinin arasında başka bir yerdeydi. Zamansız bir yerde… Hiçbir şeyin değişmediği, sonsuza dek aynı kaldığı bir yerde… Sıkışıp kaldığı, hareket edemediği, nefes alamadığı, karanlık bir yerde…
O yerden bulunduğu yere baktığında ise gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmaması imkânsızdı.
Çatı katı farelerle doluydu. Onlarca, belki de yüzlerce fare vardı. O kadar çoklardı ki, koca odada adım atacak boşluk kalmamıştı. Her yerdeydiler. Etrafını sarmışlardı. Hareketsiz durmuş sabit gözlerle ona bakıyorlardı. Sesleri ise dayanılmazdı.
Kendini en büyük korkusunun ortasında, en korkunç kâbusunun içinde bulan Cavidan’ın dudaklarından acı bir çığlık koptu. Onları görmemek için gözlerini sımsıkı yumdu, seslerini duymamak için iki eliyle kulaklarını sımsıkı kapattı, olduğu yerde büzüldü.
Akşamüzeri, Doktor Arif Bey, külüstür Anadol’uyla çiftliğin sınırları içine girdi. Terk edilmiş ve balta girmemiş bir orman görünümüne bürünmüş bahçeden çiftlik evine doğru ilerlerken, Sabahat’ın sabahki tuhaf ziyaretini düşünüyordu.
İçinde Cavidan Hanım’ın hizmetçisi Sabahat’ın ve daha önce o civarda görmediği yaşlı bir beyin bulunduğu son model bir otomobil sağlık ocağının önünde durduğunda, odasında pencereden dışarıyı seyrederek sigarasını içmekteydi Arif Bey. İki hasta arasında bir sigara ve bir bardak çay içmek adetiydi. Sigarasını ve çayını içerken de rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı. Sağlık ocağının tek hemşiresi bunu bilir, sıra bekleyen hastalar kıyameti koparsa da asla doktoru rahatsız etmezdi. Sızlanan hastaya ağzının payını verir, iki dakika beklese ölmeyeceğini söylerdi. Artık köyün insanları da alışmıştı bu duruma. Çağrılana kadar seslerini çıkarmadan bekler, doktoru kızdırmaya cesaret edemezlerdi. Bu yüzden, henüz sigarasını yeni yakmış ve çayından birkaç yudum almış olan Doktor Arif Bey, hemşirenin çekinerek odaya girmesine ve Cavidan Hanım’ın hizmetçisi Sabahat’ın onu görmek istediğini söylemesine şaşırmıştı. Hemşiresine bu cesareti veren ancak bir ölüm kalım meselesi olabilirdi.
Gerçekten de Sabahat, doktorla Cavidan Hanım’la ilgili olarak görüşmek istediğini, durumun çok acil olduğunu, ölüm kalım meselesi olduğunu söylemişti. Yüzündeki ifade ve sesinin tonu da söylediklerinin doğru olduğunu ispatlıyordu. Ayrıca daha önceleri, çiftlik evinde doktora ihtiyaçları olduğunda kalkıp sağlık ocağına gelmek yerine telefon ederlerdi. Şimdi Sabahat oraya kadar teşrif ettiğine göre önemli ve farklı bir gelişme olmalıydı.
Doktor Arif Bey de buna ikna olmuştu ki hemşireye Sabahat’ı içeri alma iznini verdi. Sabahat tek başına odaya girdi. Arif Bey, gayri ihtiyari pencereye doğru bir bakış attı. Sabahat’ı oraya getiren beyin, arabasının önünde beklemekte olduğunu gördü. Sonra tekrar Sabahat’a dönerek her zaman çatık duran kaşlarının altından onu süzdü, molasının bölünmesine sinirlendiğini belli eden sert bir sesle şikâyetini sordu. Sabahat, doktorun karşısındaki koltuğa oturup başladı anlatmaya. Evleneceğini, bu haberi Cavidan Hanım’ın hiç hoş karşılamadığını, bu yüzden tartıştıklarını, apar topar evi terk etmekten başka çaresi kalmadığını bir çırpıda anlattı.
“Malum, Cavidan Hanım yarım akıllıdır. Kafası gidip geliyor. Siz de biliyorsunuz ne deli olduğunu. Sonra yaşlı kadıncağız, bir ayağı çukurda. Bir başına ne yer ne içer? Allah korusun, iki güne kalmaz açlıktan susuzluktan ölüp gider. Ömrü hayatında kendi kendine bir bardak su koymamıştır o. Hiçbir şey yapmayı bilmez. Acizdir zavallı, bensiz ne yapar? Ama ben de geri dönemem artık. Çok ağır konuştu, kalbimi kırdı. Vallahi söyledikleri yenilir yutulur şeyler değil, doktor bey. Şimdi benim o lafları yutup dönmem olacak şey mi? Değil helbet. Ama şu vicdan yok mu… Ah ah, insan iyi yürekli olmaya görsün, bir gün huzur bulamaz. Vicdanı sızlayıp durur, rahat vermez bir türlü. Düşünün bir kere; bana yapmadığı, demediği kalmadı, hâlâ onun iyiliğini, sağlığını düşünüyorum. Çekip gitmekten başka çare bırakmadı, gene de kadıncağızı bir başına bıraktım diye vicdanım sızlıyor. Acıyorum ona. Merhametli insan olmak çok zor, doktor bey, çok zor…”
Doktor Arif Bey, bu bombardıman karşısında ambale olmuştu. Sabahat’ın bütün bunları ona niye anlattığını, ondan ne istediğini de anlayamamıştı. Kibar olmak gibi bir derdi de hiçbir zaman olmadığından, açıkça sordu.
“Benden ne istiyorsun?”
Sabahat bir an şaşırdı. Doğrusu bu doktor da çok kabaydı. İnsan, “Nasıl yardımcı olabilirim hanımefendi?” filan diye sorardı. Aman ne bekliyordu ki zaten, alt tarafı kaba saba bir köy doktoruydu işte. Acık yontulmuş olsa bu köyde işi neydi…
Sabahat cevap vermekte gecikince sabırsızlanan doktor, iyice kabalaşarak ekledi.
“Dışarıda bir sürü hasta bekliyor. Akşama kadar seni dinleyemem.”
Sabahat fena bozulmuştu. Küskün bir sesle cevap verdi.
“Merak etmeyin. Fazla vaktinizi alacak değilim. İnsaniyet namına bir yardım istemek için rahatsız ettim sizi. Vaktiniz olduğunda, bir zahmet çiftliğe kadar gidip Cavidan Hanım’a bakarsanız sevinirim. Arada bir kolaçan ederseniz… Ölüp kalmasın zavallı…”
Doktor sert bir sesle sözünü kesti Sabahat’ın.
“Mesai bitince bir gidip bakarım. Ama benden ona bakıcılık yapmamı beklemiyorsun herhalde.”
Sabahat’ın yüzü daha da asıldı. Doktordan başka yardım isteyebileceği kimse aklına gelmediği için kendine kızıyordu.
“Helbet beklemiyorum. Ne haddime? Ben sadece… Diyecektim ki…”
Bir an duraksadı. Doktorun sıkıntıyla saatine baktığını görünce paniğe kapılarak devam etti.
“Cavidan Hanım’ın yanına birini bulsanız? Hani, şöyle elinden iş gelen, becerikli, sabırlı bir kadıncağız… Evi çekip çevirecek, Cavidan Hanım’a bakacak… Köyde herkesi bilirsiniz siz. Şuraya gelen hastalara deyiverseniz, yeter. İşe ihtiyacı olan birileri vardır helbet. Sevaba girersiniz.”
Doktor Arif Bey’in sevapla mevapla işi yoktu ama kötü bir insan da değildi.
“Olur, hallederiz,” diye cevap verdi.
Böylece Sabahat, sorumluluğu devredecek birini bulmanın gönül rahatlığı içinde oradan ayrıldı. Doktor da, o gün içinde huzuruna çıkan hastalara Cavidan Hanım’ın yanına acilen bir hizmetçi kadın arandığı haberini verdi. Daha fazla çaba sarf etmesine de gerek yoktu. Nasıl olsa akşama kalmadan köyde kulaktan kulağa yayılacaktı haber.
Külüstür Anadol, çiftlik evinin önünde durduğunda hava kararmak üzereydi. Arif Bey çantasını alıp arabadan indi, eve doğru ilerledi. Dış kapı sabah Sabahat’ın bıraktığı gibi, ardına dek açık duruyordu. Arif Bey hiç tereddüt etmeden içeri girdi. Alışkın ve dikkatli adımlarla fare kapanlarıyla dolu merdivenleri çıktı, fare kapanlarıyla dolu koridor boyunca ağır ağır yürüyerek Cavidan Hanım’ın odasına doğru ilerledi. Daha önce defalarca gelmişti bu eve. Cavidan Hanım ne zaman rahatsızlansa, ki yılda en az on kez doktora gereksinim duyacak derecede rahatsızlanırdı, Arif Bey çiftliğe çağrılırdı. Bu yüzden o evde gördüğü hiçbir şeyi yadırgamıyordu artık. Adım başı karşısına çıkan fare kapanlarının da, evin kasvetli havasının da, Cavidan Hanım’ın duvarlara sinmiş deliliğinin de yabancısı değildi.
Evin içindeki ölüm sessizliği dışında her şey her zamanki gibiydi. Bu sessizliği de Sabahat’ın yokluğunun doğal bir sonucu gibi algılayan Arif Bey, Cavidan Hanım’ın oda kapısı önünde durdu. Son derece sakin ve soğukkanlı bir edayla, elini kapıya hafifçe vurup seslendi.
“Cavidan Hanım?”
İçeriden bir ses gelmeyince kapıyı tekrar tıklatıp tekrar seslendi. Ancak yine bir cevap alamadı. Ve ancak o zaman, Arif Bey’in daima vurdumduymaz bir ifadeye sahip, öyle ki bu ifadenin artık taşlaşıp katılaştığı yüzünde ufak bir değişiklik oldu. Adeta bir endişe, panik belirtisi yüzünü yalayıp geçti.
“Cavidan Hanım?”
Üçüncü ve son seslenişi yine sessizlikle karşılanınca, Arif Bey kapıyı araladı. İçeri baktı. Odada kimse yoktu.
Evin labirent gibi koridorlarında giderek artan bir hızla dolaşıp, bütün oda kapılarını açıp bakarak Cavidan Hanım’ı aramaya başladı Arif Bey. En son açtığı kapının ardında, banyoda gördüğü manzara endişesini daha da arttırdı. Banyoyu su basmıştı. Açık unutulan musluktan damlayan su zemindeki gölü büyütmüş, Arif Bey içeri adımını atınca ayakları suya gömülmüştü. Gölün, zeminden birkaç santimetre kadar yüksekteki eşiği aşıp taşan bir ırmak gibi koridora yayılması an meselesiydi. Arif Bey derhal musluğu kapattı, tıkanmış gideri açtı. Böylelikle olası sel felaketinin önüne geçtikten sonra, uzun koridorun tam ortasındaki banyo kapısının önünde durup, hangi yöne gitmesi gerektiğini kestiremiyormuş gibi bir sağına bir soluna baktı. Neredeyse bütün evi aramıştı. Cavidan Hanım’ın en az otuz senedir o evden dışarı adımını atmadığını, bir mucize olmadığı sürece de atmayacağını bilmesine rağmen, belki de evde olmadığını, dışarı çıktığını, başka bir yere gittiğini düşünmeye başlamıştı. Tam o anda, ayaklarının dibinden, banyo kapısının önünden başlayıp sola kıvrılan ve yarımşar metre aralıklarla koridorun sonuna dek devam eden ıslak izleri fark etti.
Takip ettiği izler onu çatı katına götürdü ve orada, çatı katı odasının girişinde terk edip gitti. Hava iyice kararmıştı, odada elektrik de yoktu. Göz gözü görecek gibi değildi. Arif Bey, ceketinin cebinden çakmağını çıkartıp çaktı. Küçük bir alev, Arif Bey’in etrafındaki dar bir alanı belli belirsiz aydınlattı. Arif Bey, elindeki çakmağın küçük alevinin verdiği zayıf ışık rehberliğinde, bastığı yeri görememenin verdiği tedirgin adımlarla çatı katının içlerine doğru ağır ağır yürüdü. Bir yandan da çakmağı sağa sola tutarak etrafını görmeye çalışıyor, artık karanlığa biraz olsun alışmış gözleriyle Cavidan Hanım’ı arıyordu.
Birden ayağı bir şeye takıldı. Sendeledi, son anda dengesini sağlayarak düşmekten kurtuldu. Eğilip baktığında, takıldığı şeyin yerde boylu boyunca ve hareketsiz yatmakta olan Cavidan Hanım’ın ta kendisi olduğunu gördü. Çakmağı Cavidan Hanım’ın yüzüne doğru tuttu. Titreyen alevin ardında gördüğü yüz karşısında ürperdi. Gözleri kapalıydı Cavidan Hanım’ın. Bembeyaz yüzü acıyla gerilmiş ve kaskatı kesilmişti. Nefes almıyor gibiydi.
Arif Bey’in ilk düşündüğü, çok geç kaldığı oldu. İlk hissettiği ise belli belirsiz bir pişmanlık… Keşke bu kadar vurdumduymaz davranmasaydı, keşke daha erken gelseydi, hiç olmadı birini gönderseydi kadıncağızı yoklaması için… Öldüğüne neredeyse emin olmasına rağmen hem alışkanlıktan hem de adet yerini bulsun diye yaşlı kadının nabzını tuttu. Aynı anda da fısıltıyı andıran bir sesle irkildi.
“Kimsin sen?”
Arif Bey şaşkınlıkla başını kaldırıp Cavidan Hanım’ın yüzüne baktı tekrar. Cavidan Hanım’ın gözleri fal taşı gibi açılmıştı şimdi. Karanlıkta tam olarak seçemediği adama korkuyla bakıyordu.
Arif Bey ise, bir ölünün dirildiğine tanık olmuş gibi donakalmıştı.
Sorusuna cevap alamayınca. “Kimsin?” diye fısıldadı yine Cavidan Hanım. Arif Bey, kendini toparlamaya çalışırken güçsüz bir sesle cevap verdi.
“Ben Arif, Cavidan Hanım. Doktor Arif… Tanımadınız mı?”
Cavidan Hanım bir an boş gözlerle baktı Arif Bey’in yüzüne. Sonra onu duymamış gibi bakışlarını çevirdi, korku dolu gözlerini etrafında gezdirerek, “Gittiler mi?” diye sordu.
Arif Bey anlamamıştı.
“Kim?”
“Onlar… Fareler…”
Cavidan Hanım bir an duraksadıktan sonra sayıklar gibi konuşmaya devam etti. Sesinde derin bir acı ve büyük bir korku vardı.
“Her yerdeler… Yüzlerce… Etrafımızdalar… Bakın, görmüyor musunuz? Ben de görmemiştim daha evvel… Yalnız seslerini duyardım… Kendileri görünmezdi… Kimse bana inanmıyordu… Kimse dediğim de Sabahat… Eda varken yok oluyorlar zaten… Sabahat aptaldır… O yüzden inanmıyordu bana… Ama siz akıllısınız, doktorlar akıllı olur… Gözlerinizi açın… Hâlâ görmüyor musunuz? Söyleyin… Söyleyin, görüyor musunuz?”
Arif Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Cavidan Hanım’ı yıllardır tanımasına rağmen, uzun süredir onun böyle kötüleştiğine, dengesiz aklının kontrolünü bu derece kaybettiğine tanık olmamıştı.
“Sakin olun, Cavidan Hanım. Burada hiçbir şey yok,” demeye çalıştı.
“Nereden biliyorsunuz? Karanlık… Karanlıkta göremezsiniz ki… Ama ben karanlıkta da görebiliyorum artık… Hissediyorum… Gitmediler… Hâlâ buradalar… Kemiriyorlar… Ruhumu kemiriyorlar… Çok acıtıyor… Canım acıyor, doktor bey…”
Birden aklına gelen başka bir düşünceyle sarsıldı Cavidan Hanım.
“Burası cehennem mi yoksa? Öldüm ben, değil mi? Öldüm ve cehenneme geldim… Cehennem onlarla doluymuş demek… Meğer cehennemin sesiymiş o işittiğim… Cehennem buradaymış… Çatıda… Benim cehennemim… Cavidan’ın cehennemi… Aşk… Aşk cehennemmiş… Ben de sanıyordum ki… Sanıyordum ki…”
Daha fazla konuşamadı. Boğazını sesinin çıkmasını engelleyen bir yumru tıkadı. Bilincini gölgeler kapladı. Göz kapakları ağırlaştı, gözlerinin önüne yarım bir perde gibi indi.
Arif Bey, yarı baygın durumdaki Cavidan Hanım’ı kucağına aldı. O kadar zayıftı ki onu taşımakta hiç zorlanmadı. Kucağında tüy gibi hafif yaşlı kadınla, karanlıkta kör gibi ilerledi. Onu aşağıya, odasına indirdi. Yatağına yatırdı. Başucu lambasını yaktı. Cavidan Hanım’ın üzerindeki gelinliği ve başındaki duvağı ancak o zaman fark etti. “Zavallı… Hepten kafayı yemiş,” diye geçirdi aklından. Sonra yanında getirdiği çantayı açtı. İçinden bir şırınga ve morfin ampulünü çıkardı. Ampulü kırıp morfini şırıngaya doldurdu. İlacı Cavidan Hanım’ın kolundaki belirginleşmiş mor damara enjekte etti.
Yaşlı kadının yarı kapalı gözlerinin önündeki görüntü netliğini kaybetti, Doktor Arif Bey’in yüzü bulanıklaştı, sonra her yer tamamen karardı ve Cavidan Hanım müthiş bir hızla dipsiz, karanlık bir kuyuya düştüğünü hissetti.
Hatice, divanda sabırsızca kıpırdanarak mutfağa doğru seslendi.
“Kız Ayşe! Hadisene!”
Ayşe içeriden karşılık verdi.
“Dur kız, çay ediyom.”
“Boşver çayı şimcik. Anlatacaklarım var.”
“Geldim, patlama.”
Hatice kendi kendine mırıldanır gibi, ama Ayşe’ye de duyurmaya çalışarak, “Hey Yarabbim,” diye söylendi. Sonra bakışlarını, karşısındaki divanda sıkıntıyla oturmakta olan Umut’a çevirdi.
“Senin bu anan var ya, öldürür insanı valla. Karıda merak namına bir şey kalmamış. İçi kurumuş tekmil.”
Umut, Hatice’ye ilgisiz gözlerle baktı. Karşılık vermedi. “İçi kurumuş…” diye geçirdi aklından. Bu kadın da amma saçma sapan konuşuyordu. Konuşmaya başladı mı susmak da bilmezdi. Umut ondan da, zırt pırt gelmesinden de, akşama kadar oturmasından da bıkmıştı. Okul çantasını açıp rastgele bir ders kitabı çıkardı. Başını kitaba gömdü. Çalışıyormuş gibi yapmak en iyisiydi. Belki o zaman insafa gelir de onu rahatsız etmezdi en azından.
Ama umduğu gibi olmadı. Hatice’nin susmaya hiç niyeti yoktu. Sırf konuşmuş olmak için, laf olsun diye sordu.
“Derslerin nasıl bakayım?”
Umut başını kitaptan kaldırmadan, “İyi,” dedi. Aslında hiç de iyi değildi. Maksat soruyu başından savmaktı.
“Aferin. Kaç oldun şimdi sen?”
Kim bilir kaçıncı kez soruyordu bu soruyu. Evlerinden çıkmayan kadının bir türlü kaçıncı sınıfa gittiğini öğrenememesi, ikide birde bunu sorup durması sinir ediyordu Umut’u. İlgilenmiyorsa niye soruyordu ki? Laf olsun diye sormanın ne gereği vardı? İlle de konuşmak, bir şeyler söylemek zorunda mıydı? Bir gün dayanamayıp içinden geçenleri suratına söyleyiverecekti Umut. Ama o gün daha gelmemişti. Hatice Teyze’ye ayıp olmasın diye, uslu uslu cevap verdi.
“Orta üç.”
“Maşallah. Bitiyor bu sene demek?”
Umut, evet anlamında başını salladı. Ama o kadar da emin değildi bundan. Üç sene önce, ilkokul beşinci sınıftayken de biteceğini sanıyordu. Şansına, o sene zorunlu eğitim beş seneden sekiz seneye çıkarılmasaydı bitecekti de. Okuldan nefret eden ve biteceği günü sabırsızlıkla bekleyen Umut için çok kötü bir sürpriz olmuştu bu. Üç sene daha okula gitmek zorunda olduğunu duyunca, içini sıkıntı basmıştı. Nasıl geçerdi üç sene daha?
Ama geçmişti işte. Annesine göre göz açıp kapayıncaya kadar, Umut’a göreyse pek o kadar da hızlı değil. Hatta yavaş… O kadar yavaş ki, seneler bitmek bilmemişti. Nasıl geçtiğini bir Umut bilirdi. Hele okulda geçirdiği saatler… Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere, saatler de günlere bedeldi.
Evet, şimdi zorunlu eğitiminin sekizinci ve son senesi tamamlanmak üzeriydi. Ama Umut yine kötü bir haber alıp, bir üç sene daha okula devam etmek zorunda kalacağını öğrenmekten korkuyordu. Ne zaman, ne olacağı belli olmazdı. Bu yüzden artık hiçbir şeyden emin olamıyordu.
“Ne yapacaksın bitince?”
“Bilmem…”
Bir işe girip çalışırdı herhalde. Çalışması lazımdı. Ne iş yapabileceğine dair hiçbir fikri yoktu ama. Balıkçılık hayalleri suya düşeli beri kafasının içi bomboştu. Bir hayali de, amacı da kalmamıştı. Tek bildiği artık erkek olmaya başladığı ve çalışıp ekmek parasını kazanması gereken zamanın yaklaştığıydı. İki ay sonra on beşine basacaktı. Boyu kısa, vücudu çelimsiz; hâlâ çocuk görünümünden tam olarak sıyrılamamıştı. Fakat yüzünü kaplamış sivilceler; kalınlaşmaya çalışan ama bunu henüz başaramadığı için acayip çıkan sesi; hayatı daha farklı, daha karamsar gözlerle görmeye başlaması; her şeyin anlamını yitirmesi; her şeyden ve herkesten sıkılması; iyice içine kapanması; içini nedensiz, anlamsız ve bitmek bilmeyen bir acının ve sabırsızlık hissinin kaplaması; kendinden utanması ve kendini sevmemesi; annesine onu dünyaya getirdiği için öfke duymaya başlaması; ilkbaharın gelişini, yazın yaklaşmasını eskisi gibi sevinçle değil de hüzünle karşılaması ve bunlar gibi daha bir çok belirti, Umut’un çocuklukla yetişkinlik arasındaki, bir gün herkesin geçmek zorunda kaldığı o dengesiz köprüden geçmeye çalıştığını ispatlıyordu. Adına “buluğ çağı” denen korkunç çağı yaşamaktaydı. Fiziksel, ruhsal, düşünsel ve duygusal olarak, ne çocuktu ne de yetişkin. İkisinin arasında sıkışıp kalmıştı, ama bir yandan da bir an önce büyümek zorunda olduğunu hissediyordu. Çünkü uzun süre çocuk kalacak ya da ergenliğin bunalımlarını doya doya yaşayacak lüksü yoktu.
Babasının ölümünden sonraki bu üç sene boyunca çok zor günler geçirmişlerdi. Annesi yüzünü kızartıp, yıllardır küs olduğu abisinin kapısını çalmak zorunda kalmıştı sonunda çaresizlikten. Durumunu anlatmış, ondan yardım istemişti. Doğrusu, dayısının onlara el uzatacağını hiç beklemiyordu Umut. Sırf fakir bir adama vardı diye kardeşine sırt çeviren, yıllarca arayıp sormayan, yoktan yere bu kadar kin tutan bir adamdan ne beklenirdi? Ama yıllar dayısını yumuşatmıştı anlaşılan. Kocasını kaybetmiş, çocuğuyla ortada kalmış, ne yapacağını, nasıl geçineceğini bilemeyen kardeşine acımıştı. Kendi durumu da çok iyi olmamasına rağmen elinden gelen yardımı yapıyor, her ay kıt kanaat geçinmelerine yetecek, Umut’un da okula devam etmesine imkân bırakacak bir para veriyordu onlara. Ama Umut bunun çok uzun süre böyle gidemeyeceğini hissediyordu. Artık büyümüştü, bazı davranışların altında yatan sebepleri görebiliyordu. Mesela, dayısının son zamanlarda verdiği parayı sürekli başlarına kakma nedeninin dırdırcı yengesi olduğunu tahmin edebiliyordu. Yengesinin, kendi ailesinin ekmeğine başkalarının da ortak olmasından çok rahatsız olduğunu, bu sonu belirsiz yardımı kesmek için bir fırsat kolladığını sezebiliyordu.
“Liseye devam etmeyecen mi?”
“Etmeyecem.”
“Niye? Okusan fena mı? Hazır dayın da size sahip çıkmışken oku, adam ol.”
“Oldu. Olurum. Bir tek okuyunca adam olunuyor çünkü. Benim babam adam değil miydi?” diyecekti Umut az kalsın. Bereket versin ki tam o sırada annesi, elinde çay ve gözleme dolu tepsiyle içeri girdi.
Hatice, Umut’a olan ilgisini anında kaybederek Ayşe’ye döndü.
“Ay, ne zahmet ettin yine… Bir çay yeterdi…”
“Kuru kuru olur mu? Gözleme ediverdim yanına. Ye.”
“Çok tokum ama madem yaptın…”
“Afiyet olsun.”
Hatice iştahla saldırdı gözlemeye. Umut, içinden gülerek ona baktı. Hatice Teyze’nin çok konuşmak dışındaki en belirgin özelliği daima aç olmasıydı. Hep tok olduğunu söyler ama önüne koyulanları da silip süpürürdü.
“Hadi oğlum, sen de ye.”
Ayşe, Umut’un önüne de gözleme ve çay bıraktıktan sonra geçti, Hatice’nin yanına oturdu.
“Eee?” dedi. “Anlat bakalım.”
Hatice, yemeğe dalmış olduğu için bir an anlamadı.
“Neyi?”
“Ben mi bilecem onu. Demin kıyameti koparıyodun ya, anlatacaklarım var diye.”
Hatice hatırlamıştı.
“Hee, var,” dedi. “Hem de çok mühim.”
Gözlemeden bir ısırık, çayından da bir yudum aldıktan sonra ekledi.
“Sana iş çıktı.”
“Ne işi?”
“Cavidan Hanım’ın yanına hizmetçi arayasılarmış. Yatılı…”
“Aaa? Hani kimseyi istemezdi o?”
“İstemezdi amma mecbur kalmış. Emektar hizmetçisi işi bırakıp gitmiş.”
“Niye ki?”
“Kudurmuş karı. Bu yaşta kocaya varasıymış.”
“Sen nerden duydun?”
“Midem ağrıyo diyip duruyodum ya…”
Ayşe şaşırdı. Cavidan Hanım’ın hizmetçisiyle Hatice’nin midesi arasında ne gibi bir bağlantı olduğunu anlayamamıştı. Merakla, “Eee?” dedi.
“Bugün kalktım, sağlık ocağına gittim. Orada duydum işte. Doktor Bey söyledi. ‘Hatice,’ dedi, ‘sen herkesi tanırsın köyde. Kimin işe ihtiyacı var bilirsin.’ Ben de, ‘bunu bilmeye ne var, doktor bey,’ dedim, ‘Bu köyde işe ihtiyacı olmayan mı var? Maşallah herkes işsiz.’ O da, ‘Yok,’ dedi. ‘Öyle herkes olmaz. Kadın olması lazım bi kere. Öyle her kadın da olmaz. Bir kere temelli kalacak Cavidan Hanım’ın yanında. Sonra becerikli, sabırlı, güvenilir biri olması lazım.’ Benim de aklıma hemen sen geldin tabii. Doktor beye de söyledim. ‘Aynen dediğin gibi birini biliyom,’ dedim.”
“O ne dedi?”
“‘Âlâ. Söyle, hemen yarın gelsin, konuşsun benimle,’ dedi.”
Ayşe bir süre sessizce düşündü. Umut’tan yana bir bakış attı. Umut da yemeyi bırakmış ona bakıyor, ne diyeceğini merakla bekliyordu. Sessizliğe hiç tahammülü olmayan Hatice daha fazla dayanamayarak atıldı.
“Kız, ne düşünürsün arpacı kumrusu gibi? Abimin eline bakmak zoruma gidiyor, bir iş olsa da çalışsam diyen sen değil miydin?”
“He, bendim. Bendim ama…”
“Aması ne?”
“Umut ne olacak? Onu bırakamam ki bir başına…”
“Dert ettiğin şeye bak. O da gelir seninle.”
Hatice hemen Umut’a döndü.
“Söylesene, gitmez misin ananla?”
Umut ne diyeceğini bilemeyerek annesine baktı. Ayşe onun yerine cevap verdi.
“O gelir gelmesine de, bakalım Cavidan Hanım çocuklu kadını evine kabul eder mi?”
“Başka çaresi mi var?”
“Yok mu?”
“Yok tabii. Bu köyde çocuksuz, bekâr karı mı var? Ya bir ayağı çukurda yaşlılar, ya da aklı bir karış havada şuncacık kızlar. Elinden iş gelecek karıların da kocası, bir sürü çoluğu çocuğu var. Onları bırakıp bir yere gidemezler. Beni görüyorsun, başımı işten kaldıramıyorum. Temizlikti, yemekti, çoluktu çocuktu derken hal mi kalıyor insanda? Akşam da herifi memnun etmek lazım. Elimde olsa koşa koşa giderim Cavidan Hanım’ın yanına. Hizmetçilikmiş filan hiç gocunmam. Hiç olmazsa akşamları kafamı dinlerim. Ama benim adam bırakır mı… Sonra çocuklara kim bakacak? Beşini birden toplayıp gitmek de olmaz.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/elif-usman/ask-baska-yerde-69403234/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.