Amerikan masalları

Amerikan masalları
L. Frank Baum
Oz Büyücüsü’nün yazarı L. Frank Baum’un derlediği bu 12 eğlenceli masalla renkli bir dünyaya yolculuk edeceksiniz.

Günümüzün modern Amerika’sının kültürünü gözler önüne seren bu masallarda at sırtında kovboylardan küçük kanatlı perilere, bir anda can bulan hayvanlardan büyücülere kadar pek çok ilginç figür yer alıyor.
Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.


Amerikan Masalları

Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke[1 - Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.]” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya. Ardından, Doğu ve Batı’yı birleştiren geniş coğrafyamızda, nesillerdir sürdürdüğümüz sözlü geleneği kâğıda taşıdık ve masal dizimize ülkemizle devam ettik. Kızılderililerin kadim ve renkli kültürlerinden beslenen masalları da okurlarımıza sunduktan sonra aynı kıtadan bir başka seçkiyi, Oz Büyücüsü’nün yazarı Frank L. Baum’un derlediği Amerikan Masalları’nı sizlere sunmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Yazar Hakkında
Lyman Frank Baum, 1856 yılında New York’ta dünyaya geldi. Varlıklı bir ailenin oğlu olan Baum, öğrenim hayatına evde başlamasının ardından 12 yaşında askeri okula gitti. Askeri okulda geçen iki yılın sonrasında bir kalp hastalığı olduğu ortaya çıkınca eğitimini yarıda bırakıp eve döndü ve liseyi tamamlamadı.
Baum, gençlik yıllarını oyunculuk ve yazarlıkla geçirdi. Aile işiyle uğraşmasının yanı sıra gazetecilik de yapan Baum, çocuk kitapları yazmaya kırklı yaşlarında başladı.
Süfrajet[2 - 20. yüzyılın başlarında ABD ve Birleşik Krallık’ta kadınların seçme ve seçilme hakları için çeşitli eylemler yapan kadın hakları savunucuları.] hareketinin bilinen destekçilerinden olan Matilda Joslyn Gage’in kızı Maud Gage ile evlenmesinin ardından dört çocukları oldu ve Baum, çocuklarına hikâyeler ve masallar anlatırken bu konuda gerçekten yetenekli olduğunu fark etti. İlk kitabı olan Mother Goose in Prose 1897 yılında yayımlandı. Bu kitabı yayımlandıktan sonra herkes tarafından okunan ve en çok satan çocuk kitabı olan Father Goose, His Book kitabı geldi.


L. Frank Baum, yarattığı karakterlerle.

1900 yılına gelindiğinde Baum okurlarına cadılar, şirin ufaklıklar ve Kansas’tan Dorothy isimli bir kızın hikâyesini anlattığı The Wonderful Wizard of Oz (Muhteşem Oz Büyücüsü) kitabını tanıttı. Yazar bu kitabı neden yazdığını, kitabın önsözünde şöyle açıklamıştı:
“The Wonderful Wizard of Oz kitabının tek bir yazılma amacı var, o da çocukları eğlendirmek. Merak ve mutluluk duygularını içinde muhafaza eden, kalp kırıklıklarını ve kâbusları görmezden gelen bu hikâye, modernleştirilmiş bir masal.”
Yayımlandıktan iki yıl sonra Baum, kitabını bir Broadway müzikaline dönüştürdü ve 1904 yılında The Wonderful Land of Oz kitabıyla yarattığı dünyaya geri döndü. Ölümüne kadar on dört Oz Büyücüsü kitabı yazan Baum, kitaplarına yazdığı önsözlerde kitapları yazmaya devam etmesinin sebebinin çocuklardan gelen mektuplar olduğunu sık sık tekrarladı. Bazı çocuklar mektuplarında hikâyelerde neler görmek istediklerini ve yaratıcı önerilerini de yazıyorlardı ve Baum onları dikkate alarak yeni hikâyeler oluşturuyordu. Her önsözünde onlardan bahsettiği gibi bu kitapları yalnız başına yazmadığını, çocukların da onunla birlikte yazdığını sık sık vurguluyordu. Önsözlerden birinde şöyle yazmıştı:
“Bu ülkede yaşayan çocuk kitabı yazarları arasında en çok Amerikalı çocuk arkadaşı olan yazar olduğumu tahmin ediyorum ve bu, beni hem gururlandırıyor hem de çok mutlu ediyor.”


Oz Büyücüsü’nün sinema uyarlaması. (1939)

Kimi Amerikalılar Oz Büyücüsü kitabının ilk gerçek Amerikan masalı olduğunu söylediler ve bu doğru olsun veya olmasın yediden yetmişe herkesin keyifle okuduğu bu masalların, bu alanda klasikleşen ilk kitap serisi olduğu barizdi.
Baum, 1910 yılında ailesiyle beraber Kaliforniya’ya taşındı ve yazdığı hikâyeleri Hollywood’a aktarmak için çabaladı. Oz Büyücüsü’nün beyaz perdeye aktarıldığı ilk yapımlar kısa filmler oldu.
Baum, Oz Büyücüsü kitaplarının yanı sıra takma adla daha birçok çocuk kitabı yazdı ve birçok kitap projesinde yer aldı. American Fairy Tales adıyla basılan bu kitap da yer aldığı kitap projelerinden birisiydi. Bu kitapta yer alan masallar, önce ayrı ayrı yerel bir gazetede yayımlandı, ardından Baum tarafından bir araya getirilerek kitap olarak derlendi.


1918 yılında safra kesesi ameliyatı olan Baum, ameliyatın ardından bir türlü iyileşemedi ve son senesini yatağa mahkûm bir şekilde geçirdi. Lyman Frank Baum, 1919 yılında Kaliforniya’daki evinde hayata gözlerini yumdu.
O ölmüş olsa da yarattığı karakterle onunla beraber yaşamaya devam etti.

Haydutlar Sandığı
Ogün hiç kimse Martha’yı yalnız bırakma niyetinde değildi ama şu ya da bu sebeple herkes bir yere dağılmıştı. Bayan McFarland, Kumar Karşıtı Kadınlar Birliği tarafından düzenlenen haftalık konken partisine iştirak etmekteydi. Ablası Nell’in erkek arkadaşı, beklenmedik bir zamanda gelip onu uzun bir araba gezintisine çıkarmak için evden almıştı. Babası, her zamanki gibi ofisteydi. Mary Ann’in ise dışarı çıkma günüydü. Emeline’e gelince, şüphesiz evde kalıp küçük kıza bakması gerekiyordu fakat tez canlı biri olduğu için yerinde duramıyordu.
“Küçükhanım, acaba hemen karşıya geçip Bayan Carleton’ın kızına bir şey söyleyebilir miyim?” diye sordu Martha’ya.
“Elbette,” diye cevap verdi çocuk. “Yalnız arka kapıyı kilitleyip anahtarı alsan iyi olur çünkü ben üst katta olacağım.”
“Tabii, kilitlerim Küçükhanım,” dedi sevinç içindeki hizmetçi kız ve öğleden sonrayı arkadaşıyla geçirmek için hızla uzaklaştı. Martha kocaman evde yapayalnız kalmıştı. Ayrıca anlaştıkları üzere ev kilitlenmişti.
Küçük kız yeni alınan kitabından birkaç sayfa okudu, biraz nakış işledi, sonra da en sevdiği dört bebeğiyle “misafircilik” oynadı. Çatı katında aylardır kullanılmayan bebek evi geldi aklına. Tozunu alıp düzenlemeye karar verdi bebek evini.
Küçük kız, aklında bu fikirle çatı katındaki büyük odaya giden dolambaçlı merdivenleri çıktı. Üç çatı penceresinden gelen ışıkla oda güzelce aydınlanmış, ısınmıştı. Duvarların önüne kutular ve sandıklar dizilmişti. Ayrıca eski halı yığınları, çürük mobilya parçaları ile atılmış eski giysiler ve az çok değerli başka birçok eşya vardı. İyi düzenlenmiş her evin buna benzer bir çatı katı vardır. Dolayısıyla, burayı daha fazla tasvir etmeme gerek yok.
Bebek evi kaldırılmıştı ama Martha biraz aradıktan sonra büyük bacanın yakınındaki köşede buldu onu.
Bebek evini çekip çıkardı köşeden. O esnada oyuncak evin arkasındaki siyah ahşap sandık dikkatini çekti. Walter Amca yıllar yıllar önce, henüz Martha dünyada değilken, İtalya’dan yollamıştı bu sandığı. Annesi bir keresinde bahsetmişti bundan. Anahtarı yoktu çünkü Walter Amca, kendisi eve dönene kadar sandığın açılmamasını istemişti. Muazzam bir avcı olan bu gezgin amca, fil avlamak üzere Afrika’ya gitmiş ve bir daha kendisinden haber alınamamıştı.


Küçük kız, dikkatini çeken bu sandığa meraklı gözlerle baktı.
Sandık oldukça büyüktü. Annesinin valizinden bile büyüktü ve lekeli, pirinç çivilerle kaplıydı. Ayrıca epey de ağırdı. Martha bir ucunu kaldırmayı denediğinde yerinden bile oynatamadı sandığı. Fakat kapağın hemen yanında anahtar yeri vardı. Martha kilidi incelemek için eğildi ve sandığı açmak için oldukça büyük bir anahtar gerektiğini fark etti.


Tahmin edebileceğiniz gibi küçük kız, Walter Amca’nın büyük sandığını açıp içinde ne olduğunu görmeye can atıyordu. “Bizler, merak duygusuyla yönetilen varlıklarız ve bizim minik Martha gibi kız çocukları da hepimiz kadar meraklıdır.”
“Bence Walter Amca geri gelmeyecek,” diye düşündü Martha. “Babam, bir fil öldürmüştür onu, demişti. Şu sandığın anahtarı olsaydı…” Bir anda durup küçük ellerini neşeyle çırptı. Çamaşır dolabının rafında duran anahtar sepeti geldi aklına. Her türden anahtar vardı orada. Belki bir tanesi bu esrarlı sandığı açabilirdi!


Uçarcasına merdivenleri indi, sepeti buldu ve tekrar çatı katına döndü. Sonra pirinç kutunun önüne oturup o tuhaf kilidi açmak için anahtarları tek tek denedi. Bazıları çok büyük geldi kilide ama çoğu anahtar çok küçüktü. Bir tanesi kilide giriyor ama çıkmıyordu, bir diğeri ise öyle bir sıkıştı ki Martha anahtarı çıkaramayacağından korkmuştu. Fakat sonunda sepet neredeyse boşalmışken tuhaf şekilli, eski, pirinç bir anahtar kolayca kilide girdi. Sevinçten çığlık atan Martha, iki eliyle çevirdi anahtarı. Sonra tiz bir “tık” sesi duydu ve hemen ardından sandığın ağır kapağı kendiliğinden açılıverdi!


Küçük kız hemen sandığa doğru eğildi. Gördükleri karşısında şaşkınlık içinde geriye sıçradı.
Bir adam, yavaş ve dikkatli bir şekilde sandığın içinden çıktı, zemine bir adım atıp bacaklarını şöyle bir gerdi, sonra şapkasını çıkarıp şaşkın çocuğu kibarca selamladı.
Uzun boylu ve zayıf bir adamdı. Yüzü fena hâlde kararmıştı, belli ki güneşte yanmıştı.
Sonra uykulu bir okul çocuğu gibi esneyip gözlerini ovuşturan başka bir adam çıktı ortaya. Ne uzun ne kısaydı, onun da cildi diğer adamınki gibi esmerdi.
Martha bu manzara karşısında şaşkınlıktan ağzı açık hâlde bakakalmışken üçüncü bir adam sürüne sürüne çıktı sandıktan. Onun cildi de arkadaşlarınınki gibiydi ama boyu kısaydı, biraz da şişmandı.
Üç adam tuhaf kıyafetler giymişlerdi. Kenarları altın işlemeli, kırmızı kadife kumaştan kısa ceket ile gümüş düğmeli, gök mavisi rengindeki saten kısa pantolonları vardı. Çoraplarının üzeri kırmızı, sarı ve mavi renkli kurdeleyle süslenmişti. Şapkaları ise geniş kenarlı, sivri tepeliydi ve parlak kurdelelerle süslüydü.
Kulaklarında kocaman altın halkalar vardı, kemerlerinde ise hançer ve tabancalar diziliydi. Gözleri siyah ve ışıltılıydı. Ayrıca uçları domuz kuyruğu gibi kıvrılan uzun ve heybetli bıyıkları vardı.
“Amanın! Amma ağırsınız be,” diye bağırdı şişman olan, kadife ceketini çekip mavi dizliklerinin tozunu silkerken. “Şu hâlime bakın! Ezip büzdünüz beni!”
“Yapabileceğim bir şey yoktu, Lugui,” diye cevap verdi zayıf adam hafif bir sesle. “Sandığın kapağı beni üzerinize bastırıyordu. Yine de özür dilerim ikinizden.”
“Bana kalırsa,” dedi orta boylu adam, kaygısızca bir sigara sarıp yakarak, “kabul etmelisin ki yıllardır senin en yakın dostunum. O yüzden huysuzlaşma.”
“Çatı katında sigara içemezsin,” dedi Martha; sigarayı görünce aklı başına gelmişti. “Evi yakacaksın.”
Daha önce onu fark etmemiş olan orta boylu adam, bu sözlerin üzerine kıza dönüp kibarca eğilerek selam verdi.
“Hanımefendi madem öyle istiyor, hemen bırakırım sigaramı,” diyerek sigarasını yere attı ve ayağıyla ezdi.
“Kimsiniz siz?” diye sordu Martha. O âna kadar ağzını açamayacak kadar korkmuştu.
“Kendimizi takdim etmemize izin verin,” dedi zayıf adam kibarca şapkasını sallayarak. “Bu Luigi,” şişman adam başıyla onayladı; “işte bu da Beni,” orta boylu adam reverans yaptı. “Bendeniz ise Victor.”
“Bizler üç hayduduz, İtalyan haydutlarız.”
“Haydutlar!” diye bağırdı Martha dehşet içinde.
“Aynen öyle. Belki de bütün dünyada bizden daha korkunç ve dehşetli başka üç haydut daha bulamazsınız,” dedi Victor gururla.
“Çok doğru,” dedi şişman adam, ciddi bir tavırla onaylayarak.
“Ama bu çok kötü bir şey!” diye haykırdı Martha.
“Evet, haklısınız,” diye cevap verdi Victor. Son derece ve oldukça kötüyüz biz. Şu koca dünyada şu an karşınızda durmakta olan üç hayduttan beterini bulamazsınız.”
“Çok doğru,” diyerek tekrar onayladı şişman adam.
“Ama bu kadar kötü olmamalısınız,” dedi kız. “Yaramazlık bu yaptığınız!”
Victor gözlerini yere indirdi; utancından yüzü kızarmıştı.
“Yaramazlık mı!” diye bağırdı Beni, dehşete kapılmış bir hâlde.
“Çok sert bir söz bu,” dedi Luigi üzgün bir sesle ve yüzünü elleriyle kapadı.
“Bir hanımefendi tarafından böylesi bir hakarete uğrayacağım hiç aklıma gelmezdi,” diye mırıldandı Victor, sesi titriyordu. “Ama belki düşünmeden konuştunuz. Kötülüğümüzün bir sebebi olduğunu göz önüne almalısınız, Küçükhanım. Zira kötü olmadığımız takdirde nasıl olur da haydut deriz kendimize?”
Martha şaşırmıştı, düşünceli bir şekilde başını salladı. Sonra bir şey geldi aklına.
“Artık haydut olamazsınız,” dedi Martha. “Çünkü artık Amerika’dasınız.”
“Amerika mı?” diye haykırdı üç haydut bir ağızdan.
“Tabii ya. Chicago, Praire Sokağı’ndasınız. Walter Amca, bu sandıkla ta İtalya’dan gönderdi sizi.”
Bu haberi işiten haydutların şaşkınlığı yüzlerinden okunuyordu. Luigi, kırık bacaklı bir sandalyeye oturup sarı ipek bir mendille alnını sildi. Beni ve Victor ise sandığın üzerine yığılıp solgun ve sabit gözlerle kıza bakakaldılar.
Victor biraz kendini toplayınca konuştu.
“Walter Amcanız bize büyük kötülük yaptı,” dedi sitemkâr bir şekilde. “Bizi haydutların büyük saygı gördüğü güzel İtalya’mızdan alıp bu yabancı memlekete getirdi. Biz burada kimi soyacağımızı ya da ne kadar fidye isteyeceğimizi bile bilmiyoruz.”
“Çok doğru!” dedi şişman adam, bacağına şaplak atarak.
“Üstelik İtalya’da ne büyük şanımız vardı!” dedi Beni, pişmanlık dolu bir sesle.
“Belki de Walter Amca sizi düzeltmek istemiştir?” dedi Martha.
“Peki, bu Chicago’da hiç haydut yok mu?” diye sordu Victor.
“Şey, aslında,” diye cevap verdi kız yüzü kızararak. “Var ama biz onlara haydut demiyoruz.”
“İyi ama geçimimizi nasıl sağlayacağız?” diye sordu Beni çaresizlik içinde.
“Büyük bir Amerikan şehrinde pek çok iş yapabilirsiniz,” dedi çocuk. “Mesela, benim babam avukattır,” (haydutlar titredi), “ve annemin kuzeni de polis müfettişi.”
“Ah,” dedi Victor, “bak bu güzel bir iş. Polisin hakikaten teftiş edilmesi gerek, bilhassa İtalya’da.”
“Her yerde!” diye ekledi Beni.
“Sonra başka şeyler de yapabilirsiniz,” diye devam etti sözlerine Martha, cesaret verici bir tavırla. “Mesela, tramvay şoförü ya da bir mağazada tezgâhtar olabilirsiniz. Hatta bazı insanlar para kazanmak için belediye meclis üyesi oluyorlar.”
Haydutlar üzüntü içinde başlarını salladı.
“Öyle işler bize göre değil,” dedi Victor. “Bizim işimiz soygunculuktur.”
Martha bir şeyler düşünmeye çalıştı.
“Petrol ofisinde bir pozisyon bulmak epey güç,” dedi. “Ama politikacı olabilirsiniz.”
“Hayır!” diye bağırdı Beni sert bir şekilde. “Ulvi mesleğimizi bırakamayız! Biz hep haydut olduk ve haydut olarak kalacağız!”
“Çok doğru!” diyerek arkadaşına katıldı şişman adam.
“Chicago’da bile soyacak adam bulunur elbet,” diye söze atıldı Victor neşeyle.
Martha’nın içi sıkılmıştı.
“Sanırım hepsi soyulmuş zaten,” diye itiraz etti.
“O zaman haydutları soyarız biz de. Bunun için gerekli tecrübe ve olağanüstü yeteneğe sahibiz,” dedi Beni.
“Aman, aman!” diye inledi küçük kız. “Walter Amca bu sandığın içinde sizi niçin yollamış ki sanki?”
Haydutların merakı uyanmıştı.
“Biz de bunu öğrenmek istiyoruz,” dedi Victor hevesle.
“Ama bunu hiçbirimiz öğrenemeyeceğiz çünkü Walter Amca Afrika’da fil avlarken kayboldu,” dedi Martha kesin bir tavırla.
“O hâlde kaderimize boyun eğip var gücümüzle soygunculuk yapmalıyız,” dedi Victor. “Çok sevdiğimiz mesleğimize sadık kaldığımız müddetçe, utanmamızı gerektirecek bir şey yok.”
“Çok doğru!” diye haykırdı şişman adam.
“Kardeşlerim! Hemen şimdi işe koyulalım. İçinde bulunduğumuz evi soymakla başlayalım!” “Hay hay!” diye bağırdı diğer ikisi ve hemen yerlerinden fırladılar.
Beni tehditkâr bir tavırla çocuğa yöneldi.
“Sen burada kal!” diye emretti. “Tek bir adım dahi atacak olursan, kendi mezarını kazmış olursun!” Sonra daha yumuşak bir sesle ekledi: “Korkma sakın. Haydutlar, tutsaklarıyla böyle konuşur. Elbette genç bir hanıma hiçbir koşulda zarar vermeyiz.”
“Elbette,” dedi Victor.
Şişman adam, belinden kocaman bir kemer çıkarıp kafasının üzerinde sallamaya başladı.
“Kahrolsunlar!” diye haykırdı.
“Lanet olasıcalar!” diye bağırdı Beni korkunç bir sesle.
“Düşmanlarımızın aklı bulansın!” diye tısladı Victor.
Ardından üç haydut, neredeyse iki büklüm hâlde merdivenleri inerek sessizce sıvıştı. Ellerine aldıkları silahlarıyla her an ateşe hazırdılar. Parlak hançerlerini dişlerinin arasına sıkıştırmışlardı. Korkudan tir tir titremekte olan Martha, “İmdat!” demek için bile ağzını açamıyordu.
Çatı katında ne kadar süre kaldığını bilmiyordu ama nihayet geri dönen haydutların kedi misali ayak seslerini işitti ve tek sıra hâlinde merdivenlerden çıktıklarını gördü.
Üçünün de kucağı yağmaladıkları şeylerle doluydu. Luigi, Martha’nın annesinin en güzel elbisesinin üzerine koyduğu üzümlü tartı düşürmemek için dengesini korumaya çalışıyordu. Sonra Victor geldi; bir dolu biblo, kocaman bir şamdan ve bir salon saati vardı kucağında. Beni ise aile İncil’ini kapmış, ayrıca vitrinden bir sepet dolusu gümüş eşya ile bakır bir güğüm ve Martha’nın babasının kürk mantosunu aşırmıştı.
“Ah ne büyük bahtiyarlık!” dedi Victor, yükünü yere indirerek. “Tekrar soygun yapmak ne güzel şey!”
“Hakikaten, ne büyük zevk!” dedi Beni ama güğümü ayağına düşürdüğü için bir yandan acıyla zıplarken bir yandan da İtalyanca tuhaf sözler mırıldanıyordu.
“Çok zenginiz,” diye devam etti Victor, üzümlü turtayı tutarak. “Üstelik hepsini tek bir evden aldık! Bu Amerika, pek zengin bir yer olmalı.” Bu sırada Luigi, ganimetlerini yığına eklemekteydi.
Sonra Victor, bir hançer çıkarıp turtadan bir parça kesti, kalanını ise yoldaşlarına verdi. Üçü birlikte yere oturup turtayı mideye indirdiler. Martha ise üzüntü içinde onları seyrediyordu.
“Bir mağaraya ihtiyacımız var,” dedi Beni. “Zira ganimeti güvenli bir yere saklamak gerek. Gizli bir mağara var mı buralarda?” diye sordu Martha’ya.
“Mamut Mağarası[3 - Mamut Mağarası Ulusal Parkı (Mammoth Cave): ABD’nin Kentucky eyaletinde koruma altındaki mağara sistemi. (ç.n.)] var,” diye cevap verdi kız. “Ama Kentucky’de. Oraya ulaşmak, arabayla bile saatler sürer.”
Bu cevabı işiten üç haydut düşünceli bir şekilde sessizce turtayı mideye indirmeye devam ettiler. Ama hemen sonra çatı katından bile oldukça net işitilen elektrikli kapı zilinin sesiyle irkildiler.
“O da ne?” diye sordu Victor, boğuk bir sesle. Üç arkadaş hançerlerini çekerek ayağa fırladılar.
Martha pencereye koştu. Gelen postacıydı. Posta kutusuna bir mektup atıp gitmişti sadece ama bu olay, küçük kıza belalı haydutlardan nasıl kurtulacağı konusunda bir fikir verdi. Sanki büyük bir sıkıntı içindeymiş gibi ellerini savurup bağırmaya başladı:
“Polis gelmiş!”
Haydutlar korku içinde bakıştı. Luigi titrek bir sesle sordu:
“Kaç kişiler? Çok mu kalabalıklar?”
“Tam yüz on iki polis var!” diye haykırdı Martha, sayarmış gibi yaptıktan sonra.
“Yandık biz!” dedi Beni, “Bu kadar çok polisle dövüşüp sağ kalmamız imkânsız.”
“Silahları var mı?” diye sordu Victor, soğukta kalmış gibi titriyordu.
“Evet, var,” dedi Martha. “Silahları, kılıçları, sonra tabancaları ve baltaları var ve de…”
“Ve de ne?” diye sordu Luigi.
“Topları var!”
Üç zalim haydut inleyip sızlanmaya başladı. Beni, derin bir sesle konuştu:
“Umarım işkence etmeden bizi çabucak öldürürler. Bu Amerikalıların, gizli Kızılderililer olduklarını duymuştum. Kana susamışlardır ve etrafa dehşet saçarlar.”
“Çok doğru!” diye iç geçirdi şişman adam omuz silkerek.
Martha birden pencereden çekildi.
“Sizler benim dostlarımsınız, değil mi?” diye sordu haydutlara.
“Her zaman hizmetindeyiz!” diye cevap verdi Victor.
“Emrine amadeyiz!” diye seslendi Beni.
“Sana canımız feda!” diye ekledi Luigi, nasılsa öleceğim diye düşünüyordu.
“O hâlde kurtaracağım sizi,” dedi kız.
“İyi ama nasıl?” diye sordu üç haydut aynı anda.
“Şu sandığa geri girin,” dedi kız. “Sandığın kapağını kapatacağım ki sizi bulamasınlar.”
Şaşkın ve kararsız bir hâlde etrafa bakındılar ama kız bağırdı:
“Haydi, çabuk olun! Birazdan sizi tutuklamaya gelirler.”
Bunun üzerine Luigi hemen sandığa atladı ve en alta uzandı. Beni onu izleyip arka tarafa geçti. Nazik bir edayla kızın elini öptükten sonra Victor da diğer ikisine katıldı.
Sonra Martha hemen kapağı bastırdı ama kapak kapanmıyordu.
“Biraz sıkışın,” dedi.
Luigi homurdandı.
“Elimden geleni yapıyorum, Küçükhanım,” dedi Victor, en üstte o vardı. “Ne var ki daha evvel gayet rahat bir şekilde sığdığımız sandık şimdi üçümüze dar geliyor.”
“Çok doğru!” diyen şişman adamın boğuk sesi işitildi.
“Neyin yer kapladığını biliyorum,” dedi Beni.
“Ne?” diye sordu Victor, endişeli bir sesle.
“Ne olacak? Turta!” diye cevap verdi Beni.
“Çok doğru!” şeklinde bir karşılık geldi en alttan.
Martha kapağın üzerine oturup bütün ağırlığını vererek bastırdı. Nihayet kapak kapandı, kilit yerine oturdu. Sonra ayağa kalkıp var gücüyle anahtarı çevirdi.

Cam Köpek
Bir zamanlar bir gecekondunun üst katında başarılı bir büyücü yaşardı. Zamanını özenle çalışarak ve çok düşünerek geçirirdi. Büyücülük hakkında bilmediği çok az şey vardı çünkü kendisinden önce yaşamış bütün büyücülerin kitapları ve tarifleri vardı elinde. Ayrıca kendisi de pek çok sihir icat etmişti.
Hayran olunası bu kişi, aslında çok mutlu olabilirdi. Tabii, dertlerine derman aramak için ona danışmaya gelen insanlar (ki içinde bulundukları durum, onu hiç de alakadar etmiyordu) yüzünden çalışmaları yarıda kesilmese ve buz satıcısı, sütçü, fırıncının çırağı, çamaşırcı adam ile fıstıkçı kadın saatli saatsiz kapıyı çalıp durmasaydı. Bu insanların hiçbiriyle uğraşmaya tenezzül etmiyordu ama yine de her gün kapısına gelip şu veya bu konuda görüşmek, mallarını satmak istiyorlardı. Tam kitaplarına dalıp gitmişken ya da kaynamakta olan koca bir kazanı seyretmeye odaklanmışken kapısı çalınıverirdi. Davetsiz misafiri başından savardı fakat bütün düşünceleri dağılmış ya da üzerinde çalıştığı karışım mahvolmuş olurdu.
Nihayet rahatsız edilmekten bıkıp tepesi atınca insanları kapısından uzak tutacak bir köpek edinmeye karar verdi. Köpeği nereden bulacağını bilmiyordu ama yan dairede yoksul bir cam ustası yaşıyordu. Biraz hoşbeş etmişliği vardı bu adamla. Bu nedenle, komşusuna gidip sordu:
“Nereden bir köpek bulabilirim?”
“Ne tür bir köpek istiyorsun?” diye sordu cam ustası.
“İyi bir köpek. Şöyle güzelce havlayıp insanları uzak tutacak türden. Bakımı zor olmayan, ekmek su istemeyen, pire sıkıntısı olmayan, titiz ve temiz bir köpek. Tüm emirlerime riayet edecek bir köpek, yani kısacası iyi bir köpek,” dedi büyücü.
“Öylesi bir köpeği bulmak zor iş,” dedi cam ustası. O sırada, camdan bir çiçek saksısı yapmakla meşguldü. Saksının içinde pembe camdan bir gül çalısı ile yine camdan yeşil yapraklar ve sarı güller vardı.
Büyücü, düşünceli bir şekilde onu seyretmekteydi.
“Baksana, camdan bir köpek yapamaz mısın bana?” diye sordu.
“Yapabilirim, tabii,” dedi cam ustası. “Ama insanlara havlayamaz benim yapacağım köpek.”
“Ah, orasını bana bırak,” diye cevap verdi büyücü. “Cam bir köpeği bile havlatamıyorsam, yazıklar olsun benim büyücülüğüme.”
“Pekâlâ, madem cam bir köpek işime yarar diyorsun, memnuniyetle yardım ederim sana. Yalnız, emeğimin karşılığını isterim.”
“Elbette,” diyerek onayladı büyücü. “Ama para dediğiniz şu berbat şeyden yok bende. Evimdeki eşyalardan alabilirsin ustalığının karşılığında.”
Cam ustası bir süre düşündü.
“Romatizmama iyi gelecek bir şey verebilir misin bana?” diye sordu.
“Tabii, veririm.”
“Anlaştık öyleyse. Hemen köpeği yapmaya başlayayım. Ne renk cam kullanmamı istersin?”
“Pembe güzel bir renk,” dedi büyücü. “Gerçi bir köpek için alışıldık bir renk değil.”
“Doğru, ama öyle istiyorsan pembe yaparım,” diye cevap verdi cam ustası.
İki komşu böylece anlaştıktan sonra, büyücü tekrar çalışmasına döndü. Cam ustası de söz verdiği cam köpeği yapmak üzere işe koyuldu.
Ertesi sabah kolunun altında cam bir köpekle büyücünün dairesine girdi ve köpeği özenle masanın üzerine koydu. Çok güzel bir pembe cam kullanmıştı. Bükülerek yapılmış camdan hoş bir kürkü vardı köpeğin, boynunda ise mavi camdan bir kurdele. Gözleri erkeklerin taktığı cam gözlerin çoğu gibi siyah birer noktaydı ve zeki bakışlıydı.
Büyücü, cam ustasının yeteneği karşısında duyduğu memnuniyeti dile getirerek ona küçük bir ilaç şişesi verdi.
“Ama bu şişe boş!” diye itiraz etti cam ustası.
“Yo, hayır. İçinde bir damla sıvı var,” diye itiraz etti büyücü.
“Tek bir damla romatizmamı geçirecek mi yani?” diye sordu cam ustası merak içinde.
“Elbette. Muhteşem bir ilaçtır bu. Şişedeki o tek damla, insanlığın bugüne dek gördüğü her türden hastalığı anında iyileştirir. Dolayısıyla, romatizmaya bilhassa iyi gelecektir. Ama iyi sakla o şişeyi, çünkü o tek damlanın dünyada eşi yok. Hem, tarifini de unuttum zaten.” “Teşekkür ederim,” dedi cam ustası ve kendi dairesine geri döndü.
Ardından büyücü, cam köpeğe bir büyü yaptı ve büyücü dilinde âlimane sözler mırıldandı. Bunun üzerine hayvancık kuyruğunu bir o yan bir bu yana salladı, sonra sol gözünü bilmiş bir edayla kırptı; son olarak da korkunç bir şekilde -elbette cam bir köpekten nasıl böyle bir ses çıkacağı düşüncesini bir kenara bırakırsak-havlamaya başladı. Büyücülerin sihirli sanatında insanı hayrete düşüren bir şey vardır; tabii, şaşırmayı hiç beklemediğiniz zamanlarda ortaya çıkar bu şaşırtıcı özellik.
Büyücü, yaptığı sihrin tesiri karşısında tıpkı bir ilkokul öğretmeni gibi sevinmişti ama şaşırmamıştı. Hemen köpeği kapının dışına koydu. Böylece hayvan, kapıyı çalıp efendisinin çalışmalarını bölmeye cüret edenlere havlayarak hepsini uzaklaştıracaktı.


Dairesine dönen cam ustası, büyücünün verdiği tek damlayı hemen kullanmamaya karar verdi.
“Romatizmam bugün daha iyi,” diye düşündü. “Çok hasta olduğumda bu ilaç daha fazla işime yarayacaktır. Şimdilik kullanmasam iyi olur.”


Bunun üzerine ilaç şişesini dolabına koyup camdan güller yapmaya devam etti. O sırada ilacın bozulabileceği geldi aklına ve büyücüye bunu sormak için ayağa kalktı. Ama kapıya vardığında cam köpek öyle şiddetle havlamaya başladı ki kapıyı çalmaya cesaret edemedi ve kendi evine koşturdu. Zavallı adam, kendi elleriyle ve özenle yaptığı köpekten böyle nahoş bir karşılama gördüğüne pek üzülmüştü.
Ertesi sabah gazetesini okurken, şehirdeki en zengin genç hanımlardan Bayan Mydas’ın çok hasta olduğunu; doktorların, genç kadının iyileşmesinden umudu kestiğini öğrendi.
Sefalet içinde yaşasa da çok çalışkan ve sade görünüşlü cam üfleyici, parlak fikirlerin adamıydı. Hemen kıymetli ilacını alıp kendi hastalığını iyileştirmekten çok daha avantajlı bir iş için kullanmaya karar verdi. En güzel giysilerini giyip saçlarını taradı, bıyıklarını düzeltti. Sonra ellerini yıkayıp kravatını bağladı, ayakkabılarını boyadı, yeleğini süngerle temizledi ve her derde deva sihirli ilaç damlasının bulunduğu şişeyi cebine koydu. Ardından kapıyı kilitleyip aşağı indi ve zengin Bayan Mydas’ın yaşamakta olduğu büyük malikâneye doğru yürümeye başladı.
Kapıyı açan uşak dedi ki:
“Sabun, renkli taşbasma, sebze, saç yağı, kutsal kitap istemez; kabartma tozuna da gerek yok. Genç hanımım ha öldü ha ölecek. Dolayısıyla cenaze için tamamen hazırız.”
Cam ustası, uşak tarafından dilenci sanılmasına çok üzüldü.
“Dostum,” dedi gururla, fakat uşak sözünü kesti:
“Mezar taşı da istemez. Aile mezarlığı var, oraya bir taş dikildi bile.”
“Konuşmama bir müsaade etseniz, mezarlığa da gerek kalmayacak,” dedi cam ustası.
“Hekim de istemez, efendim. Hanımımdan ümidi kestiler. E tabii, hanımım da hekimlerden umudunu kesti,” diye devam etti uşak, sakin bir şekilde.
“Hekim falan değilim ben,” diye cevap verdi cam ustası.
“Öbürleri de hekim değildi zaten. İyi ama niye geldiniz siz?”
“Sihirli bir iksir sayesinde hanımınızı iyileştirmeye geldim.”
“İçeri buyurun, lütfen. Salona oturun. Ben gidip kâhya ile konuşayım,” dedi uşak, daha kibar bir tavırla.
Sonra gidip baş kâhyayla konuştu. Baş kâhya da durumu kâhyaya anlattı. Kâhya, aşçıbaşına gitti, aşçıbaşı ise hanımın oda hizmetçisini yabancıyla görüşmeye gönderdi. İşte bu zenginler böyledir, ölürken bile törenlerle sarılıdır etrafları.
Hanımın oda hizmetçisi, cam ustasının genç kadını iyileştirecek bir ilaç getirdiğini öğrenince, “İyi ki geldiniz” dedi.
“Yalnız, bir şartım var,” dedi cam ustası. “Onu sağlığına kavuşturduğum takdirde hanımınız benimle evlenmek zorunda.”
“Kendisine sorup böyle bir şeye razı olur mu öğreneyim,” diye cevap verdi hizmetçi kız ve hemen Bayan Mydas’a sormak için yukarı çıktı.
Genç kadın bir an bile tereddüt etmedi.
“O ihtiyarla evlenmeyi ölmeye yeğlerim!” diye bağırdı. “Hemen yanıma getir onu!”
Bunun üzerine cam ustası, sihirli ilaç damlasını biraz suyla karıştırıp hastaya uzattı. İlaçlı suyu içer içmez Bayan Mydas, hiç olmadığı kadar iyi hissetti kendini.
“Aman Tanrım!” diye bağırdı, “Bu gece Fritterların davetine katılacaktım. Marie, incili ipek elbisemi getir! Hemen hazırlanmam lazım. Cenaze çiçekleriyle yas elbisenin siparişini de iptal ettirmeyi unutma.”
“Ama Bayan Mydas,” diye itiraz etti cam ustası, genç kadının hemen yanı başında durmaktaydı. “Sizi iyileştirirsem benimle evleneceğinize söz vermiştiniz.”
“Biliyorum,” dedi genç kadın. “Ama cemiyet gazetelerine ilan vermemiz, düğün davetiyelerini hazırlatmamız gerek. Yarın gelin, konuşalım.”
Cam ustasını kendine layık bir damat adayı olarak göremeyen Bayan Mydas, bu bahaneyle ondan bir süreliğine kurtulmuş olmaktan memnundu. Hem Fritterların davetini de kaçırmak istemiyordu.
Yine de cam ustası neşe içinde gitmişti evine, zira planının işe yaradığını ve ölene kadar onu lüks içinde yaşatacak zengin bir kadınla evlenmek üzere olduğunu sanıyordu.
Sonra oturup karısının parasını nasıl harcayacağını düşünmeye başladı.
Ertesi gün Bayan Mydas’ın evine gitti. Genç kadın o sırada bir roman okumakta ve sanki ömründe hiç hastalanmamış gibi mutluluk içinde çikolata yemekteydi.
“Beni iyileştiren sihirli iksiri nereden buldunuz?” diye sordu.
“Bilge bir büyücüden,” dedi adam. Sonra ilgisini çekeceğini düşünerek büyücüye bir cam köpek yaptığını, köpeğin sahibini rahatsız eden herkese havladığını anlattı.
“Ah, ne güzel!” dedi kadın. “Ben de hep havlayabilen bir cam köpek istemişimdir.”
“Dünyada böyle bir tek köpek var, o da büyücüye ait,” diye cevap verdi adam.
“Benim adıma satın alın o köpeği,” dedi genç kadın.
“Ama büyücünün umrunda değildir para pul,” diye açıkladı cam ustası.
“O hâlde çalmalısınız o köpeği,” dedi genç kadın sert bir tavırla. “Havlayabilen cam bir köpeğim olmazsa, tek bir gün bile mutlu yaşamam mümkün değil.”
Cam ustasının canı çok sıkılmıştı bu işe ama elinden geleni yapacağını söyledi. Nitekim bir erkek daima karısını memnun etmeye çalışmalıdır. Hem, Bayan Mydas bir hafta içinde onunla evleneceğine söz vermişti.
Eve giderken büyük bir çuval aldı. Büyücünün kapısından geçtiği sırada köpek havlamak üzere dışarı çıkar çıkmaz çuvalı köpeğin üzerine attı, sonra ağzını kalın bir iple bağlayıp kendi odasına götürdü.
Ertesi gün bir haberciyle çuvalı Bayan Mydas’a gönderdi, iltifatlarını da iletmesini istedi haberciden. Aynı gün öğleden sonra bizzat gitti genç kadının evine. O kadar çok istediği köpeği çalmayı başardığı için Bayan Mydas tarafından minnettarlıkla karşılanacağından emindi.
Ama uşak, kapıyı açtığında cam köpeğin hışımla fırlayıp öfkeyle ona havlamasına şaştı kaldı.
“Köpeği uzaklaştırın,” diye bağırdı korku içinde.
“Yapamam, efendim,” diye cevap verdi uşak. “Hanımım, siz her geldiğinizde havlamayı emretti köpeğe. Dikkat etseniz iyi olur efendim,” diye ekledi, “çünkü sizi ısırırsa, cam fobisi kapabilirsiniz!”
Bu sözler cam ustasını öyle korkuttu ki ardına bakmadan kaçtı. Ama yol üzerinde bir eczaneye girip cebindeki son kuruşu telefonu kullanmak için harcadı. Köpek tarafından ısırılmadan Bayan Mydas’la konuşmak istiyordu.
“Pelf 6742’yi bağlayın lütfen!” dedi.
“Alo! Ne istemiştiniz?” diye sordu karşıdaki ses.
“Bayan Mydas’la konuşmak istemiştim,” dedi cam ustası.
Bunun üzerine tatlı bir ses cevap verdi: “Ben Bayan Mydas, niçin aramıştınız?”
“Neden öyle zalimce davrandınız bana, neden cam köpeği üzerime saldınız?” diye sordu zavallı adam.
“Doğruyu söylemek gerekirse,” dedi kadın, “dış görünüşünüz hiç hoşuma gitmedi. Yanaklarınız solgun ve sarkık, gereğinden uzun saçlarınız keçe gibi, gözleriniz ise küçücük ve kıpkırmızı. Kocaman kaba elleriniz var. Üstelik çarpık bacaklısınız.”
“Ama bunları değiştirmek gelmez ki elimden!” diye yakındı cam ustası. “Hem, benimle evleneceğinize söz vermiştiniz.”
“Birazcık yakışıklı olsaydınız, sözümü tutardım,” diye cevap verdi kadın. “Fakat bu koşullar altında bana uygun bir eş olamazsınız. Malikâneme yaklaşmaya kalkarsanız, köpeği üzerinize salıveririm, bilmiş olun!” Bu sözleri söyleyip telefonu kapattı, söyleyeceği başka bir şey kalmamıştı.
Sefil hâldeki cam ustası evine döndü. Yüreği, hayal kırıklığıyla dolmuştu. Odasına girip yatağının kenarındaki demire bir ip bağlamaya başladı. Kendini asmaktı niyeti.
O sırada kapı çaldı. Büyücü gelmişti.
“Köpeğimi kaybettim,” dedi.
“Gerçekten mi?” diye cevap verdi cam ustası ipe düğüm atarken.
“Evet. Biri çaldı köpeğimi.”
“Çok kötü olmuş,” dedi cam ustası umursamadan.
“Bana yeni bir köpek yapman gerek,” dedi büyücü.
“Yapamam. Bütün aletlerimi attım.”
“Ne yapacağım o zaman?” diye sordu büyücü.
“Bilmiyorum. Belki köpeği bulana ödül verebilirsin.”
“Ama hiç param yok ki!”
“O zaman iksirlerinden birini ver,” diye öneride bulundu cam ustası, kafasını sokacağı bir ilmek atmakla meşguldü.
“Verebileceğim tek şey,” diye cevap verdi büyücü, düşünceli bir şekilde, “bir güzellik tozu.”
“Ne!” diye feryat kopardı cam ustası, ipi yere atarak. “Elinde öyle bir şey var mı gerçekten?”
“Var, tabii. Tozdan biraz yutan, anında dünyanın en güzel insanı olur.”
“Eğer böyle bir ödül sunacaksan, senin için köpeğini bulurum. Çünkü şu hayatta en çok istediğim şey yakışıklı olmaktır.”
“Ama seni uyarayım, bu güzellik sadece dışını kapsayacak,” dedi büyücü.
“Olsun,” diye cevap verdi cam ustası. “Toprak olduğumda güzel olup olmamam umrumda olmayacak nasılsa.”
“Madem öyle, köpeğimi nerede bulacağımı söylersen sihirli toz senin olur,” diye söz verdi büyücü.
Bunun üzerine cam ustası dışarı çıkıp köpeği aramış gibi yaptı. Biraz zaman geçtikten sonra geri geldi:
“Köpeğinin nerede olduğunu buldum. Bayan Mydas’ın malikânesinde görebilirsin onu.”
Büyücü hemen Bayan Mydas’ın evine doğru yola çıktı. Cam köpek hemen dışarı fırlayıp havlamaya başladı. Bunun üzerine büyücü ellerini açıp bir büyü yaptı ve köpeği uyuttu. Sonra hayvanı kaldırıp eve götürdü.
Ardından ödül olarak güzellik tozunu cam ustasına verdi. Adamcağız tozu yutar yutmaz dünyanın en yakışıklı adamına dönüştü.
Tekrar Bayan Mydas’ın evine gittiğinde havlayan köpek yoktu artık. Genç kadın, cam ustasının güzelliğini görünce hemen âşık oldu.
“Ne olurdu bir kont ya da prens olsaydınız,” diye iç geçirdi. “O zaman hemen evlenirdim sizinle.”
“Prensim zaten,” diye cevap verdi adam, “Cam Köpek Ustalarının Prensi’yim.”
“Ah!” dedi kadın, “Öyleyse, ayda dört dolar almayı kabul ederseniz düğün davetiyelerini hemen yaptırırım.”
Adam tereddüt etti ama yatağının kenarında asılı ipi hatırlayınca, bütün şartları kabul etti.
Böylece evlendiler. Kocasının güzelliğini çok kıskanan gelin, ona hayatı zindan etti, bir köpekten farksız yaşattı. Adam da bir sürü borca harca girip karısının canını yaktı.
Cam köpeğe gelince, büyücünün sihir marifeti sayesinde yine havlamaya başlayıp kapı önünde bekçilik etti. Sanırım hâlen oradadır.

Quok Kraliçesi
Evvel zaman içinde bir kral vardı. Ama günleri sayılı her fani gibi, bu kral da vakti gelince öldü.
Tüm ömrünü müsriflikle geçiren bu kral, tam da zamanında göçmüştü bu dünyadan. Tebaası, onun yokluğuna pek kolay alışacaktı doğrusu.
Babasından ağzına kadar para ve mücevher dolu bir hazine kalmıştı. Oysa aptal kral, bütün ömrünü sefahatle geçirerek bu mirasın her kuruşunu sağa sola savurup servetini tüketmişti. Sonra da halkını, yoksulluğa sürükleme pahasına ağır vergilere bağladı ama onlardan aldığı paraları da aynı müsriflikle yiyip bitirdi. Ardından da saraydaki bütün eski mobilyaları satmak zorunda kaldı, gümüş ve altınlarla bibloları elden çıkardı. Kıymetli halıları, dekorları ve hatta kendi gardırobunu bile sattı. Yırtık giysisini örten, kirli ve güvelerin yediği benekli kürkten başka bir şey kalmadı üstünde. Sattığı bütün bu eşyalar karşılığında aldığı parayı da har vurup harman savurdu.
Ömrünü sefahatle geçirmek nedir diye sormayın hiç. Tek bildiğim şey, bunun elinizdeki paradan kurtulmanın harika bir yolu olduğu. İşte bizim müsrif kral da böyle yapmıştı.
Sonra kraliyet tacındaki muhteşem mücevherler ve asasının tepesindeki küreyi koparıp sattı, aldığı parayı hemen harcadı. Sefahat sürmek böyleydi işte. Ama nihayetinde bütün kaynaklarını tüketmişti. Tacını satamazdı çünkü kraldan başkasının taç takmaya hakkı yoktu. Sarayını da satması mümkün değildi çünkü orada ancak ve ancak kral yaşayabilirdi.
Bu yüzden son çare olarak boş bir sarayla yetinmeye karar verdi. Maun karyolasıyla güvelerin yediği benekli kürkünü ve ayakkabılarını çıkarmak için oturduğu küçük sandalye dışında eşya kalmadı koca sarayda.
İçine düştüğü bu sıkıntı yüzünden, ufak tefek ihtiyaçları için bile vezirinden borç istemek zorunda kalıyordu zaman zaman. Ama vezirin de fazla parası yoktu. Kralına böyle akılsızca danışmanlık yapmış biri, muhtemelen kendi geleceğini de mahvedecekti.
İşte böyle bir hayat sürmüş ve artık uğruna yaşayacağı hiçbir şey kalmamış olan kral aniden ölüverdi. Parçalanmış krallığını, güvelerin yediği kürkünü ve çıplak tacını on yaşındaki oğluna bıraktı.
Krallık sırası ona gelene kadar hiç umursanmamış olan çocuğa kimsenin imrendiği yoktu. Ancak kral olunca önemli biri olarak kabul gördü. Ardından siyasetçiler ve dalkavuklar, genç prens için ne yapabileceklerini tartışmak üzere vezirin önderliğinde toplandılar.
Parası dayandığı müddetçe eski kralın sefa içinde yaşamasına yardım etmişlerdi ama artık yoksullaşmışlardı ve çalışmayı gururlarına yediremiyorlardı. Bu yüzden küçük kralın hazinesine para getirecek bir plan düşünmeye çalıştılar. Böylece eski tas eski hamam yaşayıp keyiflerine bakabileceklerdi.
Toplantı sona erince Vezir, bahçede topaç oynayan genç kralın yanına gelip dedi ki:
“Majesteleri, krallığınızı eski güç ve ihtişamına kavuşturmanın bir yolunu düşündük.”
“Pekâlâ,” diye cevap verdi Majesteleri, umursamaz bir tavırla. “Nasıl yapacaksınız bunu?”
“Sizi varlıklı bir hanımla evlendirerek,” diye cevap verdi Vezir.
“Beni evlendirerek mi!” diye bağırdı Kral. “Ben daha on yaşındayım!”
“Biliyorum. Çok üzücü bir durum bu. Ama Majesteleri, büyüyeceksiniz ve krallığımızın geleceği için bir eş gerekiyor size.”
“Bir anneyle evlenemez miyim?” diye sordu zavallı küçük Kral, bebekken kaybetmişti annesini.
“Asla olmaz,” dedi Vezir. “Bir anneyle evlenmek, kanundışıdır. Uygun olan şey, bir karınızın olmasıdır.”
“Peki, sen kendin evlensen onunla, olmaz mı?” diye sordu Majesteleri topacını Vezir’in ayaklarına atmaya hazırlanarak. Topacın hedefi olmaktan kurtulmak için zıplayıp kaçacak mı diye Vezir’in tepkisini beklerken hınzırca gülmekten kendini alamıyordu.
“Açıklamama izin verin,” dedi Vezir. “Meteliğe kurşun atıyorsunuz ama bir krallığınız var. Kral bir çocuk bile olsa sırf kraliçe tacını giyebilmek için servetini vermeye hazır pek çok zengin kadın var. Bu yüzden en yüksek parayı öneren hanımı, Quok Kraliçesi yapmaya karar verdik.”
“İlla ki evleneceksem,” dedi Kral bir süre düşündükten sonra, “Zırh ustasının kızı Nyana ile evlenmek isterim.”
“Ama o kız çok fakir,” diye cevap verdi Vezir.
“Dişleri inci, gözleri zümrüt, saçları sırma,” dedi küçük Kral.
“Doğru diyorsunuz, Majesteleri. Ama karınızın serveti lazım bize, unutmayın. İnci dişlerini söküp zümrüt gözlerini çıkardıktan, o sırma saçlarını kazıdıktan sonra Nyana’nın gücü size bakmaya yetecek mi bir düşünün!”
Çocuğun tüyleri ürperdi.
“Nasıl istiyorsan öyle olsun,” dedi çaresizce. “Yalnız bulduğunuz kız çok zarif ve iyi bir oyun arkadaşı olsun.”
“Elimizden geleni yaparız,” diye cevap verdi Vezir. Sonra Quok’un küçük kralının bir eş aradığı haberini bütün komşu krallıklara yaymak için gitti.
Küçük kralla evlenmek için o kadar çok kişi başvurmuştu ki çocuğu açık artırmaya çıkarmaya karar verdiler. En fazla parayı kim verirse, kraliçe o olacaktı. Belirlenen günde bütün çevre krallıklardan, Bilkon’dan, Mulgrvia’dan, Junkum ve hatta Macvelt Cumhuriyeti’nden hanımlar gelip sarayda toplandılar.
Vezir sabah erkenden saraya geldi, Kral’ın yüzünü yıkatıp saçlarını tarattı. Sonra tacın içine eski gazete kâğıtlarından doldurup Majesteleri’nin küçücük başına uyacak hâle getirdi. Pek sefil bir taçtı bu, bir zamanlar mücevherlerin süslediği kısımlarında irili ufaklı delikler vardı, oraya buraya atıldığından iyice eskiyip yıpranmıştı. Ama Vezir’in dediği gibi kral tacıydı bu ve açık artırmaya çıkarıldığı bu özel günde küçük Kral’ın tacını takması gerekiyordu.
İster kral isterse fakir çocuğu olsun bütün yaşıtları gibi Majesteleri de üzerindeki kıyafetleri yırtıp parçalamıştı. Dolayısıyla, o şekilde taliplerinin karşısına çıkamazdı ama yenisini alacak tek kuruş yoktu. Bu nedenle vezir, küçük kralı babasının eski benekli kürküne sarıp bomboş salonun ortasındaki sandalyeye oturttu.
Etrafı saray eşrafı, siyasetçiler ve dalkavuklarla doluydu. Bunların hepsi de çalışmayı gururuna yediremeyen ya da tembelliğinden çalışmayan insanlardı. Sayıları da bir hayli fazlaydı ve tahmin edebileceğiniz gibi heybetli bir görüntü oluşturmuşlardı.
Sonra salon kapıları açıldı ve Quok Kraliçesi olmaya can atan zengin kadınlar içeri akın ettiler. Kral, endişeyle onları izledi. Küçük Kral’a göre bu kadınların hepsi büyükannesi olacak kadar yaşlı ve krallık tarlalarına korkuluk olup kargaları kaçıracak kadar da çirkindi. Bunun üzerine bütün hevesi kaçtı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403222?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Japonlar kendi ülkelerini Nippon diye adlandırırlar ve sözcüğün anlamı “Güneşin Doğduğu Ülke”dir.

2
20. yüzyılın başlarında ABD ve Birleşik Krallık’ta kadınların seçme ve seçilme hakları için çeşitli eylemler yapan kadın hakları savunucuları.

3
Mamut Mağarası Ulusal Parkı (Mammoth Cave): ABD’nin Kentucky eyaletinde koruma altındaki mağara sistemi. (ç.n.)
Amerikan masalları Лаймен Фрэнк Баум
Amerikan masalları

Лаймен Фрэнк Баум

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Oz Büyücüsü’nün yazarı L. Frank Baum’un derlediği bu 12 eğlenceli masalla renkli bir dünyaya yolculuk edeceksiniz.

  • Добавить отзыв