Cehennem

Cehennem
Henri Barbusse
Cehennem, bireyin kendi aklı dışındaki bilginin elde edilemez olduğu fikrini savunan solipsizm felsefesinin muhteşem bir şekilde incelemesidir. Solipsizm, dış dünyanın ve diğer insanların uslarının varlığından asla emin olunamayacağı tahmininde bulunur. Hikaye, odasında bir delik açarak dış dünyayı inceleyebileceği bir manzaraya sahip olan isimsiz bir adamın peşinden şekillenmektedir. Sevgiyi, ölümü, yasak ilişkileri ve doğumları gözetler. İnsan deneyimlerinin ve duygularının yabancılığına sinsice şahit olurken tüm gördüklerinin felsefi imalarını gözden geçirir.

Bazıları tarafından röntgenciliğin sarsıcı bir çalışması olarak görülen Cehennem, aslında solipsizm felsefesinin derin bir incelemesidir.

Bence, Henri Barbusse bir yüksek, bir gerçek sanatçının nasıl çalışması, nasıl yaşaması, nasıl ve niçin dövüşmesi lâzım geldiğini, bütün bir insan soyuna en muazzam ölçülerle gösteren bir âbidedir.

Sabahattin Ali

Henri Barbusse
Cehennem

Ekmek, barış ve özgürlük isteyen milyonlarca insanın sevdiği ve takdir ettiği Barbusse, zincirlerinden kurtulmak için savaşan halkın davasını bütün bilinciyle sahiplenmiş gerçek bir entelektüel ve eşi az bulunan bir savaşçıydı. İşçi sınıfına ve Ekim Devrimine sarsılmaz bir sadakatle bağlı olan yoldaş Barbusse; devrimci, halk dostu ve barış savunuculuğu ile baştan itibaren, devrimin ateşli bir koruyucusu olmuştu.

    V. İ. LENİN
Onun hayatı, kavgası, tecrübeleri ve kişiliği bütün ülkelerin genç nesil işçilerine ve insanlığın kapitalist esaretten kurtuluş savaşına örnek olacaktır.

    MAKSİM GORKİ
Barbusse’ün kitapları Türkçeye çevrilmemiştir. Türk okurları henüz onun kim olduğunu bilmiyor, bunun için ilk yapılacak iş, kitaplarının hiç olmazsa birkaçının dilimize çevirmek olmalıdır.

    NÂZIM HİKMET
Bence, Henri Barbusse bir yüksek, bir gerçek sanatçının nasıl çalışması, nasıl yaşaması, nasıl ve niçin dövüşmesi lâzım geldiğini, bütün bir insan soyuna en muazzam ölçülerle gösteren bir âbidedir.

    SABAHATTİN ALİ
İnsanlığın kurtuluşu uğrunda durup dinlenmeden çarpışan, inandığı gerçekleri hiç bir tehlikeden çekinmeden, asil bir feragatle zalimlerin suratına haykıran ve yalnız sözle kalmayarak, fikrini hareketiyle birleştiren bu büyük adamın misali daima aramızda yaşayacak ve bize yol gösterecektir.

    NURULLAH ATAÇ
O, devrinin en kuvvetli kalemi, en kuvvetli mücadelecisi, en ileri idealisti idi. Bir fikir için yaşamasını, bir fikri yaşatmak için yaşamasını bildi. Onun çetin, nankör bir yolda daima hedefine doğru aydınlık bir gidişi vardı.

    Dr. SUPHİ NURİ İLERİ

Çevirmenin Önsözü
Henri Barbusse, 1908’de okurla buluşan ilk romanı Cehennem’i, hayatının türlü mecburiyetler yüklenmek zorunda kaldığı bir döneminde kaleme alır. Bu fazlasıyla kişisel roman, günlük işler tamamlanıp gecenin sessizliği ortalığa çöktüğünde yazılır. Eser, biçimini natüralizm kadar, natüralistlere karşı ortaya çıkan sembolizm akımına öncülük eden sanatçılardan ödünç alır. Barbusse’ün yaşam öyküsünü kaleme alan Jean Relinger’ye göre, Cehennem, natüralizmden varoluşçuluğa uzanan bir dile sahiptir. Romanda yer alan acı, kötümserlik, boğucu atmosfer, yalnızlık, yaşam sıkıntısı, resmedilen insanlık trajedileri her iki akımdan da izler taşır.
Émile Zola’dan beri yazılmış tüm gerçekçi eserlerden daha çok okunup tartışılan Cehennem, yalnızca 1917 yılında, ana vatanı Fransa’da 100 binden fazla satar. Bunda hikayenin felsefi temelinin sağlamlığının da rolü olduğunu iddia etmek, elbette doğru bir yaklaşım olacaktır. Roman, çoğunlukla gecenin bilinmezliğinin son noktaya ulaştığı alacakaranlıkta geçer. Bunun da ötesinde, yazarın görmemize ve anlamamıza izin verdiği her şeyi, tıpkı sinemada kameranın kilitlendiği tek bir nokta gibi, bir pansiyonun iki odasını birbirinden ayıran duvardaki bir delikten görürüz. Barbusse, ışığın bile zor aştığı o küçücük delikten, sonsuzluğu geçirir özenle. Yan odada yaşanan her şey, makro evrenin mikro yansımasıdır adeta. Dünyanın büyük gerçekleri, küçücük bir sahnede sergilenir. Jean Relinger, yolu yan odadan geçen insanların hayatına yapılan bu tecavüzden, sancılı bir doğum sonrası, bir insanlık gerçeği doğduğu şeklinde özetler romanı.
Barbusse, okuyucuya, dünyaya ve insanlığa dair gerçeği keşfetmesi için bir şans sunar. Ama bunu ne bilinci yöneterek, ne de peygamber rolüne soyunarak yapar. Aksine, kendisi de yüzleştiği bu gerçek karşısında endişe duyar. Sorgular, akıllara şüphe eker, ama yine de toplumun yalanlarına karşı alternatif bir gerçek sunmaktan özenle kaçınır.
Romanın kaleme alınmasının üzerinden koca bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, Barbusse ve cehennemi bize hiç de yabancı değil. Onun iç dünyasında verdiği savaş, bugün hala yüreklerimize dokunabiliyor, yazdıkları bize bizi fısıldıyor.
Alacakaranlığın aydınlığa döndüğü, kendi alternatif gerçeğinizi bulduğunuz keyifli bir okuma olsun.

    Gülay OKTAR

I
Ev sahibesi, Lemercier aile pansiyonunun tüm olanaklarını birkaç kelimeyle özetledikten sonra, beni odamda yalnız bıraktı.
Bir süreliğine yaşayacağım bu odanın ortasında, aynanın tam karşısında durdum. Odaya ve kendime baktım.
Toz kokusunu içine hapsetmiş gri bir oda. Biri valizime ev sahipliği yapan iki sandalye, ince omuzlu, kalın kumaşlı iki koltuk, yeşil çuhadan örtüsüyle bir masa, birbirini takip eden girintili çıkıntılı deseniyle bakışları üzerine çeken ve akşamın bu saatinde toprak rengine bürünmüş bir şark halısıydı tüm gördüğüm.
Tamamen yabancı olmalarına rağmen, her şey nasıl da tanıdık görünüyordu gözüme: maun taklidi bu yatak, şu soğuk tuvalet masası, mobilyaların yerleştiriliş şekli ve dört duvar arasındaki bu boşluk…


Daha önce defalarca ziyaret edilmiş hissi verecek kadar yıpranmış bir oda bu. Kapıdan pencereye kadar uzanan ve birçok adımın günden güne çiğnediği aşikâr halı, bu yıpranmışlığın en büyük kanıtı. Elimi uzatsam dokunabileceğim kadar alçak kartonpiyer zamanla biçimini yitirmiş, bir bölümü içeri doğru çökmüş, bazı yerleri sallanıyor; şöminenin mermeri köşelerden sivriliğini yitirip yumuşak bir yuvarlaklığa bürünmüş. İnsanın dokunduğu her şey umut kırıcı bir yavaşlıkla siliniyor.
Eşyalar koyu gölgelere de karışıyorlar aynı zamanda. Tavan da, bir fırtına göğü gibi yavaş yavaş kararmaya başlamış. Beyaz kaplamaların ve pembe duvar kağıdının el değen yerleri siyaha dönmüş: kapının kanadı, kilidin çevresi, gömme dolabın boyası ve pencerenin sağ tarafındaki duvarın, tam da perde kordonlarının çekildiği bölümü. Sanki tüm insanlık bir duman gibi buradan geçip gitmiş. Beyaz kalan tek şey pencere.
Ya ben? Diğerleri gibi bir adam. Tıpkı bu akşamın diğer akşamlardan farksız oluşu gibi.


Sabahtan beri seyahat halindeyim; telaş, formaliteler, bavullar, tren, farklı şehirlerin solukları.
Kendimi koltuğa bıraktığım anda, her şey birden daha sakin ve daha hoş hale geliyor.
Taşradan Paris’e kesin dönüşüm, hayatımda önemli bir basamağı işaret ediyor. Bir bankada uygun bir mevki buldum. Günlerim değişmek üzere. İşte bu değişiklik yüzünden, bu akşam, güçlükle de olsa, her zamanki düşüncelerimden sıyrılıp kendimi düşünüyorum.
Önümüzdeki ayın ilk günü otuz yaşına basacağım. Babamla annemi kaybedeli on sekiz yıl oluyor ya da yirmi. Olay öyle geçmişte kaldı ki, artık anlamını yitirdi. Hiç evlenmedim; çocuklarım yok ve olmayacak da. Bu durumun canımı sıktığı zamanlar oluyor, özellikle de insanlık var olduğundan beri devam eden bir soyun benimle birlikte biteceğini düşündüğümde.
Mutlu muyum? Evet; ne tuttuğum bir yas var, ne pişmanlığım ne de karmaşık arzularım; demek ki mutluyum. Çocuk olduğum zamanlardan hatırladığım, mistik duygularımın, ruhsal aydınlanmalarımın olduğu. Geçmişimle baş başa kalıp kendimi kapatmama neden olacak marazi bir aşk yaşıyordum. Olağanüstü bir önem bahşediyordum kendime; hatta diğer insanlardan üstün olduğumu düşünme noktasına geliyordum! Ama tüm bunlar, günlük hayatın anlamsızlığı içinde yavaş yavaş kayboldu.


İşte şimdi buradayım.
Oturduğum koltuktan aynaya yaklaşmak için eğilip kendime bakıyorum.
Ufak tefek, ağırbaşlı (keyfim yerinde olduğunda hayat dolu olsam da), düzgün giyinen bir adam; kişiliğimin dışarı yansıyan kısmında ne ayıplanacak ne de dikkat çekecek bir şey var.
Yeşil olduğu halde, anlaşılmaz biçimde siyah zannedilen gözlerime yakından bakıyorum.
Nedendir bilinmez, birçok şeye inanıyorum, her şeyin üstünde de Tanrı’nın varlığına, dinin kör inançlarına değil ama. Din, alçakgönüllü insanlar ve zekaları erkeklerden aşağı olduğu kabul edilen kadınlar için türlü olanaklar sunuyor aslında.
Felsefi tartışmalara gelince, kesinlikle yararsız olduklarını düşünüyorum. Hiçbir şey kontrol edilemez ve de doğrulanamaz. Gerçek dediğimiz şey ne anlama gelir?
İyiyi ve kötüyü ayırma yetisine sahibim; cezasız kalacağından emin olsam bile, ahlaka aykırı davranışlarda bulunmam. Konu ne olursa olsun, abartmak nedir bilmem.
Eğer herkes benim gibi olsaydı, dünyada her şey yolunda giderdi.


Saat şimdiden geç oldu. Bugün başka hiçbir şey yapmayacağım. Yiten günün ortasında, aynanın karşısında öylece oturuyorum. Alacakaranlığın ele geçirmeye başladığı odada, alnımın biçimini, yüzümün yuvarlaklığını ve kırpışan göz kapaklarımın altında bir mezara girer gibi kendime çevirdiğim bakışlarımı fark ediyorum.
Yorgunluk, kasvet (akşamın içinde yağmuru duyuyorum), yalnızlığımı çoğaltan ve beni olduğumdan büyük gösteren gölgem ve ne olduğunu bilmediğim başka bir şey, tüm çabalarıma rağmen beni kedere sürüklüyor. Üzgün olmak canımı sıkıyor. Silkiniyorum. Sorun ne? Hiç. Sadece ben, kendim.


Hayatın içinde, bu akşam bu odada olduğum gibi yalnız değilim. Aşk benim için küçük Josette’imin yüzü ve devinimleri demek. Uzun zamandır birlikteyiz. Tours’da, çalıştığı modaevinin arkasındaki odada, tuhaf bir ısrarla bana gülümsediğini gördükten hemen sonra başını kavrayıp dudaklarından öpeli ve aniden onu sevdiğimi anlayalı epey zaman oldu.
Giysilerimizden kurtulurken yaşadığımız o tuhaf mutluluğu anımsamıyorum şimdi. Ara sıra, onu o ilk seferki gibi delice arzuladığım zamanlar olduğu doğru, özellikle de yanımda olmadığında. Oysa yanımdayken, varlığından usandığım anlar oluyor.
Tatillerde, yine orada buluşacağız. Ölmeden önce birbirimizi göreceğimiz günleri sayabiliriz belki… Tabii cesaret edebilirsek.
Ölmek! Ölüm düşüncesi tüm düşünceler içinde kuşkusuz en önemlisi.
Bir gün öleceğim. Ölümü hiç düşündüm mü? Anımsamaya çalışıyorum. Hayır, asla düşünmedim. Yapamam ki.
Kaderinin karşısına geçip ona güneşe bakar gibi bakamaz ki insan, üstelik kaderin rengi gri.
Ve akşam geliyor, en uzunları olacak o son akşam gelinceye kadar, tüm akşamların geleceği gibi.


Ama işte, birdenbire, başım dönerek, kanat çırpışını andırır bir kalp çarpıntısıyla ayağa dikildim…
Neler oluyor? Sokakta, bir boru sesi yankılandı, bir av ezgisi çalınıyor… Görünen o ki, bir zengin evinin avdan dönen seyisleri, bir meyhane tezgahının yanında dikilmiş, şişmiş yanakları, sımsıkı kapalı ağızları, acımasız duruşlarıyla görenleri hayrete düşürüp susup kalmalarına neden oluyor.
Şehrin duvarlarında yankılanan bu av ezgisi… Çocukken, büyüdüğüm köyde, bu boru sesi, uzaktan, ormana ve şatoya giden yollardan gelirdi kulağıma. Aynı ezgi, hem de tıpatıp aynısı; iki şey nasıl bu derece birbirinin aynı olabilir ki?
Ve titreyen elim farkında olmadan, yavaşça kalbimin üzerine gidiyor.
Geçmiş… Bugün… Hayatım… Yüreğim… Ben! Birdenbire, nedensizce tüm bunları düşünüyorum, sanki delirmiş gibiyim.


…Geçmişte, tüm hayatım boyunca, kendime dair ne yaptım? Hiç ve çoktan inişe geçtim bile. Belki de bu ezgi bana geçmiş zamanı hatırlattığından, sona varmışım, hatta hiç yaşamamışım gibi hissediyorum. Bir tür kayıp cennet arzusu içindeyim.
Ama yakarmak ve isyan etmek boşuna, hayattan umut edebileceğim hiçbir şey yok artık. Bundan sonra, ne mutlu olacağım ne de mutsuz. Artık dirilemem de. Tıpkı bugün, onca insanın iz bıraktığı, ama hiçbirinin kendi izini bırakmadığı bu odada hissettiğim gibi, sakince yaşlanacağım.
Ne yana dönsem bu oda. Herkese ait bir oda bu. Kapalı olduğu sanılsa da, değil. Göğsü, evrenin dört rüzgârına açık duruyor. Birbirine benzer odalar arasında, gökyüzündeki ışık, günler içinde bir gün, her yerdeki “ben”ler içinde bir ben gibi kayıp.
Ben, ben! Akşamın karanlığına gömülmüş derin göz çukurlarımdan, yüzümün solgunluğundan ve yavaş ama emin adımlarla beni boğup yok eden bir sessizliğin mühürlediği ağzımdan başka bir şey göremiyorum artık.
Kırık bir kanadın üzerinde doğrulur gibi dirseğimin üzerinde doğruluyorum. Hayatıma sonsuzluğa dair bir şey girsin isterdim!


Üstün yeteneklerim yok, ne yerine getirmem gereken özel bir görevim, ne de sunabileceğim büyük bir kalbim var. Sahip olduğum hiçbir şey yok ve hiçbir şeyi de hak etmiyorum. Ama yine de, bir tür mükâfat arzu ediyorum…
Aşk. Ona rastlayana kadarki tüm zamanımı boşa geçirmiş olduğum, yüz hatlarını değil ama yolun üzerinde, gölgemin yanında yürüyen gölgesini gördüğüm bir kadınla, daha önce hiç duyulmamış, eşsiz bir aşk hayal ediyorum.
Sonsuz bir şey, yeni bir şey! Bir yolculuk, pervasızca atılacağım, beni çoğaltacak, sıra dışı bir yolculuk. Tedirgin, sıradan insanların arasında, şatafat ve telaş içinde yola çıkmak. Vahşi manzaraların, birdenbire rüzgâr gibi büyüyen kentlerin ortasından yıldırım hızıyla geçen trenlerin vagonlarında, sırtını yaslayıp tembellik etmek.
Gemiler, gemi direkleri, barbar dillerinde verilen buyruklar, demir atılan altın rıhtımlar, günışığında kafa karıştırıcı biçimde birbirine benzeyen egzotik ve meraklı yüzler, resimlerden tanıdığınız ve belki de yolculuk kibriyle ayağınıza geldiğini sandığınız heykeller.
Beynim bomboş, kalbim kurak; etrafımda kimse yok, hiçbir zaman, hiçbir şey bulmadım, bir arkadaş bile. Günün birinde, herkesin geldiği ve çekip gittiği bir otel odasının zemininde karaya oturmuş zavallı bir adamım ben ve yine de bir zafer özlemi içindeyim! Tenimde hissedeceğim ve herkesin ondan bahsedeceği, mucizevi bir yara gibi bana karışan bir zafer; önderi olacağım bir kalabalık, gök kubbenin altında yeni bir haykırış gibi alkışlarla karşılanacak bir isim isterdim.
Ama soyluluğumun uçup gittiğini hissediyorum. Çocuksu hayal gücüm, bu sınırsız hayallerle boş yere oyalanıyor. Hayattan hiçbir beklentim yok: sadece ben varım, akşamın çıplak bıraktığı, bir çığlık gibi göğe yükselen ben.
Akşam beni kör kıldı. Aynada kendimi göremiyor, hayal ediyorum. Güçsüzlüğümün ve esaretimin farkına varıyorum. Açılmış parmaklarımın parçalara ayrılmış bir nesne gibi gösterdiği ellerimi, pencereye doğru uzatıyorum. Işıksız köşemden, yüzümü gökyüzüne kaldırıyorum. Geriye doğru sendeliyor, karanlıkta bir insan bedenine, bir cesede benzeyen o büyük nesneye, yatağa yaslanıyorum. Tanrım, kayboldum! Acı bana! Kendimi aklı başında ve talihinden memnun biri sanıyordum; hırsızlık içgüdüsünden muaf olduğumu söylüyordum hep kendime, ama ne yazık ki bu doğru değil. Benim olmayan her şeyi istiyorum çünkü.

II
Av borusu susalı çok oldu. Sokak, evler sakinleşti. Sessizlik. Elimi alnıma sürüyorum. Bu ani yürek sızısı geçip gitti. Böylesi daha iyi. İrademin çabasıyla, dengemi yeniden buluyorum.
Masama oturup evrak çantama yerleştirilmiş kağıtları çıkarıyorum. Okunup düzenlenmeleri gerek.
Beni teşvik eden bir şey var. Biraz para kazanmak istiyorum. Kazancımı, beni büyüten halama gönderebilirim. Öğleden sonraları, dikiş makinesinin duvar saatininkine benzeyen tekdüze ve sinir bozucu sesinin yankılandığı ve akşamları, yanı başında, bilmem neden kendisine benzeyen bir lambanın bulunduğu alt kattaki odada her daim beni bekleyen o yaşlı kadına.
Kâğıtlar… Onlar sayesinde yeteneklerim değerlendirilecek ve Berton bankasına kabulüm kesinleşecek… Mösyö Berton, tek kelimesiyle benim için her şeyi değiştirecek kişi, Mösyö Berton, yeni hayatımın tanrısı…
Lambayı yakmaya yelteniyorum. Bir kibrit çakıyorum. Tutuşmuyor, fosforu pul pul dökülüyor. Kırılan kibrit çöpünü atıp biraz yorgun, bekliyorum…
O vakit kulağımın dibinde mırıldanılan bir şarkı duyuyorum.
Bana öyle geliyor ki, omzumun üzerinden eğilmiş biri, benim için, gizlice şarkı söylüyor, sadece benim için.
Bir sanrı bu… Hasta bir beynim olduğunun kanıtı… Az evvelki derin düşüncelerin cezası.
Ayaktayım, parmaklarım masanın kenarına kenetlenmiş, bir gerçeküstülük duygusuna kıskıvrak yakalanmış durumdayım. Gözkapaklarım titrek, tetikte ve kuşkulu, havayı kokluyorum.
Uğultu hâlâ devam ediyor, kurtulamıyorum ondan. Başım dönüyor… Şarkı sesi yandaki odadan geliyor… Neden bu kadar yalın ve şaşırtıcı derecede yakın? Neden böylesine dokunuyor bana? Beni bitişikteki odadan ayıran duvara bakıyorum ve bir şaşkınlık çığlığını ağzımdan çıkmadan boğuyorum.
Yukarıda, kilitli kapının üzerinde, tavana yakın bir noktada parıldayan bir ışık var. Şarkı, işte bu yıldızdan aşağıya düşüyor.
İki odayı ayıran duvarda bir delik var ve yan odanın ışığı, bu delikten, benim odamın karanlığına süzülüyor.
Yatağımın üzerine çıkıyorum. Ellerim duvarda dikilip yüzümü deliğe yaklaştırıyorum. Çürümüş doğrama, iki gevşek tuğla; dökülen bir parça alçıyla birlikte gözlerimin önünde el genişliğinde, kartonpiyer yüzünden aşağıdan görülmeyen bir aralık beliriyor.
Bakıyorum… Görüyorum… Yan oda, tüm çıplaklığıyla, kendini bana sunuyor.
Bana ait olmayan bu oda, önümde uzanıyor… Şarkı söyleyen ses gitmiş, gidişiyle açık kalmış kapının kanadı sanki hâlâ sallanıyor. Odada, şöminenin mermeri üzerinde alevi titreyen mumdan başka bir şey yok.
Masa, bu uzaklıktan, bir adayı andırıyor. Maviye ve kızıla çalan mobilyalar, belirsiz hatlarıyla, hâlâ yaşayan bir bedenin, oracığa bırakılmış organları gibi görünüyor gözüme.
Giysi dolabına bakıyorum, zar zor seçilen çizgileriyle, gölgede kalan ayaklarının üzerinde dikiliyor. Tavan, tavanın aynadaki yansıması ve gökyüzü karşısındaki bir insan sureti gibi solgun pencere.
Şaşkın, düşüncelerim kim olduğumu unutacak kadar karışmış halde, odama geri döndüm (sanki gerçekten, yandaki odadan çıkmışım gibi).
Hafiften titreyerek, yatağımda oturuyorum. Gelecek kaygısı içimde büyürken, düşünceler hızla geçiyor aklımdan…
Bu odaya hakim ve sahibim… Bakışımlarım içeride dolaşıyor. Şu an buradayım. Gelecekte bu odada bulunacak olan herkes, bunu bilmeden, benimle birlikte bu odada olacak. Onları görecek, duyacak, hatta sanki kapı açıkmış gibi onlara bütünüyle eşlik edeceğim!


Bir müddet sonra, bir titreme eşliğinde, yüzümü deliğe yaklaştırıp yeniden baktım.
Mum sönmüş, ama içeride biri var.
Hizmetçi kız bu. Muhtemelen odayı temizlemek için gelip oyalandı.
Şimdi yalnız ve çok yakınımda. Buna rağmen, hareket halindeki bedenini çok iyi göremiyorum, belki de onu böyle kanlı canlı karşımda görmekten şaşkınım. Gece mavisi önlüğü, akşamın ışıkları gibi bacaklarına dökülüyor. Bilekleri beyaz, elleri, çalışmaktan kararmış. Belirsiz, ama yine de çarpıcı yüzüne gizlenmiş gözleri, her şeye rağmen ışıldıyor; çıkık elmacık kemikleri parlıyor; başının üzerindeki topuza oturtulmuş bone, bir taç gibi ışık saçıyor.
Az önce, merdiven sahanlığında, şöyle bir görmüştüm onu. Çömelmiş, alev alev yanan yüzünü kocaman ellerine yaklaştırmış, tırabzanları fırçalıyordu. Kirli elleri ve uğraştığı tozlu işler yüzünden iğrenç bulmuştum onu. Daha önce koridorda da rastlamıştım bu kıza. Hantal bedeni, dağınık saçlarıyla önümde yürüyordu. Ardında, bana iç çamaşırlarının kirli olduğunu düşündürten nahoş bir koku bırakarak ilerliyordu.


Ve şimdi ona tekrar bakıyorum. Akşam, çirkinlikleri usulca uzaklaştırıyor, sefaleti siliyor, korkuyu da. Bir laneti bir kutsamaya çevirir gibi, tozu gölgeye çeviriyor. Kızdan geriye sadece bir renk kalıyor, bir duman, bir siluet; hatta o bile değil: bir titreme ve kalbinin atışı. Ondan geriye, sadece kendi kalıyor.
Tüm bunlar kız yalnız olduğu için böyle. Olağanüstü, biraz da kutsal bir şey gerçekten yalnız olmak. Kız, bu masumiyetin, bu kusursuz saflığın içinde, yalnız.
Gözlerimle yalnızlığını kirletiyorum, ama o bunu bilmiyor, bu yüzden de kirlenmiş sayılmıyor.
Pırıl pırıl gözleri, iki yanında salınan elleri, gece mavisi önlüğüyle, pencereye doğru gidiyor. Yüzü ve bedeninin üst kısmı ışıklar içinde. Cennette gibi görünüyor.
Odanın diğer ucundaki, pencereye yakın, büyük, alçak ve koyu kırmızı kanepeye oturuyor. Süpürgesini yanına dayıyor.
Cebinden bir mektup çıkarıp okuyor. Bu mektup, alacakaranlıkta, dünyadaki en beyaz şeymiş gibi görünüyor. Çift katlı kâğıt, onu özenle tutan parmakların arasında, havadaki bir güvercin gibi titriyor.
Kız, titreyen mektubu dudaklarına götürüp öptü.
Kimden bu mektup? Ailesinden olmadığı kesin. Bir kız artık kadın olduğunda, ailesine karşı, onlardan gelecek bir mektubu öpecek kadar güçlü bir duygusal bağ hissetmez. Söz konusu olan bir sevgili ya da nişanlıysa eğer, tamam… Belki sevgilisinin adını bilenler vardır, ben bilmiyorum, ama başka hiç kimsenin olmadığı kadar tanığım bu aşka. Ve bu sıradan mektup öpme eyleminde, bu odaya saklanmış, karanlığın çıplak bıraktığı bu eylemde, yüce ve korkutucu bir şey var.
Kalktı, gri elinin içinde kıvrılmış mektupla, pencereye iyice yaklaştı.
Akşam her yeri kaplıyor, kızın ne yaşını biliyorum, ne adını, ne burada tesadüf eseri yaptığı işi. Hakkında hiçbir şey bilmiyorum… Kız, kendisini sarıp sarmalayan sınırsız boşluğa bakıyor. Bakışları öyle ışık saçıyor ki, ağladığını sanabilirsiniz, ama hayır, gözlerinden yayılan tek şey ışık. O gözler ışıkla yıkanmıyorlar, onlar bizzat ışığın kaynağı. Eğer gerçek yeryüzünde serpilseydi, bu kıza ne olurdu?
Derin bir iç geçiren kız, ağır adımlarla kapıya gitti. Kapı kızın arkasından düşen bir şey misali kapandı.
Kız, mektubunu okuyup öpmekten başka hiçbir şey yapmadan çekip gitti.


Köşeme geri döndüm, yine yalnızdım, hatta öncekinden çok daha yalnız. Bu karşılaşmanın sıradanlığı beni derinden etkiledi. Sonuçta karşımdaki de bir insandı, tıpkı benim gibi. Demek ki hiçbir şey, kim olursa olsun, bir insana yaklaşmaktan daha dokunaklı ve daha güçlü değil.
Bu kadın, bir şekilde, hayatıma dokundu, kalbimde bir yer edindi. Nasıl, neden? Bilmiyorum… Ama birden nasıl da önemli oluverdi!… Kendinden dolayı değil, sonuçta onu tanımıyorum ve bu umurumda bile değil. Bu kadar önemli olmasının nedeni, varlığının bir anlık ortaya çıkışı, teşkil ettiği örnek, orada bulunuşunun bıraktığı iz, adımlarının hakiki sesi.
Az evvel kurduğum doğaüstü hayal kabul olmuş ve sonsuzluktan dilediğim şey gerçekleşmiş gibi geliyor bana. Gözlerimin önünden geçip giden bu kadının, çıplak öpücüğünü göstererek bilmeden bana sunduğu şey, yansıması bile insanı mutlu eden güzelliğin taçlanmış hali değil mi?


Yemek zili koridorlarda yankılandı.
Günlük hayata ve sıradan uğraşlara çağrı yapan bu ses, anlık da olsa, düşüncelerimin akışını değiştiriyor. Akşam yemeğine inmek için hazırlanıyorum. Sırtıma parlak bir yelek, onun üzerine koyu renk bir ceket geçiriyor, kravatıma da bir inci iliştiriyorum. Hemen ardından duruyor, yan odada (ya da uzakta) yine bir ayak sesi ya da insan sesi duymayı umut ederek kulak kabartıyorum.
Uygun davranışlar sergileme gerekliliğinin, insanlarla ilk kez karşılaşacak olmanın tedirginliği içindeyim.
Diğer kiracıların arasına karışarak aşağıya indim. Kahve ve altın renklerinin hakim olduğu, bol ışıklı yemek odasında, konuk masasına oturdum. İçeride, genel bir hareketlenme, bir uğultu, yemek öncelerinin o gereksiz nezaketi hüküm sürüyor. Oda kalabalık, herkes iyi yetişmiş bir topluma ait olmanın getirdiği ölçülü davranışlar içinde yerine oturuyor. Gülümsemeler, çekilen sandalyelerin gürültüsü, havada uçuşan dağınık sözcükler, birbirini arayıp bulan sesler, başlayan diyaloglar… Ardından, yerleştirilen çatal bıçağın ve tabakların tekdüze konseri.
İki komşum da, her biri kendi köşesinde, çene çalıyor. Dışında kaldığım sohbetlerinin mırıltılarını duyuyorum. Gözlerimi kaldırıyorum. Karşımda, ışık saçan alınlar, pırıltılı gözler, kravatlar, bluzlar, beyaz örtüsüyle ışıl ışıl parlayan masanın üzerinde hareket eden eller. Tüm bunlar aynı anda hem ilgimi çekiyor, hem de gözümü korkutuyor.
Bu insanların ne düşündüklerini, kim olduklarını bilmiyorum; kendilerini birbirlerinden saklıyor ve sakınıyorlar. Bir duvara çarpar gibi, ışıklarına çarpıp geri savruluyorum.
Bilezikler, kolyeler, yüzükler… Mücevherlerin parıltılı hareketlerine, yıldızlar kadar uzak hissediyorum kendimi. Genç bir kız dalgın mavi gözleriyle bana bakıyor. Bu tarz bir safirin karşısında ne yapabilirim?
Konuşuyorlar, ama her birini kendine terk eden bu gürültü, beni de, tıpkı ışığın gözlerimi kör etmesi gibi, sağırlaştırıyor.
Yine de bu insanlar, konuşmanın tesadüfi akışı içinde, bazı anlarda, çok önem verdikleri şeyleri düşündüklerinden olsa gerek, sanki yalnızmış gibi görünüyorlar. Bu gerçeği fark ettiğim an, hatırladığım bir anıyla benzim soldu.
Biri paradan bahsetti ve sohbet bu konu üzerinde genelleşti. Masanın etrafındakiler para düşüncesiyle şöyle bir yerlerinde kıpırdandılar. Gözlerinde muhtemelen deste deste para saydıkları açgözlü bir hayal belirdi, tıpkı kendini yalnız hissettiği anda hizmetçi kızın gözlerinde beliren büyük hayranlığa benzer sessiz bir teslim oluş içindeydiler.
Savaş kahramanları zafer nidalarıyla anıldı; masadaki erkekler akıllarından “Ya ben!” diye geçirdiler, sosyal durumlarındaki gülünç eşitsizliğe ve tutsaklıklarına rağmen, ne düşündüklerini gösterircesine coştukça coştular. Tüm bunlardan gözleri kamaşmış bir genç kızın yüzündeki şaşkınlığı gördüm. Ağzından fırlayan hayranlık nidasına engel olamadı. Kim bilir hangi düşüncenin etkisiyle kızardı. Kanın dalga dalga yüzüne yayıldığını gördüm, kalbi sanki ışık saçıyordu.
Gizli bilimler ve öbür dünya fenomenleri tartışıldı. “Kim bilir!” dedi birisi, ardından ölümden bahsedildi. Bu konu açıldığında, davetlilerden ikisi, masanın zıt iki ucunda oturan, birbirleriyle konuşmayan ve birbirlerinin farkında değilmiş gibi görünen bir kadın ve bir erkek, beni şaşırtan bir şekilde bakıştılar. Ölüm düşüncesinin yarattığı huzursuzlukla bakışlarının karşılaştığını görünce, bu iki insanın birbirini sevdiğini ve geceleri birbirlerine ait olduklarını anladım.


…Yemek sona ermişti. Genç insanlar salona geçmişti.
Bir avukat, gün içinde görülen bir davadan bahsediyordu yanındakilere. Davanın konusu gereği, ihtiyatla, neredeyse sır verircesine dile getiriyordu olanları. Bir adam, bir kız çocuğuna tecavüz ederken aynı anda onu boğmuş, küçük kurbanın çığlıkları duyulmasın diye de, avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylemişti. Bu insanlıktan uzak yaratık, mahkemede “Öyle çok bağırıyordu ki birileri yine de onu duyabilirdi, neyse ki fazla gençti” diye anlatmıştı.
İnsanlar birer birer susuyor, her biri, yüzünde sanki oralı değilmiş gibi bir ifadeyle, avukatı dinlemeye başlıyor. Uzak kalanlar, belli ki konuşmacıya yaklaşmak arzusunda. Sessizlik, ortaya çıkan bu resmin, ürkek içgüdülerimizin maruz kaldığı bu korkunç darbenin etrafını, ruhlarımıza yayılan muazzam bir gürültü gibi çevreliyor.
Ardından, bir kadın kahkahası duyuyorum, içten bir kahkaha bu, belki sahibinin masum olduğuna inandığı, ama yine de tüm varlığını okşayan, kuru, çatlak bir kahkaha. Biçimsiz içgüdüsel çığlıklardan ibaret, neredeyse tensel birleşmeyi anımsatan bir kahkaha patlaması… Kadın susup sessizliğe bürünüyor. Ve konuşmacı, insanlar üzerinde yarattığı etkiden emin, sakin bir sesle, canavarın itiraflarını anlatmaya devam ediyor: “Kız uzun süre direndi, sürekli bağırıp duruyordu! Mutfaktan aldığım bir bıçakla karnını deşmek zorunda kaldım.”
Yanında küçük kızıyla oturan genç bir anne, huzursuzca kıpırdanıyor, hafifçe doğrulsa da, gidemiyor. Yeniden oturup çocuğunu gizlemek için öne doğru eğiliyor; hem dinlemek istiyor, hem dinliyor olmaktan utanıyor.
Bir başka kadın hareketsiz kalıyor, başı öne doğru eğilmiş, ama dudakları acıklı bir şekilde, kendini savunurcasına sımsıkı kapalı. Yüzündeki dünyevi maskenin altında, bir kurbanının çılgın gülümsemesinin, tıpkı bir el yazısı gibi belirdiğini görüyorum.
Ve erkekler!… Şuradaki, sakin ve sıradan görünenin kesik kesik soluduğunu net bir biçimde duyuyorum. Şu kişiliksiz bir kentsoylu yüzüne sahip olan, yanındaki genç kadına hararetle bir şeyler anlatıyor. Bir yandan da tenini delip geçen bir bakışla bakıyor kadına, içten içe kendisinden utanmasına neden olan, ışıltısıyla gözlerini rahatsız eden, ağırlığıyla onu ezen, varlığından daha güçlü bir bakış bu.
Adamın bakışındaki çiğliği fark ediyorum, dudakları titreyerek aralanıyor. İnsan denen makinenin bu tetikte hali afallatıyor beni, karşı cinsin taze etine doğru birbirine çarparak uzanan kanlı dişler beliriyor hayalimde.
Ve odadakiler, küfürler ve hakaretlerle, hep bir ağızdan caniye öfkesini gösteriyor.
…Böylece bir an için de olsa, yalan söylemiyorlar. Belki farkında olmadan, kendilerine itirafta bulunuyorlar, neyi itiraf ettiklerini bile bilmeden. Neredeyse kendileri oluyorlar. Bakışları, arzularını dışa vuruyor ve o bir anlık yansımada, dudaklarının mühürlediği, suskun kalan ne varsa görünür oluyor.
İşte görmek istediğim bu: bu düşünce, bu yaşayan hayalet. Omuz silkerek masadan kalkıyorum. Gözlerimin önünde örtülerinden soyunan adamların ve kadınların, çirkinliğine rağmen bir sanat eseri kadar güzel bulduğum samimiyetini görme telaşıyla, yukarı çıkıyorum. Yeniden odamdayım, iki yana açtığım kollarımı sanki sarılıyormuşum gibi duvara dayayıp, yan odaya bakıyorum.
O, orada, ayaklarımın dibinde öylece uzanıyor. Boş olmasına rağmen, insanların birbiriyle karşılaştığı ve iletişim kurduğu zamanlardan çok daha canlı görünüyor. O insanların silinmek, kendilerini unutturmak için kalabalıklara, yalan söylemek için bir sese ve arkasına saklanmak için bir yüze ihtiyaçları var.

III
Gecenin tam ortası. Kadife gibi kalın gölgeler her taraftan üzerime eğiliyor.
Etrafımdaki her şey, karanlıklara gömüldü. Bu karanlığın ortasında, dirseklerimi yuvarlak masaya dayamış, güneş gibi parlayan lambanın ışığında oturuyorum. Çalışıyor gibi görünüyorum, ama gerçekte, dinlemekten başka yapacak işim yok.
Az önce yan odaya baktım. Kimse yok, ama kuşkusuz biri gelecek.
Biri gelecek, belki bu akşam, belki yarın, belki bir başka gün. Kaçınılmaz olarak biri gelecek, ardından başkaları birbiri ardına gelecekler. Bekliyorum ve sadece bunun için yaratılmışım gibi geliyor bana.
Yatağıma uzanmaya bile cesaret edemeden, uzun süre bekliyorum. Sonra, çok geç saatte, epeydir devam eden sessizlik beni felce uğratmışken, bir gayret gösterip, yeniden duvara kenetleniyorum. Dua ederek, gözlerimi deliğe yaklaştırıyorum. İçerisi karanlık, her şey gölgelere karışmış. Oda, geceyle, bilinmezlerle, her çeşit olasılıkla dolu. Kendimi sırt üstü yatağıma bırakıyorum.


Ertesi sabah, gün ışığının doğallığında gördüm odayı. Doğan günün içeriye yayılmasını izledim. Yıkıntılarının arasından çıkıp, yavaş yavaş ayağa kalkışını.
Benimkiyle aynı şekilde döşenmiş ve düzenlenmiş bir oda bu. Tam karşımda, üzerinde aynasıyla şömine var, sağda yatak, solda, pencereyle aynı tarafta, bir kanepe… Odalar birbirinin aynı, ama benim hikâyem biterken, diğerininki başlamak üzere…
Sıkıcı öğle yemeğinden sonra, beni cezbeden tek noktaya, duvardaki çatlağa geri dönüyorum. Hiçbir şey yok. Geri iniyorum.
Hava ağır. İnatçı bir yemek kokusu buraya kadar geliyor. Boş odamın sınırsız büyüklüğünün ortasında, öylece duruyorum.
Kapımı önce aralayıp sonra ardına kadar açıyorum. Koridorlarda, üzerlerindeki bakır levhalarda numaraları yazan oda kapıları kahverengiye boyanmış. Hepsi kapalı. Sadece benim duyduğum, hatta bu hareketsiz ve kocaman evde gereğinden fazla duyduğum, birkaç adım atıyorum.
Sahanlık uzun ve dar. Bir gaz lambasının parladığı duvar, koyu yeşil taklit bir halıyla kaplı. Tırabzana dirseğimi dayıyorum. Bir uşak (masada yemek servisi yapan ve şu an üzerindeki mavi önlük ve dağınık saçlarıyla pek de tanınacak halde olmayan), koltuğunun altında gazetelerle, seke seke üst kattan iniyor. Madam Lemercier’nin küçük kızı, boynunu tıpkı bir kuş gibi öne uzatmış, dikkatli bir şekilde tırabzana tutunarak yukarı çıkıyor ve ben, onun küçük adımlarını, uçup giden saniyelere benzetiyorum. Bir adam ve bir kadın, onları duymamam için konuşmalarına ara vererek önümden geçiyor, sanki düşüncelerinin sadakasını benden sakınırlarmış gibi.
Bu önemsiz olaylar, perdenin üzerine kapandığı komedi sahneleri gibi, hiçbir iz bırakmadan yok oluyor.
Moral bozucu bir öğleden sonra geçiriyorum. Bu evin içinde ve dışında işsiz güçsüz dolaşırken, her şeyin karşısında yalnızmışım duygusuna kapılıyorum.
Ben koridordan geçerken, bir kapı, bir kadın kahkahasını boğarak çabucak kapanıyor. İnsanlar uzaklaşıyor, kendilerine kapanıyor. Sessizlikten beter, anlamsız bir gürültü sızıyor duvarlardan. Kapıların altından, karanlıktan beter, ölgün bir ışık süzülüyor.
Merdivenlerden iniyorum. Salondan gelen konuşma seslerinin çekiciliğine kapılıp içeri giriyorum.
Grup halindeki birkaç adam, hatırlamadığım birtakım cümleler sarf ediyorlar. Çıkıyorlar; yalnız kalıyorum. Koridorda tartışmaya devam ettiklerini duyuyorum. Sonunda sesleri yok olup gidiyor.
Ardından, beraberinde bir ipek hışırtısı, bir çiçek ve tütsü kokusuyla, kibar bir kadın giriyor içeri. Parfümü ve şıklığı odayı dolduruyor sanki.
Kadın, yumuşak bakışlı uzun güzel yüzünü hafifçe öne doğru uzatıyor. Ama onu iyi göremiyorum, çünkü bana bakmıyor.
Oturuyor, bir kitap alıp sayfalarını çeviriyor, sayfalardan yüzüne beyaz bir ışık ve düşünceler yansıyor.
İnip çıkan göğsüne, kıpırtısız yüzüne ve onunla bir olmuş, adeta canlı gibi görünen kitaba bakıyorum gizlice. Teni öyle ışıltılı ki, ağzı neredeyse karanlık bir delik gibi görünüyor. Güzelliği hüzünlendiriyor beni. Tepeden tırnağa hayranlıkla ve büyük bir kederle seyrediyorum bu yabancıyı. Varlığıyla benliğime dokunuyor. Bir kadın bir adama yaklaştığında, hele ki yalnızsa, daima onun benliğine dokunur. Aralarındaki onca farka rağmen, başlangıçları hep müthiş bir mutluluk yaratır.
Ama kadın gidiyor. Ona dair her şey bitiyor böylece. Hiçbir şey olmadı, ama yine de bitiyor işte. Tüm bunlar fazla basit, fazla güçlü, fazla gerçek.
Eskiden olsa hissetmeyeceğim bu tatlı umutsuzluk endişelendiriyor beni. Dünden beri, değiştim sanki. İnsan hayatını, o yaşayan gerçekliği herkes gibi ben de tanıyordum. Ne de olsa, doğduğumdan beri yaşıyorum bu deneyimi. Şimdiyse, bir çeşit endişeyle de olsa, kutsal bir şekilde karşıma dikildiğine inanıyorum.


Geri çıktığım odamda, öğleden sonra yerini akşama bırakıyor.
Penceremden, tatlılıkla göğe tırmanan akşama ve kaldırımlarda dört bir yana dağılan kalabalığa bakıyorum.
Gelip geçenlerin akıllarında bir an önce evlerine dönmek var. İçinde bulunduğum evin duvarları arasından garip uğultular sızıyor, uzaktan, kiracıların gamsız seslerini duyuyorum.
Yan taraftan bir gürültü geliyor… Yatağa tırmanıp duvara yaslanıyor, komşu odaya bakıyorum. Her şey şimdiden griye bürünmüş. Gölgelerin içinde bir kadın var.


Demin benim yaptığım gibi, pencereye yaklaşmış. Bu, bir odada yalnız kalan herkesin yaptığı, sıradan bir hareket herhalde.
Gözlerim karanlığa alıştıkça, silueti netleşiyor, onu daha iyi görüyorum.
Bu güz başlangıcında, üzerinde, kadınların güneş altında ışıldamasına neden olan şu parlak elbiselerden biri var. Pencereden süzülen solgun ışık, onu donuk bir haleyle çevreliyor. Elbisesi, uçsuz bucaksız alacakaranlığın, peri masallarındaki zamanın renginde.
Tütsü ve çiçek karışımı parfümü burnuma doluyor ve gerçek bir isim gibi onunla bütünleşen bu parfüm sayesinde, onu tanıyorum. Az önce bir kuş gibi yanıma konup sonra uçup giden genç kadın bu. Şimdi, orada, kapalı kapının ardında, bakışlarımın öksesine tutuluyor.
Dudakları kıpırdandı. Kendi kendine bir şeyler mi mırıldanıyor, yoksa kısık sesle şarkı mı söylüyor, bilmiyorum… Orada, pencerenin kederli beyazlığının aynadaki yansımasının yanında, renklerini kaybetmekte olan bu odanın ortasında, duruyor. Var olduğundan beri birçok bakışın değdiği koyu renk gözleri, esmer teni ve yüzünün şeffaflığıyla, orada.
Son derece zarif, beyaz boynu öne doğru uzanıyor. Pencereye alnını dayamış profili, sanki düşüncelerinin rengi maviymiş hissi uyandırarak maviye çalan gölgeler içinde kayboluyor. Karanlığın gizlediği saçlarına düşen zayıf bir ışık, sarı buklelerini açığa çıkarıyor.
Ağzı, sanki dudakları aralıkmış gibi karanlık. Eli, bir kuş misali pencere camına konmuş. Soluk ama koyu renk, yeşil ya da mavi bir bluz var üzerinde.
Bu kadın hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Üstelik öyle uzak ki benden. Sanki dünyalar ya da asırlar ayırıyor bizi birbirimizden, sanki ölüm girmiş aramıza.
Yine de, aramızda hiçbir şey yok: yakınındayım, onunlayım. Titriyorum.
…Ellerim ona sarılmak için uzanıyor. Ben de diğerleri gibi bir erkeğim, karşıma çıkacak ilk kadının gözlerimi kamaştırmasına her daim hazır. Acınacak bir hal bu. Kadın orada, sevilen kadının, o hâlâ bütünüyle tanınmayan, ortaya çıkması beklenen, dünya üzerindeki yaşayan tek mucizeyi içinde barındıran kadının, en saf imgesi olarak dikiliyor.


Dönüp, bedeninin yuvarlak hatlarıyla, bir bulut gibi, çoktan geceye karışmış odanın karanlığına süzülüyor. Elbisesinin derinden gelen hışırtısını duyuyorum. Bir yıldızı arar gibi yüzünü arıyor bakışlarım. Ama düşünceleri gibi, yüzünü de göremiyorum.
Hareketlerinde bir anlam arıyorum, ama saklanıyorlar gözlerimden. Ona bu kadar yakınım ve ne yaptığını bilmiyorum! İzlendiklerinin farkında olmayan insanların ne yaptığını bilmez bir halleri var.
Odanın kapısını kilitliyor, bu onu biraz daha tanrısallaştırıyor. Yalnız olmak istiyor. Muhtemelen, bu odaya giysilerinden kurtulmak için girdi.
Kadının odadaki tesadüfi varlığının nedenlerini anlamaya çalışmıyorum. Kendime bu kadına gözlerimle sahip olarak işlediğim suçun hesabını sormak gibi bir niyetim de yok. Bir şekilde birbirimize bağlandığımızı biliyorum ve tüm kalbimle, tüm ruhumla, tüm hayatımla, kendini bana göstermesi için yalvarıyorum ona.
Kendi dünyasına çekilmiş gibi görünüyor, duraksıyor. Varlığının bilmem hangi saf yanıyla, çok uzun zamandır, örtülerinden sıyrılmak için yalnız kalmayı beklediğini düşünüyorum. Evet, hâlâ dışarıdaki havanın yarattığı sersemliği atamamış üzerinden, gelip geçenlerin sözde yanlışlıkla bedenine değişlerinin, erkeklerin bakışlarının etkisi hâlâ sürüyor. Sığındığı bu duvarlar arasında, elbisesini çıkarmak için, bu temasın biraz daha uzaklaşmasını bekliyor.
Onun, bedenine dair, bakirelere özgü düşüncelerini okumaktan zevk alıyorum ve aramızdaki duvara rağmen, bedenimin onunkine doğru eğildiğini hissediyorum.


Pencereye doğru gidiyor, kollarını kaldırıp perdeleri kapatıyor. Zifiri karanlık aramıza giriveriyor.
Onu kaybediyorum!… Varlığımın derinliklerinde keskin bir acı hissediyorum, sanki biri ışığımı benden söküp almış gibi… Orada öylece, şaşkın, kalakalıyorum. Ağzımdan fırlamaya çalışan bir iniltiyi bastırıp, nefesine karışan karanlığı gözlemeye koyuluyorum.
El yordamıyla birtakım nesnelere dokunuyor. Parmaklarının ucunda parlayan bir kibritin aleviyle, silueti yavaş yavaş aydınlanıyor. Ellerinin, alnının ve boynunun solgun beyazlığını görüyorum ve yüzü, bir peri kızı gibi beliriyor önümde.
Elinde tuttuğu zayıf ışığın birkaç saniye boyunca bana gösterdiği bu kadın yüzünde, çizgilerden eser yok. Parmaklarının ucundaki alevle, şöminenin önünde çömeliyor. Siyah ve soğuk nemin içinde, kuru odunların çatırdadığını duyuyorum. Lambayı yakmadan kibriti atıyor ve odada, şöminenin ateşi dışında bir aydınlık kalmıyor.
O, küçük bir esintiyle, önünden gelip geçerken, ocak kızarıyor. Batmakta olan güneşin önünde duruyormuş gibi görünüyor. Uzun zarif bedeninin, karanlıkta kalan kollarının ve bir altın rengine bir pembeye dönen ellerinin siluetlerine değiyor bakışlarım. Gölgesi kah bacaklarına tırmanıyor, kah duvarlara atılıp ateşin yansıdığı tavanda dolanıyor.
Alevler parıltılarıyla saldırıyor ona sanki. Ama o kendini gölgesinin içinde korumaya devam ediyor, yine saklanıyor. Hâlâ örtüler altında ve gri, elbisesi kederle dökülüyor bedeninden.
Karşıma, divana oturuyor. Bakışı, odanın içinde yumuşacık kanat çırpıyor.
Gözleri bir an, gözlerimde duruyor; bilmeden, bakışıyoruz.
Ardından, daha keskin bir bakış yerleşiyor gözlerine. Aklına bir şey ya da biri düşmüş olmalı ki, dudakları hafifçe aralanıyor, sıcak bir armağan gibi, gülümsüyor.
Çıplak yüzdeki çıplak ağız. Hiç durmadan kanayan, kalbe benzeyen, kan kırmızı bir ağız, bir yara gibidir ve bir kadının ağzını görmek de yaralar insanı.
Ben de, bir gülümsemeyle kendini aralayıp kanayan bu kadın karşısında titremeye başlıyorum. Divan, geniş kalçalarının baskısıyla içine gömülüyor. Birbirine yaklaşmış ince diz kapaklarıyla, bedeninin orta bölümü bir kalp şeklini alıyor.
…Divana yarı uzanmış halde, eteğini iki eliyle hafifçe kaldırarak ayaklarını ateşe uzatıyor ve bu hareketiyle, ince siyah çoraplarını dolduran bacakları ortaya seriliyor.
Ve bedenim, yukarı doğru tırmanarak, karanlıkta, olağanüstü derinliklerde kaybolan bu iki erotik çizgi karşısında, kızgın demirle dağlanmış gibi çığlık atıyor.
Parmaklarım kasılıyor, bakışlarım, orada, alnı geceye karışmış, kendini tamamen sunmuş halde yatan kadına kenetleniyor. Yerde sürünen kan rengi aydınlık, umutsuzca, adeta insanca bir çabayla, üzerine tırmanmaya çalışıyor.
Küçük bir hareketiyle, etek yeniden bacaklarını örtüyor. Yine eski haline dönüyor kadın. Hayır, başka biri artık. Çünkü bir anlığına da olsa, yasak teninin bir kısmını gördüm ve şimdi, odalarımızın birbirine karışan gölgelerinde, o teni yeniden görmek için pusudayım. Az önce, erkeklerin bir dine tapar gibi taptığı, bin türlü umutla, akla mantığa karşı gelerek görmek için yalvardığı o sıradan ama büyük, o göz kamaştıran hareketi yapmış, elbisesinin eteğini kaldırmıştı!
Şimdi yürüyor ve eteğinin hışırtısı, karnımın içinde kanat seslerine dönüşüyor.
Bakışım, dalgın gülümsemesinin donup kaldığı çocuksu suratından uzaklaşıyor, kendimi zorlayarak da olsa, ruhunu ve düşüncesini unutmaya çalışıyorum, istediğim tek şey bedeni. Tıpkı onu kuşatıp salıvermeyen ateş gibi sahip olmak istiyorum ona. Ama bakışlarım, ayaklarının dibine düşmekten ve elbisesine hafifçe dokunmaktan başka bir şey yapamıyor. Tıpkı şöminenin o muhteşem, yalvaran, tırmanan, parçalar halinde göğe doğru akan alevleri gibi!
Sonunda beklediğim oluyor, kadın kendini tam anlamıyla sergiliyor.
Ayakkabılarını çıkarmak için bacaklarını yukarı kaldırarak bedenini önüme seriveriyor.
Parlak çizmelerinin içinde hapsolmuş küçük ayaklarını görebiliyorum artık. İpek çorabın sardığı ince dizleri, genişçe açılmış baldırlarıyla, narin bileklerinin üzerinde kırılgan bir amforaya benziyor. Dizkapağının arkasındaki çukurda, çorabın sona erdiği o beyaz ve bulutumsu yerde, galiba bir parça çıplak ten görünüyor. Bu tutkulu karanlıkta, yanan odunların onu saran zayıf ışığında, çizgilerin ayırdına varamıyorum. Gördüğüm iç çamaşırının ince kumaşı mı, yoksa teni mi? Hiçbir şey mi, yoksa her şey mi? Bakışlarım, bu çıplaklığa erişebilmek için, gölgeler ve alevlerle kıyasıya bir mücadele halinde. Alnım, göğsüm ve avuç içlerim duvara yapışık halde, bu engeli yıkıp öbür tarafa geçmek için şiddetli bir arzu duyuyorum. Gözlerim karanlığa dikili, daha iyi görmeye, daha fazlasını görmeye çalışarak işkence ediyorum kendime.
Varlığının karanlık gecesine, sıyrılmış elbisesinin o yumuşak, sıcak ve müthiş kanadının altına dalıyorum. Nakışlı iç pantolonu, gölgelerle dolu karanlık bir yarık halinde aralanıyor, oraya doğru atılan bakışlarımı çılgına çeviriyor. Görmek istediğim neredeyse her şey orada, bu açık, çıplak gölgenin içinde. Bedeninin etrafını hafif bir tütsü bulutu gibi saran ve kokusunu taşıyan ince giysinin ortasındaki, derinliklerinde bir meyve saklayan o karanlığı delip geçmek istiyorum.
Bir an boyunca, böyle kalıyoruz. Az önce aynadaki kendi yansımasından korkan, şimdi ise yalnızlığının kusursuz saflığında, karşısındaki hayali bir adamın bakışlarına meydan okuyan bir tavra bürünmüş bu kadının önünde, duvara yapışmış bekliyorum… Tüm saflığıyla kendini sunan kadın, derin düşüncelere dalmış gibi görünüyor…
Şöminenin ateşi sönmeye yüz tutuyor, bu yüzden, soyunmaya başladığında, onu nerdeyse hiç göremiyorum. Maalesef ikimizin arasındaki bu büyük şölen karanlıkta gerçekleşecek.
Uzun, dağınık, insana benzemeyen siluetini görüyorum. Neredeyse sönükleşmiş güzelliğinin içinde, zarif, okşayıcı ve hoş sesler çıkararak, yumuşacık deviniyor. Kollarının hareketlendiğini, büküldüğünü, ardından çıplak kaldıklarını hissediyorum.
Az önce ince bir ipek parçası halinde yavaşça yatağın üzerine düşen şey, bedenini sımsıkı saran korsesi olmalı… Bulutumsu eteği ayaklarına doğru akarken sanki her şeyi aydınlatıyor. O içinde değilken hiçbir değeri olmayan elbiseden kurtulduğunu görüyorum gibi geliyor bana ve bacaklarının biçimini fark ediyorum.
Belki de öyle olduğunu sanıyorum, çünkü gözlerim neredeyse hiçbir şey görmüyor. Sadece ışık yoksunluğundan değil, kalbimin kederli çabası, hayatımın vuruşları, kanımın karanlık gölgeleri yüzünden kör olmuş gibiyim… Bu muhteşem bedenin peşine düşen gözlerim değil, onun gölgesiyle çiftleşen gölgem sanki.
İçimde bir çığlık kopuyor: karnı!
Karnının yanında, göğüslerinin, bacaklarının ne önemi var ki! Düşüncelerini ve yüzünü de o kadar dert etmiyorum artık. İstediğim tek şey karnı ve bir kurtuluş yolu gibi ona ulaşmaya çalışıyorum.
Kasılıp kalmış ellerime güç veren, bir bedene kavuşmuş gibi ağırlaşmış bakışlarımın, karnına ihtiyacı var. Tüm kurallara ve yargılara rağmen, erkek bakışı, daima, tıpkı bir yılanın deliğine ilerlemesi gibi, kadının en mahrem yerine doğru çekiliyor.
O benim için sadece kadınlığından ibaret değil. Bir kalp gibi kanayan, bir lirin telleri gibi titreyen, bir ağız gibi açılan o gizemli yara değil sadece. İçimi dolduran bir koku yayılıyor ondan, süründüğü yapay parfümün kokusu değil bu, derinliklerinden gelen, deniz kokusuna benzer, yabanıl bir koku. Yalnızlığının, sıcaklığının, aşkının ve içinde sakladığı sırların kokusu.
Gözlerim kan çanağına dönmüş halde, bu baş döndürücü görüntüye doğru çekiliyorum. Zaferimin içinde git gide yabanileşiyorum. Ağzı önümden geçerken, dudaklarım havada, boş bir öpücüğe kenetleniyor.
Birden, nedendir bilinmez, hareketsiz kalıyor, sanki donmuş gibi…
Şiddetli bir irkilmeyle, ona gerçekten dokunmak istiyorum… Aramızdaki şu duvarı yok etsem ya da odamdan çıkıp, kapısını kırarak üzerine atlasam.
Hayır, hayır, hayır! Bir önsezi, sağduyumu yeniden kazanmamı sağlıyor… Bunları yapsam bile, ancak ona şöyle bir dokunacak zamanım olur. Kendimi tutuyorum. Kirlenmiş bir isim, hapis, namus lekesi, açlık ve sefalet. Tüm bunlar öyle yakınımda ki, tüylerimi ürperten bir korkuya kapılıyorum. Şiddetli bir titreme beni olduğum yere çiviliyor.
Ama çok geçmeden, bir başka düşünce ortaya çıkıveriyor. Bir hayal tenimin derinliklerine işliyor: belki de o ilk korku anı geçtiğinde, kendini kollarıma bırakırdı, bu tutku ona da bulaşır, bedeni, dokunuşumla, şaşkın bir kabulleniş içinde alev alırdı…
Hayır, yine hayır! Çünkü o zaman da hafif bir kız olurdu ve o tür kızları her arzu ettiğinde bulabilir insan. Böyle bir kadını kollarının arasına alıp, ona istediğin her şeyi yapmak basit. Fiyatı tarifeye bağlı. Paranın açamayacağı kapı yok, sevişen çiftleri izleyebileceğiniz evler bile var. Eğer o, hafif bir kız olsaydı, şu an asla bir melek gibi yalnız görünemezdi.
Onu böyle kusursuz bulmamın nedeni, benden ayrı olması ve aramızdaki duvar. Bunu aklıma ve bedenime kabul ettirmem gerek. Işıldamasına neden olan yalnızlığı, bir yandan da görkemli bir biçimde koruyor onu. Gizeminin kaynağında, el değmemiş gerçekliği, kraliçesi olduğu evrensel yalnızlığı ve bu yalnızlığın yaşattığı kesinlik duygusu var. Uzaktan, erdeminin ötesinden gösteriyor kendini ve teslim olmuyor: bir başyapıta benziyor. Sonsuz derinliğin ve sessizliğin kenarında, bir heykel ya da müzik parçası gibi, mesafeli ve değişmez kalıyor.
Ve beni kendine çeken her şey, yaklaşmamı da engelliyor. Mutsuz olmam gerek, aynı anda hem hırsız hem kurban olmam gerek… Arzu etmekten, hayal ve umut yoluyla kendimi aşmaktan başka çarem yok. Arzu etmek ve arzuma sahip çıkmak.
Bir anlığına, başımı çeviriyorum, kendimi kurtarmaya çalıştığım şey ne kadar da güçlü ve şiddetli. Gözlerimin önünde sınırsızca büyüyen deliğin içinde, çıkardığı tatlı sesleri duymamaya çalışıyorum… Çıldırıyor muyum? Hayır, çılgın olan gerçeğin kendisi.
Tüm bedenim ve düşüncemle, tensel zaafımın üstesinden geliyorum. Bedenim susuyor ve hayal etmeyi bırakıyor. Yıkıntılarımın üzerinden bakmaya devam ediyorum.
Sanki bana acımış gibi, yeniden giyiniyor, her şeyi örtüyor.
Şimdi lambayı yakıyor. Başka bir elbise giymiş, herkesten sakladığı tüm o güzel sırları benden de saklıyor. Yeniden saflığının yasını tutmaya koyuluyor.
Birbiriyle alakasız birkaç hareket yapıyor. İşte şimdi boyunu ölçüyor, şakaklarına biraz allık sürüyor, sonra siliyor, aynada, iki farklı şekilde gülümsüyor kendine, hatta bir anlığına, hayal kırıklığına uğramış bir ifade veriyor yüzüne. Anlamlı anlamsız bin çeşit küçük hareket icat ediyor… Hem süslenme merakını, hem saflığını ortaya koyan hareketler bunlar.
…Aynada kendine soylu bir bakış fırlattığı anda, bir kez daha, bakışlarımız karşılaşıyor.
Bir eliyle, üzerinde abajursuz bir lambanın ışıldadığı masaya yaslanmış… Lambanın özgür ışığı, ellerini, çenesini, yüzünün etrafını ve gözlerinin altını canlı bir parıltıyla yıkıyor adeta.
Gölgelerin içinden bu güneş maskesiyle çıktığından beri, onu tanımıyorum. Ama bir gizemi hiç bu kadar yakından görmemiştim… Işığıyla sarmalanmış halde, orada öylece kalıyorum, heyecandan titriyorum. Sanki bugüne kadar hiçbir kadın tanımamışım gibi, varlığı beni alt üst ediyor.
Gözlerini benimkilerden ayırmadan hemen önce gülümsüyor ve ben, bu gülümsemenin ve bu yüzün olağanüstü değerini ta yüreğimde hissediyorum…
Gidiyor… Ona hayranım, ona saygı duyuyorum, ona tapıyorum. Ona karşı, gerçeğe dair hiçbir şeyin zarar veremeyeceği bir aşk besliyorum ve bu aşkın ne umut etmek ne de bitmek için hiçbir nedeni yok. Hayır, gerçek şu ki, ben daha önce, bir kadının ne olduğunu bilmiyordum.
Akşam yemeğine katılmıyor. Ertesi gün de evden ayrılıyor.
Gitmek üzereyken tekrar görüyorum onu. Birileri önünden koştururken, ben, merdivenin aşağısında, giriş holünün yarı karanlığında duruyorum. Aşağıya iniyor, beyaz eldivenli narin eli, parlak siyah tırabzanın üzerinde, bir kelebek gibi sekiyor. Küçük ayakları öne doğru havalanıyor. Düne göre daha ufak tefek görünüyor gözüme, ama onu ilk gördüğüm seferki haline benziyor. Ağzı öyle küçük ki, sanki onu olduğundan küçük göstermek için özel bir çaba gösteriyor gibi. İnci grisi elbisesi cıvıldıyor… Geçip gidiyor, bir parfüm bulutu içinde buharlaşıyor…
Bana sürtünerek geçiyor, o anda beni görebilecekken elbette görmüyor (oysa odalarımızın karanlığında, ikimiz tek bir gülümseme olmuştuk!) Başkalarının yanındayken karşılaştığınız insanların o sönük ışıklı, acımasız haline bürünmüş gibi. Aramızda duvar yok, uçsuz bucaksız boşluk ve sonsuz zaman var. Dünyanın tüm güçleri var aramızda.
İşte ona son bakışım bu oluyor. Pek bir şey anlamıyorum, çünkü bir gidiş asla tam olarak anlaşılmaz. Onu bir daha hiç görmeyeceğim. Ne çok ilham çiçeklenip yok oluyor; ne çok güzellik, tatlı zaaf, ne çok mutluluk kayboluyor. Ölümle sonlanacağı kesin, belirsiz bir hayata doğru, yavaşça uzaklaşıyor kadın. Günleri nasıl yaşanacak olursa olsun, son gününe doğru gidiyor.
Onun hakkında söyleyebileceğim tek şey bu.
…Bu sabah, her bir detaya kesinlik kazandıran gün ışığı beni kollarıyla sarmalarken, kalbim çırpınıyor ve inliyor. Her yer, engin bir boşluk. Bir şey gerçekten bittiğinde, her şey bitmiş gibi gelmez mi insana?
Adını bilmiyorum… O kendi kaderine gidecek, ben benimkine. İkimizin varlığı birbirine bağlanmış olsaydı bile, birbirlerini çok az tanıyacaklardı. Ama birlikte olduğumuz o müthiş akşamı asla unutmayacağım.

IV
Bu sabah, önceki günün hayaliyle uyandım. Ama heyecanım biraz azalmış gibi. Üzerinden bir gün geçtiğinden olsa gerek, şimdiden kalbimden bir parça uzaklaşmış sanki. Bu konuda hiçbir şey yapmazsam, hatırası ölüp gidecek mi?
Birden, onu yazmak arzusu kaplıyor içimi. Günler geçerken toz misali dağılıp yok olmasınlar diye, hissettiklerimi tüm detaylarıyla, kesin bir biçimde kaydetmeliyim.
Ama kâğıdın beyazlığı karşısında, söyleyecek neyim varsa anında unutuyor, anılarımın içinde kaybolduğu tatlı bir göz kamaşması yaşıyorum.
Gözlerimin yorulmasına rağmen, büyük bir dikkatle, her şeyi yazıyorum. Yazdıkça coşuyorum. Yaşananların gerçekliğini doğrudan aktardığımı sanıyorum. Sonra yazdıklarımı yeniden okuyorum, hiçbir anlamı yok, sadece art arda dizilmiş kelimeler.
Sıradışı gerilimler, trajik sıradanlık, fazlasıyla yoğun ve yıkıcı uyum, neredeler? Bu yazı yaşamıyor. Gerçeğe dair bir kelimeler yığını sadece. Cümleler ordalar, kâğıt üzerinde, siyah zincir halkaları gibi düzen içinde duruyorlar.
Bu cansız işaretlerin gerçekliğe dönüşmesi için ne yapmak gerek?
Karşımdaki zorluğu aşmayı deniyorum. İlham verecek, özgün bir detay arıyorum… Onu pencerenin aydınlığında ilk gördüğümde fark ettiğim bir ayrıntıyı hatırlayıp, bunun üzerine gitmeye karar veriyorum: “Üzerinde mavi, yeşil ve sarı renkler vardı.” Hiç de öyle değildi, gerçeği anlatmayan bu çocukça karalamayı yok ediyorum… Önemli olan, bedenini tasvir etmek. Kendimi, büyük bir titizlikle bu işe veriyorum, antik bir heykelle karşılaştırmalar yapıyorum. Yazdıklarımı yeniden okurken, öfkeye kapılıp, bir hamlede, onları da yok ediyorum.
Daha enerjik, çarpıcı kelimeler deniyorum ve gerçeklik duygusuna ulaşmak için, yavaş yavaş detaylar uydurmaya başlıyorum: “Şehvetli tavırlar takınıyordu…”
Hayır! Hayır! Bu doğru değil!
Tüm bunlar, yaşananların varlığını sürdürmesine izin veren, ama büyüklüğünün yanından bile geçmeyen cansız kelimeler. Bir köpeğin havlaması gibi, rüzgârın nefesiyle dalların çıkardığı ses gibi, yararsız ve boşuna gürültü hepsi de.
Güçsüzlüğümden, yenilgiden, içimdeki hüzün veren bu tutkudan dolayı suçlu hissederek, elimi açıyorum, kalemin parmaklarımın arasından yuvarlanmasına izin veriyorum.
Nasıl oluyor da insan gördüğünü söyleyemiyor? Nasıl oluyor da, gerçek, sanki gerçeğe ait değilmiş gibi, önümüz sıra kaçıyor ve nasıl oluyor da insan, tüm içtenliğine rağmen, içten olamıyor? Bir şey ismiyle çağrıldığında, bellekte canlanmıyor. Kelimeler, kelimeler… Ne olduklarını bilmedikten sonra, onları çocukluktan beri tanıyor olmak neye yarar ki?
Titremem, kederim, bunalımım kayboluyor. Unutulmaya mahkûmum. İnsanlar önümden bana bakmadan ya da beni görmeden geçecekler. İçimde saklayabileceklerimi umursamayacaklar bile. Dünya üzerinde sadece inançlı biri olabilirim.


Günlerce hiçbir şey görmeden öylece durdum. Kavurucu günlerdi. Başlangıçta, hava gri ve yağmurluydu, şimdiyse, eylül, giderayak alev saçıyor. Cuma… Bu eve geleli bir hafta olmuş bile!…
Ağır bir yemek sonrası, bir sandalyeye oturmuş, yarı rüyada, bir peri masalına dalıp gidiyorum.
…Bir orman sınırı. Koyu zümrüt halının üzerindeki orman tablosunun içinde, güneş daireleri. Orada, ovanın sınırında bir tepe ve kümelenmiş sarı ve koyu yeşil ağaç yapraklarının üstünde, bir kule ve bir duvar halısında olduğu gibi karelere bölünmüş bir duvar yüzeyi… Kuş gibi giyinmiş bir uşak ilerliyor. Sineklerin vızıltısı. Uzaktan kralın av partisinin sesleri duyuluyor. Beklenmedik güzellikte şeyler olacak gibi.


Ertesi gün, hava bir kez daha güneşli ve yakıcı. Buna benzeyen öğleden sonraları hatırlıyorum. Yıllar önceydi ve bir an, bu kayıp zamanı yaşıyormuşum gibi geliyor bana. Sanki bu tuhaf sıcak, zamanı silip, geri kalan her şeyi kanatlarının altında boğuyor gibi.
Yandaki oda neredeyse tamamen karanlık… Biri, pencere kanatlarını kapamış. İnce kumaştan yapılmış çift kat perdenin arasından, ocak ızgarasına benzer parlak çubuklarla korunan pencereyi görüyorum.
Aşırı sıcak ev, sessizliğe gömülmüş durumda. Gözlerden uzak bu derin uykunun içinden, birbirine eklenen kahkahalar yükselip kayboluyor. Dün olduğu gibi, hep olduğu gibi.
Bu uzak kargaşanın içinden sıyrılıp çıkan ayak sesleri dikkatimi çekiyor. Bana doğru geliyorlar. Gittikçe artan bu sese doğru yönelip gözümü deliğe dayıyorum… Kapı açılıyor, göz kamaştırıcı bir ışık seli akıyor içeri ve bu aydınlığın içinde kaybolmuş iki cılız gölge beliriyor eşikte.
Takip ediliyor gibi davranıyorlar. Küçük bedenlerini bir fotoğraf karesi gibi çerçeveleyen kapıda bir an tereddüt edip, ardından içeri giriyorlar.
Kapının kapandığını duyuyorum, oda nefes almaya başlıyor. Gelenleri inceliyorum. Girerken yarattıkları ışık seli yüzünden gözlerimin önünde hâlâ dans eden kırmızı yeşil halelerin arasından hayal meyal görüyorum onları: on iki on üç yaşlarında, biri kız biri oğlan iki çocuk.
Kanepeye oturmuş, neredeyse birbirinin aynısı yüzleriyle, tek kelime etmeden bakışıyorlar.


Onlardan biri fısıldıyor:
– Görüyorsun işte, burada kimse yok.
Bir eliyle çarşafsız yatağı, üzerinde hiçbir şeyin asılı olmadığı çıplak portmantoyu ve boş masayı gösteriyor. Boş odaların itinalı çıplaklığı.
Sonra aynı el, gözlerimin önünde, yaprak gibi titremeye başlıyor. Kalbimin vuruşlarını duyuyorum. Fısıltıyla konuşmaya devam ediyorlar:
– Yalnızız… Görmediler bizi.
– İlk defa yalnız kalıyoruz.
–Oysa doğduğumuzdan beri tanıyoruz birbirimizi…
Küçük bir kahkaha.
Yalnız kalmaya ihtiyaçları var gibi, birlikte yol alacakları bir bilinmezin ilk aşaması belki de bu. Diğerlerinden kaçıp, kendilerine yasak bir yalnızlık yaratmış iki çocuk. Ama görünen o ki, yalnızlığı buldukları şu an, artık neyi arayacaklarını bilemez haldeler.


Bir tanesinin büyük bir titreme eşliğinde, neredeyse kederle, hıçkırır gibi kekelediğini duyuyorum:
– Birbirimizi çok seviyoruz…
Diğeri, doğru kelimeleri arar gibi nefeslenerek, uçmayı öğrenen küçük bir kuş gibi ürkek, ama müşfik bir sesle cevap veriyor:
– Seni daha çok sevmek isterdim.
…Onları çepeçevre saran, yüzlerini gölgeleyerek kaç yaşında olduklarını gizleyen tutkulu bir karanlığın ortasındalar. İnsan, onların bu birbirlerine doğru eğilmiş hallerine baktığında, rahatlıkla, iki aşığın buluşmasına tanıklık ettiğini sanabilir.
İki âşık! Ne olduğunu bilmedikleri ama olmayı düşledikleri şey bu.
Az önce, ikisinden biri ilk kez demişti. Hep yan yana yaşadıkları halde, ilk kez yalnız kaldıklarını hissediyor olmalılar.
Belki de, hatta kuşkusuz, bu iki çocukluk arkadaşı, ilk defa arkadaşlığı ve çocukluğu arkalarında bırakmak istiyor. Arzu, şimdiye kadar birlikte uyumuş bu iki yüreği ilk defa şaşırtıyor, altüst ediyor…


Birden toparlanıyorlar ve üzerlerinden geçip ayaklarına düşen ince bir günışığı bedenlerini görünür kılıyor, yüzlerini ve saçlarını ışıklandırıyor. Oda onların varlığıyla aydınlanıyor sanki.
Gidecekler mi, beni terk mi edecekler? Hayır, yeniden oturuyorlar. Her şey bir kez daha gölgenin, gizemin, gerçeğin içine doğru çekiliyor.
…Onları seyrederken, geçmişimle dünyanın geçmişinin iç içe geçtiğini hissediyorum. Neredeler? Var olduklarına göre, her yerdeler… Nil nehrinin kıyısındalar, Ganj’ın ya da Tarsus nehrinin, çağların ebedi nehrinin kıyısında. Yunan güneşinin altında, bir mersin ağacının gölgesinde, yapraklardan yansıyan yeşille baştan ayağa aydınlanmış Dafni ile Khloe onlar ve yüzleri bir ayna gibi birbirini yansıtıyor. Anlaşılması güç konuşmaları, tarlaları kavuran sıcağın altında çeşmelerin serinliğine sığınan bir arının kanatları gibi uğulduyor. Uzaktan ekin demetleriyle yüklü iki tekerlekli bir araba geçiyor.
Yeni dünya önlerinde açılıyor. Gerçek orada, soluk soluğa. Şaşkınlık içindeler. Bazı ilahi şeylerin aniden belirivermesinden endişe duyuyorlar. Hem mutsuz, hem mutlular. Mümkün olduğunca birbirlerine sokuluyorlar. Yapabildikleri kadar yan yana getiriyorlar bedenlerini. Ama ne yaptıklarının farkında bile değiller. Çok küçükler, çok gençler, yeterince yaşamamışlar daha. Her biri kendi için boğucu bir sır henüz.
Tüm insanlar gibi, benim gibi, bizim gibi, onlar da sahip olmadıkları şeyi istiyorlar. Dilenci gibiler. Ama merhameti kendi kendilerinden bekliyorlar. Kendi varlıklarından ve kişiliklerinden medet umuyorlar.
Şimdiden bir erkek gibi hisseden oğlan, bu dişi eşlikçinin varlığıyla fakirleşiyor. Yüzü kıza dönük ama bakmaya cesaret edemiyor, beceriksizce kollarını uzatıyor.
Şimdiden bir kadın gibi hisseden kız, başını geriye, koltuğun arkalığına yaslamış, gözleri ışıldıyor. Hafif tombul, pembe yanaklarına, kalbinden geçenlerin etkisiyle ateş basıyor. Boynunun parlak ve gergin derisi titriyor. Bedeninin en değerli ve nazik noktası, nabzının attığı yer. Bedeninden şimdiden zevk yayılan, bu yarı açık, beklentili, hafif şehvetli haliyle, nefes alan bir güle benziyor. Sarı çoraplı ince bacakları dizlerine kadar açık. Bedenini saran elbisesiyle, bir çiçek buketini andırıyor.
Ve ben, gözlerimi ikisinden ayıramıyorum ve yüzümü onlara yapıştırmış, adeta bir vampir gibi bu manzarayı içiyorum.


Uzun bir sessizliğin ardından, oğlan mırıldanıyor:
– Birbirimize “siz” diyelim ister misin?
– Neden?
Bir an düşünceler içinde kaybolmuş gibi görünüyor oğlan.
– Yeniden başlamak için, diyor sonunda.
Ardından tekrarlıyor:
– İster misiniz?
“Siz” kelimesini duyduğu anda kız, bu yeni hitap şeklinden etkilendiği belli, sanki az önce ilk kez öpüşmüşler gibi titriyor.
Tereddütle yanıtlıyor:
– Bizi saran bir şey bu, hem bizi…
Oğlan daha da cesaretleniyor:
– Dudaktan öpüşelim ister misiniz?
Soluğu kesilen kız, tam anlamıyla gülümseyemiyor bile.
– İsterim, diyor.
Kolları birbirine dolanıyor, omuzları yaklaşıyor ve dudakları kuşlar misali birbirlerine uzanıyor.
– Jean…
– Hélène…
Keşfettikleri ilk şey bu. Sizi öpen birini öpmek, bulunabilecek şefkatlerin en küçüğü, kurulabilecek bağların en samimisi değil midir? Ve de kesinlikle yasak bir eylemdir!…
Bir kez daha, bu ikilinin yaşının olmadığını düşünüyorum. Öpücüğün gölgesi altında birbirlerinin elini tutarken, birleşmiş yüzleri, o titrek ve kör olmuş halleriyle, bütün diğer âşıklara benziyorlar.
Sonra ayrılıp, henüz anlamını bilmedikleri bu kucaklaşmadan çekip alıyorlar bedenlerini.
Masum dudaklarıyla konuşuyorlar. Neden bahsediyorlar? Çok yakın ve çok kısa olan geçmişlerinden.
Çocukluğun ve cehaletin cennetini yavaş yavaş terk ediyorlar. Birlikte yaşadıkları bir evden ve bahçesinden bahsediyorlar.
Evin hayali, onları içine çekiyor. Hatırlıyorlar. Bir bahçe duvarıyla çevriliydi ev ve bu sayede, yoldan bakıldığında, görünen tek şey çatısının tepesiydi, içinde olan biteni bilmek mümkün değildi.
Çene çalmaya devam ediyorlar:
– Biz küçükken, odalar ne kadar da büyüktü…
– Orada yürümek başka her yerde olduğundan daha az yorucuydu.
Söylediklerine bakılırsa, bu duvarların arasında, her yana yayılmış, müşfik ve gözle görülmeyen bir şey vardı; geçmişin iyi yürekli Tanrısı gibi bir şey… Kız, orada duyduğu bir melodiyi mırıldanıyor ve müziğin insanlardan daha kolay hatırlandığını söylüyor.
Kolayca ve doğallıkla geçmişe dönüveriyorlar. Sanki üşümüş gibi anılarına sarınıyorlar.
– Geçen gün, oradan ayrılmadan hemen önce, elimde bir mumla, tek başıma, odalarda dolaştım. Henüz uyanmakta olan ev, bana veda etmek için gözlerini açtı…
Bakımlı ve huzurlu bahçede düşündükleri hemen hemen tek şey çiçeklerdi. Başlarını kaldırıp baktıklarında, küçük gölü ve iki yanı ağaçlıklı yolu görüyorlardı. Bahçedeki kiraz ağacı, kışın, çimenler beyaz bir örtüyle kaplandığında, kardan çiçekleriyle bahardakinden daha çok çiçeklenmiş görünüyordu.
Dün, yine bu bahçedeydiler. İki kardeş gibi. Şimdiyse, hayat birden ciddi bir hale bürünüyor sanki ve onlar oyuna nasıl devam edeceklerini bilmiyorlar. Geçmişi öldürmek istediklerini görebiliyorum. İnsan yaşlandığında geçmişi ölüme terk ediyor, genç ve güçlüyken geçmişi öldürüyor…
Kız ayağa kalkıyor:
– Artık hatırlamak istemiyorum, diyor.
Oğlan devam ediyor:
– Birbirimize benzeyelim istemiyorum artık. Kardeş olalım istemiyorum.
Gözleri yavaş yavaş açılıyor:
– Sadece birbirimizin ellerine dokunabilmek! diye mırıldanıyor oğlan titreyerek.
– Kardeş olmak, hiçbir şey değil.
Tedirgin güzel kararların ve yasak meyvelerin zamanı şimdi. Önceden, birbirlerine ait değillerdi. Şimdi birbirleri için olmak istedikleri her şey olmanın zamanı.
Şimdiden, biraz utanıyor ve ne yaptıklarının bilincine varıyorlar.
Birkaç gün önce, akşama doğru, ailelerinin yasağını delip bahçeden çıkmak büyük bir keyif vermişti onlara.
– Büyükanne merdivenin başında durmuş, bize içeri girmemizi söylemişti…
“Ama biz yine de gittik. Ardında bir kuşun sürekli öttüğü bahçe duvarının üzerinde bir gedik vardı, oradan çıktık. Kuş, cıvıltısını da beraberinde götürerek uçtu. Rüzgâr yoktu. Neredeyse tamamen karanlığın içindeydik. Ağaçlar sessizdi, yaprak kımıldamıyordu. Yerdeki toz bile ölüydü. Gölgeler öylesine tatlılıkla sarmıştı ki bizi, neredeyse onlarla konuşacaktık. Gecenin gelişinden ürküyorduk. Her şey rengini yitirmişti. Karanlığın içinde parlayan azıcık aydınlık, çiçekleri, yolu, hatta buğday başaklarını gümüş rengine boyuyordu. Ve bu, dudaklarımı dudaklarınıza en fazla yaklaştırdığım andı.”
– Gece, diyor ruhu bir güzellik dalgasıyla dolup taşan kız, gece saçlarımı okşuyor…
– Elinizi tuttum ve o an anladım ki, hayat dolusunuz.
“Önceden, ne söylediğimi bilmeden ‘kuzenim Hélène’ diyordum. Artık o dediğim zaman bu, her şey anlamına gelecek…”
Dudakları bir kez daha birleşiyor. Dudakları ve gözleri, Adem ile Havva dudakları ve gözleri sanki. Dinler tarihiyle insanlık tarihinin bir çeşmeden akar gibi aktığı o ibret hikâyelerini hatırlıyorum. Cennetten gelen ışığın içinde, hiçbir şey bilmeden, amaçsızca dolaşıyorlardı. Varlardı ama sanki hiç var olmamışlardı. Bizzat Tanrı tarafından yasaklanmasına rağmen, merakın galip gelmesi sonucu sırrı öğrendiklerinde, aralarındaki farkı keşfedip, tenin büyük arzusunu hissettiklerinde, gök karardı. Acı dolu bir geleceğin gerçekliği üzerlerine çökmüştü. Melekler, akbabalar misali, peşlerine düşmüştü. Dünya üzerinde süründüler, ama aşkı yarattılar, ilahi zenginliğin yerine birbirlerine ait olmanın yoksulluğunu koydular.
İki küçük çocuk, bu sonsuz dramdaki rollerini alıyor. Birbirleriyle konuşurken, ‘sen’ kelimesine, kaybettiği itibarı geri veriyorlar:
– Seni daha çok sevmek isterdim… Seni çok daha güçlü sevmek isterdim, ama nasıl yapılır bilmiyorum… Sana zarar vermek isterdim, ama onu da nasıl yapacağımı bilmiyorum.


Hiçbir şey söylemiyorlar, sanki artık tek bir sözcükleri bile kalmamış gibi. Tamamen kendi dünyalarına dalıyorlar. Canlı olduklarının tek kanıtı, titreyen elleri.
Ellerinin hareketi, hayata yeni başlayan bedenlerine de ilham veriyor. Sarılmak, tek bir vücut haline gelmek için birbirlerine doğru eğiliyorlar. Aynı anda işlenen, tuhaf bir şekilde mutluluk veren bir suça doğru, el yordamıyla ilerliyorlar.
Onları çok iyi göremiyorum… Oğlanın elleri kızın bedenine uzanıyor galiba. Kız, gözlerinde bir parıltı, bekliyor. Etraflarını saran ateşli karanlıkta, oğlan yarı çıplak sanki. Aceleyle çıkarılıp fırlatılmış, etrafa saçılmış giysileri hayal ediyorum. Oğlanın erkekliği ayaklanıyor… Aralarında, yaşayan bir gizem, bir mucize gibi dikilen yabani çiçek. Derin, bağırsaklarından, etinden ve kalbinden farklı olmayan ve aralarında, yaşayan bir gizem, bir mucize, bir çocuk gibi dikilen yabanıl çiçek.
…Şüphesiz ki oğlan, kızın eteğini kaldırıyor, çünkü o korkunç sessizlikte, nefes nefese, anlaşılması güç, boğuk bir sesle şu cümleyi söylediğini duyuyorum:
– Bu, senin gerçek ağzın.


Korkunç bir aşk, gerçeğe dair büyük bir aşk, bedenimi duvardan söküp atarken, titriyorum… Sanki bu tutku onları yakıyor, akıllarını alıyormuş gibi korkup kalkıyorlar. Bu yüreğe dokunan macera şimdilik bitiyor. Tesadüf eseri gözlerimin önünde başladı, başka bir yerde devam edecek ve yine başka bir yerde son bulacak.
Henüz kalkmışlardı ki kapı açılıyor. Yaşlı büyükanne eşikte durup, başını içeriye uzatıyor. Gri saçlarıyla, hayaletler diyarından, geçmişten geliyor. Sanki kaybolmuşlar gibi onları arıyor. Alçak sesle isimlerini söylüyor… Sesinde, çocukların varlığıyla şaşırtıcı derecede uyumlu bir yumuşaklık, neredeyse hüzün var.
– Burada mısınız çocuklarım? Ne yapıyorsunuz burada? diyor art niyetsiz bir gülüş eşliğinde. Gelin hadi, sizi arıyorlar…
Yaşlı yüzü solgun olsa da, boynuna kadar kapalı elbisesiyle meleksi bir görünüşü var. Hayatın muazzam akışına hazırlanan bu ikilinin yanında, pasif, işe yaramaz bir çocuğa dönüşüyor…
Çocuklar kadının kollarına atılıp, alınlarını onun o kutsal dudaklarına dayıyorlar. Sanki sonsuza kadar veda ediyor gibiler.


Büyükanne gidiyor. Hemen ardından, onlar da, geldikleri gibi aceleyle çıkıyorlar. Görünmez ve yüce bir bağ öylesine bir araya getirdi ki onları, girerken olduğu gibi el ele tutuşmuyorlar. Ama eşikte durup bir kez daha birbirlerine bakıyorlar.
Şimdi oda kimsesiz bir mabet gibi boşken, birbirlerine nasıl baktıklarını düşünüyorum, ilk aşk bakışlarına şahit oldum.
Benden önce hiç kimse, bir ilk aşk bakışı görmedi. Onların hem yanında, hem uzaklarındaydım. Eylemin baş döndürücülüğüne kapılmadan, duyguların içinde kaybolmadan, her şeyi bir kitap gibi okuyor ve anlıyordum. İşte bu yüzden gördüm o bakışı. Onlar, ne başladığı anı biliyorlar, ne de bunun bir ilk olduğunu. Daha sonra bunu unutacaklar, kalplerinde art arda açan çiçekler bu ilk anları yok edecek. İnsan o ilk bakışı hiçbir zaman bilemez, tıpkı son bakışını bilemeyeceği gibi.
Oysa ben onlar unuttuğunda bile hatırlamaya devam edeceğim.
Ben kendi ilk bakışımı, ilk aşk armağanımı hatırlamıyorum. Ama sonuçta yaşandı. Bu kutsal sıradanlıklar kalbimden silindi. Tanrım, neyin hatırasını sakladığım kimin umurunda! Bir zamanlar olduğum o küçük çocuk gözlerimin önünde ebediyen öldü. Ben ondan uzun yaşadım, ama unutuş acı verdi bana. Sonunda yenildim, yaşamanın kederi harabeye çevirdi beni ve onun küçük çocuğun ne bildiğini neredeyse hiç bilmiyorum. Tesadüf eseri, olur olmaz şeyler hatırlıyorum, ama o en güzel ve en tatlı hatıralar hiçliğin içinde kayıp.
İşte az önce dinlediğim, insanı rahatlatıp gülümseten, sonsuzlukla dolu bu şefkatli ilahiyi, bu değerli şarkıyı alıp saklıyorum. Benim o. Kalbimde atıyor. Onu çaldım belki ama gerçeğin elinden kurtardım.

V
Oda, koca bir gün boyunca boş kaldı. İki kez fena halde umutlandım, ardından hayal kırıklığı.
Beklemek, alışkanlığım, adeta mesleğim haline geldi. Randevularımı iptal ettim, yürüyüşlerimi erteledim, işimi kaybetme pahasına, zamanımı boşa çıkardım. Hayatımı yeniden düzenledim, taze bir aşka hazırlanır gibi. Odamı sadece yemek odasına inmek için terk ediyordum, orada da hiçbir şey artık oyalamıyordu beni.
İkinci gün, odanın yeni bir konuğu ağırlamak için hazırlanmış olduğunu gördüm. Bekliyordu. Oda, tıpkı düşüncelere dalmış biri gibi gizemini korurken, ben gelecek konuğa dair bin bir hayal kuruyordum.
Önce alacakaranlık geldi, ardından odayı değiştirmeden büyüten akşam. Kapı karanlığın içine açıldığında, ben çoktan umutsuzluğa kapılmaya başlamıştım bile. Eşikte bir erkek gölgesi belirdi.


Akşam karanlığında zar zor seçiliyor.
Siyah ya da siyaha çalan giysiler, ucundan ince ellerinin sarktığı süt beyaz manşetler, diğer her şeyden sanki biraz daha beyaz bir yaka. Yuvarlak ve grimsi yüzünün üzerinde gözlerinin ve ağzının yarattığı karanlık çukurları, çenesinin altındaki gölgeden oyuğu görüyorum. Altın sarısı alnı belli belirsiz parlıyor, karanlık bir çizgi elmacıkkemiklerini belirginleştiriyor. Bu haliyle onu bir iskelet sanmak mümkün. Böyle tüyler ürpertici bir görünüm sergileyen bir mahluk başka ne olabilir ki? …
Yaklaşıyor, yaklaştıkça canlanıyor. Yakışıklı bir adam bu.
İnce siyah bir sakalla çevrelenmiş sevimli ve ciddi bir yüzü var. Parlak gözler, geniş bir alın. Kibirli bir zarafet hakim hareketlerine.
İki adım attıktan sonra, dönüp aralık bıraktığı kapıya bakıyor. Kapının gölgesi bir serap gibi titriyor, eşikte bir siluet beliriyor, ardından vücut buluyor. Siyah eldivenli küçük bir el kapının kanadına kenetleniyor ve bir kadın, yüzünde sorgulayan bir ifadeyle, odaya giriyor.
Sokakta, adamın birkaç adım gerisinden gelmiş olmalı. Peşlerindeki bir şeyden kaçıp sığındıkları bu odaya birlikte girmek istememişler belli ki.
Kadın, kapıyı itip, varlığıyla daha sıkı kapatmak istercesine sırtını dayıyor ona. Başını yavaşça adama doğru çeviriyor, bir anlığına, karşısındakinin o olmayabileceği endişesiyle donup kaldığını hissediyorum. Birbirlerine bakıyorlar. Tutkulu ve bastırılmış bir çığlık, sessizce gidip geliyor aralarında. Sanki ortak yaraları yeniden açılıyor.
– Sen!
– Sen!
Kadının gücü tükenmiş gibi. Bir fırtına tarafından sürükleniyormuşçasına adamın göğsüne doğru atılıyor.
Neredeyse baygın halde kendini onun kollarına bırakıyor. Adamın solgun büyük ellerinin kadını sırtından kavradığını görüyorum. Bir çeşit umutsuz titreyiş ele geçiriyor ikisini. Sanki odanın içinde tutsak kalmış devasa bir melek, çırpınıyor, kaçmak için boş yere mücadele veriyor. Oda, akşamla dolu olmasına rağmen, bu çift için fazla küçük gibi geliyor bana.
– Kimse görmedi bizi!
Önceki gün, iki çocuk da aynı cümleyi sarf etmişti.
Adam, “Gel” diyor kadına. Pencerenin yanındaki divana götürüyor onu. Kırmızı kadifenin üzerine oturuyorlar. Kolları birbirine dolanıyor. Orada, düşüncelere dalmış, öylece kalıyorlar. Dünyanın bütün gölgeleri etraflarında toplanıyor sanki. Orada yeniden can buluyor, varlıklarında geceyi ve yalnızlığı keşfederek, yeniden var olmaya başlıyorlar.
Ne başlangıç ama! Benim adıma ne şanssızlık!

Kadın eşikte belirip de gözle görülür şekilde adama doğru sürüklendiğinde, aklımdan günaha girecekleri düşüncesi geçmiş, büyük bir mutluluğa tanık olacağımı sanmıştım. Bütünlüğü içinde, sadece güzel değil, aynı zamanda yabanıl ve hayvansı olan, doğa kadar gerçek bir mutluluğa. Aksine, bu buluşma, daha çok, yürek parçalayan bir vedaya benziyor.
– Demek hep korkacağız? …
Şimdi biraz sakinleşmiş görünen kadın, endişeyle, sanki gerçekten bir cevap alabilecekmiş gibi adama bakarak söyledi bunu.
Ürperiyor, karanlığın içinde büzülüyor. Parmakları, bir heykel gibi dimdik ve kaskatı oturan adamın parmaklarını sıkıyor sinirle. Boğazı, dalgalı bir deniz gibi, bir yükselip bir iniyor. Birbirlerine değerek orada öylece duruyorlar; ama geçmek bilmeyen bir korku, birbirlerine dokunmalarına engel oluyor.
– Hep korkacağız… Hep… Sokaktan uzakta, güneşten uzakta, her şeyden uzakta, korkacağız… Oysa ben, ışıklı ve güneşli bir alınyazısı isterdim! diyor kadın göğe bakarak. Kelimeleri kanatlanırken, göğün maviliği yüzüne vuruyor.
Korkuyorlar. Korku onları biçimlendiriyor, derinliklerinde dolanıyor. Gözleri, ruhları, kalpleri korkuyor. Her şeyden çok da, aşkları korkuyor.
…Adamın yüzünden kederli bir gülümseme geçiyor. Sevgilisine bakıp mırıldanıyor:
– Onu düşünüyorsun…
Dirsekleri dizlerinde, elleri yanaklarında, yüzü hafiften öne uzanmış halde oturuyor kadın, cevap vermiyor.
Tutku dolu. Küçük bir çocuk gibi iki büklüm olmuş, uzaklara bakıyor ve evet, diğer adamı düşünüyor.
Gördüğü hayal karşısında omuzları çöküyor, bakışlarıyla yalvarıyor sanki ona. Bu hayalin kutsal yansıması, kadının bedenini adeta aydınlatıyor. Diğer adamı düşünüyorum. Orada olmayan ve aldatılan. Küçük düşürülen, yaralı, hükmedici. O an bulundukları oda hariç her yerde olan, dışardaki sonsuz boşluğu kaplayan, ismi boyunlarını eğmelerine neden olan, onları bir avcı gibi takip eden diğer adamı.
Gece, sanki utancın ve korkunun kaynağı karanlığıymış gibi, birbirlerine sarılmak için öbür dünyanın ikamet ettiği bir mezara girercesine bu odaya gizlenen adamla kadının üzerine iniyor.


Adam:
– Seni seviyorum! diyor kadına.
Gayet anlaşılır biçimde duyuyorum. Seni seviyorum! Şimdiden neredeyse birbirine karışmış bu iki insanın dudaklarından dökülen derin anlamlı bu cümleyi duyduğumda, tüm benliğimle titriyorum. Seni seviyorum! Karşısındakine hem bedenini, hem kalbini sunan iki kelime. Yaratılanın ve yaratılışın büyük çığlığı. Seni seviyorum! Şu an aşkın yüzüne bakıyorum.
Adam, kadına yaklaşırken, acele ve tutarsız sözcükler sıralıyor art arda. İçtenlik, bu sözcüklerin içinde yok olup gidiyor gibi geliyor bana. Adam, sanki gerekli cümleleri bir an önce sıralayıp, sevişme faslına geçmek istiyor gibi:
– Görüyorsun ki, birbirimiz için yaratılmışız… Ruhlarımız arasında, bir yakınlık var. Hiçbir şey karşılaşmamıza ve birbirimize ait olmamıza engel olamazdı. Tıpkı dudaklarımızın birbirlerine yaklaştıkları anda birleşmelerine hiçbir şeyin mani olamayacağı gibi. Ahlak kurallarının, sosyal ayrımların bizim için önemi yok… Aşkımızın hamurunda sonsuzluk ve sınırsızlık var.
Adamın sesiyle rahatlayan kadın “Evet” diyor.
Ama ben, onları can kulağıyla dinlediğimden, adamın yalan söylediğini ya da kelimelerin arasında başıboş dolaştığını hemen anlıyorum… Aşk hayran olunası bir şeye dönüşüyor. Adam kutsal şeylere saygısızlık ediyor, dilinin ucundaki göstermelik bir günlük duayla onurlandırdığı sonsuzluk ve sınırsızlıktan, boşuna medet umuyordu.
Sıradan sözlere boş veriyorlar… Kadın, biraz düşündükten sonra, başını sallıyor. Bu defa, özür ve şükür ifade eden sözcükleri dile getirme sırası onda. Hatta daha da ileri gidip gerçeği söylüyor:
– Çok mutsuzdum…


“Ne uzun zaman oldu!…” diye başlıyor kadın.
Bu hikâyeyi, günah çıkarır gibi, alçak sesle ve alelacele tekrarlamak, onun sanat eseri, şiiri ve duası… İnsan, onun, bu noktaya tamamen doğal bir şekilde vardığını anlıyor. Belli ki, ne vakit yalnız kalsalar, tepeden tırnağa bununla doluyor.
…Giysileri gösterişsiz. İçeri girdiğinde, siyah eldivenlerini, ceketini ve şapkasını çıkarmıştı. Koyu renk bir etek, kırmızı bir bluz var üzerinde. Boynunda ince bir altın zincir parlıyor.
Otuz yaşlarında. İpeksi düz saçları muntazam çehresini çevreliyor. Sanki onu önceden tanıyormuşum gibi geliyor bana, tanıyor da kim olduğunu çıkaramıyormuşum gibi.
Yüksek sesle kendinden bahsetmeye, hayli zor geçmiş olan hayatını anlatmaya koyuluyor.
– Ne hayattı ama sürdüğüm! Ne tekdüze, ne boş! Küçük şehir, ev, oraya buraya yerleştirilmiş ve yerleri, mezar taşları gibi, asla değişmeyen mobilyalarıyla salon… Bir gün, orta sehpasını farklı şekilde yerleştirmeyi denedim. Yapamadım.
Yüzü solup, daha ışıklı hale geliyor.
Adam onu dinliyor. İnce yüzünde, bir an, sabırlı, teslimiyet dolu bir gülümseme beliriyor. Ama hemen ardından, biraz acı veren bir yorgunluğa bırakıveriyor yerini. Her ne kadar, kadınların hayran olduğuna emin olduğum kocaman gözleri, aşağıya sarkan bıyıkları, dokunaklı ve mesafeli duruşuyla biraz kafa karıştırsa da, evet, gerçekten yakışıklı bir adam. Hani şu kibar, çok düşünen ve kötülük yapan insanlara benziyor. Her şeyin üstünde görünüyor ve her şeyi yapma gücüne sahip sanki… Kadının anlattıklarını can kulağıyla dinlemese de, ona duyduğu arzuyla, heyecan içinde bekliyor gibi görünüyor.
…Ve aniden gözlerimin önündeki perde kalkıyor, gerçek önüme seriliyor: bu iki insanın arasında çok büyük bir fark var. Sonsuz bir uyumsuzluk gibi, derinliği yüzünden göze büyük görünen, yüreğimi yaralayacak kadar dokunaklı bir fark bu.
Adamı harekete geçiren tek şey, kadına duyduğu arzu, kadını harekete geçirense, sıradan hayatından kurtulma ihtiyacı. İstekleri aynı değil. Beraber gibi görünseler de, değiller gerçekte.
Aynı dili konuşmuyorlar, aynı şeyleri söylediklerinde bile, birbirlerini neredeyse hiç anlamıyorlar. Onları gördüğüm ilk andan beri, birbirlerini hiç tanımamış olsalar, beraberlikleri bundan daha sağlam olurdu diye düşünüyorum.
Ama adam, gerçekte aklından geçeni söylemiyor. Bunu sesinden, tonlamasındaki sevimlilikten, seçtiği melodik kelimelerden anlamak mümkün. Kadını etkilemek istiyor ve yalan söylüyor. Adam açıkça kadından daha üstün, ama kadın, bir çeşit dâhice dürüstlükle hükmediyor ona. Adam kelimelerinin efendisi, kadınsa kelimeleriyle tüm benliğini sunuyor ona.
…Kadın, önceki hayatını anlatıyor.
– Yatak odasının ve yemek odasının pencerelerinden meydanı görüyordum. Ortada, ayaklarının dibinde gölgesiyle, bir çeşme vardı. Oturup, saat kadranına benzeyen bu küçük, beyaz ve yuvarlak meydanda, günün akşama dönmesini seyrediyordum.
“…Postacı, hiç düşünmeden, gün boyu defalarca gelip geçiyordu meydandan. Cephaneliğin kapısında, bir asker hiçbir şey yapmadan duruyordu… Ve öğle vakti bir matem çanı gibi gelip çattığında, ortalıkta kimse kalmıyordu. Özellikle de öğle vakti çalan matem çanlarını anımsıyorum. Gün ortası, sıkıntının kusursuzluğu.
“Hayatımda hiçbir şey olmuyordu, hiçbir şey de olmayacaktı. Benim için hiçbir şey yoktu. Artık benim için gelecek yoktu. Eğer günlerim böyle devam edecekse, beni ölümden uzak tutacak tek bir şey yoktu. Hiçbir şey! Evet! Hiçbir şey!… Sıkılmak, ölmek demek. Benim hayatım çoktan ölmüştü ama yine de onu yaşamam gerekiyordu. Bir intihardı bu. Başkaları bir silah ya da zehirle öldürür kendini, ben dakikalar ve saatlerle intihar ediyordum.”
– Aşkım! diyor adam.
– Günün sabah doğduğunu, akşam yok olduğunu gördükçe, ölmekten korktum ve bu korku, benim ilk tutkum oldu… Yaptığım bir ziyaret sırasında ya da gece yarısında ya da alışveriş sonrası, manastırın duvarı boyunca yürüyerek evime dönerken, sık sık, bu tutkunun neden olduğu umutla titredim!…
“Ama kim çekip çıkaracaktı beni oradan? Benim bile kendimi ancak zaman zaman fark ettiğim bu görünmez gemi batığından kim kurtaracaktı beni? Etrafımda, kıskançlıktan, kötülükten ve duyarsızlıktan oluşan bir çeşit tezgâh dönüyordu… Gördüğüm ve duyduğum her şey, beni doğru yola geri çevirmeye çalışıyordu, üzerinde yürüdüğüm o sefil doğru yola.
“…Madam Martet’i biliyorsun, biraz yakınlık duyduğum tek arkadaşımdı o. Benden sadece iki yaş büyüktü. İnsanın sahip olduklarından dolayı memnuniyet duyması gerektiğini söylerdi bana. Ben de cevap verirdim: ‘Eğer sahip olduklarımızdan dolayı memnuniyet duymamız gerekiyorsa, bu her şeyin sona ulaştığı anlamına gelir. Ölüme yapacak bir şey kalmamış demektir. Bu lafın hayata son noktayı koyduğunu görmüyor musunuz?… Bu söylediğinize gerçekten inanıyor musunuz?’ Evet, diye yanıt verirdi. Ah, korkunç kadın!
“Ama korku duymak yeterli değildi, bu sıkıntıdan nefret etmem gerekiyordu. İnsan nefrete nasıl sahip olur? Bilmiyorum.
“Kendimi tanıyamıyordum; ben, ben değildim sanki. Başka bir şeye öylesine ihtiyacım vardı ki. Adımın ne olduğunu bile bilmiyordum artık.
“Bir gün, kocamın, bana hiçbir şey yapmamış olan zavallı kocamın öldüğü harika bir rüya gördüm (yine de kötü bir insan değilim). Artık özgürdüm, dünyalar kadar özgür!
“Bu böyle devam edemezdi. Monotonluktan, boşluktan, alışkanlıktan sonsuza kadar böyle nefret edemezdim. Ah, alışkanlık, bütün kasvetli şeyler içinde, en karanlığı. Öyle ki, onunla karşılaştırdığında gece bile gündüz sayılır…
“Ya din? İnsan günlerinin boşluğunu dinle değil, kendi hayatıyla doldurur. İnançlarla değil, düşüncelerle, kendimle, mücadele etmem gerekiyordu.
“O vakit çareyi buldum!”
Boğuk sesle, neredeyse bağırarak konuşuyor:
– Kötülük, kötülük! Sıkıntıya karşı suç, alışkanlığı kırmak için ihanet. Yeni biri olmak için, başka biri olmak için, hayattan onun benden ettiğinden daha çok nefret etmek için, ölmemek için, kötülük yapmak!
“Sonra sana rastladım. Şiirler ve kitaplar yazıyordun. Başkalarından farklıydın, insana güzelliği çağrıştıran titrek bir sesin vardı ve en önemlisi, oradaydın, hayatımda, karşımda. Tek yapmam gereken, kollarımı uzatmaktı. Ben de tüm kalbimle sevdim seni, eğer buna sevmek denilebilirse benim zavallı küçüğüm!”
Şimdi alçak sesle ve hızlı hızlı konuşuyor. Hem bir eziklik var sözlerinde, hem coşku. Bir yandan da, sanki bir oyuncakmış gibi adamın eliyle oynuyor.
– Ve doğal olarak, sen de beni sevdin… Ve bir akşam, ilk kez, bir otel odasına sızdığımızda, sanki kapı kendiliğinden açılıverdi gibi geldi bana. Başkaldırdığım ve kaderimin ağlarını tıpkı elbiselerim gibi parçalayıp attığım için, kendime teşekkür ettim.
“Ve o zamandan beri, söylemekten dolayı acı çektiğimiz ama düşününce bir şekilde nefret etmemeyi başardığımız yalanlar, her dakikamıza keyif katan riskler, tehlikeler, hayatı çeşitlendiren karışıklıklar; bu odalar, bu saklanma yerleri, sahip olduğum güneşin kanatlanıp gitmesine neden olan bu karanlık hücreler!
“Ah!” diyor kadın. Sanki arzusu gerçekleştiğinden beri, artık onu bekleyen hiçbir güzellik kalmamış gibi hayatta.


Kadın bir müddet düşündükten sonra devam ediyor:
– İşte biz buyuz… Evet, ilk başta, şiirlerin yüzünden, ben de bunun bir yıldırım aşkı, doğaüstü ve ölümcül bir çekim olduğuna inandım belki. Ama gerçekte, (şimdiki aklımla görüyorum) yumruklarım sıkılı, gözlerim kapalı geldim ben sana.
Ardından ekliyor:
– Aşk konusunda çok yalan söylenir. Oysa hiçbir zaman anlatıldığı gibi değildir aşk.
“Belki erkeklerle kadınlar arasında müthiş bir çekim vardır. İki insan arasında böyle bir aşkın var olamayacağını söylemiyorum. Ama söz konusu o iki insan biz değiliz. Asla kendimizden başkasını düşünmedik. Elbette sana âşık olduğumu biliyorum. Sen de aynı hisleri paylaşıyorsun. Zevk almadığıma göre, demek ki benim için var olmayan bir çekim, senin için var. Görüyorsun, bir değiş tokuş yapıyoruz, sen bana bir rüya veriyorsun, karşılığında ben sana zevk veriyorum. Ama tüm bunlar aşk değil.”
Yarı kuşkulu, yarı itiraz eder halde omuz silkiyor adam. Konuşmak istemiyor. Yine de zayıf bir sesle mırıldanıyor:
– Bu hep böyledir, aşkların en safında bile, insan kendinden uzaklaşamaz.
– Yok! diye itiraz ediyor kadın, beni şaşırtan coşkulu bir omuz silkişle. Bu kesinlikle aynı şey değil. Bunu söyleme, söyleme bunu!
Sesinde belli belirsiz bir keder var gibi geliyor bana, gözlerinde yeni bir hayalin hayali beliriyor.
Başını eğerek yok ediyor bu hayali.
– Nasıl mutlu oldum! Kendimi gençleşmiş, yenilenmiş hissediyordum. Yeniden tertemiz bir genç kız olmuştum sanki. Hatırlıyorum da, elbisemin dışında kalan ayağımın ucunu göstermeye bile cesaretim yoktu. Yüzümden, ellerimden, hatta adımdan utanıyordum…


Onun bıraktığı yerden adam devam ediyor itirafa. Birlikteliklerinin ilk zamanlarından bahsediyor. Kadını sözcükleriyle okşamak, onu yavaş yavaş cümlelerin içine çekmek, anıların büyüsüyle sarmak istiyor.
– İlk kez yalnız kaldığımızda…
Kadın ona bakıyor.
– Bir akşam vakti, sokaktaydık, diyor adam. Kolunu tuttum. Daha da fazla yaslandın bana. Yavaş yavaş bedeninin tüm ağırlığını hissediyordum, teninin kokusunu çekiyordum içime. İnsan kaynıyordu etrafımız, ama bizim yalnızlığımız uzayıp gidiyor gibiydi. Bizi çevreleyen her şey, sonsuz bir ıssızlığa dönüşüyordu… İkimiz birlikte denizin üzerinde yürüyormuşuz gibi geliyordu bana.
– Ah, dedi kadın, ne kadar da iyiydin! O ilk akşamki halini, bir daha hiç görmedim, en harika anlarımızda bile…
– Birçok farklı şeyden konuşuyorduk, ben seni kendime çekip, bir çiçek demeti gibi sımsıkı sararken, tanıdığımız insanlar hakkında bir şeyler anlatıyordun bana, gündüzün güneşinden, akşamın serinliğinden bahsediyordun. Ama aslında, bana ait olduğunu söylüyordun… Konuşmalarının içinde itiraf sözcükleri gizliydi, hissediyordum, açıkça dile getirmesen de, ipuçlarını veriyordun.
“Başlangıçta her şey nasıl da harikadır! Başlangıçların içinde asla bayağılık yoktur…”
“Bir keresinde parkta buluşmuştuk ve ben akşama doğru, kenar mahallelerden dolaşarak geri getiriyordum seni. Yol öyle tenha ve sessizdi ki, ayak seslerimizle doğayı rahatsız ediyorduk sanki. Duyguların yükü altında uyuşmuş gibiydik, adımlarımız ağırlaşmıştı. Eğilip öptüm seni.”
– Tam buradan, diyor kadın.
Parmağıyla boynuna dokunuyor. Bu hareket, boynunu yaramaz bir günışığı gibi aydınlatıyor.
– Öpücüklerim yavaş yavaş daha da ateşli hale geldi. Ağzının etrafında dolaşıp durdular. Dudağım dudağına ilkinde yanlışlıkla değdi, ikincisinde yanlışlıkla değmiş gibi yaparak… Yavaş yavaş dudaklarımın altında…
Sesini alçaltıyor:
– Dudaklarının aralandığını hissettim…
Kadın başını eğiyor, gül goncasına benzeyen dudaklarını görüyorum.
– Özgürlüğümü elimden alan o takip edilme hissinin ortasında, tüm bunlar öylesine güzeldi ki! diye iç geçiriyor kadın.
Duyduğu endişe hiç terk etmiyor onu. Bilinçli ya da değil, anıların yarattığı coşkuya nasıl da ihtiyacı var! Heyecan verici olayları, atlattıkları tehlikeleri anımsamak, hareketlerini canlandırıyor, aşkını yeniliyor sanki. Her şeyi kendine yeniden anlatmasının nedeni de bu.
Ve adam, o tatlı deliliğe doğru itiyor onu. Aralarındaki o ilk coşku yeniden doğuyor sanki. Şimdi dile getirdikleri sözcüklerle, en heyecan verici anılarını, sıradan şeylere dönüşmeden önce hatırlamaya çalışıyorlar.
– Benim olduğun günün ertesi akşamı, seni, kendi evindeki bir davette görmek acı verdi bana. Ulaşılmazdın. Etrafın insanlarla çevriliydi. Herkese dostça davranan, kusursuz bir ev sahibesiydin. Hafif çekingen, herkesle sıradan sohbetler kuruyor, yüzünün güzelliğini kimseden (herkesle beraber benden de) esirgemiyordun.
“Şu parlak yeşil renkli elbiseyi giymiştin, insanlar bununla ilgili espriler yapıyorlardı sana… Sen yanımdan geçerken ve ben seni gözlerimle bile takip etmeye cesaret edemezken, önceki gün nasıl delirdiğimizi hatırlıyordum. ‘Çıplak bacaklarını devasa bir kolye gibi boynuma dolamıştı, esnek ve diri bedeni kollarımın arasındaydı, her yerini okşadım’ diyordum kendime. Büyük bir zaferdi bu, ama madem ki o an seni arzuluyor ve sana sahip olamıyordum, tam bir zafer değildi. Ten teması yaşanmıştı, belki tekrar yaşanacaktı da. Ama hazinene sahip olduğum halde, o an ondan yoksundum. Sana bir daha sahip olabileceğimi kim söyleyebilirdi ki!”
– Hayır, diye iç çekiyor kadın, (anılarından, düşüncelerinden, ruhundan doğan bir güzellik, dalga dalga büyüyor sanki içinde) aşk hiç de anlattıkları gibi değil! Benim de içimde fırtınalar kopuyordu. Ufacık bir mutluluk işaretini bile nasıl da saklamam gerekiyordu, çarçabuk yüreğime hapsediyordum duygularımı! İlk zamanlar, rüyamda adını sayıklarım korkusuyla, uyumaya cesaret edemiyordum. Uykunun o tatlı rehavetiyle savaşarak, sık sık dirseklerimin üzerinde dikiliyor, yatağın içinde, gözlerimi kocaman açarak, kahramanca kalbimin nöbetini tutuyordum.
“Fark edilmekten korkuyordum. İçinde yıkandığım o safiyetin görülmesinden korkuyordum. Evet, safiyet. İnsan hayatının ortasında hayattan uyanıp, bir başka gün ışığı görür ve her şeyi yeniden yaratırsa, ben buna safiyet derim.”


– Paris’te kiralık arabayla kaybolduğumuz o günü hatırlıyor musun? Kocan uzaktan bizi görür gibi olmuş, aceleyle bir başka arabaya atlayıp peşimize takılmıştı hani?
Heyecanla irkiliyor kadın, mutlulukla ışıldıyor gözleri.
– Evet, diye mırıldanıyor, harika bir gündü!
Adamın titreyen sesi kalbinin vuruşlarına karışıyor adeta ve kalbi şöyle diyor:
– Dizlerinin üzerinde, arabanın arka camından bakıyor, ellerim bedenini okşarken bağırıyordun: ‘Yaklaşıyor! Geride kaldı! Yakalayacak bizi… Görmüyorum onu… Kayboldu… Ah!”
Aynı anda uzanıyorlar ve tek bir hareketle birleşiyor dudakları.
İç çeker gibi çıkıyor kadının sesi:
– Doruğa ulaştığım tek andı o.
– Her zaman korkacağız! diyor adam.
Konuşmak birbirlerine yaklaştırıyor onları. Bedenlerinin fısıldadığı kelimeler, öpücüklere dönüşüyor. Adam kadına susamış gibi, kendine çekiyor onu, dudakları usanmadan ismini tekrarlıyor. Elleri kıpırtısız, tüm yaşamları dudaklarında toplanıyor sanki. Hamurunda günah olan bu arzu, her şeyi siliyor.
Evet, birbirlerini sevmek için geçmişlerini diriltmeleri gerekti. Aşklarının alışkanlık içinde yok olup gitmesini engellemek için, durmadan, bir yapbozun parçaları gibi birleştirmeleri gerekiyor onu. Karanlığın ve tozun, duygusuz bir tekdüzeliğin içinde, ihtiyarlığın yıkıcı gücüne ve ölümün mührüne maruz kalıyorlar sanki.
Birbirlerine sımsıkı sarılmış haldeler. Dudakları yeniden, yeniden kavuşuyor. Bedenlerini birbirinden ayıramasam da, onları git gide daha iyi görebiliyor, birleşmelerinin yarattığı ahengi seçebiliyorum.
Geceye karışıyor, gölgelerin içine, o çok arzuladıkları girdaba yuvarlanıyorlar. Yeryüzünde aradıkları, sahip olmak için yalvardıkları bu karanlığa gömülüyorlar.
Adamın dili dolaşıyor:
– Seni sonsuza dek seveceğim.
Ama kadın da, ben de, onun tıpkı az önceki gibi yalan söylediğini hissediyoruz. Kendimizi kandırmıyoruz. Hem ne önemi var ki?
Kadın, dudakları adamın dudaklarında erirken, yumuşacık dokunuşlarının arasına bir diken katıveriyor:
– Kocam birazdan evde olacak.
Ne kadar da az karışmışlar meğer birbirlerine! Korkularından başka ortak noktaları yok aslında ve ben, o korkuyu nasıl da umutsuzca canlı tutmaya çalıştıklarını şimdi anlıyorum… Ama bir şekilde bir araya gelmek için sarf ettikleri bu üstün çaba, yakında sona erecek.
Karanlık şölen yaklaşırken, kadının ağırlığı artıyor, gölgeler arasında bir ağlayan bir gülen yüzü, kâh itaatle kâh hakimiyetle doluyor.
Geriye söylenecek söz kalmayınca, susuyorlar. Kelimeler görevlerini yerine getirdi, aşkları tazelendi… Sarılmalar ve ten, inlemeler, beceriksiz hareketler. Sessizliğin ve tutkunun ayiniydi ortaya çıkan.
Kadın, şimdi ayakta. Yarı çıplak bedeni beyaza kesmiş…
Kendisi mi soyunuyor, yoksa adam mı giysilerini çıkarıp atan?.. Geniş kalçalarını, odanın içine gökyüzündeki ay gibi gümüş ışıltılar saçan karnını görüyorum… Adamın kolu, siyah bir çizgi gibi, tam ortasından bölüyor bu karnı. Kadını tutuyor, sarıyor, divanın üzerine adeta kenetliyor. Ve adamın ağzı, kadının bacaklarının arasına iniyor. Dudakları, şaşılacak derecede şefkatli bir öpücük bırakıyor oraya. Kadın inliyor. Koyu renk bedenin solgun bedenin önünde diz çöktüğünü görüyorum ve kadın kendini adama bırakıyor…
Ardından kadın, adeta ışık saçan bir sesle mırıldanıyor:
– Al beni… Bir kez daha al beni. Defalarca yaptığın gibi.
Al, kendimi sana veriyorum. Hayır. Bana ait olmayan bir bedeni sana nasıl verebilirim ki? Belki de bu yüzden her defasında böyle zevkle sunuyorum onu sana!
Divana oturan adam, dizlerinin üzerine yatırıyor kadını… Sanırım kadın şimdi tamamen çıplak. Çizgileri, şekilleri ayırt edemiyorum. Ama pencereden sızan ışıkta, kadının başını geriye doğru attığını fark ediyorum. Dudakları ve gözleri, aşk dolu yüzünde yıldızlar gibi parlıyor…
Karanlığın içindeki çıplak adam, kadınının bedenini kendine bastırıyor. Karşılıklı rızalarının içinde bile bir çeşit çekişme var. Sıradışı, kutsal ve yabanıl bir coşku hükmediyor hareketlerine ve görmememe rağmen, adamın kadının içine girdiği anı hissediyorum.
…Uzayıp giden hareketsizliğim yüzünden, bel ve omuz kaslarım ağrımaya başlıyor. Yine de, gözlerim deliğe yapışık, duvarla bir olmaya devam ediyorum. Bu törensel gösterinin tadını çıkarmak için, kendime azap çektiriyorum. Karşımdaki sahneyi tüm bedenimle sarıyorum adeta. Ve duvar, kalp atışlarımı bana geri veriyor.
…Birbirine sarılmış iki varlık, birbirine karışmış iki ağaç gibi titriyor. Şehvet, çılgınca bir kurguyla, kuralların, hatta âşıkların kendilerinin de ötesine geçerek, başyapıtını hazırlıyor. Ve bu öyle öfkeli, öyle şiddetli ve öyle ölümcül bir eylem ki, tamamlanmasını, ikisini öldürmedikçe, Tanrı bile durduramaz. Bunu hiçbir şeyin durduramayacağını bilmek, Tanrı’nın gücünden hatta varlığından şüphe etmeme yol açıyor.
Adam, birbirine kenetlenmiş bedenlerinin üzerinden başını kaldırıp geriye atıyor. Yüzünü görebilmemi sağlayan azıcık aydınlıkta, doyuma ulaşmayı beklerken yarıda kesilmiş bir inlemeyle açılmış ağzını fark ediyorum.
Kadın olağanüstü bir şekilde, adeta taşarcasına boşalıyor. Gelişini, önemli bir olayın gelişi gibi hissediyorum.
Dörde kadar sayıyorum. Bu süre boyunca, gözlerimi adamın yüzünden ayırmıyorum. Tek eliyle havayı döverken, bir an yüzünü buruşturuyor, ardından gülümsüyor. Yüzüne yürüyen kanla, kutsal bir şehide benziyor, aynı anda hem düşen hem kanatlanan bir baş meleğe. Boşalırken, muhteşem ve beklenmedik bir şey karşısında büyülenmiş gibi, bunun bu kadar güzel olacağından hiç kuşku duymamış gibi, bedeninin ona sunduğu bu mucizevi zevkten şaşkın, kısa çığlıklar atıyor.
O an aynı kutsal duyguyu paylaşıyorlar. Kadın belki zevk almıyor, ama tatmin olduğunu söylemek, görmek, anlamak mümkün. Orada, sözle anlatılamaz bir kadın mucizesi yaşanıyor.
– Mutlu musun?
Tuhaf bir şekilde, kadının bu soruyu bana yönelttiği duygusuna kapılıyorum… Öyle hissetmekte de haklıyım, zira dudakları o kadar yakınımda ki, gerçekten benimle konuşuyor gibi görünüyor.
Adam, bedeni hâlâ kadınınkine kenetli, gökyüzüne bakarak mırıldanıyor:
– Sana yemin ederim, sen benim için dünyadaki her şeysin!
Hemen ardından, mutluluk anının bittiğini ve şimdiden bir anıya dönüştüğünü anlıyor kadın. Birlikte kapıldıkları o zevk dalgasının yok olacağını, hayalinin bile aklından silinip onu terk edeceğini hissederek yakınıyor:
– Tanrı sahip olduğumuz şu azıcık hazzı kutsasın!
Hüzünlü bir çığlık, büyük bir düşüşün ilk işareti, dine saygısızlık eden ama yine de kutsal bir dua..
Adam sayıklarcasına tekrarlıyor:
– Dünyadaki her şeysin!…
…Şehvetin birlikteliği yıkılmak üzere. Adam tatmin oldu. Bir pişmanlığın, bir vicdan azabının onu yavaş yavaş ele geçirdiğini, kadından uzaklaştırdığını görüyorum. Kadının ruhu, adamdaki bu bariz soğukluğu anlayamıyor, onun gibi bir anda zevkten sıyrılıp kurtulmuş değil çünkü.
Ama adamın önceki gibi bakmadığını ve rüyasının sonuna varmak üzere olduğunu hissediyor… Bir gün, her şeyin, kuşkusuz kendisi için de biteceğini düşünüyor. Yeniden başlayacak kaderinin, öncekinden değerli olmayacağını da şimdiden biliyor.
“Dünyadaki her şeysin” cümlesinin yankısı bile bitmeden, endişenin gelip yine yüzlerine yerleştiğini görür gibi oluyorum. Tam da o anda, adam inliyor:
– Bu hiçbir şey demek değil! Bu hiçbir şey demek değil!
Biri diğerine yabancı, aynı düşünceye dalıp gidiyorlar.
…Boynunu çevirdiği bir an, adamın bakışlarını görüyorum. Kadın hâlâ üzerinde yatarken o, saate, kapıya, vedaya doğru bakıyor. Ardından, sevgilisinin dudağı kendisininkine yaklaşırken, huzursuz, hatta neredeyse iğrenen bir ifadeyle, hafifçe yüzünü uzaklaştırıyor (bunu bir tek ben görüyorum).
Kadın, adamın ona sahip olmadan hemen önce söylediği cümleye cevap veriyor:
– Hayır, beni sonsuza kadar sevmeyeceksin. Beni terk edeceksin. Ama buna rağmen hiçbir şeyden pişman değilim, asla da olmayacağım. “Biz”den sonra, bu defa beni hiç bırakmayacak o büyük kedere geri döndüğümde, “Bir aşığım oldu” diyeceğim kendime ve bir anlığına da olsa hiçliğimi terk edip, bu küçük mutluluğu yaşayacağım.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/raznoe-9941622/cehennem-69403183/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Cehennem Henri Barbusse

Henri Barbusse

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Cehennem, bireyin kendi aklı dışındaki bilginin elde edilemez olduğu fikrini savunan solipsizm felsefesinin muhteşem bir şekilde incelemesidir. Solipsizm, dış dünyanın ve diğer insanların uslarının varlığından asla emin olunamayacağı tahmininde bulunur. Hikaye, odasında bir delik açarak dış dünyayı inceleyebileceği bir manzaraya sahip olan isimsiz bir adamın peşinden şekillenmektedir. Sevgiyi, ölümü, yasak ilişkileri ve doğumları gözetler. İnsan deneyimlerinin ve duygularının yabancılığına sinsice şahit olurken tüm gördüklerinin felsefi imalarını gözden geçirir.

  • Добавить отзыв