Scarlet Pimpernel

Scarlet Pimpernel
Emma Orczy
Çeteler Paris sokaklarına yayılmış. Her gün, hiçbir suçu olmayan yüzlerce insan, sadece asil ailelere mensup oldukları için giyotine gönderiliyor. Ölümü bekleyenlerin tek umuduysa İngiliz kahraman Scarlet Pimpernel’in gelip onları kurtarması… Eylül 1792, Paris

Çeteler Paris sokaklarına yayılmış. Her gün, hiçbir suçu olmayan yüzlerce insan, sadece asil ailelere mensup oldukları için giyotine gönderiliyor. Ölümü bekleyenlerin tek umuduysa İngiliz kahraman Scarlet Pimpernel’in gelip onları kurtarması…

Takma adını kırmızı yapraklı zarif bir çiçekten alan Scarlet Pimpernel tam bir kılık değiştirme ustasıdır, düşmanlarının burnunun dibinden kaçmayı her defasında başarır. Gerçek kimliğini gizleyen kahramanların ilk örneği olan Scarlet Pimpernel, bu özelliğiyle Batman ve Zorro gibi kahramanlara da ilham olmuştur.

Yayımlandığı ilk günden bu yana ilgiyle okunan, film ve dizi uyarlamaları da çok beğenilen, müzikal uyarlaması Broadway’de sahnelenen Scarlet Pimpernel, Türkçeye ilk kez çevriliyor.

Baroness Emma Orczy
Scarlet PimpernelParisli Asillerin Son Umudu

Baroness Emma Magdolna Rozália Mária Jozefa Borbála “Emmuska” Orczy de Orci (23 Eylül 1865 – 12 Kasım 1947), İngiliz-Macar romancı ve oyun yazarıdır. Macaristan’da doğan Emma Orczy, 14 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte Londra’ya taşınır. Burada genç illüstratör Montague MacLean Barstow ile tanışır ve 1894 yılında evlenirler. 1899’da çocukları dünyaya geldikten hemen sonra roman çalışmalarına başlar. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır ancak sonrasında yazdığı hikâye ve romanlar başarılı olur.
1903 yılında, İngiliz aristokrat Sör Percy Blakeney’nin Fransız aristokratları giyotinden kurtarmasını anlatan bir tiyatro oyunu yazar. Daha sonra bu oyunu romanlaştırır ve 12 farklı yayıncıya gönderir. Yayıncılardan cevap beklerken oyunu sahnelemeye başlarlar. Londra’da 4 yıl boyunca 2000’den fazla kez sahnelenen oyun İngiltere’nin en popüler oyunlarından olur. Farklı dillere de çevrilir ve pek çok ülkede sahnelenir. Oyunun bu başarısı romanı da olumlu yönde etkiler.
“Kimliğini gizleyen kahraman”ların bilinen ilk örneği olan Scarlet Pimpernel, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek süper kahramanların temel özelliklerini de biçimlendirmiştir: Kılık değiştirme, kendisiyle özdeşleşmiş bir silah taşıma, kalıpların dışında düşünebilme, rakiplerini kurnazlığıyla alt etme, olay yerinde imzasını bırakma…
İlk kitabın başarısının ardından Sir Percy Blakeney ve arkadaşlarının maceralarını yazmaya devam eden Emma Orczy hayatının son yıllarını Monte Carlo’da geçirir. 1947’de ölen yazar, yaşamına 50’den fazla roman, 5 tiyatro oyunu, 4 kitap çevirisi, 9 hikâye kitabı sığdırmıştır.

Birinci Bölüm
Eylül 1792, Paris
Tepeden tırnağa zalim yaratıklardan oluştuğu için yalnızca “sözde insanlar” diyebileceğimiz; kaynayan, çağlayan ve homurdanan halk kalabalığı, intikam ve nefret arzusu gibi aşağılık tutkularla hareket ediyordu. Vakit, günbatımından hemen öncesiydi. Yer, gururlu bir tiranın on yıl sonra, ulusunun şerefi ve kendi kibri adına unutulmayacak bir abide yükselteceği Batı Barikatı’ydı.
Giyotin, günün büyük bir kısmını o korkunç işini yaparak geçiriyordu. Tüm Fransa, geçmiş yüzyıllarda yaşamış antik isimler ve asil insanlarla övünüyor, özgürlük ve birlik adına üstlerine düşeni yaptıkları ve diyetlerini ödediklerinden bahsediyordu. Kıyımlar yalnızca günün bu geç saatlerinde, gece için barikatların son kez kapanışından hemen önce azalıyordu; çünkü insanların şahit olacakları daha ilginç manzaralar vardı.
Kalabalık, bu ilginç ve keyif verici manzarayı izlemek için Grève Meydanı‘ndan koşa koşa ayrılıp çeşitli barikatlara akın ediyordu.
Bu manzara her gün görülebilirdi, çünkü bu aristokratlar pek aptaldı doğrusu! Fransa’ya şan getiren Haçlı Seferleri’nden beri, büyük insanların kanından gelen erkekler, kadınlar ve çocuklar, yani tüm eski SOYLULAR, halka ihanet etmişlerdi. Bu soyluların ataları halka zulmetmiş, süslü zarif ayakkabılarıyla onları ezmişlerdi. Şimdi ise Fransa’da egemenlik halkın eline geçmiş, halk da önceki efendilerini ezmeye başlamıştı; fakat bunu topuklarıyla yapmadılar, çünkü o günlerde çoğunlukla ayakkabısız geziyorlardı. Halk, ayakkabı yerine daha etkili bir ağırlık kullandı: Giyotinin bıçağı.
Böylece korkunç işkence aracı; yaşlı erkek, genç kadın ve küçük çocuk demeden her gün, her saat kurbanlarının canını almaya devam etti, ta ki en nihayetinde Kral’ın ve güzel genç Kraliçe’nin canını isteyene dek.
Fakat böyle olması gerekiyordu, çünkü Fransa’nın egemenliği artık halkın eline geçmişti, değil mi? Her aristokrat, tıpkı ataları gibi haindi. İki yüz yıl boyunca halk, açgözlü sarayın müsrif savurganlığını doyurmak için terlemiş, didinmiş ve aç kalmıştı. Şimdi ise o sarayları muhteşem hale getirmek isteyenlerin torunları, halkın geç gelen intikamından kaçınmak istiyorlarsa canlarını kurtarmak için saklanmak ya da kaçmak zorundaydılar.
Öyle de yaptılar, saklanmaya ve kaçmaya çalıştılar, zaten olayın tüm eğlencesi de buydu. Her öğleden sonra, kapılar kapanmadan ve pazar arabaları çeşitli barikat sıralarına katılmadan önce aptal bir aristokrat, Kamu Selameti Komitesi’nin pençelerinden kendini kurtarmaya çalışırdı. Çeşitli kılıklara bürünüp çeşitli mazeretlerle cumhuriyetin askerleri tarafından çok iyi korunan bariyerleri aşmayı denerlerdi. Kadın kıyafetleri giymiş erkekler, erkek kıyafetleri giymiş kadınlar, dilenci paçavraları giydirilmiş çocuklar… Her türden insan vardı; Fransa’dan kaçıp İngiltere’ye ya da aynı ölçüde uğursuz başka bir ülkeye ulaşmak isteyen ESKİ kontlar, markiler, hatta dükler. Buralara varıp şanlı devrime karşıt duygular uyandırmaya ya da bir zamanlar Fransa’nın egemenleri olsalar da şimdi acınası duruma düşen tutsakları özgürleştirme amacıyla bir ordu toplamaya çalışıyorlardı.
Ne var ki neredeyse her seferinde barikatlarda yakalanıyorlardı. Batı Kapısı’ndaki Çavuş Bibot’nun en kusursuz şekilde kılık değiştiren aristokratların bile kokusunu alan muhteşem bir burnu vardı sanki. Sonrasında ise tabii ki eğlence başlıyordu. Bibot, avına tıpkı bir kedinin fareye baktığı gibi bakıyor, onunla oynuyordu. Bazen neredeyse on beş dakika boyunca eski markinin ya da kontun kimliğini gizleme amacıyla kullandığı peruğa ya da eğreti makyaja aldanmış numarası yapıyordu.
Ah! Bibot’nun oldukça sert bir mizah anlayışı vardı. Bu yüzden Batı Barikatı civarlarında bulunmak ve Bibot’nun halkın intikamından kaçmayı deneyen bir aristokratı yakalayışını izlemek her şeye değerdi.
Bazen Bibot, avının kapılardan gerçekten çıkmasına göz yumar, iki dakikalık bir süre boyunca adamın hakikaten Paris’ten kaçtığını, hatta güvenle İngiltere kıyılarına ulaşabileceğini düşünmesine izin verirdi. Fakat sonra, henüz on metre bile uzaklaşamamış olan talihsiz sefilin arkasından iki adam gönderir ve onu geri getirtir, sonra da gerçek kılığını ortaya çıkarırdı.
Ah! Bu gerçekten de komik bir görüntüydü, çünkü çoğu zaman kaçak adam aslında bir kadın, hatta kibirli bir markiz çıkardı. Kendisini Bibot’nun pençelerinde bulduğunda son derece gülünç görünürdü. Ertesi gün duruşmasız bir yargılamanın onu beklediğini, bu yargılamadan sonra ise Madam Giyotin’in sevgi dolu kollarına gideceğini bilirdi.
Eylül ayının o hoş akşamında, kalabalığın Bibot’nun kapısında büyük bir istek ve heyecanla beklemesine şaşmamalı. Kan hırsı tatmin olma beklentisiyle büyüyordu, ancak doygunluk denen şeyden eser yoktu. Kalabalık, o gün giyotinin yüz asil başı aldığını görmüştü ve ertesi gün yine yüz asil başın düşeceğini görmek istiyordu.
Bibot, ters çevrilmiş boş bir fıçının üstünde, barikat kapısına yakın bir yerde oturuyordu; emrinde vatandaşlardan oluşan askerlerden küçük bir müfreze vardı. İşler son günlerde iyice kızışmıştı. O uğursuz aristokratlar iyiden iyiye korkmaya başlamışlardı. Paris’ten kaçmak için her yolu deniyorlardı. Eski çağlardan beri ataları, o hain Bourbon Hanedanı’na hizmet eden erkekler, kadınlar ve çocukların hepsi haindi ve giyotinin açlığını doyurmak için uygun besinlerdi. Bibot her gün, kaçak kralcıların gerçek kimliklerini ortaya çıkarma ve onları mahkeme için Kamu Selameti Komitesi’ne gönderme zevkine ulaşıyordu. Bu heyetin başında gerçek bir vatansever olan yurttaş Fouquier-Tinville oturuyordu.
Hem Robespierre hem Danton, Bibot’yu gayreti için takdir etmişlerdi. Bibot, en az elli aristokratı giyotine gönderdiği için kendisiyle gurur duyuyordu.
Ancak o gün, barikat başındaki tüm çavuşlara özel emirler gitmişti. Çünkü son zamanlarda birçok aristokrat, Fransa’dan kaçıp İngiltere’ye sorunsuzca varmayı başarmıştı. Bu kaçışlar hakkında tuhaf dedikodular vardı, çok sık yaşanmaya ve cüretkâr bir hale gelmeye başlamıştı. İnsanların zihinlerini garip bir heyecan kaplıyordu. Hatta Çavuş Grospierre, bir aristokrat ailesinin tamamının burnunun dibindeki Kuzey Kapısı’ndan kaçmasına engel olamadığı için giyotine yollanmıştı.
Bu kaçışların bir grup İngiliz tarafından planlandığı ileri sürüldü. Görünen o ki bu adamların cesaretinin eşi benzeri yoktu; kendilerini ilgilendirmeyen meselelere burunlarını sokmaktan sakınmıyorlar ve boş zamanlarını Madam Giyotin’e gönderilecek kurbanları kaçırarak geçiriyorlardı. Dedikodular çok geçmeden çığ gibi büyüdü. Bu işgüzar İngiliz grubun varlığına dair artık hiçbir şüphe yoktu. Üstelik görünüşe göre varlıklarını, cesareti ve korkusuzluğu tarifsiz bir adamın liderliği altında sürdürüyorlardı. Bu adamın kurtardığı aristokratların barikatlara ulaşır ulaşmaz görünmez oldukları ve kapılardan âdeta doğaüstü bir güç sayesinde hiç görünmeden geçtikleri hakkındaki tuhaf hikâyeler hızla yayıldı.
Gizemli İngiliz grubunu hiç kimse görmemişti. Liderlerine gelince, onun hakkında hiç konuşulmuyordu. Bahsi geçtiğinde ise herkesi garip bir ürperti kaplıyordu. Yurttaş Fouquier-Tinville, gün içinde gizemli bir kaynaktan bir kâğıt parçası alırdı; bu kâğıt parçasını bazen ceketinin cebinde bulur, bazen de Kamu Selameti Komitesi’ndeki sandalyesine giderken kalabalıktan biri eline tutuştururdu. Kâğıtta her zaman, işgüzar İngiliz grubun iş başında olduğunu belirten kısa bir not olurdu ve yine her zaman kırmızı bir işaretle imzalanmış olurdu. Bu işaret, yıldız şeklinde bir çiçekti ve çiçeğin adı İngiltere’de Scarlet Pimpernel[1 - İng. Farekulağı, mine çiçeği. (ç.n.)] olarak biliniyordu. Bu küstah notun ele geçmesinden birkaç saat sonra Kamu Selameti Komitesi’nin yurttaşları, birçok kralcıyla aristokratın kıyıya ulaştığını ve güvenli bir şekilde İngiltere’ye doğru yol aldıklarını duyardı.
Kapılardaki nöbetçilerin sayısı iki katına çıkarıldı, emir komuta zincirindeki çavuşlar ölümle tehdit edildi, üstelik bu arsız ve cüretkâr İngilizlerin yakalanması için büyük ödüller vaat edildi. Gizemli ve ulaşılmaz Scarlet Pimpernel’i yakalayacak kişinin beş bin frankla ödüllendirileceği duyuruldu.
Herkes, ödülü kazanan kişinin Bibot olacağını düşünüyordu. Bibot da insanların böyle düşünmesine göz yumdu. Böylece günden güne halk, onu izlemek ve belki de o gizemli İngiliz’in eşlik ettiği kaçak aristokratları yakaladığında orada olmak için Batı Kapısı’na gelmeye başladı.
Yurttaş Bibot, güvendiği Onbaşı’ya dönüp “Yazık! Yurttaş Grospierre bir aptaldı! Geçen hafta Kuzey Kapısı’nda ben olacaktım ki…” dedi.
Sonra, silah arkadaşının aptallığı karşısındaki hoşnutsuzluğunu göstermek için yere tükürdü.
“Olay nasıl olmuş, yurttaş?” diye sordu Onbaşı.
“Grospierre kapıdaymış, gözetimi sıkı tutuyormuş,” diye başladı Bibot gururla, bu sırada kalabalık onun etrafına toplanıp anlattıklarını hevesle dinlemeye başladı. “Hepimiz işgüzar İngiliz’i duymuşuzdur, şu uğursuz Scarlet Pimpernel’i. Benim kapımdan geçemeyecek, YEMİN OLSUN! Tabii şeytanın ta kendisi değilse. Neyse, Grospierre aptaldı. Fıçılarla dolu yük arabaları kapılardan geçiyormuş, yanında çocuk olan yaşlı bir adam da arabanın başındaymış. Grospierre biraz sarhoşmuş, yine de kendisini çok zeki sanıp fıçıların -en azından çoğunun- içine bakmış, boş olduklarını görüp arabanın geçmesine izin vermiş.”
Yurttaş Bibot’nun etrafında toplanmış kalabalığa büyük bir öfke ve nefret dalgası yayıldı.
“Yarım saat sonra,” diye devam etti Çavuş, “yanında bir düzine askerle birlikte nöbetçi yüzbaşı çıkagelmiş. Soluk soluğa ‘Buradan bir araba geçti mi?’ diye sormuş Grospierre’e. ‘Evet, yarım saat olmadı,’ demiş Grospierre. ‘Kaçmasına izin mi verdin?’ diye haykırmış yüzbaşı büyük bir öfkeyle. ‘Yurttaş çavuş, bunun için giyotine gönderileceksin. O arabanın içinde eski Chalias Dükü ve tüm ailesi vardı!’ Bunu duyan Grospierre dehşet içinde ‘Ne!’ diye haykırmış. ‘Aynen öyle! Arabanın başındaki ise o aşağılık İngiliz, Scarlet Pimpernel’den başkası değildi.’”
Hikâye, büyük bir nefret uğultusuyla karşılandı. Yurttaş Grospierre, kendisini giyotine götürecek hatayı yapmıştı, ne ahmak bir adamdı! Ah, bu nasıl bir ahmaklıktı!
Bibot, bu olayı anlatırken o kadar çok gülüyordu ki devam etmesi için ara sıra durması gerekiyordu.
Bir süre sonra hikâyesine devam etti: “‘Hemen yola koyulun, ödülü unutmayın, çabuk olun fazla uzağa gitmiş olamazlar!’ diye bağırmış yüzbaşı. Bunu der demez bir düzine askeriyle birlikte kapıdan koştura koştura çıkmış.”
“Ancak çok geç kaldılar!” diye haykırdı kalabalık, büyük bir heyecanla.
“Onları asla yakalayamadılar!”
“Grospierre’in aptallığına lanet olsun!”
“Giyotine gönderilmeyi hak etmiş!”
“O fıçıları doğru düzgün inceleseymiş!”
Bu çıkışmalar, Yurttaş Bibot’yu büyük ölçüde neşelendirdi, çenesi ağrıyana ve yanaklarından yaşlar süzülene kadar güldü.
“Yok, yok!” dedi en sonunda. “O aristokratlar arabanın içine gizlenmemişler, sürücü de Scarlet Pimpernel falan değilmiş!”
“Nasıl?”
“Evet! O alçak İngiliz, nöbetçi yüzbaşı kılığına girmiş, aristokratlar da yanındaki askerleriymiş!”
Bunun üzerine kalabalık hiçbir şey söyleyemedi; hikâye doğaüstü bir havaya sahipti. Gerçekten de o İngiliz, şeytanın ta kendisi olmalıydı.
Güneş batıda yavaş yavaş alçalıyordu. Bibot, kapıları kapatmak için hazırlandı.
“Arabalar öne çıksın,” diye bağırdı.
Üstü örtülü bir düzine araba, ertesi günkü pazara mal almak amacıyla şehri terk etmek ve yakındaki kasabaya gitmek için sıraya girdi. Bibot, arabaların birçoğuna aşinaydı, zira şehre gelip giderken her gün iki kez onun kapısından geçiyorlardı. Genellikle kadın olan sürücülerin bir iki tanesiyle konuşurdu, arabaların içinde ne olduğunu incelemek büyük bir zahmetti.
“Hiç belli olmaz. Ahmak Grospierre gibi tongaya düşmeyeceğim,” derdi.
Arabaların başındaki kadınlar, genelde günlerini giyotin platformunun kurulu olduğu Grève Meydanı’nda, korku hükümdarlığının günlük kurbanlarını getiren kağnıları izleyip örgü örerek ve dedikodu yaparak geçirirlerdi. Madam Giyotin’i ziyaret eden aristokratları izlemek büyük keyif veriyordu, platformun yakınındaki yerler ise çok rağbet görüyordu. Gün içinde Bibot da orada görev yapıyordu ve eski yüzlerin birçoğuna aşinaydı. Giyotinin bıçağı kafaları uçururken orada oturup örgü ören kadınlara tricotteuses[2 - Fr. Örgü ören kadın. (ç.n.)] adı veriliyordu, hatta çoğu zaman o lanetli aristokratların kanı bu kadınların üstüne sıçrıyordu.
“Hey! La mère![3 - Fr. Anne. (ç.n.)]” diye seslendi Bibot, o korkunç yaşlı kadınlardan birine, “O elindeki ne?”
Kadını günün erken saatlerinde görmüştü, o sıralarda örgü örüyordu ve arabasının kırbacını da yakınında tutuyordu. Şimdiyse kırbacın tutacağına altından gümüşe, açıktan koyuya pek çok renkte bir dizi saç buklesi eklemişti. Bibot’ya gülümserken büyük kemikli parmaklarını buklelerde gezdirdi.
“Madam Giyotin’in âşığıyla arkadaş oldum,” dedi kahkaha atarak. “Bu bukleleri yuvarlanan kafalardan benim için kesti. Yarın daha fazlasını keseceğine söz verdi, ancak her zamanki yerimde olur muyum bilmiyorum.”
“Ya! Neden anacım?” diye sordu Bibot. Her ne kadar sert bir asker olsa da kırbacında korkunç süslemeler taşıyan bu kadının çok çirkin dış görünüşü onu ürpertmişti.
“Torunumda çiçek hastalığı var,” dedi başparmağıyla yük arabasının içini işaret edip. “Bazıları veba olduğunu söylüyor! Eğer öyleyse, yarın Paris’e gelmeme izin verilmeyecek.” Çiçek hastalığı sözünü duyduğunda Bibot hızla geri adım attı, eski ve korkunç veba kelimesini duyduğunda ise tüm hızıyla geri çekildi.
“Kahrol!” diye homurdandı Bibot, bu sırada kalabalık da büyük bir hızla arabadan uzaklaştı ve arabayı bütün o yerin ortasında yalnız başına bıraktılar.
Yaşlı kadın güldü.
“Asıl sen, bu kadar korkak olduğun için, kahrol yurttaş,” dedi. “Peh! Hastalıktan korkuyorsun, bir de erkek olacaksın.”
“EYVAH! Veba!”
Herkesin korkudan dili tutulmuştu. Bu vahşi gaddar yaratıklarda hâlâ dehşet ve tiksinti uyandırma gücüne sahip tek şey olan o dehşet verici hastalığın korkusuyla dolmuşlardı.
“Vebalı torununu da al ve hemen buradan uzaklaş!” diye haykırdı Bibot, boğuk bir sesle.
Bunun üzerine yaşlı kadın hoyrat bir gülüş ve şiddetli bir kahkaha daha attı, cılız eşeğini kamçılayıp arabasını kapıdan dışarı çıkardı.
Bu olay, tüm akşamı mahvetmişti. Halk, hiçbir ilacı olmayan korkunç ve yalnız bir ölümün habercisi bu iki hastalık, hatta bu iki lanet karşısında dehşete düşmüştü. Barikatların yanında sessizce ve keyifsizce beklediler, her biri bir diğerine şüpheyle bakıyor, salgının içlerinden birine bulaşmış olma ihtimalini göz önünde tutup sanki hayatta kalma içgüdüsüyle birbirlerinden uzak duruyorlardı. Tam o sırada tıpkı Grospierre olayında olduğu gibi, aniden bir nöbetçi yüzbaşı çıkageldi. Fakat Bibot, bu yüzbaşıyı tanıyordu ve onun sonradan, kılık değiştirmiş sinsi İngiliz çıkmayacağını biliyordu.
“Bir araba,” diye bağırdı soluk soluğa, daha kapılara varmamıştı bile.
“Ne arabası?” diye sordu Bibot kabaca.
“Yaşlı bir kadın tarafından sürülen üstü örtülü bir araba…”
“Bir sürü öyle araba vardı.”
“Torununun vebaya yakalandığını söyleyen yaşlı bir kadın var mıydı?”
“Evet…”
“Gitmelerine izin vermedin, değil mi?”
“Eyvahlar olsun!” dedi Bibot, al yanakları korkudan bembeyaz kesilmişti.
“O arabada eski Tourney Kontesi ve iki çocuğu vardı, hepsi haindi ve öldürüleceklerdi.”
“Peki ya sürücü kimdi?” diye mırıldandı Bibot, o sırada tüyleri ürperdi.
“Sacré tonnerre[4 - Fr. Yıldırımlar aşkına! (ç.n.)]!” diye bağırdı Yüzbaşı, “Sürücünün de o lanet İngiliz, Scarlet Pimpernel’in ta kendisi olmasından korkuyoruz.”

İkinci Bölüm
Balıkçı Misafirhanesi, Dover
Sally, mutfaktaki işiyle meşguldü. Sos ve kızartma tavaları devasa ocağın üstünde yığınlar halinde duruyordu, köşede kocaman bir et suyu kazanı vardı, çevirme kancası yavaşça döndürülüyor ve sığır bonfilesinin her tarafı yavaş yavaş nar gibi kızarıyordu. Pamuklu elbiselerinin kollarını kemikli dirseklerinin üzerine kadar kıvırmış iki küçük mutfak hizmetçisi, büyük bir telaşla etrafta koşuşturuyordu. Yardım etmek için heveslilerdi, ancak Bayan Sally bir saniye için arkasını dönse hemen kendi aralarında şakalar yapıp kıkırdıyorlardı. Yaşlı Jemima da oradaydı, vurdumduymaz bir mizacı ve yapılı bir vücudu vardı, ateşin üstündeki et suyu kazanını özenle karıştırırken bir yandan da sessiz sessiz homurdanıyordu.
“Heeeeeey! Sally!” diye bir ses duyuldu yandaki taverna salonundan, şairane bir ağızdan çıkmasa da neşeli bir cümleydi.
“Tanrım, sen yardım et!” diye haykırdı Sally neşeyle gülerek. “Kim bilir yine ne istiyorlar!”
“Tabii ki bira,” diye homurdandı Jemima, “Jimmy Pitkin’in bir bardakla yetinmesini beklemiyorsun herhalde.”
“Bay Harry acayip susamış gözüküyor,” deyip sırıttı küçük mutfak hizmetçilerinden biri olan Martha; boncuk gibi gözleri, arkadaşınınkilerle buluşunca âdeta ışıldadı. Bunun üzerine ikisi de kıkırdamaya başladı, ama gülüşlerini kısa tutmaya çalıştılar.
Sally bir anlığına sinirlendi, ellerini yavaş yavaş biçimli kalçalarına sildi, avuç içleri Martha’nın al yanaklarıyla buluşmak için can atıyordu. Neyse ki iyi kalpliliği galip geldi, ufak bir somurtma ve omuz silkmeyle dikkatini tekrar patates kızartmalarına çevirdi.
“Alooo! Sally! Hey, Sally!”
O sırada kalaylı bira kupaları hep birlikte, sabırsız eller tarafından tavernanın meşe masalarına vurulmaya başladı. Bu gürültüye taverna sahibinin balıketli kızına olan haykırmalar eşlik ediyordu.
“Sally!” diye bağırdı ısrarcı bir ses, “Tüm gece senin bira getirmeni mi bekleyeceğiz?”
“Biraları babam götüremez herhalde,” diye söylendi Sally. Jemima hiçbir şey söylemedi ve umursamaz bir tavırla gidip raftan üstleri köpükle kaplı testilerden birkaçını kaptı. Sonra kalaylı bira kupalarını, Kral Charles döneminden beri övgüyle bahsedilen “Balıkçı Misafirhanesi”nin ev yapımı birasıyla doldurdu. “Oysa burada ne kadar meşgul olduğumuzu biliyor,” dedi Sally.
“Baban, seni ve mutfağı düşünmek yerine, Bay Hempseed’le politika tartışmakla meşgul,” diye homurdandı Jemima.
Sally, mutfağın köşesinde asılı küçük aynanın önüne gidip aceleyle saçlarını düzeltti ve fırfırlı şapkasını koyu renkli buklelerinin üzerine gelecek şekilde oturttu. Sonra güçlü ve esmer iki eliyle, üçer bira bardağını saplarından tuttu; gülerek, huysuzlanarak ve zaman zaman da utanarak biraları tavernaya taşıdı.
Tavernada, hemen yandaki hararetli mutfakta dört hanımı meşgul ve heyecanlı tutan meşgaleden ya da telaştan hiç eser yoktu.
“Balıkçı Misafirhanesi” şimdilerde bir gösteri mekânı. 1792 yılında ise yüz yıl sonra kazanacağı ünü, rağbeti ve önemi henüz kazanmamıştı. Yine de o zamanlarda bile eski bir yerdi, meşeden yapılma kirişler ve kalaslar geçen zaman içinde çoktan kararmıştı bile. Yüksek sırt dayama kısımlarıyla tablalı oturaklar da aynı durumdaydı, aradaki cilalanmış uzun masaların üstü ise bira bardaklarının bıraktığı irili ufaklı sayısız izle doluydu. Vitray pencerelerin önünde, meşenin kasvetli rengine karşılık canlı tonlarıyla kızıl sardunyalar ve mavi hezarenler sıra sıra saksılara konmuştu.
Dover’daki “Balıkçı Misafirhanesi”nin sahibi Bay Jellyband zengin bir adamdı, bunu en dikkatsiz kişi bile fark edebilirdi. Parlatılmış güzel ve eski şifonyerler olsun, büyük ocağın üzerinde tıpkı bir altın ya da gümüş gibi ışıldayan pirinç işleme olsun, kırmızı kiremitlerle döşenmiş zeminin pencere pervazındaki kızıl sardunya kadar güzel görünüşü olsun, hepsi bir dolu iyi hizmetçisinin olduğunu gösteriyordu. Bir tavernayı güzelliğin ve düzenin yüksek standartlarına ulaştırmak için gerekli talimatlar ve gelenekler o zaman da aynıydı.
Sally, çatık kaşlarına rağmen gülümseyip göz kamaştıran beyaz dişlerini göstererek gelirken haykırışlar ve alkış tufanıyla karşılandı.
“Aha, işte geldi! Muhteşemsin Sally! Çok yaşa güzel Sally!”
“Sağır olduğunu düşündük,” diye söylendi Jimmy Pitkin, elinin tersiyle kupkuru dudaklarını siliyordu.
“Tamam, tamam,” diye güldü Sally, bu esnada yeni doldurulmuş bardakları masalara bırakıyordu. “Bu ne acele böyle! Sanki büyükannen ölüm döşeğindeymiş, sen de zavallı ruhunun bir an önce bedeninden ayrılmasını istiyormuşsun gibi! Böyle telaş görmemiştim,” dedi. Sally’nin bu şakası büyük bir kahkahayla karşılandı ve sonrasında oradakilere şaka yapmaları için zemin oluşturdu. Sally, tavalarına ve kazanlarına geri dönmek için artık daha az acele ediyor gibi görünüyordu. Jimmy Pitkin’in uydurma büyükannesiyle ilgili bir dolu şaka ağızdan ağza dolaşıp keskin ve ağır tütün dumanıyla karışırken Sally’nin dikkati daha çok açık kıvırcık saçlı, parlak mavi gözlü ve hevesli genç bir adama yönelmişti.
Tavernanın sahibi saygıdeğer Bay Jellyband, yüzü şömineye dönük bir halde oturmuş, bacaklarını genişçe açmış, ağzında uzun bir boruyu andıran piposuyla duruyordu. Tıpkı babası, büyükbabası ve büyük büyükbabası gibi “Balıkçı Misafirhanesi”nin sahibi oydu. Heybetli yapısı, güler yüzlü çehresi ve biraz kel kafasıyla Bay Jellyband gerçekten de o günlerin tipik kasabalı John Bull’u[5 - “Tipik İngiliz” anlamında sıklıkla kullanılan bir ifade. (ç.n.)] gibiydi. O günlerde biz adalıların önyargılı tavırları doruk noktasındaydı; çünkü ister efendi, ister çiftçi ya da köylü olsun, bir İngiliz için tüm Avrupa kıtası ahlaksızlık mağarası, dünyanın geri kalanı ise barbarların ve yamyamların atıl topraklarıydı.
Tavernanın şerefli sahibi, oracıkta öylece dimdik durmuş uzun saplı piposunu tüttürüyordu. Yurtiçindeki kimse umurunda değildi, yurtdışındaki herkesten ise nefret ediyordu. Parlak pirinç düğmelerle bezeli her zamanki kırmızı yeleğini, fitilli kadifeden pantolonunu, gri yünden çoraplarını ve tokalı şık ayakkabılarını giymişti; gerçi o günlerde Büyük Britanya’da kendine saygı duyan her hancı böyle görünüyordu. Şerefli Jellyband en saygın konuklarıyla ulusların ilişkilerini tartışırken, öksüz Sally güzel omuzlarına yüklenen tüm işi yapmak için dört çift ele ihtiyaç duyuyordu.
Çatı kirişine asılı güzel cilalanmış iki adet kandille aydınlanan taverna, gerçekten de olağanüstü derecede hayat dolu ve sıcak görünüyordu. Bay Jellyband’in müşterilerinin yüzleri, her köşeye yayılmış yoğun tütün dumanı arasından al al görünüyordu ve onları izlemek keyif vericiydi. Birbirleriyle, taverna sahibiyle ve sanki tüm dünyayla iyi geçiniyorlardı. Entelektüel olmasa da neşeli olan konuşmalara odanın her yanından yüksek sesli kahkahalar eşlik ediyordu. Sally’nin tekrar tekrar kıkırdaması ise azıcık boş zamanını Bay Harry Waite’e ayırmasının ne kadar da doğru bir karar olduğunu gösteriyordu.
Bay Jellyband’in tavernasının müdavimleri genelde balıkçılardı. Balıkçılar, içmeye doymayan insanlar olarak bilinirlerdi. Denizdeyken yuttukları tuz yüzünden, kıyıya çıktıklarında boğazları kururdu; “Balıkçı Misafirhanesi” bu alçakgönüllü insanlar için bir buluşma noktasından daha fazlasıydı. Londra ve Dover arası gezi, handan başlıyordu. Kanal’a gelen ziyaretçiler ve “büyük tur” için yola çıkan insanların hepsi de Bay Jellyband ve onun Fransız şarapları ya da ev yapımı biralarıyla haşır neşir oluyordu.
1792 yılı Eylül ayının sonlarına doğruydu; ay boyunca sıcak seyreden hava birden bozmuştu. İki gün hiç durmadan yağan sağanak yağmur, İngiltere’nin doğusunu suya boğdu; yağmur tam da güzel olmaya başladıkları dönemde elmaları, armutları ve geç dönem eriklerini mahvetmek için elinden geleni yapıyor gibiydi. O anda da pencerelere vuruyor, hatta bacadan aşağı inerek neşe saçan odun ateşinin şömine içinde titremesine sebep oluyordu.
“Tanrım! Hiç eylül ayında bu kadar yağdığına şahit olmuş muydunuz, Bay Jellyband?” diye sordu Bay Hempseed.
Bay Hempseed, şömineye yakın oturaklardan birine oturmuştu, çünkü yalnızca Balıkçı Misafirhanesi’nde değil, aynı zamanda Kutsal Kitap hakkındaki bilgisiyle kayda değer öğreniminin çok büyük hürmet ve saygıyla karşılandığı tüm yörede, önemli bir kişilik ve otoriteydi. Ellerinden birini uzun zamandır giydiği özenle dikilmiş iş önlüğünün altındaki kadife pantolonunun geniş cebine sokmuştu, diğeriyle ise uzun piposunu tutuyordu. Oracıkta pencere camından süzülen küçük yağmur damlalarını izliyor ve karamsar bir halde oturuyordu.
“Hayır,” diye kısa bir cevap verdi Bay Jellyband, “bu kadar yağdığına şahit oldum mu hatırlamıyorum, Bay Hempseed. Üstelik neredeyse altmış yıldır buralardayım.”
Bay Hempseed bunun üzerine, “Tabii! Gerçi, o altmış yılın ilk üç yılını hatırlamanız mümkün değil, Bay Jellyband,” diye araya girdi sakince. “Hiç küçük bir çocuğun havayı bu kadar dikkate aldığına şahit olmadım, en azından buralarda. Üstelik ben de neredeyse yetmiş beş yıldır buralarda yaşıyorum.”
Bu bilmişliğe o an karşı çıkılamazdı, Bay Jellyband de zaten tartışmanın olağan akışı için hazır değildi.
“Sanki eylül değil de nisan ayındayız, değil mi?” diye devam etti Bay Hempseed keyifsizce, bu sırada yağmur damlaları ateşin üstüne düşerek cızırtı çıkarıyordu.
“Evet! Sanki öyle,” diye onayladı şerefli taverna sahibi, “fakat ne bekliyorsunuz ki Bay Hempseed, hele de başımızda böyle bir hükümet varken?”
Bay Hempseed, bilgece kafasını salladı. Britanya iklimine ve hükümetine olan derin güvensizliği yüzünden huysuzdu.
“Hiçbir şey beklemiyorum, Bay Jellyband,” dedi. “Bizim gibi zavallı insanların Londra’da işi yok, bunu biliyorum. Üstelik bunu çok da umursamıyorum. Ancak eylül ayında böyle bir havayla karşılaşınca tüm meyvelerim, Mısırlı annenin ilk çocuğu gibi çürümeye ve ölmeye başlıyor. Berbat egzotik meyveler ve portakallar satan Yahudiler hariç hiç kimseden iyi durumda değilim ki zaten eğer İngiliz elmaları ve armutları güzelce olgunlaşsaydı onları da kimse almazdı. Kutsal Kitap şöyle diyor…”
“Bu gayet doğru, Bay Hempseed,” diye çıkıştı Jellyband, “ama diyorum ki, ne bekliyorsunuz? Kanal’ın her yanında ülkelerinde krallarını ve soylularını öldürmeye çalışan Fransız şeytanlar var. Parlamentodaki Bay Pitt, Bay Fox ve Bay Burke ise kendi aralarında tartışıp kavga ediyorlar, biz İngilizler onların bu tanrıtanımaz yolu izlemesine izin mi vermeliyiz? Bay Pitt ‘Bırakın soyluları öldürsünler!’ diyor, Bay Burke ise ‘Durdurun onları!’ diyor.”
“Ben de bırakın öldürsünler diyorum, hepsine lanet olsun,” dedi Bay Hempseed sertçe, zira arkadaşı Jellyband’in politik tartışmalarını pek sevmiyordu. Çünkü derinliği bir kenara bırakıyor ve yörede ona büyük bir saygınlık, Balıkçı Misafirhanesi’nde ise bir dolu bedava bira kazandıran bilgeliğini sergileyemiyordu.
“Bırakın öldürsünler,” diye tekrarladı, “ama eylül ayında böylesi bir yağmurun yağmasına izin vermeyelim, çünkü bu hem kanuna hem de Kutsal Kitap’a aykırı ki orada şöyle diyor…”
“Tanrım! Bay Harry, beni korkuttunuz!”
Bu cilveleşmenin tam da Bay Hempseed’in meşhur Kutsal Kitap nutuklarından birini atmak için nefesini topladığı sırada gerçekleşmesi Sally adına talihsizlikti, çünkü bu yüzden genç kız babasının öfkesiyle karşı karşıya kalacaktı.
“Sally, haydi kızım, haydi!” dedi babası, kaşlarını çatmıştı. “O genç züppelerle oynamayı bırak da işinin başına dön.”
“İşler gayet yolunda baba.”
Fakat Bay Jellyband inat etti. Bay Jellyband’in kafasında, biricik evladı olan balıketli kızının, ağlarıyla istikrarsız bir kazanç elde eden bu genç adamlardan biriyle evlenmesi yerine, zamanı gelince Balıkçı Misafirhanesi’ni devralması vardı.
“Beni duydun mu kızım?” dedi sakin bir ses tonuyla, handaki hiç kimse itiraz edemedi. “Efendi Tony’nin yemeğini hazırla, eğer ona sunabileceğimizin en iyisini veremezsek ve memnun kalmazsa o zaman başına gelecekleri görürsün. O kadar.”
İstemeyerek de olsa Sally, babasının dediklerine uydu.
“Bugün özel konuklar mı bekliyorsunuz, Bay Jellyband?” diye sordu Jimmy Pitkin. Vefalı bir tavır takınarak han sahibinin dikkatini, biraz önce Sally’nin odayı terk etmesine sebep olan tatsızlıktan uzaklaştırmaya çalıştı.
“Evet, öyle,” diye cevap verdi Jellyband. “Efendim Tony ve arkadaşlarını bekliyorum. Suyun öte tarafından dükler ve düşesler gelecekler; genç efendinin kendisi, arkadaşı Sör Andrew Ffoulkes ve diğer genç asil adamlar, bu kişilerin o zalim şeytanların pençelerinden kurtulmalarına yardımcı oldular.”
Bu, sürekli mızmızlanan Bay Hempseed için çok fazlaydı.
“Tanrım! Bunu neden yapıyorlar acaba? Diğer halkların işlerine burnumuzu sokmayı uygun görmüyorum. Zira Kutsal Kitap şöyle diyor…”
“Bay Hempseed, Bay Pitt’in yakın arkadaşı olmanıza rağmen, Bay Fox’a katılıp ‘Bırakın öldürsünler!’ diyorsunuz,” diye araya girdi Jellyband, ufaktan dokundurarak.
“Affedersiniz, Bay Jellyband, öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum,” diye kısık bir sesle yanıt verdi Bay Hempseed.
Ne var ki Bay Jellyband’in konuyu kapatmaya pek niyeti yoktu.
“Ya da belki de buraya gelip katliamlarını biz İngilizlere haklı gösterme amacı taşıyan Fransızlardan birkaçıyla arkadaş olmuşsunuzdur.”
“Ne demek istediğinizi anlamıyorum, Bay Jellyband,” diye çıkıştı Bay Hempseed, “Tek bildiğim…”
“Tek bildiğim,” diye araya girdi yüksek bir sesle taverna sahibi, “Mavi Yüzlü Ayı Tavernası’nın sahibi olan arkadaşım Peppercorn, bu topraklarda görebileceğiniz en sadık ve en hakiki İngiliz-di. Bir de şimdi bakın! O kurbağa yiyicilerle arkadaş oldu ve onları edepsiz, tanrıtanımaz kıllı casuslar olarak değil, İngilizlerle birmiş gibi görüp hepsiyle düşüp kalktı. Aynen öyle! Peki ne oldu? Şimdilerde Peppercorn’un tek konuştuğu şey devrim, özgürlük, aristokratlara ölüm vesaire vesaire. Tıpkı Bay Hempseed gibi!”
“Affedersiniz, Bay Jellyband,” diye tekrar araya girdi Bay Hempseed kısık bir sesle. “Sanıyorum ki hiç öyle bir şey…”
Bay Jellyband, genel kitleye hitap ediyordu. Oradaki herkes, ağızları açık ve hayrete düşmüş şekilde Bay Peppercorn’un kusurlarına dair beyanları dinliyordu. Bir masadaki iki müşteri ki kıyafetlerine bakılırsa beyefendilerdi, henüz bitmemiş domino oyunlarını bir kenara itip bir süre dinlediler, Bay Jellyband’in uluslararası fikirlerinden keyif aldıkları çok açıktı. O sırada birisi, hareketli dudaklarının köşelerinde dolaşan alaylı bir gülüşle, Bay Jellyband’in odanın ortasında dikildiği yere doğru döndü.
“Dürüst arkadaşım, görünüşe göre casus dediğin bu Fransızların, arkadaşın Bay Peppercorn’un fikirlerini bozacak kadar zeki adamlar olduğunu düşünüyorsun. Peki bunu nasıl başardılar, onu hiç düşündün mü?” diye sordu sakince.
“Tanrım! Efendim, sanıyorum ki onu konuşarak ikna ettiler. Bu Fransızların çenelerinin çok iyi olduğunu duydum. Buradaki Bay Hempseed, onların bazı insanları nasıl parmaklarında oynattıklarını size anlatabilir.”
“Gerçekten öyle mi, Bay Hempseed?” diye sordu yabancı, kibar bir şekilde.
“Hayır efendim!” diye cevapladı Bay Hempseed, çok rahatsız olmuştu. “Sorduğunuz sorunun cevabını bilmiyorum.”
“Peki öyleyse,” dedi yabancı. “Onurlu efendim, umalım ki bu zeki casuslar sizin olağanüstü sadık fikirlerinizi de çelmesin.”
Bay Jellyband kendini tutamayıp bu curcuna içinde bir kahkaha patlattı ve ona borçlu olanlar da bu kahkahaya katıldı.
“Hahaha! Hohoho! Hehehe!” Olabilecek her şekilde güldü; çenesi ağrıyana ve gözlerinden yaşlar gelene dek gülmeye devam etti. “Benim! Duydunuz mu şunu? Benim fikirlerimi çelebileceklermiş, duydunuz mu, ha? Tanrı sizi bağışlasın efendim, fakat çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz.”
Bay Hempseed, “Peki Bay Jellyband, ancak Kutsal Kitap ne diyor unutmayın: Sağlam durduğunu sanan kişi dikkat etsin, her an düşebilir,” diye cevap verdi.
“Şunu göz önünde bulundurun Bay Hempseed,” dedi Jelly-band, hâlâ gülmekten karnını tutuyordu. “Kutsal Kitap beni tanımıyordu. Niye o katil Fransızlarla oturup bir bardak bira içeyim ki? Üstelik fikirlerimi hiçbir şey değiştiremez. Yaa! O kurbağa yiyicilerin Kral’ın İngilizcesini bile konuşamadıklarını duydum, yani garip dillerini konuşmaya çalıştıklarını görürsem onları hemen tanırım, bu kadar basit! Ne demişler, tehlikeyi erken sezen, erken silahlanır.”
“Kesinlikle öyle, dürüst dostum,” diye onayladı yabancı büyük bir neşeyle. “Görüyorum ki çok zeki bir adamsınız, yirmi Fransıza bedelsiniz. Bu yüzden şerefli efendim, onurunuza içmek istiyorum, bu şişeyi benimle bitirme onurunu gösterirseniz çok memnun olurum.”
“Çok naziksiniz efendim,” dedi Bay Jellyband, kahkaha tufanından geriye kalan gözyaşlarını siliyordu. “Tabii ki bitiririm.”
Yabancı, bir çift bardağı şarapla doldurdu, birini hanın sahibine diğerini de kendine aldı.
“Hepimiz sadık İngilizleriz,” dedi, bu sırada ince dudaklarında nüktedan bir gülümseme vardı. “Ancak ne kadar sadık olursak olalım, Fransa’dan bize gelen şeyler arasında en azından bu içeceğin iyi bir şey olduğunu kabul etmeliyiz.”
“Tabii! Bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz efendim,” diye onayladı taverna sahibi.
“Öyleyse İngiltere’deki en iyi ev sahibine, şerefli hancımız Bay Jellyband’e içelim,” dedi yabancı yüksek bir sesle.
“Oooo!” diye eşlik etti orada bulunan herkes. Sonrasında alkışlar koptu. Kupaların ve bardakların masa üzerinde çıkardığı müzikal tıkırtı, birçok konuşma üzerine atılan yüksek sesli kahkahalara ve Bay Jellyband’in “Tanrının cezası bir yabancının düşüncelerimi çelmesini bir düşünün! Ne manzara ama! Tanrı sizi korusun efendim, ancak çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz,” nidalarına eşlik ediyordu.
Yabancı, bu değişmeyecek gerçeğe tüm kalbiyle katıldı. Gerçekten de Bay Jellyband’in tüm Avrupa kıtası sakinlerinin tastamam değersiz olduğuna dair kökten yerleşmiş düşüncelerini herhangi birinin değiştirebileceğini ileri sürmek çok abesti.

Üçüncü Bölüm
Sığınmacılar
Bu sıralarda, Fransızlara ve yaptıkları şeylere karşı sesler İngiltere’nin her kesiminde yükselişe geçmişti. Fransız ve İngiliz kıyıları arasında iş yapan kaçakçılar ve meşru tüccarlar, suyun öte tarafından sürekli yeni haberler getiriyordu. Bu haberler, İngilizlerin kanının kaynamasına sebep oluyordu. Bu yüzden İngiliz halkı, kendi krallarını ve kralın tüm ailesini zindana atan, kraliçeye ve çocuklarına her türden onur kırıcı davranışta bulunan, şimdi ise tüm Bourbon Hanedanı’nın ve destekçilerinin kanını talep eden o katillerin “hak ettiklerini bulması” gerektiğini düşünüyordu.
Marie Antoinette’in genç ve güzel arkadaşı Prenses de Lamballe’ın katledilmesi, İngiltere’deki herkesin kalbini tarif edilemez bir dehşetle doldurmuştu. Kraliyet ailesinin, tek günahları aristokrat bir soydan gelmek olan iyi üyelerinin idam edilmesi, tüm uygar Avrupa’nın intikam isteğiyle yanıp tutuşmasına yol açıyor gibiydi.
Ne var ki kimse araya girmeyi göze alamadı. Burke, tüm hitabet yeteneğiyle, Britanya Hükümeti’ni devrim hükümeti tarafından yönetilen Fransa ile savaşması için ikna etmeye çalıştı; fakat ihtiyatlı bir adam olan Bay Pitt, ülkenin ağır ve masraflı bir savaşa daha girişmeye uygun durumda olmadığını düşünüyordu. İnisiyatifi ele almak Avusturya’ya düşecekti. Avusturya, en güzel kızının artık devrik bir kraliçe durumuna düşmesiyle, âdeta uluyan bir çete tarafından zindana atılmış ve hakarete uğramıştı. Bay Fox ise birkaç Fransız diğerlerini öldürdü diye tüm İngiltere’nin savaşa girmesine gerek olmadığını savunuyordu.
Bay Jellyband ve John Bullvari’ye gelince onlar, tüm yabancıları küçük görseler de devrime karşı insanlardı. Bu yüzden şu sıralarda ihtiyatı ve ılımlı yaklaşımı için Pitt’e sinirliydiler; fakat tabii ki bu büyük adamın politikasına yön veren diplomatik nedenlerin hiçbirinden bir şey anlamıyorlardı.
Sally koşarak geri geldi, çok heyecanlı ve telaşlıydı. Tavernadaki neşeli kitle dışarıdaki sesten bihaberdi; ancak Sally sırılsıklam olmuş atıyla birlikte bir adamın Balıkçı Misafirhanesi’nin kapısında durduğunu görmüştü. Seyis çocuk atı ahıra götürmek için ayaklandığında, güzel Sally de ziyaretçiyi karşılamak için ön kapıya doğru gitti. Tavernadan geçerken “Baba, sanırım bahçede Efendi Antony’nin atını gördüm,” dedi.
O sırada kapı dışarıdan açıldı, yağmurdan sırılsıklam olmuş koyu renkli kıyafetin sardığı bir kol, güzel Sally’nin beline sarıldı; aynı anda candan bir ses tavernanın cilalanmış kalasları arasında yankılandı.
“Tanrım, güzel Sally, kahverengi gözlerin ne keskin!” dedi içeri yeni giren adam, o an Bay Jellyband aceleyle ve büyük bir şevkle öne doğru atıldı, âdeta alarma geçmişti ve telaşlıydı, zira hanının en ayrıcalıklı konuklarından biri gelmişti.
“Tanrım, bu nedir böyle Sally?” diye ekledi Efendi Antony, Sally’nin çiçek açan yanaklarına bir öpücük kondururken, “Seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş oluyorsun. Dürüst arkadaşım Jellyband, gençleri senin ince belinden uzak tutmak için çok uğraşıyor olmalı. Siz ne dersiniz Bay Waite?”
Efendiye olan saygısı ve bu şakaya dair hoşnutsuzluğu düşünülünce iki arada bir derede kalan Bay Waite, yalnızca tedirgin bir homurtuyla cevap verdi.
Efendi Antony Dewhurst, Exeter Dükü’nün oğullarından biriydi ve o günlerin standartlarına göre eksiksiz bir İngiliz beyefendisiydi. Uzundu, heybetliydi, geniş omuzları ve güleç bir yüzü vardı, kahkahası gittiği her yeri inletirdi. İyi bir centilmen, hayat dolu bir ahbaptı, kibar ve soylu bir insandı, mizacını bozacak bir zekâya sahip değildi, Londra’daki konuk salonlarının ve kasaba tavernalarının en sevilen konuklarından biriydi. Balıkçı Misafirhanesi’ndeki herkes onu tanırdı, çünkü Fransa’ya gidip gelmeyi severdi ve yoldan dönerken ya da yola çıkarken onurlu Bay Jellyband’in bir geceliğine misafiri olurdu.
Sally’nin belini bıraktığında Waite’e, Pitkin’e ve diğerlerine başıyla selam verdi, kurulanmak ve ısınmak için şöminenin önüne doğru gitti. Domino oyunlarına kaldıkları yerden devam eden iki yabancıya kısa fakat biraz şüpheyle dolu bir bakış attı, bir anlığına güler yüzünü derin bir ciddiyet, hatta bir endişe bulutu kapladı.
Ancak bu durum çok kısa sürdü, sonra saçlarına dokunan Bay Hempseed’e döndü.
“Ee, Bay Hempseed, meyveler nasıl?” diye sordu.
“Çok kötü efendim, çok kötü,” diye cevap verdi Bay Hempseed. “Ancak başımızda, krallarını ve tüm soylularını öldürecek Fransız serserilere göz yuman bir hükümet varken ne bekleyebiliriz ki…”
“Hayat bir garip!” diye cevap verdi Efendi Antony. “Gerçekten öldürecekler dürüst Hempseed, en azından ellerine geçirebildiklerini, maalesef! Fakat bu gece buraya, kendilerini o serserilerin pençelerinden kurtarabilmiş birkaç arkadaş gelecek.”
Genç adam bu sözleri söyler söylemez, köşede oturan sessiz yabancılara meydan okuyan bir bakış atmıştı sanki.
“Duyduğuma göre siz ve arkadaşlarınız sayesinde efendim,” dedi Bay Jellyband.
O an Efendi Antony’nin eli, onu uyarmak ister gibi taverna sahibinin koluna gitti.
“Sessiz!” dedi tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde, hiç düşünmeden tekrar yabancılara doğru baktı.
“Ah! Tanrı iyiliğinizi versin, onlardan zarar gelmez efendim,” dedi Jellyband. “Hiç kuşkunuz olmasın. Buradaki herkesin dost olduğunu bilmesem öyle konuşmazdım. Oradaki beyefendi de sizden iyi olmasın, tıpkı sizin gibi Kral George’un sadık ve hakiki bir hizmetkârı. Dover’a yeni geldi sayılır, buralarda bir iş kuruyor.”
“İş mi? Tanrım, herhalde cenaze işinde, zira bu zamana dek bu denli karanlık bir çehre görmemiştim.”
“Hayır efendim, sanıyorum ki eşini kaybetmiş ki bu da yüzündeki hüznü açıklıyor. Yine de kendisi bir dosttur, buna kefil olurum. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki bir kasaba tavernasının sahibinden daha iyi bir insan sarrafı yoktur.”
“Ah, peki öyleyse,” dedi Efendi Antony, bu tür meseleleri taverna sahibiyle konuşmaktan çekinmediği belliydi. “Yine de söyle bana, burada kalan başka birileri yok, değil mi?”
“Hayır efendim, başka kimse de gelmeyecek, yalnızca…”
“Yalnızca?”
“Siz efendimin burada görmek istemeyeceği kişiler değil.”
“Kim gelecek?”
“Efendim, Sör Percy Blakeney ve hanımı birazdan gelirler, fakat burada kalmayacaklar…”
“Leydi Blakeney mi?” diye sordu Efendi Antony, biraz şaşırmıştı.
“Evet efendim. Sör Percy’nin kaptanı biraz önce buradaydı. Hanımefendinin erkek kardeşinin bugün, Sör Percy’nin yatı DAY DREAM ile Fransa’ya geçeceğini, Sör Percy ve hanımının da onu son kez görmek için buraya geleceğini söyledi. Bu durum sizin keyfinizi kaçırmaz, değil mi efendim?”
“Hayır, hayır dostum, keyfimi kaçırmaz. Sally yemeği en iyi şekilde pişirir, yemek de Balıkçı Misafirhanesi’nde servis edilen en güzel yemek olursa hiçbir şey keyfimi kaçırmaz.”
“Hiç şüpheniz olmasın efendim,” dedi Sally, o sırada masaları yemek için ayarlamakla meşguldü. Masa, ortasındaki yıldızçiçeği demetlerinin müthiş renkleriyle, parlak kalaylı kadehleriyle, mavi porselenleriyle çok hoş ve çok davetkâr görünüyordu.
“Masayı kaç kişilik yapalım efendim?”
“Beş kişilik yer ayır güzel Sally, ancak yemek en az on kişilik olsun. Çünkü dostlarımız yorgun, sanıyorum ki açtırlar. Bana gelince, ant olsun bu gece bir oturuşta bir sığırı bile yiyebilirim.”
“Sanırım geldiler,” dedi Sally heyecanla, uzaktaki at nallarının ve tekerleklerin sesleri artık duyulabiliyordu, ses gitgide yaklaşıyordu.
Tavernada genel bir telaş vardı. Herkes, Efendi Antony’nin suyun ötesindeki güzel dostlarını görmek için can atıyordu. Sally, duvarda asılı küçük ayna parçasında hemen kendine baktı, saygıdeğer Bay Jellyband ise ayrıcalıklı konuklarını karşılamak üzere ayaklandı. Yalnızca köşedeki iki yabancı, tüm bu telaşa dahil olmadı. Sakin sakin domino oyunlarını bitirmeye çalışıyorlardı ve bir kez olsun bile kapıya doğru bakmadılar.
“Hemen ileride, kapı sağınızda Kontes,” dedi dışarıdan hoş bir ses.
“Ah! İşte oradalar, sağ salim geldiler,” dedi Efendi Antony büyük bir neşeyle, “Hadi güzel Sally, çorbaları ne kadar hızlı servis edebiliyormuşsun görelim.”
Kapı, önceden ayaklanmış Bay Jellyband tarafından ardına kadar açıldı. Bay Jellyband, bol bol reverans yapıp iki hanımefendi, iki de beyefendiden oluşan dört kişilik grubu karşıladı. Hepsi tavernaya girdiler.
“Hoş geldiniz! İngiltere’ye hoş geldiniz!” dedi Efendi Antony büyük bir coşkuyla, her iki elini büyük bir şevkle yeni gelen misafirlere doğru uzattı.
“Ah, sanıyorum siz Antony Dewhurst’sünüz,” dedi hanımlardan biri, yabancı ve belirgin bir aksanla konuşuyordu.
“Hizmetinizdeyim madam,” diye cevap verdi Antony. Çok nazikçe her iki hanımın ellerini öptü, sonra dönüp beylerin ellerini büyük bir samimiyetle sıktı.
Sally, hanımların yol pelerinlerini çıkarmıştı bile. Hanımların her ikisi de titreye titreye döndüler ve harıl harıl yanan şömineye yöneldiler.
Tavernadaki herkes bir şeyle meşguldü. Sally mutfağa doğru gitti, bu sırada Jellyband ateşin etrafında bir iki sandalye ayarladı. Bay Hempseed saçıyla oynuyor ve şömine önündeki oturağında sessizce oturuyordu. Herkes, meraklı fakat saygılı bir şekilde yeni gelenlere bakıyordu.
“Ah, mösyöler! Ne diyebilirim ki?” dedi iki hanımdan yaşça büyük olan, bu sırada narin aristokrat ellerini sıcacık ateşe doğru uzatıyordu. Bir Efendi Antony’ye, bir dostlarına eşlik eden genç adamlardan birine tarif edilemez bir minnetle bakıyordu. Bu genç adam, o sırada kendisini ağır pelerinli paltosundan kurtarmakla meşguldü.
“Umuyorum ki İngiltere’de olmaktan memnunsunuzdur ve zorlu yolculuğunuz size çok dert olmamıştır,” dedi Efendi Antony.
“Tabii, tabii ki İngiltere’de olmaktan memnunuz,” dedi kadın, gözleri yaşlarla dolmuştu. “Çektiğimiz dertleri unuttuk bile.”
Sesi ahenkli ve kısık çıkıyordu. O günün modasına uyup kar beyazı gür saçlarını alnından yukarıya doğru toplamış ve süslemişti, aristokratlara has güzellikteki yüzünde asilce göğüs gerdiği birçok acının izleri ve vakur bir asalet vardı.
“Umuyorum ki dostum Sör Andrew Ffoulkes, size iyi bir yol arkadaşı olmuştur.”
“Ah tabii, Sör Andrew çok nazikti. Ah baylar, ben ve çocuklarım size nasıl teşekkür edebiliriz?”
Yanındaki refakatçisi, görünüşte çıtı pıtı küçük bir kızı andıran hanım üzgün görünüyordu, yüzünde bitkinlik ve keder vardı, henüz hiçbir şey söylememişti. Ancak yaşlarla dolu kahverengi büyük gözlerini şömineden ayırıp ateşin ve kendisinin yanına doğru yaklaşmış Sör Andrew Ffoulkes’un gözlerine dikti. Sonra, açık bir minnet duygusuyla dolu yüzündeki gözleri Sör Andrew’un gözleriyle buluşunca, solgun yanaklarına sıcak bir renk geldi.
“Demek İngiltere burası,” dedi, tıpkı bir çocuk gibi merakla önce büyük şömineye ve meşe kalaslara, sonra da güler yüzlü Britanyalı çehreleri olan ve özenle işlenmiş iş önlükleri giyen köylülere baktı.
“Bir parçası matmazel… Ama tümü emrinize amadedir,” diye cevap verdi Sör Andrew, gülümseyerek.
Genç kızın yanakları tekrar kızardı, güzel yüzünü büyük ve tatlı bir gülümseme aydınlattı. Hiçbir şey söylemedi, Sör Andrew da sessizdi, yine de bu iki genç insan birbirini anlayabiliyordu. Zira zamanın başlangıcından beri dünyadaki genç insanlar birbirlerini anlama kabiliyetine sahiplerdi.
“Yemek, yemek diyorum!” diye patladı Efendi Antony’nin şen sesi. “Dürüst Jellyband, yemek! Güzel genç kızın ve çorbalar nerede kaldı? Bu gidişle sen orada ağzın açık bir şekilde hanımlara bakarken onlar açlıktan bayılacak.”
“Bir saniye! Bir saniye izin verin efendim,” dedi Jellyband, mutfağa giden kapıyı açtı ve şiddetle bağırdı: “Sally! Hey, Sally!
Hazır mısın kızım?”
Sally hazırdı, çok geçmeden koca bir çorba kâsesiyle kapı eşiğinde göründü. Çorbanın üstünden buhar yükseliyor, etrafa müthiş iştah açıcı bir koku yayılıyordu.
“Ah, hayat! Nihayet yemek!” diye bağırdı Efendi Antony keyifle, sonra büyük bir nezaketle kolunu Kontes’e uzattı.
“Bu onuru bana lütfeder misiniz?” diye sordu kibarca, sonra kadını yemek masasına doğru götürdü.
Salonda büyük bir hengâme vardı. Bay Hempseed, köylüler ve balıkçıların birçoğu “asalet”e yol açmak için gitmişler ve pipolarını başka bir yerde tüttürmeye karar vermişlerdi. Yalnızca iki yabancı kalmıştı, sessizce ve umursamazca domino oynuyor, şaraplarını içiyorlardı. Başka bir masada da tepesi çabuk atan Harry Waite vardı, masayla ilgilenen güzel Sally’yi izliyordu.
Sally, İngiliz kırsal hayatının çok zarif bir resmini sunuyordu, bu yüzden şıpsevdi genç Fransız’ın gözlerini Sally’nin güzel yüzünden ayıramaması şaşırtıcı değildi. Tourney Vikontu, on dokuz yaşına daha yeni girmiş sakalsız bir gençti; ülkesinde cereyan eden korkunç trajediler onu pek de etkilemiş gibi görünmüyordu. Şık hatta züppece giyinmişti, İngiltere’ye sağ salim vardıklarında ise devrimin dehşetini, İngiliz hayatının zevkleri içinde unutmaya çoktan hazır gibiydi.
“İngilteğe buysa,” dedi memnuniyet ve arzuyla Sally’ye bakarken, “çok sevdim.”
Bu noktada Bay Harry Waite’in, sıktığı dişleri arasından tehditkâr bir sesle konuya dahil olmaması imkânsızdı. Yalnızca “asalet”e olan saygısı ve Efendi Antony’ye olan büyük hürmeti sebebiyle, genç yabancıya dair hoşnutsuzluğunu kontrol altında tuttu.
“Hayır, burası İNGİLTERE, seni meczup,” diye gülerek araya girdi Efendi Antony, “ayrıca yalvarıyorum, gevşek yabancı davranışlarını bu çok ahlaklı ülkeye getirme.”
Efendi Antony masanın başına çoktan oturmuştu, sağında da Kontes vardı. Jellyband koşuşturuyor, bardakları dolduruyor, sandalyeleri düzeltiyordu. Sally, çorbaları servis etmek için hazır halde bekledi. Bay Harry Waite’in arkadaşları en sonunda gelip onu tavernadan çıkardılar, zira Vikont’un Sally’ye olan bariz hayranlığını gördükçe tepesi atıyor ve daha hırçın bir hal alıyordu.
“Suzanne,” dedi sert mizaçlı Kontes, şiddetli ve etkili bir vurguyla.
Suzanne tekrar kızardı. Ateşin yanındayken zaman ve mekân kavramını unutmuş bir halde, yakışıklı genç İngiliz adamın gözlerini güzel yüzüne dikmesine ve sanki bilinçsizce elini kendi elinin üstüne koymasına izin vermişti. Annesinin sesi onu tekrar gerçekliğe döndürdü, uysalca “Hemen, annecim,” diyerek yemek masasındaki yerini aldı.

Dördüncü Bölüm
Scarlet Pimpernel ve Birliği
Masanın etrafına dizildiklerinde hepsi neşeli ve mutlu görünüyordu. Bir yanda kendilerine has yakışıklılıklarıyla asil ve soylu Sör Andrew Ffoulkes ile Efendi Antony Dewhurst, diğer yanda ise korkunç tehlikelerden kaçıp nihayetinde İngiltere kıyılarında güvende hisseden aristokrat Fransız Kontes ve iki çocuğu.
Görünüşe göre köşedeki iki yabancı oyunlarını bitirmişti. Biri ayağa kalktı, masada güleryüzüyle oturan dostuna sırtını dönüp büyük bir özenle üç pelerinli geniş paltosunu düzeltti. Bunu yaparken hızla etraftakilere bir göz attı. Herkes gülmekle ve sohbet etmekle meşguldü, bunun üzerine “Güvenli!” diye mırıldandı. Sonra arkadaşı, uzun çalışmalar sonucu elde edilebilecek bir dakiklikle, göz açıp kapayıncaya kadar dizlerinin üstüne çöküp meşeden yapılma uzun oturağın altına doğru sessizce süründü. Yabancı, yüksek bir sesle “İyi geceler,” deyip yavaş yavaş tavernadan dışarı çıktı.
Yemek masasındaki hiç kimse, bu tuhaf ve sessiz manevrayı fark etmemişti. Yabancı adam en sonunda dışarı çıkıp taverna kapısını kapattığında ise hiç düşünmeden büyük bir rahatlamayla iç çektiler.
“Nihayet yalnız kalabildik!” dedi Efendi Antony, güleç bir yüzle.
Genç Tournay Vikontu ayağa kalktı, elinde bir bardak vardı. Döneme has bir nezaketle bardağı iyice yukarı kaldırdı ve bozuk bir dille şu minvalde bir şeyler söyledi:
“Majesteleri İngiltere Kralı III. George’a! Fransa’dan sürülmüş zavallı bizlere gösterdiği misafirperverlik için Tanrı onu kutsasın.”
“Majesteleri Kral’a!” diye tekrar etti Efendi Antony ve Sör Andrew, sadakatle kadeh kaldırırken.
“Majesteleri Fransa Kralı Louis’ye!” diye ekledi Sör Andrew, büyük bir ciddiyetle. “Tanrı onu korusun ve düşmanlarına karşı galip kılsın.”
Herkes sessizce kadeh kaldırdı. O sıralarda kendi halkının esiri olan Fransa Kralı’nın talihsiz kaderi, Bay Jellyband’in güleç çehresini bile hüzne boğmuş gibi görünüyordu.
“Ayrıca çok değerli mösyö, Tournay de Basserive Kontu’na!” diye ekledi neşeyle Efendi Antony. “Umarım çok geçmeden onu da İngiltere’de ağırlayabiliriz.”
“Ah mösyö,” dedi Kontes, hafif titrek eliyle bardağını dudaklarına götürürken. “Bunun için ümitlenmeye cüret edemiyorum.”
Efendi Antony’ye çorba servis edildikten birkaç dakika sonra tüm muhabbet sona erdi, bu sırada Jellyband ve Sally herkesin yemeğe başlayabilmesi için tabakları uzatıyorlardı.
“İnanın, madam!” dedi Efendi Antony kısa bir süre sonra, “Benimki beyhude bir kadeh kaldırma değildi. Kendinizin, Matmazel Suzanne’in ve dostum Vikont’un güvenle İngiltere’ye vardığını gördüğünüze göre, eminim ki Kont’un kaderi için daha umutlu hissediyorsunuzdur.”
“Ah, mösyö,” diye cevap verdi Kontes, büyük bir iç çekti. “Tanrıya güveniyorum, umutlanmak ve dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.”
“Evet, madam!” diye araya girdi Sör Andrew Ffoulkes, “Tanrıya sonuna dek güvenin, ancak tıpkı bugün sizi getirdikleri gibi Kont’u da Kanal’dan güvenle geçirecek bu İngiliz dostlarınıza da azıcık güvenin.”
“Tabii ki, tabii ki mösyö,” diye cevap verdi kadın. “Size ve arkadaşlarınıza güvenim sonsuz. Emin olun, şanınız tüm Fransa’ya yayılmış durumda. Bazı dostlarımın o korkunç devrimci mahkemelerin pençesinden kaçış şekli âdeta bir mucizeydi ve tüm bunlar siz ve arkadaşlarınız sayesinde gerçekleşti.”
“Biz yalnızca işi yapan elleriz, Madam Kontes.”
“Fakat eşime gelince mösyö,” dedi Kontes, dökülmemiş gözyaşları sanki sesini perdeliyordu, “o öyle bir tehlikenin içinde ki… Çocuklarım olmasa… Onu asla yalnız bırakmazdım. Ona ve çocuklarıma karşı olan sorumluluğum arasında paramparça oldum. Zira çocuklarım, bensiz gelmeyi reddettiler. Siz ve arkadaşlarınız da büyük bir ciddiyetle, kocamın güvende olacağını temin ettiniz. Ancak… Ah! İşte şimdi buradayım. Güzel ve özgür İngiltere’de sizlerle beraberken onu düşünüyorum, canını kurtarmaya çalışıyor, zavallı bir yaratıkmışçasına kovalanıyor… Ne büyük bir dert içinde… Ah! Onu bırakmamalıydım. Onu bırakmamalıydım!”
Zavallı kadın tamamen çökmüştü; bitkinlik, keder ve hisleri, sert mizaçlı aristokrat tabiatına karşı galip gelmişti. Kendi kendine sessizce ağlıyordu. Suzanne hemen ona doğru koşup öpücükleriyle gözyaşlarını dindirmeyi denedi.
Efendi Antony ve Sör Andrew, Kontes konuşurken onu bölmemek için hiçbir şey söylemediler. Onun adına üzüldüklerine şüphe yoktu, sessizlikleri bunun doğrudan kanıtıydı. Çünkü İngiltere, İngiltere olduğundan beri, İngilizler her zaman kendi duyguları ve başkalarına olan şefkatleri sebebiyle mahcup hissediyorlardı. Bu yüzden iki genç adam hiçbir şey söylemediler ve duygularını gizlemek için ellerinden geleni yaptılar, süklüm püklüm olmuşlardı.
“Bana sorarsanız, mösyö,” dedi Suzanne aniden, gür kahverengi bukleleri arasından Sör Andrew’a doğru bakıyordu. “Size sonuna kadar güveniyorum ve tıpkı bugün bizi getirdiğiniz gibi, çok sevgili babamı da sağ salim bir şekilde İngiltere’ye ulaştıracağınızı biliyorum.”
Bu sözler, o denli büyük bir güvenle, o denli büyük bir umut ve inançla söylenmişti ki sanki bir sihir gibi annesinin gözyaşlarını yok edip herkesin dudaklarına bir gülümseme kondurdu.
“Yapmayın! Beni utandırıyorsunuz matmazel,” diye cevap verdi Sör Andrew. “Her ne kadar canımı sizin için verecek olsam da ben yalnızca, sizin kaçışınızı planlayan ve uygulayan büyük liderimizin ellerindeki basit bir aracım.”
Bu sözleri o kadar candan, o kadar coşkun bir şekilde söylemişti ki Suzanne’in gözleri gizlenemez bir hayranlıkla onun üzerine kilitlenmişti.
“Lideriniz mi mösyö?” dedi Kontes, büyük bir hevesle. “Ah! Tabii ya, bir lideriniz olmalı. Bunu daha önce nasıl düşünemedim! Fakat söyleyin bana, o nerede? Bir an önce gitmeli, çocuklarımla birlikte ayaklarına kapanıp bizlere yaptığı iyilikler için ona teşekkür etmeliyim.”
“Maalesef madam!” dedi Efendi Antony. “Bu imkânsız.”
“İmkânsız mı? Neden?”
“Çünkü Scarlet Pimpernel kendini göstermeden çalışır ve kimliği yalnızca, çok ciddi bir gizlilik yemini etmiş yakın takipçileri tarafından bilinir.”
“Scarlet Pimpernel mi?” dedi Suzanne, şen şakrak bir kahkahayla. “Fakat niye? Ne kadar da gülünç bir isim! Scarlet Pimpernel nedir mösyö?”
Çok büyük bir merakla Sör Andrew’a baktı. Genç adamın yüzü neredeyse şekil değiştirdi. Gözleri coşkunlukla parlıyordu; liderine olan bağlılığı, sevgisi ve hayranlığı âdeta yüzünden okunuyordu. “Matmazel, Scarlet Pimpernel,” dedi en sonunda, “İngiltere’de sıradan bir yol kenarı çiçeğidir. Gelgelelim aynı zamanda tüm dünyadaki en iyi ve en cesur adamın kimliğini gizlemek için seçtiği isimdir; böylece o adam, üstlendiği asil görevi tamamlama konusunda daha başarılı olabilir.”
“Ah, tabii,” diye araya girdi genç Vikont, “bu Scarlet Pimpernel’i duymuştum. Küçük, kırmızı bir çiçek değil mi? Evet! Diyorlar ki, Paris’te ne zaman bir kralcı İngiltere’ye kaçmayı başarsa o şeytan savcı Foucquier-Tinville, üstünde bu küçük çiçeğin olduğu bir kâğıt alıyormuş. Doğru mu bu?”
“Evet, bu doğru,” diye onayladı Efendi Antony.
“Öyleyse bugün de öyle bir kâğıt almıştır.”
“Tabii ki.”
“Ah! Kim bilir neler söyledi!” dedi Suzanne neşeyle. “Duydum ki onu korkutan tek şey, o küçük kızıl çiçeğin resmiymiş.”
“Bana inanın, o kızıl çiçeğin şeklini incelemek için eline daha bir sürü fırsat geçecek,” dedi Sör Andrew.
“Ah mösyö,” diye iç çekti Kontes. “Tüm bunlar, kulağa bir macera hikâyesi gibi geliyor, hiç anlayamıyorum.”
“Neden sorguluyorsunuz ki madam?”
“Tamam da bana şunu söyleyin, neden lideriniz ve siz, hiç tanımadığınız Fransız erkekler ve kadınlar için paralarınızı harcıyor, hayatlarınızı riske atıyorsunuz? Fransa’ya ayak bastığınız andan itibaren hayatınız tehlikeye giriyor.”
“Macera, Kontes, macera,” diye araya girdi Efendi Antony tüm güler yüzüyle, yüksek ve hoş sesiyle. “Biz macerayı seven bir ulusuz, biliyorsunuz. Şimdilerde ise moda, tazının dişleri arasından tavşanı kurtarmak oldu.”
“Ah hayır, hayır. Yalnızca macera değil mösyö. Eminim ki yaptığınız iyi işler için daha asil bir sebebiniz vardır.”
“Peki madam, madem siz öyle görüyorsunuz. Ancak bana gelince, ant olsun ki ben bu oyunu seviyorum, çünkü şu âna dek karşılaştığım en heyecanlı oyun bu. Kıl payı kaçışlar, deveye hendek atlatmalar mı var! Öyleyse biz de varız!”
Kontes yine de inanmayarak kafasını salladı. Ona göre muhtemelen asil, genç ve zengin tüm bu adamlarla büyük liderlerinin, hayati riskler içeren bu işe yalnızca macera için girişmeleri inandırıcı değildi. Fransa’ya adım attıkları an, milliyetleri onlar için bir teminat olmayacaktı. Milliyeti ne olursa olsun, kralcı olduğu düşünülen kişilere kucak açarken ya da yardım ederken yakalanan kişiler acımasız hükümler giyecek ve hızla idam edileceklerdi. Kadın biliyordu ki bu genç İngilizler, Devrim’in kan isteyen acımasız mahkemesine tam da Paris’in duvarları içinde meydan okuyor, hüküm giymiş kurbanları neredeyse giyotinin hemen dibinden kaçırmayı başarıyordu. Bir ürpertiyle son birkaç günün olaylarını hatırladı; iki çocuğuyla birlikte Paris’ten kaçmalarını, üçünün de titrek bir yük arabasının örtüsünün altında saklanmalarını, turp ve lahana yığınlarının ortasında uzanmalarını, Batı Barikatı’ndaki çeteler “À la lanterne les aristos![6 - Fr. “Aristokratlar fener direklerine!” Fener direkleri, Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği sıralarda aristokratların linç edilmesi veya asılması için kullanılıyordu. (ç.n.)]” diye ulurken nefes almaya dahi korktuklarını…
Bütün bunlar bir mucizeyi andırıyordu. O ve kocası, “şüpheli kişiler” listesine girmenin günler ya da (hatta belki de) saatler geçmeden mahkeme ve ölümle sonuçlanacağını biliyordu.
Sonra kurtuluş umudu doğdu. Kızıl işaretle damgalanmış gizemli mektup, açık ve mutlak emirler, zavallı kadının Tourney Kontu’ndan ayrılışı ve kalbinin iki arada bir derede kalması, tekrar birlikte olma umudu, iki çocuğuyla kaçışı, üstü örtülü yük arabası, arabanın başında ise kırbacının sapındaki mide bulandırıcı süslemeleriyle kötü bir şeytanı andıran korkunç yaşlı kadın!
Kontes, gözlerini eski moda İngiliz hanında gezdirdi. Bu toprakların medeni ve dini özgürlüğünün huzuru içinde gözlerini kapatarak Batı Barikatı’nın akıldan çıkmayan görüntüsünü ve yaşlı kadın vebadan bahsedince panik içinde geri çekilen devrim çetesini unutmaya çalıştı.
Arabada olduğu her an yakalanma ve tutuklanma endişesi içindeydi, çocuklarıyla birlikte mahkemeye çıkarılıp hüküm giyeceğinden korkuyordu. Oysa cesur ve gizemli liderlerinin rehberliği altındaki bu genç İngilizler, tıpkı daha önce yüzlerce masum insanı kurtardıkları gibi, onları da kurtarmak için yaşamlarını riske atıyorlardı.
Üstelik bütün bunları macera heveslerinden dolayı mı yapıyorlardı? Bu imkânsızdı! Sör Andrew’un gözleri, dostlarını korkunç ve istenmeyen bir ölümden, kendisinin düşündüğünden daha büyük ve daha asil bir sebeple kurtardığını söylüyordu sanki.
“Peki bu cesur birliğinizde kaç kişi var, mösyö?” diye sordu çekinerek.
“Tastamam yirmi kişi matmazel,” diye cevap verdi. “Bir kişi emrediyor, on dokuz kişi emirlere uyuyor. Hepimiz İngiliziz ve hepimiz aynı amaç için ant içtik: Liderimizin emirlerine uymak ve masum insanları kurtarmak.”
“Tanrı hepinizi korusun, mösyöler,” dedi Kontes büyük bir coşkuyla.
“Şu âna dek korudu, madam.”
“Bu muhteşem bir şey, muhteşem! Hepinizin bu kadar cesur ve dostlarına bağlı olması muhteşem! Oysaki İngilizsiniz! Fransa’da ise özgürlük ve kardeşlik adı altında hainlik hüküm sürüyor.”
“Fransa’daki kadınlar, biz aristokratlara karşı erkeklerden bile daha acımasız,” dedi Vikont, iç çekerek.
“Ah, bu doğru,” dedi Kontes. Mağrur bir tiksinti ve hüzünlü gözlerindeki yoğun acıyla birlikte, “Bir kadın vardı, Marguerite St. Just. St. Cyr Markisi’ni ve tüm ailesini o korkunç dehşet mahkemesine ihbar etmişti,” diye devam etti.
“Marguerite St. Just mü?” diye sordu Efendi Antony, hemen Sör Andrew’a doğru kısa ve kaygılı bir bakış attı.
“Marguerite St. Just mü? Emin misiniz…”
“Evet!” diye cevap verdi Kontes. “Eminim ki onu tanıyorsunuzdur. Comédie-Française’de baş aktristi, sonradan bir İngilizle evlendi. Tanıyor olmalısınız.”
“Tanımak mı?” dedi Efendi Antony. “Londra’nın en şık kadını, İngiltere’nin en zengin adamının eşi Leydi Blakeney’yi tanımak mı? Tabii ki, onu hepimiz tanıyoruz.”
“Paris’teki manastırda öğrenciydik,” diye araya girdi Suzanne, “hatta dilinizi öğrenmek için birlikte İngiltere’ye gelmiştik. Marguerite’i çok severdim, bu kadar fena bir şey yaptığına hâlâ inanamıyorum.”
“Gerçekten de akıl almaz bir şey,” dedi Sör Andrew. “Sahiden St. Cyr Markisi’ni ihbar ettiğini mi söylüyorsunuz? Böyle bir şeyi neden yapsın ki? Şüphesiz bir hata olmalı.”
“Hata falan yok mösyö,” diye cevap verdi Kontes, soğuk bir şekilde. “Marguerite St. Just’ün erkek kardeşinin cumhuriyetçi olduğu biliniyor. O ve kuzenim St. Cyr Markisi arasında ailevi bir ihtilaf çıkmıştı. St. Justler halk takımına çok yakınlar, cumhuriyetçi hükümet de birçok casus çalıştırıyor. Bu yüzden hata falan olmadığına dair sizi temin ederim. Gerçekten bu olayı duymamış mıydınız?”
“Madam, inanın belli belirsiz dedikodular duymuştum, ama İngiltere’de hiç kimse bunlara itibar etmiyordu. Eşi Sör Percy Blakeney çok zengin bir adam, sosyal mevkisi yüksek ve Galler Prensi’nin yakın bir arkadaşı. Leydi Blakeney de Londra’da hem moda hem de yüksek tabakanın en önde gelen isimlerinden biri.”
“Tabii ki olabilir mösyö, ama benim umudum İngiltere’de sakin bir hayat sürmek. Tanrıdan tek isteğim var, o da bu güzel ülkede kaldığım süre boyunca Marguerite St. Just ile karşılaşmamak.”
Deyimdeki ünlü öküz, bu kez masada oturan küçük neşeli topluluğun içine oturmuştu. Suzanne üzgün ve sessizdi, Sör Andrew ise sıkıntıdan elindeki çatalla oynuyordu, bu sırada aristokratlara özgü önyargı zırhını kuşanmış Kontes sırtını sandalyesine dayamış bir halde tüm ciddiyeti ve kararlılığıyla oturuyordu. Efendi Antony’ye gelince, o da son derece rahatsız olmuştu, kaygılı bir şekilde bir iki kere Jellyband’e doğru baktı, o da en az kendisi kadar rahatsız görünüyordu.
Hiç dikkat çekmeden, “Sör Percy ve Leydi Blakeney ne zaman gelirler?” diye fısıldamayı başardı taverna sahibine.
Jellyband de “Her an gelebilirler efendim,” diye fısıldadı.
Onlar henüz konuşurken yaklaşan bir at arabasının sesi hafif hafif duyulmaya başladı. Ses gitgide daha da şiddetlendi, bir iki bağırış seçilebilir hale geldi, sonra at nallarının kesme taşlar üzerindeki takırtısı duyuldu, nihayetinde ise seyis tavernanın kapısını açıp büyük bir heyecanla içeriye daldı.
“Sör Percy Blakeney ve Hanımefendi şimdi geldiler,” diye bağırdı avazı çıktığı kadar.
Daha fazla bağırış, koşum takımının şıngırtısı, taş üzerindeki demir nallar ve dört güzide doru at tarafından çekilen muhteşem bir at arabası… Tüm bunlar, Balıkçı Misafirhanesi’nin verandasının önündeydi.

Beşinci Bölüm
Marguerite
Hanın sıcak tavernası bir anda ümitsiz bir kafa karışıklığına ve rahatsızlığa boğuldu. Seyis çocuk tarafından yapılan duyuruyla birlikte Efendi Antony, kibar bir tavırla oturağından zıplayıp afallamış olan zavallı Jellyband’e bir dolu karışık tembihte bulundu. Jellyband’in eli ayağına dolaşmıştı ve ne yapacağını bilmiyordu.
“Tanrı aşkına be adam,” diye tembihlemeye başladı Antony, “Leydi Blakeney ile konuşup onu birkaç dakikalığına dışarıda tut ki bu sırada hanımlar odalarına çekilebilsin. Tanrım!” Sonra güçlü bir lanet okudu. “Bu çok büyük şanssızlık.”
“Çabuk Sally! Kandilleri getir!” diye bağırdı Jellyband, bir oraya bir buraya koştu, herkesin rahatını kaçırmıştı.
Kontes de ayaklanmıştı, sert bir kararlılıkla heyecanını saklamaya ve soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu, tıpkı bir makine gibi tekrarladı:
“Onu görmek istemiyorum! Onu görmek istemiyorum!”
Dışarıdaysa çok önemli konukların gelişinden kaynaklanan heyecan gitgide artıyordu.
“İyi günler Sör Percy! İyi günler hanımefendi! Hizmetinizdeyim Sör Percy!” sesleri, uzun ve devam eden bir şekilde tekrar tekrar duyuluyordu, daha cılız bir ses ise “Merhametli hanımefendi ve beyefendi, bu zavallı kör adama bir sadaka!” diyordu.
O an bir ses, tuhaf tatlılığıyla, tüm gürültü patırtı arasında yankılandı.
“Zavallı adamı rahatsız etmeyin, benim hesabımdan ona yemek verin.”
Bu sesin derin ve ahenkli bir havası vardı, kulağa şarkı gibi geliyordu; ünsüz harflerin telaffuzuna ise hafif de olsa yabancı bir tonlama hâkimdi.
Tavernadaki herkes bu sesi duydu ve ister istemez bir anlığına duraksayıp onu dinledi. Sally üst kattaki yatak odasına açılan kapının önünde elinde kandillerle duruyordu, Kontes ise bu denli tatlı bir ahenk barındıran sesin sahibi olan düşmanına yenilmişçesine büyük bir aceleyle odasına gitme derdindeydi. Suzanne istemeden de olsa annesini takip etmeye hazırlandığı sırada, bir zamanlar çok sevdiği okul arkadaşını görme umuduyla kapıya doğru hüzünle bakıyordu.
Jellyband, aptalca ve körü körüne de olsa, hâlâ yaklaşan faciayı önleyebileceğini umarak kapıyı açtı. Aynı derin ve ahenkli ses, bu kez neşeli bir kahkaha ve alaycı bir tavırla:
“Brrrrrr! Bir ringa balığı kadar ıslağım! Tanrım! Hiç bu kadar rezil bir iklim gördünüz mü?” dedi.
“Suzanne, çabuk benimle gelmeni istiyorum,” dedi Kontes, tartışmaya mahal vermeyecek bir şekilde.
“Ah! Anne!” dedi Suzanne.
“Hanımım… şey… ıııı… hanımım!” diye kekeledi Jellyband, sakar bir tavırla yolu kapatmaya çalışıyordu.
“Pardieu[7 - Fr. Tanrım! (ç.n.)],” dedi Leydi Blakeney sabırsızca, “güzel dostum, neden yolumu kapatıyor ve yaralı bir hindi gibi dans ediyorsun?
İzin ver de ateşin yanına gideyim, soğuktan perişan oldum.”
Leydi Blakeney, bunu der demez han sahibini yavaşça kenara itti ve tavernanın içine daldı.
Marguerite St. Just’ün (o zamanlarda Leydi Blakeney) günümüze ulaşan birçok portresi ve çizimi var, gelgelelim bu çizimlerin herhangi birinin, onun fevkalade güzelliğini gerçekten yansıtabildiği şüpheli. Ortalamanın üstünde bir uzunluk, muhteşem bir duruş ve şahane bir güzelliğe sahip bu büyüleyici kadına sırt çevirmeden önce Kontes’in bile bir an durup elinde olmadan Leydi Blakeney’ye hayranlık duyması çok şaşılacak şey değildi.
Marguerite Blakeney, o sıralarda hemen hemen yirmi beş yaşındaydı, güzelliğinin doruk noktasındaydı. Dalgalı tüyleriyle büyük şapkası, kestanerengi saçlarıyla çevrili, pudralanmamış, mükemmel yüzüne yumuşak bir gölge düşürüyordu. Neredeyse bir çocuğunkini andıran tatlı ağzının, düz burnunun, yuvarlak çenesinin ve narin boynunun güzelliği dönemin tabloları andıran kostümleriyle daha da belirginleşiyordu. Kraliçelere yaraşır mavi kadife elbisesi, endamının tüm narin çizgilerini ortaya çıkarıyordu. O sırada tüm ağırbaşlılığıyla, incecik elinin birinde bir dolu kurdeleyle bezenmiş uzun bir baston taşıyordu ki bu, dönemin şık hanımları arasında son zamanlarda moda olmuştu.
Hızlıca odanın içindeki herkesi gözden geçirdi. Sör Andrew Ffoulkes’u başıyla nazikçe selamladı, Efendi Antony’ye ise elini uzattı.
“Merhabalar Efendi Tony! Fakat nasıl olur, Dover’da ne arıyorsunuz?” diye sordu neşeyle.
Sonra hiçbir cevap beklemeden Kontes’e ve Suzanne’e dönüp onlarla göz göze geldi. İki kolunu genç kıza doğru uzatırken yüzü daha da parlak bir hal aldı.
“Aman! Bu benim küçük Suzanne’im değil mi! Tanrım, küçük yurttaşım, seni ve madamı İngiltere’ye hangi rüzgâr attı?”
Her ikisine de büyük bir coşkuyla yaklaştı, gülümsemesinde ya da tavrında en ufak bir mahcubiyet yoktu. Efendi Antony ve Sör Andrew, bu manzarayı kaygılı gözlerle izlediler. Her ne kadar İngiliz de olsalar Fransa’da çokça bulunmuşlardı, bu yüzden Fransa’nın eski asillerinin çöküşlerine katkı sağlayan kişilere karşı duyduğu acı nefreti ve sarsılmaz kibri fark etmelerine yetecek kadar Fransızlarla haşır neşir olmuşlardı. Güzel Leydi Blakeney’nin erkek kardeşi Armand St. Just, her ne kadar uzlaştırıcı ve ılımlı görüşlere sahip olduğu bilinse de, ateşli bir cumhuriyet taraftarıydı. Asil aile St. Cyr ile olan ve dışarıdan kimsenin haklıyı ya da haksızı bilmediği ihtilafı, St. Cyr ailesinin çöküşü ve neredeyse tamamen katledilmesiyle sonuçlanmıştı. Fransa’da St. Just ve taraftarları galip gelmişti; burada, yani İngiltere’de ise ülkelerinden sürülmüş, hayatlarını kurtarmak için kaçmış, yüzyıllar boyunca onlara sunulan tüm lükslerden mahrum edilmiş bu üç mülteciyle karşı karşıya gelmişlerdi. Onlar, tahtı yerle bir eden, kökenleri geçmiş yüzyılların uzak dehlizlerinde ve karanlığında kaybolmuş aristokratların kökünü kazıyan cumhuriyetçi ailelerin nazik evlatlarıydı.
Yaptığının küstahça olduğundan habersiz bir halde onların önünde dikilip nezaketini sundu; sanki tek bir hareketle geçmiş on yılın ihtilafını ve katliamını geride bırakacaktı.
“Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum,” dedi Kontes sertçe, bu sırada hareket etmesini engellemek için eliyle kızının kolunu tuttu.
Bu sözleri İngilizce söylemişti, yani oradaki herkes bunu duydu ve anladı. İki genç İngiliz beyefendinin yanı sıra, halktan olan hancı ve kızı da. Hancı ve kızı, artık Sör Percy’nin eşi olduğundan İngiliz sayılan ve Galler Prensesi’nin çok yakın bir arkadaşı olan hanımefendilerine karşı yapılan bu “yabancı saygısızlığı”na tanık olunca dehşet içinde nefessiz kaldılar.
Efendi Antony ve Sör Andrew Ffoulkes’a gelince, bu gereksiz hakarete tanık olduktan sonra onların kalbi de âdeta yaşadıkları dehşetle durmuş gibi görünüyordu. Biri diğerini uyarmak için bir çağrıda bulundu ve her ikisi de hiç düşünmeden nahoş sözün duyulduğu kapıya doğru baktılar.
Marguerite Blakeney ve Tournay Kontesi, oradaki herkes arasında hareketsiz bir biçimde duruyor gibiydi. Sert, cüretkâr ve dik duran Kontes, bir eli hâlâ kızının kolunda, âdeta eğilmez onurunu vücuda dökmüştü. O an Marguerite’in tatlı yüzü, boynunu sarmalayan atkı kadar beyazladı; hatta iyi bir gözlemci, kurdeleli uzun bastonu tutan elinin kaskatı kesilip titrediğini görebilirdi.
Gelgelelim bu an çok kısa sürdü, sonrasında narin kaşları hafifçe yukarı kalktı, dudakları alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı, açık mavi gözleri doğrudan Kontes’e kilitlenmişti, hafif bir omuz silkmeyle:
“Bu ne kibir yurttaş,” dedi umursamazca, “derdin nedir, söyler misin?”
“Artık İngiltere’deyiz madam,” diye lafa girdi Kontes, soğuk bir tavırla, “bu yüzden kendi kızımın size arkadaşça yaklaşmasını yasaklama özgürlüğüne sahibim. Gel Suzanne.”
Eliyle kızını çağırdı, Marguerite Blakeney’ye hiç bakmadan, iki genç adama ciddi ve eski moda bir reverans yapıp odadan çıktı.
Odasına doğru yürüyen Kontes’in eteklerinin hışırtısı yavaş yavaş uzaklaşırken eski hanın salonunda kısa süreli bir sessizlik oldu. Mermerden yapılma bir heykel kadar sert duran Marguerite, dik duruşlu kadın kapı eşiğinde kaybolurken onu izledi. Ancak alçakgönüllü ve uysal küçük Suzanne’in annesinin peşinden gidişini izlerken Marguerite’in yüzündeki sert bakışlar aniden kayboldu, gözlerine hüzünlü hatta neredeyse acınası ve çocuksu bir bakış hâkim oldu.
Küçük Suzanne bu bakışları gördü. Çocuğun tatlı yüzü, kendinden azıcık büyük olan bu güzel kadına karşı sevgiyle doluydu. Evlatlara özgü itaatkârlık, kadınlara özgü sempati karşısında mağlup oldu. Kapıya varınca geri dönüp Marguerite’e koştu, onu kollarıyla sarmalayıp bol bol öptü. Bunu yaptıktan sonra annesini takip etti, Sally ise Leydi Blakeney’ye son bir selam verip arkalarından gitti.
Suzanne’in tatlı ve nezaket dolu hareketi, nahoş gerginliğin üzerine su döktü. Sör Andrew’un gözleri, neredeyse gözden kaybolana dek bu narin ve tatlı kızı takip etti, sonrasında ise gizli bir neşeyle birlikte Leydi Blakeney’nin gözleriyle buluştu.
Tüm nezaketiyle Marguerite, kadınlar kapıdan çıkarken elini öpüp onlara doğru salladı. Sonrasında yüzünde nükteli bir gülümseme belirdi.
“Demek böyle, değil mi?” dedi neşeyle. “Hayret bir şey! Sör Andrew, daha önce hiç bu kadar nahoş bir insanla karşılaşmış mıydınız? Umarım yaşlanınca böyle biri olmam.”
Eteklerini toplayıp asil adımlarla şömineye doğru ilerledi.
Kontes’in sesini taklit ederek “Suzanne, bu kadınla konuşmanı yasaklıyorum!” dedi.
Bu nüktenin ardından attığı kahkaha zorlama ve acı bir kahkahaydı, fakat ne Sör Andrew ne de Efendi Antony bunu fark edecek kadar iyi bir gözlemciydi. Taklit neredeyse kusursuzdu, sesin tonu öylesine doğruydu ki her iki adam da içten bir neşeyle “Bravo!” diye katıldılar.
“Ah! Leydi Blakeney!” diye ekledi Efendi Antony, “Comédie-Française’dekiler sizi kim bilir nasıl özlüyorlardır. Parisliler, sizi oradan aldığı için Sör Percy’den nefret ediyor olmalılar.”
“Tanrım,” diye lafa girdi Marguerite, narin omuzlarını silkerek, “Sör Percy’den herhangi bir şey için nefret etmek imkânsız. Zekice esprileri, Madam Kontes’i bile yatıştırabilir.”
Asil çıkışı sırasında annesini takip etmesi istenmeyen genç Vikont, olur da Leydi Blakeney Kontes’i yerme konusunda daha fazla ileri gider diye, öne atılıp annesini savunmaya hazırlandı. Tam karşı çıkacak bir şeyler söyleyecekti ki dışarıdan hoş fakat sersemce bir kahkaha duyuldu, sonrasında kapı eşiğinde, güzel giyinmiş aşırı uzun boylu biri belirdi.

Altıncı Bölüm
1792'nin Bir Güzelliği
Kayıtların bize söylediğine göre 1792 yılında Sör Percy Blakeney’nin otuzuncu yaşına hâlâ bir iki sene vardı. Bir İngilize göre bile uzundu, ortalamanın epey üstündeydi, geniş omuzları ve devasa bir cüssesi vardı. İnanılmaz yakışıklı olarak nitelendirilebilirdi, ancak koyu mavi gözlerinde hiç değişmeyen tembel bir ifade vardı, üstelik sürekli aptalca sırıtması da keskin çizgileri olan karakteristik ağzının şeklini bozuyor gibiydi.
İngiltere’nin en zengin adamlarından ve Galler Prensi’nin samimi arkadaşı olan, yüksek tabakanın önde gelen ismi Sör Baronet Percy Blakeney, yurtdışı gezilerinin birinden dönerken eve güzel, büyüleyici ve zeki bir Fransız eş getirerek Londra ve Bath’daki yüksek sosyeteyi hayrete düşürmüştü. Bu denli güzel bir kadını gözüne kestiren en uykucu, en sıkıcı, en “İngiliz” İngiliz olan o, kayıtların yazdığına göre birçok katılımcının bulunduğu yarışmada muhteşem evlilik ödülüne ulaşmıştı.
Marguerite St. Just, tam da şehir sınırları içinde dünyanın gördüğü en büyük sosyal değişimin yaşandığı sıralarda, Paris’in sanatsal çevrelerinde ilk çıkışını yapmıştı. Henüz on sekiz yaşındaydı, doğuştan büyük bir yeteneğe ve güzelliğe sahipti, başındaki tek insan genç ve fedakâr erkek kardeşiydi. Çok geçmeden Rue de Richelieu’deki hoş dairesinde muhteşem olduğu kadar seçkin bir kitle de toplamayı başaracaktı ki bu seçkinlik yalnızca nereden baktığınıza bağlıydı. Marguerite St. Just, hem ilke hem de kanaat olarak bir cumhuriyetçiydi, mottosu doğuştan eşitlikti. Şans eşitsizliği onun gözünde nahoş bir kazaydı, kabullendiği tek eşitsizlik ise yetenekle alakalıydı. “Para ve unvanlar kalıtsal olabilir, ancak akıl öyle değildir,” derdi. Bu yüzden büyüleyici salonu yalnızca özgünlüğe ve kültüre, dehaya ve zekâya, zeki erkeklere ve yetenekli kadınlara açılırdı. Buraya giriş, o dertli zamanlarda bile Paris çemberi içinde yer alan kültür dünyasında, sanatsal bir kariyerin mührü gibi görülüyordu.
Zeki insanlar, seçkin insanlar, hatta soylu insanlar bile Comédie-Française’de boy gösteren bu büyüleyici aktrisin etrafında daimi ve muhteşem bir maiyet oluşturmuşlardı. O ise cumhuriyetçi, devrimci, kana susamış Paris’te ve Avrupa’nın kültür dünyasında, arkasında çok ilgi çekici bir iz bırakan parlak bir kuyrukluyıldız gibi süzülüyordu.
Sonra beklenmedik bir şey oldu. Bazıları anlayışla gülümseyip bu duruma sanatçı tuhaflığı dedi; diğerleri ise bunu akıllıca bir karar olarak gördü, çünkü o sıralarda Paris’teki olaylar gitgide daha çalkantılı bir hale geliyor ve hızla gelişiyordu. Ancak yine de bu olayın gerçek sebebi bir bilmece ve gizem olarak kaldı. Her neyse, Margurite St. Just günün birinde Sör Percy Blakeney ile evlendi. Hem de birdenbire, arkadaşlarına herhangi bir haber bile vermeden… Hatta soirée de contrat[8 - Fr. Özel bir akşam yemeği. (ç.n.)], dîner de fiançailles[9 - Fr. Nişan yemeği. (ç.n.)] ya da şık bir Fransız düğününün diğer geleneklerini gerçekleştirmeden…
O aptal ve sıkıcı İngiliz’in, arkadaşlarının tümünün tabiriyle “Avrupa’daki en zeki kadın”ın etrafında şekillenen kültürel camiaya nasıl dahil olduğunu kimse tahmin edemedi. Kötü niyetli insanlar ise altın bir anahtarın her kapıyı açtığını ileri sürdüler.
Neyse; “Avrupa’daki en zeki kadın” evlendi ve kaderini o “aşırı sersem” Blakeney’ye bağladı. En samimi arkadaşları bile bu garip kararı, o yüce sanatçı tuhaflığına bağlamaktan başka bir şey yapamadılar. Onu tanıyan arkadaşları, Marguerite St. Just’ün o aptalla maddi çıkarları uğruna evlendiği fikriyle alay ediyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki aslında Marguerite St. Just parayı umursamıyordu, unvanla ise hiç ilgilenmiyordu. Dahası, kozmopolit dünyada Blakeney kadar zengin olmasa da onun kadar asil en az yarım düzine daha adam vardı ve bu adamların her biri, Marguerite St. Just’e göz koyduğu her şeyi sunmaktan memnuniyet duyarlardı.
Sör Percy’ye gelirsek, üstlendiği meşakkatli vazife için tamamen vasıfsız olduğu herkesçe biliniyordu. Başlıca vasıfları, Margurite’e duyduğu sınırsız hayranlığı, aşırı zenginliği ve İngiliz meclisinde çok gözde olmasıydı. Gelgelelim Londra camiası, entelektüel sınırlar göz önüne alındığında, Sör Percy’nin bu maddi avantajları daha az muhteşem ve daha az zeki bir eşe sunmasının onun için daha akıllıca olacağını düşünüyordu.
Her ne kadar son zamanlarda yüksek İngiliz cemiyetinde baskın bir figür haline gelmişse de yaşamının ilk yıllarının çoğunu yurtdışında geçirdi. Babası, merhum Sör Algernon Blakeney, çok sevdiği genç eşinin iki yıllık mutlu bir evlilikten sonra korkunç bir şekilde deliliğe sürüklenişine şahit olmak gibi dehşet verici bir talihsizlik yaşamıştı. Merhum Leydi Blakeney o günlerde tedavi edilmesi umutsuz görülen ve âdeta Tanrı tarafından tüm aileye gönderilen bir lanet olarak nitelendirilebilecek o korkunç derdin pençesine düştüğünde, Percy henüz yeni doğmuştu. Sör Algernon hastalığa yakalanmış genç eşini yurtdışına götürdü ve muhtemelen Percy de eğitimini orada aldı; reşit olana dek, aklını kaybetmiş annesi ve çok endişeli babasıyla yaşamak zorunda kaldı. Ebeveynlerinin birbirinden çok da uzak olmayan ölümleri sonrası özgür bir adam haline geldi. Sör Algernon mecburen sade ve münzevi bir hayat yaşadığından büyük Blakeney mirası on misline katlanmıştı.
Sör Percy Blakeney, evine bu güzel ve genç Fransız kadını getirmeden önce sürekli yurtdışına çıkardı. Dönemin sosyete camiası, ikisini de kollarını açmış bir şekilde bekliyordu. Sör Percy zengindi, eşi ise başarılıydı, Galler Prensi her ikisini de çok sevmişti. Altı ay içinde moda ve lüks yaşamın herkesçe kabul edilen liderleri haline geldiler. Sör Percy’nin paltoları tüm şehrin dilindeydi, boş lafları alıntılanıyordu, aptalca gülüşü Almack’s ya da Mall’daki gençler tarafından taklit ediliyordu. Herkes, onun son derece aptal olduğunu biliyordu; ancak bu, Blakeneylerin tüm nesiller boyunca sersem oldukları göz önüne alındığında ya da annesinin çılgına dönmüş bir halde öldüğü düşünüldüğünde, çok da şaşılacak bir şey değildi.
Böylece camia onu kabul etti, gözdesi haline getirdi ve el üstünde tuttu; çünkü atları ülkedeki en iyi atlardı, şölenleri ve şarapları çok seviliyordu. “Avrupa’daki en zeki kadın”la evlenmesine gelirsek, ne diyebiliriz ki? Kaçınılmaz olan, emin ve hızlı adımlarla geldi. Kimse ona acımadı, zira bunu kendisi seçmişti. İngiltere’de asil soydan gelen bir dolu güzel kadın vardı, hepsi de servetini harcama konusunda Blakeney’ye seve seve yardım eder, o sırada da boş laflarını ve komik aptallığını güler yüzle karşılarlardı. Dahası Sör Percy’nin acınmaya hiç ihtiyacı yok gibi duruyordu, zira zeki eşiyle gurur duyuyordu. Hatta eşinin ona karşı hissettiği iyi huylu kibri saklamaya yeltenmemesini ve onun paralarıyla zaten mevcut olan yeteneğini geliştirerek memnun olmasını çok kafasına takmıyor gibiydi.
Aslında Blakeney gerçekten de olan biteni doğru şekilde yorumlayamayacak kadar aptaldı. Richmond’daki güzel evinde, sakin bir iyi huylulukla zeki eşinin geri planında kalıyordu. Her türlü mücevheri ve lüksü kadının önüne seriyordu. Kadın da bunları tıpkı Paris’teki entelektüel zümreyi kabul ettiği gibi eşsiz bir zarafetle kabul ediyor, Blakeney’nin muhteşem konağının kapılarını büyük bir misafirperverlikle açıyordu.
Fiziksel olarak Sör Percy Blakeney, inkâr edilemeyecek biçimde yakışıklıydı, tabii alışılagelmiş tembel ve bezgin bakışlarını saymazsak. Kusursuz giyiniyordu, bir İngiliz beyefendisinin sahip olabileceği en muhteşem zevke sahipti. Paris’ten İngiltere’ye getirilen çok pahalı ve gösterişli kıfayetlerle kuşanıyordu. Eylül ayının bu özel öğleden sonrasında, at arabasıyla yaptığı uzun yolculuğuna, hatta tüm o yağmur ve çamura rağmen paltosu güzel omuzlarının üzerinde hâlâ kusursuz bir şekilde duruyordu. En kaliteli şerit dantellerin dalgalı fırfırlarından çıkan elleriyse neredeyse bir kadının elleri kadar beyazdı. Aşırı kısa saten ceketi, geniş klapalı yeleği ve dar dikim çizgili pantolonu iri yarı vücudunun güzelliğini iyice ortaya çıkarıyordu. Hareketsiz dursa İngiliz erkeklerinin en muhteşem örneği olarak kabul görebilirdi; ta ki züppece tavırları, suni hareketleri ve sürekli sersemce gülmesi tüm bu güzel görüntüyü sonlandırana dek.
Sör Percy, eski moda hanın tavernasına girdi, şık paltosundaki damlaları silkeledi, sonra tembel mavi gözüne altın çerçeveli gözlüğünü takıp üstlerine sıkılgan bir sessizlik çökmüş gruba doğru baktı.
“Ne haber, Tony? Ne haber, Ffoulkes?” dedi, iki genç adamın ellerini sıktı. “Aman tanrım, güzel dostlar,” diye ekledi hafif boğucu bir esnemeyle birlikte, “hiç böyle kötü bir gün görmüş müydünüz? Ne biçim bir iklim bu.”
Marguerite, yarı mahcubiyet yarı alay dolu tuhaf bir gülüşle kocasına doğru döndü, canlı mavi gözlerindeki hoş parıltıyla kocasını tepeden tırnağa süzdü.
“Aman!” dedi Sör Percy, bir süre devam eden sessizlikten sonra, çünkü kimse bir yorum yapmamıştı, “Amma süklüm püklüm görünüyorsunuz… Hayırdır?”
“Ah, bir şey yok, Sör Percy,” diye cevap verdi Marguerite neşeyle. Fakat bu, kulağa zorlama bir neşe gibi geliyordu. “Senin sükûnetini bozacak bir şey yok, yalnızca eşine hakaret edildi.”
Açıkça belliydi ki bu söze eşlik eden gülüş, Sör Percy’yi olayın ciddiyetine ikna etme amacıyla atılmıştı. Görünüşe göre işe yaradı da, çünkü kahkaha henüz sonlanmadan Sör Percy uysal bir şekilde:
“Aman, hayatım! Deme. Doğru mu bu? Seninle uğraşan cesur adam kimmiş söyle bakayım.”
Efendi Tony araya girmek istedi ancak bunu yapacak zamanı bulamadı, çünkü genç Vikont çoktan hızlıca öne çıkmıştı.
“Mösyö,” dedi, konuşmaya başlamadan önce özenle başını eğdi ve bozuk bir dille, “Annem, Tournay de Basserive Kontesi, hanımefendiyi incitti, sanıyorum ki bu hanım eşiniz. Annem adına özür dilemeyeceğim; çünkü yaptığı şey bana göre doğruydu. Fakat size, onurlu adamlar arasındaki alışılagelmiş telafiyi sunmaya hazırım.”
Genç adam, cılız vücudunu olabildiğince dikleştirdi. Sör Percy Blakeney’nin iki metreye yakın sıradışı muhteşemliği karşısında çok hevesli, çok gururlu ve çok sert duruyordu.
“Tanrım, Sör Andrew,” dedi Marguerite, neşeli ve âdeta bulaşıcı bir kahkahayla, “şu tatlı manzaraya bir bakın, İngiliz hindisi ve Fransız horozu karşı karşıya.”
Benzetme kusursuzdu. İngiliz hindisi, etrafta tehditkâr bir biçimde gezinen cılız ve küçük Fransız horozuna hayretle bakıyordu.
“Hayret! Efendim,” dedi Sör Percy en sonunda, gözlüğünü tekrar takmıştı ve genç Fransız’ı açık bir hayretle izliyordu, “melekler aşkına, İngilizce konuşmayı nereden öğrendiniz?”
“Mösyö!” diye karşı çıktı Vikont, savaşçı tavrının hantal görünüşlü İngiliz tarafından görmezden gelinmesi onu bir nebze mahcup etmişti.
“Fakat bu muhteşem!” diye devam etti Sör Percy, soğukkanlı bir şekilde. “Hem de ne muhteşem! Sence de öyle değil mi Tony, ha? Ben bile Fransız dilini böyle konuşamıyorum. Değil mi?”
“Hayır, işte buna kefil olurum!” diye katıldı Marguerite. “Sör Percy’nin İngiliz aksanını ise neredeyse gözle görebilirsiniz.”
“Mösyö,” diye araya girdi Vikont ısrarla, daha da bozuk bir dille konuşmaya başlamıştı. “Korkarım ki anlamadınız. Size beyefendiler arasındaki tek olası telafiyi teklif ediyorum.”
“O da neymiş?” diye sordu Sör Percy, sakin bir şekilde.
“Kılıcım, mösyö,” diye cevap verdi Vikont, her ne kadar hâlâ afallamış olsa da tepesi atmaya başlamıştı.
“Sen bahisleri seversin Efendi Tony,” dedi Marguerite neşeyle, “küçük horoza bire on koyuyorum.”
Fakat Sör Percy, yarı açık gözkapakları arasından Vikont’a bir süreliğine uykulu gözlerle baktı, sonra bir kere daha esnedi ve uzun kollarını gerdi, sakin sakin döndü.
“Tanrı sizi korusun, efendim,” diye mırıldandı güler yüzüyle, “Ah be genç adam, senin kılıcını ne yapayım ben?”
O uzun kollu İngiliz’in küstahlığı karşısında Vikont’un hissettikleri ve düşündükleri yazılsa kitap olurdu. Ağzından yalnızca tek bir söz çıkarabildi, çünkü diğer kelimeler kabaran öfkesi yüzünden gırtlağında tıkanmıştı:
“Bir düello, mösyö,” diye kekeledi.
Blakeney bir kez daha döndü. Uzun boylu olduğundan önündeki sinirli küçük adama yüksekten bakıyordu, ancak sakinliğini bir an için bile kaybetmemişti. Tipik neşeli ve aptalca kahkahasını patlattı, uzun ince ellerini paltosunun geniş ceplerine gömüp sakince “Kana susamış genç kabadayı, kanunlara saygı duyan bu adamın vücudunda bir delik mi açmak istiyorsun? Bana gelirsek, ben hiç düello yapmam efendim,” dedi, uysal bir şekilde oturup uzun ve tembel bacaklarını önüne doğru uzatırken. “Düellolar fazlasıyla nahoş şeyler, değil mi Tony?”
Vikont’un, beyefendiler arasındaki düello geleneğinin İngiltere’de kanunun bükülmez eliyle geride bırakıldığını duyduğuna şüphe yoktu. Yine de, cesaret ve onur kavramlarını yüzyıllardır süregelen tek kaide geleneğine bağlayan bir Fransız olduğu için, gerçekten düello yapmak istemeyen bir beyefendinin görüntüsü onun için büyük bir alçaklıktı. Bu uzun bacaklı İngiliz’in suratına doğru korkak diye haykırıp haykırmaması gerektiğini ölçüp tarttı, bir hanımefendinin huzurunda böyle bir davranışın centilmence olup olmayacağını düşündü, tam o sırada Marguerite gülümseyerek araya girdi.
“Efendi Tony, size yalvarıyorum,” dedi nazik, tatlı ve ahenkli sesiyle. “Sizden arabulucu olmanızı istiyorum. Çocuk öfkeden patlayacak,” dedi ve azıcık sert bir iğnelemeyle “Sör Percy’ye zarar verebilir,” diye ekledi. Alaycı bir kahkaha patlattı; ne var ki bu bile, eşinin değişmez sükûnetini bozamadı. “İngiliz hindisi yine gününde galiba,” dedi Marguerite. “Sör Percy, en yüce azizleri bile kışkırtırken kendi öfkesini kontrol etmeyi başarır.”
Blakeney, her zamanki gülümsemesiyle kendisine karşı atılan kahkahalara katılmıştı.
“Bu çok zekiceydi bak, değil mi?” dedi, sakin sakin Vikont’a döndü. “Efendim, hanımım çok zeki bir kadındır. Eğer İngiltere’de uzun süre yaşarsanız, bunu siz de öğrenirsiniz.”
“Sör Percy haklı, Vikont,” diye araya girdi Efendi Tony, elini dostça genç Fransız’ın omzuna attı. “İngiltere’deki hayatını, onu düello yapmak için kışkırtarak geçirmen pek iyi olmaz.”
Vikont, bir anlığına tereddüte düştü, sonra sisin hâkim olduğu bu adadaki sıradışı onur kaidesini kabullenip hafifçe omuzlarını silkti, ağırbaşlı bir tavır takınıp:
“Ah, peki! Eğer mösyö bu durumdan memnunsa, ben de memnunum. Siz, efendim, bizim koruyucumuzsunuz. Eğer yanlış bir şey yaptıysam geri çekiliyorum,” dedi.
“Aynen, geri çekil!” diye araya girdi Blakeney, memnuniyetini gösteren derin bir nefes aldı. “Buradan uzaklaş bakalım, heyecanlı yavru enik,” diye de ekledi. “Tanrım, Ffoulkes, eğer bu genç Fransa’dan getirdiğiniz yüklerin bir örneğiyse, onları Kanal’ın ortasında bırakmanızı tavsiye ediyorum, yoksa bu konuyu yaşlı Pitt’le görüşmek ve kaçakçılığını yaptığınız yükler için kısıtlayıcı bir gümrük tarifesi çıkarmasını sağlamak zorunda kalacağım.”
“Aa, Sör Percy, yiğitliğin seni yanlış yönlendiriyor,” dedi Marguerite, cilveli bir tavırla “senin de Fransa’dan bir şey ithal ettiğini unutuyorsun galiba,” diye de ekledi.
Blakeney yavaşça ayağa kalktı, eşinin önünde büyük bir ciddiyetle ve özenle eğilip eksiksiz bir nezaketle:
“Tüm Fransa’nın en iyisini seçtim madam, zira zevkim mükemmeldir,” dedi.
“Korkarım ki yiğitliğinden mükemmel olduğu kesin,” diye iğneleyici bir cevap verdi Marguerite.
“Üstüme iyilik sağlık, canım! Mantıklı davran! Burnunun şeklini sevmeyen her küçük kurbağa yiyicinin, vücudumu iğne yastığı olarak kullanmasına izin vermem gerektiğini mi düşünüyorsun?”
“Tanrım, Sör Percy!” diye güldü Leydi Blakeney, tatlı bir şekilde kısaca reverans yapıp “Korkmanıza gerek yok! Burnumun şeklini sevmeyenler erkek değil,” dedi.
“Korkmak mı? Cesaretimden şüphe mi duyuyorsunuz, madam? Ben boşu boşuna büyüklük taslamam, öyle değil mi Tony? Bundan önce Kızıl Sam’le yumruklaşmıştım, adamın sonu iyi olmadı.”
“Aman Sör Percy,” dedi Marguerite, hanın eski meşe kalasları arasında yankılanan büyük ve neşeli bir kahkaha patlattı. “Sizi o halde görmeliydim. Hahahaha! Eminim ki çok tatlı görünmüşsünüzdür. Bir de… Bir de şimdi bakın, küçük bir Fransız gençten korkuyorsunuz. Haha! Hahahaha!”
“Hahaha! Hehehe!” diye katıldı Sör Percy gülüşmeye, büyük bir neşeyle. “Madam, beni onurlandırdınız! Ffoulkes, bunu gördün mü? Eşimi güldürdüm. Avrupa’daki en zeki kadını! Acayip bir şey, buna içmeliyiz!” Büyük bir heyecanla yanındaki masayı tıklattı. “Hey! Jelly! Çabuk buraya, be adam! Buraya gel Jelly!”
Herkesin keyfi tekrar yerine geldi. Bay Jellyband, son yarım saatte yaşadığı duygulardan arınmak için büyük çaba göstermişti. “Bir testi meyve kokteyli istiyoruz, güzel ve sert olsun, tamam mı?” dedi Sör Percy. “Zeki bir kadını güldüren esprileri iyice süslememiz lazım! Hahaha! Hadi acele et güzel dostum!”
“Hayır, bunun için zaman yok Sör Percy,” diye araya girdi Marguerite. “Kaptan doğrudan buraya gelecek ve kardeşim gemiye binmek zorunda, yoksa DAY DREAM akıntıyı kaçırır.”
“Zaman mı, hayatım? Bir beyefendinin her zaman, sarhoş olacak ve akıntı kaybolmadan gemiye binecek kadar zamanı vardır.”
“Hanımım, galiba genç beyefendi şu an Sör Percy’nin kaptanıyla birlikte geliyor,” dedi Jellyband, saygılı bir biçimde.
“Bu doğru,” dedi Blakeney. “Gelince Armand da bu güzel testiden içmek için bize katılır.” Sonra Vikont’a doğru dönerek “Sen ne dersin Tony? Züppe hazretleri de bize katılır mı? Ona uzlaşmanın şerefine içtiğimizi söyle,” diye ekledi.
“Şu bir gerçek ki siz çok neşeli bir grupsunuz,” dedi Marguerite, “Bu yüzden kardeşime başka bir odada veda edersem beni affedeceğinize inanıyorum.”
Buna karşı çıkmak münasebetsizlik olurdu. Hem Efendi Antony hem de Sör Andrew, Leydi Blakeney’nin o an kendilerine katılacak havada olmadığını hissetti. Çünkü kardeşi Armand St. Just’e olan sevgisi, çok engin ve aşırı dokunaklı bir sevgiydi. Armand kız kardeşinin İngiltere’deki evinde birkaç hafta geçirmişti ve ülkesine hizmet etmek için geri dönecekti, üstelik o sıralarda bu denli bir özverinin ödülü genelde ölüm oluyordu.
Sör Percy de eşine karşı çıkmadı. Bununla birlikte, her hareketine etki eden kusursuz ve biraz da aciz bir nezaketle, taverna kapısını eşi için açtı, dönemin usulüne uygun olarak çok makbul ve özenli bir şekilde başını eğdi; fakat eşi, odadan çıkarken ona kısa süren kısmen kibirli bir bakıştan fazlasını sunmadı. Muhteşem eşinin arkasından bakarken uçarı ve sersem Sör Percy’nin gözlerinde oluşan yoğun özlem, derin ve ümitsiz arzu dolu bakışı yalnızca, Suzanne de Tournay ile tanıştığından beri her düşüncesi daha keskin, daha nazik ve doğal olarak daha anlayışlı hale gelen Sör Andrew Ffoulkes fark etmişti.

Yedinci Bölüm
Saklı Bahçe
Marguerite Blakeney, gürültülü tavernadan çıktıktan sonra, loş ışıkla aydınlanan antrede tek başınayken daha rahat nefes alıyor gibiydi. Derin bir iç çekti; bu, tıpkı sürekli kendine hakim olmanın ağır yükü altında ezilmiş birinin iç çekişi gibiydi. Yanaklarından birkaç damla gözyaşının süzülmesine aldırış etmedi.
Dışarıda yağmur durmuştu; fırtına sonrasında hızla hareket eden bulutların arasında parlayan güneşin soluk ışınları, bembeyaz güzel Kent kıyısını ve Admiralty iskelesinin etrafında kümelenen düzensiz eski evleri aydınlatıyordu. Marguerite Blakeney verandaya adım atıp denize doğru baktı. Durmadan değişen bulutların gölgesi altında, beyaz yelkenleri açılmış güzel bir uskuna, esintiyle birlikte yavaşça dans ediyordu. Bu, Sör Percy Blakeney’nin DAY DREAM’iydi. Armand St. Just’ü Fransa’ya götürmeye hazırdı ki o Fransa, birkaç adamın hayalini kurduğu ama gerçekleştirmek için kimsenin kendinde gerekli gücü bulamadığı yeni bir ütopyayı eski geleneklerin külleri üstüne kurmak için monarşiyi yerle bir eden, dine saldıran, toplumu yok eden kanlı ve kaynayan Devrim’in hükmü altındaydı.
Uzaklardan iki kişi, Balıkçı Misafirhanesi’ne doğru yaklaşıyordu. Biri yaşça büyük bir adamdı; devasa bir yüzü, beyaz saçları, garip perçemleri ve denizci olduğunu hemen açığa vuran kendine özgü sallantılı yürüyüşü vardı. Diğeri ise genç, zayıf bir adamdı; koyu renk kıyafetleri düzgün ve şık görünüyordu, paltosunu da üstüne almıştı. Sinekkaydı tıraşlıydı, koyu saçlarıysa asil alnına düşüyordu.
“Armand!” dedi Marguerite Blakeney yaklaşanın o olduğunu anlayınca, gözyaşlarına rağmen güzel yüzünü mutlu bir gülümseme kapladı.
Bir iki dakika sonra kardeşler birbirlerini kollarıyla sarmalamıştı bile. Bu sırada yaşlı kaptan da yanlarında hürmetle bekliyordu.
“Mösyö St. Just gemiye binene dek ne kadar zamanımız var, Briggs?” diye sordu Leydi Blakeney.
“Hanımefendi, yarım saat içinde demir alsak iyi olur,” diye cevap verdi yaşlı adam, gri saçlarıyla oynuyordu.
Kolunu kardeşinin koluna atan Marguerite, onu falezlere doğru götürdü.
“Yarım saat,” dedi efkârlı bir şekilde denize bakarken, “yarım saat sonra benden çok uzaklarda olacaksın Armand! Ah! Buradan ayrılacağına inanamıyorum, canım benim! Percy’nin buralarda olmadığı ve tamamen birlikte geçirdiğimiz şu son birkaç gün, tıpkı bir rüya gibi hemencecik geçip gitti.”
“Çok uzağa gitmiyorum tatlım benim,” dedi genç adam kibarca. “Aşılacak dar bir boğaz, birkaç kilometrelik de yol var. Yakında tekrar geleceğim.”
“Hayır, mesele mesafe değil Armand, Paris’in korkunçluğu… Şu an…”
Falezin ucuna ulaştılar. Denizden gelen hafif esinti, Marguerite’in saçlarını yüzüne doğru savuruyor, yumuşak dantel atkısının uçlarını tıpkı beyaz ve esnek bir yılanmışçasına boynuna doluyordu. Çok uzaklara bakmaya çalıştı, ufkun ötesinde Fransa’nın kıyıları uzansa da buradan görünmüyordu. Diyetini isteyen, çocuklarından kan vergisi alan acımasız ve inatçı Fransa’nın kıyıları…
“Güzel ülkemizin ta kendisi, Marguerite,” dedi Armand; kız kardeşinin neler düşündüğünü tahmin etmiş gibi görünüyordu.
“Çok ileri gidiyorlar Armand,” dedi heyecanla. “Sen bir cumhuriyetçisin, ben de öyleyim. Özgürlük ve eşitlik konusunda aynı düşüncelere, aynı heveslere sahibiz. Ancak sen de çok ileri gittiklerini düşünüyor olmalısın.”
“Sessiz ol!” dedi Armand ister istemez, çevresine endişe dolu bir bakış attı.
“Ah! Görüyorsun değil mi? İngiltere’deyken bile bu tür şeyleri konuşmanın güvenli olduğunu sen de düşünmüyorsun!” Bir anneninkine benzer güçlü bir tutkuyla yapıştı erkek kardeşine, “Gitme Armand!” diye yalvardı. “Oraya geri dönme! Ben ne yaparım, eğer… eğer… eğer…”
Birden hıçkırıklara boğuldu. Şefkatle dolu güzel mavi gözleri, genç adamın gözlerine acıklı bir ifadeyle bakıyordu.
“Her durumda, Fransa tehlikedeyken çocuklarının ona sırtını dönmediğini hatırlayacak cesur kız kardeşim olacaksın,” dedi nazikçe.
Genç adam konuşurken Marguerite’in o tatlı çocuksu gülümsemesi tekrar ortaya çıktı. Fakat gözyaşlarıyla karışık o gülümseme, insanda acıma hissi uyandırıyordu şimdi.
“Ah Armand!” dedi acayip bir tonlamayla, “bazen keşke bu kadar yüce erdemlerin olmasaydı diyorum. Seni temin ederim ki küçük günahlar çok daha az tehlikeli ve çok daha az rahatsız edici. Neyse, tedbirli olacaksın, değil mi?” diye ekledi ısrarla.
“Olabildiğince… Sana söz veriyorum.”
“Unutma canım, benim yanımda bir sen varsın.”
“Hayır tatlı kardeşim, artık başka yakınların da var. Percy seni önemsiyor.”
“Önemsiyordu. Bir zamanlar,” diye mırıldanırken Marguerite’in gözlerinde garip bir hüzün belirdi.
“Ancak eminim ki…”
“Tamam, tamam canım, benim yüzümden endişeye kapılma sakın. Percy gayet iyi.”
“Olmaz!” diye araya girdi büyük bir coşkunlukla. “Margot’m benim, tabii ki senin adına endişeye kapılacağım. Dinle canım, daha önce bu tür şeyleri seninle konuşmadım. Tam sana sormak istediğim zamanlarda bir şeyler beni sormaktan alıkoydu. Fakat şimdi, bu soruyu sormadan uzaklara gidemeyecekmişim gibi hissediyorum. Eğer istemezsen cevaplamak zorunda değilsin,” dedi Armand. Kız kardeşinin gözlerindeki kaygılı ve sert bakışları fark etmişti.
“Nedir o?” diye sordu yalnızca.
“Sör Percy Blakeney, St. Cyr Markisi’nin tutuklanmasında bir rolün olduğunu biliyor mu?”
Kadın güldü. Attığı kahkaha neşesiz, acı ve kibirli bir kahkahaydı, sanki ses tonunda kulak tırmalayan bir nota vardı.
“St. Cyr Markisi’ni mahkemeye ihbar ettiğimden, sonra da onu ve tüm ailesini giyotine gönderdiğimden mi bahsediyorsun?
Evet, bunu biliyor. Onunla evlendikten sonra bunu ona söyledim.”
“Senin aslında suçsuz olduğunu belirten koşullardan da bahsettin, değil mi?”
“O ‘koşullar’ı anlatmak için artık çok geçti. Olayı başka kaynaklardan zaten duymuştu, görünüşe göre benim itirafım çok geç gerçekleşti. O saatten sonra durumu hafifleten koşullardan bahsedip savunma yapamazdım, açıklamaya çalışarak kendimi küçük düşüremezdim.”
“Ve?”
“Yani artık, İngiltere’deki en büyük aptalın, eşine karşı katıksız bir nefret duyduğunu bilme zevkine sahibim Armand.”
Bu kez konuşmalarına şiddetli bir acı hakimdi, kız kardeşini çok seven Armand St. Just ise sanki kanayan bir yarayı yanlışlıkla tekrar deşmiş gibi hissediyordu.
“Fakat Sör Percy seni seviyordu Margot,” diye cevap verdi kibarca.
“Beni seviyor muydu? Evet Armand, bir zamanlar sevdiğini düşünmüştüm, zaten diğer türlü onunla evlenmezdim,” dedi, çok hızlı konuşuyordu. “Şunu söyleyebilirim ki,” diye ekledi, sanki onu aylarca altında ezmiş ağır bir yükü üzerinden atacakmış gibiydi. “Şunu söyleyebilirim ki tıpkı herkes gibi sen de Sör Percy ile zenginliği yüzünden evlendiğimi düşünüyorsun; ancak seni temin ederim canım, durum bu değildi. Nadiren görülen derin bir tutkuyla bana tapıyor gibiydi ki bu durum kalbime dokundu. Senin de bildiğin gibi daha önce kimseyi sevmemiştim ve o sıralarda yirmi dört yaşındaydım, bu yüzden birilerini sevmenin benim yaradılışımda olmadığını düşündüm. Fakat hep, körü körüne sevilmenin, tutkuyla tapılmanın çok güzel bir duygu olduğunu düşünüyordum. Hatta doğrusu Percy’nin sıkıcı ve aptal olduğu gerçeğini göz önünde tutarak onun beni her şeyden daha fazla sevebileceğini düşündüm. Zeki bir adamın tabii ki başka ilgileri olur, azimli bir adamın farklı umutları olur. Yalnızca bir aptalın bana bütünüyle tapabileceğini düşündüm, başka bir şey değil. Buna cevap vermeye de hazırdım Armand; bana tapması için ona izin verecektim, karşılığında ise ona sonsuz bir sevecenlik gösterecektim.”
İç çekti, bu iç çekişte hayal kırıklıklarıyla dolu koskoca bir dünya yatıyordu. Armand St. Just, hiç araya girmedi ve kardeşinin konuşmaya devam etmesine izin verdi, onu dinledi, bu sırada kendi düşüncelerinin isyanını göz ardı ediyordu. Bu denli güzel bir kadının, hatta hâlâ hayatının baharında olan genç bir kızın, gençliğini uzun ve sonsuz bir tatile çevirecek umuttan, hayalden, tüm o mükemmel ve fantastik rüyalardan yoksun olduğunu görmek korkunçtu.
Yine de, kız kardeşini çok sevmesine rağmen, anlamıştı: Birçok ülkede, birçok yaştan, birçok sosyal ve entelektüel mevkiden çok sayıda adamı incelemişti, bu yüzden Marguerite’in dile getirmediği şeyi içten içe anlamıştı. Kabul edelim ki Percy Blakeney’nin tutuk bir zekâsı vardı, buna rağmen o ağır çalışan zihninde bile büyük İngiliz beyefendileriyle dolu soyunun silinemez gururu için yer vardı. Blakeney ailesinden biri Bosworth Muharebesi’nde ölmüştü, bir başkası ise Stuart Hanedanı’nın hain bir üyesi uğruna hayatını ve servetini feda etmişti; cumhuriyetçi Armand’ın aptalca ve taraflı olarak adlandıracağı bu gurur, Leydi Blakeney’nin peşini bırakmayan günahıyla birlikte hızla uyanmış olmalıydı. Kadın gençti, belki yanlış yönlendirilmişti, belki akılsız davranmıştı. Armand, kız kardeşinin dürtülerinin ve akılsızca davrandığının farkındaydı; ancak Blakeney’nin ağır çalışan bir zekâsı olduğunu, “koşulları” dinlemeyeceğini, yalnızca gerçeklere sarılacağını da biliyordu. Üstelik bu gerçekler, ona Leydi Blakeney’nin dost bir adamı merhamet diye bir şeyin varlığından haberdar olmayan mahkemeye ihbar ettiğini gösteriyordu. Böylece eşinin yaptığı işin sonucu olarak ona karşı hissedeceği küçümseme, her ne kadar kasıtsız da olsa, Sör Percy’nin içindeki aşkı öldürecekti ki bu aşkta anlayışın ve entelektüelliğin bir rolü yoktu.
Ancak şimdi bile, kız kardeşi onun kafasını karıştırıyordu. Yaşam ve aşk, çok farklı işliyordu. Kocasının aşkının azalmasıyla birlikte, Marguerite’in kalbinde eşine karşı bir aşk uyanmış olabilir miydi? Aşkın yolunda tuhaf aşırılıklar bulunuyor, entelektüel Avrupa’nın yarısının ayaklarına kapandığı bu kadın, belki de bir aptala ilgi duyuyordu. Marguerite, günbatımına doğru bakıyordu. Armand, onun yüzünü göremiyordu ancak o sırada, akşam vaktinin altın ışığında bir anlığına parıldayan bir şeyin, gözlerinden ayrılıp dantelli atkısına düştüğünü fark etmişti.
Fakat bu konuyu ona açmadı. Kardeşinin tuhaf ve tutkulu mizacını çok iyi tanıyordu, açık ve dışadönük yapısının ardında saklı olanı da biliyordu. İkisi her zaman birlikte olmuşlardı; çünkü Armand henüz gençken, Marguerite de yalnızca bir çocukken anne babaları hayatlarını yitirmişti. Kız kardeşinden sekiz yaş büyük olan Armand, evliliğine dek onu gözetti. Rue de Richelieu’deki dairesinde geçirdiği muhteşem yıllarda ona eşlik etti. Burada, İngiltere’de büyük bir kederle ve biraz da neler olacağını hissederek adım attığı yeni hayatına başlarken de onun yanındaydı.
Bu, Marguerite’in evliliğinden beri, Armand’ın İngiltere’ye ilk ziyaretiydi. Birkaç aylık ayrılık, kız kardeş ve erkek kardeş arasına ince de olsa bir duvar örmüş gibi görünüyordu. Her iki tarafta da aynı derin ve yoğun sevgi hâlâ mevcuttu, ancak artık ikisi de karşısındakinin adım atmaya cüret edemeyeceği saklı bir bahçeye sahip gibiydi.
Armand St. Just’ün kız kardeşine söyleyemeyeceği birçok şey vardı. Fransa’daki devrimin politik tarafı neredeyse her gün değişiyordu. Marguerite, erkek kardeşinin görüşlerinin ve düşüncelerinin nasıl farklı bir hal aldığını anlamayabilirdi, Armand’ın arkadaşlarının aşırılıklarını da kavrayamayabilirdi. Marguerite de kardeşine kalbindeki sırlardan bahsedemezdi, zira bunları kendisi bile doğru düzgün anlayamıyordu, yalnızca şundan emindi: Tüm o lüksün içinde, yalnızlık çekiyordu ve mutsuzdu.
Armand ayrılacağı için güvenliğinden endişe duyuyordu, onun varlığını özleyecekti. Bu son acı tatlı birkaç ânı da kendisi hakkında konuşarak bozmayacaktı. Erkek kardeşini önce falezlere doğru nazikçe götürdü, sonra birlikte sahile indiler, kol kolaydılar. Hâlâ konuşacakları çok şey vardı.

Sekizinci Bölüm
Resmi Temsilci
Öğle saatleri yavaş yavaş sona eriyordu ve uzun, serin İngiliz yazı akşamı, Kent bölgesinin yemyeşil manzarasının üzerine sisli bir örtü gibi çöküyordu.
DAY DREAM yelken açmıştı, Marguerite Blakeney falezin ucunda bir saati aşkın bir süre boyunca yalnız başına bekledi. Onu gerçekten önemseyen, onun da gerçekten sevmeye cüret ettiği ve güvenebileceğini bildiği tek kişiyi hızla uzaklara taşıyan beyaz yelkenleri izliyordu.
Sol tarafında, Balıkçı Misafirhanesi’nin tavernasının ışıkları çöken sisin içinde sarı sarı parıldıyordu. Zaman zaman burası ona sinir bozucu bir yer gibi görünüyordu; sanki neşeli muhabbetlerin sesini, hatta eşinin, hassas kulaklarını sürekli rahatsız eden ahmak ve anlamsız kahkahasını duyuyor gibiydi.
Sör Percy, Marguerite’i tamamen yalnız bırakma inceliğini göstermişti. Marguerite, o beyaz yelkenler bulanık ufukta, çok uzaklarda kaybolurken, eşinin kendine has aptallığı ve iyi niyetliliğiyle, yalnız kalmak istediğini anlamış olabileceğini varsaymıştı. Nezaket ve görgü kuralları konusunda çok hassas olan Sör Percy, eşinin yakınına (seslendiği zaman duyacak uzaklıkta bile olsa) bir hizmetçi yollamamıştı. Marguerite, tüm bunlar için eşine minnettardı. Daimi düşünceliliği ve sınırsız cömertliği için ona minnettar olmaya çalışıyordu. Hatta zaman zaman kocasının alaycı ve üzücü düşüncelerinin de önüne geçmeye çalışıyordu. Bir yandan da bu düşünceler nedeniyle acımasız sözler ve hakaretler sarf etmek istiyor ve böylece kocasını yaralayacağını umuyordu içten içe.
Evet! Onu yaralamak, kendisinin de onu küçük gördüğünü hissetmesini sağlamak, onu bir zamanlar neredeyse sevdiğini ama artık geride bıraktığını hissettirmek istiyordu. O aptal züppeyi sevmek! Düşünceleri, bir boyunbağını bağlamaktan ya da yeni kesim bir paltoyu düşünmekten öteye gidemeyen bir aptalı sevmek! Peh! Ancak yine de… Bu sakin yaz akşamına uyan tatlı, sıcak ama bulanık hatıralar, hafif deniz melteminin görünmez kanatlarıyla birlikte tekrar zihnine taşındı. Percy’nin kendisine taptığı ilk zamanlarda aralarında oluşan bağ… Percy o sıralarda çok düşkün görünüyordu, hatta bir köleyi andırıyordu, aşkının gizli yoğunluğu içinde Marguerite’i büyüleyen bir şeyler vardı.
Sonra, adamı kadına sadık bir köpek gibi gösteren o aşk, adanmışlık ve iltifatlar aniden yok olmuştu. St. Roch’ta gerçekleştirilen sade törenden yirmi dört saat sonra kocasına, St. Cyr Markisi ile alakalı konularda istemeden konuştuğunu ve çok geçmeden bazı adamların (arkadaşlarının) bu bilgiyi talihsiz Marki’ye karşı kullanıp onu ve ailesini giyotine yolladığını anlatmıştı.
Marguerite, Marki’den nefret ediyordu. Yıllar önce çok sevgili kardeşi Armand, Angele de St. Cyr’i sevmişti. Gelgelelim St. Just ailesi halk tabakasındandı, Marki ise kibir doluydu ve sınıfının burnu havada önyargılarını taşıyordu. Bir gün saygılı ve ürkek âşık Armand, rüyalarının kadınına coşkulu, ateşli, tutkulu küçük bir şiir yollama riskine girdi. Ertesi gün, Paris’in hemen dışında, St. Cyr Markisi’nin uşakları tarafından önü kesildi ve onur kırıcı bir şekilde dövüldü, çünkü gözlerini bir aristokratın kızına dikme cüretini göstermişti. Bu olay, büyük devrimden bir iki yıl önce gerçekleşmişti ve o günlerde bu tip olaylar Fransa’da neredeyse her gün yaşanıyordu. Hatta doğrusu bu tip olaylar, kanlı intikamlara yol açtı ve birkaç yıl sonra bu kendini beğenmiş kafaların çoğu giyotine yollandı.
Marguerite hepsini hatırladı. Kardeşinin erkeklik onurunun ve gururunun nasıl dehşet verici bir acıya maruz bırakıldığını, olaylar karşısında yaşadığı kederi ve hüznü…
Sonra ceza günü geldi. St. Cyr ve tüm akrabaları, eskiden hor gördükleri o halk tabakasını efendileri olarak buldular. Her ikisi de entelektüel insanlar olan Armand ve Marguerite, yıllardır var olan hevesleriyle Devrim’in ütopik prensiplerini benimsediler, bu sırada St. Cyr Markisi ve ailesi ise kendilerini sınıfsal olarak halktan üstün tutan ayrıcalıkları kaybetmemek için hayatları pahasına mücadele ettiler. Sözlerinin yol açacağı sonuçları hesaplamayan, fevri ve düşüncesiz Marguerite’in içinde hâlâ Marki’nin kardeşine karşı gerçekleştirdiği o korkunç hakaretin ateşi yanıyordu. Marguerite, birlikte olduğu zümreden, St. Cyr ailesinin Avusturya ile ihanet içeren bir birliktelik içinde olduğunu, İmparator’un desteğini alarak ülkelerinde büyüyen devrimi bastırma ümitlerinin bulunduğunu duymuştu.
O günlerde bir ihbar yeterliydi. Marguerite’in St. Cyr Markisi aleyhinde sarf ettiği birkaç düşüncesiz söz, yirmi dört saat içinde meyvelerini verdi. Marki tutuklandı. Evrakları arandı, Avusturya İmparatoru’ndan gelen ve Paris halkının üzerine birlik göndermeyi vaat eden mektuplar masasında bulundu. Ulusa ihanet etmekten mahkeme karşısına çıkarıldı ve giyotine yollandı. Ailesi, eşi ve çocukları da bu korkunç kaderi paylaştılar.
Düşüncesizliğinin korkunç sonuçları karşısında dehşete düşen Marguerite’in Marki’yi kurtarmak için yapabileceği bir şey yoktu. Devrim hareketinin liderlerinin bulunduğu arkadaş grubu ise onu bir kahraman olarak görüyordu. Sör Percy Blakeney ile evlendiğinde kocasının, kendisinin ruhuna hâlâ büyük bir yük olan ve yanlışlıkla işlediği bu günahı ne kadar ağır bir günah olarak göreceğini belki de tam olarak kavrayamamıştı. Kocasının kendisine olan körü körüne aşkına ve onun üzerindeki sonsuz gücüne güvenen Marguerite her şeyi itiraf etti, onun İngiliz kulağına hoş gelmeyecek bu şeyleri çok geçmeden unutturacağını varsaymıştı.
Gerçekten de o an tüm bunları çok sakince karşılamış gibi görünüyordu. Hatta doğrusu, kadının söylediklerinin ne anlama geldiğini anlamakta güçlük çekiyor gibiydi. Fakat kesin olan bir şey vardı; Marguerite o andan itibaren bir daha, bir zamanlar bütünüyle sahip olduğuna inandığı o aşkın en ufak bir emaresini dahi göremedi. Artık araları epey açılmıştı; sanki Sör Percy, eşine olan aşkını eline uymayan bir eldivenmişçesine kenara bırakmış gibiydi. Marguerite, onun aptal zihnine karşı yaptığı nükteleri artırıp onu uyandırmaya çalıştı, aşkını canlandıramasa bile kıskançlığını tahrik etmek için çaba gösterdi, kendini savunması için onu teşvik etti, ancak hepsi boşunaydı. Sör Percy hiç değişmedi, her zamanki gibi pasif kalmaya, ağır ağır konuşmaya, uyuklamaya ve her zamanki gibi nezaketli davranan bir beyefendi olmaya devam etti. Marguerite, hayatın ve zengin bir eşin güzel bir kadına sunabileceği her şeye sahipti, ancak bu güzel yaz akşamında, DAY DREAM’in beyaz yelkenleri nihayet akşamın gölgeleri içinde gözden kaybolduğunda, engebeli yamaçlarda yavaş yavaş bıkkın bir şekilde yürüyen zavallı avareden daha yalnız hissediyordu.
Marguerite Blakeney, derin bir iç daha çekip sırtını denize ve falezlere döndü, sonra yavaş yavaş Balıkçı Misafirhanesi’ne doğru yürümeye başladı. Oraya yaklaştıkça cümbüş sesleriyle mutlu kahkahalar, gitgide daha da belirginleşip daha da şiddetlendi. Sör Andrew Ffoulkes’un hoş sesini, Efendi Tony’nin kahkahalarını, zaman zaman da eşinin ağır ve uykulu yorumlarını seçebiliyordu. Sonra, yolun ıssızlığını ve etrafında hızla toplanan kasveti fark edip adımlarını hızlandırdı. Hemen sonrasında bir yabancının hızla kendisine doğru geldiğini gördü. Marguerite kafasını kaldırmadı, endişelenmedi de çünkü Balıkçı Misafirhanesi artık seslenebileceği uzaklıktaydı.
Yabancı, Marguerite’in kendisine doğru hızla yaklaştığını görünce durdu, kadın tam yanından geçiyordu ki çok sessizce şöyle dedi:
“Citoyenne[10 - Fr. Yurttaş. (ç.n.)] St. Just.”
Marguerite, hayrete düşüp minik bir çığlık attı, çünkü evlenmeden önceki soyadının bu denli yakından söylendiğini duymak onu şaşırtmıştı. Yabancıya doğru baktı, bu kez sahici bir memnuniyet çığlığı atıp iki elini de büyük bir coşkuyla yabancıya doğru uzattı.
“Chauvelin!” diye haykırdı.
“Ta kendisi yurttaş, hizmetinizdeyim,” dedi yabancı, kadının parmaklarının ucunu nazikçe öptü.
Marguerite bir anlığına hiçbir şey söylemedi, hemen önünde duran ve çok da alımlı olmayan küçük adama bariz bir memnuniyetle baktı. Chauvelin, kırkına otuzundan daha yakındı. Zeki ve kurnaz bir kişiliğe sahipti, derin gözlerinde bir tilkininkini andıran tuhaf bir ifade vardı. Bir iki saat önce Bay Jellyband ile dostça bir bardak şarap içen yabancının ta kendisiydi.
“Chauvelin… Dostum…” dedi Marguerite, mutluluk ve memnuniyet duygusuyla içini çekti. “Seni gördüğüme ne kadar sevindim anlatamam!”
Kuşkusuz, tüm ihtişamının ve soğuk arkadaşlarının ortasında yalnız hisseden Marguerite St. Just, Paris’teki mutlu zamanları, tıpkı bir kraliçe gibi Rue de Richelieu’deki entelektüel zümreye hükmettiği günleri hatırlatacak bir yüzü görmekten çok mutluydu. Fakat Chauvelin’in ince dudaklarının köşesinde beliren alaycı minik gülümsemeyi fark etmemişti.
“Söyle bana,” diye ekledi neşeyle, “seni İngiltere’ye ne ya da kim getirdi bakalım?”
“Ben de sizi gördüğüme çok sevindim, güzel hanımım,” dedi. “Sizden ne haber?”
“Ah, ben mi?” dedi, omuzlarını silkti: “Je m’ennuie, mon ami.[11 - Fr. Sıkıldım dostum. (ç.n.)] Hepsi bu.”
Balıkçı Misafirhanesi’nin verandasına ulaştılar, ancak Marguerite içeri girme konusunda isteksizdi. Fırtınadan sonra akşam havası çok hoştu, üstelik Paris’in havasını solumuş, Armand’ı çok iyi tanıyan, geride bıraktığı müthiş arkadaşlar hakkında neşeyle konuşabileceği bir dostla karşılaşmıştı. Bu yüzden tatlı verandada kaldı, o sırada tavernanın hoşça aydınlatılmış çatı penceresinden duyulan kahkaha sesleri, “Sally” ve bira haykırışları, bardakların masada çıkardığı sesler ve zar tıkırtıları Sör Percy Blakeney’nin boş ve mutsuz gülüşüyle iç içe geçiyordu. Chauvelin de onun yanında kaldı, cin gibi bakan soluk sarı gözleri, bu yumuşak İngiliz akşamında daha bir tatlı ve çocuksu görünen o güzel yüze kilitlenmişti.
“Beni şaşırttınız, yurttaş,” dedi sessizce, enfiyesinden bir tutam alıp burnuna çekti.
“Öyle mi?” diye karşılık verdi Marguerite neşeyle. “Tanrım, küçük Chauvelin’im, bu zekânla, erdemden ve sisten oluşan bir atmosferin bana hiç uymayacağını tahmin edeceğini düşünmem gerekirdi.”
“İnanamıyorum! O kadar kötü mü?” diye sordu, alaycı bir hayretle.
“Epey, hatta daha kötü,” diye cevap verdi Marguerite.
“Çok tuhaf! Oysa ben, güzel bir hanımın İngiliz taşra hayatını bilhassa ilgi çekici bulacağını düşünürdüm.”
“Evet! Öyle de buldum zaten!” dedi Marguerite, iç çekerek. Hızlı bir şekilde, “Güzel hanımlar tabii ki İngiltere’de güzel zaman geçirir, çünkü normalde her gün yaptıkları tüm hoş şeyler burada onlara yasak!” diye ekledi.
“Kuşkusuz öyledir!”
“Belki inanmayacaksın ama, küçük Chauvelin’im,” dedi ciddiyetle, “çoğu zaman tüm bir günü, evet tüm bir günü, beni cezbeden herhangi bir şeyle karşılaşmadan geçiriyorum.”
“Avrupa’nın en zeki kadınının, can sıkıntısından mustarip olması pek tabii şaşılacak şey değil,” diye karşılık verdi Chauvelin, nazikçe.
Marguerite, dalga dalga artan çocuksu ve melodik kahkahalarından birini patlattı.
“Durumum çok kötü olmalı, değil mi?” diye sordu kurnazca. “Yoksa belki de seni gördüğüme bu kadar sevinmezdim. Üstelik bu, romantik bir aşk evliliğinin daha ilk yılında oluyor. Evet, yalnızca sorun bu…” diye ekledi.
“Ah! O ahmaklık huzuru…” dedi Chauvelin, epey alaycı bir tavırla, “haftalar sonrasında son buldu öyleyse?”
“Ahmaklıktan gelen huzur asla çok uzun sürmez, küçük Chauvelin’im. Tıpkı kızamık gibi çıkar ve çok geçmeden iyileşir.”
Chauvelin, enfiyesinden bir tutam daha çekti, bu zamanlarda çok yaygın olan bu kötü alışkanlığa iyice bağımlı olmuş gibiydi. Belki de bu tütün çekişlerini, karşılaştığı kişilerin ruhlarını anlamak için attığı hızlı ve kurnaz bakışları gizlemek için uygun bir örtü olarak kullanıyordu.
“Avrupa’daki en aktif beynin, can sıkıntısından mustarip olması pek tabii şaşılacak şey değil,” diye tekrarladı aynı kibarlıkla.
“Bu derdime bir çaren vardır diye ümit ediyordum, küçük Chauvelin’im,” dedi Marguerite.
“Sör Percy Blakeney’nin başaramadığı şeyi, ben nasıl başarabilirim ki?”
“Şimdilik Sör Percy’yi meselenin dışında tutalım, olur mu güzel dostum?” dedi soğuk bir şekilde.
“Ah! Sevgili hanımım, beni affedin, ancak bunu tabii ki yapamayız,” dedi Chauvelin. Bu sırada tıpkı gözlerini açmış bir tilkininki kadar keskin olan gözleri, Marguerite’e doğru hızlı bir bakış daha attı. “Can sıkıntısının en kötü şekline karşı en muhteşem çözümü biliyorum, bunu size sunmaktan memnuniyet duyardım, fakat…”
“Fakat ne?”
“Sör Percy var.”
“Onun konuyla ilgisi ne?”
“Korkarım ki konuyla ilgisi çok. Çünkü sevgili hanımım, size sunacağım çözüm avam tabakasıyla özdeşleşmiş bir kavram: ÇALIŞMAK!”
“Çalışmak mı?”
Chauvelin, uzun uzun incelercesine Marguerite’e baktı. Sanki o keskin gözleri, kadının her bir düşüncesini okuyor gibiydi. Yalnızdılar, akşam havası epeyce sakindi, yumuşak fısıldaşmaları ise tavernadan gelen gürültü içinde boğuluyordu. Yine de Chauvelin, verandada iki üç adım atıp etrafına hızla ve dikkatle göz gezdirdi, kimsenin kulak misafiri olamayacağından emin olduğundaysa tekrar Marguerite’in yanına yaklaştı.
“Fransa için küçük bir hizmette bulunur musun, yurttaş?” diye sordu, aniden tavrı değişmişti, tilkileri hatırlatan ince yüzünü müstesna bir ciddiyet kaplamıştı.
“Aman be adam!” diye cevap verdi ciddiyetten uzak bir biçimde. “Bir anda ne kadar da ciddileştin. Doğrusunu istersen, Fransa’ya küçük bir hizmette bulunup bulunmayacağımı bilmiyorum. Bu, Fransa’nın ihtiyaç duyduğu ya da senin istediğin hizmetin türüne bağlı.”
“Scarlet Pimpernel’i hiç duydunuz mu, yurttaş St. Just?” diye sordu Chauvelin ansızın.
“Scarlet Pimpernel’i duymak mı?” diye karşılık verdi uzun ve neşeli bir kahkaha eşliğinde. “Be adam! Başka bir şey konuşmuyoruz ki… ‘À la[12 - Fr. Tarzında. (ç.n.)] Scarlet Pimpernel’ şapkalarımız var, atlarımıza ‘Scarlet Pimpernel’ adını veriyoruz, geçen gece Galler Prensi’nin akşam yemeği partisinde ‘Scarlet Pimpernel’ tarzı sufle yedik… Tanrım!” diye ekledi neşeyle. “Hatta geçen gün terzimden yeşille süslenmiş mavi bir elbise sipariş ettim, ona bile ‘Scarlet Pimpernel’ tarzında demediyse ne olayım.”
Chauvelin, Marguerite neşeyle konuşurken kımıldamadı, hatta çocuksu gülüşleri ve melodik sesi sakin akşam havasında yankılandığında onu durdurmaya yeltenmedi bile. Ancak kadın gülerken o, ciddiyetini ve ağırbaşlılığını korudu. Keskin, sert ve net sesini çok yükseltmeden şöyle dedi:
“Yurttaş, öyleyse o esrarengiz kişiliği de duymuş olmalısın. Ayrıca cumhuriyetimizin, Fransa’nın ve Armand St. Just gibi adamların en azılı düşmanı olan o adamın, kimliğini o garip mahlas altında sakladığını da biliyor olmalısın.”
“Aman!” dedi küçük ve hoş bir iç çekişle. “Ant olsun ki öyle biri… Bugünlerde Fransa’nın birçok azılı düşmanı var.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403174?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İng. Farekulağı, mine çiçeği. (ç.n.)

2
Fr. Örgü ören kadın. (ç.n.)

3
Fr. Anne. (ç.n.)

4
Fr. Yıldırımlar aşkına! (ç.n.)

5
“Tipik İngiliz” anlamında sıklıkla kullanılan bir ifade. (ç.n.)

6
Fr. “Aristokratlar fener direklerine!” Fener direkleri, Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği sıralarda aristokratların linç edilmesi veya asılması için kullanılıyordu. (ç.n.)

7
Fr. Tanrım! (ç.n.)

8
Fr. Özel bir akşam yemeği. (ç.n.)

9
Fr. Nişan yemeği. (ç.n.)

10
Fr. Yurttaş. (ç.n.)

11
Fr. Sıkıldım dostum. (ç.n.)

12
Fr. Tarzında. (ç.n.)
Scarlet Pimpernel Emma Orczy
Scarlet Pimpernel

Emma Orczy

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çeteler Paris sokaklarına yayılmış. Her gün, hiçbir suçu olmayan yüzlerce insan, sadece asil ailelere mensup oldukları için giyotine gönderiliyor. Ölümü bekleyenlerin tek umuduysa İngiliz kahraman Scarlet Pimpernel’in gelip onları kurtarması… Eylül 1792, Paris

  • Добавить отзыв