Hayat Her Gün Yeniden Başlar

Hayat Her Gün Yeniden Başlar
Osman İlhan
Zor zamanlardan geçiyorsun. Yarın karanlık, göremiyorsun.
Yine de bu keyifsiz, düşük bütçeli günlerde göğe uzanan hayaller besliyorsun.
Ne güzel.
Hayat zaten böyledir, boş ver.
Sen sadece geçmişini al ve bize gel.
Kapı açık.
Yere iki minder atarız, bir de çay koyarız en demlisinden.
Hem dolapta çokomel de var.
Olmaz mı?

Osman İlhan
Hayat Her Gün Yeniden Başlar

Osman İlhan

1990 yılında İzmir’de doğdu. İlk romanı Mutsuz İnsanlar Sokağı 2018 yılında yayınlandı. Hayat Her Gün Yeniden Başlar, yazarın Hayykitap etiketiyle yayınlanan ilk kitabıdır.

Kadın aldatılandır ama aptal değildir!
“Yalnızdı. Terk edilmişti, mutluydu. Yakındı yaşamın yabani kalbine.”
    -James Joyce
Kadın baktı aynada kendine. Baktı uzun uzun. Gözlerine baktı. Uçsuz bucaksız derya… Delişmen bir parıltı aradı. Buldu da… Kendini ne kadar da şanslı hissettiğini apaçık belli eden bir tebessüm bıraktı. Aynadan sekip bir süre havada asılı kaldıktan sonra yok oldu.
Kadın yorgundu. “Prensesim” dediği kızının ardından “Aslanım” diye öpüp kokladığı oğlunun dünyaya gelişinin üzerinden henüz birkaç ay geçmişti. Yüzündeki yorgunluğu buna bağladı ve hiç umursamadı. Nasıl olsa toparlardı kendini. Güçlüydü. Güçlü olmak her kadın gibi onun da doğuştan yazgısıydı. Bir de “Minnoşum” dediği dünyalar tatlısı, kendisini her zaman delice seven ve en önemlisi de sadakatinden asla şüphe etmeyeceği eşi belirdi aklında. Bir kadın daha ne isteyebilir ki diye düşündü.
Adam baktı aynada kendine. Baktı uzun uzun. Sigaradan birkaç teli sararmış bıyıklarına baktı. Keyfi kaçtı. Boyatmalıyım diye düşündü. Kaşlarının ortalarında beliren siyah tüylere ilişti gözü. “Temizlik vaktim çoktan gelmiş” dedi. Tıraşını olup losyonunu yüzüne boşalttı. Son bir kez yüz kıvrımlarının tüm detaylarını bir çırpıda inceledi ve artık karısını aldatmaya hazırdı.
Kadın tekrar baktı aynaya. Islak, kısa ve sevgisiz bir bakıştı bu. İçinde neşe kalmamış, solup giden terütaze baharın bozuk hasatı yüzünde belirdi. Kendini ardiyeye atılmış tuhaf bir eşya gibi hissetti. Kurumuş yarı aralık ağzından “Neden” diye mırıldandı.
“Neden, neden, neden bana bunu yaptın?”
Ayrılmak kelimesini düşünmesiyle yüreğine paslı bir hançerin batışını hissetti. Bu evlilik artık içinde bir yaraydı. Tatlı tatlı kaşınan bir yara. Kaşırsa kanayacak bir yara… Evlatlarını düşündü. Buna gözlerinden düşen birkaç damla yaş eşlik etti. Onları nasıl babasız bırakırım diye kızdı kendi kendine. Çünkü bilirdi babasızlığı, yetimliği. Bir de kocasını hâlâ seviyor oluşu da vardı tabi. Kalan gözyaşlarını akıttı yüreğine, kanayan yarasını sardı. Kendine yolladığı güçlü bir bakışın ardından adamı affetti.
Affetti, affetti ve sonra yine affetti…
Adam baktı aynaya. Kısa bir bakıştı bu defa. Kendinden emin, karısının ondan asla vazgeçemeyeceğinden daha da emin bir bakış. Bu defa takılmadı yüzündeki detaylara. Nasılsa sevgilisi artık onu her haliyle kabul ediyordu. Alıyordu onu başka kadınların, kocalarını baştan çıkartmak için yaratılmış körpe memelerinin arasına.
Kadın ve Adam birlikte baktılar aynada kendilerine. Adam tövbelerden, aslalardan, seni seviyorumlardan, Allah rızası içinlerden, kendimi öldürürümlerden, bari çocuklarımızı düşünlerden, son bir şans lütfenlerden oluşan kallavi cümleler sarf etti, her hecesinde karısının onu bağışlayacağından emin bir edayla. Kadın ise bir kere ahdetti, azimliydi, kararlıydı. Yüzünde saklamaya merak duymadığı bir nefret edasıyla “Artık bitti” dedi. Bu “artık” kelimesi kırk darağacından daha ağır çekti yüreğini. Ama artık bitmişti. Bu onların aynı aynaya birlikte son bakışlarıydı. Ve artık başka aynalardaki yansımalardan ibarettiler.
* * *
Kadın, yapılan her hatanın ardından kollarını açar ve seni kucaklar. Sen de tutunursun onlara. Sabrını uçsuz bucaksız derya, aldatmalarını da o deryada damla zannedersin. Oysa o kolların hep açık olacağını düşünmek, sana olan sevgisini zaaf görmek ne büyük gaflet. Gün gelir o kol bir kapanır, açmak için koparman gerekir. Ve kol koparsa tutunacak bir şeyin kalmamış demektir.
Demem o ki:
Karşındaki kadını üzdüğünde her defasında senin bir gülüşüne kanıyorsa, bu onun aptal olduğundan değil, aşka olan inancındandır.


Hesaplarla yaşayanlar hep borçlu kalırlar. Kimseye olmasa bile, içlerinden geldiğince yaşayamadıkları için kendilerine…

Belki buralarda bir yerlerde nefesin kalmıştır
“İnsan sonunda yine kendini yaşar.”
    -Nietzsche
Zaman bana şunu öğretti; insan unuttuğu her anısının katilidir. Özünde tüm cinayetlerin ortak özelliği olan kurtulma içgüdüsü taşır. Ama her ne kadar onu takip eden anılarını öldürmüş, bin bir parçaya bölüp yerin yedi kat altına gömmüş olsa da bazen olay mahallinde bulur kendini. Kaçamaz kurtulduklarından, yakalanır ekseriyetle.
Mesela özlemlerimiz de buna dahil. Gidenin bize bıraktığı yük ağır geldiğinde eski bir anının içerisine girip hafiflemek isteriz. Montaj misali.
Bugün omuzlarımda bir ağrı, sırtımda kambur ile uyandım. Hasretin yer çekiminin varlığını bağıra çağıra ispatlama çabasındaydı sanki. Her nefeste yokluğun daha da ağırlaştı, ağırlaştı ve ağırlaştı. Sonunda kaldıramadım sensizliği.
Kendimi nasıl dışarı attım bilmiyorum. Sırf bir zamanlar gölgen vurduğu için seninle el ele dolaştığımız kaldırımlarda ayaklarımı yerlere süre süre yürüdüm. Tanımadılar beni. Ya da tanımamazlıktan geldiler. Oysa tanısalardı her adımda yüreğime döşerler miydi kaldırım taşlarını?
Döşediler. Güzel döşediler…
Yürüdüm bir süre; adımlarım ağır, bakışlarım arayışlı, zihnim ise gebermekteydi. Bir şarkı duydum kafenin önünden geçerken. Yabancısı olduğum bir lisanın en hüzünlü melodilerini barındırıyordu sanki içinde. İsmini söyleyince hemen hatırlayacaksın; Mohsen Namjoo- Zolf. Hani soğuk bir kış gecesinde son paramızla aldığımız şarabı şu soğuk merdivenlerin üzerinde içerken defalarca dinlediğimiz şarkı. Gerçi merdivene soğuk dediysem hükmü sen elimi tutana kadardı ya, neyse…
Merdiven hâlâ yerinde, üstü yine soğuk, şarap alacak param da var ama sen, artık sen yoksun.
Sonra buralarda bir yerlerde nefesin kalmıştır umuduyla ciğerlerimin hacminden fazla havayı içime çektim. Bırakmadım bir süre, bırakamadım. İçimde kalsın, gitmesin istedim. O an ölmek, son nefesimi seninle vermek istedim. Ama olmadı. Gerçek, keskin hançerini ciğerlerime batırdıktan sonra bir tur çevirdi içimde. Ve ben seni, anılarımızı unutma vaktinin çoktan geldiğini yüreğimin yanmasıyla anladım.
.
Sonra mı?
Sokağın çıkışına kadar bana eşlik eden tek şey, dudağımın kenarındaki sigaramdı…

Gitmek isteyenler oldu benden. Asla kal demedim…
Bu hayatta ne zaman canımız yansa, neşesi çekilse ruhumuzun, geceler daha uzun sürse, gündüzlerse daha soğuk geçmeye başlasa, kimsesiz mezar yalnızlığında sussak, konuştuğumuz zamanlarda ise manalı olmayan sözlerle havayı dövsek, ağlasak, hatta delinse göğümüz ve yağsak kurumuş bedenimize bize hep şu denecektir hatta belki de zaman zaman denmiştir;
“Boş ver!”
Biz onların bu boş ver temennilerini hep reddettik; özünde samimiyet bulundurmayan tüm söylevlerde olduğu gibi. Gamsızlıktı onların boş veri. Yaşanılanları reddediş, unutuştu. Anıları sahipsiz bırakmaktı, bir piç gibi…
Oysa samimi dudaklardan çıkınca söylemesi ne güzel kelimedir boş ver. Bir çırpıda dökülür dilinden, tadı kalır insanın damağında. Buram buram mavilik kokar. Doğmamış günün şafağı canlanır gözlerinde. Kulaklarda Livaneli türküsünü çağrıştırır “Bu gitmeler gitmek değil” makamından.
Ben de zamanla öğrendim acıları, kanayan yaraları kurcalamanın sadece ruhu kanırttığını. Başkalarının hayatına girmeyi, her hayatın birbirinin basit birer kopyası olduğunu fark ettiğimde bıraktım. Sustuklarımla konuştum. Konuştuklarıma asla susmadım. Gitmek isteyenler oldu benden; kal demelerimi umursamayanların önünden çekildim. Gözyaşlarının düştüğü yerde fidan vermediğini, yeşeren çiçeklerimi kuruttuğunda anladım.
Yüreğimin sokakları ne zaman çıkmaz sokağa bağlansa hep boş verdim…
Oysa bu terk ediş değil, bir kuytu köşe arayıştı… Belki de yürekteki kesiğin kabuk tutmayacağını kabul edip, onun ıslaklığıyla yaşamayı öğrenmekti.
Bu yüzden eğer taşıyamayacağından fazla derde sahipsen sen de boş ver…


Gözyaşlarımdan beslenen o kötü yürekleri, kahkahalarımla aç bırakmam çok yakındır…



BOŞ VER!
Şu kelimeyi hafife alma.
Hayat kurtarır.

Sevdalara karşı hep koşulsuz açtık yüreğimizi. Hiçbir aşkı zora sokmadık
“Eskiden kimse kovmuyordu, masaya çıkıp bir balığı yemeye başlayan kediyi.”
    -Ritsos
Ne zaman gurbetten yana bir türkü duysam yahut ne vakit bulansa bakışım uzaklara gönlümde hep o eski günlerin özlemi kabarır. İnsanların vefadan yana zengin, dertten yana yoksul olduğu günler bir yaradır yüreğimde. Kanamaz ama hep ıslaktır, sızlar ince ince.
Eskiden farklıydık. Hazır zevklerin verdiği mutluluğun yapaylığını bilir, sevmezdik. Fethedilmiş zevklerin peşinden koşanlardan olduk hep. Manavın önünden geçerken gördüğümüz eriğe, önümüze konan elmaya teslim olmadık. Hayatın sunduklarını tabaktan almak hiç bize göre değildi. Hazır şeyler bünyemize dokunuyordu ve bizim gözümüz hep dallardaydı. Tipik sokak çocuklarıydık işte.
Aşklarımız vardı mesela. İmkânsız dedikleri türden. Kız aleviydi ama oğlan sünni; kız zengindi ama oğlan fakir; kız mektepliydi ama oğlan çırak; kız güzeldi ama oğlan geceden de çirkin; kız Karşıyakalıydı ama oğlan Göztepeli… Hep bir ama vardı sevdalarımızın etrafında. Oysa çıksa cümlelerimizden bu lanet olası “ama” kelimesi, müfredattan hatta sözlükten; tüm engeller aşılacaktı, bunu bilirdik.
Koşullar ne olursa olsun, kış ne kadar sert geçerse geçsin vazgeçemedik sevdiklerimizden. Yol kenarındaki kaldırımların arasında yeşeren otlar kadar inatçıydık, kız Karşıyakalı ama oğlan Göztepeli istisnası dışında…
O günler farklı bir dünyaydı bizimkisi. Mesela dostunun derdine kayıtsız kalmak büyük ve kudretli bir kurnazlık sayılmazdı. Sayıldığı ortamlarda ise hiç nefesimiz duyulmazdı. Kaçardık kötü kokan yüreklerin olduğu odalardan, menfaati duygudaşlığından ağır basan kişilerin samimiyetsiz sohbetinden.
Kötü yürekler hep nefes darlığı yapardı bizde…
Sevdalara karşı hep koşulsuz açtık yüreğimizi. Hiçbir aşkı zora sokmadık. Belki de bundandı acının bize sık uğraması. Ama yine de pişman olmadık hiç. Yaşanması gereken ne varsa yaşayanların devriydi bizimki. Sandığımızdan çok daha makul insanlardık, çünkü makul olmayan insanın gerçek huzura kavuşamayacağını iyi bilirdik.
Ah! O eski günler…
Ekmeğin lokma lokma,
şarabın yudum yudum,
tütünün nefes nefes bölüşüldüğü günler…
Özlenen günler…


Yolumuzu kaybettirebilirsiniz.
Önümüze bariyerler çıkarabilir, yönümüzün doğruluğunda saptırabilirsiniz.
Ama bizi bu yoldan asla çıkaramazsınız.
Çünkü bizim yönümüz muhabbettir, aşktır…

Kaydırağı otopark mafyasına bağlayanlar
Mahalle maçları, meşe müsabakaları, taso turnuvaları, meyveyi veren ilk ağaca bir gece ansızın operasyonları… Çocukluğumuzda toplu yapılan aktivitelerin kendi içerisinde hiyerarşisi, bir raconu vardı. Sokaklar şimdinin Survivorıydı.
Bir de lider çocuklar vardı. Takımları belirlesin, müsabakalarda hak savunsun, diğer mahallenin çocuklarıyla yapılan muharebelerde önder olsun, ağaca ilk o tırmansın. Tüm bunlar için bir oylama ya da düello yapılmazdı. Kendiliğinden belirlenirdi lider. Genelde derdi şişman, neşesi sıska çocuklar seçilirdi.
Ve genelde hep ben olurdum lider…
Anaokulu yıllarımda da durum aynıydı. En güzel oyuncaklarla en çok ben oynar, bahçe etkinliklerinde kaydırağı, salıncağı en çok ben kullanırdım. Hürmet vardı dertliye, yüzünde yaşının çocukluğu olmayana. Mutluluk mumu sadece bu dört duvar arasında yanana, evine döndüğünde sönene…
Yine ayranı fazla kaçırdığım bir anaokulu gününde, kaydırağı otopark mafyasına bağladım. Diğerleri kayana kadar ben dördüncü tura dönüyorum. Sonunda bizim okulun zengin veletlerinden Hasan dayanamayıp bastı feryadı. İki gözü iki çeşme ağlıyor. Zengin ağlayışını duyar duymaz kayıtsız kalamayan öğretmenler doluştu etrafımıza. Bana bir fırça, bir kalay. Bir tanesi elini kaldırmaya bile yeltendi. “Temas yok hoca, temas yok” deyince kalktığı yere geri indi el. Kısa bir toplantının ardından cezalar açıklandı.
– Osman İlhan, kaydıraktan bir günlük diskalifiye…
Hasan raconu bozdu! Tanrı Hasan’ı korusun…
Hasan’ın köşeden bana kinayeli bakışları eşliğinde mahpushane avlusundaki hükümlünün gerginliğiyle volta atmaya başladım bahçede. Ahalinin gözünde alaycı bakışlar. Bir şey yapmalı. İntikam alma arzusuyla yanıp tutuşuyorum.
Tanrı beni hayal gücümden korusun!
Kaydırağın merdivenlerini ağır adımlarla çıkmaya başlayan Hasan, gövde gösterisi yapıyordu âdeta. Ben de durur muyum? Bir koşu gidip kaydırağın en ucuna sıçtım. Evet, bunu yaptım… İçimdeki tüm siniri maddeleştirerek yeryüzünde sembolleştirdim âdeta. Dikenlerde dolanan kedinin rahatlığıyla, ulu orta, hiçbir kaygı taşımadan sıçtım… Ardından ağlayan Hasan’ın gözlerine bakarak tarihe şu sözleri not düştüm:
“Hadisene Hasan şimdi kay…”
Sonuç:
– Anaokulundan süresiz diskalifiye.
Anaokulundan atılma nedenim çok boktan bir sebepti…


Her sabah uyandığımda birkaç tel gülüşümü bırakırım yastığa.
İşte böyle böyle seyrelttik tebessümleri.
Yine de bunca sene maçı bir şekilde idare ettik. Lakin bazen tıkanıyorum.
Nefes alış verişlerim ender gelişen Osasuna atakları gibi ümitsizlik kokuyor.
Bakışlarımda ise Arjantin ligine üst vermiş birinin koy verdim gitmişliği…
Ama bir şekilde maç devam ediyor ve bir şekilde oyunun içinde kalmayı beceriyorum. Yaşıyor olmam bundan sanırım. Skoru bilmiyorum.
Doğrusu yediğim birkaç düzine golden sonra saymaktan vazgeçtim. Bedenim kendi yarı sahasında top çevirirken, aklım bitse de gitsek modunda.
Harbi, bitse de gitsek artık…

Elbet Biri Gelecek
Bazen sevdiklerimiz en gitmez dediğimiz anda bizi terk eder. Sanki hayatlarında hiç var olmamışız gibi öylece çekip giderler. Sen her ne kadar ona sahip olabilmek için günlerini, aylarını hibe etmiş olsan da, gidişleri hiçbir zaman gelişleri kadar zor olmaz. Okyanustaki su damlası kadar önemsemeyip senden vazgeçerler. Oysa okyanus hiç sudan vazgeçebilir mi? Vazgeçmez…
Ama okyanusumuzda su saydıklarımızın gönül deryalarında katre bile olamadığımız için bizden hep vazgeçtiler ve gittiler.
Üstelik giderken de gönül kapımızı arkadan kilitleyip anahtarı paspasın altına koyarak son bencilliklerini yapmayı da ihmal etmediler. Öyle bir çekip gittiler ki, ardından bir başkasını sevecek yüreği kendimizde bulamadık.
Eksilmedik, tükendik…
İşte bu yüzden insan, onu üzenleri hayatından çıkartmayı öğrenmeli ki seveceklere yer açabilsin. Tabi bu söylevde basit ama pratikte zor bir kavram. Kim bilir, belki yaşamın zor kısmı olan pratiğe dökme safhasına geçebilseydik “Ulan yine aldandık be” demekten kurtulabilirdik. Ama beceremedik ve hep aldanan taraf olduk.
Her gidenin ardından acının büyük kısmı kalana yüklenir, bunu iyi bilirim. Çünkü gidenin bir yolu var ama kalan hep aynı yerde duruyor. Üstelik elinin yetişmediği yerden kanıyor insan. Azala azala un ufak oluyor yüreği. Çoğu zaman da ağlıyor, o kadar çok ağlıyor ki yağmur oluyor gözyaşları, yağıyor içine. Sonra yine yağmur oluyor, tekrar tekrar… Hani o harladığın kibrit, yaktığın sigara var ya, ondan daha çok yanıyor kalp.
Sonra nereden geliyorlarsa birileri çıkar ve “Elbet biri gelecek” demeyi görev edinirler kendilerine. –Ne çok severler bizi değil mi?– Biz de zamanla buna inanır, inandırılırız. Belki de böyle zamanlarda dost meclisinin samimiyetsiz tesellileri arasında en çok işimize gelen bu olduğu için bunu seçeriz.
“Elbet biri gelecek”
Elbet biri gelecekti ve bu gayya kuyusuna dönmüş yüreğimizi nuru, aşkı ile aydınlatacaktı. Gökyüzü yeniden mavi görünecekti gözümüze. Yeniden aşk kapımızı çalacaktı ve biz kapıyı “Kim o?” demeden açacaktık.
Sonra ne mi oldu?
O biri geldi.
O biri kendini çok sevdirdi.
O biri en gitmez dediğimiz anda yine terk etti.
Ve biz her kaybedişimizin ardından “Elbet biri gelecek” sözlerine tekrar tekrar inandık ve koltuk misali yüreğimize her oturanın ardından epridik, zarafet yitirdik.
Ama asla burçak tarlasında papatya aramaktan vazgeçmedik. Ve gidenlere inat yaktık bir sigara. Dilimizde ise gidenler için geceden kalma sadece koca bir “EYVALLAH” vardı.
Bizdeki de böyle bir yürek işte…


Paltomuz kış için fazla inceydi.
Kelimeler yaktık, anlamlarında ısındı soğuk gecelerimiz.



Seni seviyorum diyeni değil, sahaftan aldığı şiir kitabındaki en güzel aşk dizelerini çizip size vereni sevin.
Bir de gözlerinize bakarak o dizeleri okuyorsa ona tapın…

Maçın ikinci yarısı
“İnsan bazen oturduğu dalın en ucuna gitmeye cesaret edebilmeli ve hatta bindiği dalı kesebilmeli.”
    -Erlend Loe
İlk yarısı ne de zor geçti maçın. Önce büyüdün. Öyle gizli saklı da değil; aleni, göz göre göre büyüdün. Hiç uyarmadılar seni. Büyürsen herkes gibi olacaktın. Uyarmadılar seni. Büyüdün ve sen de onlar gibi herkes oldun…
Ne ilk yarıydı ama… Çıktığın her kontra sevdadan kendine yorgun ve eli boş döndün. Üstüne bir de ofsayttan goller yedin. Aldatıldın, terk edildin, dost kazığının verdiği acıyı deneyimledin. Hayat, almaya mecbur olmadığın sorumlulukları yükledi sırtına. Çoğu zaman gövdenden ağır girdiğin yükün altında kamburun çıktı. Hakem tarafından kambura yatmakla suçlandın. Hep suçlanan sen olmadın mı zaten?
Yediğin onca golün ardından şimdi önünde iki seçenek var:
Ya canını yakanların senin üzerinde kurduğu psikolojik hâkimiyeti, sana averaj takımı gözüyle bakan seyircilerin vah vahları, tüh tühleri altında ezileceksin ve maç böyle bitecek, ya da çıkacaksın o saha denen mahpushaneye, kışın ortasında dalında yeşeren bir ağacın özünde taşıdığı arzuyla baştan başlayacaksın oyuna. Yeniden, sıfırdan, yani 0-0 dan… Maçta tek arzun kazanmak olmayacak.
Bu hayatta her zaman kazanmak çarpı kazanmak eşittir mutluluk değildir.
Senin mutluluğun kaybettiğinde bile verdiğin mücadelenin alkışlanması olacak. Unutma, maç elbet bitecek. Bu yüzden kalan zamanını maçın ikinci yarısı olarak yaşa. Yeniden sev. Yüreğini bir kez daha Eros’a feda et. Yeni nefeslerin tenine değmesine izin ver. Gönlünü bir kez daha akıt sıcak bir vücuda. Çünkü kalan dakikaların telafisi yok. İstersen ikinci bahar da diyebilirsin buna, ikinci yarı da… Şimdi sevme vakti. İçinde olmazlardan ördüğün duvarları yık ve sev. O kadar çok sev ki, artık zamanın bir önemi kalmasın. Akrep ile yelkovana inat seviş. Sonra yine ve yeniden seviş… Çünkü nasılsa maç bittiğinde haberin bile olmayacak.
Hem karamsarlığa kapılmaya ne gerek var?
Bakarsın kazanırız bu maçı…
Yaşamak hep bir ümit değil midir?


Anne, ne zaman bahar gelecek?
Kış gelsin de öyle yavrum.
    Can Yücel

“Annesizlik ne demek?” diye soruyorlar
Canımız her yandığında ağlamamayı, her yaranın kabuk tutmayacağını, her düşmenin ardından doğrulmak için bir el uzanmayacağını çok küçük yaşta öğrendik. Bir çocuk ağladığında baba mendil uzatır, anne ise kucaklar derlerdi. Biz o kucağın sıcak iklimiyle hiç tanışamadık. Aslında mendile bile razıydık. Lâkin olmadı. Kimsesiz gecelerde yastıkların pamuklarına akıttık hep gözyaşlarımızı. Uykularımızın ıslaklığı, rüyalarımızdaki sağanak yağışlar bundandı belki de…
Bu hayatta beni ilk terk eden annem oldu. Bilmem kaç senesinin bilinmeyen bir gününde, saatten de bihaber… Hava mevsim normallerinin altında mıydı, üstünde miydi bilinmez. Çocuktuk işte. Gitmek kelimesinin müfredatımıza henüz girmediği yıllardı. Annesizliğin pek popüler olmadığı yıllardı. Bazı gitmeler vardı tasvirleri lâl eden. Ve bazı gitmeler, gidenin kalana siyahlardan olma bir çelenk bırakmasıydı.
Ve benim ise tek hatırladığım, odam hep siyahtı…
En zoru da neydi biliyor musunuz? Öğretmenimden ilk azarımı işittiğimde, o sevdiğim silginin kokusu tükendiğinde, alt mahallenin veletlerinden onca dayak yediğimde, top peşinde koşarken düştüğümde hep annemin gelmesini beklemekti. Bekledim, gözyaşlarımsa benden daha da özlemle bekledi. Gelseydi elinin hamuruyla, terinin ıslaklığıyla, saçlarındaki hayat dağınıklığıyla yanıma; hissetseydi acımı, sarılsaydı boynuma sımsıkı… Göğsünün sıcağından aldığım cesaretle avazım çıktığı kadar bağırsaydım, hiç utanmadan, sıkılmadan ağlasaydım salya sümük. Mutluluktan aksaydı bu yaşlar bir kere…
Ama annem hiç gelmedi. Her bekleyişim aslında Film Gibi programına katılmam, Sinan Çetin’in kapıyı aralaması ve beklenenin gelmeyişleriydi.
Zalim Sinan Çetin…
Böyle böyle öğrendim ben ağlamamayı, düştüğümde kendi başıma doğrulmayı. İlmek ilmek, sabırla… Sonra zamansız da olsa büyüdüm. Beden her koşmada düşmeyecek kadar irileşti, zihin bir silginin kokusu tükendi diye içerlenmeyecek kadar olgunlaştı. Çocukluk kıyafeti çıktı, adamlık ceketine bürünüldü. Ama insanlar her yerde ve ayın bir yüzü hâlâ karanlık. Yaşıma başıma bakmayarak beklemekten bir türlü vazgeçemedim. Başım her dara düştüğünde hâlâ sesleniyorum anneme. Çocuk gibi yolunu gözlüyorum, sonra koca adam gibi hissediyorum yokluğunu.
Göz yaşlarımsa artık yorgun tozlara dönüştü; meyhane masalarında, küllük kenarında, kadehlerin altında, hatta nakaratında yürek dağlayan bir türkünün, son sahnesinde acıklı bir filmin. Toza bulanmış yüreğim, anne eliyle silinmeyi bekliyor. Çünkü onun elleri temizleyebilir beni ancak.
Bazen soruyorlar “Annesizlik ne demek” diye. Bazı soruların cevabını açıklamak gerçekten çok zor. Tam cevap vereceğin sırada boğazına bir hınç birikiyor ve konuşamıyorsun. Üstelik bu zor soruları cevaplamanın en kolay yolu sanırım yazmaktan geçiyor…
Sana annesizliğin ne demek olduğunu yüreğim döndükçe anlatayım:
Annesizlik, ilkokuldaki yerli malı haftalarına göğsünü gere gere gidememekti. Boynunda ütülenmemiş bir önlük yakasıydı. Kekeme bir çocuğa 23 Nisan şiirleri okutmaktı. Gökten üç elmanın da aynı çocuğa düşmesi, ama hepsinin de çürük çıkmasıydı annesizlik.
Annesizlik, o geminin gelmeyeceğini bilsen de içindeki limanı bir türlü terk edememekti işte…

Eğer uyursan çocuk, sen de herkes gibi büyürsün
Hani hep “geçmişe gidebilsem şunu yapardım” dediğimiz durumlar vardır. Yaptıklarını yapmadığında yahut yapmadıklarını yaptığında yaşamına getireceği değişiklikleri merak hali… Öyle uzun uzadıya da dönmek ya da devamlı o anıda kalmak değil bu. Bir an, tek bir sahne, birkaç kelime, ince dokunuş, bir arkadaşa bakıp çıkacağımdan hallice…
Geride bıraktığımız ve içimizde ukde her anı, kenara bıraktığımız değersiz eşyaların kaderinden ibarettir. Tozlu ve küf kokar. Kişinin onu yâd etmesi, aslında pencereyi açıp havalandırma isteğidir. Oysa ben o kadar tozlu ve kirliyim ki, sanırım hiçbir hatıranın havası beni temizleyecek kadar temiz değil.
Her insanın hayatında öyle anılar vardı ki, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin hep elinin yetişemediği yerden kanar. Hepimiz mutlaka böyle bir anıya sahibiz. Bunun aksini düşünenden kaçarım. Ya samimiyetleri esnektir; dik durmayan, eğrilip bükülen türden ya da onunla yüzleşemeyecek kadar korkaktır.
Çünkü geçmiş, doğduğu günden beri kişinin etine girmiş bir kıymıktır. İşlemiştir yavaş yavaş etine, olur olmadık zamanlarda sızlar ince ince ve hatırlatır kendini.
Sahi, geçmişe gidebilseydin ne yapmak isterdin? Ne yaparsan geçmiş daha katlanır, gelecek daha da özlenen olurdu? Benim birçok yapmak istediğim şey var. Mesela ilk öpüşmemdeki acemiliğime gem vursam… İlkokuldaki çantamdan müfredat kitaplarını çöpe atıp yerine Nietzsche’yi, Kafka’yı, Cioran’ı koysam… Sigarayla daha geç yaşta tanışsam… Hatta hiç tanışmasam… Beni üzen hiçbir dostun şarabından içmesem… Giden sevgiliye gitme diyebilsem…
Keşke…
Ama en önemlisi de geçmişe gitme fırsatım olsaydı ilk önce uyusun da büyüsünlü zamanlarıma giderdim. Çocukluğumun kulaklarından çeker, ona şunları söylerdim;
“Sana uyusun da büyüsün diyorlar. Sakın uyuma çocuk! Biliyorum büyümek kulağa hoş geliyor. Biliyorum ağlamaktan yoruldun. Ama durum bildiğin gibi değil çocuk. Sen büyüdükçe göz pınarların da büyüyecek, sel olup akacak. Kırkı çıkmamış acılarına hep yenileri eklenecek. Sana şimdi hep kazanmayı öğretiyorlar. Oysa büyüdüğünde kaybetmeyi bilmeye daha çok ihtiyacın olacak…Dinleme onları! Seni masumiyet evreninden dünyaya taburcu etmek istiyorlar.
Uyuma be işte çocuk!
Eğer uyursan, sen de herkes gibi BÜYÜRSÜN…”


Ne zaman bedenim bir yerlerde takılı kalsa, aklım terk edilmiş bir şehrin en işlek caddesine savrulsa; eskilere gider, tazeliğini koruyan birkaç güzel anıyla sevişerek yalnızlığımı gideririm. Hepimizin olur olmadık zamanlarda tutunduğu anıları var. İlk bayramında aldığın harçlık, babanı boynundan öptüğünde gelen o güzel koku, ilkokulda teneffüse dakikalar kala sınıfı saran taze simit kokusu…
Güzel olanların yüzeyi yumuşak ve ipekten olsa da pek azı uğrar hayatımıza. Belli belirsiz birkaç tebessüme gebedir güzel anılar. Ansızın gelir ve gidişi gelişleri kadar hızlı olur. Bir de her düşümüze sızdığında kanadığımız anılar var. Öyle hızlı falan da gelmez.
Yüreğimizde kanatılmayı bekleyen bir yara misali tatlı tatlı kaşınır.
Ben de zamanla, bazı anıları kurcalamanın sadece ruhu kanırttığını kabuk tutmayan yaralarımdan, kuruyan gözpınarlarımdan, tütünsüz kaldığım gecelerden öğrendim. Sen de geçmişte bıraktığın enkazlarının çevresinde dolanmayı bırak ve sırtını Barış İnce’nin şu satırlarına yasla:
“Kapanmış yara içeriden çürümüyorsa tekrar açılmamalı. Nükseden bir sıkıntı varsa ancak o zaman neşter vurulmalı.”



Repertuarım geniştir.
Sana hangi acıdan çalayım?

Tam da şu an gitmek gerek
“Bir ayağı yolda olmak, özgürlük değil miydi?”
Her çakan şimşeğin odama şafağı getirdiği yanılgısına kapıldığım sıradan bir sabah saat altı sularındayım. Kahvem soğuk. Sigaramın dumanını tazeliyorum ciğerlerimde ve ısınıyorum. Dumanının acı tadıyla dertlerimi bastırıyorum.
Düşünüyorum da acaba benim gibi kimler uyumuyordur bu saatte? Kaç kişi koyunlarını henüz atlatamadı gözlerini kapadığında? Kimler ertesi günün beraberinde getireceği acıların kaygısına düşüyordur şu saatte? Ya da kaç yalnız, Ahmet Kaya şarkılarıyla akıtıyordur ruhunu?
Acaba kaç tekrara düşen senaryolu hayat, benim şu an hayalini kurduğum şeyi çaresizce arzuluyordur?
Gitmeyi…
Devir hep daha fazla kazanma devri. Yeniyi, daha iyiyi alma; paranın güç sayıldığı, güçsüzlüğün ise pahalıya patladığı günlerden geçiyoruz. Geleceğin kaygılarına veya geçmişin götürdüklerine o kadar alakadarız ki; şu anın barındırdığı güzellikleri gözden kaçırıyoruz. Ölümlü dünya söylemimiz de bile artık samimiyet yok. Fanilik kavramı cenazeden cenazeye hatırlanan bir kamu spotu olmuş hayatımızda. Kısır bir döngüdeyiz, bir türlü gidemiyoruz.
Oysa tam da şu dakika gitmek gerek. Buralardan, bu zaman döngüsünden, bu yerlerden, herkesten her şeyden… Kutlu bir gidiş olmalı. İşi gücü, aşkları, hırsları, hesapları, insanları, insancıkları hatta kendini bile bir kenara bırakıp bilmediğin yollara, dinlemediğin şarkılara, dokunmadığın tenlere dalmalı. Acıları vestiyere asıp çıkmalı kapıdan. Kapıyı defalarca kitlemeli arkadan. Çünkü peşine takılmamalı hiçbir acı.
Eskimiş bir sırt çantasına biraz iyiliklerini, biraz fedakârlıklarını, biraz da ne olursa olsun hayata karşı yitirmediğin sevgini koymalı. Ama biraz! Eğer yükün ağır olursa yolun da kısalır.
Gitmek gerek…
Tam da şu an gitmek gerek…
Evden bakkala çıkar gibi…
Terliklerinle…
Nereyesi olmayan bir gidiş olmalı bu…
Dönmek mi?
Nasip…

Kimi şehirler kadındır, sevgilidir, eştir
“Yabancısı olduğum bir şehrin gurbetçisiyim. Düşlerim Türkçe, anlamıyorlar.”
Geçenlerde çok sevdiğim bir dostum bana “Son zamanlarda aramızda değil gibisin. Sanki sözlerin bu masada lâkin anlamları başka şehirlerde” dedi. Şaşkınlıkla bakakaldım. İnsanın en yakın arkadaşı tarafından bile anlaşılamaması, düşlerinin, duygularının, yer çekimine yenik düşüp yere çakılması; kişinin yaşadığı şehri anlatılamaz bir boşluğa, yokluğa, hatta suskunluğa sürüklüyor. Doğup büyüdüğün topraklarda sığınmacı olmak zihinsel bir acı.
Sokaklarında yürürken ayağının takılması, güneşin hiçbir evresinde ışığın camına vurmaması, kalabalıkların arasına karıştığında yüzlerdeki dışlayıcı ifade, anlatılmamışlıkların, anlaşılmamışlıkların gırla gitmesi… Mutsuz olmanın insana yüklediği misyonu, yaşadığı şehrin kabul etmemesi durumudur tüm bu refleksler. Şehirler insan bedeni gibidir; tanımlayamadığı, sistemine uygun görmediği maddeleri dışarı atar, kusar. Bunun için yıllar yıllara aceleyle devretmesin, mevsimler öylece gelip geçmesin diye doğru şehri bulmalıyız.
Ömrümü doğru şehri bulma mücadelesiyle geçirdim…
Bazı şehirler vardır; baba gibidir. Kendince katı ilkeleri vardır. Ruhsal zayıflığı, duygusallığı sevmez. Yeri geldi mi döver eli de bayağı ağırdır. Ama sen bilirsin ki o belli etmese de özünde sever seni. Varlığı her zaman güven verir sana.
Fakat eğer bir piçsen, giremezsin bu şehre!
Bazı şehirler anadır, kandır, candır, ailedir. Yemez yedirir, içmez içirir. Hiçbir şey istemeden, durmadan kendinden vermeyi görev edinmiştir. Kızdığı zamanlarda vurur ama vurduğu yerde gül biter. Anlayışı, hayallerine saygısı dipsizdir.
Öksüzsen, pas geçersin bu şehri!
Kimi şehirler kadındır, sevgilidir, eştir. Duygulu adamı can sıkıntısına uğratmayacak kadar güzeldir. Onları sevip, kendini özel hissettirdiğinde sıcak iklimine hemencecik alır seni. Sarıp sarmalar koynunda.
Ama içinde aşka olan inancın kalmamışsa, barındırmaz seni bu şehir sokaklarında!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570181?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hayat Her Gün Yeniden Başlar Osman İlhan
Hayat Her Gün Yeniden Başlar

Osman İlhan

Тип: электронная книга

Жанр: Мистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Zor zamanlardan geçiyorsun. Yarın karanlık, göremiyorsun.

  • Добавить отзыв