Dünyaya Dönüş
Danilo Clementoni
Danilo Clementoni
DÜNYAYA DÖNÜŞ
Azakis ve Petri’nin Maceraları
Original Başlık: Il ritorno
Çeviri sahibi: Bahtışen Yavuz
Bu kitap, hayali bir çalışmadır. Burada bahsedilen isimler, Karakterler, yerler, ve organizasyonlar yazarın hayal ürünüdür ve otantik bir hikaye oluşturma niyetiyle yazılmıştır. Gerçek kişi , yaşam veya durumlarla bir benzerlik oluşmuşsa, bu durum tamamen tesadüfidir.
DÜNYAYA DÖNÜŞ
Copyright © 2013 Danilo Clementoni
Ilk Basım: Kasım 2013
İngilizce Çeviri: Eylülr 2016
Çevirmen: Melanie Rutter
Yazarın kendisi tarafından yayınlanıp, basılmıştır.
facebook: https://www.facebook.com/danilo.clementoni
blog: dclementoni.blogspot.it
e-mail: d.clementoni@gmail.com
Tüm hakları saklıdır .Bu yayının hiç bir bölümü, hiç bir formda (mekanik veya elektronik sistem de dahil) incelemek üzere alınan küçük alıntılar hariç yazarın yazılı izni olmadan hiç bir şekilde çoğaltılamaz.
Faydalı görüşleri ve sabırları ile hem hikayemi hem de kendimi geliştirmeme yardımcı olan eşime ve oğluma
Bu hikayeyi tamamlamamda sonsuz katkıları ve teşvikleri için tüm dostlara özel teşekkürler. Onlarsız ışığı göremezdim.
Bu kitabı çevirmek için harcadığı emekler ve gösterdiği sabır için Çevirmenim Bahtışen Yavuz’a çok teşekkür ederim.
“Dönüş yolundaydık. Gezegeni alelacele terk etmek zorunda kaldığımızdan beri güneş yıllarımızdan sadece biri geçmişti, ama onlar için, Dünya yılıyla, 3600 yıl olmuştu. Neyle karşılaşacaktık?"
Giriş
Sümerler tarafından Nibiru (geçen gezegen) veya Babilliler tarafından Marduk (göklerin kralı) olarak adlandırılmış olan , On ikinci gezegen aslında 3.600 yıllık bir döngü ile güneşimizin yörüngesinde dönen bir gök cismidir. Yörüngesi önemli ölçüde eliptik, retrograd (güneş etrafında diğer gezegenlere ters yönde dönen) ve güneş sistemimizin düzlemine göre belirgin bir şekilde eğiktir.
Her döngüsel yaklaşım, güneş sistemimizde oluşan gezegenlerin hem yörüngeler inde ve hem de uyumunda neredeyse her zaman gezegenler arası büyük kargaşalara neden olmuştur. Mars ve Jüpiter arasında yer alan, su bakımından zengin ve on bir uydu ile donatılmış, bugünün Dünya'sının yaklaşık dokuz katı kütleye sahip dev gezegen Tiamat böyle çalkantılı bir geçiş sırasında oluşan korkunç bir çarpışmada yok olmuştur. Nibiru'nun yörüngesinde dönen yedi aydan biri, devasa Tiamat'a çarptı , iki parçaya böldü ve iki bölümü zıt yörüngelere fırlattı. Sonraki geçişte (Yaratılışın "ikinci günü"), Nibiru'nun kalan uyduları bu süreci tamamlayarak ilk çarpışmada oluşan iki parçadan birini tamamen yok etti. Üst üste çarpmadan kaynaklanan enkaz, günümüzde "asteroit kuşağı" denilen veya Sümerlerin "dövmeli bilezik" olarak adlandırdığı oluşumu gerçekleştirdi. Bu oluşumun bir kısmı komşu gezegenler tarafından yutuldu. Enkazın çoğunu Jüpiter yakaladı ve böylece kendi kütlesini büyük oranda artırdı.
Bu felaketin uydu eserleri, Tiamat'tan kurtulanlar da dahil olmak üzere, çoğunlukla dış yörüngelere "fırlatıldı" ve "kuyruklu yıldızlar" ı oluşturdu. İkinci geçişte kurtulan kısım şu anda Mars ve Venüs arasında sabit bir yörüngede yer almakta olup kalan son uyduyu da beraberinde sürüklüyor ve bu şekilde ayrılmaz ikili olan ay ve dünyayı oluşturuyor.
4 milyar kadar yıl önce meydana gelen bu kozmik etkinin sebep olduğu yara izi bugün hala bir miktar gözlenebilir. Gezegenin yaralı bölümü şu anda Pasifik Okyanusu dediğimiz bölgede tamamen suyla kaplanmıştır. Bu da, dünya yüzeyinin yaklaşık üçte birini kaplar ve 179 milyon kilometrekareye kadar uzanır. Bu geniş alanda hemen hemen hiç kara parçası bulunmaz, bunun yerine on kilometreden fazla çökelti vardır.
Günümüzde Nibiru, Dünya’nın tıpkısının aynısıdır. Üçte ikisi suyla kaplıdır, kalan kısmı ise kuzeyden güneye uzanan ve toplam yüz ölçümü 100 milyon kilometrekareden fazla olan tek bir kıta ile kaplıdır. Bazı yerleşikleri yüzbinlerce senedir gezegenlerinin kendi gezegenlerimize ile olan yakınlaşmalarından faydalanıyor, düzenli ziyaretler yapıyor, her seferinde insan ırkının kültürünü, bilgisini, teknolojisini ve evrimini etkiliyor. Atalarımız onları pek çok şekilde ima etmiş, ancak belki de onları en iyi bildikleri "Tanrı' ile temsil etmişlerdir.
Theos uzay aracı – Jupiter’den 1,000,000 km uzakta
Azakis, koyu renkli, otomatik kalıplı sandalyesinde rahatlamış bir şekilde esnedi. Ona yıllar önce, gezegenler arası ilk görevi nedeniyle , el sanatçısı bir arkadaşı tarafından kendi elleriyle hazırlanıp hediye edilmişti. “Bu sana şans getirecek,” dedi o gün. “Senin rahatlamana ve ihtiyacın olan doğru kararları almana yardımcı olacak,” dedi. Gerçekten de orada otururken pek çok önemli kararlar almıştı ve şans da hep ondan yana olmuştu. Bu nedenle de, kendini içinde bulduğu Bousen -1 kategorisindeki uzay gemisinde olduğu gibi pek çok kullanım engeline rağmen bunu yaparken, her zaman o aziz hatırayı anıyordu. Sağ elinin başparmağı ile işaret parmağı arasında tuttuğu purodan bir tutam duman halkası hızlı ve düz bir şekilde yükselirken, gözleri onu hedefinden ayıran 4.2 AU ‘ya yöneldi. Her ne kadar bu seyahatleri yıllarca yapıyor olsa da, etraftaki uzayın karanlığının cazibesi, ve binlerce yıldızın ona göz kırpması yüzünden seyahat tutkusunu zapt edemiyordu. Önündeki büyük oval şekilli delik seyahatin tüm rotasını veriyordu ve bu ufacık güç alanının kendisini uzayın o inanılmaz soğuğundan nasıl koruduğunu, ani hava kaçışlarını ve dışarıdaki boşluğun onu yutmasını nasıl engellediğini düşündükçe şaşkınlığı artıyordu. Ölüm her an ensesindeydi. Uzun purosundan derin bir nefes aldı ve önündeki holografik ekrana bakmaya devam etti. Seyahat arkadaşının tıraşsız ve yorgun yüzünü görebiliyordu. Geminin diğer kısmında, Petri deşarj kanallarındaki kendi kontrol sistemini tamir ediyordu. Görüntüyü hafifçe bozarak, içine çektiği dumanı dışarı üfleyerek ve tatili hak ettiği zamanlarda memleketinde bulunduğunda izlemeye gittiği egzotik dansçıların kıvrak hareketlerini hatırlatan dalga etkisi yaratarak kendini eğlendirmeye çalıştı. Macera arkadaşı Petri, otuz iki yaşlarında idi ve bu türde dördüncü görevindeydi. Büyük ve heybetli fiziği kendisini tanıyan herkesten itibar görüyordu. Dışarıdaki uzay kadar kara gözleri, omuzlarına düşen uzun siyah ve dağınık saçları, neredeyse iki metre otuz santimlik boyu ve Nebir2’yi rahatlıkla taşıyan güçlü kalıbı ve kollarına rağmen bir çocuk yüreği taşıyordu.
Güneşte açan bir Soel çiçeğinin görüntüsü onu harekete geçirebiliyordu ve hiç kımıldamadan Saraan Körfezinde, fildişi kıyısındaki dalgaları saatlerce seyrederek oturabiliyordu. İnanılmaz birisi, güvenilir ve sadık. Hiç tereddütsüz hayatını onun için feda edebilirdi. Petri olmadan asla bir yere kımıldamazdı. Körü körüne güvendiği dünyadaki tek kişiydi Petri. Ve ona asla ihanet etmezdi.
Geminin Güneş sistemi içinde navigasyon için ayarlanmış motorları, klasik ve güven verici çift fazlı uğultuyu iletti. Onun uzmanlaşmış kulaklarına göre, bu ses geminin düzgün çalıştığını kastediyordu. Hassas işitme duyusunda, 0.0001 Lasig kadar küçük ayarlama bölmelerindeki bir varyasyonu algılayabiliyordu, sofistike otomatik kontrol sistemi onu almadan çok önce. Bu nedenle, genç yaşına rağmen, Pegasus kategorisi bir geminin kumandasına girmişti
Sırf Onun yerinde olmak için bir kolunu veya bacağını feda etmeye hazır çok kişi vardı. Ama işte O buradaydı.
O^COM göz içi implantı, yeni hesaplanan rotanın önünde gerçekleşmesini sağladı. Birkaç mikrondan oluşan bir nesnenin tüm bu işlevleri nasıl yerine getirebildiği ilginçti. Doğrudan optik sinirin içine monte edilmiş olarak, tüm kontrol konsolunu görüntüleyip, görüntüyü önündeki imajla üst üste eşleştirebiliyordu. İlk başta, böyle sihirbazlıklara alışmak kolay değildi ve bulantılar artık baş edilemez hale gelecek gibiydi. Ama işte onsuz da çalışamazdı.
Tüm güneş sistemi tüm büyüleyici görkemiyle etrafında dönüyordu. Devasa Jüpiter'e yakın küçük mavi nokta gemilerinin konumunu temsil ediyor ve şu anda solmuş önceki versiyondan biraz daha kavisli olan ince kırmızı çizgi, Dünya istikametindeki yeni yörüngeyi gösteriyordu.
Sistemdeki en büyük gezegenin yer çekimi gücü endişe vericiydi. Güvenli bir mesafede kalmak çok önemliydi ve sadece iki Bousen motorunun gücü Theos'un bu ölümlü sarmaldan kaçmasına imkan verecekti.
"Azakis", dedi önündeki konsola bağlı seyyar iletişimci hırıltılı kısık bir sesle. "Altıncı bölmedeki bağlantıların durumunu kontrol etmeliyiz."
-"Daha yapmadın mı?" diye sordu, arkadaşını çileden çıkaracağını bildiği eğlenceli bir tonda.
-"O kokuşmuş puroyu at ve gelip bana yardım et!" diye gürledi Petri.
-Bunu biliyordum.
Onu gıcık etmeyi başarmıştı ve bundan çılgınca zevk alıyordu.
"Ben buradayım. Buradayım. Geldim dostum, kızma."
-"Hadi kıpırdaaa. Dört saattir bu saçmalığın ortasındayım ve şaka yapacak havada değilim."
Her zamanki gibi huysuz, ama hiçbir şey ve hiç kimse onları ayıramaz.
Çocukluklarından beri tanışıyorlardı. Onu defalarca kez dayaktan kurtaran kişiydi (çocukken çok daha büyüktü), saygın cüssesini arkadaşı ile onun sık sık hedef olduğu zorbalar çetesi arasına girip onları ayırmak için kullanırdı.
Çocukken Azakis, karşı cinsin daha çekici üyelerinin kavga edeceği tipte biri olacağından emin değildi. Genelde salaş bir şekilde giyiniyordu, kafası tıraşlı, ince bir fiziği vardı ve sürekli GCS
bağlı olarak, aşırı bilgiyi çoğundan on kat daha hızlı sindiriyordu. On yaşındayken, olağanüstü akademik performansı sayesinde, akranlarının çoğunun bilmediği bilgilere sahip olması sayesinde C seviyesine erişim hakkı verilmişti. Ancak, ona bu tür bir erişim sağlayan N^COM sinir implantının birkaç küçük yan etkisi vardı. Erişim aşamasında tam konsantrasyon gerekiyordu. Zamanının çoğunu böyle geçirdiğinden beri, neredeyse her zaman anlamsız bir şekilde, boş boş bakan gözlerini boşluğa dikiyordu ve etrafında olup bitenlerden de tamamen kopmuştu. Gerçek şu ki, Büyüklerin iddialarına rağmen, yaygın görüş onun biraz geri zekalı olduğu idi.
O ise bunları hiç önemsemiyordu.
Bilgiye olan susamışlığının sınırı yoktu. Hatta geceleri bile bağlı kalıyordu. Tam konsantrasyon ihtiyacı nedeniyle erişim süresi uyurken gizemli bir şekilde % 1'e düşürülse de, hayatının bir anını bile kültürel birikimini geliştirme fırsatını kaçırarak geçirmek istemiyordu.
Hafif bir gülümsemeyle uyandı ve arkadaşının onu beklediği altıncı bölmeye doğru yol aldı.
Dünya Gezegeni – Tell el-Mukayyar – Iraq
Elisa Hunter, yeniden alnından akan terleri silmeye çalıştı. Burnundan altındaki kuma yavaşça damlamaya kararlı görünüyorlardı. Saatlerdir, dizlerine çökmüş bir vaziyette, ayrılmaz parçası Marshalltown Trowel
yardımıyla toprağı yumuşak bir şekilde kazıyarak mezar taşı gibi bir şeyin en üst kısmını ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Gerçi, bu teoriye en baştan beri ikna olmamıştı. Yaklaşık iki aydır Ziqqurat yakınlarında Ur
için çalışıyordu. Arkeolog olarak özellikle Sümer dilindeki bilgi uzmanlığı sayesinde, orada çalışmasına izin verilmişti. XX yüzyılın başlarındaki ilk kazılarından beri, pek çok mezar ortaya çıkarılmıştı fakat hiç birisinin bundakine benzer bir artifaktı yoktu. Kare biçimi ve büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, bir lahitten çok bir tür konteyner kapağı gibi duruyordu. Belki de binlerce yıl evvel bir şeyleri saklamak veya korumak için saklanmış bir objeydi.
Ne yazık ki, şimdiye dek tepe parçasından çok az kısmı ortaya çıktığından dolayı, konteynerin boyunu hesap edebilme şansı yoktu. Kapağın görünen yüzünün tamamını kapsayan çivi yazısı kazıntıları, daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu.
Onların çevirisini yapmak günlerini ve bir o kadar da gecelerini alacaktı.
“Doktor Hunter.”
Elisa başını kaldırdı. Gözlerini güneşten korumak için sağ elini gözlerinin üzerine koydu, asistanı Hişam’ın kendisine doğdu hızlı hızlı geldiğini gördü. “Profesör,” diye tekrarladı, “Üsten çağırıyorlar. Acil gibi.”
“OK. Teşekkürler, Hişam.”
Bu zorunlu molayı avantaja çevirip, neredeyse kaynamak üzere olan ve sürekli kemerinde taşıdığı suyundan bir yudum aldı.
Üsten bir çağrı ha…Bunun tek anlamı bir sorun olduğuydu.
Ayağa kalktı, pantalonundaki toz bulutlarını silkeledi ve araştırma üssü olarak hizmet veren çadıra doğru yürümeye başladı.
Yarı açık fermuarı açarak çadırdan içeri girdi. Gözlerinin içerideki ışığa alışması bir kaç dakika aldı fakat bu onun Albay Jack Hudson’u fark etmesini engellemedi. O sert bir şekilde boşluğa gözünü dikmiş, onun gelişini bekliyordu.
Albay resmi olarak Nasıriye’de kurulu olan anti terörist mücadele timinden sorumluydu fakat gerçek görevi gizli ELSAD
departmanı tarafından yürütülen ve takip edilen bilimsel bir araştırmayı koordine etmekti. Bu departman, doğal olarak tüm kendi türlerinde olduğu gibi bir gizem barındırıyordu. Bu organizasyonun amacını ve hedeflerini bilen birkaç kişi vardı sadece. Kesin olan ise; operasyonel kumandanın doğrudan ABD Başkanına rapor sunduğuydu.
Elisa’nın bunları pek önemsediği yoktu. Onun bu geziye katılma teklifini kabul etmesinin gerçek sebebi, dünyada en sevdiği yere, o çok sevdiği işine, geri dönebilecekti. Nispeten genç yaşına rağmen (otuz iki), alanına en iyilerden birisiydi.
“İyi akşamlar, Albay,” dedi en sevimli gülümsemesini takınarak. “Bu şerefi neye borçluyum?”
“Doktor Hunter, yapmacıklığa hiç gerek yok. Neden çağırdığımı çok iyi biliyorsun. İşini bitirmek için izin verilen süre iki gün önce bitti. Artık burada kalamazsın.”
23 Mart 2003’den beri, ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Diktatör Saddam Hüseyin’i Irak’ta İslami terörizmi desteklediği ve (daha sonra mesnetsiz olduğu ispat edilen) kitle imha silahları bulundurduğu bahanesiyle devirmek için işgal etmeye karar verdiklerinde, zaten sorunlu olan tüm arkeolojik araştırmalar bundan kötü etkilenmişlerdi. Sadece 15 Nisan 2003’de sona eren düşmanlıklar, arkeologlarda, dünyanın en eski medeniyetler tarihinin doğduğu ve daha sonra kültürlerini dünyanın her yerine dağıttığı topraklarda bu sitlere erişme umudu doğurmuştu. 2011’de Irak otoritelerinin “kültürel tarihlerini devam ettirmek” için tarihi yerlerdeki paha biçilmez sitlerdeki kazıları yeniden açma kararı verince, umutlar kesinliğe dönüştü. Birleşmiş Milletler gözetiminde, pek çok otorite tarafından imzalanmış ve sayısız otoriteler tarafından onaylanmmış ve uygun komisiyon personeli tarafından mülakata alınıp seçilmiş çok sayıda araştırma grupları Irak topraklarındaki arkeolojik öneme sahip en belli başlı yerlerde sınırlı çalışma yapabileceklerdi.
“Değerli Albayım,” diye başladı web kamerasına iyice yaklaşarak, böylece zümrüt yeşili gözleri umduğu sonucu doğuracaktı. “Kesinlikle haklısınız.”
Misafirine biraz yüz vermenin, onda olumlu bir etki bırakacağını biliyordu.
“Ama şimdi çok yakınız.”
“Neye yakın?” diye gürledi albay, yerine oturup yumruğunu masaya vurarak. Haftalardır aynı şeyleri tekrar edip duruyorsun. Daha sağlam bir şeylerle gelmezsen, seni artık burada tutamam.”
Eğer bugün benimle yemek yeme şerefini verirseniz, size bir şeyler göstermekten ve size tekrar düşünmeye ikna etmekten mutlu olacağım. Ne dersiniz?"
Güzel bir gülümseme beyaz dişlerini ortaya çıkardı ve elini uzun sarı saçlarına geçirdi. Bunun onu etkileyeceğinden emindi.
Albay geriye doğru gerildi, ciddi ve kızgın görünüşünü korumaya çalışarak fakat kendisi bile bu teklife karşı koyamayacağını bile bile. Elisa’dan her zaman hoşlanmıştı ve ikisinin yemek fikri de onu tahrik etmişti.
Kırk sekiz yaşına ragmen halen çekici bir adamdı. Atletik vücudu, ince yapısı, kırlaşmaya başlayan saçları, koyu mavi gözlerindeki kararlı ve keskin bakışlarıyla onun pek çok konu üzerinde fikir yürütebilecek engin bilgileri ve üniformalı bir subayın karşı konulmaz cazibesiyle halen çok ilginç bir adamdı.
“Pekala,” diye homurdandı albay. “Fakat bu akşam bana son derece sansasyonel bir şeylerle gelmen lazım, yoksa tüm ıvır zıvırlarını topla ve valizlerini hazırla.” Yapabildiği en otoriter tonu kullanmaya çalışıyordu, fakat pek de başardığı söylenemezdi.
“Saat sekiz gibi hazır ol. Otelinden alacak aracı göndereceğim.” Hoşça kal demeden görüşmeyi sonlandırdı.
Kahretsin, acele etmeliyim. Hava kararmasına sadece birkaç saat kaldı.
“Hişam,” diye seslendi çadırı eliyle ayırarak. “Tüm takımı topla. Alabileceğim kadar ihtiyacım var.”
Kazı bölgesinden birkaç metre ötesine koşar adımlarla uzaklaştı, arkasında toz bulutları kümesi bırakarak. Birkaç dakika içinde herkes etrafında talimatlar için toplanmıştı.
“Sen, lütfen şu kumu buradan kaldır,” dedi uzaktaki taşı işaret ederek. “Ve sen de ona yardım et. Dikkat etmenizi tavsiye ederim. Eğer düşündüğüm gibiyse, bu şey kıçımızı koruyacak bir ihtimal.”
Theos uzay aracı –Jüpiter Yörüngesinde
Küçük, ama çok rahat, küresel, iç transfer modülü, ortalama 10 m / s civarında bir hızda, Azakis'i arkadaşı Petri'nin beklediği bölmenin girişine götürecek olan kanal üç boyunca seyahat ediyordu.
Küresel bir şekle ve doksan altı metre çapa da sahip olan Theos'un her biri üç yüz metreden biraz daha uzun olan on sekiz borulu kanalı vardı. Bunlar, onar derece aralıklı meridyenlerle çevriliydiler ve , tüm cepheyi kaplıyorlardı. Yirmi üç katın her biri, iki kat daha fazla ölçülen ortadaki bagaj (on birinci kat) hariç dört metre yüksekliğindeydi. Her kanalın her katta yaptığı duraklar vasıtasıyla kolayca erişilebiliyorlardı. Etkili bir şekilde, gemideki en yaygın olarak ayrılmış iki nokta arasında hareket etmek en fazla on beş saniye sürüyordu.
Modülün fren sistemi zar zor algılanabiliyordu. Kapı hafif bir gıcırtıyla açıldı ve Petri bacakları ayrık, kollarını kavuşturmuş vaziyette bekliyordu..
"Saatlerdir bekliyorum," dedi sorgular bir tonla. "Her zaman yanında taşıdığın o kokuşmuş pislikle hava filtrelerini tıkamayı bitirdin mi?" Puroya ima sadece hafifçe örtülüydü.
Bu kışkırtıcı sözü sırıtarak görmezden gelen Azakis, taşınabilir analiz cihazını kemerinden çıkardı ve başparmağın bir hareketiyle etkinleştirdi.
"Bunu tut. Acele etmemiz gerekiyor", diye yanıtladı ve sensörü diğer eliyle sağındaki bağlantının içine yerleştirmeye çalışırken bir eliyle Petri'ye aktardı. "ETA'mız yaklaşık 58 saat ve endişelenmeye başladım."
"Neden?" diye sordu Petri, biraz şaşkınca.
"Bilmiyorum. İçimden bir ses bir şeylerin ters gittiğini söylüyor."
Petri'nin elinde tuttuğu cihaz, değişen frekanslara sahip bir dizi ses göndermeye başladı. Bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikri olmadan nesneyi inceledi. Arkadaşının yüzüne bakarak bir açıklaycı bir aradı ama bulamadı. Azakis, dikkatli bir şekilde sensörü diğer bağlantıya yerleştirdi. Analizörden bir dizi anlaşılmaz ses daha geldi. Sonra sessizlik. Azakis cihazı arkadaşından aldı, sonuçlara yakından baktı, sonra gülümsedi.
"Her şey yolunda. Devam edebiliriz."
Ancak o zaman Petri bir süre nefessiz kaldığını fark etti. Derin bir iç çekti ve birden bir rahatlama hissetti. Ne kadar küçük olsa da, bağlantılardaki bir hata görevlerini geri dönülemez bir şekilde tehlikeye atarak onları gerisin geri dönmek zorunda bırakacaktı. Bunun hiç lüzumu yoktu. Neredeyse varmak üzere idiler..
"Yıkanacağım" dedi Petri, üzerindeki tozu silkelemeye çalışarak. "Bir kanal ziyareti her zaman böyledir..." ve üst dudağını bükerek, "eğitim!" diye ekledi.
Azakis gülümsedi. "Köprüde görüşürüz."
Petri kapsülü çağırdı ve bir dakika sonra gitti.
Merkezi sistem, Jüpiter'in etrafındaki yörüngelerinden güvenli bir şekilde geçtiklerini ve sorunsuz bir şekilde Dünya'ya doğru ilerlediklerini açıkladı. Sağda hafif ama hızlı bir göz hareketiyle Azakis, O^COM'larının ona rotayı göstermesini bir kez daha istedi. Kırmızı çizgi boyunca hareket eden mavi nokta şimdi Mars yörüngesi yönünde biraz daha uzağa yerleştirilmişti. Geri sayım, ETA'larının tam olarak 58 saat olduğunu ve geminin hızının 3.000 km/s olduğunu gösterdi. Gerginliği giderek artıyordu. Öte yandan, seyahat ettikleri uzay aracı, konsepti daha önce kullanılan herhangi bir şeyden tamamen farklı olan yeni Bousen motorlarıyla donatılan ilk uzay aracıydı. Tasarımcılar, bunların gemiyi ışık hızının onda birine yakın hızlarda itebileceklerini iddia ettiler. Bunu denemeye hiç cesaret edememişti. Şimdilik, 3.000 km/sn ilk sefer için fazlasıyla yeterli görünüyordu.
Normalde Theos'ta konaklayacak olan elli altı mürettebattan Petri ve Azakis de dahil olmak üzere bu ilk görev için sadece sekiz kişi seçilmişti. Büyükler tarafından öne sürülen nedenler açık değildi. Bunun seyahatin doğasından ve varış noktasından kaynaklandığını tahmin ettiler. Bariz zorluklar çıkacaktı ve çok fazla hayatı riske atmamak daha iyi olurdu.
Yani kolayca harcanabiliriz öyle mi? Bu nasıl bir konuşma böyle? Her zaman böyle bitiyordu. Birinin kellesini riske atmaya gelince kimi öne atarlar ki? Azakis ve Petri.
Ancak sonunda, maceraya eğilimleri ve 'zorlu' durumlarda çözüm bulma konusundaki olağanüstü yetenekleri, bazı ayrıcalıklar sağlamıştı.
Azakis, daha önce yerel Zanaatkarlar için depo olarak kullanılan kıtanın güneyindeki güzel Saaran şehrinde koca bir binada yaşıyordu. Bu "ayrıcalıklar" nedeniyle, kendi zevkine göre değiştirmek için izin almayı başarmıştı.
Güney duvarı tamamen uzay aracında kullanılan gibi bir güç alanıyla değiştirilmişti, böylece ayrılmaz, kendi kendini şekillendiren koltuğundan aşağıdaki körfezin muhteşem manzarasını hayranlıkla izleyebiliyordu. Bununla birlikte, gerekirse, tüm duvar, aynı anda on iki GCS iletimini görebilen devasa bir üç boyutlu sisteme dönüşebiliyordu. Birden fazla kez, bu sofistike denetim ve yönetim sistemi, daha geniş kapsamlı krizleri bile düzgün bir şekilde çözebileceği anlamına gelen önemli bilgileri önceden toplamasını sağlamıştı. Bundan vazgeçmeyecekti.
Eski deponun tüm eklentisi, yıllar boyunca çeşitli uzay görevlerinden topladığı hediyelik eşya koleksiyonu için ayrılmıştı. Her biri ona belirli bir şeyi hatırlattı ve kendini bu garip nesne karmaşasının arasında bulduğunda, iyi talihine ve özellikle de birden fazla kez postunu kurtaran sadık arkadaşına şükretmekten kendini alamadı.
Akademik açıdan da olağanüstü olan Petri, Push teknolojisine pek de meraklı değildi. Hemen hemen her türlü uçağa pilotluk yapabilmesine ve hemen hemen her türlü silaha veya yerel ve gezegenler arası iletişim sistemine aşina olmasına rağmen, ortaya çıkan sorunları çözmek için içgüdülerine ve manuel becerilerine güvenmeyi tercih etti. Pek çok defalar, şekilsiz bir hurda metal yığınını hızla bir nakliye aracına veya korkunç bir savunma silahına dönüştürdüğü vaki idi.. Olağanüstüydü. İhtiyacı olan her şeyi yapabilirdi. Bu kısmen babasından miras kalan bir şeydi, usta bir Zanaatkar idi, ama esas olarak kendi Sanat tutkusundan kaynaklanıyordu. Çocukken, aslında, Zanaatkarların değersiz bir maddeyi büyük fayda ve teknoloji öğelerine dönüştürme ve aynı zamanda "güzellik" nesneleri yaratma becerilerine her zaman hayranlık duyuyordu.
Yüksek, nahoş ve aralıklı bir ses onu hayallerinden koparıp gerçeğe döndürdü. Otomatik yakınlık uyarısı etkinleştirilmişti.
Nasıriye – Otel
Elbette beş yıldızlı bir otel değildi fakat haftalarını bir çöldeki çadırda geçiren birisi için bir duş alabilmek bile lüks sayılırdı. Elisa soğuk, rahatlatıcı su masajını boynuna ve omuzlarına uyguladı. Soğuk vücuduna iyi gelmişti ve bir dizi pek de sevimsiz olmayan titremeler sarstı sırtını.
Bir kişi, kaybettiğinde anlar sahip olduklarının ne kadar önemli olduğunu.
Dışarı çıkmaya karar vermeden önce 10 dakikadan fazla zamanı vardı. Buhar, yanlış asılmış olan aynayı iyice buğulandırmıştı. Bunu düzeltmeye çalıştı, ama bırakır bırakmaz çarpık konumuna geri döndü. Sonunda görmezden geldi. Üzerine yerleşen suyu bir kâğıt havluyla silerek, kendisine hayranlıkla baktı. Birkaç yaş küçükken sık sık model veya aktris olarak iş teklifi almıştı. Belki bir sinema divası ya da bir futbolcunun karısı olabilirdi, ama para onu hiç ilgilendirmemişti. Terlemeyi, toz yemeyi, antik senaryoları incelemeyi ve unutulan yerleri ziyaret etmeyi tercih etti. Onun için macera, antik bir eserin bulunmasında rol oynayan kan ve duygu anlamına geliyordu, binlerce yıl öncesine ait bazı izleri gün ışığına çıkarmak. Bununla kıyaslanabilecek başka bir şey yok.
Aynaya yaklaştı, gözlerinin köşelerindeki küçük, yığılmış çizgilere baktı. Eli otomatik olarak makyaj çantasına taşındı ve bu çantadan yaşlanma karşıtı kremini çıkardı. "Bir haftadan kısa sürede gözle görülür şekilde daha az kırışıklık". Dikkatlice yüzüne yaydı ve kendini inceledi. Mucizeler yarattıklarını mı iddia ediyorlardı? Gerçi etkilerin ancak yedi gün sonra görüleceği belirtilmişti.
Kendine ve dolaylı olarak kendilerinin bu tür reklamlar tarafından kandırılmasına izin veren diğer kadınlara güldü.
Yatağın üstündeki duvardaki saat 19:40'ı gösteriyordu. 20 dakika içinde asla hazırlanamaz.
Uzun, sarı saçlarını hafif ıslak bırakarak aceleyle kendini kuruttu ve getirmeyi başardığı birkaç şık kıyafetin asılı olduğu koyu ahşap gardırobun önünde durdu. Diğer zamanlarda, hangi kıyafetin bu duruma en uygun olduğuna karar vermek saatler sürerdi. Ancak o akşam seçim sınırlıydı. Çok fazla düşünmeden, kısa, siyah bir elbise seçti. Güzeldi, kesinlikle seksiydi, ama rüküş değildi. Seksi figürünü tamamen öne çıkaran, hafif dekolte bir yakası vardı. Onu çıkarırken, zarif bir silkelemeyle yatağa attı.
19:50. Bir bayanın ayrıcalığı olabilir ama geç kalmaktan nefret ederdi.
Pencereden dışarı baktığında, otelin kapısının hemen dışında koyu renkli, parlak bir SUV gördü. Muhtemelen şoför olan askeri kıyafet giymiş bir genç, kaputa yaslanmış ve sakince sigara içerek beklemedeydi.
Kalem ve maskara ile gözlerini daha iyi hale getirmek için elinden geleni yaptı, dudaklarına hızla biraz parlatıcı sürdü. Öpücükleri havaya fırlatarak eşit bir şekilde yaymaya çalışırken, en sevdiği küpeleri taktı ve delikleri tekrar bulmak için biraz mücadele etti.
Aslında bir akşam dışarı çıkmayalı uzun zaman olmuştu. Çalışmaları onu dünyanın dört bir yanına götürdü ve hiç kimseyle istikrarlı ve kalıcı bir ilişki kuramamıştı. İlişkileri genellikle birkaç ay içinde biterdi. Kız olmaktan duyduğu doğuştan gelen annelik içgüdüsünü her zaman göz ardı etmişti, ama şimdi, biyolojik olgunluğun yaklaşmasıyla, bunun giderek daha fazla farkına varıyordu. Belki de bir ailenin parçası olmayı ciddi olarak düşünmenin zamanıydı.
Düşünceyi çabucak zihninden kovdu. Elbiseye yöneldi, yanında getirdiği tek topuklu ayakkabıyı geçirdi ayağına ve en iyi parfümünü cömert bir hareketle boynunun her iki tarafına sıktı. İpek eşarp ve geniş siyah çanta. Gitmeye hazırdı. Kapının yanındaki duvardaki lekeli aynaya son bir kontrolle makyajının kusursuz olduğundan emin oldu. Hızlı bir dönüş yaptıktan sonra memnun bir ifadeyle odadan ayrıldı.
Genç sürücü, otelden bir manken edasıyla çıkan Elisa’yı gördüğünde şaşkınlıktan ayrılmış çenesini yeniden toplayarak, yeni yaktığı ikinci sigarayı attı ve arabasının kapısını açmak için koşturdu.
"İyi akşamlar Doktor Hunter. Gidelim mi?" diye sordu, tereddütle.
"İyi akşamlar" diye cevap verdi, en güzel gülümsemesini takınarak. "Evet, evet. Ben hazırım."
"Zahmetlerini için teşekkürler," diye ekledi arabaya binerken, eteğinin yukarı kayacağını ve askerin yüreğini hoplatacak derecede bacaklarını göstereceğini biliyordu.
Beğenilmeyi hep sevmişti.
Theos uzay aracı – Yaklaşma alarmı
O^COM sistemi, Azakis'in önünde, onu toplayan uzun menzilli görüntüleyiciler tarafından elde edilen düşük çözünürlük nedeniyle ana hatları henüz net olarak tanımlanmayan garip bir nesne olan bir şeyi hızla somutlaştırdı. Kesinlikle hareket ediyordu ve onlara doğru yaklaşıyordu. Yakınlık uyarı sistemi, Theos ile bilinmeyen nesne arasındaki etki olasılığının, rotayı değiştirmediği takdirde% 96'dan fazla olacağını tahmin etti.
Azakis aceleyle en yakın transfer modülüne tırmandı. "Köprü", diye bağırdı otomatik kontrol sistemine.
Beş saniye sonra, kapı bir gıcırtıyla açıldı ve orada, kontrol odasının büyük merkezi ekranında, gemiyle çarpışmak üzere olan nesnenin bulanık görüntüsü görüntülendi.
Aynı anlarda, nefes nefese kalmış olan Petri başka bir kapıdan dışarı fırladı.
“Neler oluyor Tanrı aşkına?" diye sordu. "Bu bölgede meteorlarla karşılaşmamamız lazımdı", diye haykırdı, büyük ekrana bakarak.
"Göktaşı olduğunu sanmıyorum."
"Eğer bu bir meteor değilse, o zaman nedir?" diye sordu Petri, endişeli bir ifadeyle.
"Rotamızı hemen değiştirmezsek, köprünün her yerine saçılmış bizi, kendin göreceksin."
Petri navigasyon kontrolleriyle boğuşmaya başladı ve önceden planlanan yörüngede küçük bir değişiklik ayarladı.
"90 saniye içinde çarpışma," dedi yakınlık uyarı sisteminin sıcak, duygusuz kadın sesi,. "Nesneden uzaklık: 276.000 kilometre ve düşüyor. "
"Petri, bir şeyler yap! Ve çabuk yap!" diye bağırdı Azakis.
"Bir şey yapıyorum, ama o şey çok hızlı hareket ediyor."
Nesnenin sağındaki ekranda görünen tahmini etki olasılığı yavaş yavaş düşüyordu. 90%, 86%, 82%.
Azakis, "Başaramayacağız" diye fısıldadı.
"Sevgili dostum, gemimi parçalayabilecek 'gizemli nesne' henüz icat edilmedi."
Petri, bir anlığına her ikisinin de dengesini bozan hızlı bir manevrayla iki Bousen motorundaki kutupları tersine çevirdi. Gemi birkaç dakika sarsıldı. Mürettebatın öndeki duvara savrulmalarını engelleyen sadece bu değişikliği anında telafi eden sofistike yapay yerçekimi sistemiydi.
Azakis, arkadaşının omzuna vurarak "güzel hareket" dedi. "Ama bu gidişatı nasıl durduracağız?" Etraflarındaki nesneler çoktan uçmaya başlamışlardı ve odanın etrafında dönüyorlardı.
"Bi dakka," dedi Petri, hala düğmelere basıyordu ve kontrollerle uğraşıyordu.
"Tek ihtiyacım..." Ter boncukları yavaş yavaş alnından sızıyordu.
"Açmak için..." odadaki her şey kontrolden çıkmaya devam ederken o işleme devam etti. İkisi yerden kalkmaya başlamıştı. Yapay yerçekimi sistemi artık üretilen muazzam santrifüj kuvvetiyle baş edemiyordu. Gittikçe hafiflikleri artıyordu.
"... Bagaj kapağı üç!" diye bağırdı Petri, odadaki her nesne aynı anda yere düştü. Azakis'in, üçüncü ve dördüncü kaburgalarının arasına çarpan ağır bir çöp konteyneri acıdan nefesini kesmişti. Petri, dolaştığı tavandan yere düştü, pek de doğal olmayan ve gülünç bir şekilde.
Etki olasılığı tahmini % 18'e düşmüştü ve hala hızla azalıyordu.
"Her şey yolunda mı?" diye soran Azakis, sağ tarafındaki acıyı gizlemeye çalıştı.
"Evet, evet. İyiyim, iyiyim" diye cevap verdi Petri, ayağa kalkmaya çalışarak.
Bir müddet sonra Azakis mürettebatla irtibata geçti ve komutanlarına herhangi bir maddi hasar olmadığını ve kimsenin yaralanmadığını bildirdi.
Az önce gerçekleştirdikleri manevra Theos'u rotadan biraz saptırmış ve geçidin açılmasından kaynaklanan basınç düşüşü otomatik sistem tarafından hemen dengelenmişti.
6%, 4%, 2%.
"Nesneden uzaklık: 60.000 km," diye devam etti ses.
Her ikisi de nefeslerini tuttular, 50.000 km mesafeye ulaşmayı beklediler, bunun ötesinde kısa menzilli sensörler tetiklenecekti. Bu anlar birbiriyle kesişen bir an gibiydi.
"Nesneden uzaklık: 50.000 km. Kısa menzilli sensörler etkinleştirildi. "
Önlerindeki bulanık görüntü bir anda keskin bir şekilde odaklandı. Ekranda görünen nesne farklıydı, her ayrıntı görünüyordu. İki astronot birbirlerine baktılar, gözleri fal taşı gibi açıldı, her biri diğerinin yüzünde bir cevap aradı.
"İnanılmaz!" diye haykırdılar aynı anda.
Nasıriye – Masgouf restoran
Albay Hudson, restoranın ana yemek alanının önündeki koridorda gergin bir şekilde volta atıyordu. Neredeyse her dakika sol bileğine taktığı taktik saati kontrol etti. Bunu uyumak için bile çıkarmadı. İlk buluşmada bir genç kadar heyecanlıydı.
Oyalanmak için kayaların üzerinde limon dilimli Martini ısmarladı. Bıyıklı barmen, uzun saplı bardak setini tembelce kurularken kalın kaşlarının altından onu izliyordu.
İslam ülkelerinde alkole izin verilmez. Ancak o akşam bir istisna yapılmıştı. Küçük restoran tamamen ikisi için ayrılmıştı.
Doktor Hunter'la konuşmasını bitirir bitirmez Albay, restoranın sahibini aradı ve adını aldığı Masgouf evi spesiyalitesini sipariş etti. Kaplan mersin balığı olan ana bileşeni elde etmedeki zorluk nedeniyle, kuruluşun bunu sağlayabileceğinden emin olmak istemişti. En az iki saat hazırlık gerektirdiğini bilerek, mutlak mükemmellik için telaşsızca pişirilmesini önemsiyordu.
Kamuflaj üniforması akşam için uygun kaçmazdı o nedenle, ipek alay tarzı, gri ve beyaz çizgili kravatla birleştirdiği koyu Valentino kıyafetinin tozunu almaya karar vermişti. Sadece bir askerin bildiği şekilde cilalanan siyah ayakkabılar da İtalyan'dı. Taktik saatin kesinlikle bununla bir ilgisi yoktu, ama onsuz yapamazdı.
"Yola çıktılar." Çatlak ses, göğüs cebinde sakladığı cep telefonuna benzer alıcıdan geliyordu. Kapattı ve pencereden dışarı baktı.
Büyük, siyah araba, rüzgârın savurduğu ve cadde boyunca tembelce yuvarlanan buruşuk bir torbadan kaçınmak için bir ara savruldu. Hızlı bir manevra ile restoranın giriş kapısının hemen dışına sürdü. Sürücü, aracın kaldırdığı tozun tekrar yere inmesini bekledi, ardından dikkatli bir şekilde araçtan indi. "Tamamen açık" sesi sağ kulağına gizlenmiş kulaklıktan geldi. Dikkatlice, daha önce kararlaştırılan tüm pozisyonlara baktı, ta ki savaş teçhizatı içinde akşam yemeği süresince iki lokantanın güvenliğini gözetecek olan asker arkadaşlarının her birini teşhis ettiğinden emin olana kadar.
Bölge güvenliydi.
Arka kapıyı açtı ve yolcusunu dışarı çıkarmak için sağ elini nazikçe uzattı.
Elisa askere teşekkür etti ve zarif bir şekilde arabadan indi. Ciğerlerini berrak akşam havasıyla doldururken yukarı baktı, sadece çölün yıldızlı gökyüzünün sağlayabileceği muhteşem manzarayı seyretmek için bir an duraksadı.
Albay bir an bekledi, onu dışarıda karşılamak ya da içeride kalıp içeri gelmesini beklemek arasında tereddüt etti. Sonunda, bunun onu daha az gergin hale getireceğini düşünerek oturmayı seçti. Sonra, kayıtsızlıkla, bara doğru yürüdü, yüksek bir tabureye tünedi ve sol dirseğini koyu ahşap yüzeye yasladı, bardağında kalan içeceğin son damlasını içti, limon tohumunun yavaşça dibe düşmesini izledi.
Kapı hafif bir gıcırtı ile açıldı ve askeri sürücü etrafa baktı ve her şeyin yolunda alıp olmadığını kontrol etti. Albay hafifçe kafa salladı ve eskort Elisa'yı zarif bir el işaretiyle içeri davet etti.
"İyi akşamlar Doktor Hunter," dedi albay, taburesinden kalkıp en iyi gülümsemesini sergileyerek. "Yolculuğun rahat olduğuna inanıyorum?"
"İyi akşamlar albay," diye cevapladı Elisa, aynı derecede göz kamaştırıcı bir gülümsemeyle. "Çok güzeldi, teşekkür ederim. Şoförünüz çok nazikti."
Şoföre otoriter bir sesle "Şimdi gidebilirsin, teşekkür ederim" dedi. Asker selamıyla genç adam topuklarını dövdü ve gecenin içine kayboldu.
"Size bir aperatif önerebilir miyim profesör?" diye soran albay, bıyıklı barmeni el işaretiyle çağırdı.
Elisa tereddüt etmeden "Her ne içiyorsanız" diye cevap verdi ve albayın hala elinde tuttuğu Martini bardağını işaret etti. Sonra ekledi, "Lütfen bana Elisa deyin, Albay. Bunu tercih ederim."
"Elbette. Sen de bana Jack diyebilirsin. "Albay" sadece askerlerim için."
Bu iyi bir başlangıç, diye düşündü albay.
"Şerefe" dedi canlı bir tonda, bir yudum alarak.
"Bu akşam muhteşem göründüğünü söylemeliyim Elisa," dedi albay, misafirini baştan aşağı süzerek."
"Sen de fena görünmüyorsun. Bir üniformanın cazibesi olabilir, ama sizi böyle tercih ederim." dedi, şeytani bir şekilde gülümsedi ve başını bir tarafa eğdi.
Biraz utanan Jack, dikkatini elindeki camın içindekilere çevirdi. Bir süre ona baktı, sonra da hepsini tek seferde yuvarladı.
"Masamıza gidelim mi?"
"İyi fikir" diye haykırdı Elisa. "Açlıktan ölüyorum."
"Evin spesiyalini sipariş ettim. Umarım beğenirsiniz."
"Sakın onları Masgouf pişirmeye ikna ettiğini söyleme!" dedi şaşkınca, güzel yeşil gözlerini olabildiğince genişleterek fal taşı gibi açarak. "Yılın bu zamanında kaplan mersin balığını bulmak neredeyse imkansız."
"Senin gibi bir misafir en iyisine layık," dedi albay kendini beğenmiş bir şekilde, seçiminin iyi gittiğini görünce. Sağ elini kibarca uzattı ve onu takip etmesi için davet etti. Yine aynı yaramaz gülümsemeyle, onu masaya götürmesine izin verdi.
Mekan, bölgeye özgü bir tarzda çekici bir şekilde dekore edilmişti. Aydınlatma sıcak ve hafifti ve tavandan uzanan devasa perdeler neredeyse duvarları kaplıyordu. Eslimi Toranjdar tasarımlı büyük bir halı neredeyse tüm katı kaplarken, diğer küçük halılar odanın tüm kenarlarını çerçeveliyordu. Aslında, geleneğe göre yemek yerdeki yumuşak, rahat minderlerde uzanarak tüketilmeliydi, ancak tipik bir batılı olarak albay daha "normal" bir masa tercih etmişti. Bu bile dikkatlice dizayn edilmişti, masa örtüsü için seçilen renkler binanın geri kalanına mükemmel bir şekilde uyuyordu. Arka planda Maqsum
’lu bir Darbuka'nın bir Ud
’a eşlik ettiği müzik, odayı hafifçe kaplamıştı.
Mükemmel bir akşam.
Uzun boylu, ince bir garson onlara kibarca yaklaştı ve bir reverans ile onları oturmaya davet etti. Albay, Elisa'nın sandalyesini düzenlemeye odaklanmıştı ve onun oturmasına yardımcı olduktan sonra, kravatını tabağa değdirmemeye özen göstererek onun karşısına oturdu.
"Burası gerçekten çok güzel," dedi Elisa, etrafına bakarak.
"Teşekkür ederim" dedi albay. "İtiraf etmeliyim ki hoşuna gitmeyeceğini düşünerek biraz endişelendim. Ama sonra bu alana olan tutkunu hatırladım ve bunun en iyi seçim olacağını düşündüm."
"Doğru tahmin ettin!" dedi Elisa, yine muhteşem gülümsemesini takınarak.
Garson bir şişe şampanyayı açtı ve iki kadehi de doldururken, bir tepsi taşıyan diğeri geldi. "Most-o-bademjun
denemek ister misiniz?".
İki misafir birbirlerine keyifle baktılar. Bir kez daha kadeh kaldırdılar.
Restorandan yaklaşık 100 metre uzaklıktaki karanlık bir arabada, iki yabancı insan sofistike bir gözetleme sistemiyle uğraşıyorlardı.
"Albayın o hatunu nasıl şımarttığını gördün mü?" dedi sırıtarak sürücü koltuğundaki kilolu olan. Kocaman bir sandviç çiğniyor, karnını ve pantolonunu kırıntılarla dolduruyordu.
"Profesörün küpesine bir verici takmak parlak bir fikirdi," diye yanıtladı , büyük, koyu renk gözlü ve daha ince olan diğeri büyük, kahverengimsi bir karton bardaktan kahvesini yudumlarken. "Söyledikleri her şeyi buradan duyabiliyorum."
"Bunu mahvetme sakın ve her şeyi kaydet", "aksi takdirde bize o küpeleri kahvaltıda yedirecekler" diye uyardı.
"Merak etme. Bu ekipmana çok aşinayım. Bir fısıltıyı bile kaçırmayacağız."
"Bayanın tam olarak ne keşfettiğini bulmalıyız," diye ekledi şişman olan. "Patron bu araştırmayı gizlice takip etmek için çok para yatırdı."
"Albayın koyduğu sıkı güvenlik yapısı göz önüne alındığında bu kesinlikle kolay olmayacaktır." Zayıf adam sanki bir rüyadaymış gibi gökyüzüne baktı, sonra ekledi: "Eğer şu anda bana bu paranın çeyreğini bile verselerdi Küba'da bir palmiye ağacının altına uzanırdım ve endişelenmem gereken tek şey bir Margarita mı yoksa Pina Colada mı sipariş etmek olurdu."
"Ve belki de bikinili birkaç kızın seni güneş kremiyle kremlemesi", dedi iri adam, gülerek, kırıntıları aşağı yukarı sallanan göbeğinden sağa sola saçarak.
"Bu aperatif çok lezzetli. Profesörün sesi paneldeki küçük konuşmacı tarafından kesildi. "İtiraf etmeliyim ki, o sert askeri dış görünüşün arkasında bu kadar sofistike bir adamın saklanacağını hiç düşünmemiştim."
Teşekkür ederim Elisa.Ve bu kadar nitelikli bir akademisyenin, güzel olmanın yanı sıra, bu kadar arkadaş canlısı ve çekici olabileceğini asla düşünmezdim, “dedi albay, sesi yine biraz çarpık, ama biraz daha düşüktü.
"Flörtleşmelerini dinle", diye bağırdı şoför koltuğundaki koca adam. "Sanırım sonunda yatağa girecekler."
"O kadar emin değilim", dedi diğeri. "Doktorumuz açıkça zeki bir kadın ve akşam yemeğinin ve böyle basit bir iltifatın onu kollarına almaya yeteceğine inanmıyorum."
"Bu gece yapacaklarına 10 dolarına bahse girerim" diyen şişman adam, sağ elini meslektaşına doğru uzattı.
"Tamam, kabul ", diye onayladı diğeri , teklifi yapanla tokalaşarak.
İki şaşkın gezginin önünde ortaya çıkan nesne, hasfsalanın alabileceğinin çok ötesinde ve doğanın yaratabileceği hiçbir şeye benzemiyordu. Üç taç yapraklı ve sapı olmayan ve ortasında hafif konik bir pistil olan bir çiçeği andırıyordu. Pistil'in arka tarafı, bazal yüzeyi karşı tarafa yerleştirilmiş koniden biraz daha büyük olan ve tüm yapı için bir destek görevi gören altıgen prizma şeklindeydi. Dikdörtgen yaprakları, altıgenlerin üç eşit aralıklı tarafından çıkıyordu ve ana gövdenin en az dört katı uzunluktaydı.
"Eski bir yel değirmenine benziyor. Yüzyıllar önce büyük doğu bozkırlarında kullandıkları gibi," diye bağırdı Petri, gözlerini büyük ekranda görüntülenen nesneden ayırmadan.
Azakis sırtında bir titreme hissetti. Yaşlılar’ın ayrılmadan önce çalışmasını önerdiği bazı eski prototipleri hatırladı.
"Bu bir uzay sondası olmalı." diyerek sözlerini noktaladı. "Eski GCS arşivlerinde aşağı yukarı aynı tasarıma sahip bunlardan birkaçını gördüm," diye devam etti, N^COM'dan konuyla ilgili olabildiğince fazla bilgi elde etme telaşı içinde.
"Uzay sondası mı?" diye sordu Petri, şaşkınlıkla arkadaşına doğru dönerek. "Peki ne zaman fırlatacaktık?"
"Bizim olduğunu sanmıyorum."
"Bizimkilerden biri değil mi? Ne demek istiyorsun?"
"Nibiru gezegeninin sakinleri tarafından ne inşa edildiğini ne de fırlatıldığını kastediyorum. "
Petri'nin ifadesi giderek daha da şaşkın hale geldi. "Ne demek istiyorsun? Sakın bana uzaylılarla ilgili bu saçmalıklara inandığını söyleme.
"Bildiğim şey, gezegenimizde daha önce böyle bir şey inşa edildiği. GCS arşivlerini kontrol ettim ve hiçbir şey buradaki nesneye uygun değil. Hiç gerçekleşmemiş projelerin planları arasında bile değil."
"Bu mümkün değil!" diye bağırdı Petri. "N^COM'un faz dışı olmalı. Tekrar kontrol et."
"Üzgünüm Petri. Zaten iki kez kontrol ettim ve bunun bizim işimiz olmadığından kesinlikle eminim."
Kısa menzilli görüntüleme sistemi, nesnenin üç boyutlu görüntüsünü oluşturdu ve her dakika ayrıntısını titizlikle yeniden oluşturdu. Hologram kontrol odasının ortasında yüzüyordu, yerden yarım metre yukarıda asılı vaziyetteydi.
Sağ elinin hareketiyle Petri, her ayrıntıyı yakından inceleyerek yavaşça döndürmeye başladı.
"Düşük yoğunluklu metal alaşımından yapılmış gibi görünüyor," dedi, şaşkınlıktan boğulduğu anlardakinden daha teknik bir tonda. "Motorlar bu üç yaprakla çalışıyor olmalı. Bir çeşit ışığa duyarlı malzemeyle kaplanmış gibi görünüyorlar." Sonunda sistem kontrolleriyle uğraşmaya başlamıştı. "Pistil bir çeşit radyo anteni olmalı ve altıgen prizma kesinlikle bu şeyin "beynidir."
Petri hologramı giderek daha hızlı hareket ettiriyor ve her yöne çeviriyordu. Aniden durdu ve "Buraya bak. Bunun ne olduğunu düşünüyorsun?" diye sordu, küçük bir alanı yakınlaştırarak.
Azakis yaklaşabildiği kadar yaklaştı. "Sembol gibi görünüyorlar."
Petri, "İki sembol olduğunu söyleyebilirim," diye düzeltti, "ya da daha iyisi, bir çizim ve dört sembol birbirine yakın."
Azakis hala N^COM'da hevesle aranıyordu, GCS'de bir şey bulmaya çalışıyordu. Yine de önlerindeki nesneyle eşleşen hiçbir şey yoktu.
Çizim, on beş yatay kırmızı ve beyaz çizgiden oluşan bir dikdörtgeni temsil ediyordu. Sol üst köşede elli adet beyaz beş köşeli yıldız içeren başka bir mavi dikdörtgen vardı. Bunun sağında dört sembol vardı:
JUNO
Azakis, "Bir tür yazıya benziyor." diye tahmin etti. "Belki de semboller sondayı yapanların adını temsil ediyordur."
Petri, "Ya da belki de adı bu", diye ekledi. "Sondaya 'JUNO' denir ve bu renkli dikdörtgen imalatçıların sembolüdür."
Azakis, "Her ne ise, bizim tarafımızdan yapılmadı", dedi. "Sence içinde bir yaşam formu olabilir mi?"
"Gerçekten sanmıyorum. En azından bildiğimiz bir şey yok. Bir şeyin bulunabileceği tek yer arka kapsüldür ve bu bir canlıyı barındırmak için çok küçüktür."
O konuşurken bile, Petri sondayı taramaya başlamıştı, içinde bir yaşam belirtisi arıyordu. Birkaç dakika sonra ekranda bir dizi sembol belirdi ve bunları hızla arkadaşına çevirmeye çalıştı.
"Algılayıcılarımıza göre içeride yaşayan bir şey yok. Silah da yok gibi görünüyor. Bir ön analizden, bu şeyin güneş sisteminin orta kısmını keşfeden bir tür keşif gemisi olduğunu söyleyebilirim, kim bilir ne arıyor."
Azakis, "Olabilir", dedi. "Ama sormamız gereken soru şu: Kim tarafından gönderildi?"
Petri, "Eğer gizemli uzaylıların varlığını ekarte edersek, böyle bir şey inşa edebilecek tek şeyin eski 'karasal arkadaşların' olacağını söyleyebilirim." dedi.
"Ama ne diyorsun? Onları son bıraktığımızda hala at sırtında seyahat ediyorlardı. Bu kadar kısa sürede gelişimlerinde nasıl bu aşamaya gelmiş olabilirler? Uzayda dolaşmak için bir sonda göndermek küçük bir başarı değil."
"Kısa zaman mı?" dedi Petri, gözlerinin içine bakıyordu. "Unutma ki, onlar için o zamandan beri neredeyse 3600 yıl geçti. Ortalama ömürlerinin en fazla elli ila altmış yıl olduğu göz önüne alındığında, en az altmış nesil gelip geçmiştir. Belki de düşündüğümüzden çok daha zeki olmuşlardır."
"Ve belki de bu yüzden Büyükler bu görev konusunda bu kadar endişeliydi," diye ekledi Azakis, arkadaşının akıl yürütme çizgisini takip etmeye çalışarak. Bunu tahmin ediyorlardı ya da en azından bu olasılığı göz önünde bulunduruyorlardı."
"Bize bir şeyden ima etmiş olabilirler. Bu şeyin görüntüsü neredeyse beni felç etti."
"Bu sadece bir spekülasyon," dedi Azakis, başparmağı ve işaret parmağıyla çenesini ovuşturarak, "ama mantıklı görünüyor. Büyüklerle bağlantı kurmaya çalışacağım. Varsa onlardan biraz daha bilgi kotarmaya çalışayım. Bu arada, bu şey hakkında daha fazla şey öğrenmeye çalış. Mevcut seyrini, hızını, kütlesini vb. Orada bizi neyin beklediğini mümkün olduğunca bilmek istiyorum."
"Tamam, Zak," Petri kabul ederken, sonsuz sayıda sayı ve formül içeren renkli hologramlar etrafında havada yüzerken.
"Ve anten olarak tanımladığınız kısmı analiz etmeyi unutma. Eğer gerçekten dediğin gibiyse, aynı zamanda hem alıcı hem vericidir. Karşılaşmamız o sondayı gönderene iletilseydi hoşuma gitmezdi."
Bunu söyleyen Azakis, gemide uzun mesafeli iletişim için donatılmış tek yer olan H^COM kabinine gitti. İç transfer modüllerinin on sekiz ve on dokuz no lu kapısı arasında yer alıyordu. Kapı hafif bir tısla açıldı ve Azakis dar kabine kaydı.
Tanrı bilir bu şeyi neden bu kadar küçük yaptılar... diye merak etti, otomatik olarak alçalan aynı oranda dar koltuğa yerleşmeye çalıştı. Belki de çok sık kullanmamızı istemediler...
Kapı arkasından geri çekilirken, önündeki konsolda bir dizi komut yapmaya başladı. Sinyalin sabitlenmesi birkaç saniye sürdü. Aniden, odasındakine benzer holografik ekranda, yaşlı amirinin çökmüş, çizgili yüzü belirmeye başladı.
"Azakis," dedi adam, gülümseyerek ve yavaşça kemikli elini kaldırıp selamlayarak. "Zavallı yaşlı bir adamı bu kadar acil aratan nedir?"
Amirinin tam yaşını asla öğrenememişti. Yaşlılar hakkında kimsenin bu kadar özel bilgi bilmesine izin verilmedi. Güneş etrafında birçok devrime tanık oldular. Buna rağmen, gözleri soldan sağa, kendininkinden daha canlı bir şekilde gidip geliyordu.
"Şaşırtıcı bir şeyle temasa geçtik, en azından biz çok şaşırdık," diye başlayan Azakis, ön hazırlıklardan vazgeçerek doğrudan diğerinin gözlerine bakmaya çalıştı. "Neredeyse tanımlanamayan bir nesneyle çarpışıyorduk," diye devam etti, Yaşlı'nın yüzündeki ifadeyi inceledi.
"Bir nesne mi? Biraz daha anlat oğlum."
"Petri hala analiz ediyor, ama bunun bir tür sonda olabileceğini düşünüyoruz ve bizim olmadığından eminiz." İhtiyar'ın gözleri açıldı. O bile şaşırmış görünüyordu.
Bilmediğimiz bir dilde gövdeye kazınmış bazı garip semboller bulduk." diye ekledi. "Tüm verileri gönderiyorum."
Bir an için, Yaşlı gözden kayboldu gibi oldu. O^COM'unu kullanarak gelen bilgi akışını analiz etti.
Uzun süre sonra gözleri Azakis'e çevrildi. Son olarak, duygularını saklamayan bir tonla, "İhtiyarlar Konseyi'ni acil toplantıya çağıracağım. Tüm göstergeler ilk kesintilerinizin doğru olduğu yönünde. Eğer durum böyleyse, planlarımızı derhal revize etmemiz gerekecek."
"Talimatları bekleyeceğim", diyerek Azakis iletişimi kesti.
Nasıriye – Akşam yemeği
"Söylemeliyim ki Jack, bu Masgouf müthiş bir şey. Ama bitiremeyeceğim. Çok büyük bir şey."
"Evet, evet. Gerçekten harika. Şefe iltifatlarımızı göndermeliyiz."
"Belki de onunla evlenmeliyim ki bana yemek yapabilsin" diyen Elisa, biraz abartılı kahkahayla. Alkol etkisini göstermeye başlamıştı bile.
"Hayır, hayır. Sırada beklemek zorunda. İlk bendim." Çok uygunsuz olmayacağını umarak bu şakayı yapma riskini göze saydı. Elisa fark etmemiş gibi davrandı ve mersin balığını ısırmaya devam etti.
"Gerçekten evli değil misin?"
"Hayır, hayır. Bunun için hiç zamanım olmadı."
"Bu eski bir bahane", dedi ve ona güzel bir bakış attı.
"Aslında, bir zamanlar çok yaklaşmıştım, ama askeri hayat evlilikle pek bağdaşmıyor. Ya sen?" diye ekledi, kendisi ile ilgili sıkıntılı konuyu değiştirerek. "Hiç evlendin mi?"
"Şaka mı yapıyorsun? Tanrı aşkına, zamanının çoğunu bir köstebek gibi yeraltını kazarak geçiren ve binlerce yıllık mezarları kirletmekten hoşlanan bir kadına kim katlanırdı?"
"Anlıyorum" dedi Jack, acı bir şekilde gülümseyerek. "Belli ki evlilik için biçilmiş kaftan değilsin." Ve kadeh kaldırarak, bir melankoli sundu. "Bize" .
Garson fırından taze birkaç samoon
daha getirdi, kasvetli havayı dağıtarak.
Bu kesinti için minnettar olan Jack, aniden aklına gelen bir dizi anıyı hızla kovmaya çalıştı. Köprünün altından çok sular aktı. Şu anda yanında güzel bir kadın oturuyordu ve onunla ilgilenmesi gerekiyordu. Bu çok zor gelmiyordu.
Etraflarındaki hafif arka plan müziği tam da doğruydu. Masanın ortasına yerleştirilmiş üç mum ışığında Elisa harika görünüyordu. Saçında altın ve bakır vurgular vardı ve pürüzsüz cildi güneşten bronzlaşmıştı. Delici gözleri en koyu yeşildi. Yumuşak dudaklarını kullanarak parmaklarının arasında tuttuğu kemikten bir parça mersin balığı çıkarmaya çalışıyordu. Çok seksi.
Elisa kesinlikle Albay'ın zayıflık anının geçmesine izin vermeyecekti. Kemiği tabağının kenarına yerleştirdi ve başparmağı ve parmaklarındaki suyu bir mesaj verircesine emdi. Kafasını indirerek, ona o kadar yoğun baktı ki Jack kalbinin göğsünden fırlayıp tabağına ineceğinden korktu.
Artık durumun kontrolünün kendisinde olmadığını anlayan albay, kendini toparlamaya çalıştı. Aşk hasreti çeken bir okul çocuğu gibi davranmak için çok yaşlıydı, ama onda da karşı konulmaz derecede çekici bulduğu bir şey vardı.
Derin bir nefes alarak, yüzünü elleriyle sildi ve "Sence bu son parçayı bitirebilir miyiz?" demeye çalıştı.
Eliza gülümsedi, yavaşça mersin balığının son lokmasını aldı ve koltuğunda öne doğru eğilerek ağzına doğru hareket ettirdi. Bu pozisyonda, elbisesinin yakası hafifçe düştü ve göğüslerini cömertçe ortaya çıkardı. Jack, gözle görülür şekilde utandı, sadece bir ısırık aldı. Ancak, parmaklarıyla dudaklarına dokunmasını önlemeyi başaramadı. Heyecanı giderek tavan yapıyordu. Elisa kedinin fareyle oynadığı gibi onunla oynuyordu ve Jack kendini savunamıyordu.
Sonra, masum bir kızın havasıyla, hiçbir şey olmamış gibi sandalyesine oturdu ve hemen gelen uzun, ince garsona işaret etti.
"Sanırım güzel bir kakule çayının zamanı geldi. Ne diyorsun Jack?"
Hala önceki olayın etkisiyle, "Hmm, evet. Tamam..." Ceketini düzelterek ve daha rahat bir ton takınmaya çalışarak, "sindirim için harika olduğuna inanıyorum" diye ekledi.
Saçma bir şey söylediğini fark etti, ama o an için aklına başka bir şey gelmemişti.
"Bunların hepsi çok hoş, Jack. Çok güzel bir akşamdı. Ama bu geceki toplantımızın sebebini unutmamalıyız. Sana göstermem gereken bir şey var, hatırladın mı?"
O anda, Albay iş hariç her şeyi düşünüyordu. Yine de haklıydı. Aptalca bir flörtten daha önemli şeyler söz konusu. Aslında işin doğrusu, flört fikri artık hiç de aptalca görünmüyordu.
"Tabii" diye cevap verdi, otoriter tavrını yeniden kazanmaya çalışarak. "Ne keşfettiğini öğrenmek için sabırsızlanıyorum."
.
Bu noktada, her şeyi dinleyen yakındaki arabadaki şişman adam, "Seni kaltak!" diye bağırdı. Kadınların hepsi aynıdır. Önce seni aya uçuracakları hissini veriyorlar, sonra da hiçbir şey olmamış gibi düşürüveriyorlar."
"Sanırım 10 doların yakında ceplerimi dolduracak," dedi zayıfça olan, yorumunu coşkulu kahkahalar takip etti.
"Doğruyu söylemek gerekirse, profesörle kimin yatağa girdiği umurumda değil. Unutma, biz sadece onun bildiklerini öğrenmek için buradayız." Sırtı ağrımaya başladığı için koltuğunda daha rahat bir pozisyon bulmaya çalışırken, "O lanet restoranın içine kamera yerleştirmenin bir yolunu bulmalıydık" diye ekledi.
"Evet, masanın altında, hatta. Böylece kalçalarını daha güzel görmüş oluruz."
"Aptal. Bu görev için hangi pislik seni seçti?"
"Patron, dostum. Ve ona hakaret etmemeni tavsiye ederim. Dinleme cihazları konusunda usta ve hatta bu arabaya dinleme cihazı bile yerleştirmiş olabilir."
İri adam göz kırptı. Bir an için kalbinin durduğunu sandı. Bir kariyer yapmak istiyordu ve amirine hakaret kesinlikle öne çıkmanın yolu değildi.
"Saçmalamayı bırak", dedi, ciddi ve profesyonel görünmeye çalışarak. "Sadece işe devam etmeyi düşün ve somut bir şeyle üsse geri dönelim." Bunu söylerken gece karanlığında ilerideki hedefi seçmeye çalışıyordu ama hafifçe buğulanmış ön camdan pek iyi seçilmiyordu.
Elisa çok sevdiği bilgisayarını çantasından çıkardı. Masaya koyarak fotoğrafları kaydırmaya başladı. Merakı artan albay, bir şeylere odaklanmaya çalıştı, ancak açılar buna izin vermiyordu. Elisa, aradığını bulduktan sonra ayağa kalktı ve albayın yanındaki koltuğa geçti.
"Şimdi" diye başladı. "Şöyle bir gevşe önce. Uzun hikâye. Mümkün olduğunca özetlemeye çalışacağım."
Bilgisayarının ekranında hızla aşağı doğru kaydırarak, garip çizimler ve çivi yazılarıyla kazınmış bir tabletin resmini buldu.
Elisa şöyle devam etti: "Bu, Kudüs Kralı II Baldwin. "1119'da Patrikler Mağarası olarak da bilinen Makpela Mağarası'nı ilk açanın o olduğu düşünülüyor. Hazreti İbrahim ile oğulları İshak ve Yakup'un gömüldüğüne inanılan yer burasıdır. Bu yeraltı mezarları, bugün Cami veya Batı Şeria'da Hebron'da İbrahim Tapınağı olarak adlandırılan yerin altında bulundu." Bu noktada, ona caminin bir resmini gösterdi.
"Bu mezarların içinde, diğerlerine ilaveten kral, Hazreti İbrahim'e ait olacak bir tablet seti buldu. Hatta hayatındaki en önemli olaylardan bazılarını kaydettiği bir tür günlük olabileceğine inanılıyor."
"Seyahat notları", diye bir fikir ortaya attı Jack, olumlu bir izlenim yaratma umuduyla.
"Bir bakıma, evet. Tarihin o dönemindeki bir kişi için seyahat sırasında çok fazla şey yazmış."
Başka bir fotoğrafa kaydırdı ve açıklamaya devam etti. Zamanın dili ve grafiksel semboller konusunda en büyük uzmanlar, bu tablette kaydedilenleri çevirmeye çalıştılar. Açıkçası, bazı bakımlardan görüş farklılığına düşmüş durumdalar, ancak herkesin hemfikir olduğu şey bunun…," diye devam etti fotoğraftaki bir ayrıntıyı büyüterek, "'tanrıların gemisi' veya 'amforası' olarak yorumlanabileceği." Bir de oldukça açık olan 'defin', 'sır' ve 'koruma' kelimeleri var."
Jack'in kafası biraz karışmaya başlamıştı ama Elisa'yı mükemmel anladığına ikna etmek için başını sallamaya devam etti. Elisa bir an için ona baktı, sonra devam etti. "Öte yandan, bu sembol…”, görüntüyü mümkün olduğunca net hale getirmek için ekranı ayarlayarak, "bazılarına göre, bir mezarı ve bir tanrı mezarını temsil etmektedir. Oysa bu kısım muhtemelen tanrılardan birinin, etrafında toplanan insanları uyardığını hatta tehdit ettiğini anlatıyor."
Albay, kısmen alkolden ve kısmen Elisa'dan yayılan sarhoş edici parfümden ve belki de kısmen gözlerinde kaybolmasından dolayı, artık söylediklerini takip edemiyordu. Buna rağmen, her şeyi anlamış gibi başını sallamaya devam etti.
Jack'in kafa karışıklığını fark eden Elisa, "Basitçe söylemek gerekirse, uzmanlar bu tabletin içeriğini, sözde tanrıların veya peygamberlerin mezarlarından birinin yanında sakladıkları veya gömdükleri ve Hazreti İbrahim zamanında meydana geldiği doğrulanan bir olayın kanıtı olarak yorumladılar. En azından onlar için çok değerli bir şeydi."
"Burada bir mantık hatası var gibi görünüyor," diye başlayan Jack, bu konuda biraz ahkam kesme ihtiyacı hissetti. "Tanrıların mezarının yanına değerli bir şeyin gömüldüğünü söylemek. GPS koordinatlarını sağlamış değillerdi herhalde. Hemen hemen her şeye, her yere çekilebilir."
"Haklısınız, ama tüm yazıtlar, özellikle de çok uzun zaman öncesine ait olanlar, bir yorumlama ve tümevarım sürecinden geçmek zorundalar. Uzmanlar bunun için oradalar. Bu arada ben de onlardan biriyim." Bunu söylerken paparazzi kameraların önünde poz veren bir manken gibi davrandı.
"Tamam, tamam. Ne kadar zeki olduğunu biliyorum. Ama şimdi, bunu biz faniler için daha anlaşılabilir şekilde anlat."
Elisa, heyecanını yatıştırarak devam etti: "Aslında, efsaneler, söylentiler ve benzeri her türlü tarihi buluntuların analizi ve karşılaştırması sonucunda dünyadaki en büyük düşünürlerin ortak fikri, bu kurguda bir doğruluk unsuru olduğudur. Bu temelde, bu gizemli nesneyi aramak için dünyanın dört bir yanından arkeologları gönderdiler."
"Ama ELSAD bu işin neresinde?" Albay beyin fonksiyonlarını geri kazanmaya başlamıştı. "Bana söyledikleri şey, bu araştırmanın bazı hayali uzaylı eserlerini kurtarmayı amaçladığıydı."
Elisa, “belki de tam olarak böyledir", diye yanıtladı. "Eski zamanlarda Dünya etrafında dolaşan bu 'tanrıların' güneş sistemimizin dışındaki bir gezegenden gelen insansılardan başka bir şey olmadığına inanılıyor. Teknolojik üstünlükleri nedeniyle, özellikle tıp ve bilimde, mucizeler gerçekleştirebilecek tanrılarla karıştırılmaları oldukça olasıdır."
"Anlıyorum", diye sözünü kesti Jack. "Amazon'un ortasında bir kabilenin karşısına Apaçi savaş helikopteriyle çıkıp füze fırlatmaya başlasaydım, ben bile kızgın bir tanrıyla karıştırılabilirdim."
"Bu tam olarak o zamanın insanları üzerinde sahip oldukları etkidir. Homo Erectus'a bir zeka tohumu yerleştirenlerin bu uzaylılar olduğuna inananlar bile var, böylece onları sadece on binlerce yıl içinde, şimdi Homo sapiens sapiens dediğimiz kişilere dönüştüren tohumları atmış oldular. "
Elisa, yüzü hayretten şekilden şekle giren albaya dikkatlice baktı ve son darbeyi indirmeye karar verdi. "Doğruyu söylemek gerekirse, bu görevin başındaki kişi olarak, senin daha iyi bilgilendirileceğini düşünmüştüm."
"Ben de öyle düşünmüştüm", diye ağzından kaçırdı Jack. "Belli ki, yetkili kişiler 'daha az söylenen daha iyi' felsefesini uygulamışlar." Az önceki romantizminin yerini öfke almaya başlamıştı.
Bunu hisseden Elisa, bilgisayarını masaya yerleştirdi ve yüzünü Albay'ınkine o kadar yaklaştırdı ki bir an için onu öpmek istediğini düşünerek nefesini tuttu. "Şimdi gelelim en iyi kısmına," dedi.
Hızlı bir hareketle koltuğuna geri dönerek, ona başka bir fotoğraf gösterdi. "Herkes kendini bu ünlü 'Tanrılar Mezarı'nı aramaya atmışken, Mısır piramitlerini, tanrıların mezarlarını, tablete kazınanlarla eşleştirme yoluyla formüle ediyorum, ve bunun doğru olduğu sonucuna varıyorum. Şuna bakın", dedi ve ona içeriği kendi yorumuyla uyum gösteren bir görüntü gösterdi.
İkilinin konuşmalarını dinleyen iki kafadar, albaya gösterilen fotoğrafları görebilmek için neler vermezlerdi.
"Kahretsin!" diye bağırdı. "O el cihazını ele geçirmek zorundayız."
"Umalım da içlerinden hiç olmazsa birisi yüksek sesle okusun." diye cevapladı daha ince arkadaşı.
"Umalım da bu romantik yemek yakında bitsin. Karanlıkta dışarıda oturmaktan bıktım ve dahası açlıktan ölüyorum."
"Açlıktan mı ölüyorsun? Ne demek istiyorsun? Az önce sandviçlerden payıma düşeni de yedin."
"Hepsini değil, dostum. Bir tane kaldı ve onu yutmaya niyetliyim." Kendini beğenmiş bir şekilde, arka koltukta bir torbadan çıkarmak için döndü. Ancak dönerken, dizi kayıt sistemindeki güç düğmesine çarptı, bu da hafif bir bip attı ve kapandı.
"Seni sakar aptal! Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun?" zayıf adam aleti tekrar açmak için acele etti. "Şimdi sistemi yeniden başlatmam gerekecek ve bu en az bir dakika sürecek. Sadece önemli bir şey söylememeleri için dua et, yoksa bu sefer seni Basra Körfezi'ne uçururum!"
"Üzgünüm" dedi şişman adam sessiz bir sesle. "Bence diyete girmenin zamanı geldi."
"Tanrılar, içindeki değerli yükle gemiyi tapınağın güneyine gömdüler, insanlara geri dönene kadar ondan uzak durmalarını emrettiler, aksi takdirde tüm ulusların başına korkunç bir felaket geleceğinden korkuyorlardı. Bölgeyi korumak için dört gönüllü vasi görevlendirildi.
Elisa gururla "İşte böyle tercüme ediyorum", dedi. "Bana göre, bunun için doğru isim 'mezar' değil, tapınaktır ve araştırmamın yapıldığı sizin Zikrqurat'ınız tanrılar için dikilmiş bir tapınaktan başkası değildir. Bu bölgede kesinlikle birtakım Zikrquratlar vardır, ancak hiçbiri muhtemelen tabletleri yazan kişiye ait eve bu kadar yakın değildir: sevgili yaşlı İbrahim."
"Çok ilginç." Albay metni inceliyordu. "Herkesin 'İbrahim Evi' olarak tanımladığı yer tapınağa sadece birkaç yüz metre mesafede."
"Ayrıca, Elisa şöyle devam etti: "Eğer bu varlıklar gerçekten uzaylıysa, bu 'geminin' ordu için ne kadar ilginç olabileceğini bir düşünün. Belki de 'değerli içeriklerden' daha fazla."
Jack bir an için daldı, sonra cevap verdi, "ELSAD'ın tüm bu ilgisinin nedeni budur. Gömülü gemi basit bir toprak kaptan çok daha fazlası olabilir."
"Aferin. Ve şimdi gelelim gerçeklere," diye bağırdı Elisa tiyatral olarak. "Bayanlar ve baylar, bu sabah bulduklarımı sunuyorum."
Ekrana dokundu ve cihazda yeni bir fotoğraf belirdi. "Ama tablettekiyle aynı sembol", diye haykırdı Jack.
"Kesinlikle. Ama bu fotoğrafı daha bugün çektim", diye yanıtladı Elisa, memnun bir şekilde. "Görünüşe göre, İbrahim Sümerlerin daha önce kullandığı sembollerin aynısını 'tanrıları' temsil etmek için kullanmış: etrafında on iki gezegen olan bir yıldız ve ne tesadüftür ki, ortaya çıkarma sürecinde olduğumuz 'konteynerin' kapağına kazınmış olarak bulduğumla aynı.
"Bunun bir anlamı olmayabilir," dedi Jack. "Belki de sadece bir tesadüftür. Bu sembolün yüzlerce anlamı olabilir."
"Öyle mi düşünüyorsun? Buna ne dersin? Ne olduğunu düşünüyorsun?" diye sordu, ona son fotoğrafı gösterdi. "Bunu konteynerin dışından taşınabilir X ray ekipmanımızı kullanarak aldık."
Jack'in tek yapabileceği şaşkınlıkla bakmaktı, gözleri sonuna kadar açıktı.
Theos uzay aracı – Veri Analizi
Azakis köprüye döndüğünde Petri, başını halen sondadaki analize gömmüş vaziyetteydi. "Bize geri döneceklerini söylediler", dedi.
Petri, "Bu da bunu kendi aralarında tartışacakları anlamına geliyor." dedi.
Azakis, "Az çok beklediğimiz şey, ha?" diye cevap verdi ve arkadaşının sırtını sıvazladı. "Peki bu metal parçası hakkında bana ne söyleyebilirsin?"
"Gövdenin boyası fazla çizilmemiş, seni temin ederim ki üç boyutlu arkadaşımızdan herhangi bir mesaj gönderilmedi. Sonda sadece gök cisimlerini incelemek için tasarlanmış gibi görünüyor. Bir tür yalnız uzay yolcusu, verileri kaydediyor ve periyodik olarak üsse geri gönderiyor." Odada gezinen hologramdaki antenin bazı detaylarına dikkat çekti.
Azakis, "Muhtemelen varlığımızı kaydedemeyecek kadar hızlı uçtuk." dedi.
"Sadece bu değil, eski dostum. Araç üzerindeki aletleri, yüz binlerce kilometrelik mesafelerdeki nesneleri analiz etmek için programlanmıştır. O kadar yakın geçtik ki, boşlukta olmasaydık kayma akımımız onu bir üst gibi döndürecekti."
"Ve şimdi daha uzakta olduğumuza göre, varlığımızı ortaya kılabilecek mi?"
"Gerçekten sanmıyorum. Onları ilgilendiremeyecek kadar küçük ve hızlıyız."
"İyi," dedi Azakis. "Sonunda iyi haberlerimiz var."
Petri şöyle devam etti: "Sondadaki veri iletim yöntemini analiz etmeye çalıştım." "Bizimki gibi 'ışık girdabı' teknolojisiyle donatılmış gibi görünmüyor. Hala eski bir frekans modülasyon sistemi kullanıyor."
Azakis, "Bu, Büyük Devrim'den önceki seleflerimiz tarafından kullanılan değil
mi?" diye sordu.
"Kesinlikle. Çok verimli değildi, ama uzun bir süre boyunca tüm gezegende bilgi alışverişinde bulunmamızı sağladı ve kesinlikle şu anda olduğumuz yere ulaşmamıza yardımcı oldu. "
Azakis komuta koltuğuna oturdu, bir anlık yansımada parmağını çiğnedi, sonra "eğer şu anda kullanımda olan iletişim sistemi buysa, belki onların da bir kısmının iletimini alabiliriz" dedi.
"Hangi porno filmleri çektiklerini görmeyi umuyor musunuz?" diye espri yapan Petri, dilini ağzının soluna uzatıyor.
"Saçmalamayı kes. Bunun yerine, neden ikincil iletişim sistemimizi bu teknolojiye uyarlamaya çalışmıyoruz? Oraya vardığımızda mümkün olduğunca iyi hazırlanmak istiyorum."
"Seni anlıyorum. Sanırım o sıkışık bölmede birkaç saat geçirmek zorunda kalacağım."
Azakis, arkadaşının bir sonraki sorusunu tahmin ederek, "Önce bir şeyler yemeye ne dersin?" diye sordu.
Petri, "Bugün senden duyduğum ilk mantıklı şey bu", diye yanıtladı. "Tüm bu heyecan beni acıktırdı."
"Tamam, biraz ara vereceğiz, ama elimizde ne olduğuna karar verme sırası bende. Dün seçtiğin Nebir ciğeri zavallı karnıma öyle bir saplandı ki kök salıyor gibiydi."
10 dakika sonra, iki yol arkadaşı hala yemeklerini tüketmekle meşgulken, Dünya'daki NASA Görev Kontrol odasında genç bir mühendis, izlediği sondanın seyrinde garip bir değişiklik algılıyordu.
"Efendim," dedi kulaklığına bağlı mikrofona, ağzından birkaç santimetre sarktı. "Sanırım bir sorunumuz var."
"Ne tür bir sorun?" diye sordu görev başındaki mühendis endişeli bir şekilde.
"Bilinmeyen bir nedenden dolayı Juno aniden rotasını biraz değiştirdi.
"Değişti mi?" Ne kadarla? Ne için?" Soğuk soğuk ter dökmeye başladı. Bu misyonun maliyeti fahişti. Hiçbir şey ters gitmemeli.
"Şu anda verileri analiz ediyorum. Telemetri, belirgin bir açıklama olmadan 0.01 derecelik bir sapma olduğunu gösteriyor. Her şey normal çalışıyor gibi görünüyor."
"Bir kaya parçasına rastlamış olabilir," dedi yaşlı mühendis. "Aslında asteroit kuşağından o kadar da uzak değil."
"Juno şu anda Jüpiter'in yörüngesinde ve hiç olmamalı," dedi genç meslektaşı, belirsiz bir şekilde.
"Peki o zaman ne oldu? Bir çeşit arıza olmuş olmalı." Birkaç dakika düşündükten sonra, "Gemideki tüm enstrümanlarda birkaç kontrol istiyorum. Sonuçları beş dakika içinde bilgisayarımda istiyorum." diyerek iletişimi kapattı.
Genç mühendis bir anda kendisine ne kadar sorumluluk verildiğinin farkına vardı. Kendi ellerinin titrediğini fark etti, ama onları görmezden gelmeyi seçti. Bir meslektaşının yardımıyla, parmaklarını çapraz tutarak sonda üzerinde farklılaştırılmış bir kontrol gerçekleştirdi. Bilgisayar program kontrollerini ardışık olarak çalıştırmaya başladı ve birkaç dakika içinde analizin sonuçları ekranda göründü.
Kontrol tamamlandı. Tüm aletler çalışıyor.
"Her şey yolunda görünüyor," dedi meslektaşı.
"Peki ne zıkkım oldu? Önümüzdeki iki dakika içinde bir şey bulamazsak, şef ikimizin de kıçını alacak." Hummalı bir şekilde önündeki klavyeye komutlar yazmaya başladı.
Hiç. Her şey mükemmel çalışıyordu.
Kesinlikle bir şeyler bulmak zorundaydı hem de bir an evvel. Parmaklarıyla masanın üzerine ritmik şekilde vurmaya başladı. Yaklaşık on saniye devam etti, daha sonra işyeri davranış kılavuzunun ilk yazılı olmayan kuralına başvurmaya karar verdi: asla patronla çelişmeyin.
Mikrofonu açarak, "Şef, haklıydın. Sondayı rotasından gönderen küçük bir Truva asteroidiydi. Neyse ki, doğrudan bir vuruş değildi. Az önce yakınlardan geçti. Açıkçası, asteroit Juno'ya küçük bir yer çekimi uyguladı , rotasını biraz değiştirdi. Şimdi size verileri gönderiyorum", dedi, nefesini tutarak.
Aradan geçen bir sürenin ardından amirinin gururlu sesi kulaklığına ulaştı. "Bundan emindim. Sevgili oğlum, eski bir tuzun içgüdülerini yabana atamazsın." Daha sonra ekledi, "Probdaki motorları etkinleştirmeye çalışın ve rotasını düzeltin. Hiçbir hatayı kabul etmeyeceğim." Öyle deyip, kapattı. Bir dakika sonra geri geldi ve "İyi iş çıkardın oğlum" diye ekledi.
Genç mühendis, kanın bir kez daha vücudunun etrafında akmaya başladığını fark etti Kalbi o kadar sert çarpıyordu ki kulaklarındaki nabzını duyabiliyordu. Ne de olsa, bu aslında doğru bir açıklama olabilirdi. Meslektaşına doğru dönerek, ona başparmaklarını uzattı. Diğeri rahatladı ve ona göz kırptı. En azından şimdilik temize çıkmışlardı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/pages/biblio_book/?art=66501094) на ЛитРес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.