Frezya

Frezya
Ezgi Hasret Bodur
Şimdi ne söyleyecek bir kelimen var ne de kendini ifade edebileceğin bir his. Yürüdüğünüz yollara dönüp bakıyorsun. Kaçmaktan vazgeçiyorsun.
Kaçmak, tutsak olmak…
Sessizce bulunduğun yere oturuyorsun. Belki de durduğun yer doğru durak. Bekliyorsun.
Bir ışık beliriyor, elindeki biletin tam saati.
Neden olmasın?
Basamakları birer birer çıkıp koltuğuna oturuyorsun. Yeni bir yola giriyorsun ve o an hayatın içini bir umut sarıyor.
Kaçtığın yolların sende bıraktığı izlere bakıp kocaman gülümsüyorsun.Dudakların, yeni bir merhabaya hazır olduğunu söylüyor artık.
Merhaba…
Kırılıp kaçmaya çalışan, içimizde saklı tüm umutlara merhaba…

Ezgi Hasret Bodur
Frezya

Her zaman fikirleriyle, dünya görüşüyle, katıksız sevgisiyle, yapmak istediklerime verdiği tam desteğiyle hep yanımda hissettiğim ve olacağına inandığım canım Anneme…


Âşık bir çiçek
Yeniden âşık olmak için baharı bekleyen, narin görüntüsü, büyülü kokusu aşkı hatırlatan Frezya
Rayihasını rüzgârla savuran, kıpırdanan yüreklere
Her bahar gelişinde içi kıpır kıpır olanlar, bir miktar âşık çiçek koklamıştır farkında olmadan
Frezya’nın kökünden, dilinden dökülmeli en güzel hikayeler. İçine dokunan tüm satırlar Frezya kokmalı. Hep yeniden, her bahar aşk olmalı dört bir yan. Frezya’nın sonsuz aşkına ithaf edilmeli tüm şiirler
Ve sen benim küçük Frezya’m; sonsuza kadar benim olmalısın

Hayattan aşkı, aşka seni istedim balım
Zaman küçük bedenlerimizi büyütürken, masum hatıralarımızı geride bırakıyordu. Verilen sözler, edilen yeminler, kurulan hayaller hiç yokmuş gibi, herkes gibi yolumuza devam ediyorduk. Ya da birimiz devam ederken birimiz bekliyordu umutla.
Hayatın, farkına bile varamamış oyun çağındaki iki çocuğun, masum bir aşk dileğiydi yüreğimi zincirleyen. Ben ne çok umut biriktirmişim sana dair. Ben seni yüreğimde büyütürken, zaman birbirimizden uzaklara atıvermiş bizi sessizce meğer.

    1998–
– Çiçek, hadi nerede kaldın? Bak gider Osmanların grubuyla top oynarım.
* Geldim ya Poyraz. Amma acelecisin sen de ya…
– Onlar ne?
* Ballı ekmek.
– Hmm Annen nasıl?
* O hasta. Dinlenmesi gerekiyor. Anneannem yarın gelecek ve sevdiğimiz yemeklerden yapacak.
– Çok değil mi onlar? Sınıftaki Ahmet çok bal yiyince her yeri şişmişti. Senin de şişerse?
* Hımm… Ama benim karnım çok acıkmıştı ve peynir ekmek yemek istemedim. Ocağa yaklaşmam yasak. Zaten bir şeyde pişiremem. Belki bir dilimden bir şey olmaz. Bu dilimi de sen yersin. İkimiz de şişmeyiz.
– Çiçek, biliyor musun ben büyüyünce âşık olacağım.
* Âşık mı? Neden?
– Çünkü amcam Ayşe ablayı öptü ve “sana âşık oldum” dedi.
* Öpünce mi âşık olunuyormuş?
– Sanırım. Ayşe abla çok mutlu oldu. “Ben de sana âşığım” dedi.
* Büyüyünce sen kimi öpeceksin?
– Seni.
* Beni öptüğünde âşık mı olacağız? Ama bu kötü sanki?
– Nesi kötü ki? Büyümüş olacağız kızım.
* Şey, babam kızar…
– Babana söylemeyiz bizde. Sadece annene söyleriz.
* Bilmem ki…
– Benim ilk önce okumayı sökmem lazım. Sonra amcam gibi büyük yerlere gidip okumam lazım. O zaman ikimiz de büyürüz.
* Büyürüz değil mi? Ekmeğini yesene.
– Yüzün, üstün başın bal olmuş be Çiçek.
* Ballı Çiçek olmuşum valla.
– Ben sana âşık olduğumda “Aşkım” demeyeceğim.
* Ne diyeceksin?
– Sana “Balım” diyeceğim
Çiçek bal olmuştu, Poyraz ise âşık. Aşk küçücük yüreklerin kuytusunda masum bir öpücüktü belki de. Ellerinde ballı ekmeklerle dilek tutan iki küçük çocuğun aşk oyunu yazılıyordu geleceğe. Biri seçmişti, diğeri ise seçilmeyi istemişti. Oysa unuttukları bir şey vardı. Aşkı yaşamak zordu, sabır ve emek istiyordu.
Ben hep senindim sanki. En başından beri elinde ballı ekmekle “âşık olacağım” diyen küçük senin.

Herkes aşkı farklı dillerde ama aynı kelimelerle anlattı
Onlar kendilerine yakışanı yaptı
Sen ise bana yakıştın
Sen benim aşk dilimdin
Aşk diyene hep seni anlattım


Aşk
Belki de çok insanca, acımasızca, umut kırıcı ama doğarken öleceğini bilmek gibi bir gün biteceğini bildiğin; heyecanlı, mutluluk veren hisler yumağı gibiydi. Tutkuyla, arzuyla, hasretle hep seninle yaşamayı dilemekti yine de umutla. Seninleyken hissettiklerim hep özel kalmalı ve değerini kaybetmemeliymiş gibi gelirdi.
Aşk, her şeye rağmen umut etmekti aptalca…
Seni sana rağmen sevmekti…

Seni düşününce, içimde bir kuş kanat çırpıyor göğe doğru
Sen?
Ben?
Sen de beni seviyor musun?
Ne cevap vermemi istersin?
Kısa bir seviyorum mu istediğin?
Anlat bana…
Benimkisi sevgiden başka bir şey sanki. Öyle alelade sevmelerden değil; sanki aklım, kalbim hiç rastlamadığı bir duygu girdabında debelenir gibi. Hem korkutucu hem kışkırtıcı, belki de çokça arzu. Acemi kalbim bunun aşk olduğunu söylerken aklım dehşete kapılıyor. Seni düşününce içimde bir kuş kanat çırpıyor göğe doğru. Tuhaf, aptal bir mutluluk sarıyor içimi, yüzümdeyse dalgın bir tebessüm. Halim kimilerine garip geliyor. “Hasta mısın?” diye soruyorlar. Hasta mıyım gerçekten diye düşünüyorum. “Eğer aşk bir hastalıksa” diyorum içimden, ben iyileşmek istemiyorum.
Bazen işimi yaparken uçar gibi hızlanıyorum bu duyguyla. Bazen de ağır düşünceli, aksak gidiyor işler. Aylardır düşüncelerimin liste başında adın, yılın hit parçası gibi stabil ve sabit duruyor. Bitebileceğimizi düşünmek çok canımı yakıyor. Bu kadarı hakkım değil belki ama seni senden vazgeçemeyecek kadar bencilce hep yanımda istiyorum. Hiç gitme, başkasına bakma, bir de sevme diliyorum…
Diyorum ya benimki sevgiden de öte bir şey. Kimine göre saplantı, kimine göre aşk. Benimki öyle kısa sevmelerden değil ki kısaca “seviyorum” diyeyim. Ben seni bugün, yarın ve gelecekte ömürlük istiyorum. Gözlerine bakıp göremem diye korktuğum, karşılıksız kalabilecek diye kahrolduğum, sormaya bile çekindiğim bir duygu bu.
Yani anla işte, ben seni “çok, çoook seviyorum.”

Dargın olmayalım, dargın kalmayalım.
Sen benim ol, ben de senin
Adı sonsuzluk olsun… …
Adı aşk olsun…


Bal
Kalırsam değil, eğer gidersem işte o zaman roman olacağız biz seninle. İnan, sert rüzgârın uzaktayken bile yakacak içimi.
Belediyenin yapmaya çalışırken daha kötü hale getirdiği bu yolda, beceriksiz adımlarla valizimi ilerletmeye çalışıyordum. İki sene üniversiteyi erteledikten sonra son anda karar verip, ek kontenjan ile en kötü şehri kazanmak –yani bana göre– benim başıma gelecek türden bir olay olmalıydı. Kendi başımın buyrukluğuna mı kızsam, anneannemin ısrarla “gitmesen mi kızım? Oralarda tek başına ne yapacaksın? Burada da okul var. Hem beni sana hasret bırakma yavrum” deyişlerine rağmen, girdiğim bu yoldan geri dönemeyişime mi hayıflansam bilemiyordum.
Hep akıllı geçinirim ya ben, bugün bu yolda karar verdim tam bir aptal olduğuma. Ne kadar da kolay git dedi bana. “Git ve hayatın için çabala.” İçinde hayat olan ama bizi barındırmayan bir cümle. Kızgınlığım ona mı yoksa aptallığıma mı bilemiyorum. Uzak ve soğuk oluşunu ise birçok farazi varsayıma bağlıyorum epeydir. Onun yanında aynı okulda okuma hayalimi hiç önemsememiş olması, yine bizi barındırmayan bambaşka bir şehirde iş başvurusu yapması… Bilemiyorum. Öylesine yaptığım, bir şey beklemediğim tercihten çıkan sonuç tuz biber oldu üstüne. Aramızda adam akıllı konuşulmamış, söylenmemiş bir şeyler oluyor ve ben farkına varamıyorum. Sinirle karar verdim, “gidiyorum” dedim. O da dur demedi. O bana uzun zamandır ne hissettiğimi de sormadı. Sorulmayan sorularımız, söylenmeyen azalan kelimelerimiz var artık bizim.
Bu yollar da benim gibi kırık dökük, gökyüzü gözlerimden beter bulutlu ama karşı kaldırımdaki Poyraz gülümsüyor sanki. Her zamankinden yakışıklı olmuş bugün. O çapkın yürek yakan bakışları yine pırıl pırıl. Senelerdir içimde biriktirdiğim ona dair her şeyi söylemek istiyorum şu an.
Ben, bizi hiç unutmam ki… Ben, bizden hiç gitmem ki… Ama sen ne kadar da kolay git dedin be Poyraz.
– Balım bak her şey çok güzel olacak. Biz hep bunu hayal etmedik mi? Okumalısın. Nerede, kiminle olduğunun ne önemi var ki? Hem sandığın kadar kötü de değil. Yatay geçiş şansın da var. Olmadı onu denersin.
* Zaten vazgeçmeyi düşünmüyorum. Gördüğün gibi gidiyorum. Her zamanki gibi sözünü dinliyorum Poyraz.
Yüzüme baktı, belki de gözlerimde kendini gördü. Silkelendi ve elini uzattı. Sırtımdan dolanan bir kol, saçlarımı okşayan bir el, sağ kaşım üstüne konulan öpücük ve kaldırımda bir bütün olmuş biz. Uzun zamandır bu kadar sıcak sarılmamıştı bana. Konuşmak istedim ama yine ve yine dudaklarım titremeye başladı. Fırsattan istifade sıcak kucağına sindim kedi gibi. Farklı kokuyordu. Aldığım parfümden başka bir şey kullanmıştı belli ki. Tuhaf bir tepkiydi ama bir anda sordum bende.
* Farklı kokuyorsun Poyraz.
Sırtımı sıvazlarken mırıldandı. O da beni kokluyordu sanki.
– Sen hep aynı kokuyorsun Balım. Çiçek gibi, adın gibi Frezya.
Ben hep aynıydım Poyraz. Şimdi de aynı Çiçek’im. Senin arına bal olan Çiçek. Yanındayken kilometrelerce uzağında kalan Çiçek. Verdiğin sözü tutmanı bekleyen, yüzü gözü bal olmuş, aşk dilenen Çiçek.
* Bizim kapıda ballı ekmeklerimi bölüştüğümüz günü hatırlıyor musun?
– Hatırlıyorum. Çok küçüktük ve hayal dünyasında yaşıyorduk. Sana Balım demiştim. Nereden çıktı şimdi bu?
* Hiç, ben şey… Dediğin gibi küçüktük ve büyük hayaller kurduk muhakkak.
Geri çekildim ve yüzüne baktım. Deminkine nazaran pırıltısı azalmış bakıyordu şimdi. “Hatırlatma” der gibiydi. Ben yine onun sözünü dinledim. Sustum.

Geride kalan uzun senelerdir, yuva bellediğim anneannemin kendi gibi yorgun evine baktım. Camdan gözü yaşlı bizi seyrediyordu canım anneannem.
“Seni üzdüğüm için özür dilerim.”
İlkokul üçüncü sınıfı bitirmeme iki hafta kala annemin müzmin, düzelmeyen hastalığı ömrünü tükettiğinde hem annesiz hem babasız günlerim başlamış oldu. Babamın uzun zamandır ilgisiz olması, başka bir kadınla yeni bir hayata başlaması ve beni o hayata dahil etmemesi hiç şaşırtıcı olmamıştı. Çok değil, üç ay sonra yeni ikametgâhım anneannemin evi oldu. Babasızlığı yadırgamadım ama annesizlik dokundu çocuk yüreğime. İnsan babası ölünce değil annesi ölünce yetim olurmuş. Zira babam hâlâ yaşıyor. Sağlıklı bir karısı ve iki de oğlu var. Benim dahil olamadığım, anca misafir olduğum bir mutluluk var evlerinde. Gerçi pek görmeyiz birbirimizi, nadiren bayramlarda bir araya geliriz o da formaliteden. Ama yine de ufak bir kıskançlık hissederim beni sarmayan baba kolların oğullarını candan sarışına.
Anneannem canımdır, ciğerimdir. Hem anam hem babamdır. Sever nazlar beni ama şımartmaz. Kuzenlerim kızarlar, “senin en kıymetlin Çiçek” diye söylenirler bazen. Ama herkes evine gittiğinde biz kalırız birbirimize bilmezler. “Seni üzdüğüm için üzgünüm anneanne. Temelli değil ki bu gidiş. Okumaya gidiyorum ya ben. Döneceğim sonunda.”
Gülümseyip el salladım nuruma. Gelme dedim ya kızgındım ya, o da dokunmadı yarama. Önce kapıdan, şimdi de camdan veda ediyor bana. Ya Poyraz, sessizlik var şimdi, ayrılık sessizliği var aramızda. Ne ara taksi çağırmışsa “hadi bin” dedi aniden. “Yok, ben kendim giderim” dedim, anlamadı ve bindik taksiye. Yan yana sessizlik ritüelimiz olmuş sanki. Elimi yanıma koydum belki tutar diye ama gözünü kırpmadan yola bakmaya devam etti. Otogara gelmek uzun mu kısa mı sürdü bilmiyorum ama taksicide en az bizim kadar sessizdi. Elime dokunan sıcak el neden son anı beklemişti bilmiyorum. Sardığı kadar sardım bende. Sadece eller birleşmiş, yürekler ayrılmış gibi hissettim. Farklı bir veda… Yine konuşulmayan, tamamlanmamış eksik bir şeyler hissettim aramızda. Gidecektim ya ben ondandı işte. Ellerimiz ayrıldı, indik taksiden.
Yirmi dakika kadar beklenilen gözlerin sessizliği, bilinmezliği konuştuğu değerli zaman dilimi. O üzgün mü tedirgin mi bilemiyorum. Konuşursam kırılacağım gibi hissediyorum. Elini cebine atıyor, çıkarıyor, ayağını yere vuruyor, bazen birkaç adım yürüyor. Tamam Poyraz gidiyorum işte rahat ol. Sormuyorum da artık, sadece seviyorum. Çok Seviyorum seni Poyraz, hep sevdiğim gibi. Valizim onun elinde kuş kadar hafif bagaja teslim olurken üşüyorum sanki. Ayağım otobüsün merdiveninde titriyorum. Yerime oturmadan ayakta karşılıklı bakışıyoruz.
– Varınca ara mutlaka, merak ederim.
* Mutlaka ararım, bilirsin.
– Bilirim…
Ve anons…
Kimine göre inme, kimine göre gitme vakti.
“Gidiyorum ben Poyraz.”
Sağ kaşımın üstüne hep orada kalmasını dilediğim bir öpücük, sıcacık bir kucaklaşma.
“Allaha emanet ol Balım, hayırlı yolculuklar.”
Bu kadar işte. Sesim kesilmiş bakakalmışım yine. Koltuğum batıyor sanki. Otobüs otogardan çıkmak için hareketlendi. Gözlerim dolu dolu Poyraz’ı arıyor. Beni gördü, el salladı, telefonu çaldı, kulağına götürdü, yana döndü.
Gülümsedi…
Hoşça kal Poyraz…
Hoşça kal.

Yeniden başlamak için bitmeliyiz sevgilim.

Soluğum, neşem, umudum.
Varlığıyla nurlanan yokluğuyla sınanan değerlim
Gittin mi? Bittik mi?
Kayıp mı ettik aşkı?
Yoksa o melun yalancı buna da mı elini attı?
Kaybolup giderken bizi de mi bitirdi?

Hiç var olmamış gibi
silip atabilir mi yüreğimden?
Bitirir mi bizi?
Kıyar mı sevdamıza zamanın elleri?

Öptüm, sarıldım, gözlerinde cehennemi gördüm.
Elimi uzattım, tutmadı
Kanadından yakaladım, savurdu

Çaresiz bir ateş kaçkını gibiydim
düştüğüm yerde
Yanıyor, kora dönüyor, sönemiyordum


Ben seni hep sevdim
Yolculuklar hep böyle mi acaba? Ayrılığın hüznü, melankolikliğin kokusu sarmış otobüsü. Ara ara ağladığını duyduğum arka sıralardaki bebek hariç herkesin duygularıma eş duygular hissettiğini varsayıyorum geçilen her durakta. Otobüs ısrarla bitmeyen bir yolu gidiyor ve sanki varılacak durak inadına uzaklaşıyor gibi. Ben ise, beni ben yapan her şeye uzaklaştığımı hissediyorum.
Yanımda oturan teyze ile ara sıra göz göze geliyoruz. “Ah teyzem hiç sohbet havamda değilim ki. Bilsen aslında sohbetim çok hoştur.” Düşünmemeye çalıştıkça beynime üşüşen düşünceleri kovalama telaşındayım. Çokça bencilim iç dünyam konusunda. Söylenmemiş, itiraf edilmemişleri yüreğim benimle her yere götürürken rahatlarım belki. Ama işte bencilim ben.
Ne kadar kötü olabilir ki denizden, yeşilden uzak olmak? Kimseye söyleyemediklerini haykırdığın denizi bulamamak ne derece iyi hissettirir? Eğer yeterince şanslıysam Hasan Dağına anlatırım, yeni dert ortağım bellerim onu. Bu şehirde güzel günler geçirebileceğime inanmak istiyorum. Otogara girerken bir ıssızlık, en az içim kadar kasvet dolu hissettiriyor şehir. Gülümsüyorum. Ne kadar da benziyoruz birbirimize. “Eh, uzun bir süre birlikteyiz mecburen. Mecburi aşk bu. Şehri insana, insanı şehre bağlayan platonik, karşılıksız.”
Ayaklarım şehrin yollarına uyum sağladı bile. Bilincim Poyraz’ı bıraktığım yerde kalsa bile yeni bir okulda, yeni arkadaşlar, yeni umutlar istiyorum bu şehirden. Elimdeki adres beni ummadığım farklı beklentimin dışında bir yurdun kapısına getiriyor. Farklıyız ama birbirini sevmek için aynı olmak gerekmiyor değil mi? Buna da alışırım zamanla.
Odama yerleşince ilk iş anneannemi arıyorum. “Ağlamak değil, gülmek lazım anneanneciğim. Görsen ne güzel bir yer burası. Üzülme, iyiyim ben. Dikkat et kendine.”
Elim bir türlü numarasını tuşlamıyor. Oysa aramamı bekliyordu muhakkak. Belki de hissettiğim gibi umurunda bile değildi. En sonunda arıyorum, hatta üst üste birçok defa. Ya kapalı ya da çekmiyor. Çünkü meşgul de çalmıyor.
“Vardım. İyiyim. Merak etme. Özledim.”
Kısa kısa içimi yansıtmayan soğuk bir mesaj olduğunun farkındayım. Ama onun beni eskisi gibi önemsemediğinin de farkındayım. Bitiyoruz, bitti diyemiyoruz ikimizde. Nasıl bitti derim, nasıl kabul ederim biz olamayacağımızı bilemiyorum. Tekrar mesaj yazıyorum.
“Bir şeylerin değiştiğinin farkındayım. Sen bana Balım dediğin günden beri ben hiç Çiçek olmadım. Aşkın adını verdiğin Bal, büyümeden çok önce aşkı keşfetti. Hâlâ o aşkın içinde karşılıksız debeleniyor gibiyim ama bu demek değil ki sen de beni sevmek mecburiyetindesin. Belki de bunları daha önce konuşmalıydık. Sadece şunu bilmeni istiyorum Ben seni hep sevdim.”

Daha ne kadar zaman lazım sana?
Hadi bizi de zamana bıraksana
Ya da istersen ben kaybolayım zamanda


Bitti mi? Zamana mı bıraktık?
Alışmaya çalışmak belki de damak tadıma hiç uymayan yemeklere alışmaktı bu akşam. Kendi şehrimden uzakta ilk defa tek başıma kalmış olmamım tecrübesizliğiydi belki de. Anneannemin o nezih mutfağının az yağlı, sevgi ile bezenmiş yemeklerinin yerini doldurabilecek yemekler değildi elbette. Ama olsun, karnım doymuştu işte iyi kötü. Oda arkadaşımla birbirimizi tanımaya çalışırken farklı bölümlerde okuyan, farklı idealleri olan ama fazlasıyla romantik iki kız olduğumuzu fark ettik. Elbette ki içimi tamamen açmadım. Ama az çok konuştum da… Zaten her şeyimi paylaşabildiğim bir avuç arkadaşım var. Pek arkadaş canlısı olduğum söylenemez. Çok uzun zamandan beri hem arkadaşım hem sevdiğim olan Poyraz doldurmuş hayatımı. Şimdi fark ediyorum da ne kadar Poyraz’la doluyum. Onu kimselere anlatamayacak kadar da kıskanıyorum bir taraftan.
Telefonum hiç çalmadı, mesaj bile gelmedi. Hani arayacaktık birbirimizi? Bir şey oldu desem kötü haber tez duyulur. Tahminimce Poyraz mesajıma kör, sağır ve dilsiz olmayı tercih etti. Payıma düşen yatağım da oldukça rahatsız ya da ben kendimi mutsuz etmek için uğraşıp duruyorum. Telefonun ekranına en son baktığımda saat ikiydi. Uyumuştum, sanırım kâbus görüyordum. Ensemdeki terle uyandığımda telefonun ışığının yanıp söndüğünü fark ettim. Saat kaçtı gerçekten? Telefonu elime aldığımda saatin dört olduğunu, Poyraz’dan da bir mesaj geldiğini gördüm. Beklemeden açtım.
“İyi geceler Balım. Arkadaşlarla buluşmuştuk, dışarıdaydım. Geldiğimde vakit çok geçti. Yazmak istediklerimi yarına bırakmak istemedim. Büyük ihtimal bu mesajı sabah göreceksin. Benim de sana söylemek istediğim birçok şey var. Hayata karşı beklentilerimde, yapmak istediklerimde zaman içerisinde çok değişiklik oldu. Biz birbirimizin oyun arkadaşı olduk hep ya da sen benim gözümde oyun arkadaşım olarak kaldın. Sevdim evet! Lakin sanırım senin gibi değil. Bunu hayatın içinde yeni insanlar ile tanıştığımda anladım. Ama seni kaybetmekten de çok korktum. Hayatımda ailem kadar değer verdiğim en önemli insansın. Seni kırmak istemiyorum. Biliyorum biz diye bir şey kalmasa bile hayatına çok güzel bir şekilde devam edebilirsin. Kafam çok karışık senden uzakta. Belki de karar vermeliyim ya da bitirmeliyim. Ama kıymetli oyun arkadaşım olarak kalmanı da çok istiyorum. Beni sevdiğini hep hissettim. Benim Balım olamasan da çiçeğim olursun. Biraz zamana ihtiyacım var, özür dilerim Balım.”
Yüz yüze gelip söylemeye korktuklarım bir anda Pandora’nın kutusundan çıkıp karabasan gibi üzerime çöktü sanki.
Zaman mı istedin?
İşte sana bolca zaman…

Var olduğunu sandığın,
duygularını şaşırtan bir illüzyonsa
AŞK


Poyraz’a gizli saklı
Denize kıyısı olmayan şehirlerde yaşamak sensizlik kadar zor geliyor bana. Her gün camı açıp burnuma dolan yosun kokusunu arar oldum buralarda. Yeşilin maviye karışımına hasret kaldım. Okul da canımı sıkıyor bugünlerde, alışık değilim bambaşka insanlara. Sıkıntılarımı, çevremdeki sahte yüzleri anlatma fırsatı bulacağım bir deniz kıyısı bile yok.
Sen de yoksun…
Birkaç gündür, beraber her zaman oturmayı sevdiğimiz sahil kenarındaki o kafe geliyor aklıma. Ben buralara gelmeden önce yenileme bahanesiyle yıkmışlardı. Üzmüştü içten içe bu beni. Ne kadar sürerdi bu yenileme? Ya da hiç eskisi haline dönmezse orası… Belki de eskisi gibi olurdu ama aynı şeyleri hissettirir miydi bilemiyorum. Bitmiş bir aşk yeniden nasıl toparlanamıyorsa, oradaki anılarımızın da toparlanması çok zordu artık. Buna takıldım işte bu aralar.
Çok geçmişte bir gün müydü acaba? Karşımda otururken çok güzel gülümsediğimi söylemiştin, elin ayağın titriyordu, hissediyordum. Hatta hâlâ hissediyorum. “Sevmek, galiba denizi seyretmek” dedin. Yan masamızda oturan küçük bir kız çocuğu ile göz göze gelmiştim sürekli. Yanıma gelip “abla çok güzelsin” demişti. Eminim kıpkırmızı olmuştum karşında.
Çok masumane hislerdi bunlar, aşkın ilk kıpırtılarıydı. Şimdi seni sevdiğimi söyleyeceğim bir deniz kenarım bile yok. Biliyorum sen benim kadar, hatta hiç düşünmüyorsun bile bu durumu.
Boş ver o zaman. Hatta bilme, aklımdan tek bir an bile çıkmadığını.
Sensiz kalmış gülüşlerimin arkasında sakladığı hüznümden, şiirler yazacağım sana.
Bilmeyeceksin.
Ve sen bir daha asla seni nasıl sevdiğimi, denize baksan dahi göremeyeceksin…

Sana kaderim demedim.
Canımdın sen benim


Elli metre
Senden giderken bambaşka bir şehrin ışıkları altında buldum kendimi. Zormuş sensiz yeni bir hayata adım atmak. Çölün ortasında aç susuz bırakılmışım gibi, hırpalanmış bir çocuk gibi… Bizim sokaklarımızdan farklı buralar; kocaman bir şehrin her caddesinde ayrı bir isim var. Elli metrelik yol.
Kaç elli metre yürürsem sana ulaşırım dersin Poyraz?
Kayboldum buralarda, seni de arayamıyorum artık. Küçük şehrimizin caddeleri gibi değil diyorum ya işte. Neden yalnız dolaşıyorum bu şehirde onu bile bilmiyorum. Yeni birilerini tanımak, sanki onları da acılarıma ortak etmek olurmuş gibi geliyor. Olsunlar istiyorum bazen. Bağırabildiğim kadar bağırayım ki; ne kadar acı çekiyorum, canım yanıyor, ağlamak istiyorum, hatta bazen yok olmak istediğimi bilsinler, bilmeliler diyorum. Vazgeçiyorum.
Bazen yanıma geliyorsun, hissediyorum. Dokunuyor rüzgârın, adın gibi dokunuyor. Tüm çiçekler hareketleniyor. Sonra bakıyorum, yoksun. Hiç kimse yok. Bazen geri dönmek istiyorum, çocuk olduğumuz ve hep çocuk kaldığımız o günlere.

Lime lime olmuş etlerimde aşk değil ölüm kokuyordu.
Zaman hileli oyunlar oynayıp alay ediyordu sırıtarak.
Sönmeyen bir yangının dumanında boğuluyordum.
Bir nefes, bir soluk arıyordum meleğimin gözlerinde.
Sanki acımasızca “yan” diyordu dehşetli heybetiyle
Kocaman bir deve dönüşüp uzun, geniş gövdesine
hapsediyordu sonra

O karanlıktı ve sevmeyi bilmiyordu.
Git derken gelmemi istiyordu
Ben sade, o gizemliydi.
Birleşirsek karışırdık elbette
Ayrıldık ve başka yollara savrulduk.
Ben bir meleği özledim…


Geceleşiyor hayallerin
Ağır, hastalıklı bir kalbi sırtlanıp göçüp gidiyorsun bu şehirden.
Acılarına sardığın dertlerinden kaçıp, kucak açıyorsun içinde deştiğin yalnızlığa.
Yürüyorsun sonsuz sandığın çıkmaza.
Tek kelime etmiyorsun arkanda bıraktığın vedalara.
Hiç var olmamış, hiç yaşanmamış ve sana dokunmamış gibi…
Günlerden sıyrılıp geceleşiyor hayallerin.
Ardında kalanları gecenin kor ateşine hapsediyorsun.
Batıyor, hırpalanmış beyaz tenin yalnızlığına.
Sevmek ağır geliyor çatlayan dudaklarına.
Aşk değmeden kaçıyor, solmuş kızıl saçlarından.
Dokunduğun tenlerde küle dönüyor aciz umutların.
Gök geri istiyor yağmurlarını.
Gözlerinle veda ettiğin hayata ağlayıp, kurak bir kalpten göçüp gidiyorsun.

İçimin ateşi körüklense, bedenim alev alsa, söndürmeye suyum bile olmayacaksa; neden var olmalıyım ki ben?
Nefesimi tutmanın bile faydasız olduğunu hissettiriyor rüzgâr. Yalnızım. Yalnızsam eğer neden dokunuyor tenime bu esinti? Güneş neden tepeden beni o güçlü endamı ile izliyor? Yollara özenle dizilmiş bu çiçekler neyi anlatmaya çalışıyor bana? Arkamı dönmeli miyim şimdi? Bastığım toprak içimi dolduran bu acıyı boylu boyuna uzansam yok eder mi? Peki ya ölsem! O zaman o da beni terk eder mi? Yürüyorum, ne bir yol ne de bir iz biliyorum. Birilerine sormaya bir tarif almaya bile mecalim yok. Sonsuzluğun tarifini nasıl verebilirler ki bana?
Bak, susuz kalmış, yağmura hasret topraklar da benim gibi can çekişiyor ama kaçamıyorlar. Ben ise sadece kaçtığımı sanıyorum. Gökyüzünü saran sis beni anlatıyor. Buğulu neden bir anda ortaya çıktığı belli olmayan bir cisim gibi. Hiç kimse dönüp de “sen nereye gidiyorsun” demiyor. Acı dokunuyor bana, içim sızlıyor. Beni tanımayan insanların bu halime ortak olmasını mı istiyorum yoksa? Bu kadar mı battım yalnızlığa? Bu kadar mı kimsesiz kaldım? İçimdeki boşluğu tarif etmek imkânsız. Bir taş atsam içime, taş bile terk eder beni. Sanki suya dokunsam kuruyup yok olur gibi. İçimin ateşi körüklense, bedenim alev alsa, söndürmeye suyum bile olmayacaksa; neden var olmalıyım ki ben?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570184?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Frezya Ezgi Hasret Bodur

Ezgi Hasret Bodur

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Şimdi ne söyleyecek bir kelimen var ne de kendini ifade edebileceğin bir his. Yürüdüğünüz yollara dönüp bakıyorsun. Kaçmaktan vazgeçiyorsun.

  • Добавить отзыв