Kursak Kramplari

Kursak Kramplari
Cihan Aldik
“Kursağımda bir kramp var biliyor musun? Çıkıp gitmeye mi çalışıyor benden yoksa yutkunup yok mu saysam bilemiyorum.”
“Bırak kalsın orada. Ne zaman kaptırsan kendini dünyanın heyulasına, aklına gelir, duraksarsın. Koru onu.”
Kalbinde, senin bile bilmediğin nice hakikat, kalbinde hiç bilmediğin nice hakikat öylece durur. Umulur ki bir gün harekete geçer, biri, bir şey onu oradan söker ve vurur yukarı doğru, keskin, yakıcı, ağrılı bir kramp gibi, boğazından yukarı. Kaçmazsan, kurtulmaya çalışmazsan, inkâr etmezsen… O zaman hakikat diline gelir. Anlarsın… O zaman… Yakalandığın zaman…Göze aldığın zaman…
Kalp ile anlayalım, kâfi gelir bize…

Cihan Aldık
Kursak Krampları

Cihan Aldık

1979 yılında İstanbul Fatih’te doğdu. Fotoğrafçılık ve Radyo TV Sinema okudu. Halihazırda editörlük ve fotoğraf eğitmenliği yapıyor. 19 yıldır reklam sektöründe çalışıyor. Birçok kurumsal firmanın kurum içi yayınını hazırladı. Sektörel dergilerde çalıştı. Reklam fotoğrafları çekti, çekmeye devam ediyor. Ulusal çapta birçok dergide deneme ve gezi yazıları yayımlandı. Yurtiçi fotoğraf sergilerinde yer aldı.

Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Kursak Krampları, Ekim 2019
Bir Varsın Bir Yoksun, Nisan 2017

Kursak Krampları
Sessizliğin ortasında, içine uzun uzun çektiği sigarasının tütününün küle dönüşürken attığı çığlıkları kendisinden başka duyan yoktu. Milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirdeki yalnızlığı, içine çektiği duman gibi ciğerlerine işlemişti. Yalnızlığın gürültüsü kulaklarını tırmalıyordu. Elindeki gazetenin “özel haber” sayfasındaki fotoğrafına bakıyor, yazıya göz gezdiriyordu. Hissettiklerini lisan-ı hal ile anlattığı ve gazetecinin son şeklini verdiği düşünceleri bir gazete haberi olarak ellerinin arasında duruyordu.
Her gün birkaç tane vadesini doldurmuş bedeni yıkayıp son yolculuğuna uğurluyordu. Kimisinin görmeye bile tahammül edemediği, hatta korktuğu şey onun mesleği olmuştu. “Ne iş yapıyorsun?” diye soranın, cevabı duyduktan sonra ikinci cümlesi, “Ağzından yel alsın”dı. Ağzından yel almıştı kelimeleri; suskunlara karışmıştı gassal Gazanfer. Onlarca defa selamsızca yanından geçip gidenlerin sessizce ve sadece avret yerlerini örten bir parça bezle önünde cansız yattığına şahit olmuştu.
Herkes onların ölülerden çekindiğini zannededursun, Gazanfer ölülerin yakını olan dirilerden çekiniyordu. Mezar kazanın bile öleceğini hatırlamadığı bir zamanda, ölümü hatırlamamasına imkân yoktu. Ne var ki guslünü aldırdığı mevtanın ailesi az sonra toprakla buluşturacağı andan sonra başka bir yakınlarını yine gasilhaneye getirene dek ölümü hatırlamayacaklardı. Bundan çekiniyordu Gazanfer. Bile isteye, gönül rızasıyla unutkanlık susturmuştu onu; yel almıştı ölümlü kelimeleri. Sormasalar söylemez, bilmeyenler, ölülerden korkup lâl oldu zannederdi.
İşin aslı bu değildi tabii. Gazanfer binlerce ölü bedeni ahiret intikaline hazırlamıştı. Tabii bu bir dini sorumluluğun yerine getirilmesi hazırlığıydı. Yoksa kimin öteye hazırlığı tamdır, belli değildi.
Gazanfer konuşkandı aslında. Herkes kadar konuşur, uçan sözlerden eder, yazı gibi kalan, kalpte yer eden sözler nelerdir çok bakmazdı. Bir gün baktı ki ne kadar söz söylersen söyle, teneşire yattığında sözler kifayetsiz, o da sustu…
Gassallık hem korkulan hem de merak uyandıran bir meslekti. Gazeteler, dergiler ve bilumum özgün habercilerin en gözde konularından biriydi gassal röportajları. Hem korkar hem de acar muhabirlik yapıp kendi halinde bir ölü yıkayıcısı bulup konuştururlardı. Sonra da kalemlerini konuştururlar, bire bin katıp kalemşörluk yaparlardı. Günlerden bir gün -tevatür bu ya- “ölülerden korkup dilini yutmuş bir gassal varmış; adı Gazanfer. Filanca gasilhanede çalışır” diye haber uçurdular, habercilikte iddialı bir yeni yetmeye. Baştan biraz çekindi, sonra kariyer hırsıyla kararttı gözünü… “Ne yapacak sanki, teneşire yatırıp bize de mi kese atacak” dedi. İkna etti kendisini. “N’olcak oğlum, ne tırsıyorsun? Bu senin için iyi bir fırsat. Hem baksana adam hem gassal hem de korkudan dilini yutmuş. Bomba haber. Yazı işleri müdürüne verdin mi dosyayı sayfa şefi bile olursun” diye telkinler verdi korkak benliğine. Gazanfer de boş değil hani, biri sorsa söyleyecek cinsten. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş vesselam…
Aldı kayıt cihazını, fotoğraf makinesini, düştü yola gazeteci. Çaldı Gazanfer’in gasilhanesinin kapısını. Dediler ki, “Gazanfer ölü yıkamakta, az bekle, biter birazdan işi.” Ölü soğuğu esiyordu ortamda. Esintiden ürperdi genç gazeteci. Beklemek hiç hoşuna gitmedi. Başladı dizlerini sallamaya. Onu gören diğer gassallar anladı durumu. “İlk defa mı girdin bir gasilhaneye?” diye sordular. İrkildi ilkin gazeteci. “Ölüler dile geldi sanki” diye geçirdi içinden. “Evet,” dedi ama diğer yandan da korkusunu belli etmemek için cevabını önemsemediği sorular sordu gassallara: “Kaç ölü gelir günde buraya? Hiç korkmaz mısınız?” vs. Diğerinden daha yaşlı olan gassal girdi araya “Ölüler gelemez evlat, onları mecburen getirirler. Hepimizin eninde sonunda geleceği yer burasıdır.” Toy gazeteci nasıl kıvıracağını bilemedi. “Nasıl da düştüm tongaya. Ölü nasıl gelsin hakikaten” dedi sessizce. Bir gazeteci olarak yapılmayacak hata… “Bunu bir de yazarken yapsaydım…” diye hayıflandı.
Derken, sessizliğinden geldiğini bile fark edemediği Gazanfer’e seslendi, yaşlı olanın yanındaki Maraşlı gassal: “Gazanfer, misafirin var.” Gazanfer şaşırdı baştan. Sessiz sedasız bir Gazanfer’di o, misafiri nasıl olsundu. Gazanfer’in adını duyan yeni yetme gazeteci, kırdığı potun verdiği ağırlığın ve gasilhane korkusunun heyecanıyla birden oturduğu yerden fırladı. Bakışları Gazanfer’e kilitlenerek kendisine doğru yöneldi. Bu sırada az önce yıkadığı mevtanın gözü yaşlı yakınları tabutu yüklenmiş cenaze arabasına doğru götürüyorlardı. Manzara karşısında nutku tutulan genç, biraz tekleyerek de olsa nerede çalıştığını, neden kendisini ziyaret ettiğini söylemeye çalıştı. Bu arada az evvel yanı başından geçen tabutun içindeki müteveffanın soluksuz bedenine değen elleri sıkıp selamlayamadı. İrkildi, korktu, çekindi, belki de -kendinden utansa da- iğrendi. “Ölüye değmiş bir eli nasıl sıkayım?” diye düşündü. Kollarının kıvrımını düzeltirken dinledi Gazanfer, ses etmedi. Gazetecinin röportaja geldiğini duyan diğer gassallar da dikkat kesildi. Konuştuğuna çok az şahit oldukları Gazanfer’e sorular sorulacak, Gazanfer de bunları cevaplayacaktı yani öyle mi? Şaşırdılar. Bir çift göz takip ederken Gazanfer’i, üç çift göz merakla bakmaya başladı. Gazanfer’in ağzından çıkacak ilk sözü duymak için bir hayli beklediler. Sessizliğini bozacak mı acaba diye düşündüler. Gazanfer de sanki bu ânı beklermiş de kendisinin bile haberi yokmuşçasına hafif bir tebessümle, “Burada oturacak yer yok, sadece yatılacak bir yerimiz var. O da teneşir. Buyur geç, ne soracaksan sor teneşir başında,” dedi.
Hınzır gazeteci röportajlara giderken soracağı soruları önceden kâğıda yazmaz, aklına kazırdı. Dersine iyi çalışır, yazacağı yazının taslağını çıkarır, başlığını az çok belirler, konuşturduğu kişiden istediği sözleri almasını bilirdi. Buraya da bomba etkisi yaratacak bir röportaj için gelmiş, büyük etki bırakacak bir işle geri dönmeyi planlıyordu. Ne var ki teneşir başında bir röportaj hiç hayal etmemişti. Ne sorular kaldı aklında ne de başka bir şey. Korkudan izin isteyip kaçmayı bile geçirdi aklından. Ahvali yüzüne vuran gazetecinin halinden anlayan Gazanfer, gazetecinin niyetini bilirmişçesine, “Buradan çıkarken buraya geldiğinden çok daha fazlasıyla çıkacaksın, korkma, buyur,” dedi. Çaresiz, uzun bir soluktan sonra içeri girdi acar gazeteci.
Her gittiği röportajda, deplasmanda da olsa ev sahibi rahatlığında davranarak sorularıyla muhatabını sıkıştıran gazeteci genç bu sefer maça 1-0 geride başlamıştı. Rakip güçlüydü. Sessizliğinin kattığı gizem, daha önce hiç karşılaşmadığı taktiklerle karışılacağını düşündürmüştü kendisine. İlk defa mağlup ayrılabilirdi bir karşılaşmadan. Gazanfer’se sustuğu günden beri tüm mağlubiyetlere kapatmıştı kalesini. Dünyevi beklentileri olmadığından, fani olanla da işi yoktu. Gazetecinin uzun soluklarının kesilmesini bekledi. Her zaman cansız bedenlerle karşı karşıya olduğu bu odada bu sefer kanlı canlı ve oldukça heyecanlı bir gençle bulunuyordu. Korkusu daha da artmasın diye gasilhanenin kapısını aralık bırakmıştı. Diğer iki gassal da içeride olup biteni anlamak için dikkat kesilmişlerdi. Aralık kapıdan dışarı çıkacak her cümleyi duyabilmek için kendi aralarında fısıldaşarak konuşuyorlardı.
Maraşlı olan: “Dilsiz Gazanfer’e bak hele. Dile gelmiş de haberimiz yok. Gastecilere poz veriyor ellâm” dedi. Fotoğrafının çekilecek olmasına ve onunla röportaj yapılmasına içerlemişlerdi. Biraz da hasetlik durumlar oluşmuştu haliyle. Gazetecinin henüz söze girmemesinden dolayı oluşan sessizlik de iyice merakta bırakmıştı iki kafadarı.
Gazeteci ilk sorusunu sormaya hazırlanırken, düşen tansiyonu ve hazırlıksız yakalanmasının etkisiyle, “Ne arıyorum ben burada,” dedi fısıltıyla. Sessizliğin içinde bu fısıltı bir çığlık gibi yankılandı. “Doğru sorudan başladın bence,” dediğinde Gazanfer, kendine gelir gibi oldu. Tam “Nasıl yani?” demeye hazırlanırken Gazanfer ilk sorunun cevabını verdi:
“Kendini arıyorsun.”
“Yok yok, sen yanlış anladın beni abi. Benim aradığım bir şey falan yok. Lafın gelişi öyle söyledim,” deyip kontrolün kendinde olduğunu göstermeye çalıştıysa da başarılı olamadı.
“Her insan bir arayıştır evlat. Kimi huzuru arar, kimi mutluluğu. Bazıları vardır dünya malının peşinden gider. Bazıları da hırslarının… Her insan arar nefes alıp verdiği kadar. Aslında ne aradığını bilmez. Kendini aramaktadır beşer.”
Gazanfer, gazeteci genç avcıyken av oluvermişti. Soruları soracak, dilsiz gassalı dile getirecekti, ölülerle korku filmi kıvamında geçen bir kaç anıyı da söyletti mi, tamamdı ama işler hiç de istediği gibi gitmiyordu. İyice kafası karışan gencin yardımına yine Gazanfer yetişti:
“Sessiz gassalın sır dolu anıları…”
Bu söylediği çok dikkatini çekmişti gazetecinin ama konuya nasıl gireceğini hâlâ bilemiyordu. Oysa Gazanfer maça başlamıştı bile:
“Nasıl başlık? Yazacağın yazı için ideal değil mi?”
Niyetini çok mu belli etmişti de Gazanfer kendisinin aklını okurcasına böyle konuşuyordu. Hem de kendisi daha hiçbir şey söyleyememişken. Gazanfer almıştı sazı eline bir kere:
“Bak oğul, bilirim buraya niye geldiğini. Hak da veririm hani. Gençsin, kanın hızlı akar, halinden de bellidir işini çok sevdiğin; aradığın başarıdır senin de ama bak ne demiş üstat:
Gençlik… Gelip geçti… Bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü;
Toplayın eşyamı, işim acele![1 - Necip Fazıl Kısakürek’in ‘İşim Acele’ şiirinin ikinci kıtası.]
Ya sen… Sen de acelesi olanlardan mısın?”
Duydukları gence ağır gelmiş olsa gerek ki, anlamsızca göz süzmeye devam etti. Dışarıdakiler de olan bitene bir anlam veremedikten birbirlerine boş gözlerle bakıyorlardı. “Sessiz Gazanfer’in söyleyecek sözleri varmış da içinde saklarmış,” dedi Maraşlı gassal, “Sustu sustu da tam konuşacağı adamı buldu godduş[2 - Godduş: Gözü açık, kurnaz, usta, becerikli.].”
“Valla Gazanfer Abi, ilk dakikada nakavt olmuş boksöre döndüm. Ne sorularım kaldı aklımda, ne de başka bir şey… İlk defa böyle bir söyleşinin içindeyim. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum,” diyen gazetecinin hali vahimdi.
Gazanfer, “Aklına ilk gelen nedir şu an?” diye sordu. Roller tersine dönmüştü. Soruları Gazanfer soruyor, genç gazeteci terapiye gelmiş bir hasta gibi düşünüp cevaplar veriyordu. Biraz toparlanınca sıra gazeteciye geldi:
“Abi ‘gassalım’ dediğinde insanlar senden korkuyormuş, bir de sen hiç konuşmazmışsın.”
“Münker nekirle uzaktan akraba sayarlar beni de durmazlar pek yanımda. Köprüden önceki son çıkıştaki Azrail’in asistanı… Oysa kaç yıl kirlettilerse, onları ve ruhlarını temizlemektir benim işim. Ölüm denince akla gelenlerdenim, Azrail’den ve sorgu meleklerinden sonra da olsa. Kaçabileceklerini zannedeler gasilhaneden çıkıp gidince. Bilseler dönüp dolaşıp gelecekleri yerin yine benim teneşirim olduğunu… Bilseler anlamsızlıklarına koşup gittiklerinde daha çok kaybolduklarını… Anlasalar yelin alıp götürdüğü ve ağızlarına almak istemedikleri sözlerin boşluğunu…”
“Bundan mı sustun, hiç konuşmadın?”
“Toprağın rahmine düşüyoruz bir bir. İlk Habil düştüğünde başladı; Sûr üflendiğinde bitecek hayat denen doğum sancısı. Sancı bittiğinde meâd’a[3 - Meâd: Dönülecek yer. Ebedi hayat.] yolculuk başlayacak… İşte o zaman ben de onlar gibi doğacağım. Bilseler bunu, neden lâlim, nedir bu pürmelalim, bilecekler. Kendini arar insan halbuki, bundan mütevellit hayata gelir. Sonra da kendinden kaçıp gider. Dönüp de geleceği yerin o soğuk teneşir olduğunu bile bile. Bundandır suskunluğum. Konuşsam, desem ki şimdi doğdu anan, bacın, baban, kardeşin. Desem ki sensin uykuda olan. Gel uyan sen de, aç gözlerini. Kaçıp gideceğine koşarak gel de kucak aç doğacağın güne. Şeb-i aruz’un olsun senin de.
Bir daha hiç teneşire, teneşirden musallaya, oradan toprağa uğraşıp durma. Gelmedik mi gitmek için… Yaşamıyor muyuz ölmek için. Aramızı niye açıyoruz sessiz bedenlerle. Her gün ölüyoruz bir gün doğmaktansa. ‘Allâhʼa ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun’ derken Peygamber, ne konuşayım ve nasıl konuşayım ben?”
“Abi, bıraksalar ölüme koşacak gibi konuşuyorsun…”
“Sen ne yapıyorsun ya, ölüme koşmuyor musun? ‘De ki, doğrusu kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm, sizi mutlaka yakalayacaktır. Sonra gizliyi de âşikârı da bilen (Allah’a) döndürüleceksiniz. O size neler yaptığınızı tek tek haber verecektir.’ (Cum’a, 8) ayetini bildiğimizden mi korkumuz. Yoksa bilip de bilmezliğimizden mi? Seni var edenin daveti değil mi vuslatın hayat bulması. Niyedir ürkekliğimiz? Ölümden mi çekiniriz, ölüden mi? Korkumuz ne ölüden ne ölümden aslında; kendimizden korkarız biz. Teneşirde yatandan içre bir resim görürüz alev alev. Sıcak, kaynar bir memlekete yolculuktan kaçarız. ‘Her canlı ölümü tadacak’sa madem, bu yaşam düşkünlüğü de ne ola? Sevincimiz ebedi olana yaptıklarımızdan olmamalı mı? Tefekkür-i mevt şuuru olmadığından mıdır ötelere intikalimizden ürpermek?”
“Gazanfer Abi, beni cevaplarınla aydınlatacağın yerde sorularınla sarsıyorsun. Bir gassal ile değil de bir İslâm âlimi ile konuşuyor gibiyim. Senin için ölüm bir bahane sanki. Hakikate ulaşmaktan yana bütün derdin…”
“Ölümü düşünmeden yaşamaktan değil midir bu telaş? Yıllar sonrasının hesaplarını yaptıklarından, sonra da hesapta olmayan ve reddedilemeyecek bir davet aldıklarından benden korkmaları. Oysa dünyaya nasıl geldilerse öylece göndermektir benim işim. Bedenen tabii, ruhunu üfleyen bilir. Yine de çok akıllı sayarız kendimizi değil mi? Kaçarız ve kurtuluruz ölümden… Vefasız dünyanın kollarına bırakırız kendimizi. Oysa Peygamber, ‘Ölümü sıkça hatırlayıp ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir. İşte gerçek akıllı insanlar onlardır’ demişken. Ölüm sessizliğine bürünmüş her teneşir, lisan-ı hal ile konuşan geveze bir nasihatçidir. Cevap bekler nasihatçi, ağlamak, kaçmak neden?”
“Gassallık yapmaktan pişmanlık duyduğun oldu mu hiç?”
“Pişmanlığını değil de şükrünü çok yaşadım. Adı üzerimizde, gusül aldırmaktır işimiz. Dünyadaki uykusu başladığında nasılsa öyle yollamaktır gerçek doğumuna. Geldiğin toprağa emaneti verdiği gibi teslim etmek… Yoksa teneşir paklamaz insanı, sen insan olamadıysan. Nankör olmayacaksın hayatta. Benim gözümü de şu teneşir açtı. Umulur ki kapanan gözlerle buraya gelmeden açılsın kalp gözleri. Gasilhaneye girdiğinde bir nebze de olsa hatırlar unutmak istediklerini de ondan kaçıp gitmez mi üzüntüyü bahane ederek. Oysa bir garip gassalım ben, maşrapam, sabunum ve süngerim… Beni görünce ölümü hatırlarlar, oysa aynaya baktığında görürsün ölümü. En memnun olunan amme hizmetinin gassallık olmasına ne demeli? Korkular hayranlıklara karışmış. Ölü yıkayıcısı olmak, korkulan olmanın diğer adı. Sessizliğim daha da korkutuyor insanları. Kimisi benim de korkudan dilimi yuttuğumu düşünüyor. Ben oysa insanlara olan hayretimden dilimi yuttum.”
“Biz ne diye korkarız o zaman ölümden, ölüden, ölüyü görüp de korkmayandan, hatta senden?”
“Ölüden niye korkar ki insan, dirisinden korksa anlarım hani. Gasilhane kapısını sırat köprüsü sanmak nedendir? Gerçek ve kesin olan şu ki, bu sahte dünyada gerçekliğin giriş kapısıdır ölüm. Kalbin her bir vuruşu, sonsuzluğa yürüyen ayak seslerimiz… ‘Yarın görüşürüz’ derken bile yalan söylediğimizi, kendimizi inandırdığımız aldatmacalarımız olduğunu unut-tuk mu? Hiç unutmam, bir keresinde havlinden bîhaber bir mevtanın göçmekte tembel davranan hücreleri harekete geçmiş, yıkadığım eli bir saniye için kasılıp da benim elimi sıkmıştı. Bunu gören meyyitin oğlu korkup kaçtı. Çokça gelir başımıza böyle şeyler. Türlü türlü efsaneler üretir, ilgi çekmeye çalışır insanlar. Oysa mevtanın mora çalmış dudaklarında düğümlenen çözülmez sükût ne de çok şey söyler. Hamuşa dönmüş bedeni de eşlik eder mor dudaklara. Pir-u pak yapsam da duyarsınız morun çığlığını. Kendi mezarı başında ağlamaktır esas olan. Toprağı gözyaşları ile sulamak… Günahları damla damla arıtmak… O halde insan, vakit kaybetmeden ‘Allah’a koşun…’ (Zariyat, 50).”
“Şeb’i aruz dedin demin. Bildiğimiz anlamı ‘düğün günü’. Bu nasıl düğün ki geride kalanlar hüzünlenirken ölüp giden düğün yapıyor?”
“Güzel kardeşim, hazret bak ne demiş:
Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu dünya derdi var sanma…
Benim için ağlama, yazık, vah vah deme;
Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman eyvah demenin sırasıdır,
Cenâzemi gördüğün zaman firâk, ayrılık deme,
Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır,
Beni toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma,
Mezar, cennet topluluğunun perdesidir.
Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryad etsin?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç. Zîrâ senin Hayy u Hû’yun, mekânsızlık âleminin fezâsındadır.[4 - Mesnevî’den.]
Biz şimdi hamız, pişmek lazım evvela, sonra da yanmak… Yanarsan Rabb’in için, bütün ölümler düğün günüdür. Seni var edenin huzuruna varacaksın, bir düşünsene. Gerçekliğe gideceksin. Dünyadan üzerine yapışanları yakıp gitmişsin bir düşünsene. Nasıl başladıysan hayat uykusuna, öylece varacaksın huzura, tertemiz… Düğün değil de nedir bu sorarım sana…”
“Senin gibi düşünen kaç insan vardır ki şu hayatta?”
“Kaç kişi vardır onu bilemem evlat ama şunu bilirim ki, beş dakika sonrası için garantinin olmadığı şu hayatta ölümün varlığını bilmekten güzel şey yoktur. Belki bir daha geldiğinde buraya beni göremeyeceksin. Şu dışarıda dikkat kesilmiş bizi dinleyen meslektaşlarımdan biri yıkayıp paklayıp çoktan uğurlamış olacak beni. Düşün bir kere, irade sahibi bir varlık olarak ne zaman öleceğini bilsen ne yapardın? Ee, öleceğini biliyorsun ya ne fark eder ne zaman gerçekleşeceği. Er ya da geç doğacaksak tekrar ve uyanacaksak beşer uykusundan, koca bir yalanın içinde sayılmaz mıyız? Bunları bilen kaç kişi varsa, inan bana kârda sayarım onları.”
“Kursağımda bir kramp var abi şu anda biliyor musun? Çıkıp gitmeye mi çalışıyor benden yoksa yutkunup yok mu saysam bilemedim.”
“Sevindim senin adına. Bırak kalsın orada. Ne zaman kap-tırsan kendini dünyanın heyulasına, aklına gelir, duraksarsın. Katran gecelerin nurlu sabahlarına döner. Korkmazsın daha da kara topraktan. Altının üstünden daha hayırlı olduğunu anlarsın. ‘Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma; Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et.’ (Kasas, 77) ayeti aklına gelir. Dünyadan nasibini unutma dediği Rabb’in, helal olandan, hayırlı olandan nasiptir. Bunu da unutmayasın. Nasıl yaşarsan öyle ölürsün, nasıl ölürsen de öylece dirilirsin. O gün buruşan değil parlayan yüzlerden olasın inşallah.”
“Gönlümüzü gafletten koruyalım diyorsun yani…”
“İnsan inandığıdır güzel kardeşim. Gönlün malayani olanı arzu ediyor ve ona meylediyorsa bil ki o zaman sıkıntı vardır. Sen nefsine zulmediyorsundur. Senin inandığının sana bir faydası yoksa, o zaman başlarsın ölümden korkmaya. Tercihini ukbadan yana kullananların sükûtu konuşmasından çok olur. Yok derdin bu tarafsa gafletin de zikrinden çok olur.”
Gazeteci, Gazanfer’in dediği gibi, oradan geldiğinden çok farklı şekilde ayrılmak üzereydi. O anda konuşmanın başından beri kayıt cihazının kapalı olduğunu fark etti. Bunu da çok fazla önemsememişti hani. Söylenenler bir cihaza değil içine işlenmişti adeta. Bir kare fotoğrafını çekti Gazanfer’in. Gazanfer bir fotoğraf makinesine bakalı yıllar oluyordu. Gassal olacakken çektirdiği bir vesikalıktı son fotoğrafı. Gazetecinin çektiği bu fotoğraf da âdet yerini bulsun diye idi. Yazılacak yazıdan, basılacak fotoğraftan çok daha önemli başlıklar vardı artık genç adamın hayatında. Oysa acar muhabir ne planlarla gelmişti Gazanfer’in yanına. Sustu ilk önce… Sonra, kursağında kramplarla uzaklaştı.

Acbü’z Zeneb
Kadın, sürüye sürüye getirdiği çocuğu iki adım önüne doğru fırlatırken, “Bu çocuk William’dan,” dedi. İki dönümlük arazinin bir ucundaki saray yavrusuna gidene kadar çocuğun kolları çekiştirilmekten neredeyse kopmuştu. Ufaklık annesine göz ucuyla kin dolu bir bakış attı. Sarayın “her işten sorumlu” çalışanı da oldukça ketum, kadının ve çocuğun karşısında durdu, bir yandan da çocuğu süzdü baştan ayağa. Bir lokmacıktı zaten, iki saniye sürdü süzülmesi. Birleşik Devletler’in en soylu ailelerinden birinin evinin yolunu tutan dilenci, kan emici, üçkâğıtçı çoktu ne de olsa… Bu kadın da onlardan biri olabilirdi ama çocuğun William’dan olduğunu güvenlik görevlilerine de söylediğinden eve doğru gidişine izin verilmişti. Tabii ki yanında izbandut kılıklı bir çam yarmasıyla.
Yaşlı adam, Monfeller ailesinin ikinci ve üçüncü kuşaklarını bilecek kadar eski olduğundan, William’ın, karşısında duran çocuğun yaşındaki hallerini çok iyi biliyor, handiyse zamanda geri gitmişçesine çocuğun gözlerinde William’ı görüyordu. Bu kadar mı benzerlik olurdu. Tesadüfi olamayacak kadar aşikâr olan bu benzerlik sarayın yaşlı hizmetkârında şüphe uyandırdı. Evin genç zamparasının yapmadığı işler değildi hani gayrimeşru hareketler. İllegal bir yaşam William’ın meşruiyeti olmuştu. Yaşlı adamın hiç şüphesi yoktu veledin William’dan olduğuna.
İyi de bu kadın çocuğu neden doğar doğmaz getirmemişti de yıllar geçtikten sonra sarayın yolunu tutmuştu? Hem William öleli üç yıl olmuştu ve çocuk da o yaşlara yakın gözüküyordu. Adam yılların birikimi, zenginliğin ve illegal yaşantının soğukluğunun verdiği yaşamsal enerjiden yoksunluk, dünyanın içinde kaybolmuşluk ve daha nasıl tanımlanabilirse artık, hepsiyle bir değerlendirme yaptı ve içi sıkıldı. Şimdiye kadar yüzlercesiyle muhatap olmuştu bu gibi tiplerin ama nedense bu kadın ve William’ın üç-dört yaşlarındaki halinin aynısı olan bu çocuk canını sıkmıştı. Kadın William’ın kim olduğunu biliyordu ki kalkıp saraya gelmişti. Peki, öldüğünden haberi var mıydı? Yaşlı kurt baştaki ketum duruşunu devam ettiriyordu ama diğer yandan kötü bir şeyler olacağını düşünüyordu. Konu mahrem bir noktaya doğru gittiğinden, kadının ve çocuğunun yanı başında duran iri kıyım adama başıyla işaret ederek uzaklaştırdı.
“Ne diyorsun sen kadın, William öleli üç yıl oldu, ne çocuğu?” demenin pek faydalı olmayacağını düşünürken, kadın, “Ölmeden bir hafta önceydi, rüya gibiydi her şey”… dedi. Adam, ketum duruşuna sekte vuran o ilk yutkunması sırasında, kadının göründüğünden çok fazlası olduğunu anladı. Bozuntuya vermemeye çalışıyordu fakat kadındaki bu hal fırtına öncesi sessizlikti, bunu hissedebiliyordu.
“Barda tanışmıştık onunla, o gece çok içmiştik. Sarhoşluktan ne yaptığımızı hatırlayamayacak kadar çok… Sabah uyandığımızda iş işten geçmişti. Niye bilmiyorum ama pişmanlık duymuyordum. Eninde sonunda olacaktı nasıl olsa. William’la olmasa bir başkasıyla!..”
Kadının bu ar damarı çatlamış haysiyetsiz hali uşağın işini kolaylaştırabilecekti. Böylelerini, eline biraz para sıkıştırıp baştan savabilirdin. Kadın çok hafifmeşrep bir görüntü çizdiğini düşünüp geri adım attı:
“Ama iyi ki de William’la oldu diye düşünmüştüm. Beş gün boyunca neredeyse hiç ayrılmadık birbirimizden. Aşk dedikleri bu olsa gerekti. Bir arkadaşının evinde kalıyorduk. Nedense kendi evinde niye kalmadığımızı hiç söylememişti, ben de sormadım yanlış anlaşılırım korkusuyla. Neden sonra söyledi soyadını. Ben de onun nelerden çekinmiş olabileceğini az çok tahmin ettim. Hiç umurumda değildi kim olduğu, kimlerden olduğu… William’a âşık olmuştum ve daha önce de hiç öyle hissetmemiştim.”
Uşak biraz önceki “hafifmeşrep kadın” algısından uzaklaşıp yine karamsar bir ruh haline büründü. Kadının söylediklerini aynı yüz ifadesiyle dinlemeye devam etti.
“Beşinci günün sonunda William’da bazı değişimler hissetmeye başladım. Sanki benden sıkılmış gibi davranıyordu. Onun da beni sevdiğini düşünerek ne büyük aptallık yapmışım. Bir sonraki gün artık yanımda değildi. Nasıl hissedeceğimi kestiremedim. Böyle bir durumda nasıl hissedilirse öyleydim. Evinde kaldığımız arkadaşı da, ‘Sen ilk değilsin, son da olmayacaksın. Hiç William’ın peşinden gitmeye kalkma, üzülen sen olursun’ dediğinde ne yapacağımı bilemedim. Ama artık eski hayatıma geri dönemeyeceğimi de anlamıştım.”
O gün bitmemişti bir türlü, bitememişti… Bin türlü şey düşündü kadın; binbir tane plan yaptı; olmadı. Güneş battı, kendisi de güneşle beraber battı.
Ertesi gün şehir büyük bir trafik kazasını konuşuyordu. Kimsenin umurunda değildi tabii ki kadının aldatılmışlığı, aldanmışlığı. Güneş battığı gibi doğuyordu da… Yeni doğan gün ise ABD’nin en önemli ailelerinden Monfellerlerin hoppa, hovarda, “nerde akşam orada sabah oğulları” William’ın feci bir trafik kazasında hayatını kaybetmesini konuşuyordu.
Aldanmış kadın ise kendi dünyasında kaybolmanın eşiğinde, sokaklarda derbeder bir halde savrulurken, avazı çıktığı kadar William’ın ölümünü haykıran bir sokak gazetecisinin sesiyle irkildi. Cebindeki son bozukluklarla gazeteyi hemen aldı ve ilk sayfada William’ın ölüm haberini gördü. Sevinse mi üzülse mi bilemedi. Hayatını karartan adamın hayatı kararmıştı. Ölümün de güzel olanı makbul ya, gazetede yazılana göre William alkollü bir şekilde araç kullanırken kontrolü kaybetmiş ve duvara çarpmıştı. Oracıkta hemen can vermeyen William, yanında oturan ve -duygularının perişan edildiği evin sahibi olan- arkadaşı ile arabanın arkasında oturan iki kadın, çarpmanın etkisiyle değil de sıkışıp arabadan çıkamadıkları için yanarak ölmüşlerdi. Ölümün güzeli değil, en beteri gelmiş ve bulmuştu bu hoppaları.
Derbeder kadın da gazeteyi eline almadan önce oradan oraya savrulurken ölmeye gidiyordu. Öldüğünde ne olacağından haberi yoktu illa ki ama yaşayınca neler olabileceğini de artık kestiremiyordu. Hiç değilse namusunu kirleten bir adamla aynı tarafta olmamak için ölmeyi değil yaşamayı tercih etti. Ailesinin kendisini bu kirlenmişlikle nasıl kabul edeceğini bilmiyordu. Bir sürü yalan uydursa da bir süre sonra fiziksel değişimlerin olabilme ihtimali onu yiyip bitiriyordu. Korktuğu başına geldi. William öleli ve kadın gebe kalalı beş ay geçmişti, kadının ailesi durumu kabullenmek istemedi ve doğacak torunlarını da evde istemediklerini söylediler.
Yaşlı adam bir yandan kadının haline üzülüyor, diğer yandan da William öleli üç sene olmasına rağmen hâlâ, kendisinin yaşarken bozup darmadağın ettikleriyle uğraşıyor olmaktan bıkkınlık duyuyordu. William’ın babası global düzeyde önemli işlerle uğraştığından, evladının kararttığı hayatlarla ve bu gibi önemsiz detaylarla ilgilenmiyordu. Öyle ki, çocuğunun cenazesinde bir iki damla timsah gözyaşının ardından taziye-leri bile kabul etmeden çok önemli işlerinin peşinden gitmişti. Kendisi “dünyadaki zenginliğin yaklaşık yarısına ama nüfusunun sadece yüzde altısına sahip” bir geleneğin öncülerindendi.
Bu yüzden, güya kendi çıkarlarından ve hayatlarından çok dünyanın iyiliğini düşünmek üzere yaşıyorlardı. İşleri bütün insanlığı ilgilendiriyordu. Nasıl bir yalansa artık, kendi evladı hayatları karartırken babası dünyayı kurtarıyordu. Tabii ki amaç farklılıkların ve lüksün sürdürülmesiydi ama bunu kılıfına uydurmak gerekliydi. Tüm dünya yaptıkları işlerden etkileniyordu ve bu işler yürürken hiçbir sorun bunların önüne geçmemeliydi, kendi çocuğunun ölümü de dahil. Hal böyle olunca, arka toplayıcılar lazımdı ve biliyordu ki evdeki yaşlı kurt sadece basit bir hizmetçi değil, onun ardını toplayan önemli bir figürdü.
Baba Monfeller’in işi, “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları yönetirsin,” garabeti üzere insan yetiştirmek ve bu gaye üzere yatırımlar yapmaktı. Ana kalem elbette petroldü ama olağan dışı bir şekilde tarımla da ilgiliydi. Tarım ilacı, tohum, kimyasal hammadde, plastik ve ilaç şirketlerini yönetiyordu. Diğer yandan bitki biyoteknolojileri, bitki koruma kimyasalları üzerine faaliyet gösteriyordu. Çok daha sonraları dünyanın dört bir yanından tohum şirketlerini bünyesine katacak ve 11.000 çeşit tohumun patentini alacak olan firma, Monfeller markasının tohumlarını şimdiden ekiyordu. Aslında biraz da medya ile ilgilenilmeliydi ki plan bozan çocuklar öldüklerinde basında aleyhte haber çıkmasındı. Hazır İkinci Dünya Savaşı da çıkmışken ve dünyanın dengeleri değişiyorken bunu bir fırsata çevirmek gerekti. Şimdi kim ilgilenecekti hovardalık yaparken ölen bir evlatla. Bunu da bir mağdur edebiyatına büründürüp ondan nemalanmak varken ne gerek vardı yas tutmaya?
Evdeki yaşlı görevli, William’ın arkasını sağlığında bir şekilde toparlıyordu ama bu gayrimeşru çocuk işini nasıl çözecekti? William’ın meşru olmayan ilişkisi ve işi çoktu ama çocuğu yoktu. Ölümünün üç sene ardından gerçekleşen bu olay, baba Monfeller’in kulağına gitmemeliydi. Gerçi gitse de ne olacaktı sanki? Evladının ölümünü bile bir pazarlama aracı olarak kullanan adam gayrimeşru bir torunu alıp besleyecek miydi sanki? Yaşlı kurdun da düşündüğü zaten kadının ne istediği değil, kamuoyuna olumsuz yansıyabilecek söylentilerin, elit aile anlayışını zedeleyebilecek olma ihtimaliydi. Çocuğun, William’ın “hık demiş burnundan düşmüş” durumu da söylentiyi çoğaltabilir, hesapta olmayan can sıkıntıları oluşabilirdi.
Yaşlı adam ilk defa konuşmaya başladı:
“Çocuğun William’dan olduğunu nasıl anlayacağız peki? Hem sen üç senedir neredeydin, neden bugün geldin?”
Kadın bu soruya hazırlıklı bir eda ile yanıtladı:
“Ben William’ı gerçekten sevmiştim. Onun beni kullanmasının ceremesini çocuğuma çektiremezdim. Direndim bunca zaman ama artık tak etti canıma. Çocuğum büyüyor, aç bîilaç yaşamayı ve çocuğumun sefil olmasını istemiyorum. Ben mahkemeye de başvurdum zaten, gerekli soruşturmalar başladığında kanıtı da ortaya çıkacaktır.”
Gerçi kadın bu cümleleri korka korka söyleyebilmişti ve çocuğun William’dan olduğunu mahkemenin nasıl kanıtlayacağını bilmediğinden işi zordu ama son kozunu oynamalıydı. O yıllarda DNA testleri gibi uygulamalar hak getire; mahkeme nasıl isteyecekti ölüden DNA testini? Kadın bunu bilmediği gibi, bunu söylemiş olmanın kendisi için iyi olmayacağını tahmin ediyordu.
Yaşlı hizmetkâr mahkeme lafını duyunca iyiden iyiye ketumluktan ezikliğe terfi etti zira mesele üst makamlara sirayet etmişti, dolayısıyla baba Monfeller’in bu işten haberinin olması kaçınılmaz olmuştu. Kadının üç-beş kuruşla ikna olup def edilemeyeceğini anladı. Onu hemen oracıkta öldürüverse kimsenin haberi olmazdı ama meseleyi mahkemeye kadar taşımayı göze alan kadın bu ihtimali hesaplamış ve önlemini çoktan almıştır diye düşündü.
Kadının aslında başka kozu yoktu. Tek derdi çocuğuydu. “Saray yavrusu”na gelirken bir piçe davranır gibi davranması da kendince bir taktikti. Onlardan olana sevimsiz davranarak çocuğuna sahip çıkılmasını sağlamaktı amacı. Tabii ki kendince bir tiyatroydu ve işe yaramayacaktı ama çaresizlik insana her türlü saçmalığı yaptırıyordu işte. Kadının yanında duran çocuk -her ne kadar sevmese de- kurnaz emektara William’ı hatırlattığından, öldürme fikrini hemen unutuverdi. Daha akılcı bir çözüm bulmalıydı.
Yaver, Monfeller şirketinin patronu, William’ın babası ve potansiyel dünya liderine mahkemelik olduğunu söylemektense, “büyük amaç” diye adlandırdıkları projeleri için dünya üzerinde fark yaratacak bir girişim fikri olduğunu söyleyecek, araya da William’ın karıştırdığı bu haltı sıkıştıracaktı. Mahkeme de zaten ülke çapında -güya dünya yararına çalışan- bu kurumu suçlu bulmayacaktı. Plan şöyleydi: William Monfeller adına bir üniversite kurulacaktı ve burada gençler yetiştirilecekti. Tabii ki esas amaç sosyal sorumluluk projesi değildi. Kabahatlerin örtbas edilmesi, diğer yandan da “büyük amaç”ları için çalışmaların yapılmasıydı. Amaçları da genetiği değiştirilmiş organizmalar sayesinde gıda hükümdarlığı ve mutlak dünya hâkimiyeti kurmaktı.
Üniversitede bir yandan gen araştırmaları ve özel mutasyonlar yapmaya uğraşılabilir, genetik olarak değiştirilmiş organizmalarla gen devriminin gelecekteki temelleri atılabilirdi. Yaşlı hizmetçi bunları çok kısa bir süre içinde düşünüp bir çözüm üreterek, göründüğünden fazlası olduğunu kanıtlıyordu. Monfeller ailesi sekiz-on yıl öncesinden Amerika’nın en verimli arazilerinin olduğu yerde bir buçuk milyon hektarlık arazi almıştı. Bu araziye tarım yatırımlarının yapılmasının yanı sıra çok iyi bir üniversite de yapılabilirdi.
Yaşlı kurt, kadını şimdilik ikna edip başından savsa bile meselenin çözümü hukuki makamlara intikal ettiğinden tamamen çözüme kavuşmuş olmayacaktı. Adamın, “Mahkemeye kadar bekleyelim, çıkacak karara göre de çözüm buluruz. Mr. Monfeller torununu sahipsiz bırakmayacaktır,” şeklindeki yalandan cevabı kadının kafasını karıştırmıştı. Kendisini garanti atına almak için açtığı dava, süreci uzatan ve aleyhine bir netice doğurabilirdi. Bir hışımla geldiği “koca evi”nden iki büklüm ayrılmaktan başka çare kalmamıştı. Mr. Monfeller nasıl bir adamdı acaba? Torununa ve züppe oğlunun bir gecelik aşkına merhamet edecek miydi? Hiç değilse bu soruların cevabını öğrenmek için bile beklemeye değerdi. Çıkacak olası menfi bir sonuçta kadın nasıl bir hareket planı belirlemeliydi? Aslında müspet bir sonuç çıkmasını beklemek de çocukçaydı mantıklı düşündüğünde. Neticede bunu tıbben kanıtlamak mümkün değildi ve mahkeme koskoca Monfeller ailesindense “öylesine” bir kadının lafına mı inanacaktı? Evet, üç sene öncesine kadar öylesine bir kadındı ama yaptığı yanlıştan sonra biraz kendine çeki düzen vermesi gerektiğine inanıp maneviyata yönelmişti. Dini esaslara göre yaşamak ona az da olsa bir huzur vermişti. Tabi “esas” olarak kabul ettiği dinin gereklilikleri de kadının eriştiği huzurla eşdeğerdi. Kulaktan dolma bilgilerle ve toplumun çoğunluğunun inandığı dogmalarla huzur ne kadar bulunabilirse o kadar…
Fatih Sultan Mehmed’in Peygamber’in müjdesine mazhar olabilmek için karadan gemileri yürüttüğü yıllarda dünyaya gelen bir bebe, Osmanlı topraklarında müzikle, su sesiyle tedavilerin yapıldığı zamanlar geldiğinde ortaçağın en önemli ressamlarından biri olmuştu ve bir resim yaptı. Resimde dünyevi hazlar tüm çıplaklığı ile sergileniyordu. Figürler çıplak, ruhlar çıplak, düşünceler çıplaktı. Güya dünya, cennet ve cehennem tasvir ediliyordu. Kuyunun birine bir taş atıldı, çıkarabilene aşk olsun… Çıplaklık, şeytanın aklına bile gelmeyecek şeytanilikler… Ahir zamanın Lut Kavmi, resimde canlandırılmıştı adeta. Mesaj, yoldan çıkanların sonunun cehennem olacağıydı ama mesajdan kimse pek bir şey anlamamış olacak ki, Lut Kavmi’nin bile altından kalkamayacağı yoldan çıkmışlıklar, sonraları vuku bulacaktı. Tabii buna da yoldan çıkmışlık değil sosyalleşme, modernizm, küreselleşme, çağdaşlaşma ve sekülerizm gibi türlü isimler bulacaklardı. Resmin bir yerinde -ki cehennem olarak betimlenen taraftı- anadan üryan bir adamın “geri”sinde notalar resmedilmişti. Burada da müziğe, dünyanın eğlencesine kapılıp gidenlerin sonu cehennem mesajı verilmek istenmişti ya da sanat eleştirmenleri böyle yorumluyordu. Tablonun adı da “Dünyevi Zevkler Bahçesiydi”. Müzik aletleri kullanılarak türlü işkenceler, akıllara zarar sapıklıklarla cehennemin bestesi yapılıyordu. “Dervişin fikri neyse zikri o olurmuş” ya, dünyanın bir yanı müziği tedavi için kullanırken diğer yanı cehennemin giriş bileti olarak yorumluyordu. Yoksa mesajın içinde mesaj mı vardı? Kim bilir nelerin tohumları atılıyordu? Osmanlı topraklarında ruhsal yönden rahatsız olanların tedavisinde etkin olarak kullanılan müzik, önemli bir şifa aracıydı. Aynı yüzyılda Batı’da ise ruh hastalıklarına şeytan çıkarma ayinleriyle, bedene işkenceyle çözüm bulmaya çalışılıyordu. Cesetlerden, kafataslarından ilaçlar yapılmaya çalışıyor, kellesi uçurulanların fışkıran kanlarını sıcak sıcak mideye indiriliyordu.
Bugünün medeni Avrupası’nın temelleri böyle atılıyordu. Ne hikmetse Monfeller ve dünya nüfusunun %6’lık kısmını oluşturduklarını iddia edenler, yeni dünya planı yaptıkları zamanlarda Amerikan üniversitelerinde müzikle tedavi bir uzmanlık dalı olarak kabul edilip hastanelerde uygulanmaya başlanmıştı. Gelgelelim ölüden DNA testi yapmak halen mümkün değildi. Hal böyle olunca da çocuğun Monfellerin torunu olup olmadığını bilmek mümkün olamayacaktı. Böyle olması da aslında Monfeller’lerin işine gelirdi. Bir takipsizlik kararı ile dava düşer, kadın da çocuğuyla bir başına kalabilirdi. Ya da çocuk bir başına, anne mezar taşına… Monfeller’in uyanık yaveri tüm bunları düşünüp aksiyon alabilecek kıvama geldiğinde işe koyuldu.
Monfeller Vakfı’nın sosyal sorumluluk, dünya insanlığının faydası ve daha birçok hayırlı (!) amaç güderek destek verdiği kurum, kuruluş ve kişiler bulunuyordu. Tabii parayla satın alma yaftası yapıştırılmaması için de tüm senaryolar hazırdı.

Amerikan Yüce Mahkemesi 1950’li yılların başına kadar yerleşik değildi. Washington’daki asıl binaya taşınana kadar sürekli yer değiştiriyordu. Yargıçlar bu sıkıntılar nedeniyle uzun süre işlerini evlerine taşımak zorunda kalıyordu. Ta ki Mon-feller Vakfı duruma el atana kadar… Adalet için birileri elini taşına altına sokmalıydı ve Mr. Monfeller taşın altında kesenin ağzını açtı. Çok ciddi bir bağış yaparak Washington’un en büyük binasını Amerika’nın adalet sisteminin emrine sundu. Büyük Amerika’nın yüce mahkemesi adına yakışır olmalıydı. Öylesine büyük bir binaydı ki, yargıçlardan biri, “Burada ne yapacağımız sanılıyor, dokuz fil mi yarıştıracağız” diye sormuştu. Şimdi bu mahkemede Monfeller ailesi sanık olarak yargıçların karşısına geçecekti. Adalet yerini bulsun diye açılan dava görüldü. Ölüden DNA testi yapılamadığından dava takipsizlik aldı ve konu kapandı.
Gayrimeşru gelin ve çocuk bir başına kalmıştı. Dava sonuçlandığına göre artık Monfellerlerin giriş kısmıyla kaç katlı olduğu bile belli olmayan saraylarının arası yüzlerce metre olan yerleşkelerine yaklaşması dahi mümkün olamayacaktı. Her şey olması gerektiği gibiydi. Yaşlı kurt minareyi çalıp kılıfını uydurmuştu. Mr. Monfeller’in önemli işleri öyle çoktu ki, mahkeme süreçleriyle bile avukatları ve tabii ki tecrübeli yardımcısı ilgilenmişti. Mahkemeye yapılan yardımı kendi işleriyle alakalı bir yatırım olarak düşündüğünden, mesele kalmamıştı. Bundan önce de zaten ölen oğlunun adını taşıyan üniversitenin temellerinin atılmasıyla alakalı girişimler başlamış, bu girişim onu ziyadesiyle memnun etmişti. Nasıl bir “büyük amaç”ları vardıysa artık, Amerika’nın en şaşaalı binasına sponsorluk yapıp tüm Amerikan medyasının takdirini toplamış olması bile onu bu kadar memnun etmemişti.
Ölen oğlunun adını lekelemesi ihtimali tamamen ortadan kalkmış, tersine, bunu emelleri uğruna avantaja çevirebilmişti. Tabii bunda yaşlı kurt Anderson’ın payı büyüktü. Ne olur ne olmaz, işini şansa bırakmak istemeyen Anderson dava düştükten sonra da William’ın olası -kendisi için mutlak- çocuğu için bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu. Zira o da Monfeller kanı taşıyordu ve bu “kansız” aile için kanın önemli büyüktü. Mahkemenin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Anderson kadının peşine düşmüştü. Mahkeme süreçlerinde kadınla alakalı bilgiler toplayıp gizlice peşine adam takmıştı. Kadın ve çocuk hakkında günbegün bilgi ediniyordu.
Katie, zoraki kabul edildiği baba evinden kiliseye, kiliseden eve bir yaşam sürmeye başlamıştı. İyice maneviyata yönelmişti. Bu durum Anderson’ın dikkatini çekiyordu. “William’la olmasa nasıl olsa başkasıyla olacaktı” duruşundan bir rahibe hayatına geçişi dikkat çekiciydi. Herkesi, hatta dünyayı kontrol altında tutmak bir Monfeller geleneği olduğundan, Anderson’ın Katie’yi gözlem altında tutması çok da şaşılacak bir durum değildi. Ne var ki kadın kendisinden beklenen karşı atağa geçmemiş, bir çılgınlık yapmamıştı. Anderson’ın düşündüğü elbette Katie değil, William’ın minik oğluydu. Her ne kadar mahkeme takipsizlik kararı verdiyse de Anderson takibe devam ediyordu. Gözlemci saat saat rapor hazırlıyor, hangi gün, saat kaçta nerede oluyorsa hepsini bildiriyordu. Hatta kadının parasızlıktan herhangi bir taşıta binmeden kiliseden saatlerce yürüyerek evine gitmesinden sıkılmış, bir ara Katie’yi öldürmeyi bile düşünmüştü. Adi bir trafik kazası tertipleyecek, bunun için de işi para karşılığında hapse girmek olan kolpacıları kullanacaktı. Hepsinin planını yapmıştı. Anderson içindeki şüphelerin tamamen kalkması, William’ın piçinin uzun vadede kontrolü için kadına bir mektup yazmış ve takipçiyle yollamıştı. Bu da adamın fikrinden vazgeçmesini sağlamıştı. Gözcü, mektubu Anderson’dan aldı, Katie’yi takibe başladı. Katie kilisede her zamanki gibi yakarış halindeyken arkasın-daki sıraya yerleşti. Etrafı kolaçan ettikten sonra bir gölge gibi ön sıraya eğilip Katie’nin çantasının üzerine bıraktı. Aynı şekilde, bir gölge gibi kiliseden dışarı çıktı.
“Sevgili Katie;
Mahkemeyi kaybetmiş olabilirsin fakat bizler sandığın gibi vicdansız insanlar değiliz. Çocuğunun William’dan olup olmadığı tıbben kanıtlanamadığı için ve bu konuda içimdeki şüpheleri gidermek adına bir şeyler yapmak istiyorum. Bunu hukuki yollardan yapamayacağımız aşikâr. Seni bir süredir gözlemliyorum. Maneviyata yönelmiş, Tanrı’dan af diler olmuşsun. Bu çok hoş bir davranış. Ben de senin için elimden gelen ne varsa yapmak istiyorum. Konuyu çözüme kavuşturmak için bilim adamlarına ve gerekirse din adamlarına danışıp fikirlerini almak istiyorum. Bir sonuca ulaşırsak ne âlâ; oğluna ömür boyunca ben bakacağım. Bir sonuç alınamazsa o zaman yapacak bir şey yok. Benden haber bekle…”
Katie mektubu okudu, kapısında dahi yaklaşamadığı bir yerden ne zaman geleceği belli olmayan bir haber ona umut olmuştu. Bu kutlu haberi, Tanrısının ona dualarının karşılığı olarak ikram ettiği bir hediye olarak yorumlamıştı. Halbuki Anderson çocuğun William’dan olduğunu öğrendiği an kendisini öldüreceğini bilmiyordu. Senaryolar yazıp uygulamak Monfeller gibilerinin işiydi ama “tuzak kuranların en hayırlısı”nın kim olduğunu öğrenememişlerdi.
Katie, çantasındaki mektubun nasıl kendisinden habersizce bırakıldığını bilemediği için bir yandan da korkuyor ama korka korka kiliseye gitmeye de devam ediyordu. Her an arkasını kolluyor, gelecek bir haberi bekliyordu. Nihayet o gün geldi. Kilisede her zaman aynı sıraya oturduğundan, ulak haberi bir gün Katie gelmeden hemen önce oturacağı sıraya bırakmıştı. Gizliden bir köşede sinmiş, Katie’yi dikizliyordu. Katie mek-tubu görünce heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Titreyen ellerle mektuba uzanırken bir yanda da sağı solu gözetliyordu. Gözcü, kadının kendisini göremeyeceği bir noktadan mektubun adrese teslim edildiğini gördükten sonra oradan usulca ayrıldı.
Katie mektubu ibadetten önce heyecanla açtı. Mektupta, oğluyla beraber gitmesi gereken bir adres yazılıydı. İnsanların oldukça yoğun olduğu bir meydana ertesi gün saat 12.00’de gitmesi gerekliydi. O gün ibadetlerini yapmaksızın kiliseden dışarı çıktı. Eve dönerken, istenilen yere gidip gitmemek arasında bocalıyordu. Ertesi gün bir türlü gelmek bilmiyordu. “Çocuğum için bunu yapmalıyım” diye düşünerek gitme kararı aldı. Çocuğunu da yanına alıp evden çıktı. İstenilen yere gittiğinde saat henüz on iki olmamıştı. Biraz korku, biraz da annelik duygusunun verdiği korumacı bir duruşla başına neler geleceğini merak ediyordu. Anderson’ın gözcüsü yine bir gölge gibi kadını gözetliyordu. Saatin on iki olmasını bekliyordu. Neticesinde işi veren Anderson’dı ve talimatlara tam olarak uymalıydı.
Saat geldiğinde usulca Katie’nin arkasından yaklaşarak yavaşça kolundan tuttu. Korktuğunu belli etmek istemese de kadının titremesi, gözcünün, Katie’nin kolunu tutan elinin sallanmasından belli oluyordu. İki saniyelik sessizliğin ardından gözcü, “Mr. Anderson sizi bekliyor,” dedi. Katie, beklediği haberin gelmesi, birileri tarafından gözetleniyor olmanın verdiği endişe, annelik, çocuğunun geleceği gibi duyguları hızlıca yaşayıp tepkisini çocuğunun elini sıkarak verdi. İstemsizce çok sıktığı için çocuk, “Anne elim acıdı” diyebildiğinde kadın irkilip kendine geldi ve elini gevşetti. Gözcü eliyle gidecekleri yeri işaret ederek harekete geçti. Yüzlerce insanın bir o tarafa bir bu tarafa gittiği bir anda kimse onları fark etmiyordu bile.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570196?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Necip Fazıl Kısakürek’in ‘İşim Acele’ şiirinin ikinci kıtası.

2
Godduş: Gözü açık, kurnaz, usta, becerikli.

3
Meâd: Dönülecek yer. Ebedi hayat.

4
Mesnevî’den.
Kursak Kramplari Cihan Aldik
Kursak Kramplari

Cihan Aldik

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Kursağımda bir kramp var biliyor musun? Çıkıp gitmeye mi çalışıyor benden yoksa yutkunup yok mu saysam bilemiyorum.”

  • Добавить отзыв