Babalar Da Anlar

Babalar Da Anlar
Ayhan Yalçinkaya
Babalar da anlar.
Bunu söyleyebilen babalar artsın diye,
Çocuğu karnında taşıyamadığı için erkekler oyun dışı kalmasın diye,
Bütün bebekler en az anneleri kadar babalarını da hak ediyor diye,
Babalar da bebeklerinin gözlerine gözlerini kilitleyip, dakikalarca beslenmesini hayran hayran izleyebilir diye,
Erkekler de kalplerinde Rahmî bir odacık sahibidir diye,
Hepsinden fazlası oğluna “seni hep çok sevdim, iyi bir baba olmak istedim” diye haykırabilen babalar var diye…
Bu kitap, yüksek sesle bir kere daha haykırıyor:
BABALAR DA ANLAR…

Ayhan Yalçınkaya
Babalar da Anlar

Ayhan Yalçınkaya

1 Şubat 1982’de İstanbul’un Beykoz semtinde dünyaya geldi.
2000 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne başladı fakat 2002 yılında eğitimini yarıda bırakarak dünyayı gezme hayalinin peşine düştü.
Üç kıtanın önde gelen ülkelerinden Brezilya, Yeni Zelanda, ABD, Kanada ve Meksika’da 12 yıl boyunca yaşadı.
Ardından Kanada’da yarı Kızılderili yarı Portekiz asıllı Brezilyalı eşi ile tanıştı.
Kanada ve Türkiye’de geçirdikleri 7 yılın sonrasında oğulları Turquinho lakaplı Ian Berk dünyaya geldi.
Yazar, oğlunun dünyaya gelişiyle birlikte kariyer ve çalışma hayatını tamamen bırakarak evde kalıp tam zamanlı babalığı tercih etti. O günden bu yana oğlu ile ilişkisini blog sayfasında yazılarıyla paylaşıyor.
Yazar, eşi ve oğlu ile Brezilya’da yaşamaktadır.
Birlikte hayatı yeniden öğrendiğim karım ve oğluma…


Çok Sevdim
Senin annene bakışını izlemeyi,
Süt emmek için ona gitmen gerektiğini bilmeni,
Emerken annenin gözlerinin tam içine bakmanı,
Konuşmazken bile onunla böylesine derinden iletişim kurabilmeni,
Çok sevdim.
Anneni bilmekle tanımak, tanımakla anlamak, anlamakla sevmek arası anlamı olan o dokunuşlarını,
Onunla böyle koşuşunu,
Onu özleyişini,
Ben eve geldiğimde, annene kısa bir bakış atarak sevincini paylaşmanı,
Çok sevdim.
Annene benden daha çok şımarabilmeni de
Çok sevdim.
Yoğun yaşanan ilişkiler gibi,
Anneni hem daha çok yorup hem de daha fazla mutlu ettiğini görmeyi,
Uyandığında ona uykulu uykulu bakıp sarılmanı,
Onun yediğini yemek, içtiğini içmek istemeni,
Çok sevdim.
Ben ikinizi seyretmeyi
Bütün kalbimle sevdim.

Önsöz
Babamın ben ve yaptıklarım hakkındaki fikirlerini çok merak ediyorum.
Baba olduktan sonra babamın ne düşündüğünü daha bir düşünür oldum.
Çocukken bunun bir önemi yoktu. O zamanlar benim hakkımda ne düşündüğünden ziyade birlikte ne yaptığımız önemliydi.
Çünkü hep çok ama çok az zamanımız vardı.
Babam kaptandı. Seferlere çıkar, aylarca bizden uzak kalırdı. Birkaç defa birer yıllık seferlere gittiği bile oldu.
Bir çocuk için hep çok daha uzun hissedilen gidişlerdi bunlar.
Sonra iki aylığına eve gelirdi. İşte o zaman ev bayram yerine dönerdi. Beni ve kardeşimi alır saatlerce gezdirirdi. Neredeyse her gün. Yeni bir şeyler varsa onları görmeye, Boğaz’ı izlemeye, fuarlara, vapura ve tramvaya binmeye, parklarda oynamaya giderdik; biz babasıyla semt semt gezen mutlu çocuklardık.
Her şey eğlenceliydi onunla.
Beraber…
Bazen kuzenleri de alırdı yanına. 6-7 çocuk adamın peşinde hava kararana kadar şehri gezerdik. Bazen de günübirlik başka şehirlere giderdik. Sırf yeni açılmış bir yeri görmeye ya da oranın ünlü yemeklerini yemeye.
O çocuk kalbim mutlulukla dolardı. Ama çok az zamanımız vardı. Çünkü iki aylık izni göz açıp kapayana kadar biterdi. Ve babasızlıkla sürecek aylar, onsuz geçecek bayramlar başlardı tekrar.
Yıllar sonra kıdemi yükseldikçe daha kısa seferler yapar oldu. Dört aylık, iki aylık seferler…
Ama çocuk ben, bu kısa seferleri hiç de kısa gibi hissetmedim. Çocukluğum onu özlemekle geçip gitti.
Babamın benimle ve yaptıklarımla ilgili neler düşünüp neler hissettiğini dinleyeceğim, anlayacağım bir evre değildi çocukluk dönemi.
Sonra bunları anlayabilecek yaşlara geldim. Babam ikinci emekliliğine başlayıp eve döndü. Ama bu defa da ben evde değildim. Türkiye’de değildim! Bu yüzden onunla baba-genç oğul olmak, çocukluğum bitse de yirmili yaşlarımı onunla geçirmek fikri de ileri bir tarihe ertelenmiş oldu.
Hep, her şey için çok zamanımız olduğuna inanırız.
Yaşamın akışı da hep bunun yanlış olduğunu yüzümüze vurur.
Hem de hiç beklenmedik şeylerle…
Çocukluğumun büyük bölümü, yirmilerimin büyük bölümü onsuz geçti ama otuzlarımın başlarında bu talihi değiştirecek ve hayatımın kalanını babamla daha çok zaman geçirebileceğim bir karar aldım; Türkiye’ye kesin dönüş yaptım.
Babam sapasağlam karşımdaydı, onunla ortak geçmişimiz hariç.
Çünkü artık o bir Alzheimer hastasıydı!
Resmen evlendiğimi, Turquinho’nun doğumunu, kendi ailemle kendi evimi kurduğumu ve 34. doğum günümde olan bitenleri anlayamayacak haldeydi.
Doğum günümden bir gün sonrasında da hayata gözlerini yumdu.
Beni sevdiğini, bana yaşattığı mutluluğu, bana kazandırdığı öz güveni biliyorum. Ama benim yaşamımın onun tarafında ne ifade ettiğini, neler hissettirdiğini, duygularını, yaşam anlayışını nasıl değiştirdiğini bilmiyorum. Bunları ondan, onun cümleleriyle dinleyemedim, öğrenemedim.
Merak ettiğim bu şeyler onunla birlikte mezara gitti.
Zaman zaman anneme, benimle ilgili söylediği birkaç şey ve notlarını tuttuğu bir ajandası var. 1982 yılının ajandası elimde. 1 Şubat tarihli sayfanın 1. gününü ispirtolu kalemle yıldız için almış ve “bir oğlum oldu” diye yazmış. Bir oğlu olmak.
Bu kadar…
Kendi yaşamım ve ayrıca babamla yaşadıklarım benim babalık anlayışımı şekillendirdi.
Kendisi de bir anne olan sevgili dostum Filiz, “Birçok anne var, annelik tecrübelerini kendi bloglarında paylaşıyorlar. Neden bir baba blogger olmasın?” dedi bir gün. Sonrasında uzun zamandır baba bloggerların da zaten olduğunu gördüm. Şimdilerde değil ama birkaç yıl öncesine kadar pek bilinmiyorlarmış sadece. Ben de bilmiyordum. Sosyal medya uzmanı dostum Soykan, baba bloggerları ve sosyal medya ile ilgili birçok şeyi bana anlattıkça işin doğrusu çok şaşırdım. Bu harika dostların tavsiyeleri ve karımın desteğiyle yazmaya başladım.
Blog sayfalarımda ve sosyal medyada yazdıklarımı paylaşıyorum. Yazdıklarımı okuyanların yorumları sayesinde çok şey öğrendim, çok şeyi fark ettim. Bundan çok mutluyum.
Fakat tek hayalim ve amacım yazılarımı notlar hâlinde toplayıp, belki ciltleyerek geleceğe bırakmaktı. Oğlumun, onun gelişiyle insanı, yaşamı anlama biçimimin nasıl değiştiğini, onun hakkında neler hissettiğimi ilerde bu yazılar sayesinde öğrenebilmesini sağlamak istiyordum. Bu sayede babamla ilişkimde eksikliği içimi yakan bu tecrübeyi oğluma hediye edebilirdim.
Bu sebeple hislerimin hemen hepsini yazıp kalbimden geçenleri ifade etmeye çalıştım.
Sonra karşıma doğru insan Elif Ayla çıktı. Hayallerime hayal kattı. Amacımın düşündüğümden de ötesine ulaşmama vesile oldu. Sayesinde oğlumla ilgili duygularım, ilişkim, onunla birlikte hayal ettiklerim dolabımda duran fotokopi notları olmaktan çıkıp hem size hem de gelecekteki o yetişkin adama, canım oğluma ulaşabilecek.
Okuduğunuz için teşekkür ediyorum.

    Ayhan Yalçınkaya

Hayat
Şimdi evimde arkama yaslanıp içinde ailemin olduğu bu manzarayı izlemek hayatımın en önemli ve en güzel kısmı. Ailem benim servetim. Bütün bu servetin gerisinde yirmi yaşında aldığım bir karar var. Önce yaşamımı derinden etkileyen bu kararı anlatmalıyım.

Dünyayı Gezmek!
Benim çocukluk hayalimdi dünyayı dolaşmak. 6-7 yaşlarındayken yapmayı en çok sevdiğim şey bu seyahati düşlemek ve önüme gelene anlatmaktı. Gitmek istediğim ülkeleri, şehirleri, görmek istediğim ağaçlarla heykelleri, aşmak istediğim okyanusları ve daha fazlasını hayal etmekten kendimi alıkoyamazdım.
Beni dinleyenler, önceliklerimin ne olması gerektiği konusundaki fikirlerini söylüyorlardı hemen: ‘Önce okulu bitir, meslek sahibi ol, para kazan sonra bakarsın’, ‘Gidersen ailenle kim ilgilenir?’ Kiminin tepkisi çok daha kısa oluyordu: ‘Haha, tabii canım gidersin!’ En çok da buna içerlerdim. İnsanların hayallerime neden dil uzattıklarını anlamazdım! Küçük olduğum için mi ciddiye almazlar yoksa hayal kuranları mı sevmezler, bilmezdim. Neden ‘yaparsın tabii ki’ diyenler azınlıkta kalırdı?
Ama biz çocuklar böyle değildik. Arkadaşlarımın hayallerini dinlemeyi çok severdim, onlar için iyi şeyler umar, dua ederdim. Onlar da benim hayalime bayılmışlardı. Hayallerim çok büyük diye büyükler beni daha iyi anlar sanıyordum, maalesef yanılmışım.
Onca yetişkin arasında bana destek veren, ‘aferin’ diyen yalnızca bir kişiydi: BABAM. O da işi gereği yılın büyük bölümünde denizde olurdu. Benim babam kaptandı. Onunla telefonda olsun konuşurken hayallerim aklımdan çıkar, ona olan özlemim kaplardı içimi. Zamanla o uzaklardan kesik kesik gelen sesin kendime inanmamı sağlayan tek ve biricik şey olduğunu anlayacaktım.

Tek Başıma, Üç Farklı Kıtada
Yıllar geçti.
Üniversite 2. sınıf bitmek üzereydi. Düşünmeye başladım: ‘Oku, diploma al, askere git, işe gir, araba al, ev al, evlen ve çocuklan’ oyununa, farkında olmadan yıllardır oynadığım, daha doğrusu oynamaya zorlandığım bu oyuna daha fazla devam edersem içinden çıkamayacağımı hissettim. Gençliğimin de verdiği fevrilikle oyundan çıkmaya karar verdim.
Yirmi yaşında üniversiteyi bıraktım ve yola çıktım, tek başıma!
Üç farklı kıtada; Yeni Zelanda, Kanada, Amerika, Meksika ve Brezilya’da on iki yıldan fazla yaşadım. Bir gezgin gibi değil, her yerde birkaç yıl geçirdim. Amacım ne diploma, ne kariyer ne de paraydı! Bunlardan yola çıkarken vazgeçmiştim zaten. Beni heyecanlandıran şey şahit olmaktı: Dünyayı renklendiren insanların kültür ve yaşam biçimlerine, her kıtanın kendine has doğal yapısına.
Umduğumdan da fazlasını buldum.

Eşim
Her yeni ülke yeni şehirler getirdi, her yeni şehir yeni arkadaşlar… Bu arkadaşlardan biri karım oldu: Bir akşam çıkma teklif ettim, o da kabul etti. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan eve dönme zamanı gelmişti. Metrodan inip çıkışa yöneldik ama uzun süre çıkamadık. Birbirimize sarılmış öpüşürken bulduk kendimizi. Zaman ve mekânın ötesine geçtik, hızlı atan kalplerimizle bir olduk. Bir ara sonraki metronun kalabalığı sardı etrafımızı, çıkışa yönelen insanların sesleri kulağıma geldi, sonra seslerin yoğunluğu azaldı, giderek kayboldu.
Sonra aynı şey bir daha oldu. Sesler çoğaldı, azaldı ve kayboldu. Bir daha, bir daha… Kaç metro geldi, kaçı gitti hiçbir fikrim yoktu. Biz artık, BİZDİK.
O bitmeyen an yollarımızı bir’ledi ve evlendik. Birkaç sene sonra İstanbul’a taşındık. Çocuk istiyorduk. Para, iş, şu bu; hiçbirini düşünmedik. İstiyorduk ve yapabilirdik. Başka şeylere gerek yoktu. Ancak karımın bir koşulu vardı: Önce Türkçe öğrenecekti. Bir yıl içinde öğrendi de.
Sonunda test pozitif çıktı. İki kırmızı çizgi. Aylar geçti. Son bir-iki haftayı ‘her an gelebilir’ telaşıyla heyecanlı bir beklenti içinde yaşadık. Ve o an geldi.

Turquinho
Doğum yaklaşıyordu.
Çok şey vardı öğrenmem gereken. Ama o sırada sürecin ‘doğum’ adımındaydık. Sadece doğum anına odaklanmıştım. ‘Ne nasıl yapılır, hangisi daha iyi olur’larla ilgiliydim. Doğum sonrasını sonraya bıraktım.
Ve gün geldi! Hemen hastaneye gittik. İşte o günden hatırladıklarım:
*
Kramplar başlıyor. Uzun aralıklarla. Karımın sırtına, beline doğum adımıyla ilgili önceden öğrendiğim masajı yapıyorum. Önce hafif kalıyor, daha güçlü yapmam gerektiğini söylüyor. Daha güçlü yapıyorum. Giderek artan krampların şiddetini yüzünde görmeye başlıyorum. Acıdan gözlerini kapatıyor. Kasılmalar daha da güçleniyor. Karım gözlerini daha sıkı kapatıyor, bunu gözlerinin yanındaki kırışıklıkların artmasından anlıyorum. Dişlerini de sıkıyor artık. Faydası olup olmadığını bilmeden masaj yapmaya devam ediyorum.
O kadar gerginim, o kadar kızgınım ki… Daha önce hiç hissetmediğim kadar. Mantıksız, anlamsız safi kızgınlık. Çünkü karım acı çekiyor! Sorumlusu yok, sinirini birine yönlendiremiyorsun o anda. Sorumlusu yok ama durdurmanın yolu da yok. Acısını kendime almak istiyorum, yapamıyorum. Bilinçsizce masaja devam ediyorum. ‘Nefes al’ demek istiyorum, ama bu kadar acı içindeki biriyle konuşamazsın, bir şeyler yapman gerekir. Yüksek sesle nefes alıp veriyorum, duyuyor beni: Derin derin nefes alıp veriyor şimdi.
Ara ara gelip krampları ölçen hemşirelere umutla bakıyorum. Doğuma almaya karar versinler artık. Canımın nefes alıp vermeyi bıraktığını fark edip yeniden nefes sesi çıkarıyorum. Gözümün önünde çaresiz bir acıyla bağırıyor. Kendimi kaybetme noktasına geldiğimi hissediyorum.
Ama o anda hemşire doğuma gireceğimizi söylüyor. Çenem, dudaklarım, dişlerim kasılmış. Bütün duygularımın yerini büyük bir merak alıyor. Ameliyathanedeki hemşirelerden biri çıkmamı söylüyor. “Yok” dediğimi hatırlıyorum sadece.
*
Kısa süre sonra Turquinho dünyaya geldi. Onun gelişiyle beraber fırtına sona erdi. Sevgilimin kucağında biraz kaldıktan sonra onu kuvöze aldılar. Orada oğlumla ilk defa baş başa kaldık. Serçe parmağımı uzattım, minik eliyle tuttu. Hani filmlerde olur ya; özel güçleri olan biri diğerine dokununca diğerinin gözünün önüne sahneler gelir, bir sırrı öğrenir, o dokunuş da bana öyle geldi! Bu, doğanın ve yaşamın bana ilk dokunuşu oldu!
Gezdiğim ülkelerde gördüğüm her güzel şeyi, fark ettim ki yalnızca gözlerimle görmüşüm. O küçük elin dokunuşuyla doğayı, tüm yaşamı, canı –tekrar– kalbimle gördüm.

Baba Olmak
Bir okula kayıt olduğumda artık o okulun öğrencisi olduğumu bilmek gibi,
Doğum günüm geldiğinde bir yaşıma daha girdiğimi bilmek gibi,
Uçak biletimi aldığımda o uçakta bir yerimin olduğunu bilmek gibi…
Oğlum, Ian Berk doğdu ve ben artık bir baba olduğumu biliyordum. Ailenin Brezilya tarafının ona taktığı lakap adının da önüne geçecekti: Turquinho –Yani Küçük Türk. Ama ben sadece biliyordum, o kadar. Bir baba olduğumu kavramakla oğlumun bana babası olduğumu hissettirmesi apayrı şeylermiş. Bunu görmek için yapmak gerekti. Yapmak bilmekmiş.
Endişelensen korksan dahi zamanı geldiğinde zihnin yaşadığını bildiğin her şeyi önüne serer, refleks gibi. Soru sormaya fırsat kalmadan cevabı verir.
Doğru anda en doğru şeyi yapmak gibi,
Soru sorulduğunda doğru cevabı yapıştırmak gibi,
Karar anı geldiğinde en doğru kararı vermek gibi…
Bu seviyeye gelmek için baba olduğumu görüp bilip kabul etmem yeterliymiş. Sadece öyle gerektiğini hissedip öyle yapmakmış bütün mesele. Çünkü sevgi tek ve en doğru şeymiş.

İlk Aylar
İlk birkaç ay sadece hayati ihtiyaçlar vardı. Biz alıştıkça, Turquinho büyüdükçe konu giderek derinleşti. Evde bir düzen oluştu. Başlangıçta emzirmeden dolayı geceleri annesi meşgul oluyordu. Zamanla oğlumuz uyandığında daha az emmeye başladı. Bu da geceleri nöbetleşe uyuyabileceğimiz anlamına geliyordu. Bundan sonra geceleri paylaştık.
Dinlenmek için eşim gündüzleri kısa sürelerde dışarıya çıkmaya başladı. Onun dışarıda olduğu zamanlarda babaanne bebekle ilgileniyordu. Babaannenin varlığının işe dahil olmasından sonra hayat karım ve benim için daha kolaylaştı. Böylece annenin hamilelikten itibaren doğum sonrasına uzanan günlük yaşamdan kopuşu yavaş yavaş sona erdi. Arkadaşlarıyla buluşup, yapılması gerekli işlere zaman ayırabildi.
Bundan önce, benim çalıştığım zamanlarda bütün yük eşime kalıyor ve bu da beni çok üzüyordu. Eşimin nefes alıp dinlenebildiği bu yeni düzende ben de kendimi çok daha iyi hissediyordum. Babaanne ihtiyaç duyduğumuz her sabah Turquinho’yu yediriyor, uyutuyor, temizliyor, hava güzelse gezdiriyordu. Anne de evde olduğunda benzer görevleri üstleniyordu. Bana ‘canım isteyince bebekle oynama’ işi kalıyordu.
*
Babaannenin geldiği sabahlardan biriydi. Aramızda bir tartışma çıktı. Bana çok kızdı ve bebeği alıp evden çıkmak istedi. Ben de kızgındım, bebeği bir yere götüremeyeceğini söyledim. İkimizin arasındaki meseleye bebeği karıştırmasına daha da çok kızdım. Gitmekten vazgeçer diye düşünüyordum. Ama bebeği de bırakıp çıktı gitti.
Oğluşla baş başa kaldık. Olduğum yerden bebeğe bakıyordum, o da bana çevirmişti gözlerini. ‘Kimseye ihtiyacın yok’ diyordum içimden, ‘kimseye ihtiyacın yok!’ Sahiden kimseye ihtiyacım yok muydu? İçim içimi yiyor, kendi kendime konuşuyordum. ‘Babaannenin gitmesine izin verdin, bakalım şimdi ne yapacaksın? Daha önce de yaptım diye kendini teselli et bakalım sen. Yanında tecrübeli birileri varken iki saat bebek oyalamak kolaydı. Yapayalnızsın. Şimdi bak bakalım kolaysa. Bütün gün bebeklesin, kimi yardıma çağırabilirsin ki?’
Beni bir endişe almıştı. Kafamda konuşan sesleri susturdum ve bebeğime döndüm. Bakıştık. Yanımda gerekli her şey var mı diye düşünüyordum. Pişik kremi, ıslak mendil ve bez ararken oğlum altına yapmıştı bile. Hemen bezini değiştirmeye giriştim. Ben uğraşırken bacaklarını pedal çevirir gibi sallamaya, tekmeler atmaya başladı. Kollarıma, omuzlarıma hatta yüzüme. Bez elimden düştü. Bir elimle ayaklarını tutup diğeriyle bezi toparladım. Temizini koyana kadar yeniden kakasını yaptı. Kaka koltuğa yayıldı. Derken oğlum avazı çıktığı kadar bağırmaya koyuldu. Resmen başım döndü! İlk çığlığı bitince burnundan derin bir nefes aldı ve tekrar bağırdı. Sonra tekrar, tekrar ve tekrar… Yediğim onca darbeye rağmen ben kazanmış, bezini değiştirmekle kalmayıp, halıya sıvaşan kakaları bile temizlemiştim.
Oynaması için oyun yerine götürdüm. O oynarken koltuğa sıçrayan son kaka artıklarını da sildim. Mızmızlanınca uyutmak için kucağıma aldım. Geceleri kucağıma alıp 15 tur attığımızda uyumuş olurdu. Garanti olsun diye 20 tur attık. Kollarım ağrımıştı. Kucağımdayken gözlerini göremiyordum. Uyuduğundan emin olmak için aynadan kontrol ettiğimde kocaman açılmış gözlerini bana diktiğini gördüm. Çaresizce bir 20 tur daha attık. Ve uyudu, sonunda uyudu. Annesi gelene kadar gözlerini açmayıp, işimi kolaylaştıracağını umuyordum. Ama 2 saat sonra uyandı. Meyve ve sebzeleri hazırdı, yedirdim. Yatakta biraz tepişmenin ardından oyuncaklarıyla baş başa bıraktım. Sıkılınca güzel havayı fırsat bilip dışarı çıktık. Sahilde bir kafede ilk çayımı söylerken o uyumuştu bile. Sonrasında uyanma, yemek, oyun derken akşamüzeri olmuş annesi eve gelmişti.
Yorulmuştum, çok yorulmuştum.
*
Düşününce aklıma yerli kabilelerinin insanları geldi: Yetişkinliğe adım atma sırasında ısırıkları can acıtan karınca sürülerine kendini ısırtmak, günlerce aç kalmak, ayaklardan bağlanıp uçurumlardan aşağı sarkıtılmak ve benzeri testlerden geçiyorlar. Daha önce karşılaşmadığım bir meydan okumayla yüzleşmemle fiziki ve psikolojik olarak bunun üstesinden gelmem bana benzer hisleri yaşattı.
Bebeğin ihtiyaçlarını karşılayarak onunla duygusal bir bağ kurulabileceğini idrak etmek de benim testim oldu. Bu testle beraber oğlumun doğumundan bu yana hiç hissetmediğim gibi hissettim. Bu yalnızca babaannenin yerine bebeğin bakımını üstlenmek değildi. Aynı zamanda her ilişkinin sadece özveri ve sevdiğine ayırdığın zaman sayesinde sağlam temellere oturabileceğini bir kere daha anlamaktı. Bakışlarından, çıkardığı seslerden bebeğin ne hissettiğini, gözlerinin ne aradığını, bedeninin ihtiyacının ne olduğunu çok daha iyi fark etmek başka bir bağ oluşturdu aramızda.
*
Not: O günden beri evde olduğum her an bebekle baş başa zaman geçirmeyi onun küçük kalbinde daha çok yer edinmek için bir fırsat olarak görüyorum.

Uyumak ya da Uyumamak…
Bu tecrübe bir dönüm noktası oldu, anladım ki bizim konumuz uykuydu. Bu uyku işini çoğunlukla ben üstlendim. Bazen gece bazen gündüz nöbetlerini tuttum.
Yeni ben, yeni hayatımın içine direkt dalmıştı. Aylar boyunca iş ve dinlenme haricinde kalan zamanım Turquinho’nun uyku düzeninin peşinde geçti.
Hayır, düzeltmek isterim; düşünüyorum da dinlenme zamanım da onun uyku sürecinin bir parçasıydı. Eğer uyutma işi daha kısa ve daha az yorucuysa dinleniyor hatta ben de sızıyordum. Ama aksiyse, sanırım bunun ne anlama geldiğini bütün anne ve babalar bilir.
Bir bebeği uykuya alıştırmak, bir düzen tutturmak ne kadar zor olabilirdi ki. Dünyada bunca şeyi başarabilmiş insanlık, elbette bunu da çözmüştür sanıyor insan. Özel bir dokunuşu, bir ninnisi, bir kolay yolu vardır, diyor içinden ve dışından.
Sonra, kabullenme aşaması geliyor: Uykusuzluk da mümkündür ve bununla yaşanır. Gülümse baba, bak oğlun gülüyor!

Uyusun da Büyüsün
Hatırlıyorum, 3-4 yaşlarındayken, insanların orasını burasını ısırıp mıncıklayarak sevmek istediği, güleç ve tombul bir çocuktum. Beni çok seven, ailemin samimi olduğu ve güvendiği bazı komşu ve akrabalarımız beni alıp bakkala götürürdü.
*
Bazıları unutulmazdı: Bakkala girdiğimizde bir şeyi değil ‘istediğin her şeyi al’ derlerdi. Her şeyi! Nasıl mutlulukla dolardım. Her şey! Donup kalırdım! Aklıma hemen birkaç şey gelirdi ama sınırı neydi bunun? Kaç çeşit olabilirdi? Çok şey alsam ayıp olur muydu? Ne yapacağımı bilemezdim. Yine de çok ama çok mutlu olurdum. Adrenalin gibi bir kimyasal vücudumu sarar, içimi rahatlıkla doldururdu. Bu mutluluk ve huzur hissi çok uzun sürerdi.
*
Şimdi yaşım dört değil, otuz dört. Turquinho gün boyu benle oluyor ve onu akşam 10’da uyutuyorum. Gece 12 gibi uyanıyor, süt içiyor sonra sabah 5-6 olana kadar yeniden uyuyor. Gece 10 ve sabah 5-6 saatleri arasındaki döngü neredeyse tamamen annede.
Benim kendime ait tek zamanım işte bu aradaki süre. Bu zaman diliminde o çocukluk anılarımdaki huzuru hissediyorum. Endişesiz, kendime ayırabileceğim kısa ama bana göre kocaman bir vakit: Uyku dahil 7-8 saat. Bu zamanı bir şeyler okuyarak ya da belki artık takip etmekte zorlandığım yeni filmlerden birini izleyerek değerlendirebilirim. Blogum için yeni bir yazı yazabilirim. Sosyal medyada salınabilirim. Uyuyabilirim. Hiçbir şey yapmamayı da seçebilirim. Hangisini seçtiğimin bir önemi yok aslında. Bu sürenin varlığı beni esas mutlu eden, içimi çocukluktaki gibi mutlulukla dolduran şey. Çok uzun olmasa da uyuyana kadar devam ediyor bu hâl.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570178?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Babalar Da Anlar Ayhan Yalçinkaya
Babalar Da Anlar

Ayhan Yalçinkaya

Тип: электронная книга

Жанр: Педагогика

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Babalar da anlar.

  • Добавить отзыв