12 yıllık esaret
Solomon Northup
Bu unutulmaz otobiyografik eser, en iyi film dalında Oscar, Altın Küre ve Bafta ödüllerine sahip “12 Yıllık Esaret” filminin dayanak noktasıdır. New York’ta özgür bir insan olarak doğup büyüyen Solomon Northup’ın gerçek hikâyesidir.
Northup kuzeydeki evinde, kendisini çok seven karısı ve çocuklarıyla birlikte mutlu bir hayat sürmektedir. Sonra bir gün içkisine ilaç katılır, kaçırılır ve Güney’deki köle tacirlerine satılır.
Okuyacaklarınız, yazarın on iki yıl süren zorlu kölelik döneminin kendi ağzından gerçek bir anlatımıdır. Northup’ın sıradışı serüveni; umudu, azmi ve en zor anlarda bile pes etmemenin önemini anlatıyor.
12 Yıllık Esaret’i ilk okuduğumda, Anne Frank’in günlüğünü ilk kez okurken hissettiklerimin aynısını hissettim ve bu kitabın neden herkesin kitaplığında bulunmadığını merak ettim. Bana göre gerçek bir klasik.
–Steve McQueen, 12 Yıllık Esaret filminin yönetmeni
Dehşet verici ve sürükleyici, aynı zamanda ilham veriyor. Northup bize, toplumdaki özgürlüğün kırılgan doğasını hatırlatıyor.
–Henry Louis Gates, Jr, Edebiyat Eleştirmeni
Solomon Northup
12 Yıllık Esaret
Solomon tarla kıyafetiyle
“Solomon Northup’ın Red Nehri’ndeki bir tarlaya götürülmesi, oranın Tom Amca’nın da esir tutulduğu yer olması ve Northup’ın kendi tarlasını, oradaki yaşam koşullarını ve başka bazı olayları anlatışı, Tom Amca’nın hikayesiyle çarpıcı bir benzerlik gösteriyor.”
Harriet Beecher Stowe, Tom Amca’nın Kulübesi’nin Anahtarı (The Key to Uncle Tom’s Cabin), s. 174
Bu kitap
dünya çapında adı
büyük dönüşümle bağdaşlaştırılan
Harriet Beecher Stowe’a adanmıştır
“İnsanoğlu geleneklerle öyle kandırılmış,
milat olmuşlara saygı duymaya o kadar meyillidir ki,
ve onun kullanışlı olduğunu söylemeye öyle hazırdır ki,
belaların en beteri olan kölelik bile,
babadan oğula geçtiği için,
kutsal bir şey gibi korunup saklanır.
ama akla hayale sığar mı ki,
kendi gibi hükmettiği köle de,
gönlündeki coşkulu duygularla doğmuşken,
bir adam amansız bir tiran olsun,
ve yaşadığı yerin tek özgür insanının kendisi olduğunu söylesin?”
Cowper
Resimlerin Listesi
Solomon tarla kıyafetiyle
Washington’daki köle hücresindeki sahne
Eliza’nın son yavrusundan ayrılışı
Chapin, Solomon’u asılmaktan kurtarıyor
Patsey’nin kazığa bağlanıp kırbaçlanışı
Pamuk tarlasındaki sahne: Solomon geri alınıyor
Solomon’un eve varışı ve karısı ve çocuklarıyla ilk görüşmesi
Solomon Northup’ın Hikayesi
1. Bölüm
Giriş – Soy – Northup Ailesi – Doğum ve Ebeveynler
Mintus Northup – Anne Hampton’la Evlilik – İyi Dilekler
Champlain Kanalı – Kanada’ya Rafting Yolculuğu
Çiftçilik – Keman – Yemek Pişirme – Saratoga’ya Taşınma
Parker ve Perry – Köleler ve Kölelik – Çocuklar
Hüznün Başlangıcı
Özgür bir adam olarak doğmamın, otuz yıldan fazladır hür bir eyalette özgürlüğün nimetlerinin tadını çıkarmamın ve ardından kaçırılıp on iki yıllık bir esaret sonrası 1853 yılının o talihli Ocak ayında azat edilene kadar köle tüccarlarına verilmemin ardından bana, hayatımın ve talihimin insanlar için hiç de yavan bir hikaye olmayacağı söylendi.
Tekrar özgür oluşumdan bu yana, Kuzey Eyaletleri’nde kölelik konusuna giderek artan ilgi gözümden kaçmadı. Köleliği bir yandan hoş bir yandan da itici yönleriyle tasvire kalkan kurmaca eserler, eşi benzeri görülmemiş bir hızla yayıldı ve anlayabildiğim kadarıyla da bereketli bir tartışma alanı açtı.
Ben kölelikten yalnızca kendi gördüğüm kadarıyla söz edebilirim; ondan sadece benliğimin bildiği ve deneyimlediği kadarıyla bahsedebilirim. Benim amacım, yaşananların samimi ve dürüst bir ifadesini ortaya koymak. Gayem, hayat hikayemi abartmadan ortaya koymak ki başkaları karar verebilsin kurmaca eserlerin sayfaları bile canice yanlışları veya daha ağır bir esareti gözler önüne serebiliyor mu, seremiyor mu.
Geçmişe dönük saptayabldiğim en eski bilgi baba tarafından atalarımın Rhode Island’da köle olmaları. Northup adındaki bir aileye aitlermiş ve aileden biri, yanına babam Mintus Northup’ı da alarak New York eyaletine gelip Rensselaer vilayetinde bulunan Hoosic’e yerleşmiş. Yaklaşık elli yıl önce gerçekleşmiş olması muhtemel olan bu beyefendinin ölümünün üzerine, vasiyetindeki bir beyanla, babam özgür kalmış.
Mevcut hürriyetimi ve karımla çocuklarıma yeniden kavuşmamı borçlu olduğum, Sandy Tepesi’nden seçkin bir avukat olan Henry B. Northup Beyefendi, atalarımın hizmet ettiği ve benim şu an taşıdığım adı aldığım ailenin bir akrabasıymış. Tabii özgürlüğüme kavuşmamda benim adıma gösterdiği yoğun çabaların etkisini de unutmamak lazım.
Babam, özgür kalmasından bir süre sonra, New York’taki Essex vilayetinde bulunan Minerva’ya taşınmış. Ben 1808’in Temmuz ayında burada doğmuşum. Minerva’da tam olarak ne kadar kaldığını teyit edecek imkanım yok. Oradan da Slyborough denilen bir yerin yakınında bulunan Washington vilayetindeki Granville’e taşınmış ve birkaç yıl kadar yine eski efendisinin akrabası olan Clark Northup’ın çiftliğinde çalışmış. Ve oradan da Sandy Tepesi’nin biraz kuzeyinde, Moss Street’teki Alden çiftliğine taşınmış. Daha sonra da, şimdi Russel Pratt’in sahibi olduğu, Fort Edward’dan Argyle’e giden yol üzerine konuşlanmış çiftliğe taşınmış ve 22 Kasım 1829 tarihinde ölene kadar orada yaşamaya devam etmiş. Arkada bir dul ve iki çocuk bırakmış: Ben ve abim Joseph. Abim hâlâ aynı Oswego vilayetindeki Oswego şehrinde yaşıyor. Annemse benim esaret dönemimde ölmüş.
Köle olarak doğmuş olmasına ve talihsiz ırkımdan herkes gibi felaket koşullarda çalışmış olmasına rağmen, onu hatırlayan pek çok kişinin de doğrulayacağı gibi babam, gayreti ve uyumundan dolayı saygı duyulan bir adammış. Hayatını tarım işlerinde huzurla geçirmiş; özellikle Afrika’nın çocuklarına tahsis edilmiş gibi görünen o bayağı hizmet işlerine hiçbir zaman bakmamış. Genelde bizim durumumuzdakilere verilen eğitimden çok daha fazlasını bize veren babam, çalışkanlığı ve tutumluluğu sayesinde kendisine oy kullanma hakkı sağlayacak kadar mal sahibi de olmuş. Babam bize sık sık hayatının ilk yıllarını anlatırdı; kölesi olduğu aileyi her zaman en içten duygularıyla, iyilik ve sevgiyle anmasına rağmen kölelik sisteminin ne demek olduğunu iyi bilir ve ırkının aşağılanmasından kederle bahsederdi. Zihnimizi ahlaki duyarlılıkla işlemeye özen gösterir, bize, acizlerin ve güçlülerin kollayıcısı olan Tanrı’ya güvenmemizi tembihlerdi. O zamanlardan beri babamın nasihatleri ne çok aklıma gelmiştir: Louisiana’nın uzak ve iç bayıltıcı bölgelerindeki bir köle kulübesinde gaddar bir efendinin açtığı insafsız yaralarla uğraşırken, babamı çevreleyen mezarın beni de zalimin kırbacından korumasını dilerken… Sandy Tepesi’ndeki kilise bahçesinde basit bir taş, Tanrı’nın ona verdiği düşük rütbenin gerektirdiği görevleri layığıyla yerine getirdikten sonra nerede yattığını gösteriyor.
Bir noktaya kadar, babamla münasebetim çiftlik işleriyle ilgili oldu. Boş zamanlarımda ya kitaplarla haşır neşir oluyor ya da gençlik tutkum olan kemanı çalıyordum. Keman aynı zamanda benim teselli kaynağımdı çünkü aynı kaderi paylaştığım, benim gibi basit insanlara mutluluk veriyor, beni de karanlık talihimle ilgili sonu gelmez düşüncelerden alıkoyuyordu.
1829 Noel’inde bizim oralarda oturan siyahi bir kızla, Anne Hampton’la evlendim. Tören, Fort Edward’da, bölgenin hâkimi ve seçkin bir vatandaş olan Timothy Eddy Beyefendi tarafından gerçekleştirildi. Eşim uzun zaman Sandy Tepesi’nde, Salemli Rahip Alexander Proudfit’in ailesinden Eagle Tavernası’nın sahibi Bay Baird’la kalmış. Bu bey uzun zaman Salem’deki Presbiteryen Kilisesi’ne başkanlık etmiş, ilimi ve dindarlığı ile öne çıkmış birisiymiş. Anne hâlâ bu iyi adamın muazzam nezaketini ve güçlü nasihatlerini şükranla hatırlar. Anne, kendisinin tam olarak hangi soydan geldiğini bilmiyor ama damarlarında üç ırkın da kanı akıyor. Kırmızının mı, beyazın mı, yoksa siyahın mı baskın geldiğini söylemek güç. Ama hepsinin karışımı ona olağandışı ama hoş bir ifade vermiş; böylesi nadiren görülür. Biraz benzese de tam olarak bir zenci melezi denemez ona ki söylemeyi unuttum; annem de bu ırktan geliyor.
Temmuz ayında yirmi bir yaşına girmiş, daha yeni reşit olmuştum. Babamın tavsiyeleri ve desteğinden mahrum, geçim için elime bakan bir eşle çalışma hayatına atıldım. Ten rengi engeli ve düşük konumuma rağmen gerçekleşeceğine inandığım hoş hayaller kurmaya başladım: Emeklerim boşa çıkmazsa, etrafında birkaç hektar toprağın bulunduğu küçük, gösterişsiz bir evle birlikte gelen mutluluk ve rahatlık…
Eşime karşı beslediğim sevgi evlendiğim günden bugüne içten oldu ve hiç azalmadı. O günden sonra bize bahşedilen sevgili çocuklarıma duyduğum hisleri ise yalnızca bir babanın çocuklarına beslediği büyük şefkati hissedebilmiş biri anlayabilir. Bu kadarını, bu sayfaları okuyanların çektiğim korkunç çileyi anlayabilmesi için uygun ve gerekli buluyorum.
Evliliğimizin hemen sonrasında, o zamanlar Fort Edward kasabasının güney sınırında olan eski sarı binada hizmetçiliğe başladık; şimdilerde modern bir malikaneye dönüştürülmüş ve içinde Yüzbaşı Lathrop oturuyor. Artık Fort Malikanesi olarak biliniyor. Bu binada, vilayet olduktan sonraki yıllarda mahkemeler kurulurmuş. 1777’de, Hudson’ın solundaki eski Fort’tayken, Burgoyne[1 - John Burgoyne, 1722-1792 yılları arasında yaşamış İngiliz subay, siyasetçi ve dramaturg. (ç. n.)] de oturmuş burada.
Kışın Champlain Kanalı’nın William Van Nortwick’in sorumlu olduğu bölümde, tamirde çalışıyordum. Çalıştığım şirkette David McEachron en büyük yetkiye sahipti ve şirketin de sahibiydi. Kanal bahar ayında açıldığında bir çift at ve yön bulma konusunda gerekli olabilecek diğer şeyleri satın alacak parayı biriktirebilmiştim.
Bana destek olacak birkaç yetenekli yardımcı kiraladıktan sonra, büyük miktarlarda keresteyi Champlain Gölü’nden Troy’a taşıma işine giriştim. Dyer Beckwith ve Whitehall’dan Bay Bartemy adında biri, seyahatlerimde bana eşlik etti. Sezon boyunca raftingin bütün püf noktalarını öğrenmiştim, ki bu bilgi daha sonra değerli bir efendiye kârlı bir hizmet sağlamama ve Bayou Boeuf kıyılarındaki saf kerestecileri şaşkına çevirmeme vesile oldu.
Champlain Gölü’ndeki yolculuklarımdan birinde de Kanada’ya bir iş aldım. Montreal’de tamire giderken oradaki katedrale ve ilgimi çeken diğer yerlere gittim ve daha sonra Kingston’ı ve diğer kasabaları gezdim. Tüm bu yerlerde yerli halkın yaşayışlarıyla ilgili şeyler öğrendim, ki hikayenin sonuna doğru görüleceği üzere, onlar da işime yaradı.
Kanaldaki işlerim hem benim hem de işverenimin tatminiyle bittikten sonra boş durmamak için Medad Gunn’la yeni bir işe giriştim; bol miktarda odun kesme işi. Bu işi 1831-32 kışında yaptım.
Baharın gelişiyle birlikte, Anne ve ben yakınlardan bir çiftlik alma planları yapıyorduk. Kendimi bildim bileli tarım işinin içindeydim ve bu işler tam benlikti. Dolayısıyla babamın daha önce yaşamış olduğu eski Alden çiftliğinin bir kısmını satın almak için pazarlıklara başladım. Bir inek, bir domuz, yakın zamanda Hartford’da Lewis Brown’dan aldığım bir çift öküz ve diğer kişisel eşya ve taşınır mallarla birlikte Kingsbury’deki yeni evimize doğru yola koyulduk. O yıl on hektar mısırla birlikte çokça yulaf ektim ve elimdeki her şeyi tarıma yatırdım. Anne ev işleriyle ilgilenirken ben de tarlada sıkı bir şekilde çalışıyordum.
1834’e kadar burada kaldık. Kış sezonunda birkaç kez keman çalmam için beni çağırdılar. Gençler ne zaman dans etmek için bir araya gelseler, ben de orada oluyordum. Komşu kasabalarda kemanımla nam salmıştım. Anne de aynı şekilde Eagle Tavernası’ndaki uzun soluklu ikametinde aşçılığıyla ün salmıştı. Duruşma haftalarında ve halk toplantılarında Sherrill’in Kahve Evi’nde yüksek fiyatlara çalışırdı.
Bu toplantılardan sonra eve hep cebimizde parayla dönerdik. Dolayısıyla keman çalma, aşçılık ve çiftçilik sayesinde kısa zamanda kendimizi bolluk içinde bulduk. Aslına bakılırsa, mutlu ve lüks bir hayat sürüyorduk denilebilir. Evet, Kingsbury’de kalsaydık durum böyle olacaktı ama bir sonraki adım, beni bekleyen zalim kadere doğru atılacak adımdı.
1834 Mart’ında Saratoga Springs’e taşındık. Washington sokağının kuzey kanadında bulunan, Daniel O’Brien’e ait eve yerleştik. O zamanlar Isaac Taylor’ın, Broadway’in kuzey kanadında bulunan ve Washington Hall diye bilinen büyük bir pansiyonu vardı. Beni işe aldı ve onun için iki yıl boyunca at arabası sürücülüğü yaptım. Bu dönemden sonra, genellikle turizm sezonu boyunca benim de, Anne’in de United States Otel ve benzeri konaklama yerlerinde hep bir işimiz olurdu. Kış sezonunda kemanıma güvenirdim ama Troy ve Saratoga demiryollarının yapımı sırasında yoğun iş günlerini demiryolunda geçirirdim.
Saratoga’dayken Bay Cephas Parker ve Bay William Perry’nin mağazalarından ailemin işine yarayabilecek eşyalar almaya başlamıştım. Bu iki beyefendiye bana yaptıkları birçok iyilikten dolayı büyük saygı duyuyordum. İşte bu yüzden on iki yıl sonra, Bay Northup’ın önüne gelmesiyle beni kurtarmasına vesile olan mektubu da onlara yollamıştım.
United States Oteli’nde yaşarken sık sık Güney’den gelen efendilerine eşlik eden kölelerle tanışırdım. Hep iyi giyiniyor ve bakılıyorlardı. Görünüşe bakılırsa, köleliğin yalnızca birkaç sıradan sıkıntısı dışında, rahat bir yaşam sürüyorlardı. Birçok kez benimle kölelik konusunda konuşmuşlardır. Hemen hemen hepsinin gizliden gizliye özgürlüğü arzuladığını fark etmiştim. Kimisi endişeli bir şekilde kaçmaktan bahsediyor, bana bunu en iyi hangi şekilde yapabileceklerini soruyordu. Ama tekrar yakalanmaları ve geri dönmeleri durumunda çekecekleri cezalar onları bu denemelerden alıkoyuyordu. Bütün hayatım boyunca Kuzey’in özgür havasını soluyan ve beyaz tenli adamla göğsümüzde aynı duyguları taşıdığımızı, hatta kimi açık tenliyle eşit akla sahip olduğumu bilen ben, bir insanın kölelik gibi iğrenç bir duruma nasıl intibak edebildiğini anlayamayacak kadar bihaber ya da başına buyruktum. Köleliğe onay veren veya onu tanıyan hukuk veya dinin adaletini anlayamıyordum ve gururla söylüyorum ki bir kere bile olsun bana gelenlere özgürlük için sürekli fırsat kollayıp çabalaması nasihatini vermemezlik yapmadım.
1841 baharına kadar Saratoga’da kalmaya devam ettim. Yedi yıl önce bizi cezbedip Hudson’ın doğu yakasındaki huzurlu çiftlik evimizden çıkaran o hoş hayaller gerçekleşmedi. Daima rahat olsak da bir daha zenginlik görmedik. O meşhur kıyıda, hayat benim alışık olduğum gayretin ve tutuculuğun çağrıştırdığı basit alışkanlıkları korumak üzere inşa edilmemiş, aksine aşırılık ve savurganlığı körüklemekteydi.
O zaman üç çocuğumuz vardı: Elizabeth, Margaret ve Alonzo. En büyük çocuk Elizabeth, on yaşındaydı. Margaret ondan iki yaş küçüktü ve küçük Alonzo daha yeni beş yaşına girmişti. Çocuklar evimizi neşeyle dolduruyordu. Gencecik sesleri kulağımıza şarkı gibi geliyordu. Minik yavrucaklara hem anneleri, hem de ben masallar anlatırdık. Çalışmadığım zamanlarda onları üzerlerinde en yeni giysileriyle alır Saratoga’nın sokak ve ağaçlık alanlarında yürüyüşe giderdim. Onların varlığı benim neşe kaynağımdı; onları öyle bir göğsüme basardım ki sanki o lekeli tenleri, bir kar tanesi kadar beyazdı.
Buraya kadar hikayemde sıra dışı bir yön yok; sıradan umutlar, sevgiler ve belli belirsiz siyahi bir adamın yeryüzünde kendi halinde hayat gailesi. Ama şimdi hayatımda bir dönüm noktasına, ağza alınmayacak bir haksızlık, hüzün ve umutsuzluk eşiğine geldim. Artık bulutun gölgesine, kısa sürede içinde kaybolacağım koyu karanlığa geldim. Şimdi, yorgun düşürücü yıllar boyunca bütün yakınlarımın gözlerinin önünden silinip gittiğim ve özgürlüğün tatlı ışığından mahrum bırakıldığım bir yola girdim.
2. Bölüm
İki Yabancı – Sirk Şirketi – Saratoga’dan Ayrılış
Vantrilokluk ve Hokkabazlık – New York’a Yolculuk
Özgürlük Belgeleri – Brown ve Hamilton
Sirke Yetişme Telaşı – Washington’a Varış
Harrison’ın Cenazesi – Ani Hastalık – Susuzluk İşkencesi
Azalan Işık – Hissizlik – Zincirler ve Karanlık
1841’de Mart ayının sonlarına doğru işimin olmadığı bir sabah Saratoga Springs kasabasında geziniyor ve yoğun sezon başlayana kadar nasıl bir iş bulurum diye kendi kendime düşünüyordum. Anne, genelde yaptığı gibi duruşma döneminde Sherrill’in Kahve Evi’nde aşçılık yapmak için otuz kilometre kadar mesafedeki Sandy Tepesi’ne gitmişti. Sanıyorum ki Elizabeth de ona eşlik etmişti. Margaret ve Alonzo, Saratoga’da teyzeleriyle birlikteydiler.
Congress Sokağı ve Broadway’in köşesinde, o zamanki tavernanın (ki bildiğim kadarıyla hâlâ sahibi Bay Moon) yakınında iyi giyimli, daha önce karşılaşmadığım iki adamla tanıştırıldım. Hatırladığım kadarıyla bir tanıdık, keman üstadı olduğumu söyleyerek beni onlarla tanıştırmıştı ama kim olduğunu tam çıkaramıyorum.
Her neyse, hemen o konuda konuşmaya başlayıp yeterli olup olmadığımı test eden sorular sormaya başladılar. Cevaplarım tatmin edici olunca, tam işlerine yarayacak kişi olduğumu söyleyerek benimle kısa süreliğine çalışmak istediklerini belirttiler. Bana daha sonra söyledikleri üzere adları, Merrill Brown ve Abram Hamilton’dı ama bunlar gerçek kimlikleri miydi, ciddi şüphelerim var. Merrill Brown görünüşte kırk yaşlarında, biraz kısa ve kalın yapıda, kendisini açıkgözlü ve zeki gösteren bir yüze sahip bir adamdı. Siyah bir frağı ve yine siyah bir şapkası vardı; ya Rochester ya da Syracuse’da ikamet ediyordu. Abram Hamilton ise açık tenli, parlak gözlü genç bir adamdı ve sanıyorum ki yaşı yirmi beşten büyük değildi. Uzun ve ince bir yapıdaydı ve üzerinde taba rengi bir ceket, parlak bir şapka ve şık desenleri olan bir yelek vardı. Giyim kuşamı ile uçuk bir tarzı vardı. Görünümü çekici olmakla birlikte biraz feminendi ama dünyayla cebelleşmiş olduğunu gösteren bir havası vardı. Bana söylediklerine göre o zamanlar Washington’da bulunan bir sirk şirketiyle iş yapıyorlardı. Gezip görmek için kısa bir süre kuzeye doğru yolculuk yapmışlar şimdi tekrar sirke dahil olmak üzere yola çıkmışlardı. Masraflarını ise arada sırada sahneledikleri bir gösteriden çıkarıyorlardı. Eğlencelerinde kullanacakları müziği bulmada çok zorlandıklarını da ayrıca vurgulayıp onlarla New York’a kadar gelirsem günlük hizmetim için bir dolar, gösterilerinde çalacağım her gece içinse fazladan üç dolar ödeyeceklerini ve New York’tan Saratoga’ya dönüş masraflarımı da karşılayacaklarını söylediler.
Hem vadedilen ücretten, hem de metropolü görme arzumdan ötürü hemen bu cazip teklifi kabul ettim. Bir an önce yola çıkmak için telaşlanıyorlardı. Yokluğum kısa sürecek diye Anne’e nereye gittiğimi yazma gereği duymadım; hatta dönüşüm onunkiyle bir olur diye düşündüm. Yedek iç çamaşırı ve kemanımı aldıktan sonra artık gitmeye hazırdım. Gideceğimiz at arabası geldi; örtülü, bir çift asil doru at tarafından çekilen ve bir bütün olarak oldukça zarif görünen bir at arabasıydı bu. Üç sandık yükleri bir kasaya bağlanmıştı. Onlar arkada yerlerini alırken ben sürücü koltuğuna geçtim ve Saratoga’dan Albany’ye doğru yola koyulduk. Yeni pozisyonumdan ötürü coşkulu ve hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum.
Washıngton’daki köle hücresindeki sahne
Ballston’dan geçip, hafızam beni yanıltmıyorsa, dağ yolunu dosdoğru Albany’e doğru takip ettik. Hava kararmadan şehre vardık ve Müze’nin güneyinde kalan bir otelde kaldık.
O gece, onlarla birlikte olduğum süre boyunca şahit olacağım tek gösterilerini izleme şansım oldu. Hamilton kapıda bekliyordu; ben orkestrayı kurdum, Brown eğlenceyi gerçekleştirdi. Gösteri top atma, ipin üstünde dans etme, bir şapkanın içinde krep yapma, görünmez domuzları bağırtma ve vantrilokluk-hokkabazlık ustalıklarından oluşuyordu. Seyirciler oldukça azdı ve çok da seçkin değillerdi. Hamilton da o gece “bir dilencinin boş kutusu” kadar kazanç sağladığımızı söyledi.
Ertesi sabah erkenden seyahatimize kaldığımız yerden devam ettik. Bu seferki konuşmalarının gündemi, sirke gecikmeden varmaktı. Bir daha gösteri için duraklamadan hızla yol aldık; kısa bir sürede New York’ta şehrin batı yakasında, Broadway’den nehre doğru giden sokaktaki bir eve vardık. Yolculuğumun sonuna geldiğimi ve bir iki güne Saratoga’daki arkadaşlarımı ve ailemi göreceğimi sanmıştım. Ama Brown ve Hamilton, onlarla Washington’a gitmem konusunda çok ısrar ettiler. Varır varmaz, yaz sezonu yaklaştığı için sirkin kuzeye hareket edeceğini söylediler. Onlara eşlik etmem durumunda bana mevki ve yüksek ücret sözü verdiler. Büyük ölçüde benim yararıma olacak şeyleri öyle güzel anlattılar ki en sonunda kabul etmek durumunda kaldım.
Ertesi sabah bir köle eyaletine girdiğimiz için, New York’tan ayrılmadan önce özgür olduğumu gösteren belgeleri almamız gerektiğini söylediler. Bu bana oldukça akıllıca geldiyse de onlar söylemeseydi benim aklıma geleceğini sanmıyorum. Kısa süre sonra, Gümrük Dairesi olduğunu anladığım yere geldik. Brown ve Hamilton benim özgür bir adam olduğumu göstermek için belli konularda yeminler etti. Onlar da bir kağıt çıkarıp bize verdi ve yazmanın odasına götürmemizi söylediler. Dediklerini yaptık. Yazman kağıda bir şey daha ekledikten sonra (ki bunun için ona altı şilin ödendi) tekrar Gümrük Dairesi’ne döndük. Memura iki dolar verip kağıtları cebime koymadan önce birkaç formalite icabı iş daha görüldü ve sonra iki arkadaşımla birlikte otele doğru yol aldım. İtiraf etmeliyim ki, kişisel güvenliğimin tehlikeye düşmesi durumunun aklımın ucundan bile geçmediği o an, kağıtları almanın o paraya değmediğini düşündüm. Hatırlıyorum da, kendisine yönlendirildiğimiz yazman, hâlâ ofisinde olabileceğini düşündüğüm büyük bir deftere not almıştı. 1841 Mart ayının sonları veya Nisan ayının başlarında yazılmış notlara bakmanın en azından bu olayla ilgili kuşku duyanların akıllarındaki soru işaretlerini gidereceğinden eminim.
Özgürlüğün belgesi elimde, New York’a vardığımızın ertesi günü Jersey Şehri’ne giden feribota binip Philadelphia’ya doğru yola düştük. Burada bir gece kaldıktan sonra sabah erkenden Baltimore’a doğru yolculuğumuza devam ettik. Bir süre sonra oraya vardık ve Bay Rathbone’un sahibi olduğu, Rathbone Evi olarak da bilinen, demiryolu deposunun yanındaki bir otelde durduk. New York’tan beridir sirke yetişmek için acele ediyorlardı. At arabasını Baltimore’da bırakıp arabalara bindik ve tam akşamüstü, General Harrison’ın[2 - William Henry Harrison, Amerika Birleşik Devletleri’nin dokuzuncu başkanı. (ç. n.)] cenazesinden önceki akşam, Washington’a varıp Pennsylvania Caddesi’ndeki Gadsby’s Oteli’nde durduk.
Akşam yemeğinden sonra beni dairelerine çağırdılar ve almam gerekenden çok daha fazla bir ücret verdiler; kırk üç dolar. Bu onların bana bir jestiydi, çünkü Saratoga’dan gelene kadar bekledikleri sayıda gösteri yapamamışlardı. Ayrıca sirk şirketinin ertesi sabah Washington’dan ayrılmamızı istediğini fakat cenaze nedeniyle bir gün daha kalmaya karar verdiklerini söylediler. Daha sonraki dönemde, tanışmamızdan bu yana olduğu gibi, bana karşı oldukça naziktiler. Her fırsatta bana resmî dille hitap etmişlerdi ve ben de bu yönlerine kesinlikle kendimi kaptırmıştım. Onlara her şeyimi emanet edebilirdim, koşulsuz bir güven duyuyordum. Sürekli benimle konuşmaları, bana karşı tutumları, özgür olduğumu gösteren belgeleri edinmeyi akıl edişleri ve şimdi burada anmaya gerek olmayan yüzlerce küçük iyiliklerinin hepsi bana kesinlikle arkadaşım olduklarını ve bana ciddi şekilde önem verdiklerini hissettirmişti. Bilmiyorum ama böyleydi. O zamanlar, şimdi onların suçlu olduklarına inandığım kötülükten mesul değildiler. Altın uğruna beni bilinçli olarak evimden, ailemden, özgürlüğümden uzaklaştırarak talihsizliklerimden sorumlu olanlar onlar mıydı, bu sayfaları okuyanlar da benim gibi anlama imkanına sahip olacaklar. Şayet masumdularsa, benim ani kayboluşum gerçekten hesapta olmayan bir şey olmalı ama o zaman bütün yaşananları aklımdan geçirdiğimde onlara böyle cömert bir rol biçemiyorum.
Görünüşe göre kendilerinde bolca bulunan paradan bana da verdikten sonra, şehrin geleneklerini bilmediğim için o gece için bana dışarı çıkmamamı tavsiye ettiler. Tavsiyelerini dinleme sözü verdikten sonra onları baş başa bırakıp siyahi bir odacı eşliğinde otelin arka tarafında, zemin kattaki odama gittim. Dinlenmek için uzandım ve uyuyana kadar evimi ve karımı, çocuklarımı ve bizi ayıran mesafeyi düşündüm. Ama hiçbir merhamet meleği yatağıma gelip bana kaçmamı söylemedi; hiçbir aman eden ses rüyalarımda bana gelip, beni bekleyen imtihanları önceden haber vermedi.
Ertesi gün Washington’da görkemli bir geçit töreni vardı. Topların kükreyişi ve çanların çalışı havayı doldururken evler bürümcüklerle doldurulmuş, insan kalabalıkları sokakları karartmıştı. Gün devam ederken cadde boyunca yavaş yavaş hareket eden tören alayı göründü; art arda at arabalarının yanında binlerce kişi de yürüyerek hüzünlü müziğin peşinden gidiyordu. Harrison’ın ölü bedenini mezara taşıyorlardı.
Sabahın erken saatlerinden itibaren sürekli olarak Hamilton ve Brown’a eşlik ettim. Washington’da sadece onları tanıyordum. Cenaze gösterisi devam ederken birlikte durduk. Cenaze yerinde atılan her toptan sonra pencere camının nasıl kırılıp yerlere dağıldığını dün gibi hatırlıyorum. Hükümet Binası’na gittik ve uzun bir süre çevresinde dolandık. Öğleden sonra da beni yanlarından ayırmadılar. Başkanlık Sarayı’na doğru yürüdük ve bana etrafı gösterdiler. Henüz sirke dair hiçbir şey görmemiştim. Zaten günün velvelesi içinde sirki olsa olsa birazcık düşünebilmiştim.
Arkadaşlarım bütün öğleden sonra alkol mekanlarında içki içtiler. Tanıdığım kadarıyla pek aşırıya kaçma huyları olduğu söylenemez. Bu gibi durumlarda kendileri aldıktan sonra bana da bir bardak doldurup uzatırlardı. Takip eden olaydan çıkartılabileceği üzere sarhoş olmadım. Akşama doğru yine bu içkilerden içtikten hemen sonra çok büyük bir rahatsızlık hissettim. Kendimi çok hasta hissediyordum. Başım sersemletici, ağır, katlanılmaz bir şekilde ağrımaya başladı. Akşam yemeğinde iştahım kaçmıştı; yemeğin görüntüsü de tadı da mide bulandırıcıydı. Hava kararırken aynı odacı beni bir önceki gece kaldığım odaya götürdü. Brown ve Hamilton sabah daha iyi olacağımı umduklarını söylediler ve yüzlerinde yaşadığım acıyı paylaştıklarını gösteren bir ifadeyle gidip dinlenmemi tavsiye ettiler. Yalnızca üzerimdeki ceketi ve botları çıkarıp kendimi yatağa attım. Uyumak imkansızdı. Kafamdaki ağrı arttıkça dayanılmaz bir hale geldi. Hemen susadım. Dudaklarım kavrulmuştu. Su dışında bir şey düşünemiyordum. Göller, akan ırmaklar, eğilip suyundan içtiğim dereler ve dışına taşan sularıyla kuyunun dibinden çıkan serin bir kova… Sanıyorum ki gece yarısına doğru yoğun susuzluğa dayanamayıp kalktım. Buranın yabancısıydım ve odaları hiç bilmiyordum. Görebildiğim kadarıyla ayakta kimse yoktu. Nereye gittiğimi bilmez bir şekilde rastgele dolaşırken en sonunda bodrum katındaki mutfağa girdim. İçeride iki üç siyahi hizmetli vardı. İçlerinden bir kadın bana iki bardak su verdi. Bu, geçici bir rahatlama sağladı ama tekrar odama döner dönmez aynı yakıcı su içme arzusu, aynı susuzluk çilesi yeniden başladı. Bu sefer öncekinden de ıstıraplıydı. O keskin baş ağrısı da aynı şekilde… Korkunç bir acı içinde kıvranıyordum. Neredeyse delirmek üzereydim! O felaket gecenin anısı beni mezara kadar kovalayacaktır.
Mutfaktan dönüşümün ardından geçen yaklaşık bir saat içerisinde odama birilerinin girdiğini fark etmiştim. Birkaç kişi var gibiydi, birbirine karışan sesler duyuyordum ama kaç kişi olduğunu veya kim olduklarını bilmiyorum. Brown ve Hamilton’ın orada olup olmadığına dair ise ancak tahminde bulunabilirim. Kesin olarak hatırladığım; birilerinin bana doktora gidip ilaç almamı söylediği, benimse ceketimi ve şapkamı almadan botlarımı giyip onları uzun bir geçit veya ara yol boyunca bir sokağa kadar takip ettiğim. Sokak, Pennsylvania Caddesi’nden sağa doğru devam edince karşınıza çıkıyordu. Karşıda bir pencereden ışık geliyordu. Sanırım o an yanımda üç kişi vardı ama bir bütün olarak düşündüğümde her şey sancılı bir rüya gibi belirsiz ve bulanık. Bir doktorun odasından geldiğini düşündüğüm ve ben yaklaştıkça azalan ışık, o zamana dair şu anda hatırlayabildiğim son aydınlık anı. O andan itibaren hislerimi yitirmiştim. Ne kadar süre o halde kaldım, sadece o gece mi, yoksa devam eden günler ve gecelerde de mi, bilmiyorum ama bilincim yerine geldiğinde kendimi yalnız, tamamen karanlıkta ve zincirlenmiş buldum.
Başımdaki ağrı bir nebze olsun gitmişti ama kendimi yorgun ve zayıf hissediyordum. Sert tahtadan yapılmış bir ranzanın üzerinde ceketsiz ve şapkasız oturuyordum. Ellerim kelepçelenmişti. Bileklerim de zincirlenmişti. Zincirin bir ucu yerdeki büyük daireye, diğeriyse bileklerimdeki kelepçelere bağlıydı. Boş yere ayağa kalkmayı denedim. Öyle ıstıraplı bir uykudan sonra düşüncelerimi toplamam zaman alacaktı. Neredeydim? Bu zincirlerin anlamı neydi? Brown ve Hamilton neredeydi? Ne yapmıştım da böyle bir zindana hapsedilmeyi hak etmiştim? Anlayamıyordum. Bu yerde tek başıma uyanmamdan öncesine dair boşluklar vardı hafızamda ve ne kadar zorlasam da hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir hayat belirtisi, bir ses var mıdır diye dikkatle dinledim ama her hareket etmeye kalktığımda şıngırdayan zincirlerimin sesinden başka hiçbir şey ağır sessizliği bozmuyordu. Sesli şekilde konuştum ama sesim beni ürküttü. Kelepçelerin izin verdiği ölçüde ceplerimi yokladım ve ne göreyim, yalnızca özgürlüğüm değil, param ve özgür biri olduğumu gösteren belgeler de çalınmıştı! Sonradan sonraya, karanlık ve şaşkın zihnimi toplayınca kaçırılmış olduğumu anladım. Fakat inanılır bir durum değildi! Bir yanlış anlaşılma, kötü bir hata olmalıydı. Kimseye yanlış yapmamış veya yasa ihlal etmemiş, New Yorklu, özgür bir vatandaş böyle insanlık dışı bir muamele görmemeliydi. Ama durumum üzerine düşündükçe şüphelerim doğrulandı. Issız bir düşünüştü şüphesiz. Duygusuz insanda güvenin de, acımanın da bulunmadığını hissettim ve kendimi ezilenlerin Tanrısına emanet ederek başımı kelepçeli ellerimin üstüne koyup acı acı ağladım.
3. Bölüm
Acı Dolu Düşünceler – James H. Burch Williams’ın Washington’daki Köle Hücresi – Yağcı Radburn
Özgürlüğümü İfade Edişim – Tüccarın Öfkesi Tokaç ve Dokuz Kamçılı Kırbaç – Kırbaç Cezası
Yeni Yüzler – Ray, Williams ve Randall Küçük Emily ve Annesinin Hücreye Gelişi
Annelik Hüznü – Eliza’nın Hikayesi
Acı içinde düşüncelere dalmış oturuyordum alçak ranzanın üzerinde; bu halde bir üç saate yakın kalmış olmalıydım. Bir horozun uzun uzun ötüşünü duydum ve ardından da at arabalarının sokaktan geçerkenki gürültüsü çalındı kulağıma, anladım ki gün ağarmıştı. Ama zindanımdan içeri hiç ışık girmiyordu. Sonra bir anda üst katımda ileri geri yürüyen ayak seslerini işittim. O zaman anladım ki bir apartmanın bodrumundayım, rutubet ve küf kokusu da şüphelerimi haklı çıkarıyordu. Yukarıdaki gürültü en az bir saat daha devam etti. Sonra dışarıdan gelen ayak seslerini duydum. Anahtar, kilidin içinde döndü. Büyük bir kapı geriye doğru açıldı; içeriye iki adamla birlikte büyük bir ışık seli girdi. Adamlardan biri büyük, güçlü, kırk yaşlarında, aralarda hafif griliklerle beraber koyu kestane rengi saçları olan biriydi. Yuvarlak bir yüzü, kırmızı bir teni, bir de zulüm ve kurnazlıktan başka bir şey ifade etmeyen oldukça kaba saba bir vücudu vardı. Yaklaşık 1,80 metre boylarındaydı. Bütün görünümüyle sinsi ve tiksindirici olduğunu söylemem gerekir. Daha sonra öğrendiğime göre Washington’da iyi tanınmış James II adında bir köle tüccarıymış. Ya o zamanlar ya da daha sonra New Orleanslı Theophilus Freeman’la iş ortağıymış. Ona eşlik edense Ebenezer Radburn adında basit bir yalakaydı. Gardiyanlık yapıyordu. Bu iki adam da hâlâ Washington’da yaşıyor olmalılar. En azından ben Ocak ayında kölelikten kurtulduktan sonra oralardan geçerken öyleydi.
Açık kapıdan içeri süzülen ışık, hapsedildiğim odayı görebilmemi sağlamıştı. Yaklaşık 3,5 metreydi ve duvarları da taştandı. Zemin, tahtayla döşenmişti. Sağlam demir örgülerle çaprazlanmış, panjuru sıkı sıkıya kapatılmış küçük de bir pencere vardı.
Demir bir kapı da bitişikteki bir hücreye veya mahzene açılıyordu; tek bir pencere veya ışığın girebileceği herhangi bir delik yoktu. Benim bulunduğum odadaki eşyalar, üstünde oturduğum tahtadan kanepe ve eski bir sobadan ibaretti. Bunun yanındaki iki hücrede ne yatak, ne battaniye, ne de başka herhangi bir şey vardı. Burch ve Radburn’ün girdiği kapıya ulaşmak için binanın arkasındaki 3-3.5 metre yüksekliğindeki aynı kalın duvarlarca çevrelenmiş başka bir binadan çıkıp bir bahçeye gitmek, oradan da merdivenleri çıkıp bir ucu kapıya çıkan koridoru geçmek gerekiyordu. Bahçe, binadan yaklaşık 9 metre arkaya uzanıyordu. Duvarın bir kısmında sıkıca demirlenmiş, binadan sokağa uzanıp dar, kapalı bir geçide açılan bir kapı vardı. O dar geçitten çıkmayı sağlayan kapı, siyahi adamın mühürlü kaderiydi. Duvar, yukarısı içe doğru yükselen ve bir tür sundurmaya benzeyen bir çatıyı destekliyordu. Çatının alt tarafında değişik, yuvarlak bir tavan arası bölümü vardı. Köleler, istenirse burada kalabiliyor veya fırtınalı havalarda fırtınadan korunmak için burayı sığınak olarak kullanabiliyorlardı. Bazı açılardan çiftçi avlusuna benziyordu ama büyük bir farkla: Dış dünya, içeride güdülen büyükbaş insanları görmesin diye inşa edilmişti burası.
Bahçenin olduğu bina iki katlıydı ve Washington’ın sokaklarından birine bakıyordu. Dıştan kendi halinde, özel bir konut görünümü veriyordu. Oraya bakan bir yabancı asla içeride dönen pislikleri hayal edemezdi. Tuhaftır, bu heybetli binadan direkt aşağıya bakınca karşınıza Başkanlık Sarayı çıkıyordu. Vatansever vekillerin özgürlük ve eşitlik naraları ile zavallı kölelerin zincirlerinin şangırtısı birbirine karışıyordu. Tam Başkanlık Sarayı’nın gölgesinde bir köle yuvası!
Benim de bir hücresinde sebebini anlamadan alıkonduğum, Washington’daki William’ın köle evi 1841 yılında tam da böyleydi.
Burch açık kapıdan girerken “Evet, evlat, şimdi nasıl hissediyorsun bakalım?” diye bana seslendi. Hasta olduğumu söyledim ve hapsedilmemin sebebini sordum. Benim onun kölesi olduğumu, beni satın aldığını ve beni New Orleans’a göndermek üzere olduğunu söyledi. Yüksek sesle ve net bir biçimde özgür bir insan olduğumu, Saratoga vatandaşı olduğumu ve orada yine özgür olan bir eşimin ve çocuklarımın olduğunu, adımın da Northup olduğunu söyledim. Bana yapılan garip muameleden ötürü feryat ettim ve özgür kaldıktan sonra bu yanlışın bedelini ödeteceğime dair tehditler savurdum. Özgür olduğumu inkar edip kesin bir dille Georgia’dan geldiğimi belirtti. Tekrar tekrar kimsenin kölesi olmadığımı, zincirlerimi bir an önce çıkarmasını söyledim. Sesimi başkaları duyabilir diye korkarak beni susturmaya çalıştı. Ama susmuyordum; her kimse onlar, esaretime neden olanları tek kelimeyle cani ilan ettim. Baktı ki beni susturamıyor, hırsla bana sövmeye başladı. Küfrederek bana yalancı bir zenci, Georgia’dan gelmiş bir kaçak olduğumu söyledi ve ancak en edepsiz hayal gücünün üretebileceği o kirli ve adi hakaretleri sıraladı.
Tüm bu süre zarfında Radburn sessizce bekliyordu. Onun işi bu insan ahırına gözcülük etmek, köle almak, onları besleyip kırbaçlamaktı. Günde bir kafaya iki şilin alıyordu. Burch ona dönüp tokacı ve dokuz kamçılı kırbacı içeri getirmesini-emretti. O da bir an ortadan kaybolduktan sonra birkaç saniye içinde bu işkence aletleriyle birlikte geri geldi. Köle dövme jargonunda tokaç olarak bilinen şey, (ya da en azından benim ilk tanıştığım şey buydu) sert tahtadan yapılmış 45-50 santimetrelik, eski bir spatulayı veya sıradan bir küreği andıran bir işkence aletiydi. Yaklaşık olarak iki avuç büyüklüğündeki düz kısmı birçok yerinden delinmişti. Dokuz kamçılı kırbaçsa birçok kolu olan büyük bir ipti. Kollar ayrılıyor, her birinin ucuna düğüm atılıyordu.
Bu iki ürpertici alet gelir gelmez ikisi de beni tutup hunharca üstümdekileri çıkardılar. Daha önce söylediğim gibi, ayaklarım yere bağlıydı. Beni yüzüm yere bakar bir şekilde kanepeye doğru sürüklerken Radburn o ağır ayağını kolumdaki zincire, bileklerimin arasına doğru koydu ve canımı acıtarak yere doğru bastırdı. Burch tokaçla beni dövmeye başladı. Çıplak bedenime darbe üstüne darbe iniyordu. Acımasız kolu yorulunca durakladı ve hâlâ özgür bir adam olma konusunda ısrar edip etmediğimi sordu. Ben ısrara devam ettikçe darbeler bir öncekinden daha hızlı ve esaslı bir şekilde yenilendi. Bir daha yorulunca aynı soruyu soruyordu ve aynı cevabı alınca zalim, çalışmasına kaldığı yerden devam ediyordu. Tüm bu süre zarfında, insan bedeninde hayat bulmuş bu şeytan, en gaddar küfürleri ediyordu. Yine de pes etmiyordum. Bütün o yabani vuruşları ağzımdan bir köle olduğum yalanını zorla çıkarmaya yetmiyordu. Delirmiş gibi tokacın kırılan tutamağını yere atıp kırbacı aldı. Bu diğerinden çok daha fazla can yakıyordu. Bütün gücümle dayanmaya çalıştım ama nafile. Biraz merhamet için dua ettim ama duama cevaben sadece lanet ve darbe geliyordu. Vahşi adamın vuruşlarının beni öldüreceğini sandım. Şu an bile o sahneyi hatırladığımda tüylerim ürperiyor. Yanıyordum. Acılarımı cehennem alevlerinden başka hiçbir şeyle kıyaslayamam.
Sonunda onun tekrar eden sorularına cevapsız kaldım. Cevap vermiyordum. Hatta neredeyse konuşamaz hale gelmiştim. Yine de kamçıyı zavallı bedenime esirgemeden indiriyordu ta ki her vuruşta yırtılmış derimin kemiklerimden sıyrıldığı görülene kadar. Ruhunda merhametin zerresi bulunan bir adam, köpeği bile böyle zalimce dövmezdi. Radburn uzun uzadıya artık beni dövmenin yersiz olduğunu, benim pişman olduğumu söyledi. Sonra Burch, uyarı mahiyetinde yumruğunu yüzüme sallayıp dişlerini sıkarak, eğer tekrar özgür olduğumu, kaçırıldığımı veya benzeri bir şey söylersem, şimdi aldığım cezanın daha sonra başıma gelecekler yanında bir hiç olacağını söyledi ve durdu. Ya benim üstemden geleceğine ya da beni öldüreceğine yemin etti. Bu avutucu sözlerle birlikte bileklerimdeki zincirler çıkartıldı ama ayaklarım hâlâ halkaya bağlıydı. Açılmış olan küçük pencerenin panjuru tekrar kapandı ve onlar çıkıp kapıyı arkalarından kitleyince yine tek başıma önceki gibi karanlıkta kaldım.
Bir veya iki saat sonra anahtar kilidin içinde tekrar dönerken yüreğim ağzıma geldi! Çok yalnız olan ve kim olursa olsun herhangi birini görmek isteyen ben şimdi bir adamın yaklaştığını duyunca korkudan titriyordum. Şimdi bir insanın yüzü, özellikle de beyaz bir insanın yüzü, bana korkunç geliyordu. Radburn içeri girip teneke tabakta buruş buruş domuz eti, bir dilim ekmek ve bir bardak su getirdi. Nasıl hissettiğimi sordu ve oldukça ciddi şekilde kamçılandığımı belirtti. Bana tekrar özgür olduğumu belirtmememi sıkı sıkı tembihledi. Oldukça kibirli ve kendinden emin, bana nasihat verdi: Bu konuda ne kadar az konuşursam benim için o kadar iyi olurmuş. Zavallı halimden etkilendiği için mi yoksa beni özgürlüklerim konusunda susturmak istediği için mi, şu an düşünmek anlamsız ama belli ki nazik görünmeye çalışıyordu. Ayak bileklerimdeki zincirin kilidini çözdü, küçük pencerenin panjurunu açtı ve beni tekrar yalnız başıma bırakıp gitti.
O an itibariyle bitkin ve perperişandım. Tüm bedenim su toplamıştı, büyük bir acıyla ve zorlukla yürüyordum. Pencereden, bitişikteki duvarın üzerindeki çatı dışında bir şey göremiyordum. Geceleyin rutubetli, sert zemine yastıksız ve battaniyesiz uzandım. Radburn aynı dakiklikle domuz eti, ekmek ve suyuyla birlikte günde iki kez gelirdi. Çok az iştahım vardı ama sürekli bir susuzlukla içim yanıyordu. Yaralarım aynı pozisyonda birkaç dakikadan fazla kalmama izin vermiyordu. Bu yüzden oturarak, ayakta durarak veya yavaş yavaş hareket ederek günlerimi ve gecelerimi geçiriyordum. Kederli ve bezgindim. Ailemi; eşimi ve çocuklarımı düşünüyordum sürekli. Uyku bastırınca rüyamda onları görürdüm: Tekrar Saratoga’daydım ve onların yüzünü görebiliyor, onların bana seslendiğini duyabiliyordum. Uykunun tatlı hülyalarından sıyrılıp acı gerçekle karşılaştığımda inleyip ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Yine de ümidim tam anlamıyla yok olmamıştı. Hızlıca buradan çıkıp gideceğim günleri düşlüyordum. Durumum öğrenilince adamların beni köle olarak tutmaya devam etmesi imkansız diye düşündüm. Georgia kaçağı olmadığımı öğrenen Burch elbette ki gitmeme izin verirdi. Şüphelenmeme rağmen Brown ve Hamilton’ın benim hapsedilmemde rol oynadığına inanmak istemiyordum, bunu bir türlü kabullenemiyordum. Elbette ki beni arayıp bulup esaretten kurtaracaklardı. Ne yazık! O zamanlar henüz “insanın insana gaddarlığı”nın ölçüsünü, kazanç için ne kötülüklere başvuracağını öğrenememiştim.
Takip eden birkaç günde dış kapı açılmış, bu da bahçeye çıkabilme imkanı sağlamıştı bana. Orada üç köle buldum. Birisi on yaşında bir delikanlı, diğerleri yirmi ve yirmi beş yaşlarında iki genç erkekti. Gecikmeden onlarla tanışıp isimlerini ve hikayelerini öğrendim.
En yaşlı olan Clemens Ray adında siyahi bir adamdı. Washington’da yaşamış, kiralık at arabası sürücülüğü yapmış, orada uzun süre bir ahırda çalışmıştı. Oldukça zekiydi ve içinde bulunduğu durumu tamamen benimsemişti. Güneye gitme fikri onu kahrediyordu. Burch onu üç gün önce satın almış, New Orleans pazarında satacağı vakit gelene kadar buraya yerleştirmişti. William’ın Köle Hücresi’nde olduğumu kendisinden öğrendim. Bana buranın ne tür işler için tasarlandığını anlattı. Ona üzücü hikayemin detaylarını anlattım ama ancak beni anladığını söyleyerek teselli olabiliyordu. Ayrıca bana özgürlüğüm konusunda bundan sonra sessiz olmamı tembihledi, çünkü Burch’un kişiliğini biliyor ve böyle yapmamın sadece daha fazla kırbaç cezasına neden olacağının garantisini veriyordu. İkinci büyüğün adı John Williams’tı. Washington’dan çok da uzak olmayan Virginia’da yetiştirilmişti. Burch onu bir borcun bedeli olarak satın almıştı ve kendisi sürekli olarak efendisinin onu tekrar almasını ümit ediyordu ki bu sonradan gerçekleşti. Küçük delikanlıysa hayat dolu, Randall adında bir çocuktu. Çoğu zaman bahçede oyun oynardı ama sık sık ağlayıp annesini ister, onun ne zaman geleceğini merak ederdi. Annesinin yokluğu, küçücük kalbindeki tek kedermiş gibi duruyordu. Durumunu algılayamayacak kadar küçüktü ve annesini özlemediği zamanlarda bizi küçük oyunlarıyla eğlendirirdi.
Gece olduğunda Ray, Williams ve küçük çocuk tavan arasında uyurlarken ben hücreye kitleniyordum. Sonunda hepimize atların üstünde kullanılan örtülerden verildi. Bu, takip eden on iki yıl boyunca sahip olmama izin verilen tek yatak eşyasıydı. Ray ve Williams bana New York’la ilgili bir sürü soru sorarlardı: Siyahilere orada nasıl davranılıyordu? Nasıl kimsenin zülmüne ve tahrikine uğramadan yuva kurabiliyorlardı? Özellikle Ray, özgürlükler konusunda devamlı iç çekerdi. Ama bu tarz konuşmaları Burch veya bekçi Radburn’e duyurmazdık. Bu tür arzular kırbacın sırtımızda bitmesine neden olurdu.
Burada, hayat hikayemdeki esas olayların gerçek bir ifadesi ve yaşadığım gördüğüm kadarıyla kölelik dediğimiz mefhumun bir tasviri için tanınmış, önemli yerlerden ve hâlâ hayatta olan insanlardan bahsetmem gerekir. Ben Washington’da ve çevresinde tamamen bir yabancıydım; buralarda kimseyi tanımıyordum. Burch ve Radburn dışındakilerin hepsi buradaki köle arkadaşlarımdan dinlediklerimdir. Dolayısıyla şimdi anlatacaklarımda bir yanlışlık varsa, kolaylıkla aksi iddia edilebilir.
William’ın köle hücresinde yaklaşık iki hafta kaldım. Ayrılışımdan bir gece önce acı acı ağlayan bir kadın, elini tuttuğu bir çocukla birlikte oraya getirildi. Gelenler Randall’ın annesi ve üvey kız kardeşiydi. Randall onları görünce sevinçten havalara uçmuştu. Annesinin elbisesine tırmanıyor, çocuğu öpüyor, her türlü sevinç belirtisini gösteriyordu. Anne de onu kollarıyla sarıyor, sıkıca kucaklıyor, şefkat dolu gözlerle ona bakıyor, onu tatlı sözlerle seviyordu.
Emily yedi veya sekiz yaşlarında, açık tenli ve muhteşem güzel yüzlü bir çocuktu. Saçları boyun hizasında bukle bukle oluyordu; kıyafetinin stili ve parıltısı ve genel görüntüsündeki zarafet onun zenginlik içinde yetiştirildiğini gösteriyordu. Gerçekten çok tatlı bir çocuktu. Parmaklarındaki yüzükler, kulaklarından aşağı süzülen altın süslemelerle kadın da ipekler içindeydi. Havası ve tavırları, lisanının doğruluğu ve uygunluğu, hepsi onun bir zamanlar köle seviyesinin üstünde olduğunu gösteriyordu. Kendini böyle bir yerde bulmuş olmaktan ötürü hayrete düşmüş gibi görünüyordu. Onu buraya düşüren belli ki ani ve beklenmedik bir talihsizlikti. Şikayet üstüne şikayet ederken çocuklar ve benimle birlikte hücreye tıkıldı. Dil, sürekli yakarışlarının sadece eksik bir betimlemesini verebilir. Kendini yerlere atıp çocuklarını kollarıyla sararken o kadar dokunaklı şeyler söylerdi ki bu ancak anne sevgisi ve şefkatiyle açıklanabilir. Çocuklar sadece onun yanında güvenlik ve korunma mümkünmüşçesine annelerine sıkı sıkı sokulurlardı. En sonunda da, başları annelerinin dizinde, uykuya dalarlardı. Onlar uyurken anneleri alınlarına düşen saçları geriye tarar, bütün gece onlarla konuşurdu. Onlara, kendilerini bekleyen acı dolu kaderden habersiz o zavallı masum şeylere “aşkım”, “tatlı bebeğim” gibi sözler söylerdi. Yakında onları rahatlatacak bir anneleri olmayacaktı, birbirlerinden ayrılacaklardı. Onlara ne olacaktı? Hayır, küçük Emmy’sinden ve sevgili oğlundan uzakta yaşayamazdı. Her zaman iyi ve sevgi dolu çocuklar olmuşlardı. Çocukları ondan alınırsa kahrolacağını söylerdi ama yine de biliyordu ki çocukları satmayı düşünüyorlardı ve belki de ayrılıp birbirlerini bir daha hiç göremeyeceklerdi. O perişan ve kendinden geçmiş annenin acınası ifadelerini dinlemek taştan bir kalbi eritmeye yeterdi. İsmi Eliza’ydı ve sonradan anlattığına göre hayatı şu şekildeydi:
Washington’da yaşayan Elisha Berry adındaki zengin bir adamın kölesiymiş. Sanırım onun çiftliğinde doğduğunu söylemişti. Adam yıllar önce sefahate düşkün bir hayat yaşarken eşiyle karşı karşıya gelmiş. Hatta Randall’ın doğumundan kısa bir süre sonra ayrılmışlar. Eşini ve kızını her zaman oturdukları evde bırakıp yakındaki bir arsaya yenisini dikmiş. Bu eve Eliza’yı getirmiş ve onunla yaşaması koşuluyla kendisini ve çocukları özgür bırakacağını söylemiş. Birlikte dokuz yıl yaşamışlar. Hizmetçileri varmış ve her türlü rahata ve lükse sahiplermiş. Emily o adamdanmış! Sonunda, önceki evde annesiyle kalan genç sahibesi, Bay Jacob Brooks adında biriyle evlenmiş. Sonra Berry’nin kontrolü dışında mallarının paylaşılması gündeme gelmiş. Eliza ve çocuklar Bay Brooks’un payına düşmüşler. Berryler’le yaşadıkları dokuz yıl boyunca, konumu nedeniyle hem kendisi hem de Emily, Bayan Berry’nin öfke ve hoşnutsuzluğunun hedefi olmuş. Sürekli olarak kendisine özgürlüğünün sözünü veren Bay Berry’yi ise mizaç olarak iyi kalpli bir adam olarak tanımlardı. Gücü yetseydi onu özgür bırakacağından eminmiş. Kızın mülkiyeti ve kontrolü altına geçince birlikte uzun süre yaşamayacakları belli olmuş. Eliza’nın varlığı Bayan Brooks’ta nefret uyandırmaya yetiyormuş. Ne ona, ne de güzelliğiyle göz alan üvey kız kardeşe katlanabiliyormuş!
Hücreye sokulduğu gün Brooks onu, efendisinin sözünü tutmak üzere özgürlüğünü gösteren belgeleri alma yalanıyla konaktan şehre getirmiş. Özgürlük hayalleriyle mutluluktan havalara uçan Eliza, kendini ve küçük Emily’yi en iyi kıyafetlerle kuşatmış ve adama memnuniyetle eşlik etmiş. Şehre geldikten sonra, özgür insanlar arasına katılmak yerine tüccar Burch’a teslim edilmiş. İşlenen belge bir satış senediymiş. Yılların umudu bir an içinde kaybolup gitmiş. O gün, mutluluğun zirvesinden çaresizliğin dibine düşmüş. Ağlamasına ve hücreyi yürek parçalayan iniltilerle doldurmasına şaşırmamalı.
Eliza artık yaşamıyor. Sularını ağır ağır Louisiana’nın hastalıklı ovaları arasından akıtan Red Nehri’ndeki mezarında, zavallı kölelerin bildiği tek dinlenme yerinde, yatıyor. Nasıl bütün korkularının gerçekleştiği, nasıl gece gündüz yas tutup asla bir teselli bulamadığı, nasıl tam da tahmin ettiği gibi evlat acısıyla canının yandığı hikayenin devamında görülecek.
4. Bölüm
Eliza’nın Dertleri – Ayrılık Hazırlıkları
Washington Sokaklarında Gidiyoruz
Çok Yaşa Kolumbiya – Washington Mezarı – Clem Ray
Vapurdaki Kahvaltı – Neşeli Kuşlar – Aquia Deresi
Fredericksburgh – Richmond’a Varış
Goodin ve Köle Hücresi – Cincinnatili Robert – David ve Eşi
Mary ve Lethe – Clem’in Dönüşü – Kanada’ya Nihai Kaçışı
Orleans Gemisi – James H. Burch
Eliza hücreye ilk getirildiği gece aralıklarla genç sahibesinin kocası Jacob Brooks’tan yakınıyordu. Adamın ona yapacağı alçaklığı biliyor olsaydı, onu oraya asla canlı getiremeyeceğini söylüyordu. Onu, Efendi Barry çiftlikte yokken uzaklaştırmayı seçmişler. O Eliza’ya iyi davranırmış. Onu görebilmeyi diliyor, ama artık onun bile kendisini kurtaramayacağını biliyordu. Sonra yine her şeyden habersiz dizlerinde uyuyan çocuklarını öpüp önce birine, sonra diğerine sesleniyor ve ağlıyordu. Gece böylece geçip gitti. Gün ağarıp gece tekrar yüzünü gösterdikten sonra yasına devam etti, hiçbir şekilde teselli olmadı.
Takip eden gece yarısı sularında hücre kapısı açıldı ve ellerinde fenerlerle Burch ve Radburn geldi. Burch kaba bir şekilde hemen battaniyelerimizi toplamamızı ve vapura binmek için hazırlanmamızı söyledi. Acele etmezsek geride bırakılacağımıza dair yemin etti. Çocukları sert bir şekilde sarsarak kaldırdı ve sanırım yeterince uyuduklarını söyledi. Bahçeye çıkarak Clem Ray’e seslendi ve tavan arasından çıkmasını, battaniyesini de alıp hücreye gelmesini emretti. Clem geldiğinde bizi yan yana getirdi ve birbirimize kelepçeledi; beni sol elimden, onu sağ elinden. Bir veya iki gün önce John Williams’ı efendisi tekrar yanına alarak mutlu etmişti. Clem’e ve bana yürümemiz emredildi. Arkamızdan Eliza ve çocuklar geliyordu. Önce bahçeye, oradan kapalı geçide ve en sonunda da daha önce ileri geri yürüme sesleri duyduğum üst odaya geçtik. İçerideki eşyalar bir fırın, birkaç eski sandalye ve kağıtlarla kaplı uzun bir masadan ibaretti. Beyaza boyalı bir odaydı, yerde halı yoktu ve bir tür ofisi andırıyordu. Pencerelerden birinin yanındaki paslı kılıç dikkatimi çekmişti. Burch’un sandığı oradaydı. Bir eliyle o sandığı tutarken verdiği emir üzerine ben de kelepçesiz olan elimle yardım ettim. Hücreyi terk ettiğimiz sırayla ön kapıdan sokağa çıktık.
Karanlık bir geceydi. Sessizlik hâkimdi. Pennsylvania Caddesi’nden bu tarafa düşen ışığı veya ışık yansımalarını görebiliyordum ama kimseler yoktu; avareler bile. Neredeyse kaçmaya çalışacaktım. Sonucu ne olursa olsun, ellerim kelepçeli olmasaydı kesinlikle bu şansı değerlendirirdim. Radburn arkamızda, elinde büyük bir değnekle küçükleri olabildiğince hızlı şekilde hareket ettiriyordu. Washington sokaklarından, yani temelleri yaşam hakkının devredilemezliği, özgürlük ve mutluluk arayışı üzerine atılmış olan bir devletin başkentinden böyle suspus ve ellerimiz kelepçeli geçtik! Yaşasın Kolumbiya[3 - Kolumbiya, Amerika Birleşik Devletleri’ne verilmiş şiirsel bir hitap şekli olmakla birlikte genellikle dişil çağrışımlar yapar. (ç.n.)]! Gerçekten cennet topraklar!
Vapura bindikten sonra alelacele ambara, varil ve kargo kutularının arasına fırlatıldık. Siyahi hizmetçi ışığı yaktı, bir çan sesi duyuldu, hemen sonra da motorlar çalışmaya başladı ve Potomac Irmağı’nda nereye gittiğimizi bilmeden ilerledik. Washington mezarını geçerken çan tekrar çaldı. Burch şapkasını çıkarıp şanlı hayatını bu ülkenin özgürlüğüne adamış adamın kutsal küllerinin önünde saygıyla eğildi.
O gece Randall ve küçük Emily dışında hiçbirimiz uyumadık. İlk defa Clem Ray tamamen yenik düşmüştü. Onun için güneye gitme fikri son derece ürkütücüydü. Arkadaşlarını ve gençlik anılarını, onun için değerli olan her şeyi ama her şeyi bir daha asla dönmeme ihtimaliyle birlikte terk ediyordu. O ve Eliza zalim kaderlerine lanetler okuyarak birlikte ağlaştılar. Bense oldukça zor olsa da moralimi yüksek tutmaya çabaladım. Kafamda yüzlerce kaçış planı tasarladım ve ilk fırsatta kaçmaya çalışacaktım. Bu konuda içim rahattı fakat özgür doğmuş olmam konusunda daha fazla bir şey dememeyi öğrenmiştim. Bu yalnızca beni daha zor duruma sokup özgürlük ihtimalini azaltırdı.
Sabah güneş doğduktan sonra kahvaltı için güverteye çağrıldık. Burch kelepçelerimizi çıkardıktan sonra masaya oturduk. Eliza’ya biraz içki alıp almayacağını sordu. Eliza istemedi ve nazikçe teklifi geri çevirdi. Yemek yerken hepimiz sessizdik; aramızda tek bir laf bile konuşulmuyordu. Masaya servis yapan melez bir kadın bizim durumumuzla ilgilenmiş, neşelenmemizi, yılmamamızı söylemişti. Kahvaltıdan sonra kelepçeler tekrar takıldı ve Burch geminin kıçına gitmemizi emretti. Birlikte kutuların üzerinde oturduk ve Burch yanımızdayken hiçbir şey konuşmamaya devam ettik. Zaman zaman yolcular gelip bize bakıyor sonra sessizce geri gidiyordu.
Çok hoş bir sabahtı. Irmağın kenarları boyunca devam eden tarlalar yemyeşildi. O mevsimde görmeye alışık olduğumdan çok daha önce görüyordum bu manzaraları! Güneş sıcacık parlıyor, kuşlar ağaçlarda şarkılar söylüyordu. Neşeli kuşlar! Onları kıskanmıştım. Onlarınki gibi kanatlarımın olmasını diledim. Böylece havada süzülüp Kuzey’in serin ikliminde boş gözlerle babalarının gelmesini bekleyen yavru kuşlarıma uçabilirdim.
Vapur öğleden önce Aquia Deresi’ne ulaşmıştı. Yolcular oradaydı. Burch ve beş kölesi özel olarak onlarla ilgileniyordu. Çocuklarla birlikte gülüyordu. Hatta bir durakta onlara zencefilli çörek bile aldı. Bana başımı dik tutmamı ve akıllı durmamı söyledi. Uslu durursam iyi bir efendim olabilirmiş. Cevap vermedim. Yüzü nefret doluydu ve bakmaya dayanamıyordum. Köşeye oturmuş hala tükenmemiş umudumu, bir gün anavatanımdaki efendiyle tanışma hayaliyle canlı tutuyordum.
Fredericksburgh’da posta arabasından bir otomobile transfer edildik ve karanlık bastırmadan Virginia’nın baş şehri olan Richmond’a vardık. Burada arabalardan indirildik ve sokak boyunca ilerleyip demiryolu deposu ve ırmağın arasında, Bay Goodin adındaki bir adamın köle hücresine getirildik. Burası Washington’daki William’ın yerine benziyordu; sadece biraz büyüktü ve bahçenin iki köşesinde iki tane küçük ev vardı. Bu tarz evler genelde köle bahçelerinde bulunur. Alıcılar pazarlığa oturmadan önce mal gibi alınıp satılan kölelerin incelenmesinde kullanılır. Atlardaki gibi kölelerdeki solgunluk da parasal değerlerinden eksiltirdi. Eğer garanti verilmemişse, zenci ticaretinde de yakından bir muayene yapmak önemlidir.
Bay Goodlin’in bahçe kapısında beyefendinin kendisiyle tanıştık. Yuvarlak, dolgun yüzlü, siyah saçlı ve sakallı, neredeyse kendi zencileri kadar esmer tenli, kısa, şişman bir adamdı. Sert, amansız bir bakışı vardı ve sanırım yaşı elli civarındaydı. Burch’la büyük bir içtenlikle selamlaştılar. Belli ki eski arkadaşlardı. Burch adamın elini sıkarken yanında birilerinin olduğunu belirtip geminin ne zaman kalkacağını sordu. Aldığı cevap geminin ertesi gün hemen hemen aynı saatlerde kalkacağı yönündeydi. Goodin sonra bana dönüp kolumu tuttu, biraz kendi etrafımda döndürdü, iyi mal kontrolü yapabilen adam edasıyla keskin keskin bana baktı ve belli ki içinden ne kadar ettiğimi düşündü.
“Söyle bakalım, nereden geldin sen?”
Bir an şaşırıp “New York’tan,” diye cevap verdim.
“New York mu? Neler yapıyordun o tarafta?” diye şaşkınlıkla sordu.
Burch’un sinirlendiği her halinden anlaşılan yüzüne baktıktan hemen sonra, New York’a kadar çıkmış olsam bile oraya veya bir başka eyalete ait olmadığımı kastederek “Şey, orada sadece kısa bir süreliğine bulundum,” dedim.
Goodin daha sonra Clem’e, sonra da Eliza ve çocuklara dönüp teker teker onları inceledi. Onlara bazı sorular sordu. Çocuğun tatlı yüzünü gören herkes gibi o da Emily’den hoşnut kalmıştı. Onu ilk gördüğüm günkü kadar temiz değildi; saçları biraz dağılmıştı ama bakımsız ve derbeder görüntüsünün altından dünya sevimlisi suratı hâlâ parlıyordu. “Biz birlikte fena sayılmayan bir kafileydik. Fena halde iyiydik,” diyerek fikrini Hıristiyan sözlüklerinde bile bulunmayan birden çok sıfatla pekiştirdi. Sonra bahçeye geçtik. Otuz kadar köle dolanıyorlar veya kulübe içindeki banklarda oturuyorlardı. Hepsi iyi giyimliydiler; erkeklerin şapkası, kadınların eşarbı vardı.
Burch ve Goodin bizden ayrıldıktan sonra ana binanın arkasındaki merdivenlerden çıkıp kapı eşiğine oturdular. Konuşmaya başladılar ama ne hakkında konuştuklarını duyamadım. Sonra Burch bahçeye gelip kollarımı çözdü ve beni o küçük evlerden birine götürdü.
“O adama New Yorklu olduğunu söyledin!” dedi.
Cevap verdim: “New York’a kadar çıktığımı söyledim ama oralı olduğumu veya özgür biri olduğumu söylemedim. Kötü bir niyetim yoktu Efendi Burch. Bilseydim söylemezdim.”
Beni parçalamaya hazırmış gibi bir an bana baktı ve sonra arkasını dönüp gitti. Birkaç dakika sonra geri döndü. “Bir daha New York’la veya özgürlüğünle ilgili bir laf ettiğini duyarsam, sonun ben olurum. Seni öldürürüm. Bundan emin olabilirsin,” diye kükredi.
O zamanlar özgür bir adamı köle diye satmanın tehlikesini ve cezasını benden daha iyi bildiğine hiç şüphem yok. İşlediği suça karşılık benim ağzımı kapatma ihtiyacı duymuştu. Elbette ki öyle bir durumda hayatım bir kuş tüyünden fazla değere sahip olamazdı. Şüphe yok ki ne dediyse onu kastetti.
Bahçenin bir tarafındaki kulübede sert bir masa, üst tarafta da uyumak için tavan arası vardı. Tıpkı Washington’daki hücre gibi. Bu masada akşam yemeğimiz olan domuz etini ve ekmeği yedikten sonra oldukça yapılı ve besili, çehresi hüzünlü koca bir adama kollarımdan kelepçelendim. Zeki ve bilge bir adamdı. Birlikte zincirlenmiş olmaktan dolayı birbirimizin hikayesini öğrenmekte fazla gecikmedik. İsmi Robert’tı. Benim gibi o da özgür doğmuştu ve Cincinnati’de bir eşi, iki de çocuğu vardı. Güneye, oturduğu şehirden onu kiralayan iki adamla birlikte geldiğini söyledi. Özgürlüğünü belgeleyen kağıtlar olmadığı için Fredericksburgh’da ele geçirilmiş, hapsedilmiş ve sonra da aynı benim öğrendiğim gibi sessizlik politikasını öğrenene kadar dövülmüştü. Yaklaşık üç hafta Goodin’in hücresinde kalmıştı. Bu adama çok bağlanmıştım. Birbirimizle empati kurabiliyor, birbirimizi anlayabiliyorduk. Aradan çok da zaman geçmeden buruk kalbi ve gözyaşlarıyla ölüşünü görecek ve son kez cansız bedenine bakacaktım.
Robert ve ben, yanımda Clem, Eliza ve çocuklarla birlikte battaniyelerimiz üstümüzde, bahçedeki küçük evlerden birinde uyuduk. Bizden başka, evde aynı çiftlikten alınıp satılmış, artık güneye doğru yolculuk edecek olan dört kişi daha vardı. İkisi de melez olan David ve eşi Caroline oldukça sarsılmışlardı. Şeker kamışı ve pamuk tarlalarına götürülme düşüncesi onları ürpertiyordu ama en büyük endişe ayrılma fikriydi. Uzun, kıvrak, simsiyah bir kız olan Mary, hem bitkin, hem de olan bitene karşı kayıtsızdı. O sınıftan birçoğu gibi, özgürlük diye bir kelime olduğunu bilmiyordu. Vahşi birinin cehalet çatısının altında büyümüş olduğu için onun da vahşi birininkinden fazla zekası yoktu. Efendisinin kırbacından başka bir şeyden korkmayan, efendisinin sesinden başkasına boyun eğmeyenlerdendi, ki onlardan çokça bulunuyordu. Bir diğeriyse Lethe idi. Onun tamamen farklı bir kişiliği vardı. Uzun, düz saçları vardı ve zenci bir kadın görünümden çok Kızılderili bir görünüme sahipti. Keskin ve kinci gözleri vardı ve devamlı olarak nefret ve intikam lafları ederdi. Kocası satılmıştı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Başka bir efendinin de diğerlerinden daha kötü olmayacağına emindi. Nereye götürüleceği pek umurunda değildi. Çaresiz varlığı yüzündeki yara izlerini bir adamın kanıyla temizlemek umuduyla güç bulurdu.
Böyle böyle birbirimizin korkunç hikayelerini öğrenirken Eliza bir köşeye oturup ilahiler söyler, çocuklarına dua ederdi. Bense uykusuzluktan yorgun düşmüş, o “tatlı dinlendiricinin” çağrılarına daha fazla cevapsız kalamamıştım. Yerde Robert’ın omzuna dayanıp başımdaki belayı unutup gün ağarıncaya kadar uyudum.
Sabah olduğunda Goodin’in gözetiminde bahçeyi süpürüp kendimizi yıkamamızın ardından battaniyelerimizi toplamamız, yolculuğumuzun devamı için hazır olmamız emredildi. Clem Ray’e bizimle daha fazla gelmeyeceği söylendi. Burch bir sebepten onu Washington’a geri götürmeye karar vermişti. Oldukça mutluydu. El sıkışıp Ricmond’daki köle hücresinde yollarımızı ayırdıktan sonra onu bir daha görmedim. Fakat sonradan öğrendim ki esaretten kurtulup Kanada’ya özgür topraklara doğru yol almış ve yol üzerinde kayın biraderimin Saratoga’daki evinde bir gece kalıp aileme beni nerede ne halde bıraktığını söylemiş.
Sabah olduğunda Robert ve ben önde yan yana dizildik. Burch ve Goodin tarafından bahçeden alınıp Richmond sokaklarından Orleans Gemisi’ne getirildik. Büyük çoğunluğu tütünle dolu büyük bir gemiydi Orleans. Saat beşi gösterdiğinde hepimiz gemideydik. Burch hepimize teneke bir kupa ve kaşık getirdi. Gemide kırk kişiydik, Clem dışında evdeki herkes oradaydı.
Elimden alınmamış olan bir cep bıçağıyla adımın baş harflerini teneke kupaya kazıdım. Diğerleri etrafımda toplanıp benzer şekilde onlarınkini de kazımamı rica etti. Kısa süre içinde hepsini kazıyarak memnun ettim.
Hepimiz geceleyin bir araya istiflenmiştik ve güverte dolup taşmıştı. Kutuların üstüne veya nerede boş yer varsa oraya uzandık.
Burch bize Richmond’dan öteye eşlik etmeyip Clem’le başkente geri döndü. On iki yıl boyunca, geçen Ocak ayında Washington polis karakolundaki karşılaşmamıza kadar onu bir daha görmedim.
James II. Burch bir köle tüccarıydı. Düşük fiyatlara adam, kadın, çocuk satın alıp onları satardı. Haysiyetsiz mesleği insan eti vurgunculuğuydu ve Güney’de böyle tanınırdı. Şimdilik bu hikayeden uzaklaşacak ama hikaye sona ermeden tekrar görünecek. Adam kırbaçlayan bir tiran olarak değil ama ona hak ettiği cezayı verememiş bir mahkemede tutuklanmış, köpeklik yapan bir suçlu olarak.
5. Bölüm
Norfolk’a Varış – Frederick ve Maria – Özgür Adam Arthur
Atanmış Kahya – Jim, Cuffee ve Jenny – Fırtına
Bahama Kıyıları – Sessizlik – Komplo – Uzun Tekne
Çiçek Hastalığı – Robert’ın Ölümü – Denizci Manning
Güverte Buluşması – Mektup – New Orleans’a Varış
Arthur’un Kurtarılışı – Emanetçi Theophilus Freeman
Platt – New Orleans Köle Hücresindeki İlk Gece
Hepimiz bindikten sonra Orleans Gemisi, James Nehri’nde ilerlemeye devam etti. Chesapeake Körfezi’ni geçtikten sonra ertesi gün Norfolk şehrinin karşı kıyısında bir yere geldik. Demir atmış beklerken bir mavna yanaşıp kasabadan dört yeni köle getirdi. On sekiz yaşında bir çocuk olan Frederick, tıpkı kendisinden birkaç yaş büyük olan Henry gibi köle olarak doğmuştu. İkisi de şehirde ev hizmetçisi olarak çalışmışlardı. Maria, kusursuz vücudunun yanında cahil ve oldukça kibirli duruşuyla nispeten daha soylu ten rengi olan bir kızdı. New Orleans’a gitme fikri onu hoşnut etmişti. Kendi ilgi duyduğu şeyleri aşırı değerli görüyordu. Tepeden bakan bir edayla arkadaşlarına dönüp New Orleans’a varır varmaz zevk sahibi, zengin ve bekar bir beyefendinin hemen kendisini satın olacağından hiç şüphe duymadığını söyledi!
Ancak dördünün içinden en öne çıkan Arthur’du. Mavna gemiye yaklaşırken başında bekleyenlerle yiğitçe mücadele ediyordu. Onu gemiye büyük uğraşlar sonucu bindirebildiler. Maruz kaldığı davranışlara yüksek sesle itiraz ediyor, serbest bırakılmayı talep ediyordu. Yüzü şişmiş, yara izleri ve morluklarla dolup taşmıştı. Yüzünün bir tarafındaysa tamamen açık bir yara vardı. Aceleyle ambar girişinden ambara doğru girmeye zorlandı. Hikayesinin bir kısmını o öyle cebelleşirken öğrenmiştim ki daha sonra tamamını da anlattı. Hikayesi şöyleydi: Uzun süre Norfolk şehrinde özgür bir adam olarak ikamet etmiş. Ailesi orada yaşıyormuş ve çekirdekten yetişme duvarcıymış. Bir gün bir yerde alıkonulduktan sonra gece geç saatte şehrin varoşlarındaki evine dönerken ıssız bir sokakta bir çetenin saldırısına uğramış. Gücü tükenene kadar dövüşmüş. Sonunda etkisiz hale getirilince ağzını kapatıp elini kolunu bağlamışlar ve kendinden geçene kadar dövmüşler. Onu birkaç gün Norfolk’taki köle hücresinde saklamışlar. Görünüşe bakılırsa bu tarz yerler Güney’deki şehirlerde oldukça yaygınmış. Bir gece önce dışarı çıkarılmış ve kıyıdan ayrılıp bizim gelişimizi bekleyen mavnaya bindirilmiş. İtirazlarına bir süre daha devam etti ve hiçbir şekilde uzlaşmadı. Fakat sonunda sustu. Karanlık ve düşünceliydi ve kendi kendine bir şeyler salık veriyordu. Çehresi en sonunda çaresizlikte karar kıldı.
Norfolk’tan çıktıktan sonra kelepçeler çıkarıldı ve gün boyu güvertede durmamıza izin verdiler. Kaptan, Robert’ı garsonu seçti. Bense yemek konusuna, yemeğin ve suyun dağıtımına gözcülük edecektim. Üç yardımcım vardı: Jim, Cuffee ve Jenny. Jenny’nin yapacağı şey kaynatılmış ve şeker pekmeziyle tatlandırılmış mısır ununu kavurmaktı. Jim ve Cuffee mısır ekmeğini ve domuz pastırmasını pişirecekti.
Varillerin üstünde duran uzunca bir tahtadan müteşekkil masanın yanında durup herkese bir parça et ve ekmek kesip veriyor, Jenny’nin demliğinden de her birine bir fincan kahve dolduruyordum. Tabaklar halledilmişti; şimdi siyah ellerin bıçak ve çatalları tutma vakti gelmişti. Jim ve Cuffee iş konusunda çok hassas ve dikkatliydi. İkinci aşçı pozisyonlarından övünç duyuyor gibiydiler; ayrıca üzerlerinde büyük bir sorumluluk olduğunun da bilincindeydiler. Bana kahya diyorlardı. Kaptan bana bu adı vermişti.
Köleler günde iki kez olmak üzere saat on ve beşte besleniyorlardı. Yemekler ve porsiyonları her zaman aynıydı ve yukarıda açıklandığı şekilde veriliyordu. Geceleyin ise ambara götürülüp sıkıca bağlanıyorduk.
Nadiren de olsa şiddetli bir fırtına bastırırdı ve karayı göremez olurduk. Gemi, biz alabora olacağını düşünürken bata çıka giderdi. Kimisini deniz tutarken kimisi dizlerinin üstünde dua ederdi. Kimisi de korkudan felç olmuş gibi sıkı sıkı birbirine tutunurdu. İnsanları deniz tuttuğunda bizim kaldığımız bölge pis ve mide bulandırıcı bir hale gelirdi. Merhametli deniz o günlerde bizi acımasız adamların elinden kurtarsaydı ona minnet duyardık. Bizi yüzlerce kırbaç darbesinden ve nihayetinde ölümlerden kurtarırdı. Randall ve küçük Emmy’nin deniz canavarlarının içine çekilip boğulduğunu düşünmek, daha az acı çekip öleceklerinden olsa gerek, onları şu an oldukları gibi düşünmekten daha hoş geliyordu.
Eski Pusula Noktası veya Duvardaki Delik denen bir yerden Bahama Kıyıları’nı gördüğümüzde üç gündür rüzgarsızlıktan yol alamamıştık ve öylece bekliyorduk. Hemen hemen hiç esinti yoktu. Körfezin suları kireç suyu gibi bembeyaz görünüyordu.
Bütün bu olaylar silsilesinde, şimdi sıra hiç hatırlamak istemediğim, bende hep pişmanlık hissettiren bir olaya geldi. Esaretten kurtulmama izin veren Tanrı’ya şükrediyorum ki, onun merhameti sayesinde ellerimi yarattıklarının kanına bulamadım. Benimle benzer koşullar altında yaşamamış olanlar beni eleştirmesinler. Zincirlenip dövülene, evinden ve ailesinden koparılıp esaret diyarlarına getirilene kadar özgürlük için neler yapmayacaklarını söylemesinler. Tanrı’nın ve insanın gözünde ne kadar haklı olduğumu tartışmak şu an için gereksiz bir çaba olur. Çok daha kötü sonuçları olabilecek bir meseleyi kazasız belasız atlattığım için kendimi tebrik ettiğimi söylemem yeterli olacaktır.
Fırtına dindikten sonraki akşamüstü, Arthur ve ben geminin başındaydık. Çıkrığın üstünde oturuyorduk. Bizi bekleyen muhtemel kader üzerine konuşuyor, talihsizliğimizin matemini tutuyorduk. Arthur katıldığım bir şey dedi: Ölüm, önümüzde yaşanmayı bekleyen günlerden daha az korkutucuydu. Uzun süre çocuklarımızdan, köle olmadan önceki hayatımızdan ve nasıl kaçabileceğimizden bahsettik. Geminin kontrolünü ele geçirmek üzerine düşündük. Böyle bir durumda New York limanına gidebilme ihtimalini tartıştık. Pusuladan çok az anlıyordum ama bunu denemek yine de aklımı çeliyordu. Mürettebatla lehimize ve aleyhimize olabilecek karşılaşmaları tartıştık etraflıca. Kime güvenilir, kime güvenilemezdi? Saldırının doğru zamanı ve biçimi neydi? Hepsi defalarca konuşuldu. Plan ortaya konduğundan bu yana ümitlenmeye başlamıştım. Sürekli aklımın içinde bu dönüp duruyordu. Her türlü zorluk çıkaracak ihtimale karşın üstesinden gelecek planlar da yapıyorduk. Diğerleri uyurken Arthur ve ben planımızı geliştiriyorduk. Sonunda, temkini elden bırakmadan Robert’ı niyetimizden haberdar ettik. Anında onayladı ve hevesli bir şekilde komplo tartışmalarımıza dahil oldu. Güvenebileceğimiz başka bir köle daha yoktu. Korku ve cehalet içinde yetiştirildiklerinden beyaz bir adamın bakışıyla nasıl usulca sineceklerini tahmin etmek zor değildi. Bunun gibi riskli bir sırrı böylelerine söylemek güvenli olmayacağı için sonunda üçümüz bu korku dolu sorumluluğu yüklenip kendimiz gerçekleştirme kararı aldık.
Söylemiş olduğum gibi gece olunca ambara kilitleniyorduk. Güverteye nasıl ulaşacağımız konusu baş gösteren ilk zorluktu. Ama geminin baş kısmında otururken ters duran tekne dikkatimi çekmişti. Eğer kendimizi onun altına saklarsak, herkes ambara doğru koştururken kalabalıkta fark edilmezdik. Bu deneyi uygulamaya geçirmek için beni seçmişlerdi. Ertesi gece akşam yemeğinden sonra bir fırsatını bulup kendimi hızla teknenin altına sakladım. Güverteye yakın bir yerden etrafımda olup biteni gözleyebiliyordum. Sabah olup herkes kalktığında ise saklandığım yerden kimse fark etmeden çıkıyordum. Sonuç oldukça memnun ediciydi.
Kaptan ve muavin, kaptan kabininde uyuyorlardı. Robert’ın garsonluk yaparkenki gözlemleri doğrultusunda yattıkları bölgeyi netleştirdik. Ayrıca bize, masada daima iki tabanca ve bir de denizci kaması bulundurdukları bilgisini vermişti. Mürettebatın aşçısı ise gerektiğinde hareket ettirilebilen bir araç olan aşçı kamarasında uyuyor, yalnızca altı kişi olan denizciler ya üst güvertede ya da geminin hamaklarında yatıyorlardı. Sonunda bütün çalışmalar tamamlanmıştı. Arthur ve ben sessizce kaptanın kabinine girip tabancalarla denizci kamalarını alacak, kaptanı da muavini de haklayacaktık. Elinde bir sopayla Robert da güverteden kabine doğru açılan kapıda bekleyecek ve ihtiyaç halinde denizcileri biz yardıma gelene kadar dövecekti. Sonra da şartlara uygun adım atacaktık. Saldırı, direnişi engelleyecek kadar ani ve başarılı olursa, ambar ağzı kapalı tutulacaktı. Yoksa da köleler yukarıya çağrılacak ve hep birlikte o kalabalıkta, telaş ve kargaşada ya özgürlüğümüzü kazanacak ya da hayatımızı kaybedecektik. O zaman kaptan ben olacaktım, dümeni kuzeye çevirecek ve bahtımıza bir rüzgar bizi özgürlüğün toprağına sürerse sürecekti.
Muavinin adı Biddee idi. Duyduğum bir adı nadiren unutmama rağmen kaptanınkini hatırlayamıyorum. Kaptan küçük, soylu bir adamdı. Dik, sağlam ve gururlu görünüşüyle cesaret timsali gibi dururdu. Eğer hâlâ hayattaysa ve bu sayfaları okuyabilirse, geminin 1841’de Richmond’dan New Orleans’a seyahatiyle ilgili bilmediği, kendi seyir defterinde yazmayan bir şey öğrenecektir.
Hepimiz hazırdık ve sabırsızca planımızı gerçekleştirme fırsatını kolluyorduk. Ama sonra üzücü ve beklenmedik bir şey oldu: Robert hastalandı. Kısa süre sonra çiçek çıkarttığını söylediler. Gün geçtikçe durumu ağırlaşıyordu. New Orleans’a varmadan dört gün önce öldü. Denizcilerden biri onu battaniyesinin içine sıkıca bağlayıp ayaklarına da yük taktı. Sonra onu ambar ağzına yatırıp tırabzanların üstüne yerleştirdiği yüklerle havaya kaldırdı ve zavallı Robert’ın cansız bedeni körfezin beyaz sularına bırakıldı.
Hepimiz çiçek hastalığının gelmesiyle paniğe kapılmıştık. Kaptan, ambarın kireçlenmesini ve diğer gerekli önlemlerin alınmasını emretti. Robert’ın ölümü ve hastalığın varlığı beni son derece üzmüştü. Boş yere akan suya derin bir kederle baktım.
Robert’ın cenazesinden bir ya da iki akşam sonra, umutsuz düşüncelerle dolu, üst güvertenin ambar girişine yaslanmış bekliyordum ki bir denizci nazikçe neden öyle mahzun durduğumu sordu. Adamın ses tonu ve tavrı bana güven verdiği için ona cevap verdim: Çünkü ben özgür bir adamdım ve kaçırılmıştım. Bunun herhangi birinin mutsuzluğu için yeterli olduğunu söyleyip hikayemin detaylarını öğrenene dek bana sorular sormaya devam etti. Belli ki benimle çok ilgiliydi ve o dobra denizci “gemisi alabora da olsa” bana elinden gelen desteği sağlayacağına yemin etmişti. Bana kalem, mürekkep ve kağıt tedarik etmesini rica ettim. Böylece arkadaşlarıma yazabilecektim. Onları getireceğine söz verdi ama fark edilmeden bir şeyler yazmam zor olacaktı. O nöbet tutarken ve diğer denizciler uykudayken üst güverteye çıkabilsem bu iş olurdu. Hemen küçük tekne aklıma geldi. Mississippi’nin girişindeki Balize’ye yakın olduğumuzu ve mektubu bir an önce yazmam gerektiğini, yoksa fırsatı kaçıracağımı söyledi. Dolayısıyla ertesi gece kendimi tekrar teknenin altına saklamayı başardım. Saat on ikide vardiyası sona eriyordu. Üst güverteye çıktığını görüp hemen onu takip ettim. Uykulu gözleriyle bana üzerinde kalem ve kağıdın durduğu, titrek bir ışıkla aydınlanan masayı işaret etti. Ben girince ayağa kalkıp yanına oturmamı söyleyip kalemi gösterdi. Mektubu Sandy Tepesi’ndeki Henry B. Northup’a yazıyordum. Kaçırıldığımı, sonrasında da New Orleans’a giden Orleans Gemisi’ne getirildiğimi ama son durağımı kestirmemin imkansız olduğunu yazıp beni kurtarmak için bir şeyler yapmasını rica ettim. Mektubun ağzı kapatılmış ve gideceği adres yazılmıştı. Öncesinde mektubu okumuş olan Manning onu New Orleans postanesine götüreceğine söz verdi. Hızla teknenin altına koştum ve sabah olup köleler yukarı çıkıp etrafta dolanmaya başlarken fark edilmeden aralarına karıştım.
Cömert bir denizci olan iyi kalpli arkadaşım John Manning, İngiliz’di. Boston’da yaşamıştı. Uzun boylu, yapılı, yaklaşık yirmi dört yaşlarında, çiçekbozuğu ama sevgi dolu bir yüze sahip bir adamdı.
New Orleans’a varana kadar sıradan hayatımızı değiştirecek hiçbir şey olmadı. Manning’i gemi rıhtıma varıp daha sıkıca bağlanmadan kıyıya atlayıp şehre doğru hızla uzaklaşırken gördüm. Koşarken omzunun üzerinden arkasına bakarak bana gidiş amacının ne olduğunu ima eden bir harekette bulundu. Hemen döndü ve bana göz kırpıp hafifçe dirsek atarak “her şey yolunda” demeye getirdi.
Sonradan öğrendiğime göre mektup Sandy Tepesi’ne ulaşmıştı. Bay Northup, Alban’yi ziyaret edip mektubu Vali Seward’ın önüne koymuştu ama benim nerede olduğumla ilgili kesin bir bilgi vermediğinden, o zaman için özgür bırakılmama yönelik harekete geçilmemesine karar verilmişti. Net olarak nerede olduğuma dair bir bilgi ele geçirileceği düşünülerek ertelenmişti.
Rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz mutlu ve dokunaklı bir sahne yaşandı. Postaneye doğru giden Manning gemiden atlar atlamaz iki adam gelip Arthur’a seslendi. Adamları tanıyan Arthur, sevinçten havalara uçacak gibi olmuştu. Geminin yanından atlamaması için zor zapt ediyorlardı onu. Hemen sonra bir araya geldiklerinde ellerini sıkıp uzun uzun adamlara sarıldı. Adamlar Norfolk’tan New Orleans’a onu kurtarmak için gelmişti. Ona dediklerine göre onu kaçıranlar tutuklanmış, Norfolk hapishanesine tıkılmışlardı. Adamlar bir süre kaptanla konuştuktan sonra bayram eden Arthur’la birlikte ayrıldılar.
Ama iskelede bekleyen kalabalığın içinde beni tanıyan veya umursayan kimse yoktu. Tek bir kişi bile… Tanıdık hiçbir ses kulağıma çalınmadı. Daha önce görmüş olduğum bir yüz de yoktu. Arthur kısa süre sonra ailesine tekrar kavuşacak, ona yapılan yanlışın intikamını alacaktı. Ya ben? Ben ailemi tekrar görebilecek miydim? Kalbim viran olmuştu; umutsuzca Robert’la beraber denizin dibini boylamış olmayı istedim.
Hemen sonra tüccarlar ve alıcılar gemiye çıktı. Uzun boylu, ince yüzlü, açık tenli ve hafif kambur bir adam, elinde bir kağıtla çıkageldi. Ben, Eliza ve çocukları, Harry, Lethe ile birlikte Richmond’da bize katılan birkaç kişi, Burch’un ekibi olarak bu adama teslim edilmiştik. Bu beyefendi, Theophilus Freeman idi. Elindeki kağıttan okuyup “Platt!” diye seslendi. Kimse yanıt vermedi. İsim tekrar tekrar söylendi ama yine de cevap veren olmadı. Ardından Lethe, Eliza ve Harry’nin adı okundu. Liste bitene kadar herkesin adı okunmuştu ve adı okunanlar bir adım öne çıkıyordu.
Theophilus Freeman, “Kaptan, Platt nerede?” diye sordu.
Kaptan, kimse o isme cevap vermediği için cevap veremedi.
Bu sefer kaptana beni göstererek “Şu zenciyi kim gemiye bindirmişti?” diye sordu.
Kaptan “Burch,” diye yanıtladı.
“Senin adın Platt. Bendeki tanımlamalara uyuyorsun. Neden bir adım öne çıkmıyorsun?” diye beni azarladı. Adımın bu olmadığını, daha önce hiç o isimle bana seslenen olmadığını ama bundan sonra öyle denmesine bir itirazım olmayacağını söyledim.
“Neyse, adını öğrenirim,” dedi, “ama sen de unutma!” diye de ekledi.
Bu arada Bay Theophilus Freeman, küfür konusunda çalışma arkadaşı Burch’tan hiç geri kalmıyordu. Gemide adım “Kahya” olmuştu ama Burch’un alıcıya verdiği bu Platt ismiyle ilk kez sesleniliyordu bana. Gemiden, birbirlerine zincirlerle bağlanmış kölelerin rıhtımdaki çalışmasını izliyordum. Freeman’ın köle hücresine götürülürken yanlarından geçtik. Bu hücre, Goodin’in Richmond’daki hücresine çok benziyordu. Sadece bahçe, beton duvarlar yerine ucu sivriltilmiş tahta çitlerle kapatılmıştı.
Hücrede şimdi biz dahil en az elli kişi vardı. Bahçedeki küçük evlerden birine battaniyelerimizi bıraktıktan sonra bizi çağırıp beslediler. Gece olana kadar bahçede aylak aylak dolaşmamıza izin vardı. Gece olunca da isteyen barakaya, isteyen tavan arasına, isteyen de bahçeye battaniyesini serip uyudu.
O gece gözlerimi çok az kapadım. Aklımda düşünceler uçuşuyordu. Evden yüzlerce kilometre ötede miydim? Sokaklar boyunca aptal bir yaratık gibi sürüklenmiş miydim? Acımasızca zincire vurulup dövülmüş müydüm? Bir köle sürüsüyle birlikte güdülüyor muydum? En nihayetinde de bir köle miydim? Son birkaç hafta yaşananlar gerçek miydi, yoksa uzun, sürüncemeli bir rüyanın kasvetli safhalarından mı geçiyordum? Gördüklerim hayal değildi. Bu kadar acıyı kaldıramıyordum. Sonra gecenin sessizliğinde avuçlarımı Tanrı’ya doğru kaldırıp yanımda uyuyan yoldaşlarımın içinde zavallı, terk edilmiş esirler için merhamet diledim. Özgür ve köle, hepimizin Yüce Tanrı’sına buruk bir ruhun yalvarışlarını döktüm. Bir başka esaret gününü başlatan güneş doğuncaya dek, dertlerimi kaldırabilecek kadar güç için yalvardım.
6. Bölüm
Freeman’ın Gayreti – Temizlik ve Kıyafetler
Gösteri Odasında Eğitim – Dans – Kemancı Bob
Müşterilerin Gelişi – Köleler İnceleniyor
New Orleans’ın Yaşlı Beyefendisi
David, Caroline ve Lethe’nin Satılışı
Randall ve Eliza’nın Ayrılışı – Çiçek Hastalığı – Hastane
İyileşme ve Freeman’ın Köle Hücresine Dönüş
Eliza, Harry ve Platt’ın Alıcıları
Eliza’nın Küçük Emily’den Ayrılma Sancısı
James H. Burch’un çalışma arkadaşı veya emanetçisi, New Orleans’taki köle hücresinin bekçisi, samimi ve dindar Bay Theophilus Freeman, sabah erkenden hayvanlarının arasındaydı. Yaşlı adam ve kadınlar tekmelerle, daha genç yaştaki köleler ise kulak hizasına atılan sert kırbaç darbeleri ile uyandırıldı. Bay Theophilus Freeman o gün mallarını hazırlayıp satış yerinde görücüye çıkarmak ve büyük işler başarmak için gayretli gayretli koşuşturuyordu.
İlk olarak baştan aşağı yıkanmamız ve sakalı olanların tıraş olması gerekiyordu. Sonra her birimize ucuz ama temiz kıyafet verdiler. Erkeklerin şapka, ceket, gömlek, pantolon ve ayakkabıları; kadınlarınsa pamuklu elbiseleri, başlarını bağlamak için eşarpları olmuştu. Müşteriler kabul edilmeden önce doğru düzgün hazırlanalım diye bahçedeki binanın ön tarafında bulunan büyük odaya götürüldük. Odanın bir tarafına adamlar, diğer tarafına kadınlar dizildi. En uzun olan, sıranın başına, daha kısası yanına gelecek şekilde boy sırası yapıldı. Emily kadınlar sırasının en arkasındaydı. Freeman kim olduğumuzu bilmemiz gerektiğini söyledi, akıllı ve canlı görünmemizi tembihledi. Bazen tehdit etti, bazense öğütler verdi. Gün içerisinde bizi “akıllı görünme” sanatında ve gideceğimiz yere kesin tavırlarla gitmemiz konusunda eğitti.
Öğleden sonra karnımız doyunca tekrar bir tören yaptık ve dans etmeye zorlandık. Siyahi bir çocuk olan ve bir süredir Freeman’a ait olan Bob, keman çalıyordu. Yanında duruyordum ve ona “Virginia Reel”ı çalıp çalamadığını sordum. Çalamadığını söyleyip aynı soruyu bana yöneltti. Çaldığımı söyleyince kemanı bana uzattı. Bir melodi tıngırdatıp bitirdim. Freeman devam etmemi emretti. Çok hoşuna gitmişe benziyordu; Bob’a ondan çok daha iyi olduğumu söyledi. Böyle söylemesi müzisyen arkadaşımı oldukça üzmüştü.
Ertesi gün bir sürü müşteri Freeman’ın “yeni sürüsünü” incelemek üzere davet edildi. Freeman’ın çenesi çok düşüktü; meziyetlerimizi ve niteliklerimizi uzun uzadıysa anlatıyordu. Aynı at satacak veya alacak bir jokey gibi, müşteriler ellerimizi, kollarımızı, bedenlerimizi yoklayıp bizi kendi etrafımızda döndürürken ve ne yapabildiğimizi sorup ağzımızı açmamızı, dişlerimizi göstermemizi isterken Freeman da başımızı dik tutup buyurduğu hızda ileri geri yürümemizi söylüyordu. Bazen bir adamı veya kadını bahçedeki küçük eve götürüp soyar ve daha özenli bir şekilde incelerlerdi. Kölenin sırtındaki yara izleri, isyankar veya boyun eğmez bir ruhun göstergesi olarak kabul edilir, bu da onun fiyatını düşürürdü.
Faytoncu aradığını söyleyen bir beyefendi beni gözüne kestirmiş gibiydi. Burch’la konuşmasından şehirde yaşadığını öğrenmiştim. Onun beni satın almasını çok istemiştim, çünkü New Orleans’tan kuzeye giden bir gemiye atlayıp kaçmam çok da zor olmazdı. Freeman benim için ondan on beş bin dolar istedi. Yaşlı beyefendi çok fazla olduğu konusunda ısrar edip zor zamanlardan geçtiğimizi söyledi. Freeman ise benim sağlığı sıhhati yerinde, sağlam ve akıllı biri olduğumu söyledi. Müzikal yeteneklerime değinmeden de geçmedi. Ama yaşlı beyefendi bu zencinin herhangi sıra dışı bir yeteneği olmadığını ve nihayetinde tekrar arayacağını söyleyip gitti. Ama gün içerisinde birkaç satış yapılmıştı. Natchezli bir tarla sahibi David ve Caroline’ı birlikte satın aldı. Ayrılmıyor olmanın verdiği mutlulukla yüzlerinde kocaman bir gülümseme belirirken bizi bırakıp gittiler. Baton Rouge taraflarından gelen bir tarla sahibine satılan Lethe’nin ise giderken gözleri sinirden parlıyordu.
Aynı adam Randall’ı da satın aldı. Küçük dostumuza hareketliliğini ve kondisyonunu göstermesi için zıplaması, etrafta koşması ve diğer şeyler yapması söylenmişti. Ticaret devam ederken Eliza sesli sesli ağlıyor, ellerini sıkıyordu. Adama, kendisini ve Emily’i de birlikte almazsa Randall’ı almaması için yalvardı. Öyle yaparsa gelmiş geçmiş en sadık köle olacağına söz verdi. Adam para yetiştiremeyeceğini söyledikten sonra Eliza ani bir kedere kapılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Freeman vahşet dolu yüzüyle kırbaç tuttuğu elini havaya kaldırdı ve kendisine dönüp gürültüyü kesmesini, yoksa onu kırbaçlayacağını söyledi. Böyle bir şeyin olmasına, bu şekilde ağlanıp sızlanılmasına izin veremezdi. Eliza’yı bahçeye götürüp ona yüz kırbaç vururdu. Evet, bu dünyayı anında Eliza’ya dar ederdi; yapmazsa ölürdü. Eliza adamın önünde büzülüp kaldı. Gözyaşlarını silmeye çalışıyordu ama boşunaydı. Ömrünün şu kalan zamanını çocuklarıyla birlikte geçirmek istediğini söyledi. Freeman’ın kaş çatmaları da, tehditleri de dertli anneyi susturamamıştı. Onlara üçünü ayırmamaları için yalvarıyor, adeta dileniyordu. Tekrar tekrar oğlunu ne kadar çok sevdiğini söylüyordu onlara. Birçok kez verdiği sözleri tekrarladı: Adam üçünü birlikte satın alırsa nasıl sadık ve itaatkar olacaktı, ömrünün son anına kadar gece gündüz ne kadar sıkı çalışacaktı. Ama tüm bunlar nafileydi; adamın üçünü birden alacak parası yoktu. Artık pazarlık yapılmıştı. Randall tek başına gitmeliydi. Sonra Eliza oğluna doğru koşup onu tutkuyla tekrar tekrar öptü. Anneciğini unutmamasını söyledi. Tüm bunlar, annesinin gözyaşları çocuğun yüzünden yağmur gibi akarken oluyordu.
Freeman, Eliza’ya söverek, ona zırıldayıp duran bir hizmetçi kız olduğunu söyledi ve yerine gidip uslu durmasını emretti. Biraz daha bu duruma katlanamayacağına yemin etti. Çok dikkatli olmazsa yakında onu ağlatacak bir şey bulacağını ve bundan emin olabileceğini söyledi.
Baton Rougelu tarla sahibi yeni aldıklarıyla yola çıkmaya hazırdı.
“Ağlama anneciğim. Uslu bir çocuk olacağım. Ağlama…” dedi Randall kapıdan çıkıp giderlerken arkasına bakıp.
Yavrucağa ne olduğunu Tanrı bilir. Gerçekten kahredici bir sahneydi. Cesaretim olsaydı ben de ağlardım.
Orleans Gemisi’yle gelen hemen hemen herkes o gece hastalanmıştı. Baş ve sırt bölgesinde şiddetli ağrıdan yakınıyorlardı. Küçük Emily, sürekli ağlıyordu ki normal şartlarda pek ağlamazdı. Sabahleyin bir doktor çağrıldı ama şikayetlerimizin nedenini tespit edemedi. Beni muayene edip belirtilerle ilgili sorular sorarken ona, Robert’ın ölümünden bahsederek, şahsen çiçek hastalığından şüphelendiğimi söyledim. Gerçekten durumun böyle olabileceğini ve başhekimi çağıracağını söyledi. Kısa süre içinde Dr. Carr dedikleri kısa boylu, açık renk saçlı başhekim geldi. Teşhisin çiçek hastalığı olduğunu söylediği gibi herkesi bir panik sardı. Dr. Carr gittikten kısa bir süre sonra Eliza, Emmy, Harry ve ben bir at arabasına bindirilip şehrin dışındaki büyük, beyaz mermerden yapılmış hastaneye getirildik. Harry ve ben yukarı katlardaki odalardan birine yerleştirildik. Çok hastaydım. Üç gün resmen kör olmuştum. Bir gün bu halde yatarken Bob içeri girdi ve Dr. Carr’a kendisini Freeman’ın yolladığını, nasıl olduğumuzu merak ettiğini söyledi. Doktor ona, Platt’ın çok kötü olduğunu ama saat dokuza kadar hayatta kalabilirse iyileşebileceğini belirtmesini söyledi.
Ölümü bekliyordum. Önümde yaşamak için çok da bir sebep yoktu ama ölümümün yaklaşması beni ürkütüyordu. Hayatımı aile içinde sürdürme umudum olmayabilirdi ama bu koşullarda, yabancıların arasında yok olup gidecek olmak da acı veriyordu.
Hastanede hem kadın hem erkek, her yaştan bir sürü hasta vardı. Binanın arkasında tabut üretiyorlardı. Biri öldüğünde cenazeciye gelip ölüyü kimsesizler mezarlığına götürmesi için çan çalıyorlardı. Her gün her gece çalan çan, acıyla bir başkasının daha öldüğünü haber veriyordu. Kriz geçip canlanmaya başladıktan sonraki iki hafta iki günü takiben, yüzümde hastalığın emareleri (ki bugün hâlâ yüzümde izleri var), Harry’le birlikte hücreye döndüm. Eliza ve Emily de ertesi gün bir at arabasıyla geri getirildi. Sonra tekrar alıcılar denetleyip incelesin diye satış yerine yürüdük. Faytoncu arayan yaşlı beyefendi söz verdiği gibi tekrar arar ve beni alır diye ümit ediyordum. Öyle olursa tekrar özgürlüğüme kavuşurum diye bir güven vardı içimde. Müşteri ardına müşteri geldi ama yaşlı beyefendi bir daha hiç görünmedi.
Sonra bir gün biz bahçedeyken Freeman gelip satış yerindeki yerlerimize geçmemizi emretti. Girdiğimizde bir beyefendi bizi bekliyordu. Hikayenin devamında sık sık bu adamdan bahsedeceğim için ilk görüşte fiziksel görünümünü anlatmam ve karakter değerlendirmesini yapmam uygunsuz kaçmaz diye düşünüyorum.
Boyu ortalamanın üstündeydi, biraz öne doğru eğilmişti. Orta yaşlı, yakışıklı bir adamdı. İnsanı iten bir tarafı yoktu; aksine güler yüzlü biriydi. Hem yüzü, hem de ses tonu çekici bir adamdı. Bu güzel niteliklerin hepsini bünyesinde toplamıştı. Neler yapabileceğimize, ne tür işlere alışkın olduğumuza, onunla yaşamayı isteyip istemeyeceğimize, bizi alsa uslu durup durmayacağımıza benzer sorular sorarak aramızda biraz dolaştı.
Biraz incelemeden ve fiyatlarla ilgili muhabbetten sonra Freeman’a benim için bin, Harry için dokuz yüz, Eliza için de yedi yüz dolar teklif etti. Çiçek hastalığı mı değerimizi düşürmüştü, yoksa başka bir şey mi Freeman’ın benim için uygun gördüğü ilk fiyattan beş yüz dolar aşağısına tav olmasını sağlamıştı bilemiyorum. Her neyse, biraz kurnaz kurnaz düşündükten sonra teklifi kabul ettiğini söyledi.
Bunu duyan Eliza, yine sancılandı. Zaten hastalık ve üzüntüden bitkin düşmüş, gözlerinin feri iyice sönmüştü. Takip eden sahneyi sessizce atlayıp geçsem ne güzel olurdu. Hiçbir dilin anlatmaya yetmeyeceği kadar acıklı ve etkileyici bir sahneydi bu. Ölmüş çocuklarının yüzünü son kez öpen anneler gördüm; mezarlarına toprak atılırken yavrularının sonsuza uğurlanışını izleyen anneler gördüm ama hiç Eliza’nın Emily’den ayrıldığı zamanki yoğunlukta, öylesine ölçüsüz, uçsuz bucaksız keder görmemiştim. Kadınlar kısmından ayrılıp Emily’nin olduğu yere koştu ve onu kollarına aldı. Çocuk bir tehlikenin geleceğini hissetmiş gibi, içgüdüsel olarak ellerini annesinin boynuna sardı ve küçük kafasını onun göğsüne bastırdı. Freeman sertçe sessiz olmasını söyledi ama o aldırış etmedi. Adam Eliza’yı kolundan tuttu ve vahşice onu kendisine doğru çekti ama kadın kızına daha sıkı sarıldı. Sonra ona küfürler yağdırıp öyle insafsızca vurdu ki kadın arkaya doğru sendeleyip düşecek gibi oldu. Ah! İşte o zaman ayrılmamaları için öyle yürek parçalarcasına yalvarıp dilendi ki! Neden birlikte satın alınamazlardı? Neden yavrularından biriyle beraber olmasına izin verilmiyordu? “Merhamet gösterin, merhamet gösterin efendim!” diye dizlerinin üstüne kapaklanıp ağladı. “Lütfen efendim, Emil’yi almayın!” Onu benden ayırırsanız tekrar çalışamam, ölürüm.”
Freeman tekrar araya girdi ama Eliza onu umursamayıp ısrarla yalvarmaya devam ediyordu: Randall zaten onun elinden alınmıştı, onu bir daha göremeyecekti, bu korkunç bir şeydi. Tanrım! Onu; gururu, tek sevgilisi, annesi olmadan yaşayamayacak kadar küçük olan Emily’sinden ayırmak çok acı, çok zalimce bir şeydi!
Bu kadar yalvarıp yakarmadan sonra Eliza’nın alıcısı, etkilenmiş olacaktı ki, bir adım öne çıkıp Freeman’a, Emily’i alacağını söyleyip fiyatını sordu.
“Fiyatı ne mi? Onu satın almak mı?” diye karşılık verdi Theophilus Freeman. Sonra kendi sorusunu yanıtlarcasına ekledi: “Onu satmıyorum. Satılık değil.”
Adam o kadar küçük yaşta birine ihtiyacı olmadığını, onun kendisine kâr sağlamayacağını ama annesi onu çok sevdiğinden, ayrıldıklarını görmektense kız için iyi bir ücret ödeyebileceğini söyledi. Ama onun bu insani teklifine Freeman’ın kulakları tamamen kapalıydı. Onu şu anda hiçbir şekilde satmaya yanaşmıyor, birkaç yıl sonra ondan kazanacağı öbek öbek para olduğunu söylüyordu. New Orleans’ta Emily gibi özel, güzel, süslü bir parçaya beş bin dolar verecek yeterince adam olduğunu dile getiriyordu. Hayır, hayır, onu şu anda satamazdı. O bir güzellik, bir resim, bir bibloydu. O normal ırktan bir insandı; kalın dudaklı, aptal, pamuk toplayan zencilerden değildi. Öyle olsaydı Freeman ölü sayılırdı.
Eliza, Freeman’ın Emily’den ayrılmama konusundaki kararlılığını duyunca çılgına dönmüştü.
“Onsuz bir yere gitmem. Onu benden alamazlar!” diye feryat etti. Yakınmaları, Freeman’ın ona sessiz olmasını söyleyen yüksek ve öfkeli sesine karışıyordu.
Bu esnada Harry ile ben bahçeye gidip battaniyelerimizle döndük ve ayrılmak üzere ön kapıda beklemeye koyulduk. Alıcımız, Eliza’ya o kadar üzülmesine karşın onu satın aldığı için pişman olmuş gibi bir hali vardı. Bize yakın duruyordu. Nihayetinde sabrı tükenen Freeman, sımsıkı sarılan Emily ve annesini var gücüyle birbirlerinden ayırana kadar bekledik.
Annesi öne doğru hunharca itilirken çocuk, “Beni bırakma anne, beni bırakma!” diye çığlık atıyordu. “Beni bırakma, geri gel anneciğim!” diye ağlamaya devam ederken küçük kollarını yalvarırcasına ona doğru uzatıyordu. Ama ağlaması boşunaydı. Kapıdan dışarı, sokağa doğru iteklendik. Hâlâ annesine seslenişini duyuyorduk: “Geri gel anne, beni bırakma, geri gel anneciğim!” Bebek sesi azaldı, azaldı ve en nihayetinde araya mesafe girince tamamen duyulmaz oldu.
Eliza bundan sonra Emil’yi de, Randall’ı da ne gördü, ne de duydu. Ama ikisi de gece gündüz aklındaydı. Pamuk tarlarında, kulübede, her yerde ama her yerde onlardan bahsediyor, sanki beraberlermiş gibi onlarla konuşuyordu. Sadece o hayaller alemine gittiğinde ya da uyuduğunda rahatlayabiliyordu.
Daha önce söylediğim gibi, o sıradan bir köle değildi. Sahip olduğu zekaya, birçok konuya ilişkin genel kültürü eklemişti. Onun baskılanmış sınıfına nadiren tanınan ayrıcalıklara nail olabilmişti. Daha üst insanların hayat standardına yükseltilmişti. Uzun yıllar kendisine ve çocuklarına tanınan özgürlük, gece ve gündüz yolunu aydınlatmıştı. Esaret çölündeki yolculuğunda, Pisgah eyaletinin zirvesine çıkıp “vaat edilmiş ülkeyi” görmüştü. Hiç beklenmeyen bir anda hayal kırıklığı ve umutsuzlukla dolup taşmıştı. Özgürlüğün görkemli görüntüsü, onu esarete sürdüklerinde görüş alanından yavaş yavaş uçup gitmişti. Ama şimdi “geceleyin acı acı ağlıyor, yanaklarında gözyaşı; dostları ona hainlik etti, düşman oldu.[4 - İncil, Ağıtlar 1:2. (ç.n.)]”
Eliza’nın son yavrusundan ayrılışı
7. Bölüm
Radolph İstimbotu – New Orleans’tan Ayrılış
William Ford – Red Nehri’ndeki Alexandria’ya Varış
Kararlar – Muhteşem Çam Keresteleri
Vahşi Sığır – Martin’in Yazlık Konutu
Teksas Yolu – Efendi Ford’un Evine Geliş
Rose – Sahibe Ford – Sally ve Çocukları
Aşçı John – Walter, Sam ve Anthony
Indian Deresi’ndeki Değirmenler
Kutsal Dinlenme Günleri – Sam’in İnancı
İyiliğin Getirisi – Rafting
Adam Taydem Adındaki Küçük Beyaz Adam
Cascalla ve Kafilesi – Kızılderili Eğlencesi
John M. Tibeats – Fırtına Yaklaşıyor
New Orleans köle hücresinden çıktıktan sonra, ağlayıp geri gitmek isteyen Eliza’yı Freeman’ın adamları sürüklerken Harry ve ben de yeni efendimizi sokaklarda takip ediyorduk. Kendimizi bir anda rıhtımda duran Rodolph istimbotunun güvertesinde bulduk. Yarım saat içerisinde Mississippi’den Red Nehri’ne doğru yola koyulduk. Güvertede bizim dışımızda New Orleans pazarından alınmış bir sürü köle daha vardı. Tanınmış ve geniş çaplı bir tarla sahibi olduğu söylenen Bay Kelsow diye birini hatırlıyorum. Birkaç kadından oluşan ekibin sorumlusuydu.
Bizim efendimizin adı William Ford’du. O zamanlar, Louisiana’nın merkezindeki Red Nehri’nin sağ tarafında kalan Avoyelles yakınındaki “Büyük Çamlık Ormanları”nda ikamet ediyordu. Şimdi bir vaftizciydi. Avoyelles civarında ve özellikle daha iyi tanındığı Bayou Boeuf kıyılarının her iki tarafında, Tanrı’nın değerli bir elçisi olarak bilinirdi. Birçok kuzeyliye, kardeşini esir etmek ve insan ticaretine girmek, ahlaki ve dinî bir hayat tahayyülüyle bağdaşmaz gibi gelebilir. Burch, Freeman ve daha sonra bahsedeceğim adamlar yüzünden köle sahiplerinin her birinin istisnasız aynı olduğunu düşünüp onlardan nefret edebilirsiniz. Ama bir süre kölesi olmuş biri olarak, kişiliğini ve mizacını tanıma fırsatım oldu ve belirtmeliyim ki bence William Ford’dan daha nazik, asil, içten bir Hıristiyan daha yoktur. Etrafındaki insanlar, kölelik sisteminin temelindeki yanlışlıkları görmesine engel olmuştu. Hiçbir zaman bir adamın başka bir adama tabi olmasının ahlaki doğruluğunu sorgulayacak bir çevresi olmamıştı. Atalarının baktığı pencereden baktığı için olayları aynı şekilde görüyordu. Farklı koşullar ve etkiler altında yetişseydi görüşleri kesinlikle farklı olurdu. Yine de o örnek bir efendiydi; kendi anlayışı çerçevesinde dimdik yürürdü. Onun malı olacak köle oldukça şanslıydı. Bütün adamlar onun gibi olsa, kölelik olgusu, sebep olduğu acıların yarısından arınırdı.
Rodolph istimbotunda iki gün, üç gece geçirdik ve kayda değer bir şey olmadı. Artık Burch’un bana verdiği Platt adıyla biliniyordum, bu bütün esaretim boyunca da böyle devam etti. Eliza, “Dradey” adıyla satılmıştı ve Ford’a devredildiği için şanslıydı; şu an New Orleans’taki sicil dairesinde kaydı bulunuyor.
Gemi hareket ederken sürekli olarak durumumu ve nihai kaçışımla ilgili izlenebilecek en iyi yolu düşünüyordum. Sadece o zaman değil, daha sonra da zaman zaman Ford’a hikayemle ilgili gerçekleri tüm detaylarıyla anlatmayı düşünüyordum. Şimdi, bunu yapmamın yararıma olmuş olacağı fikrindeyim. Bu yolu sık sık düşündüm ama geri yollanmam ve onun yaratacağı parasal sıkıntılar bunu tekinsiz kıldığı ve işlerin ters gitmesi ihtimali olduğu için yapmadım. Daha sonra farklı efendiler altında, William Ford’un aksine, gerçek durumumla ilgili en ufak bir bilginin bile bilinmesinin beni köleliğin en uç noktalarına sürükleyeceğini biliyordum. Kaybolması pahalıya patlayacak bir maldım ve özgürlük hakkım fısıldansa dahi Teksas sınırına kadar götürülüp satılır, at hırsızı çaldığı attan nasıl kurtuluyorsa öyle bırakılırdım. İşte bu yüzden sırrımı kalbimin içinde saklamaya kesin karar verdim; kim veya ne olduğuma dair bir sözcük veya hece dahi söylemeyecek, kurtuluş için Tanrı’ya ve kendi açıkgözlülüğüme güvenecektim.
Sonunda Rodolph istimbotundan New Orleans’tan birkaç yüz kilometre uzaklıktaki Alexandria diye bir yerde indik. Red Nehri’nin güney kıyısında küçük bir kasabaydı. Gece orada kalıp sabahı trenlerde geçirdik. Kısa süre sonra, Alexandria’dan otuz kilometre uzaklıkta, daha küçük bir yer olan Bayou Lamourie’ye vardık. O zamanlar orası demiryolunun sonuydu. Ford’un tarlası Teksas yolu üzerinde, Lamourie’den yirmi kilometre uzakta, Büyük Çamlık Ormanları’ndaydı. Bize söylendiğine göre bu mesafeyi yürüyerek kat etmeliymişiz, daha ileriye giden toplu taşıma imkanları yokmuş. Dolayısıyla hepimiz Ford eşliğinde yola koyulduk. Harry, Eliza ve ben hâlâ yorgunduk ve ayaklarımızın altı çiçek hastalığından dolayı çok hassaslaşmıştı. Ford acele etmememizi, ne zaman istersek oturup dinlenebileceğimizi söyledi. Biz de yavaş yavaş yürüdük. Lamourie’den ayrılıp biri Bay Carnell’e, diğeri Bay Flint’e ait olan iki tarlayı geçtikten sonra, Sabine Irmağı’na uzanan bakir doğaya, Çamlık Ormanları’na vardık.
Bütün Red Nehri alçak ve bataklıktı. Çamlık Ormanları ise arada alçalan yerleri olsa bile nispeten yüksekte duruyordu. Bu yüksek yerde çokça ağaç vardı: akmeşe, kestane ağacına benzer bir ağaç ve çoğunlukla sarıçam. Yirmi metreye kadar uzanan dimdik, kocaman ağaçlar… Ağaçlıklar; sürüler halinde hareket eden, biz yaklaşınca yüksek sesle burnunu çeken, utangaç ve yabani sığır kaynıyordu. Bazıları işaretlenmiş, damgalanmıştı. Diğerleriyse vahşi ve eğitimsiz görünüyorlardı. Kuzeydekilerden çok daha küçüktüler ve bence en ilginç özellikleri de boynuzlarıydı; boynuzlar, kafalarının yan taraflarından demir çubuklar gibi dosdoğru çıkıyordu.
Öğle vaktinde on, on beş hektar temiz topraklı bir yere geldik. Küçük, boyanmamış, tahtadan bir ev; bir mısır ambarı veya bizim deyimimizle bir ahır; bir de evden bağımsız, beş metre uzakta kütüklerden yapılmış bir mutfak vardı. Burası Bay Martin’in yazlık konutuydu. Bayou Boeuf’te büyük konutları olan zengin tarla sahipleri yılın sıcak dönemlerini buralarda geçirirler. Berrak suları ve serin gölgeleri burada bulurlar. Aslında Newport ve Saratoga kuzeyli zenginler için ne anlam taşıyorsa, şehrin o bölgesinden gelen tarla sahipleri için de bu kaçışlar aynı değere sahip.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/solomon-nortap/12-yillik-esaret-69403204/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
John Burgoyne, 1722-1792 yılları arasında yaşamış İngiliz subay, siyasetçi ve dramaturg. (ç. n.)
2
William Henry Harrison, Amerika Birleşik Devletleri’nin dokuzuncu başkanı. (ç. n.)
3
Kolumbiya, Amerika Birleşik Devletleri’ne verilmiş şiirsel bir hitap şekli olmakla birlikte genellikle dişil çağrışımlar yapar. (ç.n.)
4
İncil, Ağıtlar 1:2. (ç.n.)