Ahmak Wilson′ın Trajedisi

Ahmak Wilson'ın Trajedisi
Mark Twain
“Twain güçlü bir edebiyatçı. Adeta yanan ateşin yanında, örsünün başındaki bir nalbant gibi. Sertçe vuruyor ve her darbesiyle iz bırakıyor.” – Maksim Gorki

Ahmak Wilson’ın Trajedisi, genç bir köle kadının 1/32 oranında siyahi olan çocuğunu köle olmaktan kurtarmak için efendisinin çocuğuyla değiştirmesi ile başlıyor. Kitap, 19. yüzyılın gizem romanlarındaki tüm detaylara yer veriyor: Değişen kimlikler, işlenen korkunç bir suç, tuhaf bir dedektif, şüphe dolu bir mahkeme sahnesi, alışılmamış ve şaşırtıcı bir son.

Ancak bu kitap yalnızca bir gizem romanı değil. Bu esprili ve satirik roman, ırklar arası eşitsizliğe ve köleliğe sert bir eleştiri getiriyor. Eleştirmenlere göre bu kitap, Twain’in en ironik, en komik ve aynı zamanda eleştirel yönü en güçlü romanlarından.

“Muhteşem bir yazarın başyapıt düzeyinde bir çalışması ve değeri bilinmemiş bir klasik…”
– F. R. Leavis (Edebiyat eleştirmeni)

Mark Twain
Ahmak Wilson’ın Trajedisi

Editörün Notu
Ahmak Wilson’ın Trajedisi, 1893-94 yıllarında The Century Magazine’de tefrika edilmiş, hemen ardından 1894’te roman olarak yayımlanmıştır.
Mark Twain, Amerikan edebiyatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilir. William Faulkner, Twain’den ilk gerçek Amerikan yazarıdır, hepimiz onun varisleriyiz; Ernest Hemingway ise Amerikan edebiyatı onun Huckleberry Finn’i yazmasıyla başladı; ondan önce bir şey yoktu, sonrasında da daha iyisi gelmedi diye söz eder.
Mark Twain’in ününde ince mizahı ve güçlü anlatımı kadar sosyal eleştirilerinin de payı büyüktür. Döneminin en ünlü şairlerinden ve önde gelen aktivistlerinden Langston Hughes, Twain için zenci karakterlerini “insan” olarak sunma noktasında Twain, dönemin tüm Güneyli yazarlarının fersah fersah önünde geliyor, demiştir.
Irkçılık ve kölelik kavramlarının Ahmak Wilson’ın Trajedisi’nde de öne çıktığı dikkat çekmektedir. Türün tüm özelliklerini içinde barındırsa da bu romanın yalnızca bir gizem romanı olarak düşünülmemesi gerektiği eleştirmenler tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Bu kitap, dönemin güçlü tasviri, Twain’in klasikleşen ince mizahı ve sözünü sakınmadan getirdiği eleştirilerle tipik bir Mark Twain romanıdır.
Roman, Mississippi’de bir kasabada geçer. Twain, diğer kitaplarında olduğu gibi burada da doğduğu, büyüdüğü yerlerde yaşanan bir hikâye anlatmayı seçmiştir.
Langston Hughes, kitap için yazdığı önsözde “Okurlar cinayeti kimin işlediğini en başından beri bilirler ve yazar, olayın nasıl çözüleceğine dair pek çok ipucu vermektedir,” dedikten sonra bu romanın barındırdığı önemli bir yenilikten söz eder: Suçlu tespitinde parmak izi kullanımı. Hughes’ün aktardığına göre, o tarihlerde suçluların tespit edilmesinde kullanılan resmi yöntemler arasında parmak izi toplama uygulaması yer almamaktadır.
Bu kitap üzerinde çalışırken Britanyalı bilim insanı Francis Galton tarafından kaleme alınan Finger Prints (Parmak İzleri) adlı kitabı okuyan Twain, parmak izlerinin her insanda farklı olması detayını romanda kilit bir noktaya yerleştirir. Büyük yazarların bu yöndeki vurgularının yanında bu tür detaylar da Mark Twain’in çok önemli ve öncü bir yazar olduğunu ortaya koyar.

Biyografi
Samuel Langhorne Clemens, 30 Kasım 1835’te, Florida’da küçük bir kasabada, John Marshall ve Jane Lampton Clemens’ın 6. çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Samuel, yıllar sonra “Mark Twain” adını kullanmaya başlayacak ve Amerikan edebiyatının sembol isimlerinden biri olacaktır.
1839’da Clemens ailesi, yaşadıkları yerin daha doğusunda yer alan Hannibal’a taşınmıştır. Mississippi kıyılarında, günden güne büyüyen bu liman şehri, St. Louis ve New Orleans’tan gelen buharlı gemilerin uğrak yeridir. Yazar, yıllar sonra yazdığı Tom Sawyer’ın Maceraları ve Huckleberry Finn’in Maceraları adlı kitaplarında mekân olarak da burayı seçmiştir.
Samuel, hayatının ilk yıllarını sağlığının zayıflığı sebebiyle evde geçirmiş ve ailesi dışındakilerden uzak kalmıştır. 9 yaşına geldiğinde hastalıklardan kurtulmasıyla birlikte okula gitmeye ve çevresindeki çocuklarla vakit geçirmeye başlamıştır. 12 yaşındayken babasını kaybetmiş, bu olayın ardından okulu bırakıp bir matbaada çırak olarak çalışmaya başlamıştır. 2 yıl sonra, bir gazetenin yardımcı editörü olmuş ve burada ilk yazılarını kaleme almıştır.
17 yaşındayken St. Louis’e taşınmış ve burada bir nehir pilotunun yardımcısı olmuştur. 1858’te pilotluk lisansını alan Samuel Clemens’ın takma ad olarak “Mark Twain”i seçmesi de bu dönemlere dayanmaktadır. “Mark Twain”, nehir gemicilerinin jargonunda derinliğin 2 yarda olduğunu ifade etmek için kullanılır; diğer bir deyişle “teknenin yüzebilmesi için suyun yeterli derinliğe sahip olduğu” anlamına gelir; bu da “suda yol almak güvenli” demektir.
1861’de patlak veren Amerikan İç Savaşı nehir ticaretini sekteye uğratınca muhabirliğe başlamış ve Amerika’daki pek çok gazete için röportajlar yapmıştır. 1870’te Olivia Langdon’la evlenmiş, bu evlilikten 4 çocuğu olmuş, bu çocukların biri doğumda, ikisi henüz 20’li yaşlarında vefat etmiştir.
Mark Twain, ilk öyküsü The Celebrated Jumping Frog of Calaveras County’nin (Calaveras Şehrinin Ünlü Zıplayan Kurbağası) 1865 yılında New York Saturday Press’te yayımlanmasıyla adını duyurmaya başlamış, ilk kitabı The Innocents Abroad ise 1869’da yayımlanmıştır. En çok bilinen yapıtlarından Tom Sawyer’ın Maceraları 1876’da, Huckleberry Finn’in Maceraları ise 1885’te yayımlanmıştır. Twain yaşamı boyunca 28 kitap ve sayısız öyküye imza atmıştır.
Twain, iyi bir yazar olmasının yanında iyi bir konuşmacı olarak da bilinir. Yaşamı boyunca, pek çok ünlü kulüpte mizah içerikli konuşmalar gerçekleştirmiştir. Kalabalık topluluklar karşısında yaptığı esprili konuşmalar, günümüzde stand-up olarak bilinen gösteri türüne çok benzer.
Zekâ dolu yergileriyle eleştirmenlerin ve okurların dikkatini çeken Twain, hayattayken de geniş çevrelerce tanınan ve saygı gören bir yazar olmuştur. Yazmaya esprili ve kolay okunan metinlerle başlayan yazar, ilerleyen zamanlarda yazdıklarında insanın açgözlülüğü, ikiyüzlülüğü ve vahşi edimlerine sıkça yer vermiştir.
Twain’in hayatında dikkat çeken noktalardan bir diğeri de bilime olan merakıdır. Dünya tarihinin en önemli bilim insanlarından Nikola Tesla’nın çok yakın bir dostu olması nedeniyle onun laboratuvarında çok fazla zaman geçiren Twain, 3 ayrı icadın patentini almıştır ve bu icatlardan bir tanesi olan kendinden yapışkanlı koleksiyon defteri 25.000’in üzerinde bir satış rakamına ulaşmıştır.
Yazar, yaşamının son yıllarını koyu bir emperyalizm karşıtı olarak geçirmiştir. Amerikan Antiemperyalistler Birliği’nin başkan yardımcısı olduğu dönemde, organizasyon için pek çok el ilanı metni hazırlamış; yine bu dönemde kaleme aldığı antiemperyalist metinler, ölümünden yıllar sonra, 1992’de kitap haline getirilmiştir.
Kadın haklarına yönelik çalışmaların da önemli bir destekçisi olan Twain’in kadınların oy kullanması konusunda yaptığı bir konuşma, tarihte bu konuda yapılmış en ünlü konuşmalardan biridir.
Twain, 1907’de Oxford Üniversitesi tarafından fahri doktoraya layık bulunmuş; 21 Nisan 1910’da ise vefat etmiştir. Çocukluğunu geçirdiği ev ölümünün ardından müze haline getirilmiştir.
Twain’in dünyaya gelişi, Halley kuyrukluyıldızının görünmesinin hemen ardından gerçekleşmiştir. Yazar, kuyrukluyıldızın bir sonraki ziyaretinden 1 yıl önce, “1835’te Halley’le birlikte geldim. Önümüzdeki yıl (1910) yine gelecek ve ben de onunla birlikte gitmeyi bekliyorum. Eğer onunla birlikte gitmezsem bu, hayatımın en büyük hayal kırıklığı olur. Yüce Tanrı’nın şöyle dediğinden eminim: ‘Bu iki anlaşılmaz ucube birlikte geldiler ve birlikte gitmeliler,’” demiş; gerçekten de beklediği gibi kuyrukluyıldızın ziyaretinin başlamasından bir gün sonra vefat etmiştir.

Okuyucuya Bir Fısıltı
Ne kadar iyi ve nazik olursa olsun hiçbir kişilik yoktur ki -zayıf ve aptalca bile olsa- hicivle alt edilemesin. Mesela, merkep: Karakteri mükemmeldir, gösterişsiz hayvanlar içinde en mütevazı olanıdır ama bir de hiciv yüzünden başına gelene bakın. Biri bize merkep dediğinde bunu iltifat olarak görmek yerine şüpheye düşeriz.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Hukuk meseleleri hakkında bilgisiz bir kimsenin, bir mahkeme sahnesini kalemiyle resmetmeye çalışırken hata yapması kaçınılmazdır. Bu nedenle, kitapta yer alan hukukla ilgili bölümlerinin bir avukat tarafından sıkı ve yoğun bir kontrol ve düzeltmeden geçirilmeden basılmasını istemedim. Bu bölümler artık her ayrıntısına kadar doğrudur. Zira William Hicks’in sıkı gözetimi altında tekrar yazılmıştır. Hicks, otuz beş yıl önce Güneybatı Missouri’de hukuk okumuş ve ardından sağlığı için Floransa’ya gelmiştir. Halen egzersiz olsun diye Macaroni Vermicelli’nin at çiftliğindekilere yardımda bulunmakta ve burada kalmaktadır. Burası Piazza del Duomo çıkışındaki köşeden döndüğünüzde karşınıza çıkan sokağın hemen yukarısındadır. Hani Piazza del Duomo’nun önünde bir ev vardır. İşte oradaki taşa altı yüz yıl önce Dante otururdu. Yine böyle bir gün Giotto’nun çan kulesinin yapılmasını izliyormuş, ancak Beatrice geçtiği sırada artık seyirden yorulmuş. Beatrice, okula ulaşamadan Ghibellino İsyanı çıkması ihtimaline karşı kestaneli pasta almak üzere yola çıkmış. Hâlâ aynı yerde aynı pasta satılmaktadır ve tıpkı eskiden olduğu gibi hafif ve güzeldir ki bu bir iltifat değildir, hatta tam tersidir. Hicks’e gelince, hukuk bilgisi biraz körelmişti, ama bu kitap için bilgilerini tazeledi. Böylece kitaptaki iki ya da üç hukuk bölümü şimdi düzgün bir hale gelmiş oldu. Kendisi öyle söyledi.
Tarih, 2 Ocak 1893. Floransa’nın 5 km gerisinde Villa Viviani, Settignano köyünde bulunmaktayım. Burası dünyanın en güzel manzarasına sahip. Bunun yanı sıra, bütün gezegenler ve hatta bütün güneş sistemlerindeki en büyüleyici ve rüya gibi günbatımları burada yaşanıyor olmalı. Bulunduğum binanın bu geniş odasında Cerratani senatörleri ve diğer asilzadeler bana onaylayarak bakmaktalar, tıpkı bir zamanlar Dante’ye baktıkları gibi. Sessizce benden onları aileme almamı istiyorlar. Bunu zevkle yaparım; zira bu cübbeli ve ihtişamlı antikaların yanında en eski akrabalarım bile yumurtadan yeni çıkmış civciv gibi kalır. Üstelik bu altı yüz yıl benim için muhteşem ve tatmin edici bir yükseliş olacaktır.

    Mark Twain

“Ahmak” İsmini Alır
İster doğruyu söyle ister icat et; ama kozu gör.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Bu olayın yaşandığı yer, Mississippi’nin Missouri tarafında kalan St. Louis’in aşağısındaki Dawson’s Landing kasabasıdır ve vapurla yarım gün uzaklıktadır.
1830 senesinde burada, beyaz duvarları gül, hanımeli ve gündüzsefalarıyla örtülü bir iki katlı mütevazı evler vardı. Bu şirin evlerin her biri bahçeliydi. Bahçeler beyaz çitlerle çevriliydi ve gülhatmiler, çuha çiçekleri, kına çiçekleri, amarant çiçekleri ve başka eski moda çiçeklerle süslenmişti. Evlerin pencerelerinde ise güllerle terakota[1 - Pişmiş kil bazlı, kahverengimsi kızıl renkli, mat seramik. (e.n.)] saksıların bulunduğu ahşap kutular vardı. Saksılarda yetişen sardunyaların koyu kızıl çiçekleri, güllerle kaplı evin ön cephesine baskın olan pembe rengin içinde sanki bir alev gibi görünüyordu. Saksı ve kutuların dışındaki çıkıntıda kedi için de bir boşluk vardı. Hava güneşliydi, kedi oradaydı, iyice gerindi, uykulu ve mutluydu, tüylü karnını güneşe vermiş ve patilerinden birini burnuna götürmüştü. İşte ev o zaman tamamlandı ve içindeki huzur ve mutluluk, su götürmez bir kanıt olan bu simgeyle aşikâr hale geldi. Kedisiz bir ev -iyi beslenmiş, iyi bakılmış ve sevgi gören bir kedi- mükemmel bir yuvaya işaret edebilir belki; ama evin bu unvanı gerçekten hak ettiğini söyleyebilir miyiz?
Sokaklar boyunca her iki yanda, tuğla kaldırımların dış kenarlarında, gövdeleri ahşap kutularca korunan salkım ağaçları vardı. Bu ağaçlar yaz sıcağı için gölge sağlarken bahar aylarında tomurcuklarından tatlı kokular yayılırdı. Nehirden bir blok ötede, nehre paralel uzanan ana cadde, civarın tek işlek caddesiydi. Altı blok uzunluğundaydı. Her blokta iç içe geçmiş küçük çerçeve dükkânlarının üzerinde yükselen üç katlı ve tuğla duvarlı birkaç mağaza vardı. Rüzgârda sallanan tabelalar caddeyi boydan boya inletiyordu. Çizgili direk -ki bir zamanlar Venedik’in saraylarla çevrili kanallarında bir soyluluk göstergesiydi- Dawson’s Landing’in ana caddesindeki mütevazı berber dükkânına işaret ediyordu. Diğer bir köşede ise baştan aşağı teneke kaplar, tavalar ve bardaklarla kaplı, boyasız ve uzun bir direk duruyordu. Baş tenekeci, o köşedeki dükkânında çalışmaya devam ettiğini, her rüzgâr estiğinde tüm dünyaya gürültülü bir şekilde ilan ediyordu.
Küçük köyün ön kısmı, hafif bir eğimle geriye doğru uzanan büyük nehrin berrak sularıyla yıkanıyordu. Tepeler boyunca evler dizilmişti. Baştan aşağı ormanlarla kaplı yüksek tepeler, kasabayı yarım ay şeklinde sarıyordu. Vapurlar her saat başı gelip gidiyordu. Küçük Kahire ve Memphis hattına bağlı vapurlar orada daima dururdu; büyük Orleans gemileriyse ara sıra, mola vermek veya yolcu ve yük bırakmak için dururdu ve “transit” gemiler de böyleydi. Bu gemiler, Mississippi’de yaşayanların isteyebileceği her türlü konfor ve ihtiyaçla donatılmış bir şekilde, onlarca nehri -Illinois, Missouri, Yukarı Mississippi, Ohio, Monongahela, Tennessee, Kızıl Nehir, Beyaz Nehir vs.– ve dondurucu St. Anthony şelalelerinden dokuz iklimi geçerek yakıcı New Orleans’a kadar gelirdi. Dawson’s Landing, köle sahiplerinin yaşadığı bir kasabaydı ve kölelerin çalışarak ürettiği hububatlar ve hayvanlar sayesinde zenginleşmişti.
Kasaba uyuşuk, rahat ve halinden memnundu. Elli yıllık bir kasabaydı ve yavaşça, hatta çok yavaşça gelişiyordu; yine de büyüyordu.
Kasabanın baş sakini York Leicester Driscoll’du, kırk yaşlarındaydı ve yerel mahkemenin hâkimiydi. Virginia’nın köklü ailelerinden geldiği için çok gururluydu. Resmi ve görkemli tavırlarıyla ailesinin geleneklerini devam ettiriyordu. Kibar, adil ve cömertti. Bir beyefendi olmak, üstelik lekesiz ve şaibesiz bir beyefendi olmak onun için en kutsal amaçtı ve bu amaca daima sadıktı. Saygı ve itibar görüyor, herkes tarafından seviliyordu. Varlıklıydı ve zenginliğini giderek daha da artırıyordu. Driscoll ve karısı mutluydu; ama bir çocukları olsa daha da mutlu olabilirlerdi. Yıllar geçtikçe çocuk özlemleri daha da büyüdü; ama dilekleri bir türlü gerçekleşmedi ve gerçekleşmeyecekti.
Hâkim’in dul kız kardeşi Rachel Pratt de onlarla birlikte yaşıyordu ve onun da çocuğu yoktu. Çocuğu olmadığı için her daim kederliydi ve teselli bulamıyordu. Her iki kadın da iyiydi ve herkes gibilerdi, görevlerini yerine getiriyorlardı. Vicdanları temizdi. İnsanların takdirini kazanmışlardı. Presbiteryendiler. Hâkim, özgür düşünceli biriydi.
Bekâr ve neredeyse kırk yaşında olan Pembroke Howard avukattı ve soyunun “İlk Aileler”e[2 - First Families of Virginia: Soyları, 17. yüzyılda Virginia’ya yerleşmiş olan İngiliz koloni kurucularına dayanan varlıklı aileler. (ç.n.)] dayandığı kanıtlanmış bir başka Virginia asiliydi. Nazik, cesur ve haşmetli biriydi. Virginia prensiplerine uygun şekilde yaşayan bir beyefendiydi, dindar bir Presbiteryendi, “kanun” konusunda otoriteydi ve eğer herhangi bir fıkra veya kelime sizde şüphe uyandırıyorsa, onu size dilediğiniz şekilde açıklamak için elinden geleni yapardı. Halk arasında çok popülerdi ve Hâkim’in en sevgili dostuydu.
Sonra Albay Cecil Burleigh Essex vardı, o da Virginia’nın İlk Aileleri’nden geliyordu fakat onunla ilgilenmiyoruz.
Percy Northumberland Driscoll, Hâkim’in kardeşiydi ve ondan beş yaş küçüktü, evliydi ve dünyaya gelen tüm çocuklarını kızamık, kuşpalazı, kızıl humma gibi hastalıklar nedeniyle kaybetmişti. Bu durum doktora, Nuh Tufanı döneminden kalma etkili yöntemlerini kullanma şansı verdi, bu nedenle de beşikler boş kaldı. Varlıklı bir adamdı, vurgunculuktan anlardı ve serveti giderek büyüyordu. 1830 senesinde, 1 Şubat’ta, evinde iki tane erkek çocuğu dünyaya geldi. Biri onun oğluydu, diğeri ise köle kızlarından Roxana’nın çocuğuydu. Roxana yirmi yaşındaydı. Aynı gün ayaklanıp yeniden çalışmaya başladı, en nihayetinde her iki bebeğe de o bakacaktı.
Bayan Percy Driscoll aynı hafta içinde öldü. Roxy çocuklara bakmaya devam etti. Dilediğini yapabiliyordu, zira kısa süre sonra Bay Driscoll vurgun işleriyle uğraşmaya geri dönmüş ve Roxy’yi kendi haline bırakmıştı.
Aynı ayda Dawson’s Landing yeni bir vatandaş kazandı. Bu yeni vatandaş, anne babası İskoç olan David Wilson adlı genç adamdı. Talihini aramak için memleketi New York’tan kalkıp bu uzak bölgeye gelmişti. Yirmi beş yaşındaydı, üniversite bitirmiş ve üniversite sonrasında da doğudaki hukuk okullarından birinde öğrenim görmüştü.
Cana yakın, çilli, kumral ve genç bir çocuktu. Zeki mavi gözlerinde dürüstlük, arkadaşlık ve hoş bir gizli pırıltı vardı. Talihsiz bir söz etmiş olmasaydı, Dawson’s Landing’de başarılı bir kariyere sahip olacaktı hiç şüphesiz. Fakat köyde geçirdiği ilk gece o vahim sözü söyledi ve susturuldu. Bir grup vatandaşla henüz tanışmıştı ki görünmez bir köpek havlayıp ulumaya başladı. Durum iyice nahoş bir hal alınca genç adam, düşüncelerini sesli bir şekilde dile getirdi:
“Keşke şu köpeğin yarısı benim olsaydı.”
“Neden?” diye sordu biri.
“Çünkü kendi yarımı öldürürdüm.”
Gruptakiler merakla, hatta endişeyle Wilson’ın yüzünü inceledi ama hiçbir ışık göremediler ve okuyacakları bir ifade bulamadılar. Gizemli bir şey gibi hakkında konuşmak için ondan uzaklaşıp bir köşeye çekildiler. İçlerinden biri şöyle dedi:
“Aptal olmak ne kötü.”
“Olmak mı?” dedi bir diğeri. “Olması, diyecektin sanırım.”
“Köpeğin yarısı benim olsaydı dedi, aptal,” diye lafa girdi bir üçüncüsü. “Kendisindeki yarıyı öldürünce köpeğin diğer yarısına ne olacak sanıyor ki? Yaşar mı sanıyor sizce?”
“Öyle düşünmüş olmalı, dünyanın EN aptal insanı değilse tabii; çünkü öyle düşünmemiş olsa, köpeğin hepsini isterdi, yarısını öldürdüğünde diğer yarısının da öleceğini bilirdi ve kendisindeki yarı yerine tamamını öldürmüş gibi olurdu. Siz de böyle düşünmüyor musunuz beyler?”
“Evet, doğru. Köpeğin bir yarısı onun olsaydı böyle olurdu. Köpeğin bir ucu onda, diğer ucu bir başkasında olsa yine aynı olurdu. Bilhassa bu, ilk durum için geçerli; çünkü bir köpeğin yarısını öldürürseniz, o yarının kime ait olduğunu söyleyecek tek kişi bulamazsınız. Fakat köpeğin bir ucu onda olursa, belki kendindeki ucu öldürürse ve…”


“Hayır, öyle de yapamaz. Yapamaz ve diğer yarı ölürse sorumlu da olmaz. Bence bu adamın aklı yerinde değil.”
“Bana kalırsa, aklı yok bu adamın.”
Üç numaralı dedi ki: “Yani, salağın teki işte.”
“Aynen öyle,” dedi dördüncüsü. “Saf, salak bir eşek.”
“Evet, tam bir aptal. Ben de artırıyorum ihaleyi,” dedi beşincisi. “Dileyen farklı düşünebilir, ama ben böyle düşünüyorum.”
“Size katılıyorum, beyler,” dedi altıncısı. “Tam bir budala, evet ve ileri gitmiş sayılmazsam eğer, ahmak bence. Bu adam ahmak değilse ben de hâkim değilim, başka da bir şey söylemeyeceğim.”
Bay Wilson, herkesin aklında böyle kaldı. Bu olay bütün kasabada anlatıldı ve herkes tarafından ciddi şekilde tartışıldı. Bir hafta içinde ilk adını kaybetti; bunun yerine “ahmak” anlamındaki “Pudd’nhead” geçti. Zamanla sevildi, hem de çok sevildi ama bu takma ad üzerine çoktan yapışmıştı ve öyle de kaldı. O ilk gün hakkında verilen hüküm onu ahmak yaptı ve artık bunlar hiç yaşanmamış gibi davranmak ve bu adı değiştirmek mümkün değildi. Bu ad, zaman geçtikçe sert veya kötü bir his ifade etmemeye başladı ancak yine de olduğu gibi kalacak ve neredeyse yirmi yıl daha bir yere gitmeyecekti.

Driscoll, Kölelerinin Canını Bağışlar
Âdem, yalnızca bir insandı. Bu her şeyi açıklıyor. Elmayı, yemek için değil, yasak olduğu için istemişti. Asıl hata, yılanı yasaklamamış olmaktı. Çünkü o zaman onu yemek isteyecekti.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Ahmak Wilson buraya geldiğinde bir miktar parası vardı ve şehrin en batı ucunda küçük bir ev satın aldı. Wilson’ın eviyle Hâkim Driscoll’un evi arasında çitlerle çevrili çimenlikli bir avlu vardı. Şehir merkezinde küçük bir ofis kiraladı ve üzerinde şu sözlerin yazılı olduğu bir tabela astı:
DAVID WILSON
AVUKAT VE HUKUK DANIŞMANI
İNCELEME, FERAGATNAME VS
Ancak o amansız görüşleri şansını yok etmişti, en azından hukuktaki şansını. Hiç müşteri gelmiyordu. Bir süre sonra tabelasını indirdi ve hukukla alakalı sözcükleri çıkarıp kendi evine astı. Sunduğu hizmetler, kadastro ve muhasebe uzmanlığı gibi mütevazı becerilerdi. Ara sıra kadastro işi alır, bazen de bir tüccarın hesaplarını düzenlerdi. İskoç sabrı ve sebatla, itibarını geri kazanıp hukuk alanında çalışmaya devam etmeye karar verdi. Zavallı adam, bunu başarmanın oldukça uzun zaman alacağını öngörmüştü.
Boş zamanı boldu; fakat canı hiç sıkılmazdı. Zira fikir evrenine giren her yeni şeyle ilgilenir, bu yenilikleri öğrenir ve evinde denerdi. O dönemki heveslerinden biri el falıydı. Diğer hevesineyse ne bir ad vermiş, ne de ne işe yaradığını izah etmişti, sadece eğlence deyip geçmişti. Aslında bu heveslerin ahmak unvanına katkıda bulunduğunun farkındaydı ve bunlardan söz ederken daha ihtiyatlı davranmaya başlamıştı. Adlandırmadığı bir diğer hevesi, insanların parmak izleriyle ilgiliydi. Paltosunun cebinde oluklarla dolu küçük bir kutu taşıyordu. Olukların içinde ise on üç santimetre uzunluğunda ve sekiz santimetre genişliğinde cam şeritler vardı. Her şeridin alt ucuna bir parça beyaz kâğıt yapıştırılmıştı. İnsanların ellerini saçlarından geçirmelerini (böylece saçlarındaki doğal yağ parmak uçlarında birikecekti) ve ardından cam şeride sırayla bütün parmaklarını bastırmalarını istiyordu. Bu belirsiz yağ izlerinin altına, beyaz kâğıt parçasına şöyle bir not düşüyordu:
JOHN SMITH, sağ el
Sonra, günün tarihini yazıp Smith’in sol eli için bir başka cam şerit kullanır, bu şeride de ad ve tarih ekleyip “sol el” notuyla kaydederdi. Bu şeritler, oluklu kutuya konur ve Wilson’ın kayıtları arasındaki yerini alırdı.
Sık sık bu kayıtlar üzerinde çalışır, gece yarısına kadar bunları inceler ve üzerine düşünür; bulduklarını -eğer bir şey bulduysa- hiç kimseyle paylaşmazdı. Bazen parmak ucunda kalan yoğun ve ince şekli kâğıda kopyalayıp eğri çizgiler ağını kolayca inceleyebilmek için pantografla büyütürdü.
1830 yılı Temmuz ayının ilk günü, bunaltıcı bir öğle sonrası, boş arazilere bakan çalışma odasında birbirine girmiş muhasebe defterleriyle uğraşıyordu. Dışarıdan gelen bir konuşma sesiyle dikkati dağıldı. Bağrışmalar duyuluyordu. Belli ki konuşmayı sürdürenler birbirine yakın değildi.
“Heyyyy, Roxy, bebeğin naaapıyo?” diye sordu uzaktan gelen ses.
“İyi. Sen naaapıyon, Jasper?” Bu ses yakından gelmişti.
“Fena değil. Yuvarlanıp gidiyoz işte. Sana kur yapmaya geldim Roxy.”
“Seni gidi siyah çamur kedisi! Tabii ya! Senin kadar kara zencilerle konuşcam mı sanıyon? İşim var benim, hadi! Bizim Bayan Cooper’ın kölesi Nancy istemedi seni, di mi?” dedi Roxy, umursamaz bir başka kahkahayla.


“Sen beni kıskanıyon Roxy, kesin öyle. Tabii ya! Hemen anladım bak, görüyon mu?”
“He yaa. Yakaladın. Kibirden ölcen Jasper. Kölem olsan seni satıverirdim; çünkü haddini bilmiyon. Sahibini görünce anlatcam ona da.”
Bu boş ve amaçsız konuşma böylece sürüp gitti. İki taraf da bu dostane düellodan keyif alıyor ve nüktedanlıklarından memnuniyet duyuyordu; onlar bunu gerçekten nüktedanlık olarak görüyordu.
Wilson, birbirine sataşan bu tipleri görmek için pencereye gitti. Gevezelikleri sürerken çalışması mümkün değildi. Boş arazide genç, kömür karası ve muhteşem yapılı Jasper’ı gördü. Yakıcı güneşin altında el arabasına oturmuş, başlamadan önce bir saat dinlenerek çalışmaya hazırlanıyordu. Wilson’ın verandasının önündeyse Roxy duruyordu. El yapımı bebek arabasında bakmakla yükümlü olduğu iki çocuk, yüzleri birbirlerine dönük halde oturuyorlardı. Roxy’nin konuşma şeklini duyan bir yabancı, onu siyah sanırdı. Ama siyah değildi. Sadece on altıda bir oranında siyahtı ve bu on altıda birlik kısım belli bile olmuyordu. Harika bir vücudu ve endamı vardı; tavırları gösterişliydi, adeta bir heykel gibiydi. Mimik ve hareketleri de bir asalet taşıyordu. Çok açık tenliydi. Kırmızı yanakları sağlıklı olduğunu gösteriyordu. Karakteristik bir yüzü vardı. Gözleri kahverengi ve berraktı. Yine kahverengi, ince ve yumuşak saçları vardı; fakat başı ekose bir mendille bağlı olduğu için saçları gözükmüyordu. Yüzü şekilli, zeki ve alımlı, hatta güzeldi. Kendi sınıfından insanlar arasındayken bağımsız bir duruşu ve “küstah” bir tavrı vardı ama beyazların yanında uysal ve mütevazıydı.
Aslında Roxy, herkes kadar beyazdı; ancak on altıda birlik kısmı, diğer on beşlik kısmına baskın gelerek ona bir zencinin yaşamını uygun görmüştü. Bir köleydi ve satılabilirdi. Çocuğu otuzda bir oranında siyahtı. O da köleydi, kanunların gözünde ve geleneğe göre bir zenciydi. Yanındaki beyaz arkadaşı gibi mavi gözleri ve sarı bukleleri vardı ama beyaz çocuğun babası bile, onlarla çok az ilgilenmesine rağmen, çocukları giysilerinden ayırt edebiliyordu. Çünkü beyaz bebek, kabarık Amerikan bezinden yapılmış giysiler giymişti ve boynunda mercan bir kolye vardı. Diğer bebeğe ise kaba kumaştan ve dizlerini açıkta bırakan bir gömlek giydirilmişti. Kolyesi de yoktu.
Beyaz çocuğun adı Thomas à Becket Driscoll, diğerininki ise Valet de Chambre[3 - Valet de chambre (fr.): Uşak, oda hizmetçisi. (e.n.)] idi. Soyadı yoktu, çünkü köleler bu ayrıcalığa sahip değildi. Roxana, bu tabiri bir yerlerde duymuştu ve ad olduğunu zannedip bebeğini böyle çağırmaya başlamıştı. Tabii ki bu ad, çok geçmeden “Chambers” olarak kısaltılacaktı.
Wilson, Roxy’yi sima olarak tanıyordu. Nüktedanlık düellosu başlayınca, biraz dinlemek için dışarı çıktı. Jasper, dinlenmek için ayırdığı süre içinde izlendiğini hissedince hızlıca işine döndü. Wilson, çocukları inceleyip sordu:
“Kaç yaşındalar Roxy?”
“İkisi aynı, efendim. Beş aylık. Şubat ayının ilk gününde doğdular.”
“Pek yakışıklı yumurcaklar. Biri, öteki kadar yakışıklı üstelik.”
Tatlı bir gülümsemeyle kızın beyaz dişleri göründü ve şöyle dedi:
“Sağ olasınız, Bay Wilson. Hah, ne güzel dediniz! Bir tanesi sadece zenci değil, ‘kaliteli küçük bir zenci.’ Hep böyle diyom, çünkü benim evladım.”
“Üstlerinde giysi yokken ikisini nasıl ayırt ediyorsun, Roxy?”
Roxy, cüssesine uygun bir kahkaha attı ve şöyle dedi:
“Ben ayırıyom da Bay Wilson, her iddiasına varım Sahip Percy ayıramaz bu bebeleri.”
Wilson, bir süre sohbet etti ve koleksiyonu için cam şeritler vasıtasıyla Roxy’nin parmak izlerini, -hem sağ hem de sol elinin parmak izlerini- aldı. Bunları etiketleyip tarihi de not etti. Sonra iki çocuğun da kayıtlarını alarak bunlara da aynı işlemi uyguladı.
İki ay sonra, Eylül ayının üçünde bu parmak izlerini tekrar eline aldı. Çocukluk dönemi süresince çeşitli aralıklarla bir “dizi”, iki veya üç “alım” gerçekleştirmek istiyordu. Birkaç senede bir bu işlem tekrarlanacaktı.
Ertesi gün, yani Eylül ayının dördünde, Roxana’yı derinden etkileyen bir şey oldu. Bay Driscoll yine küçük bir miktar para kaybetmişti, yani bu olay yeni bir şey değildi, daha önce de olmuştu. Esasen, öncesinde üç kez daha yaşanmıştı. Driscoll’un sabrı tükenmişti. Köleler ve diğer hayvanlarla kendi ırkının hatalarına karşı son derece insanca yaklaşan bir adamdı. Ancak hırsızlığa katlanamazdı ve belli ki evinde bir hırsız vardı. Muhakkak zencilerden biriydi bu hırsız. Sıkı önlemler alınmalıydı. Hizmetçilerini çağırdı. Roxy dışında üç hizmetçisi daha vardı: Bir adam, bir kadın ve on iki yaşında bir oğlan çocuğu. Akraba değillerdi. Bay Driscoll şöyle dedi:
“Hepiniz uyarılmıştınız. Ama uyarılar hiçbir işe yaramadı. Bu sefer size dersinizi vereceğim. Hırsızı satacağım. Bunu kim yaptı?”
Bu tehdit karşısında hepsi tir tir titredi, çünkü iyi bir evleri vardı ve yeni evlerinin daha kötü olması muhtemeldi. Hepsi suçu inkâr etti. Kimse bir şey, en azından para çalmamıştı. Biraz şeker, kek, bal ya da “Sahip Percy’nin önemsemeyeceği” bir şey belki, ama kimse tek bir kuruş para çalmamıştı. İtirazlarını etkili bir şekilde dile getiriyorlardı ancak Driscoll inanmıyordu. Hepsine müsamahasız bir tavırla “Hırsızın adını söyleyin!” diye karşılık veriyordu.
Aslında Roxana dışında herkes suçluydu. Kız, diğerlerinin suçlu olduğundan şüpheleniyordu; ancak emin olamıyordu. Kendisinin de suçlu olmaya ne kadar yakın olduğunu düşününce dehşete kapılmış, bundan tam da zamanında, siyahilerin Metodist kilisesinde, iki hafta önce “dinle tanıştığı gün” yaşadığı uyanış sayesinde kurtulmuştu. O güzel tecrübenin ertesi günü, tarzındaki değişim henüz yeniyken ve arınmış durumundan ötürü biraz da kibirliyken, sahibi masasının üzerinde birkaç dolar bırakmıştı. Roxy, toz alırken parayı gördü ve içinden şeytana uymak geçti. Artan bir kızgınlıkla paraya baktı ve birden bağırdı:
“Tanrı cezasını versin böyle uyanışın be! Yarına kadar beklese ölür müydü?”
Ardından, bir kitapla onu baştan çıkarmaya çalışan paranın üstünü kapadı ve parayı mutfak çalışanlarından bir başkası aldı. Bu fedakârlığı dini nedenlerle yapmıştı. Sadece şu an böyle davranması gerektiğini düşünüyordu, ama ilerde bu şekilde davranmayacaktı. Hayır, dindarlığı bir iki hafta sonra geçecek ve yine akılcı davranacaktı. Bir dahaki sefere açıkta bırakılmış iki dolarla teselli bulacaktı ve bu teselliyi kimin sağlayacağını biliyordu.
Kötü biri miydi? Kendi ırkından olanlara göre daha mı kötüydü? Hayır. Hayat muharebesinde adaletsiz bir muamele görüyorlardı ve düşmandan faydalanmayı günah saymıyorlardı. Bu, yalnızca küçük ölçekte bir faydalanmaydı. İmkân bulduklarında kilerden yiyecek, yüksük, biraz balmumu, zımpara, iğne, gümüş kaşık, bir dolar, küçük giysiler ya da çok değerli olmayan herhangi bir şey aşırırlardı. Bu tür misillemeleri günah saymaktan o kadar uzaklardı ki ceplerine doldurdukları ganimetlerle kiliseye gidip en yüksek ses ve en büyük samimiyetle dua ederlerdi. Bir çiftlikte etlerin fümelendiği yerin sımsıkı kilitlenmesi gerekirdi; yoksa siyahi diyakozun[4 - Diyakoz Katolik, Anglikan ve Ortodoks kiliselerindeki 3 yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesini haiz kişidir. Diğer 2 rütbe ise sırasıyla papazlık ve piskoposluktur. (e.n.)] kendisi bile Yaratıcı’nın lütfuyla orada tek başına asılı duran ve kendisini sevecek birini arayan pastırmaya dayanamazdı. Fakat gözü önünde yüzlercesi asılı dururken diyakoz iki tanesini almazdı, yani aynı gecede almazdı. Kırağılı soğuk gecelerde sinsice dolaşan merhametli zenci, tahtanın bir ucunu ısıtıp ağaca tünemiş tavukların ayaklarının altına koyardı. Uykulu bir tavuk, rahat tahtaya basar, minnettarlığını hafif bir gıdaklamayla belirtirdi. Zenciyse tavuğu torbasına tıkar, sonra da midesine indirirdi. Bunu yaparken, her gün kendisinden paha biçilmez bir hazineyi -özgürlüğünü- çalmakta olan adamdan böyle önemsiz bir şeyi alarak mahşer gününde Tanrı’nın hatırlatacağı bir günah işlemediğinden tamamen emin olurdu.
“Hırsızın adını söyleyin!”
Bay Driscoll, aynı sert tonla dördüncü defa söyledi bunu. Peşinden de şu korkunç sözleri ekledi:
“Size bir dakika veriyorum,” diyerek saatini çıkardı. “Eğer bu süre sonunda itiraf etmezseniz, dördünüzü de satmakla kalmayacağım, SİZİ NEHRİN AŞAĞISINA göndereceğim!”
Onları cehenneme mahkûm etmekle eşdeğerdi bu! Hiçbir Missouri zencisinin bundan şüphesi yoktu. Roxy’nin başı dönmeye başladı, yüzü de bembeyaz kesildi. Diğerleri vurulmuş gibi diz çökmüştü. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, yalvaran ellerini yukarı kaldırmışlardı ve üç cevap aynı anda geldi.
“Ben yaptım!”
“Ben yaptım!”
“Ben yaptım! Merhamet edin sahip, biz zavallı zencilere merhamet edin!”
“Çok güzel,” dedi sahipleri, saatini yerine koyarak, “Sizi burada satacağım, gerçi hak etmiyorsunuz ya, neyse. Aslında nehrin aşağısında satılmanız lazım.”
Suçlular, minnettarlığın coşkusuyla yere kapanıp Driscoll’un ayaklarını öptüler. Bu iyiliğini hiç unutmayacaklarını ve yaşadıkları müddetçe ona duacı olacaklarını söylediler. Samimiydiler, sonuç olarak kudretli elini bir tanrı gibi uzatıp cehennem kapılarını kapatmıştı onlara. Asil ve güzel bir şey yaptığını kendisi de biliyordu ve gösterdiği yüce gönüllülük nedeniyle memnundu. O gece bu olayı günlüğüne geçirdi ki yıllar sonra oğlu okuyabilsin, böylelikle de babasının nezaket ve insanlık eylemlerinden etkilensin.

Roxy, Kurnazca Bir Oyun Oynar
Hayatı öğrenecek kadar uzun yaşayan kimse, insan neslinin ilk büyük hayırseveri olan Âdem’e ne büyük bir teşekkür borcumuz olduğunu bilir. Dünyaya ölümü o getirmiştir.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Percy Driscoll, evindeki köleleri nehrin aşağısına gitmekten kurtardığı gece rahat uyudu; ancak Roxy gözünü bile kırpmadı. Derin bir korku kaplamıştı her yerini. Çocuğu büyüdüğünde nehrin aşağısında satılabilirdi. Bu düşünce onu korkudan çılgına çevirdi. Biraz dalıp kendinden geçse, hemen ayağa kalkıp bebeğinin beşiğine bakardı orada mı diye. Sonra yavrusunu kalbine götürerek sarıp sarmalardı. Durmadan bebeğini öpüp ağlayarak sevgisini gösterir ve “Yapamazlar, yok yok, hayır! Anacığın öldürür seni ama onlara vermez!” derdi.
Bir defasında, bebeğini beşiğine geri koyarken mışıl mışıl uyuyan diğer çocuk dikkatini çekti. Gidip uzun süre bebeğe baktı ve kendi kendine şöyle dedi:
“Benim zavallı yavrum naaptı da senin gibi talihli olamadı, ha? Hiçbir şey yapmadı. Tanrı sana torpil yaptı. Ona neden yapmadı? Seni nehri aşağısında satamazlar. Nefret ediyom babandan! Vicdansız herif, hele de zencilere karşı. Ondan nefret ediyom. Yapabilsem öldürürüm onu!” Biraz durup düşündü, sonra yine hıçkırıklara boğuldu. Yüzünü çevirip “Ah, çocuğumu öldürcem, yapcak başka bi şey yok. Çocuğum ölürse, nehrin aşağısına gitmekten kurtulur. Ah, mecburum, zavallı annen kurtulman için seni öldürmek zorunda çocuğum.” Bebeğini göğsüne aldı ve sımsıkı sarıp okşamaya başladı. “Anacığın seni öldürmeye mecbur. Nassı yapcam? Yoook yok, annen seni bırakır mı be?O da seninle gitcek, kendini de öldürcek. Gel canım, haydi benimle gel. Nehre atlayalım da kurtulalım bu kahrolasıca dünyanın derdinden. Öteki taraftaki nehirde zencileri satmazlar ya.”
Kapıya baktı uzun uzun. Bebeğini bir ninniyle susturmaya çalışırken birden durdu. Pazar ayini için aldığı uzun elbiseye gözü takıldı. Patiskadan ucuz bir şeydi. Cırtlak renkli ve aşırı süslüydü. Efkâr ve arzu dolu gözlerle inceledi elbiseyi.
“Daha hiç giymedim,” dedi, “baksana, ne güzel.” Sonra aklına hoş bir şey geldi, başını salladı ve ekledi: “Hayır, üstümde bu eski püskü şeyle olmaz. Orda herkes bana bakcak.”
Çocuğu yerine koyup üstünü değiştirdi. Aynaya baktığında güzelliği karşısında şaşkına döndü. Ölüm elbisesini mükemmel bir hale getirmeye karar verdi. Başındaki mendili çıkardı ve parlak gür saçlarını “beyaz insanlar” gibi yaptı. Birkaç parlak kurdele taktı. Biraz da o berbat yapma çiçeklerden iliştirdi. Son olarak o zamanlar “bulut” denen kabarık bir şeyi sardı omuzlarına, onunki kırmızı renkliydi. İşte şimdi mezara girmek için hazırdı.
Bebeğini yeniden kucağına aldı ama bu sefer de gözleri, çocuğun o sefil haldeki kısa ve gri renkli keten gömleğine takıldı. Yavrusunun yoksul pejmürdeliğiyle kendisindeki cehennemlik görkemin adeta volkan gibi patlayışı arasındaki karşıtlığı fark etti. Anne yüreğine dokundu bu, utanç duydu.
“Hayır evladım. Anacın sana böyle yapmaz. Annen sana hayran, melekler de hayran olcak. Hatta böööyle tutulup kalcaklar, elleriyle gözlerini kapatıp Davut ve Golyat’a ve öbür peygamberlere diycekler ki ‘Şu çocuk buraya hiç uygun giyinmemiş.’ “
Çocuğun gömleğini çıkarmıştı. Bu küçük çıplak yumurcağa, Thomas à Becket’ın bembeyaz, uzun bebek tulumlarından birini giydirdi. Üzerinde açık mavi fiyonklar ve fırfırlı süsler vardı.
“İşte, şimdi oldu.” Çocuğu bir sandalyeye oturttu ve incelemeye koyuldu. Gözleri şaşkınlık ve hayranlıkla açıldı. Ellerini çırpıp bağırdı: “Hepsinden güzel benim oğlum! Ben bile çocuğumun bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. Sahip Tommy senden sevimli diil, hem de hiç diil.”
Gidip diğer bebeğe baktı. Sonra kendisininkine bir bakış attı. Ardından yine evin varisine bir baktı. Gözlerinde tuhaf bir ışık belirdi ve bir an için kendi düşüncelerinde kayboldu. Adeta kendinden geçmişti. Kendine gelince mırıldandı: “Dün küvette onları yıkarken, kendi babası bile ‘Hangisi benimki?’diye sordu.”
Sanki rüyadaymış gibi dolanmaya başladı. Thomas à Becket’ın üstündeki her şeyi çıkardı. Mercan kolyesini kendi çocuğunun boynuna taktı. Sonra çocukları yan yana koyup ciddi bir incelemenin ardından kendi kendine alçak sesle:
“Sırf üstünüzü değiştirmekle böyle olacağı kimin aklına gelirdi, ha? Bırak babasını, ben bile ayırt ediyorsam kör olayım,” dedi.


Yavrusunu Tommy’nin zarif beşiğine koyup şöyle dedi:
“Sen Sahip Tom’sun artık. Sık sık tekrarlayıp yeni adını aklıma sokmam lazım çocuğum. Yoksa hata yaparım ve işleri tamamen batırırım. İşte, uslu uslu dur ve artık üzülme, Sahip Tom. Ah, şükürler olsun Tanrım! Kurtuldun, kurtuldun! Artık anacığının bi taneciğini kimse nehrin aşağısında satamaz!”
Evin varisini kendi bebeğinin boyasız beşiğine koydu ve uyuyan çocuğa bakarak:
“Üzgünüm, canım. Tanrı şahidim olsun ki çok üzüldüm ama başka naapıcaktım ki? Baban, onu nehrin aşağısında satcaktı. Buna nası dayanırım, ha, nası?”
Yatağına atlayıp düşüncelere daldı. Birden doğruldu, rahatlatıcı bir düşünce geçmişti kaygılı aklından.
“Günah değil ki bu. Beyazların işi! Günah falan değil, Tanrı’ya şükür günah falan değil! Onlar yaptılar. Evet, hem onlar da en kalitelisindendi, kraldılar!”
Düşünmeye başladı; bir zamanlar dinlediği bir hikâyeden aklında kalanları hatırlamaya çalışıyordu.
Sonunda dedi ki:
“Buldum işte, şimdi hatırladım. Illinois’den gelip zenci kilisesinde vaaz veren o yaşlı zenci vaiz anlatmıştı. Hiç kimse kendini kurtaramaz, demişti. İnanarak, çalışarak kimse bunu yapamaz. Hiç yolu yok. Lütuf bunun tek yoludur ve lütuf sadece Tanrı’dan gelir. Tanrı, dilediğine verir lütfunu, ister günahkâr ister aziz olun, fark etmez. Çünkü O yaratıcıdır. Ona uygun herhangi birini seçer, yerine bir diğerini koyar ve birincisini sonsuza dek mutlu kılar, diğerini ise şeytanla yakar. Bir zamanlar İngiltere’de yaptıkları gibi, demişti. Kraliçe bir gün bebeğini ortada bırakıp dışarı çıkmış. Çoğunlukla beyazların olduğu bu yerdeki zencilerden biri ortalıkta yatan bebeği görmüş, kendi bebeğinin giysilerini kraliçenin bebeğine giydirip sarıp sarmalamış. Sonra kendi çocuğunu orada bırakıp kraliçenin çocuğunu zenci semtindeki evine götürmüş ve hiç kimse farkı anlamamış. Zaman içinde kendi çocuğu kral olmuş ve mal varlığını düzenlemesi gerekince kraliçenin çocuğunu satmışlar. İşte, vaiz kendi söyledi. Beyazlar yapınca günah değil. ONLAR yaptı, evet, ONLAR yaptı. Hem sadece sıradan beyazlar da değil, yüksek tabakalardakiler de böyle! Ah, çok mutluyum bunu hatırladığım için!”
İçi rahatladı ve sevindi. Beşiklere gidip gecenin kalanını “pratik” yaparak geçirdi. Kendi çocuğunu hafifçe okşayıp tevazuyla, “Uslu durun, Sahip Tom,” diye seslenecekti. Sonra gerçek Tom’u okşayıp sert bir şekilde “Uslu dur bakayım, Chambers! Gene ne istiyon?” diyecekti.
Pratik yapmaya devam ederken genç efendisine karşı saygılı sözler söyleyip mütevazı bir tavırla yaklaşmasını sağlayan hürmeti, sahibinin oğlunun yerine geçirdiği kendi oğluna nasıl kolay aktardığını görünce çok şaşırdı. Aynı şekilde, anneliğe özgü sert konuşması ve buyurgan tavrını da kadim Driscoll hanesinin bahtsız varisine aktarması çok kolay olmuştu.
Pratik yapmaya ara verip şansını hesaplamaya koyuldu.
“Bugün bu zencileri para çaldılar diye satçaklar, sonra yeni birkaç köle alcaklar. Şimdi bunlar çocuk, o yüzden sorun yok. Biraz hava almak için bu çocukları dışarı çıkardığımda köşeyi döner dönmez ağızlarına reçel sürcem ki değiştiklerini kimse anlayamasın. Evet, bir yıl bile sürse her şey güvenli olana kadar hep böyle yapcam.”
“Korktuğum tek bir adam var, o da şu Ahmak Wilson. Ona ahmak diyorlar, aptal diyorlar. Yok, o adam benden bile akıllıdır! Bu şehirdeki en akıllı adam. Hâkim Driscoll ya da Pem Howard’dan da akıllı. Kahrolası adam! Hele o adi gözlükleri falan var ya. Bence cadı o adam. Aman neyse, bir daha onu gördüğümde yine çocukların parmak izini ister kesin. Eğer o da değiştiklerini fark etmezse, hiç kimse fark edemez ve işte o zaman güvende olurum. Ama cadı işinden korunmak için iyisi mi yanıma bir nal alayım.”
Yeni zenciler Roxy’ye sorun çıkarmadı, tabii ki. Sahibi de öyle. Nitekim yapacağı vurgunlardan biri tehlikedeydi ve zihni öyle meşguldü ki çocukları görmedi bile. Roxy’nin tek yapması gereken, Driscoll geldiğinde çocukları güldürmekti. O zaman suratları, dişetlerinden ibaret hale geliyordu ve bu heyecan nöbeti geçip de çocuklar tekrar insan görüntüsüne kavuşana kadar Driscoll gitmiş oluyordu.
Birkaç gün içinde yapacağı vurgunun kaderi öylesine belirsiz bir hal aldı ki; Bay Percy, ağabeyi yani Hâkim ile beraber neler yapılabileceğini görmek için gitti. Her zamanki gibi arsa vurgunu söz konusuydu ve işler, bir davayla birlikte karmaşık hale gelmişti. Adamlar yedi haftadır ortada yoktu. Onlar geri dönmeden önce Roxy, Wilson’ı ziyaret etmişti ve sonuçtan memnundu. Wilson, parmak izlerini aldı. Adları ve tarihi kaydetti, Ekim’in biriydi ve izleri dikkatle yerine koyup Roxy’yle sohbete devam etti. Roxy, çok endişeli görünüyordu. Nitekim bir ay önce parmak izleri alındığından beri bebeklerin sağlıkta ve güzellikte katettiği büyük ilerlemenin Wilson tarafından hayranlıkla takdir edilmesini bekliyor olmalıydı. Wilson, Roxy’yi memnun edecek şekilde çocukların gelişimini övdü. Çocuklarda reçel ya da başka bir leke gibi herhangi bir maske olmadığı için Roxy titriyordu ve her an anlayacak diye ödü kopuyordu.
Ama anlamadı. Hiçbir şeyi fark etmedi. Roxy, sevinç içinde eve gitti ve bu mesele konusundaki bütün kaygılarından tamamen kurtuldu.

Değiştirilmiş Bebeklerin Halleri
Adem ve Havva’nın birçok üstünlüğü vardı ama en önemlisi, diş çıkarmaktan kurtulmuş olmalarıydı.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Böyle özel takdiri ilahilerde bir sorun vardır. Hangi tarafın bu takdirden yararlanan olduğu şüphelidir. Elyesa Peygamberle çocuklar ve ayıların hikâyesinin sonunda gerçekten memnun kalan peygamber değil ayılardır, çünkü çocukları yemişlerdir.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Bu hikâye, Roxana’nın gerçekleştirdiği değişikliğe uyum sağlamalıdır. Yani evin gerçek varisinin adı artık “Chambers”, onun yerini gasp eden küçük köleninkiyse daha sonraları günlük dilde “Tom” olarak kısaltılacak olan “Thomas à Becket”tır.
“Tom” değişikliğin başından beri kötü bir bebek oldu. Durduk yere ağlıyordu. Durduk yere asabiyet nöbetlerine tutuluyor, durmadan çığlık atıyor, feryat figan bağırıyor ve nefesini tutarak yaramazlığın zirvesine ulaşıyordu. Nefes tutma, diş çıkaran bebeklerin korkutucu bir özelliğidir. Bebek, sancı içinde akciğerlerini tüketir. Sonra sessizce kıvranıp döner ve nefes almak için tekme atar. Bu sırada dudakları morarmıştır, ağzı açık ve hareketsizdir. Kırmızı diş etlerinin altında minicik dişleri gözükür. Çocuğun hareketsizliği öyle uzun sürer ki bir daha nefes alamayacak diye düşünür insan. İşte tam o esnada bir hemşire imdadına yetişir, çocuğun suratına su çarpar. Peşi sıra çocuğun akciğerleri havayla dolar. O an kulakları patlatacak şekilde bağırmaya, çığlık atmaya ya da inlemeye başlar ve sahibine öyle sözler söyletir ki tahammül sınırının aşıldığını anlarsınız. Tom bebek, tırnaklarının yakınında olan herkesi tırmalar ve çıngırağına yaklaşanı ezerdi. Su ister ve suyu getirilene kadar da çığlık atmayı bırakmazdı. Sonra bardağı yere atıp yine çığlığı basardı. Her ne kadar zahmetli ve insanı çileden çıkaran istekleri olsa da hepsi yerine getiriliyordu. İstediği her şeyi, bilhassa da karnını ağrıtacak şeyleri yemesine izin verilmişti.
Emekleme çağına gelip biraz konuşmaya ve ellerinin ne işe yaradığını anlamaya başladığında eskisinden de beter bir musibet haline geldi. O uyanıkken Roxy’ye dinlenmek haramdı. Ne görse “İstiyorum,” derdi ve bu bir emirdi. İstediği şey getirildiğinde ise çıldırmış gibi “İstemiyorum! İstemiyorum!” diyerek eliyle iterdi. Sonra hemen yine “İstiyorum! İstiyorum!” diye bağırmaya başlardı. Bir kez daha fikrini değiştirmeden istediği şeyi geri getirmek için Roxy’nin kanatlanıp uçması gerekirdi.
En çok tercih ettiği şey maşalardı. Çünkü pencere ve mobilyaları kırmasın diye “babası” onları yasaklamıştı. Roxy arkasını döndüğü an Tom maşalara doğru emekler, “Sevdim bunu!” der ve Roxy görüyor mu diye gözünün ucuyla bakardı. Sonra “İstiyorum!” deyip yine göz ucuyla bakardı. Sinsi bir bakışla “İşte!” der ve nihayet “Aldım!” diye sevinirdi. Ödül artık onundu. Hemen ardından, ağır alet yukarı kalkar ve bunu büyük bir gürültüyle bağrışma izlerdi. Kedi, bir işe yetişmek ister gibi üç ayağı üzerinde kaçardı. Roxy vardığındaysa lamba ya da pencere parçalanmış olurdu.
Tom, herkes tarafından sevilip okşanıyorken Chambers’la kimse ilgilenmiyordu. Tom bütün leziz yiyecekleri yerken, Chambers’ın nasibine lapa ve sütle şekersiz katık düşüyordu. Sonuç olarak Tom, zayıf bir çocuktu ama Chambers güçlüydü. Tom, “huysuz”du Roxy’nin dediği gibi ve buyurgandı. Chambers ise uysal ve yumuşak başlıydı.
Muhteşem sağduyusu ve becerisiyle Roxy, çocuğunun üzerine titreyen bir anneydi. Çocuğuna karşı böyleydi, hatta daha da fazlasıydı: Kendi yarattığı kurgu sonucunda çocuğu, efendisi olmuştu. Bu ilişkiyi görünürde bilmesi ve ifade etmesi için lazım gelen biçimde davranma gerekliliği, Roxy’yi öyle sıkı ve düzgün şekilde pratik yapmaya itti ki bu egzersiz kısa sürede alışkanlığa dönüştü. Otomatik olarak kendiliğinden gerçekleşir hale geldi. Doğal olarak bunların sonucunda, sadece başkaları için planlanmış olan aldatmacalar, yavaş yavaş kendisi için de aldatmaca oldu. Alaycı saygı, gerçek saygıya ve alaycı hürmet gerçek hürmete dönüştü. Taklit köle ve taklit efendi arasındaki sahte ayrım giderek büyüdü ve sonunda bir uçurum halini aldı. Hem de çok gerçek bir uçurum. Bir tarafta kendi aldatmacalarının kuklası olan Roxy, diğer taraftaysa artık bir gaspçı değil, kabullenip efendisi saydığı çocuğu duruyordu. Bu çocuk onun canı, efendisi ve ilahıydı. Roxy ona tapınırken kendisinin ve çocuğun bir zamanlar kim olduğunu unutuyordu.
Bebekliği boyunca Tom, Chambers’ı tokatladı, çimdikledi, tırmaladı ve bu yüzden hiç azar işitmedi. Chambers, bunlara uysallıkla dayanmakla içerlemek arasında bir karar vermesi gerektiğinde ilk düşündüğünün yararına olduğunu erkenden anladı. Yaşadığı eziyetler onu birkaç kez kontrolden çıkarıp karşı koymaya itince, ana karargâhta ödediği bedel çok ağır olmuştu. Cezasını Roxy’nin elinden çekmedi. Nitekim Roxy, “efendisinin kim olduğunu unuttuğu” için onu azarlayacak olsa, verdiği ceza kulağına bir şamar atmaktan öteye geçmezdi. Hayır, cezayı veren Percy Driscoll’du. Her ne şekilde tahrik edilirse edilsin, küçük efendisine el kaldırma imtiyazına sahip olmadığını söyledi. Chambers çizgiyi üç kez aştı ve babası olan ancak bunu bilmeyen adamdan üç kez daha öylesine ikna edici şekilde dayak yedi ki Tom’un zulümlerini artık uysallıkla karşıladı ve başka denemede bulunmadı.
Çocuklukları boyunca bu iki oğlan dışarıda hep birlikteydi. Chambers yaşıtlarına göre daha güçlüydü ve iyi bir dövüşçüydü. Güçlüydü, çünkü sade bir şekilde beslenmişti; iyi dövüşüyordu, çünkü Tom sayesinde -yani Tom’un nefret ettiği ve korktuğu beyaz çocuklar üzerinde- epey pratik yapmıştı. Chambers, okul yolunda Tom’un daimi korumasıydı. Teneffüslerde onu korumak için hazır bulunurdu. Öylesine hayranlık uyandırıcı bir şöhret edinmişti ki zamanla Tom’un giysilerini giymeye başladı ve Sir Kay, Lancelot’un zırhını giydiğinde olduğu gibi “huzur içinde yol aldılar.”
Chambers yetenek oyunlarında da iyiydi. Tom meşe oyununda onu ortaya sürer, sonra kazandıklarının hepsini elinden alırdı. Kış gelince Chambers, Tom’un eski giysilerini giyer, “kutsal” kırmızı eldivenler, “kutsal” ayakkabılar ve pantolonuyla sımsıkı giyinmiş Tom için kızak çekerdi, ama kendisi hiç binmezdi. Tom’un talimatlarına göre kardan adam ve kaleler yapardı. Kartopu oynamak istediğinde Tom’un sabırlı hedefi olurdu ve kartoplarına karşılık veremezdi. Chambers, Tom’un patenlerini nehre kadar taşır, ayaklarına bağlar ve dilediğinde hazır bulunmak üzere etrafında dolanırdı ama kendisi paten süremezdi.
Yazın Dawson’s Landing çocuklarının en sevdiği şey -kırbacıyla kafalarını yarması tehlikesine rağmen- çiftçinin meyve arabasından elma, şeftali ve karpuz çalmaktı. Tom, bu hırsızlıklarda pek hünerliydi, ama aslında çalan o değildi tabii. Çalma işini Chambers yapar ve bu işten payına şeftali ve elma çekirdekleriyle karpuz kabukları düşerdi.
Tom yüzmeye giderken Chambers’ı da daima yanına alır ve koruması olarak bekletirdi. Tom sıkılınca yüzmeyi bırakır, Chambers’ın gömleğine düğümler atıp suya batırır ve düğümlerin çözülmesini iyice zorlaştırırdı. Sonra da giyinip oturur, çıplak Chambers’ın inatçı düğümleri titreye titreye dişleriyle çekiştirmesini kahkahalarla izlerdi.
Tom, mütevazı yoldaşına bu kötülükleri kısmen doğasındaki fenalık nedeniyle, kısmen de Chambers kendisinden güç, cesaret ve akıl bakımından üstün olduğu için yapıyordu. Tom dalış yapamıyordu, çünkü daldığı zaman başı ağrıyordu. Chambers hiç sıkıntı çekmeden dalabiliyordu ve bundan zevk alıyordu. Bir gün bir kanonun kıçında taklalar atıyordu. Bunu gören beyaz çocuklar Chambers’a öyle hayran kaldı ki Tom’un şevki kırıldı ve Chambers havadayken kanoyu altına doğru ittirdi. Chambers’ın başı kanoya çarptı. Çocuk bilinçsizce yatarken Tom’un kadim düşmanları, uzun zamandan beri bekledikleri fırsatı buldu ve sahte varise öyle bir dayak attılar ki Tom, Chambers’ın yardımıyla bile eve zar zor gidebildi.
Çocuklar on beşine basmıştı. Bir gün Tom nehirde “gösteriş” yaparken kramp girdi ve imdat diye bağırdı. Kramp girmiş gibi yapıp imdat diye inlemek, özellikle de yakınlarda bir yabancı varsa, çocukların sıkça başvurduğu bir hileydi. Yabancı hiç beklemeden yardıma koşar, çocuk da o yaklaşana kadar çırpınıp inlemeye devam ederdi. Sonra inlemenin yerini alaycı bir gülümseme alırdı. Kasabadaki çocuklar ise ahmak kurtarıcıya alay ve kahkahalarla saldırırdı. Tom bu şakayı daha önce hiç denememişti ama şimdi denemeye çalışıyordu. Bu sebeple diğer çocuklar ihtiyatla geri duruyordu. Fakat Chambers efendisinin ciddi olduğuna inanmıştı. Hemen yüzmeye başladı ve tam zamanında Tom’a ulaşıp hayatını kurtardı.
Bu son damla oldu. Tom her şeye katlanmıştı ama herkesin önünde ve sürekli olarak bir zenciye, hem de bu zenciye karşı böyle bir yükümlülük altında kalmak, işte bu çok fazlaydı. Ciddi olarak ondan yardım istediğini sanmış “gibi” yaptığı için Chambers’a hakaretler yağdırdı. Ancak kalın kafalı bir zenci anlayamazdı şaka yaptığımı, diyerek onu yalnız bıraktı.
Tom’un düşmanları çok güçlüydü. Dolayısıyla fikirlerini özgürce ifade edebildiler. Tom’a güldüler ve korkak, yalancı, sinsi deyip bir sürü ad taktılar. Chambers’a da yeni bir ad verdiklerini söylediler, artık kasabada “Tom Driscoll’un zenci babacığı” diye tanınacaktı ve bu yeni varlığın mimarı, Chambers’tı.
Tom bu sataşmalar karşısında iyice öfkelendi ve bağırarak:
“Kafalarını kopar, Chambers! Kopar kafalarını! Ellerin cebinde ne diye dikilip duruyorsun orada?” dedi.
Chambers itiraz etti: “Ama Sahip Tom, sayıları çok fazla, onlar…”
“Duyuyor musun beni?”
“Lütfen, Sahip Tom, yapmayın! Çok fazlalar…”
Tom, Chambers’ın üstüne fırlayıp cebindeki çakıyı iki üç kez sapladı. Diğer oğlanların yetişip yaralı çocuğa kaçma fırsatı vermelerinden önce oldu bu. Chambers yaralanmıştı, ama durumu ciddi değildi. Eğer bıçak biraz daha uzun olsaydı, her şey o anda sona ermiş olurdu.
Tom uzun zaman önce Roxy’ye “yer”ini öğretmişti. Onu okşamaya veya bir sevgi sözü söylemeye son kez cesaret etmesinin üzerinden çok zaman geçmişti. Bir “zenci”nin bu tür şeyler yapması ona iğrenç geliyordu. Roxy’yi mesafesini koruması ve kim olduğunu unutmaması için uyarmıştı. Roxy, bir tanecik bebeğinin onun oğlu olmaktan giderek uzaklaştığını görüyordu. Bu detayın tamamen yok olduğunu fark ediyordu. Geriye kalan sadece efendi olmuştu, üstelik bu, zarif bir efendi de değildi. Anneliğin ulviliğinden çıkarak değişmez köleliğin kasvetli derinliklerine daldığını hissediyordu. Oğlu ve kendisi arasındaki ayrılık uçurumu tamamlanmıştı. Artık onun eşyasıydı sadece; hizmetçisi, köpeği, yalaka ve çaresiz kölesi, havai öfkesinin, kötü tabiatının mütevazı ve ona karşı koyamayan bir kurbanıydı.
Bazen, hatta yorgunluktan bitap düştüğü zamanlarda bile uyuyamıyordu; çünkü oğlunun o gün yaşattıkları yüzünden öfkeden çılgına dönüyordu. Kendi kendine mırıldanıp dururdu:
“Bana vurdu, hem de hiç suçum yokken. Herkesin içinde yüzüme vurdu. Bir de bana “zenci cadı” diyor, “sürtük” diyor, daha bir dolu kötü söz söylüyor, onun için her şeyi yapmama rağmen. Ah, Tanrım. Onun için neler yapmadım! Ben olmasam o bi hiç olcaktı! Bana verdiği karşılığa bak!
Belli bir hakaretin öfkesi kalbini yaktığı bazı zamanlarda, intikam planları yapıp onun aslında bir sahtekâr ve köle olduğunu dünyaya ilan etme fikriyle neşelenirdi. Fakat bu sevincin ortasında bir korku kaplardı içini. Onu çok güçlendirmişti. Hiçbir şey kanıtlayamazdı. Hem, Tanrı korusun, nehrin aşağısında satılabilirdi! Bu yüzden planları sonuçsuz kalırdı. İntikama aç yüreğini doyurmak için, böyle bir şey gerektiğinde kullanmak üzere, o unutulmaz günde yanında bir şahit bulundurmamakla aptallık ettiği için kendine ve kadere kızarak planlarını bir kenara koyardı.
Ancak Tom ona iyi davrandığında -arada sırada oluyordu bu- bütün yaraları iyileşiverirdi. Mutluluk ve gururla dolardı. Çünkü beyazlar arasında efendilik yaparak ırkına karşı olan suçlarının intikamını alan bu çocuk, onun oğlu, onun zenci oğluydu. 1845 sonbaharında, Dawson’s Landing’de iki büyük cenaze vardı. Ölenlerden biri Albay Cecil Burleigh Essex ve diğeri Percy Driscoll’du.
Ölüm döşeğindeki Driscoll, Roxy’ye hürriyetini verdi ve kendisine tapınılan, gösterişli oğlunu, hâkim olan ağabeyiyle onun karısına teslim etti. Çocuğu olmayan karı koca buna çok sevinmişti. Çocuğu olmayan insanları sevindirmek zor değildir.
Hâkim Driscoll, bir ay kadar önce gizlice kardeşine gidip Chambers’ı satın almıştı. Tom’un babasına çocuğu nehrin aşağısında sattırmaya çalıştığını duymuştu ve skandalı önlemek istemişti. Ailenin hizmetçilerine önemsiz bir nedenle veya nedensizce böyle davranılması halk arasında hoş karşılanmazdı.
Percy Driscoll, vurguna konu olan arazisini satabilmek için çok uğraşmıştı ama bunu başaramadan öldü. Daha mezara yeni girmişti ki piyasadaki artış son buldu ve imrenilen genç varisi yoksul kaldı. Ama hiç önemli değildi; amcası onu varisi yapacağını ve böylece öldüğünde servetinin ona kalacağını söyledi. Tom da bununla avundu.
Roxy’nin artık bir evi yoktu. Bu yüzden etrafı dolaşıp arkadaşlarına veda etmeye karar verdi. Sonra toparlanıp dünyayı görecekti, yani bir vapurda oda hizmetçisi olarak çalışacaktı. Irkının ve hemcinslerinin en büyük hevesiydi bu.
Son ziyaretini siyah dev Jasper’a yaptı. Jasper, Ahmak Wilson’ın kışlık odunlarını doğruyordu.
Roxy geldiğinde Wilson, Jasper’la sohbet ediyordu. Roxy’ye, oda hizmetçiliği yapmak için buradan ayrıldığında çocuklarından uzak kalmaya nasıl dayanacağını sordu. Şakayla karışık çocukların on ikinci yaşlarına kadar alınmış parmak izlerinin bir kopyasını ona vermeyi teklif etti, böylece onları unutmayacaktı. Roxy, bir an için acaba bir şeylerden mi şüpheleniyor, diye düşündü. Sonra istemediğini söyledi. Wilson kendi kendine şöyle dedi: “Damarlarındaki siyah kan batıl itikatlı. Şu camlarla uğraşmamın cadı işi olduğunu sanıyor. Buraya elinde at nalıyla gelirdi eskiden. Belki de rastlantıydı, ama öyle olduğunu pek sanmıyorum.”

İkizler Dawson’s Landing’de Büyük Heyecan Yaratır
Eğitim her şeydir. Şeftali, bir zamanlar acıbademdi; karnabahar ise koleje gitmiş kabaktan başka bir şey değildir.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Dr. Baldwin’in sonradan görmeler hakkındaki sözleri: Yer mantarı olduğunu sanan zehirli mantarları yemek istemeyiz.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Bayan York Driscoll, iki sene boyunca Tom’un hayatına dahil oluşunun keyfini çıkardı. Bu sevincin kimi zaman bozulduğu doğruydu, ama yine de çocuk sahibi olmak büyük bir saadetti. Sonra Bayan Driscoll öldü. Kocası Bay Driscoll ve Bay Driscoll’un çocuksuz kız kardeşi Bayan Pratt bu neşeyi eskisi gibi sürdürdü. Tom el üstünde tutuldu, istediği her şey yapıldı; gönlünce, yani neredeyse gönlünce şımartıldı. Bu durum, Tom on dokuz yaşına gelene kadar böyle devam etti. Sonra Yale’e gönderildi. “Koşullar” konusunda iyi donanımlıydı ama bunun dışında orada pek göze battığı yoktu. Yale’de iki yıl kaldı ve sonra pes etti. Eve geldiğinde davranışları epey düzelmişti. Huysuzluğu ve nezaketsizliği gitmişti. Hoş ve düzgün konuşuyordu. Gizlice ve bazen de açıkça ironiye başvuruyor, insanların bam teline basıyor, ancak bunu babacan ve yarı bilinçli bir tavırla yaptığı için başı derde girmiyordu. Her zamanki gibi üşengeçti ve meslek edinmeye karşı şiddetli bir arzusu da yoktu. Bu yüzden insanlar, amcası nalları dikene kadar onun sırtından geçinmek istediğini düşünüyordu. Orada birkaç yeni alışkanlık da edinmişti. Birini açıkça uyguluyordu: İçki içmek. Diğerini ise gizliyordu: Kumar oynamak. Kumar oynadığını amcasının duyması hiç iyi olmazdı; bunu çok iyi biliyordu.
Tom’un doğudan getirdiği yeni tarzı, gençler arasında pek popüler değildi. O kadarla kalsa dayanabilirlerdi belki ama bir de eldiven takıyordu ki ona dayanamıyorlardı. Bu yüzden etrafında kimse olmuyordu. Enfes tarz ve kesimde -Doğu ve şehir tarzında- birçok giysi getirmişti. Bu giysiler, herkeste ıstıraba neden olmuş ve amaçsız bir hakaret olarak algılanmıştı. Ancak o, bu yeni tarzın kendisinde uyandırdığı hislerden hoşlanıyordu. Bütün gün huzurlu ve mutlu bir şekilde kasabada dolaşıyordu. O gece gençler bir terzi ayarladı ve Tom ertesi sabah yürüyüşüne başladığında, yaşlı zenci zangocun göz alıcı patiskadan abartılı giysisiyle yanından geçtiğini ve elinden geldiğince Doğu zarafetini taklit ettiğini gördü.
Tom bunu görünce pes etti ve bundan sonra yerel usule göre giyinmeye başladı. Ancak daha canlı yöreleri tanıdıktan sonra bu sıkıcı kasabadan bezmişti ve burası giderek daha sıkıcı hale geliyordu. Ferahlamak için St. Louis’e küçük yolculuklar yapmaya başladı. Orada kendine uygun arkadaşlar ve zevkine uygun eğlenceler buldu. Ayrıca bazı konularda memleketindekinden daha özgürdü. İki yıl boyunca bu şehre yaptığı ziyaretleri artırdı ve burada daha uzun zaman geçirdi.
Derin sulara dalıyor, riske giriyordu ve bu durum bir gün başını derde sokabilirdi. Öyle de oldu.
Hâkim Driscoll, 1850 senesinde barodan ve bütün iş faaliyetlerinden emekliye ayrılmıştı. Üç yıldır dinlenmekteydi. Hür Düşünürler Derneği’nin başkanıydı ve Ahmak Wilson da derneğin üyesiydi. Artık yaşlı avukatın hayatta ilgi duyduğu tek şey, derneğin haftalık toplantılarıydı. Ahmak, hâlâ merdivenin en alt basamağında çabalıyordu. Yirmi üç yıl önce köpek hakkında söylediği o talihsiz sözün uğursuzluğu peşini halen bırakmamıştı.
Hâkim Driscoll, Wilson’ın arkadaşıydı ve ona ortalamanın üstünde bir zekâya sahip olduğunu söylüyordu. Ancak bu, Hâkim’in bir hevesle söylediği bir şey olarak görülüyordu ve Wilson’ın halk arasındaki imajını değiştirememişti. Belki de değişmemesinin sebebi buydu, ama başka ve daha iyi bir neden vardı. Eğer Hâkim sadece iddia etmekle kalsaydı, bunun iyi bir etkisi olacaktı. Ancak iddiasını kanıtlamaya çalışma hatasına düştü. Wilson, birkaç senedir gizlice, tuhaf bir yıllık üzerinde çalışıyordu. Bu, eğlenmek için yaptığı bir şeydi: Her tarihe, genelde ironiyle süslenmiş gösterişli bir felsefenin eklendiği bir takvim. Hâkim ise Wilson’ın bu nükte ve düşüncelerinin dikkatle düzenlendiğini ve sevimli olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden, bir gün bazılarını yanına alıp birkaç vatandaşa okudu. Fakat ironi, o insanlara göre değildi. Onların algısı buna odaklı değildi. En ağır şekilde ifade bulmuş bu latifeleri okudular ve Dave Wilson’ın bir ahmak olduğuna dair en ufak şüphe dahi var idiyse -ki yoktu- bu ifşayla o şüphenin de ortadan kalktığına karar verdiler. Bu dünyanın düzeni böyledir işte. Bir düşman, bir adamı kısmen mahvedebilir, ama iyi niyetli ve tedbirsiz bir arkadaş işi tamamlar. Bundan sonra Hâkim, Wilson’a karşı daha da şefkatli davrandı ve takviminin değerli olduğuna her zamankinden fazla emin oldu.
Hâkim Driscoll bir hür düşünür olabilir ve toplumdaki yerine sahip çıkabilirdi; çünkü bu topluluk için en önemli kişiydi ve dolayısıyla, kendi yolunda ilerlemeyi göze alabilir ve kendi inançlarına tutunabilirdi. Bu gözde derneğin diğer üyesine de benzer bir özgürlük veriliyordu, halihazırda halkın gözünde bir sıfırdı ve onun ne düşündüğünü ya da ne yaptığını kimsenin umursadığı yoktu. Sevilen ve her yerde yeterince hoş karşılanan biriydi, ama hiçbir ehemmiyeti yoktu.
Herkesin şefkatle “Patsy Teyze” dediği Dul Cooper, kızı Rowena’yla birlikte rahat ve sıcak bir kır evinde yaşıyordu. Rowena 19 yaşında, romantik, cana yakın ve çok güzel bir kızdı; ama bunun dışında dikkate değer bir yanı yoktu. İki erkek kardeşi vardı ki bunlar da pek mühim kişiler değildi.
Dul kadının evinde büyük ve boş bir oda vardı. Birini bulacak olursa burayı kiralıyordu ve kiraya yemek de dahildi. Ancak odanın bir senedir boş olmasına üzülüyordu. Geliri ailenin ihtiyaçlarına ancak yetiyordu ve küçük lüksler için kira parasına ihtiyacı vardı. Ve nihayet yakıcı bir haziran gününde dileği gerçek oldu. Usandırıcı bekleyişi artık sona ermişti. Bir yıllık ilanına yanıt almıştı. Hem de köylü birinden değil, hayır! Bu mektup uzaklardan, kuzeydeki büyük dünyadan, St. Louis’den geliyordu. Verandada oturup dikkatsiz gözlerle büyük Mississippi Nehri’nin ışıldayan kollarını izledi. Talihini düşünüyordu. Gerçekten de talihliydi, çünkü bir yerine iki kiracısı olacaktı.
Mektubu ailesine okudu. Rowena, köle kadın Nancy’nin odayı temizleyip havalandırmasını kontrol için uçarcasına gitti. Oğlanlarsa bu harika haberi yaymak için kasabaya indi; çünkü bu, halkın menfaatini ilgilendiren bir haberdi ve kasaba halkı durumdan haberdar edilmediği takdirde hoşnut olmayacaklardı.
Rowena, sevinç ve heyecanla yüzü kızarmış halde geri döndü ve mektubu tekrar okumak için yalvardı. Mektup şöyleydi:

SAYGIDEĞER HANIMEFENDİ,
Ben ve erkek kardeşim, şans eseri ilanınızı gördük ve bahsettiğiniz odayı kiralamak istiyoruz. Yirmi dört yaşındayız ve ikiziz. Aslen İtalyanız, ancak uzun sure Avrupa’nın farklı ülkelerinde ve birkaç senedir de Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyoruz. İsimlerimiz, Luigi ve Angelo Capello. Siz yalnızca tek bir misafir diliyorsunuz, Sevgili Hanımefendi, ancak iki kişilik kira ödememize izin verirseniz, size zahmet vermeyiz. Perşembe günü geleceğiz.
“İtalyanlar! Ne kadar romantik! Bir düşünsene anne. Kasabaya hiç İtalyan gelmedi daha önce. Herkes onları görmek isteyecek ama onlar BİZİM! Bir düşün!”
“Evet, büyük heyecan yaratacaklarından eminim.”
“Gerçekten de öyle olacak. Bütün kasaba çılgına dönecek! Düşünsene! Avrupa’yı, her yeri görmüşler! Bu kasabada daha önce hiç seyyah olmadı, anne. Krallarla tanışmışlarsa bile şaşırmam!”
“O kadarını bilemeyiz. Öyle olmasa bile yeterince heyecan yaratacakları kesin.”
“Elbette. Luigi ve Angelo. Çok güzel adları var, görkemli ve yabancı adlar. Jones ve Robinson gibi sıradan değil. Perşembe günü geliyorlar. Bugün ise salı. Daha çok beklememiz gerek maalesef. İşte Hâkim Driscoll kapıda göründü. Haberleri duymuş olmalı. Gidip kapıyı açayım.”
Tebriklerini sunan Hâkim merak doluydu. Mektup okunup tartışıldı. Çok geçmeden Yargıç Robinson gelerek tebriklerini iletti ve mektup yeniden okunup tartışıldı. Bu daha başlangıçtı. Kadın erkek komşuların ardı kesilmedi bütün gün ve bu tören alayı çarşamba ve perşembe günleri boyunca da sürdü. Mektup, neredeyse yırtılana kadar defalarca okundu. Mektubun zarif ve nazik diliyle düzgün ve özenli üslubuna herkes hayran kaldı. Herkes anlayışlı ve heyecanlıydı. Copper ailesi ise mutluluktan uçuyordu.
Bu ilkel zamanlarda sığ sularda gemilerin durumu belirsiz olurdu. Bu sefer de perşembe gelecek olan gemi, gece onda varmamıştı. İnsanlar limanda bütün gün boşuna beklemişti. Şiddetli bir fırtına çıkınca da meşhur yabancıları göremeden evlerine gittiler.
Saat on bir oldu ve Cooper hanesi, kasabada ışıkları yanan tek evdi. Yağmur ve gök gürültüsü artıyordu, ancak kaygılı aile, ümitle beklemeye devam ediyordu.
Sonunda kapı çaldı ve bütün aile kapıyı açmak için yerinden fırladı. Ellerinde birer valizle iki zenci adam girdi içeri. Yukarıdaki misafir odasına ilerlediler. Arkalarından ikizler geldi. Batının gördüğü en yakışıklı, en iyi giyimli, en seçkin görünümlü genç adamlardı bunlar. Biri diğerinden az daha açık tenliydi ama bunun dışında birbirlerinin kopyasıydılar.

Şan ve İhtişam
Öyle yaşamaya gayret edelim ki öldüğümüzde cenazeci bile üzülsün.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Huylu huyundan vazgeçmez, ama tatlı dille ikna edilebilir.
    Ahmak Wilson’ın Takvimi
Sabah kahvaltısında ikizler, büyüleyici üslupları ve kibar tavırları sayesinde ailenin beğenisini hemen kazandı. Çekingenliğin ve resmiyetin yerini dostluk duyguları aldı. Patsy Teyze, nerdeyse geldiklerinden beri ikizlere ilk adlarıyla seslendi. Haklarındaki her şeyi merak ediyor ve merakını gösteriyordu. İkizler de kendilerinden bol bol bahsederek Patsy Teyze’yi memnun ettiler. Yoksulluk ve zorluklar içinde büyüdükleri anlaşıldı.
Sohbet ilerledikçe yaşlı kadın, bu konuda bir iki soru sormak için fırsat kollamaya başladı ve kumral genç dinlenirken hayat hikâyelerini anlatmaya devam eden sarışın gence döndü:
“Mahsuru yoksa sorabilir miyim Bay Angelo, çocukken neden bu kadar kimsesiz ve dertliydiniz? Anlatmak ister misiniz? Ama istemiyorsanız anlatmayın.”
“Ah, elbette anlatırız hanımefendi. Bizimki sadece talihsizlikti, kimsenin suçu değildi. İtalya’dayken ailemiz varlıklıydı ve bizden başka çocukları yoktu. Eski Floransa soylularındandık.” Rowena’nın kalbi hızla çarpmaya başladı, burun delikleri açıldı ve gözleri parladı. “Sonra savaş çıktı. Babam kaybeden taraftaydı ve hayatını kurtarmak için kaçmak zorunda kaldı. Mallarına el kondu, kişisel mülkü ele geçirildi. Bu olaydan sonra Almanya’ya gittik. Artık yabancıydık, kimsemiz yoktu ve yoksulduk. Kardeşimle ben on yaşındaydık ve yaşımıza göre iyi eğitim almıştık. Çok çalışkandık, kitapları çok severdik ve Almanca, Fransızca, İspanyolca ve İngilizce dillerini çok iyi konuşurduk. Ayrıca birer müzik dehasıydık; umarım böyle söylememenin mahsuru yoktur, çünkü gerçek bu.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mark-twain/ahmak-wilson-in-trajedisi-69403213/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Pişmiş kil bazlı, kahverengimsi kızıl renkli, mat seramik. (e.n.)

2
First Families of Virginia: Soyları, 17. yüzyılda Virginia’ya yerleşmiş olan İngiliz koloni kurucularına dayanan varlıklı aileler. (ç.n.)

3
Valet de chambre (fr.): Uşak, oda hizmetçisi. (e.n.)

4
Diyakoz Katolik, Anglikan ve Ortodoks kiliselerindeki 3 yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesini haiz kişidir. Diğer 2 rütbe ise sırasıyla papazlık ve piskoposluktur. (e.n.)
Ahmak Wilson′ın Trajedisi Марк Твен
Ahmak Wilson′ın Trajedisi

Марк Твен

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Twain güçlü bir edebiyatçı. Adeta yanan ateşin yanında, örsünün başındaki bir nalbant gibi. Sertçe vuruyor ve her darbesiyle iz bırakıyor.” – Maksim Gorki

  • Добавить отзыв