Azla Mutlu Olmak
Francine Jay
Etrafımızdaki her şey, daha fazlasına sahip olduğumuzda daha mutlu olacağımızı söylüyor. Modern çağ bizi reklam ve pazarlamaya boğmayı sürdürüyor. Ve hepimiz şu hayattan ne beklediğimizi araştırıyor, kitaplar okuyor ve mutlu olacağımız o günü bekliyoruz.
Peki daha çok satın alarak kim olmayı istiyoruz? Kim olmak bizi mutlu edecek?
Bütün dünyada büyük ilgi gören sade ve minimalist yaşamın öncüsü Francine Jay, Azla Mutlu Olmak'ta eşyalarımızla ilişkimizi yeniden tanımlarken evimizi kalabalıktan arındırmak için pratik yollar sunuyor. Sade bir yaşamın insanı nasıl özgürleştireceğini anlatarak.
Önce kendinize, sonra dünyaya büyük bir iyilik yapın. Azla mutlu olun.
FRANCINE JAY
Azla
Mutlu Olmak
FRANCINE JAY
Bayan Minimalist olarak da bilinen Francine Jay, daha azla yaşamak üstüne www.missminimalist.com’da yazıyor. Sitesinde önerilerde bulunuyor, deneyimlerini paylaşıyor ve minimalist yaşamın mutluluğunu birbirine benzer ruhlardan oluşan hayat dolu bir toplulukla tartışıyor.
Önerileri CNN ve BBC kanallarında, Today, The Chicago Tribune, The Guardian, The Financial Times, Forbes, The Huffington Post, Dr. Oz The Good Life gibi gazetelerde hızla yayılırken basit ve etkili STREAMLINE yöntemiyle yüz binlerce insanın evlerini arındırmalarına ve yaşamlarını sadeleştirmelerine yardımcı oldu.
Portland, Oregon’da yaşıyor.
NOTOS KİTAP
Aganta 004
Azla Mutlu Olmak
Özgün adı: The Joy of Less
© 2010, 2016 by Francine Jay
© Notos Kitap Yayıncılık, 2016
Bu kitabın yayın hakları The Fielding Agency ve Onk Ajans aracılığıyla alınmıştır.
Birinci Basım Haziran 2016
İkinci Basım Nisan 2017
ISBN 978-605-9851-81-7
Sertifika 16343
Editör: Derya Yağmur
Kapak tasarımı: Geray Gençer
Uygulama: M. Tila Sadık
Bu dijital eser Libronet e-kitap atölyesinde üretilmiştir.
Notos Kitap Yayıncılık Eğitim Danışmanlık
ve Sanal Hizmetler Tic. Ltd. Şti.
Ömer Avni Mahallesi, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya Sokak
No: 11/6 Gümüşsuyu Beyoğlu İstanbul
0212 243 49 07
facebook.com/NotosKitap
twitter.com/NotosKitap
Baskı ve Cilt
Pasifik Ofset Ltd. Şti.
Cihangir Mahallesi, Güvercin Caddesi, No: 3/1 Baha İş Merkezi
A Blok Kat:2 34310 Haramidere Avcılar İstanbul
0212 412 17 77
Sertifika 12027
FRANCINE JAY
Azla Mutlu Olmak
Sade Yaşam Rehberi
İNGİLİZCEDEN ÇEVİREN
Atilla Erol
BİRİNCİ BÖLÜM
Felsefe
Savaşa yürüyen generaller ya da büyük yarış öncesindeki atletler olduğumuzu hayal edelim: En iyi performansı sergilemek için önümüzdeki zorluklara zihnimizi hazırlamalıyız. Bizi başarıya götürecek sırrımızı geliştirmenin zamanı geldi: minimalist düşünce yapısı.
Bu bölüm tamamen tutum üstüne. Eşyalarımızın kontrolünü ele geçirmeden önce onlarla ilişki biçimimizi değiştirmek zorundayız. İlişkimizi tanımlayacak, ne için olduğunu ve olmadığını görecek, hayatlarımızdaki etkisini inceleyeceğiz. Edineceğimiz prensipler eşyalarımızı serbest bırakmamızı kolaylaştıracak ve daha fazlasının kapılarımızdan içeri girmesinin önüne geçecek. En önemlisi, eşyalarımızın bize hizmet etmek için var olduğunu anlayacağız, tersi değil.
1. Eşyalarınız Ne İçin?
Çevrenize bir bakın, muhtemelen görüş açınıza girecek yirmi ya da otuz nesne fark edeceksiniz. Nedir bu eşyalar? Nasıl oldu da buraya geldiler? Neye yarıyorlar?
Eşyalarımızın neye yaradığını görmenin zamanı geldi. Bunlara bir isim vermek, bunları tanımlamak ve gizemlerini ortadan kaldırmak istiyoruz. Elde etmek, korumak ve depolamak için bu kadar zaman ve enerji harcadığımız tüm bu eşyalar nedir? Ve nasıl oldu da sayıları bu kadar arttı? (Yoksa biz uyurken kendi kendilerine çoğalıyorlar mıydı?)
Genel olarak, eşyalarımızı üç kısma ayırabiliriz: yararlı eşyalar, güzel eşyalar ve duygusal eşyalar.
En basit kategoriyle işe başlayalım: yararlılar. Bunlar pratik, fonksiyonel olanlardır ve bize değişik işleri yapmakta yardımcı olurlar. Bazıları hayatta kalmamız için elzemdir; diğerleri hayatımızı biraz kolaylaştırır. Bütün eşyalarımızın yararlı olduğunu düşünmek gayet cezbedicidir – ancak hayatta kalma teknikleri üstüne bir kitap okumuşluğunuz var mı? Hayatta kalabilmek için ne kadar az şeye ihtiyaç duyduğumuzu öğrenmek gayet aydınlatıcıdır: basit bir barınak, vücut ısımızı düzenlemek için giysiler, su, yiyecek, az sayıda kap kacak ve birkaç yemek pişirme edevatı. (Eğer sahip olduklarınız bunlardan ibaretse, okumayı burada bırakabilirsiniz; aksi durumda bize katılın ve devam edin!)
En hayati olanlar dışında kalan bir grup hayatta kalmak için zorunlu olmasa da gayet yararlıdır: yataklar, yatak örtüleri, bilgisayarlar, çaydanlıklar, taraklar, kalemler, tel zımbalar, lambalar, kitaplar, tabaklar, çatallar, kanepeler, uzatma kabloları, çekiçler, tornavidalar, çırpıcılar – ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Sık sık kullandığınız ve hayatınıza gerçekten değer katan her şey minimalist bir evde hoş karşılanır.
Ama unutmayın: Yararlı olmak için, bir eşyanın kullanılması gerekir. Püf noktası buradadır: Çoğumuz potansiyel olarak yararlı olabilecek ama hiç kullanmadığımız eşyalara sahibiz. Çift eşyalar bunun en temel örneğidir: Plastik yemek kaplarından kaç tanesi mutfak dolabınızdan yemek çantanıza ya da buzdolabına doğru gidebilmektedir? Kablosuz matkabınızın gerçekten bir dublöre ihtiyacı var mı? Bazı eşyalar durdukları yerde çürür, zira ya çok karmaşıktırlar ya da bunları temizlemesi çok zordur: Akla ilk gelenler mutfak robotları, fondü setleri ya da hava nemlendiricilerdir. Sonra şu “neme lazım”, “belki ihtiyacım olur” eşyaları vardır; hayata atılabilmeyi beklerken çekmecelerimizin diplerinde zaman öldürürler. Günleri sayılı eşyalardır bunlar.
Yararlı eşyalarımızın arasına katılan bir dizi eşyanın pratik fonksiyonu yoktur ama başka türden bir ihtiyacı tatmin ederler: Basitçe söylersek, onlara bakmayı severiz. Tarih boyunca biz insanlar çevremizi güzelleştirmek için içten gelen bir zorunluluk hissetmişizdir – paleolitik mağara resimlerinden kanepelerimizin üstünde asılı duran resimlere kadar nice şey bunun kanıtıdır.
Estetik zevk kimliğimizin önemli bir parçasıdır ve inkâr edilemez. Güzel bir vazodaki parlak sır ya da modernist bir sandalyenin biçimli çizgileri ruhlarımıza derin ve neşe dolu bir tatmin sağlayabilir; bu nedenle bu tür nesneler hayatımızın parçası olmayı hak ediyorlar. Ama şu koşulla: Evlerimizde göze çarpan bir yerde durarak saygı görmeli ve onurlandırılmalılar. Eğer Murano camları koleksiyonunuz bir rafta tozlanıyorsa ya da daha da kötüsü paketlenip tavan arasına kaldırılmışsa, işte o, renkli bir kalabalıktan başka bir şey değil.
Sahip olduklarınızın envanterini çıkarırken gösterişli olan her şeye otomatik geçiş izni vermeyin. Bir yaz günü gittiğiniz sanat festivalinde gönlünüzü çelmiş olması, oturma odanızın rafında hayat boyu kiracı olmayı hak ettiği anlamına gelmez. Diğer yandan eğer yüzünüzde her zaman bir gülücük yeşertmeyi başarıyorsa –ya da görsel uyumu size hayatın güzelliğini takdir etmeyi hatırlatıyorsa– evinizdeki yerini hak ediyor demektir.
Genel olarak, eşyalarımızı üç kısma ayırabiliriz: yararlı eşyalar, güzel eşyalar ve duygusal eşyalar.
Eğer evlerimizdeki bütün eşyalar güzel ya da yararlı olsaydı, işler kolay olurdu. Ama gecenin ardından sabahın geleceği nasıl kesinse, karşınıza çıkacak eşyaların birçoğunun da güzel ya da yararlı olmayacağı kesindir. Peki, nereden geldiler, neden oradalar? Onda dokuz, bir tür hatırayı ya da duygusal bağı temsil ediyorlardır: büyükannenizin eski porselenleri, babanızın para koleksiyonu, balayınız sırasında satın aldığınız peştamal. Bunlar bizim için özel önem taşıyan insanları, mekânları ve olayları hatırlatır. Sıklıkla da evlerimize hediye, miras ve hatıra olarak girerler.
Aynı şekilde, eğer söz konusu eşya kalbinizi neşeyle dolduruyorsa onu gururla sergileyin ve varlığının tadını çıkarın. Ama diğer yandan, eğer ona bağlılığınız bir çeşit zorunluluk duygusundan (porselen çay fincanlarını atarsanız Edna Teyze’nin mezarında ters döneceğinden endişe etmek gibi) ya da bir deneyimin kanıtı olmasından (eğer o ucuz maşrapayı çöpe yollarsanız kimse Büyük Kanyon’u ziyaret ettiğinize inanmayacakmış gibi) kaynaklanıyorsa, kendi ruhunuzu yoklamakta yarar vardır.
Evde dolaştığınız sırada eşyalarınızla sohbet edin. Her birine sorun, “Sen nesin, ne yaparsın?”, “Nasıl oldu da hayatıma girdin?”, Seni satın mı aldım yoksa hediye mi geldin?”, “Seni ne kadar sık kullanıyorum?”, “Kaybolsan ya da kırılsan seni yeniden alır mıyım, yoksa senden kurtulduğum için rahatlar mıyım?”, “Seni istiyor muyum acaba?” Cevaplarınızda dürüst olun – eşyalarınızın duygularını incitemezsiniz.
Bu soruları sorarken muhtemelen iki alt kategoriye ait eşyaya denk geleceksiniz; bunlardan biri “başka eşyaların eşyaları”dır. Ne demek istediğimi anladınız – bazı eşyalar kendi kendilerine başka eşyaları biriktirirler: aksesuvarlar, kullanım kılavuzları, temizleyiciler, eşyalara eşlik eden, onları sergileyen, barındıran ve düzelten eşyalar. Burada ortalığı toparlamak için büyük bir olanak var: Atılan bir eşya, temizlik çığı yaratabilir.
İkinci alt kategori “başkalarının eşyaları”dır. Bu biraz nazik bir konu. Çocuklarınız (küçük olanlar) dışında, başkalarının eşyaları üzerindeki otoriteniz gayet kısıtlıdır. Eğer bu kardeşinizin bodrumda saklamanızı istediği kanoysa –ve on beş yıldır geri istemediyse– meseleyi ele alma hakkınız doğmuştur (elbette kanoyu hemen almasını rica edeceğiniz bir telefon görüşmesinden sonra). Ancak bunlar eşinizin hobi malzemeleri yığını ya da ergen çocuğunuzun eski bilgisayar oyunlarıysa, daha diplomatik bir tutum takınmakta yarar vardır. Şansınız varsa ortalığı temizlemeniz bulaşıcı bir etki yapar ve diğerleri de kendi eşyalarıyla ilgilenmeye başlar.
Şimdilik sadece ortalıkta gezinin ve eşyalarınızı tanıyın: Bu yararlı bir şey, bu güzel, buysa başkasına ait. (Çocuk oyuncağı!) Şimdilik ortalığı temizlemeyi dert etmeyin, kısa sürede oraya geleceğiz nasıl olsa. Elbette yararsız, çirkin ya da tanımlanamayan bir şeye denk gelirseniz hiç durmayın, işe koyulun ve yallah deyin!
2. Siz Sahip Olduğunuz Şey Değilsiniz
Pazarlamacıların inanmanızı istediğinin aksine siz, sahip olduğunuz şey değilsiniz. Siz sizsiniz ve şeyler de şeylerdir; tam sayfa dergi reklamının ya da uyanık bir tüccarın size söylemeye çalıştıklarının aksine, hiçbir fiziksel ya da matematiksel simya bu sınırları değiştiremez.
Yine de arada sırada reklamcının tuzağına düşeriz. Bu nedenle, sahip olduğumuz eşyalar arasında üçüncü bir alt kategoriyi teşhis etmeliyiz: “arzu eşyaları”. Bunlar başkalarını etkilemek ya da kendi “fantezi”lerimizi tatmin etmek için satın aldığımız şeylerdir – bilirsiniz, on kilo daha zayıf olan, dünyayı gezen, partilere katılan ya da rock grubunda çalan insan fantezisi.
Kabul etmekte gönülsüz olabiliriz ama muhtemelen sahip olduklarımızın çoğunu belli bir imgeyi yansıtmak için almışızdır. Arabaları ele alalım örneğin. A noktasından B noktasına ulaşım ihtiyacımızı basit bir otomobille kolayca tatmin edebiliriz. Peki o halde neden lüks bir otomobil için iki, hatta üç katını ödüyoruz? Çünkü otomobil üreticileri, otomobillerin, kendimizin, kişiliğimizin ve kurumsal dünyadaki ya da toplumsal hiyerarşideki yerimizin yansıması olduğuna bizi ikna etmeleri için reklam ajanslarına çuvalla para ödüyorlar.
Elbette burada bitmiyor. Tüketim ürünleriyle özdeşlik kurma dürtüsü hayatlarımızda daha derinlere ulaşır – ev seçimlerimizden onların içine koyduklarımıza kadar. Çoğu insan, küçük, sade bir evin barınma ihtiyacımızı tatmin etmeye fazla fazla yeteceği konusunda hemfikirdir (özellikle de gelişmekte olan ülkelerdeki evlerle karşılaştırılınca). Ancak arzu pazarlamacıları, bir ebeveyn yatak odası, her çocuk için bir yatak odası, onlara ayrı banyolar ve profesyonel cihazlarla dolu mutfaklara “ihtiyaç” duyduğumuzu buyururlar – aksi durumda pek de “başaramamış” sayılırız. Metrekare bir statü sembolü olur ve doğal olarak daha büyük bir evi doldurmak için daha fazla kanepeye, sandalyeye, masaya, ıvır zıvıra ve diğer eşyalara ihtiyaç duyulur.
Kitlesel iletişim çağında minimalist olmak kolay değil.
Reklamlar, kendimizi giysilerimiz aracılığıyla tanımlamaya da cesaretlendirir bizi – tercihen de marka giysilerle. Tasarımcı etiketleri giysilerimizi daha sıcak, çantalarımızı daha sağlam ya da hayatlarımızı daha göz alıcı kılmazlar. Dahası trend belirleyen bu tür şeyler, satın alındıktan dakikalar sonra moda olmaktan vazgeçer gibi görünürler – dolaplarımızsa bir gün tekrar moda olur diye umduğumuz kıyafetlerle dolar taşar. Gerçekte çoğumuzun şöhretlerle aynı ebatta dolaplara ihtiyacı yoktur, çünkü giysilerimiz ve aksesuvarlarımız asla kitlelerin dikkatini çekmeyecektir. Yine de pazarlamacılar bizi sahne ışıklarının altında yaşadığımıza ve buna uygun giyinmekle iyi yapacağımıza ikna etmeye çalışırlar.
Kitlesel iletişim çağında minimalist olmak kolay değil. Reklamcılar bizi sürekli maddi birikimin başarının ölçütü olduğu mesajıyla bombardımana tutuyorlar. Sömürdükleri olgu, statüyü satın almanın onu kazanmaktan çok daha kolay olmasıdır. “Çok, iyidir”, “Başarana kadar başarmış gibi yap”, “İnsanı gösteren kıyafetidir” sözlerini ne kadar sık duyarız. Bize söyledikleri daha fazla eşyanın daha fazla mutluluk demek olduğudur, oysa daha fazla eşya çoğunlukla daha fazla baş ağrısı ve borç anlamına gelir. Tüm bu eşyaların satın alınması kesinlikle birilerinin işine yarıyor… ama o birileri, biz değiliz.
Gerçeği söylemek lazım, eşyalar bizi olmadığımız bir şeye dönüştüremez. Pahalı kozmetikler bizi süper model yapmaz, alengirli bahçe aletleri bizi bitki uzmanı kılmaz ve son model fotoğraf makineleri bizi ödüllü fotoğrafçı haline getirmez. Yine de bir şey vaat eden ürünleri satın almaya ve elimizde tutmaya kendimizi zorunlu hissederiz – mutluluğumuzu, güzelliğimizi ve zekâmızı artırma, daha iyi bir ebeveyn ya da eşe dönüştürme, daha fazla sevilme, daha düzenli ya da yetenekli kılma vaatleridir bunlar.
Ama şunu düşünün: Bu şeyler henüz verdikleri sözü tutmadılarsa, belki de onlardan kurtulma zamanı gelmiştir.
Aynı şekilde, tüketim nesneleri deneyimin yerini tutmaz. Eğer gerçekten aradığımız şey ailemizle geçireceğimiz nitelikli zamansa, kamp malzemeleri, spor ekipmanları ve havuz eşyalarıyla dolu bir garaja ihtiyacımız yoktur. Şişirilebilir ren geyiği ve hediye yığınları neşeli bir bayram günü yaratmazlar, ama sevdiklerimizle bir araya gelmek bunu sağlar. Yün ipliklerden dağlar, yemek kitapları yığınları ve kutular dolusu sanat malzemesi otomatik olarak bizi bir örgü ustası, şef ya da yaratıcı dâhi haline getirmez. Faaliyetlerin kendileri –malzemeler değil– eğlence ve kişisel gelişim için asıldır.
Benzer şekilde geçmişimizden bazı şeylerle de kendimizi özdeşleştirir ve kim olduğumuzu ya da ne başardığımızı kanıtlamak için belli şeylere tutunuruz. Çoğumuzda hâlâ amigo üniformaları, okul adı yazılı süveterler, yüzme kupaları ya da çoktan unutulmuş okul yıllarından defterler bir yerlerde duruyordur. Bunları elimizde tutmayı, başarılarımızın kanıtları olduklarını söyleyerek (sanki dersten geçtiğimizi kanıtlamak için matematik testlerimizi bulup çıkarmaya ihtiyacımız varmış gibi) rasyonelleştiririz. Ancak bu eşyalar genellikle bir kutunun içine tıkıştırılmış şekilde durduklarından kimseye bir şey kanıtlayamazlar. Eğer durum buysa, geçmişteki size ait kutsal emanetleri özgür bırakmanın zamanı gelmiştir.
Eşyalarımızı eleştirel bir gözle inceledikçe, bunların ne kadarının anı olduğunu, ne kadarının gelecek umutlarımızı temsil ettiğini ya da ne kadarının kendi hayali benliklerimize ait olduklarını görerek şaşırırız. Ne yazık ki mekânımızın, zamanımızın ve enerjimizin gerekenden fazlasını bu şeylere ayırmak bugünü yaşamamıza engel olur.
Bazen belli şeyleri atmanın kendimize ait bir parçayı atmaya eşdeğer olmasından korkarız. O kemanı ne kadar nadiren çalsak ve o gece kıyafetini hiç giymemiş olsak da, onları attığımız anda virtüöz olma ya da sosyalleşme şansımızı ortadan kaldırmış olacağız. Ve Tanrı korusun, eğer o lise kepini atarsak hiç mezun olmamış gibi oluruz.
Unutmamak gerekir ki hatıralarımız, düşlerimiz ve hırslarımız nesnelerin değil bizim içimizdedir. Biz sahip olduğumuz şey değiliz, biz yaptığımız şeyiz, biz düşündüğümüz şeyiz ve sevdiğimiz kişiyiz. Sevmediğimiz geçmiş zamanları, sonuca ulaşamamış çabaları ve gerçekleşmemiş hayalleri ortadan kaldırarak yeni (ve hakiki) olasılıklara yer açarız. Arzu nesneleri, hayatlarımızın sahte versiyonunun destekçileridir; kendi gerçek benimizi ve potansiyelimizin tamamını gerçekleştirmemizi sağlayacak zamana, enerjiye ve alana sahip olmak için bu yığını temizlemek gerekir.
3. Az Eşya = Az Stres
Sahip olunan tek bir şey için harcanan yaşam enerjisini düşünün: Bunu planlamak, bunun hakkında değerlendirmeler okumak, en ucuz fiyatı araştırmak, bunu satın almak için gereken parayı kazanmak (ya da ödünç almak), mağazaya gitmek, eve getirmek, koyacak bir yer bulmak, nasıl kullanılacağını öğrenmek, temizlemek (ya da çevresini temizlemek), bakımını yapmak, fazladan parça satın almak, sigortalamak, korumak, bozmamaya çalışmak, bozulduğunda tamir etmek ve bazen de artık elinizde olmadığında bile ödemeler yapmaya devam etmek. Şimdi bunları evinizdeki eşyaların sayısıyla çarpın. Vay canına! Bu gerçekten de yorucu!
Tüm eşyalarımızın bakıcısı olmak tamzamanlı bir iş olabilir. Aslında endüstrilerin hepsi eşyalarımızın bakımında bize yardımcı olmak için doğmuştur. Her bir eşya için özel temizlik ürünleri pazarlayan şirketler bundan servetler kazanmıştır – giysilerimiz için deterjanlar, gümüşlerimiz için cilalar, mobilyalarımız için balmumları, elektronik eşyalarımız için sprey toz alıcılar ve derilerimiz için bakım ürünleri. Sigorta sektörü otomobillerimizin, mücevherlerimizin ya da sanat eserlerimizin hasar görebilme ya da çalınabilme olasılığı üstünden boy atar. Kilit üreticileri, alarm şirketleri ve kasa üreticileri eşyalarımızı soyguna karşı korumayı vaat eder. Tamirciler kırılan eşyalarımızı tamir etmeye hazır ve nazırdırlar, nakliyeciler ise onları paketleyip başka yere götürüvermek için.
Bizden talep edilen tüm zaman, para ve enerji karşısında eşyalarımızın bize sahip olduğunu düşünmeye başlayabiliriz – tersi değil miydi olması gereken?
Yaşadığımız stresin ne kadarının eşyalardan kaynaklandığına yakından bir göz atalım. En başta, bir şeylerimizin olmaması nedeniyle strese gireriz. Belki bir mağazada ya da reklamda bir şey gördük ve aniden o âna kadar bu olmadan nasıl yaşayabildiğimize hayret ettik. Komşumuzda ondan bir tane var, kız kardeşimize hediye geldi ve iş arkadaşımız geçen hafta bir tane satın aldı, tanrım buna sahip olmayan tek kişi ben miyim? Bir çeşit mahrumiyet duygusu içimizi kemirmeye başlar…
Böylece, buna nasıl sahip olacağımız sorusu bizi strese sokar. Ne yazık ki bize bunu verecek birisini tanımıyoruz, bu yüzden de gidip satın almak zorundayız. Fiyatları kontrol etmek için mağazadan mağazaya gideriz (ya da siteden siteye geziniriz) ve bir indirim olmasını dileriz. Tam o anda bunu satın almaya gücümüzün yetmeyeceğini biliriz ama şimdi istemekteyiz. Bu yüzden biraz para buluştururuz, fazladan çalışırız ya da kredi kartını kullanır, daha ileride ödeyebilmeyi umut ederiz.
En sonunda onu satın alacağımız parlak gün gelir, artık bizimdir! Güneş pırıldar, kuşlar şarkı söyler ve bütün stres uçup gider. Değil mi? Bir daha düşünün. Mademki bu kadar para harcadık, ona iyi bakmalıyız. Sadece yeni bir şeye sahip değiliz, yeni sorumluluklarımız da var.
Düzenli olarak temizlediğimizden emin olmalıyız, zira toz ve kir çalışmasını engelleyip ömrünü kısaltabilir. Çocukların ve kedimizin erişemeyeceği bir yerde saklamalıyız. Kendimiz kullanırken de özel dikkat göstermeliyiz ki kırmayalım, bozmayalım ya da lekelemeyelim. Akla yatkın gelmiyor mu bunlar? Kaç defa yeni bir otomobili otoparkın en uzak köşesine park ettiniz veya bir çizik ya da vuruk fark edince gününüzün mahvolduğunu hissettiniz? Ya o pahalı ipek bluzun üstüne salça sıçrattığınızda?..
Sonra, bir şeyler –kaçınılmaz olarak– ters gittiğinde nasıl düzelteceğimiz konusunda strese gireriz. Kullanım kılavuzlarını tarar ya da internette çözüm önerisi ararız. Gidip gerekli aletleri ya da yedek parçaları alırız. Başaramazsak tutup bir tamirciye götürürüz. Ya da erteler dururuz, çünkü meseleyle nasıl başa çıkacağımızı bilemeyiz (ya da özellikle bilmek istemeyiz.) Orada bir köşede, bir çekmecede ya da bodrumda durur ve zihnimizde ağırlık yapmaya devam eder. Belki bozmadık da sadece ondan sıkıldık. Hangisi olursa olsun, bu kadar çok para ve zaman harcamış olmaktan biraz suçluluk ve huzursuzluk duyarız. Peşinden başka bir reklam görürüz ve tamamen farklı bir şey aklımızı çeler, bu daha da heyecan vericidir. Hayır olamaz, işte her şey yeniden başlıyor…
Günlerimiz asla yeterince uzun değilse belki de bunun suçlusu eşyalarımızdır. Kaç değerli saatimizi kuru temizlemeciye koşarak harcadık, kaç cumartesi yağ değiştirmeye ya da araba tamirine feda edildi, kaç izin günü eşyalarımızı tamir eder ya da bakımlarını yaparken (ya da bir teknisyenin gelmesi için beklerken) geçip gitti? Kırılan bir vazo, çatlayan bir tabak ya da kilimdeki çamur yüzünden ne kadar çok acı çektik (ya da çocuğumuzu azarladık)? Sahip olduğumuz eşyalar için temizlik ürünü, parça ve aksesuvar almak için ne kadar zaman tükettik?
Günlerimiz asla yeterince uzun değilse belki de bunun suçlusu eşyalarımızdır.
Bir mola alalım ve genç yetişkinler olarak ne kadar tasasız ve mutlu olduğumuzu hatırlayalım. Tesadüf değil, bu dönemde muhtemelen çok az eşyaya sahiptik. Hayat o zamanlar daha basitti: Ev kredisi yok, araba borcu yok, sigortalayacak tekne yok. Öğrenmek, yaşamak ve eğlenmek sahip olduğumuz şeylerden çok daha önemliydi. Dünyanın bütün nimetleri ayaklarımızın altındaydı ve her şey mümkündü! İşte minimalistler olarak yeniden ele geçirebileceğimiz mutluluk budur! Basitçe, eşyalarımızı ait oldukları yere koymalıyız ki dikkatimizden aslan payını almasınlar.
Bunu söylemek, tek odalı evler kiralamamız ya da bunları sandık ve ikinci el kanepelerle süslememiz gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, şimdilik hayal edelim ki şu andaki eşyalarımızın sadece yarısına sahibiz. Bu bile büyük rahatlama! Yüzde elli daha az iş ve endişe! Yüzde elli daha az temizlik, bakım ve tamir! Yüzde elli daha az kredi kartı borcu! Bu fazladan kalan zaman ve parayla ne yapacağız peki? İşte kafamızda bir ampul yandı bile. Minimalist olmanın güzelliğini görmeye başlıyoruz.
4. Az Eşya = Çok Özgürlük
Eğer hayatta bir kere karşınıza çıkabilecek, olağanüstü bir teklif alsaydınız ama bu yüzden bir hafta içinde ülkenin diğer ucuna taşınmanız gerekseydi? Heyecanlanıp planlar yapmaya mı başlardınız? Yoksa evde çevrenize bakıp her şeyi nasıl zamanında paketleyeceğiniz konusunda endişe mi ederdiniz? Tüm eşyalarınızı binlerce kilometre öteye taşıma düşüncesi karşısında umutsuzluğa mı düşerdiniz (daha da kötüsü, bunu tamamen saçma mı bulurdunuz)? Zahmete girmeye değmez, durduğum yerde duruyorum, belki başka bir zamanda başka bir fırsat çıkar, kararına varma olasılığınız nedir?
Düşünmesi bile delice gelebilir ama eşyalarınız sizi yerinizde tutma gücüne sahip olur mu? Çoğumuz için yanıt “evet” olabilir.
Şeyler çapaya dönüşebilir. Bizi yere bağlayabilir ve yeni ilgi alanları araştırmaktan, yeni beceriler geliştirmekten alıkoyabilirler. İlişkilerin, kariyer başarılarının ve aileyle geçirilebilecek zamanın yoluna çıkabilirler. Enerjimizi ve macera duygumuzu tüketebilirler. Hiç eviniz birilerini ağırlamak için çok dağınık olduğundan bir ziyareti kabul etmekten kaçındığınız oldu mu? Kredi kartı ödemeleri için fazladan çalıştığınızdan çocuğunuzun maçına gidemediğiniz oldu mu? Eve göz kulak olacak kimse yok diye egzotik bir tatilden vazgeçtiniz mi?
Oturduğunuz odadaki her şeye bir bakın. Bu nesnelerden her birinin –her bir tekil mülkiyetin– size iple bağlı olduğunu hayal edin. Bazıları kollarınıza bağlıdır, diğerleri belinize ya da bacaklarınıza. (Daha da dramatik bir etki için gözünüzün önüne zincirler getirin.) Tüm bu şeyler peşinizden sürüklenir, tıngırdar, çıngırdarken ayağa kalkıp dolaşmaya çalışın. Kolay değil herhalde. Muhtemelen fazla uzağa gitmeyi ve fazla bir şey yapmayı başaramayacaksınız. Pes edip gerisingeriye oturmanız ve durduğunuz yerde durmanın daha az çaba gerektirdiğini kavramanız çok zaman almayacaktır.
Benzer şekilde, aşırı eşya yığını ruhlarımız için de yük olabilir. Sanki tüm bu nesnelerin kendi kütlesel çekim alanları varmış da bizi aşağı çekiyorlar, zapt ediyorlardır. Tıka basa dolu bir odada kelimenin gerçek anlamıyla ağır ve uyuşuk, aşırı yorgun ve kalkıp bir şeyler tamamlamak için çok tembel hissedebiliriz kendimizi. Bunu temiz, aydınlık, seyrek eşyalı bir odayla karşılaştırın – böyle bir mekânda hafif, özgür ve olanaklarla dolu hissederiz. Sahip olunan şeylerin yükü olmadığında enerji dolu ve her şeye hazırızdır.
Ne yazık ki her şeyi çekmecelere, sepetlere ve kutulara tıkıştırmak sorunu çözmez.
Kafamızda bu düşünceyle, hızlı bir çözüm bulmak ve az eşyalı bir mekân yanılsaması yaratmak için baştan çıkabiliriz. Tek yapacağımız en yakın süpermarkete dalıp güzel depolama kutuları almak ve çabucak minimalist bir oda yaratmak olacaktır. Ne yazık ki her şeyi çekmecelere, sepetlere ve kutulara tıkıştırmak sorunu çözmez. Gözden ırak eşyalar bile (ister salon çekmecesinde, ister bodrumda isterse de şehrin diğer yakasındaki bir depoda olsunlar) zihnimizin bir yerlerinde kalmaya devam ederler. Kendimizi zihnen özgürleştirebilmek için bunlardan tamamen kurtulmalıyız.
Hesaba şunu da katmak gerekir: Eşyalar, fiziksel olarak sıkıştırmaya ve psikolojik olarak boğmaya ek olarak, onlara sahip olmak için aldığımız borçlar nedeniyle finansal olarak da köleleştirirler bizi. Borcumuz ne kadar çoksa gecelerimiz o kadar uykusuz ve fırsatlarımız o kadar sınırlı olur. Her sabah uyanıp kendimizi sevmediğimiz bir işe doğru sürüklemek, artık sahip olmadığımız, kullanmadığımız hatta istemediğimiz şeyler için ödeme yapmaya devam etmek çocuk oyuncağı değildir. Bunun yerine yapmak isteyebileceğimiz o kadar çok şey akla gelebilir ki! Dahası, eğer maaşımızı (ve fazlasını) tüketim malları için erittiysek, bu, kaynaklarımızı daha farklı, daha tatmin edici uğraşlar –örneğin sanat eğitimi almak ya da gelecek vaat eden bir işe yatırım yapmak gibi– için de tüketmiş olduğumuz anlamına gelir.
Seyahat minimalist bir hayatın özgürlüğü için mükemmel bir analojidir. Tatile gittiğinizde iki üç ağır valizi peşinizden sürüklemenin nasıl bir eziyet olduğunu bir düşünün. Ne zamandır bu geziyi hayal ediyordunuz ve uçaktan indiğinizde çevrenizi görmek için sabırsızlanıyorsunuz. Durun bakalım. İlkin çantalarınızın dağıtım bandı üzerinde arz-ı endam etmesi için beklemeniz (beklemeniz, daha da beklemeniz) gerekiyor. Sonra bunları havaalanının salonları boyunca sürükleyeceksiniz. Taksi durağına gitmeniz daha iyi olabilir, zira bunları metroda idare etmek neredeyse imkânsız olacaktır. Hemen çevreyi görme fikrini aklınızdan çıkarın – doğrudan otelinize gitmek zorundasınız ki bu devasa yükten kurtulun. En sonunda odaya ulaştığınızda yorgunluktan bitmiş durumdasınız.
Öte yandan minimalizm sizi çevik kılar. Sadece tek bir hafif sırt çantasıyla seyahat ettiğinizi hayal edin – deneyim kesinlikle neşelendiricidir. Hedefinize varırsınız, uçaktan aşağı atlar ve bagajlarını bekleyen kalabalığın arasından şimşek gibi geçersiniz. Sonra bir metro, otobüs ya da otele doğru yürüyüş. Tüm yol boyunca, yabancı bir şehrin görüntülerini, seslerini ve kokularını deneyimlersiniz, her birinin tadına varacak zamanınız ve enerjiniz vardır. Hareketli, esnek ve bir kuş kadar özgürsünüz – müzelere ve turistik mekânlara çantanızla girebilirsiniz ya da kolayca bir emanet dolabına bırakabilirsiniz.
İlk senaryonun tam tersine, yere indiğiniz andan itibaren koşmaya hazırsınız ve öğleden sonrayı –eşyalarınızı sağa sola sürüklemek yerine– çevreyi görerek geçirirsiniz. Otelinize vardığınızda, yaşadığınız bu deneyim sizi daha enerjik ve fazlasına hazır hale getirmiştir.
Eşyalarımıza zincirli olmadığımızda hayatın tadını çıkarabilir, başkalarıyla ilişki kurabilir ve sosyalleşebiliriz. Yeni tecrübelere açık hale geliriz ve fırsatları görüp değerlendirmek için daha becerikli oluruz. Peşimizden sürüklediğimiz bagaj (fiziksel ve zihinsel olarak) ne kadar azsa yaşamaya o kadar zaman kalır.
5. Bağlarınızı Koparın
Zen Budizmi, mutlu olmak için dünyevi bağlarımızdan kurtulmamız gerektiğini öğretir. Gerçekten de meşhur şair Basho iyi bilinen bir şiirinde, evi yandığında Ay’ı daha iyi görmeye başladığını yazmıştı. İşte eşyalarıyla bağlarını koparan birisi!
Bu kadar ileri gitmek zorunda olmasak da, benzer bir bağlantısızlık duygusu geliştirmemizde yarar var. Böyle bir tutum evlerimizi düzenlemeyi ciddi şekilde kolaylaştırır – eşyalarımızı başka yollarla (hırsızlık, sel, yangın ya da doğal felaket gibi) kaybettiğimizde acımızı hafifleteceğini söylemeye gerek bile yok.
Bu nedenle, bu bölümde eşyalarımızın üzerimizdeki kıskaçlarını gevşetmek için zihinsel egzersizler yapacağız. Hedeflerimize ulaşmak için esneme, ısınma hareketleriyle forma girerek önümüzde duran göreve hazırlanacağız. İzleyen sayfalarda minimalist kaslarımızı şekillendirecek ve eşyalarımıza karşı vereceğimiz mücadelede gerekli olan psikolojik gücü ve esnekliği kazanacağız.
Isınmak için kolay bir şeyle başlayalım: Eşyalarımızın olmadığı bir hayatı hayal edelim. Bu çocuk oyuncağı – aslında hayal etmemize gerek yok, hatırlamak yeterli.
Çoğumuz gençlik günlerimizi hayatımızın en mutlu, en tasasız dönemi olarak görürüz. Bir ayakkabı kutusunda (bazen iki üç kişiyle beraber) yaşıyor ve kıt kanaat geçiniyor olsak da. Tasarım giysilere, süslü saatlere ya da elektronik oyuncaklara paramız yetmese de. Sahip olduğumuz her şey birkaç kutuya sığardı ve arabayı sanayiye götürmek, ev bakımı, hatta kuru temizleme konusunda dertlenmezdik. Eşya sosyal hayatımızdan daha az önem taşırdı.
Bu tür bir özgürlük geçmişte kaldı mı diyorsunuz? Hiç de değil. Çoğumuz bu “eşyadan azat” hayatlarımızı yılda bir iki kere canlandırma şansına sahibiz – tatile gittiğimizde. “Tatil” (vacation) kelimesi aslında Latincedeki vacare kelimesinden gelir ve “boş olmak” anlamına gelir. İşte o yüzden hepimiz her şeyden kurtulmak ve tatile gitmek istiyoruz!
Örneğin, gittiğiniz son kampı düşünün. Konfor ve hayatta kalmak için gereken her şeyi çantanızda taşıdınız. Nasıl göründüğünüzü fazla dert etmediniz ve sırtınızdaki giysilerle gayet iyi idare ettiniz. Yemeğinizi açık bir ateşin üzerine koyduğunuz portatif bir tavada pişirdiniz ve bu yemeği tabak, bardak ve çataldan daha teferruatlı olmayan şeylerle yediniz. Barınakların en basiti olan çadırınız sizi sıcak ve kuru tuttu. Minimal mülkiyetiniz ihtiyaçlarınızla uyum içindeydi ve rahatlayarak doğayla sohbet etmek için size bir dünya zaman bıraktı.
O halde neden “gerçek” hayatlarımıza döndüğümüzde çok daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz? Aslında duymuyoruz – bu egzersizlerin amacı da bu zaten. Zamanla farkına varacağız ki çevremizi kuşatan eşyaların çoğu sağlığımız ve mutluluğumuz için pek gerekli değil.
Kaslarınız esnediğine göre çıtayı biraz yükseltelim: Denizaşırı bir yere taşındığınızı farz edin. Ama hemen şehirdeki depolama şirketini aramayın – bu nihai bir hareket. Nasılsa döneceğim diye eşyalarınızı bir kenara saklayamazsınız. Dahası, nesneleri dünyanın diğer tarafına taşımak karmaşık ve masraflı bir iş, bu yüzden onsuz olamayacağınız şeyler dışında ne varsa kurtulmanız lazım.
Evinizdeki her şeyi gözden geçirin ve tam olarak neyi yanınıza alacağınıza karar verin. Eski, haşat olmuş gitarınız elemeleri geçebilecek mi? Ya seramik hayvan koleksiyonunuz? Üç yıl önce aldığınız o çirkin süvetere, on beş dakika giydikten sonra ayağınızı vuran ayakkabılara, miras kalan ama asla sevmediğiniz yağlıboya tabloya değerli kargo alanınızda yer verecek misiniz? Elbette hayır! Harika değil mi? “İzin” çıktığı anda bunlardan kurtulabiliyor olmak olağanüstü.
Tamam, konuya ısındınız, öyleyse daha zor bir soru soralım: Gecenin bir yarısı yangın alarmının yırtıcı çığlığıyla uyandınız. Ortalık duman! Evden dışarı koşarken ne kurtaracağınıza karar vermek için sadece dakikalarınız –belki de saniyeleriniz– var.
Kabul edelim ki burada karar almak için fazla şansınız yok ve içgüdülerinize yaslanmak zorundasınız. Eğer zamanınız varsa, belki bazı önemli dosyaları, aile fotoğrafları albümünü, belki de bilgisayarınızı kaparsınız. Ama muhtemeldir ki kendinizi, ailenizi ve hayvanlarınızı sağ salim dışarı çıkarmak için bütün eşyalarınızı feda edeceksiniz. O anda, geçmişte sizi bütünüyle tüketen o şeyler zırnık önem taşımayacak.
Hayatın büyük resminde eşyalarımızın hiç önemi yoktur.
Bir nefes alıp kalp atışlarımızı yavaşlatalım. Aslında onları gitgide yavaşlatacak, yavaşlatacak, yavaşlatacağız… tamamen durana kadar. Ne?
Düşünmekten ne kadar nefret etsek de dünya üzerindeki günlerimiz bir gün sona erecek ve ne yazık ki o gün sandığımızdan daha yakında olabilir. Ondan sonra ne olacak peki? İnsanlar eşyalarımızı inceleyecek. Evet aynen öyle! Utanıp sıkılamayacak olmamız güzel bir şey zira bu epey utandırıcı olabilir.
Hoşumuza gitsin ya da gitmesin, geride bıraktığımız şeyler mirasımız olur – ve hiçbirimizin çöp toplayıcı olarak anılmak isteyeceğini sanmıyorum. Hafif ve zarafetle yaşamış, sadece temel ihtiyaçlara ve özel birkaç nesneye sahip birisi olarak hatırlanmak istemez miydiniz?
Biraz zaman ayırın ve zihinsel olarak ”malınızı mülkünüzü” sınıflandırın. Eşyalarınız sizin hakkınızda neler söylüyor? Umarım, “Doğrusu, yemek paketi servis kutularına çok düşkündü” ya da “Garip, eski takvimler topladığından haberim yoktu” demiyorlardır. Mirasçılarınıza bir iyilik yapın ve siz göçüp gittikten sonra onları bir ev dolusu ıvır zıvır içinde didinmekten kurtarın. Aksi durumda, öbür dünyadan buraya göz attığınızda muhtemelen büyük bir satış alanında yabancıların “hazinelerinizi” eşelediğini göreceksiniz.
Tamam söz, daha fazla felaket tellallığı yok – bu neşeli bir kitap! Mesele şu, günlük rutinimizden bir sapma (bu bir tatil ya da felaket olabilir) eşyalarımıza farklı bir açıdan bakmamıza yardımcı olur. Bu tür senaryolar bize gösterir ki, hayatın büyük resminde eşyalarımızın hiç önemi yoktur ve bunu kavradığımızda üzerimizdeki etkilerini zayıflatmayı başararak onlardan kurtulmaya hazır (ve istekli) oluruz.
6. İyi Bir Bekçi Olun
İngiliz yazar ve tasarımcı William Morris’in şu sözü benim en sevdiğim minimalist alıntılardan biridir: “Yararlı olduğunu bilmediğiniz ya da güzel olduğuna inanmadığınız hiçbir şeyi evinizde tutmayın.” Bu harikulade bir duygu ama tam olarak nasıl hayata geçirmeli? Nihayetinde, yararsız ya da çirkin şeyleri bilerek evlerimize almıyoruz ama bir şekilde bu pek de istenmeyen şeyler içeri girmenin bir yolunu buluyorlar. Çözüm: iyi bir bekçi olmak.
Kavram son derece düz mantık: Şeyler evlerimize iki yoldan biriyle girer; ya biz satın alırız ya da bize verilirler. Ne düşünürsek düşünelim, kafamızı başka yöne çevirdiğimizde, kendilerine bir sığınak aramak için içeri sıvışmıyorlar. Yoktan var olmadıkları gibi arkamızı döndüğümüzde üremiyorlar da (ataçlar ve plastik yemek kutuları hariç). Ne yazık ki sorumluluk sadece bizim omuzlarımızda: Onları içeri biz alıyoruz.
Sahip olduklarınızı değerlendirdikçe her birine nasıl hayata geldiğini sorun. Siz mi aradınız, parasını verdiniz ve heyecanla evinize ya da dairenize getirdiniz? Chicago’daki o konferanstan ya da Hawaii gezisinden sizi eve kadar takip mi etti? Ya da renkli kâğıt ve nazik bir selamın altında gizlenerek mi içeri sızdı?
Evlerimiz kalelerimizdir ve onları korumak için epey kaynak ayırırız. Haşerat ilaçları sıkarak böcekleri dışarıda tutarız, kirli maddeleri engellemek için hava filtreleri kullanırız ve davetsiz misafirlere karşı alarm sistemleri kurarız. Neyi gözden kaçırıyoruz? Eşya kalabalığını önlemek için bir barikat! Henüz pazarda böyle bir ürün görmediğimden meseleyi kendimiz ele almalıyız.
Ne satın aldığımız konusunda tam bir kontrol sahibi olacak gücümüz var. Bir şey alışveriş arabanıza sızdığında savunmanızı düşürmeyin – aslında yoğun bir sorgulamadan geçmeyen hiçbir şeye kasaya kadar eşlik etmeyin. Her potansiyel satın almadan önce şunları (zihninizde!) sorun: “Evimde bir yeri hak ediyor musun?”, “Evime ne gibi bir değer katacaksın?”, “Hayatımı kolaylaştıracak mısın?”, “Değerinden fazla soruna mı neden olacaksın?”, “Seni koyacak yerim var mı?”, “Seni sonsuza kadar (ya da en azından uzun bir süre) tutmak isteyecek miyim?”, “İstemeyeceksem, senden kurtulmak ne kadar zor olacak?” Son soru beni hatıra eşyalarla dolu bir valizi Japonya’dan eve kadar sürüklemekten kurtardı – çünkü bir şey anılara sahip olduğunda ondan kurtulması epey zor olur.
İşte bakın, o kadar da zor değil. Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce “Neden?” diye sormak. Ama ya sahip olmayı seçmediğimiz –ve çoğunlukla da istemediğimiz– o şeyler? (Hediyeler, eşantiyonlar ve promosyon nesneleri, sözüm size!) Bunları reddetmek zor (ya da kaba) olabilir, yine de evlerimizde bir kez yer bulduklarında tahliyeleri daha da zor olabilir.
Tek yapmamız gereken durmak ve satın almadan önce “Neden?” diye sormak.
En iyi savunma saldırıdır, özellikle de eşantiyonlar söz konusu olduğunda. Bunları nezaketle reddetmeyi öğrenmek değerli bir tekniktir ve sandığınızdan daha fazla işe yarar. Şirket logosu taşıyan magnetleri, kalemleri ve kâğıt ağırlıklarını bırakıp bir kartvizit kabul edin. Alışveriş merkezinde (hey bir dakika – ne yapıyordunuz orada?) kozmetik numunelerini, süpermarketlerde deterjan örneklerini geri çevirin. Bir banka hesabı açtığınızda önerilen tost makinesini reddedin. Bir yolunu bulun ve otellerdeki o ufak losyonları ve şampuanları ait oldukları yerde bırakın. Gerçekten kullanmaya niyetiniz yoksa o minyatür şişelerin dolaplarınızı kalabalıklaştırmasına izin vermeyin.
Diğer yandan hediyeler başka taktikler gerektirir. Size bir hediye sunulduğunda reddetmek seçenekler arasında bile yoktur. Bulduğum en iyi çözüm, bunları nazikçe kabul etmek ama minnettarlığı da abartmamak. (Aksi durumda kesinlikle yenileri gelecektir!) O halde çabalarımızı –kendimizi karşılıklı hediye yarışından kurtararak– yeni hediyelerden kaçınmak ve aldığımız ama istemediklerimizle baş etmek üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Bu çetrefilli araziyi 28. Bölüm’de dolaşacağız.
İyi bir bekçi olmak için evinizi kutsal bir mekân olarak düşünmelisiniz, bir depolama alanı olarak değil. Yolunuza çıkan her başıboş nesneye ev sağlamaya zorunlu değilsiniz. Bunlardan bir tanesi içeri sızmaya ya da aklınızı çelmeye çalıştığında, unutmayın ki giriş izni vermeme hakkına sahipsiniz. Eğer nesne fonksiyon ya da güzellik anlamında hayatınıza değer katmayacaksa “Üzgünüz, Yer Yok” tabelasını asıverin. Basit bir cepheden püskürtme sizi ileride bir ton zahmetten kurtaracaktır.
7. Boş Alanı Kucaklayın
Alıntıları sevdiğinizi umuyorum, çünkü bu bölüme sevdiğim başka bir alıntıyla başlıyorum: “Müzik notalar arasındaki alandır.” Besteci Claude Debussy’nin bu sözlerini ben şöyle yorumluyorum: Güzellik, takdir edilebilmek için belli bir miktar boşluğa ihtiyaç duyar – aksi durumda elinizde sadece kaos ve kakofoni olur.
Kendi amacımıza uygun olarak, bu fikre minimalist bir anlam katacağız ve diyeceğiz ki, “Hayat eşyalarımız arasındaki alandır.” Çok fazla yığılma yaratıcılığımızı boğabilir ve hayatımızın ahengini bozabilir. Ya da tersi, ne kadar çok alanımız varsa o kadar güzel ve ahenk içinde yaşayabiliriz.
Alan: Aslında gerçekte var olan bir şey değildir ama yine de asla yeteri kadar yok gibi görünür. Yokluğu bizi boşu boşuna strese sokar; aslında evlerimizde, dolaplarımızda ve garajlarımızda daha fazla alana sahip olmak için yapamayacağımız şey yoktur. Eskiden daha fazlasına sahip olduğumuzu hatırlarız ve ortadan kaybolmuş olması endişe kaynağıdır. Çevremize bakıp merak ederiz: “Nereye gitti bu?”
Evimize ilk taşındığımız gün nasıl göründüğü hakkında güzel hatıralarımız vardır; bütün bu muhteşem boş mekân! Ama ne oldu? Artık hatırladığımız kadar etkileyici değil evimiz. Doğrusu, alanımız bir yere gitmedi. Nerede bıraktıysak orada duruyor. Değişen alan değil, bizim önceliklerimiz. Dikkatimizi eşyalara o kadar çok verdik ki alanı tamamen unuttuk. Bu ikisinin karşılıklı olarak uzlaşmaz oldukları olgusunu gözden kaçırdık – evlerimize getirdiğimiz her yeni şey için alanımızın bir kısmı ortadan kaybolur. Sorun: Eşyalarımıza alanımızdan daha fazla değer veriyoruz.
Ama işte güzel haber: Alanın kaybedilmesi ne kadar kolay olsa da geri kazanılması da aynı derecede kolaydır. Bir nesneden kurtulun, işte! Alan! Başka bir eşyadan daha kurtulun, işte! Daha fazla alan! Kısa sürede, tüm bu küçük alanlar birbirlerine eklenerek büyük bir alan meydana getirirler ve yeniden ortalıkta gezinebilmeye başlarız. Yeniden keşfedilmiş bu alandan yararlanın ve mutlulukla dans edin!
Akılda tutmamız gereken şey (ve bu nedenle unutması da kolaydır) sahip olabileceğimiz eşyaların miktarının bunları barındırabilecek alanımızla sınırlı olduğudur. Tıkıştırmak, ezmek, itmek ya da çekmek bunu değiştiremez. İsterseniz “sihirli” vakum poşetleri kullanın, onlar bile bir yerlere girmek zorundadır. Öyleyse, eğer küçük bir dairede yaşıyorsanız ya da çok sayıda dolabınız yoksa, eve fazla eşya alamazsınız. Nokta.
İşte güzel haber: Alanın kaybedilmesi ne kadar kolaysa geri kazanılması da aynı derecede kolaydır.
Ve tabii sahip olduğumuz tüm alanı doldurmak zorunda da değiliz. Hatırlayın, alan eşyalara eş (ya da bakış açınıza göre, daha fazla) değere sahiptir. Eğer 400 metrekarelik bir evde yaşıyorsanız, 400 metrekarelik eşya edinmek zorunda değilsiniz. Eğer tam boy bir dolaba sahip olacak kadar şanslıysanız, bunun her santimini kullanmak zorunda değilsiniz. Gerçekten! Aslında bunları yapmazsanız çok daha kolay yaşar ve nefes alırsınız.
Giriş bölümünde bir kabın değeri ve en büyük potansiyeline boş olduğunda sahip olması üstüne kısaca konuşmuştuk. Bir çaydanlıkta çay demlediğimizde, bunu içebilmek için boş bir çay bardağına ihtiyacımız var. Yemek pişirmek istediğimizde, boş bir tencere lazım. Tango yapmak istersek, bunun için de boş bir odaya ihtiyacımız var.
Aynı şekilde, evlerimiz ev hayatımızın kaplarıdır. Dinlenmek, yaratmak ve ailelerimizle oynamak istediğimizde, bunu yapabilmek için boş bir alana ihtiyaç duyarız. Alternatif bir şekilde, evlerimizi hayatlarımız için bir sahne olarak da düşünebiliriz. En iyi performans için, içlerinde hareket edebilmeli ve kendimizi özgürce ifade edebilmeliyiz, dekorlara takılıp düşmenin pek eğlenceli (ya da hoş) olmadığını kabul etmek gerekir.
Aynı şekilde fikirlerimiz için de alana ihtiyacımız vardır – karışık bir oda genellikle karışık bir zihne neden olur. Diyelim ki kanepenizde oturuyor, bir kitap okuyor ya da müzik dinliyorsunuz ve tamamen derin bir düşünce zihninizi ele geçiriyor: Kim bilir, belki de insan doğası hakkında bir sezgi doğdu içinize ya da hayatın anlamını keşfetmek üzeresiniz. Derin düşüncelere dalmış insanlığın gizemlerini çözüyorsunuz ki bakışınız kahve sehpasındaki dergi yığınına ya da köşedeki çamaşır sepetine takılıyor. “Hmm, bununla ilgilenmem gerekir,” diye düşünüyorsunuz, “Acaba akşam yemeğinden önce yetiştirebilir miyim…” Zihniniz ânında bir dönüş yapar ve düşünce zincirini kaybedersiniz – ve onunla beraber büyük bir filozof olarak şöhretinizi de.
Elbette karmaşadan uzak bir çevreyi takdir etmeniz için Aristoteles olmanız gerekmiyor. Daha dünyevi türden faaliyetler bile alan ve yalınlıktan son derece yararlanır. Örneğin, etrafınızda kafanızı karıştırıp dikkatinizi dağıtacak milyon tane ıvır zıvır yokken eşinize ya da bebeğinize tam dikkatinizi vermek çok daha kolaydır.
Aslında, alanın en güzel yönü de budur: Bizim için gerçekten özel olan şeyleri (ve kişileri) spot ışıklarının altına çeker. Eğer çok güzel bir resme sahipseniz, bunu başka bir dekor kalabalığına boğmazsınız – kendisini gösterebilecek kadar yer bırakarak kendi başına asarsınız. Eğer nadide bir vazonuz varsa, bunu çöp yığınının altına gömmezsiniz – kendisine ait bir altlığın üstüne yerleştirirsiniz. Bizim için önem taşıyan şeylere buna denk bir saygıyla davranmalıyız, bu da aslında önemli olmayan ne varsa ortadan kaldırmak anlamına gelir.
Evlerimizde alan yaratarak odak noktasını olması gereken yere geri koyarız: neye sahip olduğumuza değil, ne yaptığımıza. Hayat, eşyalar için tasalanmaya değmeyecek kadar kısa. Yaşlanıp saçlarımız ağardığında, sahip olduğumuz şeyler hakkında değil de onların arasında neler yaptığımız hakkında atıp tutacağız.
8. Sahip Olmadan Tadını Çıkarın
Birisi size –asla satmamanız şartıyla– Mona Lisa’yı önerseydi? Elbette, nefes kesen bir tabloya yirmi dört saat bakma şansınız olurdu ama bir anda insanlığın en büyük hazinelerinden birinin tüm sorumluluğu da sadece sizin omuzlarınıza yüklenirdi. Onu hırsızlardan korumak, toz ve kirden, günışığından uzak tutmak ve ideal ısı ile nemde saklamak hafif bir görev olmazdı. Hiç şüphe yok ki onu görmek için akın eden sanat meraklılarıyla da baş etmek zorunda kalırdınız. Büyük olasılıkla, ona sahip olmaktan kaynaklanacak zevk onu korumanın ve kollamanın yükü tarafından gasp edilecekti. Çok geçmeden o gizemli gülüş o kadar da alımlı görünmeyebilirdi.
Bir daha düşününce, teşekkürler ama hayır – Louvre’da kalmaya devam etsin!
Modern toplumumuzda insanlığın bu kadar çok başyapıtına –onlara sahip olmaya ve bakımlarını üstlenmeye zorunlu olmadan– ulaşabilir olmamız inanılmaz bir şans. Şehirlerimiz o kadar muhteşem sanat, kültür ve eğlence kaynaklarıdır ki kendimize ait dört duvar arasında bunların ürünlerinin yapay benzerlerini yaratmaya ihtiyacımız olmaz.
Bu dersi yıllar önce üniversiteden yeni mezun olduğum günlerde almıştım. Okulda sanat tarihi okumuş ve bir modern sanat galerisinde yarızamanlı çalışmıştım. Onlarca sergi gördüm, düzinelerce monografi okudum ve kendimi tam anlamıyla uzman olarak düşünmeye başladım. Böylece ünlü bir sanatçıya ait bir baskıyı alma şansım doğduğunda fırsatı kaçırmadım. Gençliğimin önemli bir adımıydı – sanat koleksiyoncusu olma yolundaydım.
Elde etmenin zevki, baskıyı uygun şekilde çerçeveletme sorumluluğu (ve masrafı) karşısında biraz azaldı. Sonra bunu nerede sergileyeceğim meselesiyle ilgilenmek zorundaydım. Doğal olarak, bir modern sanat eserinin savaş öncesi yıllardan kalma dairemde nasıl görüneceği konusunda bir an bile düşünmemiştim. Ne de aydınlatma, yansıma ve görüş açısı gibi konuları değerlendirmiştim. En sonunda onu şöminenin üstündeki başköşeye yerleştirdim. Eski tuğla duvarla biraz uyumsuz olsa da dekorumun odak noktası olmasını istiyordum (ne de olsa iyi para ödemiştim).
Bu meseleleri halledince arkama yaslanıp hazinemi hayranlıkla seyredebildim. Bir gün değerli baskımın tam ortasında siyah bir böceğin farkına vardığımda şaşkınlığımı düşünün! Camın altına nasıl girdiğini anlayamadım ama öylece bırakmaktan başka yapacak bir şey yoktu.
Ne olursa olsun baskıyı gururla sergilemeye devam ettim – taşınırken de özenle sarıp sarmaladım ve beraberimde taşıdım. Yeni dairemde duvarlara bir şey asmaya izin verilmiyordu, bu yüzden baskı, zeminde daha az göz alıcı bir yere sahip oldu. Nice taşınmadan sonra onu peşimde sürüklemek ve asacak yer bulmak konusunda kesinlikle daha az heyecan duyar oldum. En sonunda satılmadan önce beş yılını köpüklü poşete sarılmış olarak bir dolabın dibinde geçirdi. O andan itibaren sanatla müzelerin ilgilenmesi gerektiğine karar verdim ve canım istediğinde gidip sanatın tadına vardım.
Aslında “sahip olmadan tadını çıkarmak” minimalist bir ev sahibi olmanın kilit noktalarından biridir. Tipik örnek: mutfak dolaplarımızda tozlanan kapuçino makineleri. Teoride evlerimizin konforu içinde, dumanı tüten köpüklü bir kahve yapabiliyor olmak gayet pratik (ve bir şekilde dekadan) görünür. Gerçekteyse, makineyi ortaya çıkarmak, kurmak ve işimiz bitince temizlemek tam bir eziyettir, üstüne üstlük kahve o kadar da lezzetli değil gibidir. Canımızın çektiği her anda yapabiliyor olmak onu daha az özel kılar. Birkaç kez barista rolüne girdikten sonra, köşedeki kafeye gidip ortama karışırken içkimizi yudumlamanın daha eğlenceli olduğunu fark ederiz.
Minimalist yaşam tarzı peşinde koşarken, dışarıdaki dünyayı meskenimizde yaratma düşüncesinin cazibesine direnmeliyiz. Ev sineması, ev spor salonu, tatil köyü benzeri arka bahçe için ekipman almak (ve bakımını yapmak) yerine sinemaya gidin, koşun ya da mahalledeki parka, havuza gidin. Bu şekilde, bu faaliyetlerin tadını, tüm eşyaları depolamak ve bunlarla ilgilenmek zorunda kalmadan çıkarabilirsiniz.
Minimalist yaşam tarzı peşinde koşarken, dışarıdaki dünyayı evlerimizde yaratma düşüncesinin cazibesine direnmeliyiz.
Eğer hoş şeyler satın almaya özellikle meyilliyseniz, “sahip olmadan tadını çıkarma”yı alışveriş esnasında sloganınız yapın. Cam bir biblonun zarafetinin, antika bir bilezik üstündeki metal işçiliğinin ya da el yapımı bir vazonun renklerinin canlılığının tadına varın – ama bunları eve götürmek yerine vitrinde bırakın. Bunu bir müze ziyareti gibi düşünün: sahip olma olasılığı (ve baskısı) olmadan güzel tasarlanmış nesnelerin güzelliğini ve tasarımını takdir etmek için bir fırsat. Aynı şeyi internette gezinirken yapıyorum ve dürüst olmak gerekirse fotoğraflara bakmaktan, bu parçalara sahip olmaktan alacağım kadar zevk alıyorum.
Minimalist olma yolundaki arayışımızda, evlerimizde ilgimizi ve dikkatimizi gerektiren şeylerin miktarını azaltmak istiyoruz. Şansımıza, bunu başarmak için sayısız olanağımız var – basitçe zevklerimizin ve faaliyetlerimizin bir kısmını kamusal alana taşıyarak. Aslında bunun son derece hoş bir yan etkisi de var. Çünkü –benzer deneyimleri evlerimizde yaratmaya çalışmak yerine– parklarda, müzelerde, sinema salonlarında ve kafelerde takılırken sosyal olarak ve yurttaş olarak daha aktif oluyoruz. Çevremizdeki eşyaların duvarlarını yıkarak, dünyaya karışma ve daha yeni, daha doğrudan ve daha cömert deneyimlerin tadını çıkarma fırsatını buluyoruz.
9. Yeterlinin Hazzı
Tao Te Ching’in yazarı Çinli filozof Lao Tzu şöyle der: “Yeterince sahip olduğunu bilen kişi zengindir.”
Yeterli – uçucu bir kavram. Bir kimse için yeterli olan diğeri için çok az ve bir başkası için çok fazladır. Temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için yeterince yiyeceğimiz, suyumuz, giysimiz ve barınağımız olduğu konusunda çoğumuz hemfikirizdir. Ve bu kitabı okuyan herhangi bir kişi muhtemelen yeterince eşyası olduğunu da hissediyordur. Peki neden hâlâ satın alma ve daha çoğuna sahip olma dürtüsünü duyuyoruz?
“Yeterli” kelimesini daha yakından inceleyelim. Sözlükte “istek ya da ihtiyaca uygun; amaç ya da arzuyu tatmin için kâfi” olarak tanımlanıyor. Ah işte sorun burada: İhtiyaçlarımızı tatmin etmiş olsak bile, istek ve arzularımız konusu var. “Yeterli”nin hazzını deneyimleyebilmek için odaklanmamız gereken yer de burası. Son derece basit aslında: Mutluluk sahip olduğunuzu istemektir. İstekleriniz sahip olduklarınız tarafından tatmin olduğunda daha fazlasını elde etmeye gerek kalmaz. Ama istekler sinir bozucu haşaratlar olabilirler ve kontrol altına almak için, onları güdüleyen şeyi anlamak gerekir.
Bir dağ başında, televizyon, internet, dergi ya da gazete olmadan yaşadığımızı hayal edelim. Basitçe yaşıyor olabiliriz ama sahip olduklarımızla tamamen tatmin olmuş durumdayızdır. Aç açıkta değiliz, doğa koşullarından korunuyoruz. Kısacası yeterince şeye sahibiz. Sonra bir gün bir aile yanı başımıza bizimkinden daha büyük ve daha çok şeyle dolu bir ev diker. Aniden bizim “yeterli”miz pek de öyle görünmemeye başlar. Sonra başka aileler taşınır, hepsinin değişik türde evleri, arabaları ve eşyaları vardır; vay canına, ne kadar eşyaya sahip olmadığımızı hiç anlayamamışız! Bir uydu bağlantısı televizyon ve internet getirir, zengin ve meşhur kişilerin savurgan hayatlarını görürüz. Hâlâ eskiden neyimiz varsa onlara sahibizdir –şu âna kadar bunlarla tamamen tatmin olmuş durumdaydık– ama artık yoksunluk duygusundan kendimizi kurtaramayız.
Ne oldu? Komşumuzla aşık atmanın klasik açmazına düştük. Aniden, “yeterli”yi nesnel ölçütlerle değil de (evimiz ailemiz için yeterli midir?) gayet görece ölçütlerle (evimiz yandaki kadar güzel, büyük ya da yeni midir?) değerlendirir olduk. Daha da kötüsü, sorun karmaşıktır çünkü çıta hareket halindedir, bir kez komşulardan birinin seviyesine ulaştık mı, diğerine gözümüzü dikeriz. Kabul edelim: Her zaman bizden daha fazlasına sahip birisi olacaktır. Bu yüzden dünyanın en zengin insanı olacağımıza gerçekten inanmadığımız sürece, “refahımızı” başkalarına göre tanımlamaya çalışmak boşa kürek çekmektir. Komik olansa, milyarderlerin bile bundan muaf olmadıklarıdır, birbirlerinin yatlarını uzunluk açısından geçmeye çalıştıkları iyi bilinir. Eğer eşyalardan tatmin olma duygusu en yüksek seviyelerde bile erişilemez bir şeyse, mesele nedir?
Meselenin özü, bir kez temel ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra mutluluğumuzun sahip olduğumuz eşyanın miktarıyla ilgisinin olmamasıdır. Bu noktanın ötesinde, ek şeyler tüketmenin marjinal yararı (ya da tatmini) hızla azalır ve ekonomistlerin “doyum noktası” adını verdikleri noktada aslında tersine döner. (Belki de bu, elinizdeki kitabı okuma nedeninizdir!) “Daha fazla”nın sıklıkla bizi tatmin edememesinin nedeni de budur – hatta bazı durumlarda bizi daha mutsuz bile kılabilir. Tüketimde üstünlük sağlama çabası bu nedenle üçkâğıtçılıktır; tek kazananlar tüketim nesnelerini üreten şirketlerdir. Eğer insanlar “daha fazla”nın peşinde koşmaktan tamamen vazgeçselerdi aslında daha mutlu, daha sakin ve daha tatmin olmuş hale gelirdik.
Bir değerbilirlik tutumu geliştirmek, minimalist bir yaşam tarzına varmakta son derece yararlıdır. Hayatlarımızdaki bolluğu kabul eder ve sahip olduklarımızı takdir edersek daha fazlasını istemeyiz. Basitçe, sahip olmadıklarımızdan ziyade sahip olduklarımıza odaklanmalıyız. Eğer karşılaştırmalar yapacaksak, hem küresel hem de yerel olarak düşünmeliyiz, merdivenin hem alt hem de üst basamaklarına bakmalıyız. Ülkemizdeki daha varlıklılarla karşılaştırınca kendimizi yoksun gibi hissetsek de, dünyanın diğer kısımlarındakilerle karşılaştırınca kraliyet ailesinin mensupları gibi yaşamaktayız.
İstekleriniz sahip olduklarınız tarafından tatmin olduğunda daha fazlasını elde etmeye gerek kalmaz.
Evimde sadece bir banyo olduğundan kendimi hoşnutsuz hissederdim. Doğanın çağrısını duyduğunuzda tuvalette birinin olması ne kadar da sıkıntılı bir durum. Yatıya kalan misafirlerle paylaşmak ne kadar acayip! Sonra bir gün harika bir kitap geçti elime: Peter Menzel’in Maddi Dünya: Global Aile Portresi kitabı. Dünyanın her köşesinden “ortalama” aileleri, evlerinin önünde, etraflarında tüm sahip olduklarıyla fotoğraflanmış olarak gösteriyordu. Eğer kendinizi birazcık yoksun hissederseniz bu kitabı açın. Kimi insanların ne kadar aza sahip olduklarını görmek gerçekten uyandırıcı. Öğrendiğim şeylerden biri, evlerin içindeki tesisat sisteminin bazı bölgelerde nadiren rastlanan bir şey olduğu. Görece refahım hakkında bana yeni bir bakış açısı verdi ve bir banyom olduğu için aslında ne kadar şanslı olduğumu kavradım.
Artık dünyanın neresinde durduğumuz konusunda (ve sadece şöhretlerle ya da komşularımızla karşılaştırarak da değil) daha iyi bir kavrayışa sahip olduğumuza göre, “yeterli” konusundaki tartışmamızı küçük bir egzersizle toparlayalım. Gayet doğrudan bir egzersiz; tek ihtiyaç duyduğunuz şey kâğıt ve kalem (ya da isterseniz bir bilgisayar). Hazır mısınız? Evinizde dolaşın ve sahip olduğunuz her şeyin bir listesini yapın. Kimilerinizin bu sayfaya inanmayan gözlerle baktığınızdan eminim, ama hayır, şaka yapmıyorum. Evinizde duran her bir kitabın, tabağın, çatalın, gömleğin, ayakkabının, çarşafın, kalemin, ıvır zıvırın –kısacası her bir nesnenin– listesini yapın. Çok mu zor? Sadece bir oda için yapmaya çalışın. Hâlâ mı zor? Tek bir çekmeceye ne dersiniz? Çok bunaltıcı değil mi? Yeterince şeye sahip olmadığınızı hâlâ hissediyor musunuz?
10. Basit Yaşayın
Mahatma Gandhi, “Basit yaşayın ki başkaları da basitçe yaşayabilsin” demişti. Minimalist olmak için oldukça özendirici.
Küresel düşünmeye başladığımıza göre şunu ele alalım: Dünyayı yedi milyar başka insanla paylaşıyoruz. Alanımız ve kaynaklarımız sınırlı. Devam etmek için yeterli yiyecek, su, toprak ve enerji olmasını nasıl garanti altına alabiliriz? İhtiyacımız olandan fazlasını kullanmayarak. Çünkü aldığımız her “fazlalık”tan, bir başkası (şimdi ya da gelecekte) mahrum olacak. Bu “fazlalık” kendi refahımıza ciddi bir katkı sağlamayabilir ama bir başkası için bu bir ölüm kalım meselesi olabilir.
Bir vakumda yaşamadığımızı kavramamız gerekiyor – eylemlerimizin sonuçları dalga gibi dünyaya yayılır. Eğer bir başkasının susuzluk çekmesi anlamına geleceğini bilseniz, dişinizi fırçalarken suyu akıtmaya devam eder misiniz? Petrol sıkıntısının dünyaya yoksulluk ve kaos getireceğini bilseniz hâlâ benzin oburu bir otomobil kullanır mısınız? Ormansızlaştırmanın etkilerine birinci elden tanık olsanız hâlâ aşırı büyük bir ev inşa eder misiniz? Eğer yaşam tarzlarımızın sonuçlarını anlarsak belki de daha hafif yaşayabiliriz.
Tüketiciler olarak tercihlerimiz çevreyi doğrudan etkiliyor. Satın aldığımız her nesne, yiyecekten televizyona, otomobile kadar, dünyanın ödeneklerinden bir kısmını kullanır. Tüm bu eşyaları üretmek için sadece enerji ve doğal kaynaklar gerekmiyor, bunlardan kurtulmak da aynı zamanda ciddi bir sıkıntı. Torunlarımızın devasa atık alanları arasında yaşamalarını gerçekten istiyor muyuz? Ne kadar azla idare edersek, herkes (ve gezegenimiz) için o kadar iyi olacak. Bu nedenle tüketimimizi olabildiğince azaltmalıyız ve minimal, doğada çözünen ya da geridönüşümlü ürünleri tercih etmeliyiz.
Satın aldıklarımız başka insanları da etkiler. Ne yazık ki küresel dış kaynak kullanımı üretimin, işgücünün ucuz ve yönetmeliklerin zayıf olduğu yerlere kaymasına neden oldu. Ne zaman bir şey satın alsak, nerede ve kimin tarafından imal edildiğini değerlendirmemiz gerekiyor. Dünyanın öbür ucundaki insanlar, biz yeni bir kot pantolon alabilelim diye adaletsiz, güvenliksiz ya da insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm olmamalı ya da yeni bir kanepemiz olsun diye havaları ve suları kirletilmemeli. Üretimi, üreticilerin hayatlarını ve topluluklarını tahrip etmekten çok zenginleştiren ürünleri arayıp bulmalıyız.
Elbette satın aldığımız her bir malın etkisini hesaplamak pratik olarak imkânsız. Elimizden geldiğince kendimizi eğitmeliyiz ama tek bir satın alma için bile gereken yeterli bilgiyi toparlamak aylar sürebilir. Şansımıza bu konuda kestirme bir yol bulabilir ve hâlâ kişisel tüketimimizin ayak izlerini en aza indirebiliriz: yerel, kullanılmış ve daha az satın alarak.
Dünyayı kurtarmak için tüketimimizi azalttığımızda evlerimiz temiz, huzurlu ve kalabalıktan arınmış kalacaktır!
Yerel ürünleri satın almanın ciddi etik, çevresel ve ekonomik yararları var. İlk olarak, bu ürünlerin adil ve insani çalışma koşullarında üretilmiş olma şansını yükseltir; Main Caddesi’ndeki vitrinin gerisinde merdiven altı bir atölye bulma ihtimaliniz pek yüksek değil. İkinci olarak, uzun mesafe taşımacılığını önleyerek devasa miktarlarda enerji tasarruf edilmesini sağlar, birkaç kilometre yol alan ürünler dünyaya karşı daha naziktir. Ve üçüncüsü, kendi değerlerimizi paylaşan işyerlerini desteklememize, yerel iş olanakları yaratmamıza ve kendi topluluklarımıza yatırım yapmamıza yardımcı olurlar.
İkinci el kullanmak, dünyanın kaynaklarını daha fazla tüketmeden ihtiyaç duyduğumuz şeyleri satın almamızı sağlar. Var olan bir şey işimizi görecekse neden ürün ve enerji harcayalım? Mobilya, çeşitli aletler, elektronik eşyalar, giysi, kitap, oyuncak ve daha nice şey için alışveriş merkezine gidene kadar ikinci el pazarına gidin. İndirim mağazaları, gazete ilanları ve eBay, Craiglist, Freecycle gibi web siteleri tamamen iyi durumda kullanılmış eşyalar için define sandığı gibidirler. Bir şeyin ikinci (ya da üçüncü, dördüncü) sahibi olmaktan gurur duyun – bu, ihtiyaçlarınızı karşılamanın ekonomik olarak bilgece, çevre dostu bir yoludur.
Dünyanın öbür ucundaki insanlar, biz yeni bir kot pantolon alabilelim diye adaletsiz, güvenliksiz ya da insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm olmamalı ya da yeni bir kanepemiz olsun diye havaları ve suları kirletilmemeli.
Son olarak, saha az satın almak minimalist yaşam tarzımızın mihenk taşıdır. Alışverişlerimizi temel olanlarla sınırlamak, tüketimimizin etkilerini azaltmanın en iyi yoludur. Böyle yaparak, bireyler olarak daha az kaynak tüketiminden, sıkıntıdan ve atıktan sorumlu olmamızı garanti altına almış oluruz. Eğer gerçekten yeni bir çift ayakkabıya ya da süvetere ihtiyacımız yoksa, sadece modanın hatırına bunları almayalım yeter. Bunların üretimi için gereken kaynakları, içinde üretildikleri fabrikaları, dünyanın dört köşesine taşınmalarının maliyetini ve atık hale geldiklerindeki nihai etkiyi düşünelim. Satın alma kararlarımızı –rengini beğenmemiz ya da bunu bir reklamda görmüş olmamız yerine– ihtiyaçlarımız ve bir ürünün tüm yaşam döngüsü üzerine temellendirelim.
Ek bir bonus olarak, böyle bir felsefe diğer minimalist hedeflerimizi gerçekleştirmemize de yardımcı olur, zira dünyayı kurtarmak için tüketimimizi azalttığımızda evlerimiz temiz, huzurlu ve kalabalıktan arınmış kalacaktır!
İKİNCİ BÖLÜM
Streamline
Minimalist bir düşünce yapısı oluşturabildiğimize göre, bu yeni tutumumuzu pratiğe geçirmeye hazırız demektir. Sonraki bölümler STREAMLINE[1 - STREAMLINE yöntemi şu alt başlıkların baş harflerinin bir araya getirilmesinden türetilmiştir: Start Over, Trash, treasury, transfer, Reason for each item, Everything in its place, All surfaces clear, Modules, Limits, If one comes in, one goes out, Narrow down, Everyday maintenance. (e.n.)] yönteminin ana hatlarını çizer: evlerimizi kalabalıktan kurtarmak ve öyle tutmak için on sağlam teknik. Bunları kullanmak ve hatırlamak kolaydır – Streamline sözcüğünün her harfi temizlik sürecimizde bir adımı temsil eder. Bunları bir kez içimize sindirdiğimizde bizi hiçbir şey durduramaz!
11. Sil Baştan
Bir işin en zor kısmı nereden başlayacağınızı bilebilmektir. Evlerimizde etrafımıza baktığımızda, her yerde eşya yığını görürüz – köşelerde, dolaplarda, çekmecelerde, şifoniyerlerde, kilerlerde, tezgâhlarda ve raflarda. Ayrıca bodruma, tavan arasına, garaja ve depolama alanlarına gizlenmiş eşyalarımız da olabilir; gözümüzün önünde olmasalar da zihnimizde yer işgal ettikleri kesindir. Eğer bunalmış durumdaysanız umutsuzluğa düşmeyin, yalnız değilsiniz.
Bazen öyle görünür ki doğanın ya da olağanüstü koşulların gücüne sahip olmayan hiçbir şey evlerimizi bu kalabalıktan kurtaramaz. Ne yazık ki temizlik bir anda olup biten değil, yavaşça ve bilinçli olarak üstünde çalışmamız gereken bir şey. İyi haberse şu: Havaya girdikçe bu konuda daha becerikli hale geliriz ve ister inanın ister inanmayın, bir eğlenceye dönüşür!
Doğrusu, atılacaklarla dolu ilk torbayı kapının önüne koyduğumda içimde uyanan şevki hiç beklemiyordum. Sıkıcı ve meşakkatli bir iş olmasını beklediğim şey neşeli bir faaliyete döndü. Ânında bağımlı oldum. Sabah ayırdım, akşam ayırdım, hafta sonlarında ayırdım; rüyalarımda (gerçekten!) ayırdım. Ayırmadığım zamanlardaysa gelecek sefer neleri temizleyebileceğimi planlıyordum. Sanki fiziksel olarak bir ağırlığın omuzlarımdan kalktığını hissediyordum. Özellikle verimli geçen bir temizlikten sonra yeni boş alanımda, yüzümde koca bir sırıtmayla fır dönüyordum. (Bunun eğlenceli olacağını söylemiştim!)
Başlamadan önce, evimize ya da dairemize ilk taşındığımız günü düşünelim. Bu duvarların arasında hayatın nasıl olacağını hayal ederek çıplak odalarda dolaştık. Tek bir kutu bile açılmadan önce alanı duyumsamak nasıl muhteşem bir duyguydu! Boş ve potansiyel dolu, kendimize has özel dokunuşlarla kişiselleştirilebilecek güzel beyaz bir kanvastı. Temiz bir sayfa düşüncesinin tadını çıkardık – taze bir başlangıçla doğru şeyleri yapabilmek ne büyük fırsattı.
Paketleri yavaşça ve sistemli şekilde açmaya, her bir nesnenin kendi özel yerini bulmaya ve buraya ait olmayan her şeyden kurtulmaya söz verdik. Her şeyi mükemmel bir düzene koymaya can atıyorduk. Ama hayat yolumuza çıktı: yeni bir işe başlamak, çocukları okula hazırlamak, misafirleri ağırlamak ya da hoş geldiniz partisi için ortalığa çekidüzen vermek zorunda kaldık. Her şeyi hızlıca, günlük hayata en az engel olacak şekilde yerleştirmek gerekiyordu ve her bir eşyanın değerini hesaplayacak zamanımız yoktu. Elimizden geldiğince eşyalarımızı yerleştirdikten sonra boş kutuları bodruma attık.
Pekâlâ, bu bizim Sil Baştan fırsatımız. Müştemilatları boşaltmayacak ya da evlerimizin içini ön bahçelere yığmayacağız. Sadece taşınma gününü tekrar edeceğiz – ama aceleye getirmeden, devasa işi küçük parçalara böleceğiz. Evlerimizin her bir kısmı için taze bir başlangıç planlayacağız. Çok basitçe, belli bir anda –bir oda kadar büyük ya da bir çekmece kadar küçük– tek bir bölümü ele alacağız ve Sil Baştan yapacağız, sanki bugün ilk taşındığımız günmüş gibi.
Sil Baştan yapmanın anahtarı saptanan bölümdeki her şeyi dışarı çıkarmaktır. Bu eğer bir çekmeceyse, tersyüz edin ve içindekileri yere dökün. Eğer bir dolapsa, onu çıplak askılar, çubuklar ve raflar kalana kadar soyun. Eğer bir hobi malzemeleri kutusuysa, hepsini saçın. Tek seferde bir odayı ele almak biraz daha zahmetlidir, zira kaldırdığınız bütün eşyaları koyacak yere ihtiyacınız olur; en uygunu yakın bir odadır ve boşalttıklarınızı geri koyarken sizi fazla yürümekten ya da merdiven inip çıkmaktan kurtarır. Eğer bu mümkün değilse, ön avluyu, arka bahçeyi ya da bodrumu geçici bir depolama alanı olarak kullanmayı düşünün; eşyaları gerisingeriye söz konusu odaya sürüklemenin zahmeti belki de ihtiyacınız olan caydırıcı etkendir.
Üstünde çalıştığınız bölümü tamamen boşaltmanın önemini ne kadar vurgulasam azdır. Belli şeyleri belli yerlerde görmeye o kadar alışırız ki, sanki orada olma hakkını kazanmışlar gibidir (oraya ait olsalar da olmasalar da). “Onların kalacağını biliyorum, bu yüzden şimdilik orada bırakacağım ve çevresinde çalışacağım – eğer tekrar geri koyacaksam dışarı çıkarmanın ne anlamı var ki?” demek çok cezbedicidir.
Ayırmayı neyi atacağınıza karar vermekten daha çok neyi tutacağınıza karar vermek olarak düşünürseniz, çok daha kolay bir şey haline gelir.
Hayır, her şeyi dışarı çıkarın – her bir eşyayı. Bazen bir şeyi alışılagelmiş yerinin dışında görmek –ve o yerin o olmadan ne kadar güzel olduğunu fark etmek– o eşya konusundaki bakış açınızı tamamen değiştirecektir. Hatırlayamadığınız bir zamandan beri oturma odanızın bir köşesinde duran kırık sandalye sanki o mekânda bir hak elde etmiştir; ailenin bir ferdi gibidir ve onu yerinden kıpırdatmak sadakatsizlik (hatta kutsal bir şeye karşı saygısızlık) gibi görünür. Ama bir kez üzerinde parıldayan gün ışığıyla kendisini arka bahçede bulunca, eski, kırık bir sandalyeden başka bir şey olmaz. Kim o şeyi evine getirmek ister ki? Özellikle de durduğu köşe şimdi o kadar temiz ve ferah görünürken…
Ayırmayı neyi atacağınıza karar vermekten daha çok neyi tutacağınıza karar vermek olarak düşünürseniz, çok daha kolay bir şey haline gelir. Sil Baştan yapmanın –her şeyi boşaltıp sonra teker teker geri koymanın– bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Gerçekten sevdiğiniz ve ihtiyaç duyduğunuz şeyi seçmektesiniz ve korunacak şeyleri seçmek atılacak şeyleri seçmekten daha eğlencelidir. Bir sanat müzesindeki küratör boş bir galeriyle işe başlar ve mekânı güzelleştirecek en iyi eserleri seçer. Sil Baştan yapmak bizi pekâlâ evlerimizin küratörleri haline getirir. Hangi nesnelerin hayatımızı zenginleştirdiğine karar verecek ve sadece onları mekânımıza geri koyacağız.
Unutmayın, çevremizi sarmaları için seçtiğimiz şeyler bizim hikâyemizi anlatır. Umalım ki bu “Ben geçmişte yaşamayı seçiyorum” ya da “Başladığım işleri bitiremem” olmasın. Tersine, şöyle bir şeyi hedefleyelim, “Hafif ve zarif şekilde yaşıyorum, sadece fonksiyonel ya da güzel bulduğum nesnelerle beraber.”
12. Çöp, Hazine ya da Transfer
Artık eşyalarımızı dışarı attığımıza göre, onları ayırmak ve ne yapacağımıza karar vermek durumundayız. Eşyalarımızı üç kategoriye ayıracağız: Çöp, Hazine ve Transfer. Birincisi için büyük, sağlam bir çöp torbası alın (eğer tek bir çekmece üstünde çalışıyorsanız, küçük bir çöp torbası da işinizi görür). Diğer ikisi için kutu, branda ya da üstünde çalıştığınız alanda ne uygunsa onu kullanın.
Fazladan bir kutuyu da el altında bulundurun; buna Hemen Karar Verilemeyenler adını vereceğiz. Eşyalarınızı ayırırken saklamak istediğinizden emin olmadığınız, ancak ayrılmayı da henüz göze alamadığınız şeylerle karşılaşacaksınız. Belki de bu konuyu düşünmek için sadece biraz daha fazla zamana ihtiyacınız var. Birkaç numaracı nesnenin sizi yolunuzdan alıkoymasını ya da hızınızı kesmesini istemezsiniz, bu yüzden herhangi bir şey hakkında çabuk karara varamazsanız onu şimdilik buraya koyun. Daha sonra tekrar ele alıp bir yığına aktarabilirsiniz.
Doğruya doğru, başka değerlendirmelerden sonra bile tepeleme dolu bir Karar Verilemeyenler kutusuyla baş başa kalabilirsiniz. Bu kutuyu geçici bir depolama alanına koyacaksınız: bodruma, tavan arasına, garaja ya da bir dolabın dip kısmına. Eğer altı ay (ya da bir yıl) sonra herhangi bir şeyi almak için onu açmadıysanız, en sevdiğiniz hayır kurumuna götürün. Bu kutu son çare olarak kullanılmalıdır – zor kararlardan kaçınmanın mazereti olarak değil. Mesele bu nesneleri kurtarmak değil, alanınızı istediğinizden emin olmadığınız eşyalardan kurtarmaktır.
Öyleyse Çöp ile başlayalım: Bunu bilmek zor değil. Alenen çöp olan her şeyi atın, yiyecek paketleri, lekeli ya da yırtık kumaşlar, son kullanım süresi geçmiş kozmetik ve ilaçlar, bozulmuş yiyecekler, çalışmayan kalemler, eski takvimler, gazeteler, ilanlar ve broşürler, gereksiz postalar, tekrar kullanılamayan şişeler ve kaplar ve tamir edilemeyecek ya da tamir etmeye değmeyecek arızalı şeyler. Eğer Goodwill[2 - Goodwill Industries International Inc., engelli kişilere iş eğitimi, işe yerleştirme hizmetleri ve diğer toplum odaklı programlar sağlayan ve kâr amacı gütmeyen bir kuruluş. Eski eşyaları ihtiyacı olanlara satmak üzere satın alır. Satılamayacak durumda olanları kabul etmez. (e.n.)] için yeterince iyi değilse, bu yığına aittir.
“Atın” dediğimde “mümkünse geridönüşüm”e verin demek istediğimi bildiğinizden eminim. Şeyleri çöpe atmak kolay olsa da, çevreyi de aklımızda tutmalıyız. Herhangi birimizin gelecek yüz yıl boyunca bir atık alanında duracak bir şeyin sorumluluğunu almak istemeyeceğinden eminim. Bu yüzden iyi karmadan yana olun ve mümkün olan her şeyi geridönüşüme verin: Çoğu belediye karton, kâğıt, cam, metal ve bazı plastikleri kabul edecektir. Elbette herhangi bir şeyi atmadan önce başka birisinin bunu kullanıp kullanamayacağını değerlendirin, eğer kullanılabilme olasılığı varsa onu Transfer yığınına koyun. Bir şeyi iyi bir eve göndermek her zaman bir atık alanına ya da geridönüşüm merkezine göndermekten iyidir – biraz daha fazla zaman ve çaba gerektirse bile. Satın aldığımız şeylerin, uygun şekilde imhaları da dahil, tüm yaşam döngüleri için sorumluluk almalıyız. Alışveriş yaparken bu konulara dikkat edin – aslında bu, dürtüsel satın almaları frenlemek için etkili bir yoldur.
Hazine yığını saklayacağınız nesneler içindir ve sadece adının ima ettiği şeyleri içermelidir: güzellikleri ya da fonksiyonları nedeniyle gerçekten değer verdiğiniz şeyler. Eğer bir şeyi bir yıl boyunca kullanmadıysanız muhtemelen buraya ait değildir. Bunu daha iyi kullanabilecek birisine vermeyi düşünün ya da ondan ayrılmakta çok zorluk yaşıyorsanız Hemen Karar Verilemeyenler kutusuna koyun. Kullanılmayan eşyalara değerli alanımızı vakfetmek istemiyoruz, bu alanı iyi şeylere ayırmak istiyoruz! Süs eşyaları, koleksiyonlar ve diğer dekoratif malzemeler için de aynısı: Eğer bunları gururla ve alenen sergilemiyorsanız ve varlıklarından gerçek bir zevk almıyorsanız, onları hak ettikleri ilgiyi görecekleri yeni bir eve gönderin.
Son olarak Transfer yığınını tartışalım. Artık sizin için iyi olmayan tüm mükemmel durumdaki nesneler buraya aittirler. Onları göndermekten suçluluk duymayın, onları özgür bırakın ve hayatta yeni bir şans tanıyın. Her şeyden önce, bir gün “ihtiyacınız olabileceği” gerekçesiyle bir şeye tutunma dürtüsüne direnin – eğer henüz ona ihtiyacınız olmadıysa muhtemelen hiç olmayacaktır. Eğer tesadüfen ihtiyaç duyarsanız durduğu yeri bulabilir misiniz? Bulsanız kullanılır durumda olacak mı? Ya da muhtemelen koşup yepyeni bir tane alır mısınız? Eğer kolayca bulunabilir ya da yeri doldurulabilirse, başkasının onu şimdi kullanması hiç gelmemesi olası bir güne kadar bir köşede durmasından iyidir.
Tasnif ettikçe, Transfer yığınını Ver ve Sat bölümlerine ayırın. Cömert olun! Kullanılmadan ve sevilmeden evinizde öylece duran şey, bir başkasına büyük bir mutluluk getirebilir. Onları sevindirin ve kendinizi tebrik edin. İyi bir şey yapıyor olduğunuzu bilmek eşyalarınızdan ayrılmayı çok daha kolay kılabilir. Eğer bir nesne için özel bir alıcı aklınızda yoksa Freecycle’da[3 - Freecycle aslında bir Yahoo e-posta grubudur. Geridönüşüme, kaynakların sınırlı olmasına inanan bireylerin, ellerinde fazla olan pek çok şeyi, isteyenlere karşılıksız olarak vermelerine dayalı bir sistemdir. Tüm üyeler eşyalarını burada sunabilir ya da aradıkları eşya için istekte bulunabilirler. Türkiye grubuna ulaşmak için: https://groups.yahoo.com/neo/groups/freecycleistanbul/info (e.n.)] duyuru yapın. Vereceğiniz şeylerin bir listesini yapın, ilgilenenler sizinle iletişime geçecektir. Ya da nadiren kullanılan nesneleri onları daha fazla kullanacak birilerine –örneğin elektrikli testerenizi ağaç işleri yapan komşunuza ya da dikiş makinenizi terzi kuzeninize– lazım olduğunda ödünç alabilme şartıyla verin.
Kullanılmadan ve sevilmeden evinizde öylece duran şey, bir başkasına büyük bir mutluluk getirebilir.
Merak etmeyin, eşyalarınızı evlatlık vermek için haftalar harcamanız gerekmez. Eğer onlara özel yuvalar bulmaya zamanınız ya da isteğiniz yoksa, hayır dernekleri geniş bir eşya grubunu kabul edecektir. Goodwill, The Salvation Army, The Red Cross, dini kurumlar, evsiz barınakları, aile içi şiddet barınakları, tasarruf mağazaları ve huzurevleri, bağışlarınızı en çok ihtiyacı olanlara dağıtmak için gereken donanıma sahiptirler. Döküntüleriniz kendi topluluğunuz içinde de bir dünya iyilik yapabilir: Kitapları yerel kütüphanenize, ofis malzemelerini çocuklarınızın okuluna, evcil hayvan ürünlerini hayvan barınaklarına ve iş giysilerini Dress for Success’e vermeyi düşünün. Cömertliğiniz için vergi indirimi elde etmeniz de mümkündür, bu nedenle bağışlanan şeylerin ve değerlerinin bir listesini tutun ve kurumdan bir makbuz alın.
Eşyalarınızı satmak da ayrılık acısını hafifletebilir. Bazen paranızın bir kısmını (ya da tamamını) geri alabildiğinizde bir şeyle yollarınızı ayırmak çok daha kolaydır. Aslında para eşyanın kendisinden daha fazla mutluluk da getirebilir! Geleneksel olanlardan ileri teknoloji ürünü olanlara kadar gereksiz mallarınızı satmanıza aracılık edecek çok sayıda outlet mağazası vardır. Eğer döküntüleriniz yükte ağır pahada hafif cinstense, bir garaj ya da satış alanı kiralayın ya da onları aracılık yoluyla satan mağazalara yollayın. Daha özgün ya da pahalı eşyaları, koleksiyonları elden çıkarmak için internete başvurun: Craiglist gibi çevrimiçi ilan sitelerini ya da eBay gibi açıkartırma sitelerini deneyin. Kullanılmış kitapları, CD-DVD’leri, bilgisayar oyunlarını ve başka şeyleri de internette satabilirsiniz.
Artık tasnif sisteminizi kurduğunuza ve neyin nereye ait olduğunu bildiğinize göre, eşya temizleme işine koyulabilirsiniz. Bir lazer ışını gibi odaklanın ve Sil Baştan yapmak için seçtiğiniz çekmeceyi, dolabı ya da odayı temizleyin. Eğlenin, canlandırıcı bir müzik koyun, yığınların etrafında dans edin ve döküntülerinize hoşça kal öpücüğü verin! Bir kez her bir nesneye bir kategori atadığınızda, o Çöp ve Transfer yığınları evden dışarı tek yön bilet alır – ve siz sadece Hazinelerinizle yaşamaya çok daha yakın olursunuz.
13. Her Eşya İçin Gerekçe
Eşyalarınızı tasnif ederken, Hazine yığınınıza giden her şeyi tek tek durdurup sorgulayın. Hiçbir şey serbest geçiş iznini almamalı! Bekçi şapkanızı takın ve her bir nesneyi kabul mülakatına alın. Evinize ait olmak için iyi bir gerekçeye sahip olduğundan emin olun: Onu sık kullanıyorsunuz, hayatınızı kolaylaştırıyor, güzel buluyorsunuz, yenisini bulmak zor olabilir, çok fonksiyonu var, size zaman tasarrufu sağlıyor, mirasınızın ya da ailenizin değerli bir parçası. Sadece yolunu kaybetmesi (bir iş toplantısından sizi eve kadar takip eden büyük el çantası) ya da başka bir evden gelip sığınma başvurusu yapması (kız kardeşinizin size yıktığı sofra takımı) ona giriş izni sağlamaz. İkamet alabilmek için olumlu bir katkısının olması lazım.
Bazı eşyalar evinizde kalabilmek için güçlü referanslara sahiptir ancak zaten sahip olduğunuz bir şeyle aynıdırlar (ya da ona çok benzerler). Öncelikle, nasıl oldu da bazı eşyaların farklı versiyonları evinize girebildi? Bazıları hediye olabilir ama diğerleri muhtemelen başka bir şeyin yerine alındılar. Ya da şöyle söyleyelim, yeni bir şey satın aldınız ama eskisini de atmadınız. Yeni bir televizyon aldınız ve eskisini yatak odasına koydunuz; yeni bir yemek masası aldınız ve eskisini bodrumda sakladınız; yeni bir ayakkabı aldınız ve eskimiş olan yağmurlu günler için tuttunuz. En iyi olanı ayırın ve gerisini atın.
Diğer çok sayıdaki şeyler toplu satılan şeylerdir: ataçlar, naylon bantlar ve tokalar akla gelir. Ve bazıları –kalemler, düğmeler ve çengelliiğneler gibi– kendi kendilerine çoğalıyora benzerler. Bu fazlalıklar zamanın sonuna kadar, hiçbir soru sorulmadan bir çekmecenin dibinde dururlar. Ama ortalığı bir sarsalım: Eğer kendinizi bin tane ataç ya da yüz tane çengelliiğne kullanırken hayal edemiyorsanız akla yatkın bir miktarı saklayın. Eğer sadece bir avuç dolusuna ihtiyacınız varsa neden bir kova dolusu dursun ki?
Çok sayıdaki şeylerle baş ettikten sonra kalan adayları inceleyin. Her birini değerlendirirken, ne için ve ne kadar sık kullanıldığını sorun (eğer bu iki soruya cevap veremiyorsanız, bunlar Hazine yığınınıza asla yaklaşmamalıdır). Geçen yıl onu kullandınız mı? Yakın gelecekte kullanmayı düşünüyor musunuz? Hayatınızı daha kolay ya da daha güzel ya da daha zevkli kılıyor mu? Nasıl? Bakımını yapması ya da temizlemesi zor mu, eğer zorsa bu çabaya değer mi? Yenisini almak zor ya da masraflı olur mu? Taşınıyor olsanız onu yanınıza alır mısınız? Buna sahip olmasaydınız hayatınız nasıl değişirdi? Ve son olarak şu soruyu sorun: Sizin için hangisi daha değerli; eşyanın kendisi mi yoksa kapladığı alan mı?
Sahip olduklarımızın sadece beşte biriyle idare edebilir ve değişikliğin farkına bile varmayız.
Eğer bu kararları almak zor geliyorsa, nesnel bir arkadaşınızdan yardım isteyin. Bir başkasına bir şeyi neden elde tuttuğunuzu açıklamak zor olabilir, aynı zamanda aydınlatıcı… ve bazen bir miktar utandırıcı olabilir! Kafanızda tamamen akla yatkın olan şey yüksek sesle dile getirildiğinde gülünç görünebilir: “Ünlü bir kabare şarkıcısı olursam bu tüy boğa yılanına ihtiyacım olabilir.” Dahası, üçüncü bir tarafın varlığında gururunuz devreye girecektir – eski, kırık dökük bir şeyi zulalamanız daha zor olacaktır. Ama döküntü toplayan ya da duygusal birisinden yardım istemeyin – reddettiklerinizin bir kısmını yanlarında götüreceklerinden emin değilseniz!
Hazine yığınımıza nelerin ait olduğunu saptarken, Pareto prensibini akılda tutmalıyız (bu prensip 80/20 kuralı olarak da bilinir). Bu prensibe göre eşyalarımızın yüzde yirmisini zamanın yüzde sekseninde kullanırız. Tekrar okuyun, dikkatlice: Eşyalarımızın yüzde yirmisini zamanın yüzde sekseninde kullanıyoruz. Bu demektir ki sahip olduklarımızın sadece beşte biriyle idare edebilir ve değişikliğin farkına bile varmayız. Vay canına! İşler düşündüğümüzden de kolay olacak! Eğer eşyalarımızın çoğunu nadiren kullanıyorsak, temel olanlara indirgemekte herhangi bir sorunumuz olmaz. Tek yapmamız gereken yüzde yirmimizi tespit etmektir, sonrasında minimalist olmaya doğru hızla gidebiliriz.
14. Her Şey Yerli Yerinde
Her Şey İçin Bir Yer ve Her Şey Yerli Yerinde. Bu mantrayı ezberleyin, bunu sık sık tekrar edin, yüksek sesle söyleyin, uykunuzda söyleyin – bu en önemli minimalist prensiplerden biridir. Sahip olduğunuz her şey saptanmış bir yere sahip olduğunda (ideal olarak bir çekmecede, dolapta ya da kapta) başıboş nesneler evinizde dolaşıp yığınlar halinde toplanmaz. Bu sistem devrede olduğunda, oraya ait olmayan herhangi bir şeyi kolayca deşifre edebilir ve onu ânında kapı dışarı edebilirsiniz.
Her birine bir yer atarken, nerede ve ne sıklıkla kullandığınızı değerlendirin. En geniş düzlemde, eviniz odalara bölünmüştür. Daha sonra bunlar mutfaktaki temizleme, hazırlama ve yemek alanları gibi ya da oturma odasındaki televizyon, hobi ve bilgisayar alanları gibi daha küçük alanlara bölünürler. Bir nesnenin ideal yeri onu kullandığınız alana ve ne kadar ulaşılabilir olması gerektiğine göre değişir.
Söz konusu nesne günlük, haftalık, aylık, yıllık ya da daha az olarak mı kullanılıyor? Cevaba göre bunun “İç Çember” ya da “Dış Çember”inize ya da “Derin Depolama”nıza ait olduğu saptanır.
İç Çemberiniz sık kullanılan ve elinizin altında olması gereken nesneleri –diş fırçası, bilgisayar, mutfak aletleri ve iç çamaşırları gibi– sakladığınız alandır. Bu tür şeylere eğilip bükülmeden, uzanmadan, uğraşmadan ya da diğer şeyleri hareket ettirmeden ulaşabilmek istersiniz. Bu sadece onları kolayca bulunur ve erişilir kılmakla kalmaz, ortadan kaldırılmalarını da kolaylaştırır. Pareto prensibini hatırlıyor musunuz? İşte, İç Çemberiniz bu zamanın yüzde sekseninde kullandığınız yüzde yirmiyi içermelidir.
Daha az alana sahip olmak bilançonuzda bir varlıktır, borç değil.
Dış Çemberinize ulaşması biraz daha zordur ve nadiren kullanılan şeylere ayrılmalıdır. Yüksek ve alçak raflar, kenarda kalmış dolaplar, üst dolaplar ve yatak altları buna dahildir. Bu alanları yedek tuvalet ve temizlik ürünlerini, nadiren giyilen giysileri, ambalaj kâğıtlarını ve kurdeleleri, özel tencereleri ve pişirme aletlerini, günlük hayatınızda kullanmadığınız daha başka şeyleri depolamak için kullanın. Akılda tutulması gereken bir kural: Eğer haftada birden az ama yılda birden çok kullanılıyorsa, bir eşya Dış Çembere aittir.
Derin Depolama genelde hayat alanınızın dışındadır ve tavan arasını, bodrumları ve garajları içerir. Yedek parçalarınızı, mevsimlik dekorasyonları, eski vergi belgelerini ve yılda bir ya da daha az kullandığınız şeyleri barındırır. Ancak Derin Depolamayı evinize uymayan her şeyi tıkıştıracağınız bir yere dönüştürmeyin; kalabalık yaratmayın. Söz konusu nesne hiç kullanılmıyor ya da bakılmıyorsa ve eğer sonsuza kadar tutmanız gereken mali ya da yasal bir belge değilse atılmalıdır. Bazen bir eşya için en iyi yer başkasının evi olur.
Unutmayın ki Her Şey Yerli Yerinde dekoratif eşyalar için de geçerlidir. Eğer bir eşya sizin için gerçekten özelse onu sergilemek için uygun ve göze çarpan bir yer bulursunuz. Bir kenara itilmeyi, kaldırılmayı, sürüklenmeyi ve karmaşada kendisine bir yer elde etme mücadelesini hak etmez. Ve kesinlikle bodrumdaki bir kutuya atılmamalıdır! Dekoratif bir nesnenin tüm numarası onu görebilmektir; bu yüzden, eğer bu tür bir şeyi (mevsimlik nesneler dışında) depoluyorsanız neden elinizde tuttuğunuzu sorgulamanın zamanı gelmiş demektir.
Bir kez her şeye bir yer atadıktan sonra ikinci kısmı atlamayın: Her şeyi kendi yerine geri getirin. Evde isteyen istediği yere yayılıyorsa herkese bir yer atamanın anlamı nedir ki? Bu amaçla rafları, çekmeceleri ve kutuları içeriklerine göre etiketlemek işe yarar. Bu durumda herkes kullandığı şeyi daha sonra koyacağı yeri bilir – ve siz de muhtemelen tirbuşonu çorap dolabında saklanmış olarak ya da zımbayı pasta malzemeleriyle ahbaplık ederken bulmazsınız.
Kendinize ve aile üyelerinize eşyaları ortadan kaldırma alışkanlığını kazandırın. Düzenli bir ev, gereksiz eşyalara daha az saklanacak yer sağlar. Soyunduktan sonra giysilerinizi yere ya da bir sandalyeye yığmak yerine asın ya da bir sepete koyun. Baharatları, çeşnileri ya da mutfak aletlerini tezgâhın üstünde bırakmak yerine ait oldukları yere yerleştirin. Ayakkabıları evin her tarafında dağınık olarak değil, belli bir yerde tutun. Kitapları ve dergileri raflarına geri koyun. Çocuklarınızı oyun saati bittikten sonra oyuncaklarını kaldırarak yerlerine koymaya teşvik edin.
Dağınıklık sosyal bir yaratıktır, asla uzun süre tek başına kalmaz.
En güzeli, ne zaman bir odayı terk etseniz dağınık nesneleri alın ve ait oldukları yerlere bırakın. Bu basit alışkanlık gününüzden sadece birkaç dakika alır ama evinizde büyük bir farka neden olur. Dağınıklık sosyal bir yaratıktır, asla uzun süre tek başına kalmaz. Oturma odanızda birkaç parça eşyanın ortalıkta kalmasına izin verin, bir şey diğerine yol açacak ve bu nedenle çok geçmeden kalabalık bir partiye dönüşecektir! Eğer şeyler kendi yerlerine geri götürülürlerse, başıboş nesneler asla kalıcı şekilde yerleşemezler.
Şimdi biliyorum ki fazla depolama alanına sahip olmayan kimileriniz haksızlık diye bağırıyor. Yeterince alanınız yoksa nasıl Her Şeyi Kendi Yerine koymayı düşünebilirsiniz ki? Umutsuzluğa kapılmayın – siz şanslı olanlarsınız! Eşyaları koyacak yerimiz ne kadar çoksa, o kadar çok şeyi –onlara her zaman ihtiyacımız olmasa bile– elde tutmaya meyilli oluruz. Soyunma odaları ve fazladan dolapları olanların ayırma için daha fazla motivasyona ihtiyaçları vardır, ama siz zorunluluktan yararlanırsınız. Daha az alana sahip olmak bilançonuzda bir varlıktır, borç değil ve size minimalist olmak için çıktığınız yolda hız katar.
15. Tüm Yüzeyler Boş
Yatay yüzeyler eşya kalabalığı için mıknatıs gibidir. Elleriniz dolu ön kapıdan içeri girin, elinizdekilerin ilk müsait yüzeye konacağını garanti edebilirim. Geniş, düz alanlar başıboş nesneler için karşı konulamaz bir çağrıdır; neredeyse buralarda yerçekimini hissedebilirsiniz.
Evinizdeki yüzeylere bir bakın. Yemek masanızda tabaklar, çatal bıçak takımı ve belki de bir orta süsü haricinde bir şeyler var mı? Kahve sehpanız, o anda tüketilmekte olan içecekler ve belki de atıştırmalıklar dışında bir şeyler barındırıyor mu? Köşe masalarınız lambalar ve belki de uzaktan kumanda dışında bir şeylere ev sahipliği yapıyor mu? Ya yatağınız? Üstündekiler bu gece kullanacağınız çarşaf, battaniye ve yastıkla mı sınırlı? Mutfak tezgâhlarınız tamamen temiz, kuru ve bir sonraki yemeğinizi yapmak ve servis etmek üzere hazır mı? Çalışma masanızın ne kadarını hâlâ görebiliyorsunuz?
Şimdiden boy atmış, hakiki bir minimalist (ya da istisnai olarak iyi bir ev idarecisi) değilseniz, belli yüzey sorunlarıyla karşılaşıyor olmanız olasıdır. Bu tek bir alanla sınırlı olabilir, çalışma masanız ya da iş tezgâhınız gibi ya da sorun evdeki bütün masa ve tezgâhları kapsıyordur. Çocuklarınızın el sanatlarına duyduğu ilgide coşma ya da ofisten eve taşıdığınız bir iş yığını gibi nedenlerle yakın bir zamanda başlamış olabilir. Sorun belki de haftalar, aylar ya da yıllar içinde gelişmiştir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=69240094) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
Notlar
1
STREAMLINE yöntemi şu alt başlıkların baş harflerinin bir araya getirilmesinden türetilmiştir: Start Over, Trash, treasury, transfer, Reason for each item, Everything in its place, All surfaces clear, Modules, Limits, If one comes in, one goes out, Narrow down, Everyday maintenance. (e.n.)
2
Goodwill Industries International Inc., engelli kişilere iş eğitimi, işe yerleştirme hizmetleri ve diğer toplum odaklı programlar sağlayan ve kâr amacı gütmeyen bir kuruluş. Eski eşyaları ihtiyacı olanlara satmak üzere satın alır. Satılamayacak durumda olanları kabul etmez. (e.n.)
3
Freecycle aslında bir Yahoo e-posta grubudur. Geridönüşüme, kaynakların sınırlı olmasına inanan bireylerin, ellerinde fazla olan pek çok şeyi, isteyenlere karşılıksız olarak vermelerine dayalı bir sistemdir. Tüm üyeler eşyalarını burada sunabilir ya da aradıkları eşya için istekte bulunabilirler. Türkiye grubuna ulaşmak için: https://groups.yahoo.com/neo/groups/freecycleistanbul/info (e.n.)