Zemheri Kadinlari

Zemheri Kadinlari
Hamza Nuh Özer
Geçidin çıkışında ferahlayamıyorum. Doğrudan dehşete giriyoruz. Korkunç bir manzara var. Her yer kan. Kan ve doku parçaları. Mücadele ve sürüklenmeden dolayı değil bu izler. Gelen geçenlerin ayaklarının altına bulaşmış, oradan da tüm zemine yayılmış sonra izlerin içinde donmuş. İlerledikçe izlerdeki kan oranı artıyor. Olay yerine yaklaşıyoruz. Kames sadece izleri birkaç kez kokluyor. Dilini değdirmeden devam ediyor. Bu köpek asla çiğ et yememiş. Kana karşı ilgisi yok. Böyle de olması gerekir diye düşünüyorum. Kanı cazip kılan içgüdülerin canlanmaması kolay değil etobur bir hayvan için. Ataları kurt ne de olsa. Bir kez kanın tadını alırsa öldürmekten başka çare kalmayacağını anlıyorum. Bir koyun sürüsü için hatta çoban için kan tadını bilen bir köpek, kurttan bile tehlikeli olabilir. Pirincin içindeki beyaz taş…

Hamza Nuh Özer
Zemheri Kadınları

Destek ve fikirleriyle bana yol gösteren; babam Tahsin Özer’e, kardeşim Ali Özer’e ve dostlarım Gülizar Özer, Türkan Turşucu, Ünal Yılmaz, Hakan Yılmaz, Gizem Şencan, Canan Öztürk, Birsen Gül, Seher Akkaya’ya teşekkürlerimi sunarım.

Bulamur’un kızı İncigül’e ithaf edilmiştir.

Bu roman, yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak kurgulanmıştır.


Yol
Cipin koltuğuna gömüldüm.
Yarım saat kadar önce henüz yolculuğumun başlarında dayanılmaz bulduğum soğuk umurumda bile değil. Zamanın, yaşam şartlarında bin yıldır değişiklik yapmadığı topraklarda ilerliyoruz. İçinde bulunduğum yılı belirtmeye lüzum duymuyorum bu sebeple. Ama siz bin dokuz yüzlü yılların başında olduğumu veya iki binli yılların sonlarında olduğumu varsayabilirsiniz. Büyük savaşlar ve katliamlarla örülü insanlık tarihinde herhangi bir savaştan kısa bir süre sonraki dönem içerisinde yaşadığımı… Kahramanlık hikâyeleriyle anılan dönemlerin sonrasında gelen ve genellikle bu hikâyelerde yerini bulmayan; sefalet, yokluk döneminde, kayıplarımızın acısının henüz taze olduğu dönemde.
Dedim ya cipin koltuğuna gömüldüm. Aslında kısa süre önce, daha yolculuğun başlarında, motorun deriden bir boruyla içeri verilmiş ısısı üzerimdeki parkayı çıkarmaya henüz zorlarken, pamuk gibi yağan karın tadını çıkaracağım hoş bir kış yolculuğunda bulunmayı umuyordum. Ama şimdi, deniz seviyesinden yüksekliği sebebiyle, harekete başladığım noktadan daha soğuk bir yerin ancak kutup noktalarının en karanlık yerinde olabileceğini biliyorum. Yanık derinin pis kokusuyla içeri süzülen ısı ise ancak kısa bir süre yaşamaya yetecek düzeyde.
Bulunduğum yeri belirtmeye lüzum görmüyorum. Ama siz Anadolu’nun iç kesimlerinde yüksek bir dağ yolunda olduğumu veya Asya dağ sırtlarında ve platolarında keçilerce oluşturulmuş bir patikada olduğumu varsayabilirsiniz. Cansız dev bedenlerine benzeyen, sonu gelmez bu sıra dağ yılanlarının aylarca insan yüzü görmemekten şahmaranlaştığını ve gökyüzünü sıkıştırarak yukarı ittiklerini hissediyorum.
Cipin koltuğuna gömüldüm. Tekerleklerimizin bastığı yerdeki karların erimesiyle yapışkan bir çamura dönüşmüş yol bozuntusunda ilerlemekteyiz. Yol bozuntusu diyorum çünkü bu şey, dik bir yamacın yüzeyinde insan ve hayvan izleriyle oluşmuş dar bir taraçadan ibaret. Sağ tarafımızda dimdik yükselen bazaltın yüzeyi, hasbelkader güneş vuran yerlerde eriyen karların gölge alanlarda tekrar donmasıyla cam gibi ince buzla kaplanmış aşılmaz bir duvar. Sol tarafımız ise tekerlerimizin bastığı yerin hemen bitiminden başlayan ve yüz metre kadar altımızda seyreden bulutların altında kaybolan uçurum.
Ölüm.
Donarak veya düşerek…
Cipin koltuğuna gömüldüğüm yerden ara sıra cesaretimi toplayıp baktığımda, kalın yün beresi ve kaşkolünün arasından sadece gözlerini görebildiğim, adını hatırlayamadığım şoförüm oldukça endişeli. Tuzla cipin sağ tekerlerini bu keskin hatlı duvarda yırtmamak, sol tekerleri ise sol yanda birden başlayıp dibi sis perdesinin altında kaybolan uçuruma kaydırmamak arasında sürücülükten öte, bir cambazlık faaliyetini sürdürüyor. Dayanılmaz soğuğu şu anda umursamamamın asıl sebebi ise bu.
Gömüldüğüm bu yerde, bir faydası olmayacağını bildiğim halde koltuğa geçirdiğim ellerim ile kasılıp kaldım. Şoförün dikkatini bir an bile kaybetmemesi için ağzımı bıçak açmıyor. Sadece bu hâle nasıl geldiğimi düşünüyor ve benzer bir hâle bir daha hiçbir şekilde gelmeyeceğim konusunda tanrıyı gücendirmeyecek nitelikte yeminler ediyorum. Bu arada, yeminlerimin kanıtı olarak sağ elimin işaret parmağını kaldırmak istiyorum ama koltuğun süngerinde bulduğum bir deliğe soktuğum yerde sıcak olarak kalabilen tek parmağım olduğundan hareket ettiremiyorum. Bir yerde de vücudumun her zerresinin o an için cipimizi ve tüm evreni dengede tuttuğu sanrısındayım.
Göz kapaklarım kapanıp açılırken minik buz kristalleri sebebiyle birbirine takılıyor kirpiklerim. Kaşkolün altından sızan nefesimin buharı olmasa, uzun aralarda kırptığım, neredeyse buzların sarkacağı kirpiklerimi gören bir kişi oturduğum yerde donduğum zannına kapılabilir.
Kasılmaktan artık halimin kalmadığı bu anda parmaklarım artık uyuşup kuvvetini kaybederken, soldaki uçurumla sağdaki duvar bir sırtta birleşiveriyor. İki tarafımız da yayvan tepeye dönüşüyor. En azından düşerek ölmek ihtimali arkamızda kalıyor. Ama yine de az önce ettiğim yeminlere göre, yeni ve farklı bir yol bulamadığım sürece gittiğim yerden dönmeyi düşünmüyorum. Hiç değilse bile bu yoldan… Şimdi cipimiz daha az dikliği olan bir yamaca tırmanıyor. Çekişin artmasıyla beraber şoförümüz vitesi büyütüyor ve cipimizin sesi uğultudan kurtulup sakin hırıldamasına dönüyor. Ben de gömüldüğüm yerden ayrılıyorum. Bacak kaslarım kasılmaktan dolayı seğirmeye başlıyor.
Şu anda önümde uzanan dünya parçası oldukça farklı görünüyor. Bu, tanıdığım dünya değil. Çocukluğum boyunca kar görmemiştim ben. Okulumun ilk çağlarından hatırlayabildiğim en büyük kışlar bazen turunçların üzerini kaplayan ince kırağıydı, o da her seferinde babamı büyük bir paniğe sürükleyen. Gökten düşen minik kristallerle ilk kez karşılaştığımda ise çılgına döndüğümü anımsıyorum, sevinç içerisinde taneciklerin peşinden ağzım açık dakikalarca koşturduğumu. Kardan ve kıştan tiksindiren beş yıllık yüksekokul hayatı ise çok daha sonraydı… Bu kış ise bildiğim gördüğüm tüm kışların küpü, diğer kışlar bu kışın küp kökü… Bir yerlerde fark etmeden, garip bir geçitle farklı bir dünyaya geçmiş olmalıyız. Güneşi olmayan veya etki gösteremeyen bir gezegende gibiyiz.
Sonunda, sürgünlerle ve kar kütükleriyle yer yer beyaza bürünen çamurlu yola geçiyoruz. Daha açık ve rüzgâr alan bölgelerde çamur, şeklini kaybetmeden hızla donarak lastiklerimizi oynatmamıza müsaade etmeyen sert kanallara dönüşmüş. Bunlar kış başında, aylar önce geçen başka bir araç tarafından oluşturulmuş ve yaza kadar da değişmeyecek bir şekle bürünmüş olmalı. Cipimiz rayında ilerleyen bir lokomotif adeta. Şoför direksiyonu bıraksa da raydan çıkmamız olanaksız görünüyor.
Sırttaki kar, rüzgâr tarafından büyük ölçüde savrulmuş ve yol olduğunu düşündüğüm şeyi biraz görünür hale getirmiş. Burada şoförümün sezgileri ve tecrübesine güvenmekten başka çarem yok ama uçurumdan yuvarlanma ve karda mahsur kalma tehlikelerinin atlatılması bedenimi gevşetiyor. Vücudum da bu durumuma kalın kıyafetlerinin altındaki gözeneklerimin hepsinden ter fışkırtarak cevap veriyor. Bu ter az sonra donacak diye korkuyorum.
Şoför, sandığımın aksine sağda solda karı yırtarak baş göstermiş birkaç ağacı referans alarak da ilerliyor olabilir. Bu durumda yolculuğumuz hâlâ yaratıcıya emanet niteliğini sürdürüyor. Sonunda onun da rahatlayarak direksiyona yapışan kollarını gevşettiğini görüyorum. Dişiyle ısırarak kalın yün eldivenden kurtardığı elinde daha önceden sarılmış cigarasını hazırlıyor. Kanaldan dolayı direksiyonu bırakmakta tereddüt etmiyor, cip tahmin ettiğim gibi raylardan ayrılmıyor. Bu defa da çakmağın is kokusu ve sigaranın pis kokusu cipi hızla dolduruyor. Koku sadece tütün kokusu değil. Okuldan aşina olduğum bir otun kokusunu da alıyorum. Asgari konfor düzeyine asla ulaşamayacağımı daha iyi anlıyorum bu anda. Yolculuğu bitirmekten başka bir umudum kalmadı biraz rahatlık için.
“Bu yolda üç köy geçeceğiz demişlerdi…” artık sessizliğimi bozabilirim. Ağzım yaklaşık bir saat süren kesintisiz heyecanla kurumuş, dilim damağım birbirine yapışmış. Şapırdatarak boğazıma yayılan acıyı azaltıyorum.
Şoför yapış yapış salya sümükle kaplanmış nikotin sarısı bıyıklarının altından sırıtıyor. Kaşkolün altında nefesinin yoğunlaşmasından olmalı. Yorumum onu keyiflendirmiş gibi yanıtlıyor, “Birini çohtan geçtih. Aha öteğenden de şimdik geçiyoh!”
Direksiyonu bırakmıyor. Alnını kırıştırarak işaret ettiği yönde bir süredir kar tepeciği zannettiğim yığıntıların altından sıyrılmış bacaları ve süzülen zayıf dumanları şimdi fark ediyorum.
“Tomusa gadar gar gahmaz buralardan. Çuhur yerde üç boy birihir. Ayazdan gaçmah için tüm evlikler çuhurlara gurulur.” G harflerini gırtlağının inebileceği en alt noktasından çıkarıyor. “Mayıs ayına gadar evlikleri garın altından geçitle bağlarlar. Sohuhtan gorunmak için gara gömülür öyle geçinirler.”
Tüm arazi, evler, ahırlar, ağaçlar; köyün karın altına gömüldüğünü korkuyla fark ediyorum. Korkumu anlayarak keyifleniyor, “Sırttaki yol da bigaç güne gadar gapanır zati. Gısmetine gar henüz bastırıyor. Geç galaydın bahara gadar gidemezdin.”
“Daha bastırmadı kar ha!” diye söyleniyorum. Sesimdeki umutsuzluğu gizlemem imkânsız. Daha şimdiden kaçış yolum olmadığını fark ediyorum. İstesem de istemesem de aylar sürecek zorunlu bir görevdeyim. Öyle kötü hissediyorum ki, kendimi tutmasam çocuk gibi bağıra bağıra ağlayıp ‘geri götür beni!’ diyeceğim. Ama bu yetişkinliğin kazanımı utanç duygusu yok mu, her zaman burnumuzu boka sokan!
“Öğretmen Bey, fırtına artmadan Yuharı Yazı’ya ulaştırabilsem seni, ahşama galmadan dönerim.”
Sesim daha büyük bir korkuyla çatallanıyor, köyümüzün adı bu değil çünkü. “Yuharı Yazı?” aynı telaffuz hatasını yapmamı engelleyemiyorum. Ama belki de yuharı diye bir kelime vardır. Köye kadar gitmeyecek miyiz yoksa? Bunu yeni öğreniyorum.
Şoför ağzımdan çıkmayan soruları yanıtlıyor, “Az bi yol galıyor, Aşagı Yazı’dan sonra goy çuhurda galdığından cipin oraya girmesinin mümkünatı yoh!” Demek ki doğrusu yukarıymış ama belki de aşagı diye bir kelime de vardır.
Bu adamlar için o kadar doğal ki bu şartlarda hareket etmek. Birkaç günde gözlemledim bunu. Tüm bu yaşadıklarında bir aksaklık görmüyorlar. Geldiğimden beri hissettirdiler bunu bana. Karda, donda yapılacak bir saatlik yürüyüşten, basit bir iş olarak bahsediyor. Beni bırakıp gidecek adam dağın başında, bir başıma! Karda kalmak! Ama o an başka bir husus geliyor aklıma; karda gitmek! Karla kaplı arazide yalnız yürüyüp, kara gömülü bir köyü nasıl bulacağım, aynı utangaçlıkla soramıyorum. Küçük düşürücü bir cevapla karşılaşmak nedense daha kötü geliyor. Neyse ki anlatmaya devam ediyor, “Heberleri olacah. Almaya gelirler. Gatırlarla. Yamacı dönünce goylü cipi görür, bizden önce varırlar Yazı’ya.”
Bu Yazı’nın en azından köylüler için kolay ulaşılabilen bir yer olduğunu anlamak biraz içimi rahatlatıyor.
Ama hayalimde, bedeni tamamen kara saplanmış katır gövdelerinin belirmesine engel olamıyorum. Üç boy karın içine gömülü katırlar, sadece karın üstünde duran katır göbekleri, göbekleri üstünde kayan katırlar… Gatırlar…
Gözlerim artık dumandan yanmaya başladı. İnsanoğlu böyle işte; geçmişi ve geleceği yok, şu andaki derdi her zaman en büyük dert. Fark etmiş olacak ki ön camı alt kısmından iteliyor şoför. Tedirgin oluyorum. Amacı havalandırmak ama aynı zamanda içeriye daha sert bir soğuk dolacak. Camın kenarındaki buzlar çatırdayarak kelebek cam aralanıyor. Korktuğum olmuyor. Gerçi rüzgâr keskin, soğuk ama temiz hava yine de iyi geliyor. Ferahlıyorum.
Bugüne kadar soğuğa karşı en önemli bilgim; donmamak için asla terlememem gerektiği. Bu ter, vücut üzerinde kalınca donmayı hızlandıran bir etken, vücuda daha hızlı bir şekilde ısı kaybettirip donma sürecine sokan. Aslında insan tam tersini düşünmeden edemiyor. Terlediği halde nasıl donabilir ki bir beden? Altımdaki yün içlik terden sırılsıklam oldu bile. Donmak dışında düşündüğüm şeyler de var, yapışık ıslak bir pisliğe sarılı gibi hissediyorum. Hele şu kaşkolüme sinen pis sigara kokusu yok mu…
Bu sırada cipimizin tekerlerinin kara batarak yalpalaması kendimden tiksinme işinden uzaklaştırıyor beni. Soğuk için engel teşkil etmeyen branda tavan ve naylon camlar, içerideki yoğun hava nedeniyle terlemiş. Bu haliyle sarı sarı akıp dışarıyı neredeyse görünmez kılıyor. O, yolu biliyor ama ben şoförün hâl ve hareketlerinden cip yolculuğunun sonunun yaklaştığını anlıyorum. Daha durmadan, zihni inmiş gibi araçtan. Sonunda kar çölüne hâkim küçük bir tepede duruyoruz.
Ben hâlâ yapacaklarım konusunda karar vermiş değilim. Şoför ise beni cipten atmakta kararlı görünüyor. Motoru durdurmadan araçtan iniyor. Vitesi boşa alıyor ve gaz pedalının üstüne o ana kadar araç içindeki varlığını fark etmediğim büyükçe bir taşı koyuyor. Bu ağırlık, motorun rölantiden biraz daha devirlice çalışmasını sağlıyor. Jiklenin bir şekilde çalışmadığı veya yeterli olmadığı anlaşılıyor. Motoru sıcak tutabilmek için kullandığı bir yöntem bu.
Ona katılmak için çaresizce hareketlendiğimde, vıcık vıcık olmuş kıyafetin içindeki yerimin aslında gayet sıcak ve rahat olduğunu fark ediyorum. Sadece kapı açıldığında bile sağımdan solumdan, minik açıklıklardan içeri dolan havayla birlikte, terimin ince bir buz tabakası halinde tenimde donduğunu hissediyorum. Kıyafetlerimin kapalı olduğunu düşünüyordum. Meğer ne çok delik varmış. Nasıl bir hava akımı varsa, aynı kıyafetin farklı yöne bakan delikleri arasında cereyan yapıyor. Kol açıklığından giren hava bir şekilde ensemi yalayarak boynumdan fışkırıyor. Başka bir hava bir paça açıklığından girip bacaklarıma birleşim yerindeki vadide süzülmeyi başarıyor. ‘Bir tarafım dondu’ deyimini daha kibar yolla anlatmam olanaksız.

Branda ve naylondan oluşan kapıyı sallandığı yerden çıkarıp adımımı atmamla birlikte bileğime kadar kara gömülüyorum. Karın derinliği daha fazla olmalı ama alt tabakanın donmuş olması tamamen gömülmemi engelliyor. Üst üste yağışlar ve bu aşamada esen rüzgârlar birçok farklı sertlikte tabakalar meydana getirmiş olmalı. Cipin neden daha fazla ilerleyemeyeceği de bu şekilde ortaya çıkıyor.
Geldiğimiz yolda tipi nedeniyle kapanmaya yüz tutmuş tekerlek izleri hariç, her yönde pürüzsüz geniş kar çölü uzanıyor. Uzaklarda seçilen birkaç karaltı, tamamen kara gömülmüş ağaçların tepe dalları olabilir. İşte orası şoförün bahsettiği çukur yer olmalı. Acaba bu ağaçların yükseklikleri ne kadar? En az beş kilometre olarak varsaydığım uzak yüksek yamaçlarda ağaçlar ve kayalar ortaya çıkmış. Köy olarak tarif ettiği yerin sol tarafında garip bir şekilde kara hiç gömülmemiş, büklüm bedenli, birkaç öbekli top kafası olan üç çam ağacı ve tam orta mesafede, çeşme olabilecek taştan, bir insan yapısı seçiliyor. Yanında garip bir bulut tabakası… Bunların büyüklüklerine göre oranlamam yanlış değilse, bu çukuru dört metreye yakın derinlikte kar doldurmuş.
Şoför sabırsızlanıyor. Dönüş için radyatörün önüne koyduğu kilim parçasının sağlamlığını kontrol ediyor. Radyatörün devridaimi ısıyı korumak için yeterli değil. Yakın çevrede kimse görünmüyor. Köyün yerini ise tam seçemiyorum. Bir yaşam belirtisi olsa bile, bu karda görülebilen mesafeden buraya gelmeleri yayan olarak saatler sürer. Yani şu an oradan birilerinin çıktığını görsem, yanıma ulaşana kadar donmam kaçınılmaz bir sonuç.
Tipinin gittikçe sertleştiğini anlamak için uzman olmama gerek yok. Şu anda bile, gökyüzünün adeta tükürdüğü taneler tenime değdikleri yeri sızlatıyor. Bir süre sonra elbisemizi bile delecekmiş gibi bu taneler. Şoförün, arazi ortasındaki bu yalnızlığımıza moralini bozmamasına bir anlam vermiyorum. Kendini tamamen dönüş yoluna odaklıyor. Gelecekleri konusunda o kadar emin ki beni bırakıp gitmesi an meselesi. Benim ise burada kalmaya hiç niyetim yok. Bırakmak konusunda ısrar ederse, dönüş ve kurtuluş bahanemin ortaya çıktığının farkındayım. Bu bahaneye sonuna kadar sarılmaya da kararlıyım. Sonuçta ortada kaymakamlığın karşı koyamayacağı bir mücbir sebep var. Ben de onunla birlikte çeker giderim.
Ayaz artık elbisem yokmuş gibi sırtıma süzülüyor. İşte, terlemek olumsuz etkilerini göstermeye başladı. Ter damlalarının izleri, buzdan donmuş nehirlere dönüşüyor sırtımda, hissediyorum. Çizgi çizgi donduracak beni bu ayaz. Ayakta bir heykele dönüşeceğim.
Yine de anlamsız bir şekilde düşüncelerimi gizleyecek bir ses tonuyla soruyorum, “Gelmeyecekler galiba?” Çok üzgün göründüğüme emin olarak konuşuyorum. Göreve kendimi o kadar hazırlamıştım ki, şeklinde görünüyorum. Bu sorum aslında, ‘hadi dönelim’ anlamına geliyor. Dedim ya, insanoğlu şimdiye odaklanmıştır. Artık, az önce pek de inanmadığım tanrıya yakarışlarımın sebebi olan uçurumlu dönüş yolu, bir sonraki problemim olacak. O ana yeniden ulaşabilirsem, af dileyebilecek kadar çok günahım var zaten. Aslında hayatımın sonuna kadar aralıksız şekilde af dileyebilecek kadar günahım var.
Şoförün küfürleri peş peşe tıslıyor. Bana hitaben olduğunu pek düşünmek istemesem de ucundan bucağından akrabalarıma değdiğini hissediyorum bu sözlerin. Hatta bir ara tüm insanlığın analarına kadar uzanıyor söylemi. Hışımla aracın kapısından uzanıp koltuğu öne deviriyor ve uzanıp deri ve ağaçtan yapılma kar raketleriyle, hâki sırt çantamı yere fırlatıyor.
Bunların ne işe yaradığını ve hareketinin sonuçlarını biliyorum. Resmi kovulma işlemlerimin başladığını anlatıyor. Sonra bir takım daha raket çıkartıyor. Bir şekilde insafa geliyor. Kendi de benimle birlikte gelecek. Ortada görünmeyen bir köy var. Mesafe tahmin edilemez. Ve biz yola yayan olarak devam edeceğiz.
Bu deli adamın kararını kırmak için soruyorum, “Bunlar nedir?”
“Maahe…” diyor, ne olduklarını bilmememe şaşırarak. Şu ana kadar duymadığım bir isim, üzerinde durmuyorum. Almak istediğim cevap bu değil. ‘Ne yapmaya çalışıyorsun, delirdin mi!’ demek istiyorum, dilim varmıyor. Daha önemli olan, bu sorunu aşmamız lazım. Dönüşe ikna olmalı. İtiraz edecekken, şoför zorlanarak kalın kıyafetlerinin içinde ayaklarına kıvrılıyor. Adamın niyeti kesin. Hâlâ bana nasıl bağlandığını göstermeye çalışıyor, “Başka türlü yürüyemek. Geçidin yerini bilmiyom. Helbet denk gelirik.”
“Bir de geçit mi var?”
Cipin motorunu durduruyor, bir daha çalıştıramayacağını düşünüyor olmalı ki bundan hiç memnun değil. Şoförün sinirli davranışlarından bu durumu hiçbir şekilde öngörmediğini anlıyorum. Aslında saygı duymam lazım. Adamın fedakârlığı üst seviyede ve dönmek zorunluluğu karşısında kendini tehlikeye attığı belli oluyor. Tipi böyle devam ederse, gideceğimiz yerden cipe bile dönmesi zor. Dönse bile yeniden çalıştırabileceği şüpheli.
“Gorhma, garın içinde geçit var. Goy açıhtan gitmeye uzah… Geçidin yerini goyun adamı bilir. Zere ehteyaca göre oluşur, av için, odun için, gor ki nerde? Kesin yahınlara gadar gelmiştir. Ama üstü magara gibi gapalı. Baharah yerini bulamah. Ama yürürkene denk gelir kesin, içine düşerik.” Bunu söylerken, cipten çıkardığı uzun çubuğu sertçe birkaç kere kara saplıyor. Düşmek karşısındaki tek önlemimiz bu.
Maahe ilkel bir buluş. Bağlaması çok kolay ama alternatifi olabilir mi bilmiyorum. O kadar eski ki sadece bana verdiği takım bile birkaç kuşaktır kullanılıyor olabilir. Binlerce yıldır değişmeden kullanılmış, binlerce yıl daha da kullanılacak, zamanı göreceli olarak durduran alternatifsiz bir keşif. Evrenin başka bir yerinde karda yürümek gerekiyorsa maaheden başka kullanacak bir alet gerekmez. Bir de çubuk… Geliştirilme veya değiştirilme ihtiyacı yok. Bağlayıp kalktığımda, şoförün, bakışlarıyla becerikliliğimi takdir ettiğini zannediyorum önce, sonra bir ucunu kendi beline bağladığı ipi bana işaret ettiğini anlıyorum, “Dipi hızlanır da geçidi bulamah diye.” Tipinin, bu ipi iki ucunun birbirini göremeyeceği kadar hızlanabileceğinin işaretini bu şekilde alınca, diğer ucunu da kendime bağlıyorum.
Demek ki bu ihtimal de çok uzak değil. Tipide kaybolmak…

Kar
Yola koyuluyoruz. Ben, bedensiz bir gölge gibiyim ardında. İnsanın iki adımı arasında milimetrik fark var. Bir adım çok küçük bir oranla diğerinden uzun basıyor. Yeterince uzun bir yürüyüşte insan ister istemez çember çiziyor. Bakışla fark edemeyeceği ve engelleyemeyeceği bir çember, milimetrik farkların toplamından oluşan ve belki de pergel hassaslığında, çapı büyüdükçe kusursuza ulaşan dev bir çember. Belki altın oranda bir helezon. O yüzden insan başladığı yere geri dönüyor. Bilmediğiniz bir rotada düz bir doğrultuda ilerlemek bu nedenle imkânsız. Gördüğümüz bir ereğe gidilebilir. Ancak tipi bizi kör ettiğinde sapmaya engel olamayız. Dört beş kilometredeki sapma, kör yürüyüşte köyü ıskalamamıza yol açabilir.
Birkaç adımda alışıyorum ayağımdaki raketlerin yürüme tekniğine. Dizleri biraz daha yukarı çekerek yapılan asker yürüyüşü bu. Yorucu olacak. Bu arada sapmayı nasıl engelleyeceğime kafam takılıyor. Her yüz adımda bir yönüme on derecelik bir eğim versem düz bir doğrultuya nispeten daha doğru gidebilir, çemberi engelleyebilir miyim? Ama bunu yapabilmek için hangi adımımın milimetrik olarak uzun bastığını bilmem lazım. Bunu anlamak için kaç adımı ölçmek ve karşılaştırmak gerekir? Bunların ötesinde, bu derdimizin şoföre anlatılması gerekiyor.
Yamaçlardaki kayalar ve ağaçlar tipiden dolayı çoktan görünmez olmuşlar. Tasmaya bağlı köpek gibi, ipin çekiştirmesiyle şoförü takip ediyorum. Hızımızı ayarlayan o. On adımda yaptığımız hareket, terin etkisiyle donma emareleri veren vücudumu toparlıyor, üşüme hissi biraz olsun kayboluyor. Bu bir dağ gezintisi olsaydı çok keyifli olabilirdi. Ama yaşamak için ulaşmak zorunda olduğumuz bir yer var.
Durmak; donmak ve ölüm demek, yürümek yine de yaşam değil.
Elli metre bile ilerlemeden arkaya bakıyorum. Cipimiz tipide çoktan yok olmuş. Hâlâ vazgeçebilirim. Biraz gururum kırılabilir ama şoförü ikna etmek zor olmaz, diye düşünüyorum. Evet, yapmam gereken bu. Ben böyle bir idealist değilim, iş işten geçmeden kararımı bildirmek zorundayım. Ama bu defa da dönüş yolunda yapacağımız sapma aklıma takılıyor. Bir metre önümüzü göremediğimiz tipide milimetrik adım uzunluğu farkıyla cipi ıskalarsak, tam daireyi tamamlayıp başladığımız noktaya ulaşma şansını yakalayamadan donmuş oluruz. Köyü ıskalamadan gitmek ise daha olası.
Birden dengemi kaybediyorum, öne doğru yalpalayıp doğrulmaya çalıştığım sırada kafam şoförün arkasından iki bacağının arkasına giriyor. Adam bunun üzerine can havliyle “Mılleeey!” diye bağırıyor. Anlayamıyorum bu kadar basit bir harekete böyle sert bir tepki göstermesini. Sonra bir daha bir daha bağırıyor: “Mılleeeey!” Bu ne demek şimdi, abarttığını düşünüyorum. Kusura kalma ama altı üstü ayağım takıldı diyeceğim ki, bağırtısının asıl anlamı çözülüyor, “Az dağa cipi size satacadım, nerde galdınız?”
Doğrulup ileri baktığımda, birkaç metre kadar önümüzde karın içinden fırlamış yuvarlak karaltıyı hayal meyal seçiyorum. Karaltı hareket etmese bunun bir kafa olduğunun anlaşılması olanaksız. Taş zannedip geçilebilir. Daha ötesi zaten görünmez durumda. Şoförün ise algıları şartlanmış, yüzü neredeyse tamamen örtülü bu kafanın sahibini bile tanıyabiliyor. Bağırdığı onun ismi. Kafa hareket ettiğine göre kopmamış. Sadece kafanın bağlı olduğu beden karın altına gömülmüş. Bahsettiği geçitten dışarı çıkmaya çalışan biri var.
Biz ulaşana kadar bedenin yarısını çıkarabilmiş kardan, şoför ellerinden tutup çekiyor. Bu bir çocuk… Kalın kışlıkların altında kaybolmuş ve tanınmaz halde bana göre. Maahesi yok, zorlanıyor karın üstünde, her adımında dizlerine kadar gömülüyor. Minik beden üst üste kıyafetlerle, ıslak keçeden bir top gibi görünüyor.
Şoför de ben de arkasından gelecekleri bekliyoruz. Delikte ne başkası var ne de şoförün bahsettiği katırlar. Göbeklerine kadar gömülmüş katırları tek görme şansını bu şekilde kaybediyorum.
“Bir başına mı geldin la?” şoför şaşkın.
Kıyafetlerin altından anlaşılmaz bir ses geliyor, homurduyor. Yüzündeki yün kar maskesini sıyırınca dediğini anlıyoruz, “Bir şey oldu, Mello Dayı!” İşte bu, şoförüm, Melih. Neden aklımda kalmaz bu isimler?
Çocuk bir süredir maskesinin altından konuşmaya devam ediyor olmalı, otomatik tüfek gibi. Hikâyesinin başını bu sebeple kaçırmışız, Melih sinirleniyor, “Dur! Dur hele lan, ne oldu? Bi daha anlat hele!”
“Ümmüşani Eme’ye bir şey olmuş, heber geldi, harmandan sizi gördüh ama herkes goşarah oraya gitti. Garşılamaya beni saldılar.”
“Selo’nun gelini mi? Ne zaman oldu? Alla Allaa! Ne oldu ki?”
“Vallaha bilmiyom, dün ahşamdan beri gayıpmış zati, öyle dediler.”
“Vah vah, merah da ettim şimdi ama galamam. İnşaallah önemli bir şey değildir. Dönüyom ben. Cip donar galır yohsa. Örgetmen beyi götürürsün, sağa emanet.”
Önemli bir konudan bahsettiklerini anlıyorum, soğuk an be an içime işliyor. Zaten gideceğim yer orası, çocuğu çıkardığımız küçük delikten içeri dalıyorum. Öyle kötü üşüdüm ki Melih’i unutuyorum bir an. Kabalığım, havadayken aklıma geliyor. Ayağımı basar basmaz bağırıyorum, “Sağ olasın, Melih usta!” pek zannetmiyorum ama umarım duymuştur. Çocuk da bir süre sonra içeri süzülüyor ardımdan. Adamın fedakârlığıyla benim yaptığım hiç örtüşmedi, utanç duyuyorum. Neyse ki çocuk kızardığımı görmüyor ve aslında niye çabaladığımı da anlamıyor, “Mello Dayı gitti!” demekle yetiniyor. Ayağımdaki antika kar raketlerine bakıyorum, hediyelerime.
Kardan bir tünelin içindeyiz. Üstümüz tamamen kapalı ama kimi yerlerde loş bir ortam sağlayacak kadar ışık geçiriyor. Puslu bir lambanın ışığı gibi… Sessiz, huzur verici ve nispeten sıcak… Çocuk aceleci, bir şeylere yetişmeye çalıştığı anlaşılıyor. Az önce anlattığı endişe verici olay için olmalı bu acelesi. Zira benimle hiç ilgilenmiyor. Ayaklarımdaki kar raketleri hızımı kesiyor. Çocuk keçe gibi bir şeyle sarılı ayaklarıyla daha hızlı, aramızdaki boy farkına rağmen ondan fazla bir çaba gösteriyorum ayak uydurmak için.
Biraz ilerledikten sonra duraklıyor, kaşkolünü çözüyor, kar maskesini çıkarıyor. Ben de fırsat bu fırsat raketleri çözüyorum. Sanki beni o an fark etmiş gibi bekliyor işimi bitirmemi. Raketleri sırtıma asar asmaz tek kelime etmeden yürümeye devam ediyor. Bu kısa duraklama yine vücudumu ter basmasına yol açıyor. Bu kadar kısa süredeki ısı değişiklikleri sonunda dengemi bozacak.
Hızını biraz olsun kesmek için soruyorum, “Adın ne?”
“Mılley…” anlaşılan takma ismini tamamen kanıksamış. Bir an tereddüt ediyor, gülümsediğimi görünce cevabını değiştiriyor, “Mustafa!”
Bu nasıl bir takma isim, ilk kez bu şekilde bir bozma duyuyorum. Mustafalar genelde Musti’dir, Mıstık’tır, Musto’dur; Mılley nasıl bir bozma sürecinden geçmiş, çok şaşırtıcı.
“Köye varmamız ne kadar sürer Mustafa?”
“Bu yürümene epeyi sürer,” sesindeki iğnelemeyi alıyorum, hızımızı kestiğimin gayet farkında.
Artık ayaklarım ıslak ama rahat, tabii parmaklarım donup morarmış da olabilirler. Yabancı bir jeologdan kaptığım Rosebertlerimle hızlanıyorum. Derinin dikiş yerlerinden köpükler fokurduyor. İnsan yapısı herhangi bir şey doğanın hırpalamasına dayanamaz. Eninde sonunda doğa kazanır. Gerekli olan şey sadece zamandır. Doğanın ise hiçbir acelesi yoktur.
Kar tünelinin içinde, bir karınca yuvasının ağları gibi farklı yönlere ayrılan onlarca geçit geçiyoruz. Başka bir yöne saptığımız olmuyor, bu ana yol gibi. Bazıları çökmüş ve kapanmış bazıları ise kanala dönüşmüş. Çok karmaşık görünmüyor. Kısa sürede bu geçitler öğrenilebilir. Ortamın ışığı artmaya başlıyor. Üstümüzdeki tavan incelmiş olmalı. Gerçekten de kimi yerlerde tam erime var. Tipi sebebiyle griye çalan gökyüzü deliklerden seçilebiliyor. Kanallarda hızını kaybeden taneler daha yumuşak dokunuyor. Geçitlerin önemi yaşamsal. Yarım saat kadar yürüdükten sonra, sağa ayrılan kollardan birinde diğerlerinden farklı olarak yoğun çamur izleri görüyorum. Hatta, kar nerdeyse çamurlu bir balçığa dönüşmüş burada. Uğultular da geliyor bu delikten, uzaktan gelen insan yaygarası gibi ve takip ettiğimiz ana yolun bundan sonrası kirlenmiş ama bu çamur gittiğimiz istikamette azalarak devam ediyor. Yani çamurun kaynağı bu geçit. Takipçileri ilerledikçe ayaklarını temizlemişler.
Yürüyüşümüz boyunca köye ulaşma süresi dışında tek merak ettiğim şey bu oluyor, çocuğa soruyorum, “Bu geçit nereye gidiyor?”
Çocuk benden daha fazla meraklı ve endişeli, “Gabristana!” diyor ve adımlarını hızlandırıyor, ben olmasam koşacağından eminim. Korkudan çok merak izlenimi veriyor.
Şu bilmem kimin gelinine ne olduğunu bilmesem de köyde bugün bir cenaze olduğu anlaşılıyor. Bu her şeyden bihaber veledi daha fazla üzmek gereksiz, nasıl olsa öğrenirim.

Velibah
İlerledikçe erimeler sebebiyle geçidin puslu ışığı artarken sonunda geniş bir meydanla sona eriyor. Bu meydan, birçok geçidin birleşme noktası olan zeminindeki karlar ezilmiş veya kürenmiş bir alan. İnsan eseri. Hepsi buraya bağlanmış. Kanallar ve tüneller. Büyük bir örümcek ağının merkezindeyiz.
İlginç bir şekilde burada tipiden eser yok. Bunun tek sebebi çevresini saran kar yığıntıları olamaz. Köy gerçekten bir çukura kurulmuş olmalı, tabi bu yığıntılar da tipiyi perdeleyen mükemmel ve yüksek bir duvar vazifesi görmüş. Ama bir ihtimal de tipinin dinmiş olması, çünkü gökyüzünün ferahlatıcı maviliği ortaya çıkmış. Az önce, bir an bu maviliği bir daha göremeyecekmişim gibi bir hisse kapılmıştım.
Aslında karanlık bulutlarla kapalı, yağmur çiseleyen, karakargaların oraya buraya uçuştuğu, çoğu insan tarafından kasvetli olarak nitelendirilen havaları severim. Coşkuyla doldurur bu tür bir hava içimi. İçgüdülerim ise, uzun bir süredir kar ve tipiden olsa gerek, maviliği ve aydınlığı özlemiş meğer. Gerçekten rahatlatıyor bu manzara beni.
Meydan neredeyse tam bir daire olarak bizimkiyle beraber onlarca geçide açılıyor. Ortalarda kimse yok. Çocuk meydanın tam ortasında, sanki bir an yolu kaybetmiş gibi duraklıyor. Yine çamurlu izler başka bir geçitten çıkıp bizim çıktığımız geçide uzanıyor. Çamurlu izleri mi, başka bir yolu mu takip etmek konusunda karar vermeye çalıştığını sezinliyorum nedense. Hâlâ olayı merak ediyor olmalı. Olayla bu cenaze bağlantılı olabilir. Beni bırakamadığı için gitmediğini anlıyorum.
Temiz bir yolu seçip yeni tünele dalıyor.
Karanlık.
Burası tamamen karanlık.
Dışarıdan da anlaşılıyordu zaten sebebi. Çevreden kürenen karla bu tünelin üstü kapanmış. Daha kalın bir tabaka ışığı tamamen kesmiş. Gözlerim alışamadığından bir şey göremiyorum ama daha girer girmez iştah açıcı bir koku karşılıyor. Sacda yanan tereyağının kokusu bu… Tünelin sonunda bir ev olmalı. Sofrası kurulu bir ev… İlerledikçe ışık artarken koku da yoğunlaşıyor. Ve karşımızda tam bir ışık dairesi bir anlığına beliriyor. Ama bir şeyin içeri girdiğini görüyorum, yine sadece bir an.
Gördüğüm şeyi yorumlamaya fırsat bulamadan kıllı bir şey birden üstüme atlıyor. Göremesem de ne olduğunu, suratıma değen ıslak tüylerden bunun bir hayvan olduğunu anlıyorum. Korkuyla, düşünmeden, kendimi arkaya atıyorum. Basarken yumuşak olan kar zemin, sanki düşerken taşa dönmüş gibi beklenmeyen bir sertlikle karşılıyor sırtımı. Sırtımda asılı asker çantası darbenin şiddetini emiyor ama yine de nefesimi kesiyor darbe. Bu acı umurumda bile değil, dehşetle yüzümü ve boğazımı kapatıyorum. Önce oraya saldıracak.
“Games! Gel buraya!” bağıran çocuk. Hayvan hemen tepki verip üzerimden kalkıyor. Çocuğun kontrolünde olduğu açık olsa da üzerimdeki kıllı ağırlık beni serbest bırakınca tereddütsüz bir şekilde ışığa kadar koşar adımlarla ilerliyorum ve kendimi yere fırlatıyorum. Aklım tehlikenin geçtiğini söylese de bedenim hâlâ savunma tepkileri veriyor istemsizce. Çocuk kahkaha atarak çıkıyor karanlıktan. Peşinden ise bir köpek; siyah kafalı, beyaz burunlu, siyah pantolon ve ayakkabının içine beyaz çorap giymiş gibi bilekli, kabarık tüylü. Sarkıttığı dili ve güleç suratıyla merakla beni izliyor.
Mustafa içten içten kıkırdıyor. Kaçışım ona çok komik gelmiş olmalı, beni sakinleştirmeye çalışıyor, “Issırmaz gorhma, seni gohlamak istiyo. Daha yapmaz. Danıdığına dohanmaz.”
Köpek bu defa yere çömelen çocuğun omuzlarına tırmanıp bariz bir şekilde insan gibi sarılıyor. Sonra havayı kokluyor, çocuk arkasından Games, Games diye seslense de oralı olmadan, keskin bir havlamayla çamur izlerinin gittiği delikte kayboluyor.
Eve ulaşsak iyi olacak, ağır geçen bugünün sonu bir türlü gelmiyor, “Şu sac kokularını takip etsek artık!” diyorum, çocuğun neşesini kaçırmamak için.
Mustafa’nın keyfi zaten devam ediyor, gerçek bir çocuk gibi az önceki merakını yitiriyor. Kabristan onun için artık yok. Ölümden, bir ilk ölen insan korkmamıştır bir de küçük çocuklar. “Nenem valibah yapmış!” diyerek fırlıyor. Hızına yetişemiyorum, yalnız kalıyorum. İstikametim mecburi.
İlerledikçe koku artıyor. Sonunda kokunun kaynağına ulaşıyorum, küçük avluya benzer bir açıklığa geliyor geçit ve tahta bir kapıyla sonlanıyor. Gariptir ki artık beni bir iglonun karşılayacağını düşünmeye başlamıştım. Ama karşımdaki şey basit bir tahta bile değil, daha çok el işlemeli bir antika bu kapı. Şu anda bunun üzerinde düşünemeyecek kadar bitkinim. Tunç devrinde yapılmış olması kuvvetle muhtemel tokmağı tıklatıyorum, derin bir tok sesi… İçeriden davet gelmiyor ama kapı açık.
Yarım metre kadar uzunlukta bir kapı eşiğini geçiyorum. Hayatımda gördüğü en kalın ev duvarı, birkaç sıra kerpiçle örülmüş olmalı.
İçerisi fazlasıyla sıcak, dışarının etkisiyle bir yanılgı değil hissettiğim. Henüz davet almadığımdan ne yapacağımı bilemiyorum. Kapının açık olmasını bir davet olarak yorumlamayı tercih ediyorum.
Birkaç kere bağırıyorum, “Merhaba!” Acaba tünelde başka bir çıkış vardı da karanlık sebebiyle mi kaçırdım? Takatim kalmadı artık. Parkamın önünü açıp kalın yün kaşkolümü çözüyorum. Çaresizlik içindeyim, kaba davranışımın tüm sebebi bu. Terle ve karla ıslanıp sonra da donan tüm kıyafetlerim sıcaklığın tesiriyle hızla çözülüyor. İçim dışım her yerimi vıcık vıcık hissediyorum. Çorabın içinde ayak parmaklarım hissiz. Sanki yerlerinde yoklar. Morarmış uçlarla karşılaşmaya hazır olarak çıkarıyorum kalıplaşmış yün çorabımı. Neyse ki parmaklarım yerinde ve sağlıklı görünüyor. Botun sıkıştırması ve soğuk sebebiyle uyuşmuşlar. Yapışkan pisliğe dönüşmüş yün içlikten kurtulmak için biraz daha beklemem gerekecek. Evde kiminle karşılaşacağımı bilmiyorum.
Sağda, açık görünen oda kapısından içeride yaşlı bir kadın yer sofrasında hamur açıyor. Ya başındaki kat kat yaşmaktan ya da yaşlılığın getirisi sağırlıktan dolayı seslendiğimi duymamış olmalı. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor hatta yüksek sesle konuşuyor, “Yesinler… Sıcah sıcah… Velibah… Acıhmıştır…”
Çocuk iç tarafta mavi buz parlaklığındaki pencere boşluğunda oturuyor. Kıyafetlerinden ne ara kurtulmuş? Üstündekiler üç kat iri gösteriyormuş onu meğer. Çırpı gibi incecik vücudu ortaya çıkmış. Sıcak yerinden memnun, neredeyse yarı bedeni büyüklüğünde bir kediyi kucağına sarmış okşuyor. Ben umurunda bile değilim. Ne yabancılıyor ne bir tepki gösteriyor. Bu pencere evin arka tarafına bakıyor olmalı. Önü karla kapalı değil. Manzarayı tahmin edebiliyorum.
“Merhaba!” bu defa adeta bağırıyorum. Kadın, görünen yaşlılığıyla tezat oluşturacak bir çeviklikle fırlıyor. Korkuttuğuma üzülürken, içten yaşlı sesiyle bağırıyor. Duymakta zorlandığı kesin bir şekilde anlaşılıyor. Benden çok kendine duyurmaya çalışıyor gibi sesini. Çocuğun annesi olamayacak kadar yaşlı. Olsa olsa ninesi.
“Vay, hoş geldin yavrım, gel gel otur hele!” Zaten beni beklediği her halinden belli, en ufak bir çekinmesi yok. Yalınayak, soyunuk dökünük, darmadağın garip halimi hiç umursamıyor. Odanın diğer ucunda duvardan biraz uzakta kurulu kuzineye doğru beni iteliyor.
“Yeni köy öğretmeniyim, adım Muzaffer.”
“Biliyom yavrım, biz de seni bekliyoduh, hoş geldin, hoş geldin.
“Hoş bulduk, gerçi biraz zor bulduk ama…”
“Gussura galma. Herkezler seni bekliyordu ama gaybımız var bugün, cenezeye gettiler, gelirler az soora.” Bir taraftan da çam kozalaklarını kuzineye döküyor. Közün üstünde biraz çıtırdadıktan sonra bir üflemesiyle canlanan alev hemen gürüldemeye başlıyor.
“Ha evet, öğrendim, genç bir hanımmış galiba, başınız sağ olsun, böyle çabuk mu…” neden bu kadar hızla defin işine giriştiklerini merak ediyorum, sorumu bitirmeden anlıyor, “He ceneze mi? Nedecez ki yavrım? Donar galır soora. Yazıhtır.”
“Öyle ya, başınız sağolsun, akraba mıydı?”
“Sen sagol yavrım, goyde herkez ahraba, Ümmüşani yegenimdi, çoh dezeydi çoh,” sesi çatallanıyor. Elinin tersini diğer avucuna vuruyor. Dövünüp ağlamaya başlayacak diye endişeleniyorum. Ninenin benim için kaldığı anlaşılıyor. Karşılama komitem çocuk, nine ve köpekten oluşuyor.
Geçiştirmek için soruyorum, aslında şu anda çok da umursamıyorum, “Vah vah, neyden öldü?”
“Vah ki ne vah, yavrım, canavar parçaladı,”
Bu defa gerçekten merakla yineliyorum, garip kelimeyi.
“Canavar?” gözümde tek bir şey canlanıyor, “Kurt mu?”
Bu sefer yanıtlayan çocuk oluyor, sesini genleştirerek, “Ulu gurt!”
Yanan çam reçinesinin hoş kokusu odayı sarıyor. Kuzinenin hava deliklerinden süzülen ışık loş tavanda dalgalanıyor. Bir süre sadece kozalakların çıtırtısını dinliyoruz. Ama buna rağmen bir türlü rahatlamaya bırakamıyorum kendimi.
“Kurt insana saldırır mı hiç?”
Nine çocuğun çenesini tekrar açmaması için sesini sertleştiriyor, “Yavrım bu sıpaya bahma sen, aç galıyorlar ya gışın, aslında davara geliyolar. Şole dolu, yigit bir adama yanaşmazlar, zayıfı yahalarlarsa amma… Beçare, çeşmeye inmiş dün gece, ahmah işte, bir başına, çeşmenin başında… Bağırtısını duymuşlar ama yetişecek adam mı galdı goyde, çohtan parçalamışlar. Ben bahamadım cenezeye, içini parçalamışlar ya ta,” irkiliyor, titriyor, unutmak ister gibi saca kuruluyor tekrar, sonra konuyu değiştiriyor, “Sen otur hele bir şu guzinenin yahınına, bir gendine gel, ısın, muhtar da goyluyle cenezeye gitti, ekindiden sonra…”
Tekrar saca ve kendiyle konuşma işine dönüyor; sıcah sıcah diyor, soğumasın diyor, adam yorulmuş, acıhmış, bi yesin hele dinlensin diyor; sacda pişirdiklerini yanan parmaklarını yalayarak yanındaki tepsiye atıyor. Sesli sesli düşünüyor.
Yer minderine yerleşiyorum. Bir hayli yüksek ve arkaya doğru derin. Yaslanmak için geriye doğru yayılmam gerekiyor.
Köşenin birinde döşekler üst üste yığılmış. Odanın geniş tavanını yaşlı ama sağlam iki ağaç sütun taşıyor. Sütunlardaki tahta çıkıntılardan birine yerleştirilmiş gaz yağı lambası odayı aydınlatmaya çalışıyor. Kuzinenin boruları tellerle tavana bağlı bir şekilde odayı boydan boya geçiyor. Boruların üzerinde tel bir askıda üç beş bez parçası kurutulmak için asılmış. Gürültüsü bile iç ısıtan kuzinenin üstünde büyük bir bakır kazan var, muhtemelen suyu kullanarak ısıyı daha uzun süre korumak amacıyla. Kapının yanındaki köşelerden biri mutfak şeklinde düzenlenmiş, raflarda dizili bardaklarla tencereler… Duvarda asılı soğan, sarımsak, diğer köşe ise banyo ve temizlik için ortak kullanıldığı anlaşılan cağlık. Koyu yeşil yosunla kaplanmış, hafif bir arap sabunu kokusu yayıyor.
Bedenim ısınıyor, değiştiremediğim kıyafetlerim üzerimde tekrar kuruyor ama ayak parmak uçlarım ısınmak bilmiyor. İşte tam o ısınmayan yerden içim çekiliyor, titriyor.
Nine sonunda sacda yaptıklarından koyarken sesli düşünmeyi bırakıp bana hitaba dönüyor, “Yanına çalhama vereyim, iç,” Teneke bardaktan, iç ferahlatan sıvıyı yudumluyorum. Ekşimiş yoğurtla yapılmış buz gibi ayran boğazıma aktıkça ne kadar susamış olduğumu anlıyorum. Kana kana yutuyorum bu serinliği.
“He, garda susadığını anlaman, için gavrulmuş, hadi ye hele!” diyor bardağımı tekrar doldururken.
“Bu nedir?”
“Valibah; emaçer pattes ve hamurulan açıyoh, on denesi bi barmah galınlığında olacah, o zamanı mahbuldür.”
Çocuk tekrar ilgi gösteriyor bu söz üzerine, iştahı açılmış olmalı ki pencereden atlıyor yanımıza, eline tokadı yiyene kadar tepside dizili olanların boyunu parmağıyla ölçüyor, “Elini yıha hele, mendebura dohandın!” Kedi gibi geri sıçrıyor çocuk.
Kadın, parmaklarını yalayıp elini üfleye üfleye tepsiye bir tane de çocuk için bırakırken, “Tereyağı da bıraham mı?” diye soruyor. Zaten oldukça yağlı, gerek görmüyorum ama çocuk bağırıyor iştahla, “Bırah, nene, bırah!”
Kadın şöyle bir ters ters süzüyor çocuğu, “Arsuz!” diyor, ama sevecen bir gülüşle, kâsenin içinde köpükleri hâlâ fokurdayan kızgın tereyağını koyuyor. Ben daha ne yapacağımı anlamadan, çocuk tereyağına batırıp ağzına gömüyor valibahlardan birini.
Ayrandan aldığım tat, bu hamur işi yemekten gelmiyor. Burnum koku alma duyusunu kaybetmiş. Rahatsızlığım gittikçe artıyor. Vakit hakkında da tahmin yürütemiyorum. Saatimi yokluyorum cebimde, kurmayı unutmuşum durmuş, ama tahminen üç saat geçmiş olmalı kasabadan ayrılalı.
Sobanın sıcaklığı ve karnımın tokluğuyla iyice mayışıyorum, dik duramaz haldeyim. Yaşlı kadın garip enerjisiyle sürekli odadan dışarı çıkıyor, harala gürele bir şeylerle uğraşıyor. Ben bayıldım bayılacağım. “Muzaffer yavrım! Sana döşek serdim, yan odada, muhtar gelene kadar biraz yat istersen. Ekindi az sonra ohunur, gelince uyandırırım,” diyor sonunda. Saati doğru tahmin etmişim. Kuzinenin yanında sırtımı sütunlardan birine veriyorum.
Başka şeyler de söylüyor veya yine kendine anlatıyor; ısınsın, uyusun, muhtar, gozalah diyor. Ben yine de “Tamam,” diye yanıtlıyorum ne söylediğini anlamadan.
Ya minder altımdan kayıyor ya ev tamamen boşluğa uçuyor. Yoksa ben mi düşüyorum. Kafam ağırlaşıyor.
Düşle gerçek arasında bir yerlerdeyim. Gerçekten hasta olmalıyım.
Odadaki tüm sesler sadece bir uğultuya dönüşüyor, anlaşılmaz bir gürültüye.
Sonra kalabalık geliyor. Birileri adımı zikrediyor. Çekiştiriyorlar üstümü başımı.
Sürüklüyorlar.
Karşı koymak istiyorum, ellerim ayaklarım oynamıyor.
Yapmayın diyorum, yapıyorlar.
Sanki dallarım kırılıyor. Eklemlerimi ayırıyorlar. Canımı çıkarıyorlar.
Sonra her şey uzaklaşıyor. Tüm sesler uzak bir uğultu gibi.
Sessizlik bile bir uğultu gibi.
Kozalaklar çıtırdıyor.
Reçine kokusu,
Gözlerimi açıyorum.
Yataktayım.
Kaldırmış mı beni? Yatağa nasıl geldim? Hayal meyal hatırlıyorum birkaç kişi tarafından sürüklenerek taşındığımı. Yastık çok serin, uyuyabilir miyim artık? Dev kütükler tavanı boydan boya geçiyor, kirişler buluşup üst üste oturuyorlar. Birbirine değen yerler kenetlenerek kaynaşmış. Çam olmalı bunlar. Koyu kahverengi derin, yaşlı çizgileri var.
Güzel kokuyor bu oda, diğeri gibi karmaşık değil. Kaldırmaya çalışıyorum üstümdeki ağır şeyi, neyden yapılmış bu? Soğuk giriyor aralıklardan. Terlemişim, tekrar üşümeye ve titremeye başlıyorum. Çıkamıyorum.
Titrek uzun bacaklı örümcekler düşmeden köprüleri geçmeye çalışıyor tavanda. Tavanın kirişleri arasında onlarcası, bazılarının bacakları eksik, o kadar narinler ki kopmuşlar tutundukları yeri bırakamadan. Sekiz bacaklı örümcekler ve dört bacaklı örümcekler, kirişlerin tırnakları arasında düşmekle düşmemek arasında salınıyorlar. Nokta kadar bedenlere bağlı upuzun kıldan bacaklar. Yorganı kafama çekiyorum üstüme düşmesinler diye. Uyursam ağzıma girerler. Yutamazsın bu uzun bacakları, küçük dilinin orada bir yerlere takılırlar.
Karanlıkta titrerken Games beliriyor. Nedir ki bu Games?
Garamanis.
Karamanis.
Karames.
Karamesh.
Kames…
Güleç suratıyla sürünerek çıkıyor üstüme.
Karamesih.
Göğsümün tam ortasına oturuyor. Kalbinin atışlarını göğsümde hissediyorum. Sıcaklığı bedenimi kaplıyor. Ama ben yine de titriyorum, daha çok üşüdüğümü hissettiriyor.
Kadın geliyor sonra. Zorla açıyor üstümü. Yalvarıyorum bırak donuyorum, diye. Parçalıyor üstümdeki kıyafetleri. Çıplak koltuk altlarımı ve baldırlarımı Games’e yalatıyor. Dili derimi yırtarken, donuyor peşinden salyayla ıslanan yerler.
Kadın gidince tekrar gömülüyorum yorgana, gömüldükçe titriyorum.
Az sonra tekrar kadın geliyor. Bas bas bağırıyor dibimde. Yorganı zorla çekip alıyor üstümden ve beni hamur gibi yoğuruyor. Kasıklarıma buz basıyor ben ağlarken.
Dayanamıyorum acıya. Titremem bitene kadar hırpalıyor beni.
Ve ter boşalıyor bedenimden. Ayak parmaklarım o zaman ısınıyor. Kadın beni sarmalayıp gidiyor.

Muhtar
Yorganın altında gerinirken karnımda bir kıpırtı hissediyorum.
Kedi kurulmuş oraya; besili, ağır.
Bir Uzakdoğu geleneğinde, yeni bir ev yapılınca içine kedi bırakırlarmış. Hayvan, doğası gereği evin en sıcak noktasına kurulurmuş ve orada uyurmuş. Tüm ev içinde yatağın serileceği en uygun yer o şekilde belirlenirmiş. Hava akımlarını hisseden kedi, cereyanın olmadığı en sıcak yeri belirleyebiliyormuş. Daha uygun bir yöntem olabilir mi, bu tür bir belirleme için? Tamamen deneysel ve bilimsel… Bin yıl sonra da kullanılabilecek bir yöntem.

Ağır bir yün yorganın altında uyanıyorum. Kediye tespit ettirilen yer burası olmalı, karnımın tam ortası. Geniş bir tavanın altında ama odanın merkezine kurulmuş bir yatak, bir duvar kenarında değil. Kafamın altında uzun, sert bir yastık var. Yastık değil sanki bir ağaç kütüğü. Boynumun bükülmesine uygun yükseklikte… Kıpırdadıkça yorganın soğuk tarafları değiyor ayaklarıma. Sanki bir cos sesi geliyor değen bu yerlerde. Ayağım bir kor, yorgan ise kar. Uzun bir hastalığın nekahet döneminden çıkmış gibi tatlı bir mahmurluk var üzerimde. Aç hissediyorum. İyi bu. Açlığı hissetmek güzel! İyileştiğimi anlıyorum. Yattığım yerde bile başım hafifçe dönüyor. Yatak ve oda dalgalanıyor. Ama gördüğüm her şeyde sıhhatin pırıltısı var.
Odanın mis gibi reçine kokusuna is karışmış, gülsuyu ve biraz da arap sabunu. Bir de pis koku var.
Kedi hareket etmemden memnun değilmiş gibi bir ifadeyle kilimin üzerine atlıyor. Ters ters bakıyor. Bacaklarını öne uzatıp bedenini bir yay gibi geriyor ve hemen yalanmaya başlıyor. Patilerini diliyle ıslatıp gözlerine sürüyor.
Odadaki kuzine bir süredir sönmüş olmalı. İs kokusu oradan gelmiş. İçerisi bir hayli serin. Başucumda benim için bırakıldığı anlaşılan yün içlikleri ve fanilayı görüyorum. Kıyafetlerim de özenle katlanmış. Bana aitler ama hangi arada yıkandılar, hangi arada kurudular? Arap sabunun kokusu buradan geliyor.
Üstümdekiler ise berbat halde, nemliler ve ter kokuyorlar. Pis kokunun kaynağı da bu. Yastığımda siyah bir kafa izi, utanç verici…
Yemekten hemen sonra ateşlenmiş olmalıyım. Yatağa geldikten sonrasına dair bir şey hatırlamıyorum. Aslında geldiğimi de, taşımışlar beni. Havaleli rüyalarıma dair bir anı yok. Kütük gibi bir uyku…
Bu odanın camındaki kar da temizlenmiş. Dışarıda açık bir hava var. Masmavi gökyüzünün parıldaması gözlerimi alıyor. Üstümü değiştirmeye başlayınca, çay bardağında dönen kaşığın şıkırtılarını duyuyorum. Yıkansam iyi olacak ama çaresizce yün pantolonumu ve kazağımı üstüme geçiriyorum, eskiye göre daha temizim en azından.
Odamın yarı aralık kapısı gece boyunca rahatsız edilmeden kontrol edildiğimi anlatıyor. Eski ahşap bir komodin var, marangoz usulü kötü işçilikle yapılmış. Üzerinde su dolu çinko kaplama bir kap, bezler ve gül suyu şişesi. Ateşimi düşürmeye çalışmışlar.
Sofa buz gibi, kesiyor tabanlarımı. Çıplak ayaklarım hafif ıslak toprak zeminde bıçakla kesilir gibi üşüyor. Üç adımda diğer odaya atıyorum kendimi. Yine is, reçine ama bu defa tereyağı, hafif de yanan kozalak ve tezek kokusuyla. Fazlasıyla sıcak. Kuzine gümbür gümbür, üstteki deliğinden alevlerin ışıltısı tavana vuruyor.
Yaşlı kadın yine aynı yere kurulmuş. Sanki tüm gece o sacın başından hiç ayrılmamış. Bazlama yapıyor bu defa, fark etmiyor beni.
“Günaydın!”
Seslendiğimi duymuyor. Minderin köşesine kurulmuş yaşlı adamı fark ediyorum, beni görür görmez hopluyor ayağa, kendine çeki düzen verirken yanıtlıyor, “Hayırlı sabahlar. Gel sobaya ver arhanı, otur hele!” Sanki evin her zamanki adamıyım.
Çocuk oralı değil. Yine, manzarası kardan sıyrılmış pencerenin bir metrelik pervazında oturuyor, elinde tahtanın üzerine çivi çakılarak oluşturulmuş bir oyuncakla uğraşıyor.
Bacaklarım titriyor halsizlik ve açlıktan. Gösterdiği yere devriliyorum. Ağzındaki büyük lokmayı yanağının kenarına sıkıştırıyor, “Goyün muhtarıyım. Esmim Ahmet,” bir yandan da sofradakileri önüme iteliyor. “Bazlamaları soğutma!”
“Sağ olun, ben de yeni atanan köy öğretmeniyim. İsmim Muzaffer, kusura kalmayın, yol ve hava çarpmış biraz, gece rahatsızlık verdim size,” nasırları dikenleşmiş sert kemikli ve soğuk elini sıkıyorum. Benim ellerim bunların yanında bakımlı, yumuşak, kadın eli gibi.
“Çoh hestaydın, eki gecedir eteşin düşmedi,”
İki gece mi? Şaşkınlıktan bir şey diyemiyorum.
“Buranın havası çarpmaz, sen yol yorgunu olmuşsun. Terlemişsin garda. Eteşlendin, havale geçirdin. Nuriye’ye galsa dihecekti seni ahşam vahti. Suya basacahtı ki ebe geldi. O olmayaydı ayvayı yemiştin. Geldi getti seni düzeltti.”
Sanrılarım olduğunu sandığım şey ebeymiş meğer. Beni kendime getirdiği için müteşekkirim.
“Nuriye! Çay goy!” diye bağırıyor. Kadın beni ondan sonra görüyor, telaşla fırlıyor yerinden, “Yavrum eyisin ya, gorhtum biraz, ateş gibi yandın eki gün.”
Muhtar ekliyor, “Nene de başından ayrılmadı ateşin düşesiye gadar,” onun da nene diye hitap etmesi ilginç geliyor yaşlı karısına. Bunca yıldan sonra kardeş gibi olmuşlar.
Benim için girdikleri zahmetten dolayı mahcubiyet duyuyorum, işe yarayacağıma iş olmuşum onlara, “Eksik olmayın. Çok iyiyim şimdi. Kıyafetler için de sağ olun. Zahmet vermişim size,” Nene çayımı veriyor, ince belli bardak. Camın kenarından belli belirsiz bir koku geliyor, koyun gibi.
“Ne zahmeti! Ehtiyarın eskilerinden de verecem sana. Eşyalarını çıhardım. Islahtılar.”
Muhtar kızarak lafı kesiyor, “Senin çenen yoh mu, bir soraydın hocaya önce. Zahmeti yoh, sen galhıp o gaddar yol geleceksin cocuhlara ders vermeye, biz seni buralarda hasta edecez he mi? Heç olacah eş mi? Sen gussura galma asıl, garşılamaya gelemedik, cenezemiz vardı.”
Şimdi aklıma geliyor. Konuşulanları hatırlıyorum. Bazlamayı çiğnerken, çok da yerinde olmuyor ama “Ha, nene söylemişti, başınız sağ olsun, çok kötü olmuş diye anlattı,” nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum. Çocuğun hitap biçimi en uygunu gibi geliyor. Nene güzel bir isim.
“Ya ya, gencecik gelin. Ehmal, ahılsızlık işte… Gecenin bir vahti suya mı gedilir? Hayvanların aç zamanı. Adama da saldırırlar.”
“Kimse yok muymuş yardıma gidecek?”
“Beyi Gamal. Ama şehre gettiler, tüccarlardan goyün parasını alıp öte beri getirmeye. Haydarlan, Demirlen bereber. Gar bastırdı ondan gelemediler. O tarafın yolu kötü, araç gelmez. Getmeyin bu zamanda dedim, dinlemediler. Zor gelirler tirenden buraya. Gar, gış, gıyamet. Tiren yolundan buraya yarım gün sürer yayan ama bu havada yörünmez. Biz bağırtıyı duyduh ama gidene gadar eş eşten geçmişti. Parçalamışlar gızı.” Anlattıkları çok vahşice, yine de hiç etkilenmemiş gibi yemeye devam ediyor. Kanıksanmış bir yaşantının izleri bunlar.
“Başka yetişkin erkek yok mu?”
Nene yine lafa atlıyor, “Yoh yavrum! Coluh cocuh, garılar, bir de deli Mamomuz var… Hele yeyin hele!” patates, soğan ve yumurtayla hazırladığı piyazı çinko kapta önümüze bırakıyor. Yediğim her şey kendi kokusuna ek olarak bir de koyun kokuyor yine.
Muhtar ters ters bakıyor Nene’ye, “Şu adama deli diye diye deli ettiniz,” çay tabağında duran kalın tuzdan bir tutam alıp piyaza serpiyor, “Gendimize zor sahap çıhıyoh, elden ne gelirse.” Kardeşlikleri didişmekle eğlenceye dönüşmüş belli ki.
Teneke kaşığı piyaza daldırıyorum, tuz taneleri dişlerimin arasında çatırdayıp ekşi ekşi yayılıyor damağıma, “Her yer birbirinin aynı Nene, kaybımız çok olsa da devletin eli kuvvetli, bak bizi size gönderdi işte…” diyorum, sonra patavatsızlık ettiğimi düşünerek kızarıyorum. Muhtarın iş gören bedeni yaşına rağmen kuvvetini kaybetmemiş görünüyor. Az önce elimi biraz daha sıksaydı kemiklerimi çatırdatacağına eminim.
O da bozuluyor sanki biraz lafıma, “Yemeği bitirek, eğer toparladıysan ohula giderik,” sesinde, bende iş var, der gibi bir iğneleme seziyorum, “Goyü de olduğu gadar gezerik. Vahit bol nasıl olsa. Sana galacah yer olarak goy odasını ayarladıh. Orası daha golay, ohulun binası tek oda, hazırlığı da yoh. Hem ohulun dibinde sayılır. Yine de bir başıma şimdi zor olur den, o zamanı başımızın üstünde yerin var. İstediğin zamana gadar misafirsin.”
Gönlünü alır bir ses tonuyla cevap veriyorum, “Kırgınlığım var biraz. Ama gidelim. Size de yük olmak istemem, mümkünse hemen yerleşeyim, hem hızlıca alışmam lazım. Öteberiyi nereden bulurum?”
“Bulacaan bir şey yoh, her şeyi biz hallettik. Yemek ve temizliği Nuriye’yle bizim gız halledecek!”
Kız kelimesi içimde bir yerlere dokunuyor. Aklımdan tamamen çıkmış karşı cins. Tabii ki burada da varlar her yerde oldukları gibi. Heyecanımı gizlemek için itiraz edecek oluyorum, muhtar fırsat vermeden devam ediyor, “Alışana gadar.”

Okul
Geldiğim güne göre hava yumuşak. Güneş kendini iyi göstermiş. Kapının önünde uzanan tünelin üstü çökmüş bile. Kuvvetli gün ışığı vurduğu yerleri ısıtıyor. Meydan göz alıcı dev bir kristal gibi parlıyor. Ama diğer tarafa geçip de tünelin koruyuculuğu kalktığında poyrazın sertliğini biraz hissediyorum. Açık alanda güneşin etkisini tamamen kaybedeceğini anlatıyor bu sertlik. Meydanın ortasına varmadan Games dibimizde bitiyor. Mılley’in dediği gibi, beni hatırlıyor. Neşeli bir şekilde çevremizde dönüyor. Gidiş yolumuzda önümüze fırlayıp tekrar dönüyor. Köyün canlandığı da çeşitli yerlerinden gelen köpek havlamaları ve anlaşılmaz insan bağrışmalarından anlaşılıyor. Ara sırada farklı tonlarda ıslık sesleri duyuluyor.
Games kontrollü bir uzaklıkta sürekli bizi kolluyor.
“Islıklar haberleşmek için mi?”
“He, her goşeye yalınız gidiyoh, heber ıslıhla gelir. Çoh dinlersen sen de anlan. Kimin ne ettiğini, coluh cocuh, herkes bekçilik ediyor.”
Muhtar ıslıkları dinliyor bir süre, göstermek ister gibi. Sonra, tonları değişen birkaç ıslıkla mesajı cevaplıyor. Dikkat edince haberleşme ağının yetkinliğini fark ediyorum. Cevaplar her yönden geliyor, “Asayiş berkemal mi dediler şimdi?”
Alaycı bir şekilde gülümsüyor, “Asayiş berkemal olmayınca ıslığı bilmeyen de anlar, Games bile anlar, gegliğe çıhılacah.” İsmi zikredilince hemen yanımıza süzülüyor hayvan. Gözlerimin içine bakıyor, evet ben de anlarım, der gibi.
Bu defa güven veriyor, başını okuşuyorum, “Keklik mi avlayacaksınız?”
Muhtar keyifleniyor, “Bah tanıdı seni artıh. Ahali endişe etmesin diye öyle, aha çeşmenin ordan öteye iz sürecik, evvelsi gece geline saldıran hayvanları takip edecik. Goye o sebeplen geglik diyoh.”
“Kurt avlayacaksınız yani?”
“Yoh, nerde avlayacaz? Usta yoh, silah yoh ama gurtlar ahıllı hayvan. Galabalıhla peşlerinden gidersek huzurları gaçar. Uzah dururlar. Govalandıhlarını bilirler.”
Bunun üzerine cesaretleniyorum, “Ben de geleyim o zaman,”
“Hastasın dinlen sen, daha eyi.”
Serde erkeklik var, yapılacak işin bir tehlikesi de yok. “Geleyim, iyi gelir. Yürümüş olurum hem de biraz çevreyi tanırım.”
“Pehâlâ, sen bilin, öğlene çıharıh. Fazla gayım geyinme, gene terlen. Çabucah gedip dönerik zati.”
Okulun bulunduğu bölgeye bazı yerlerde bel boyunda yarı kanal yarı tünel bir geçitten geçiyoruz. Okul binasının etrafındaki tüm kar yeni kürenmiş belli. Az ötede bir de kerpiç bina var. Köy odası orasıymış. “Galacaan yer aha orası, gendin gelin sora,” diyor, geçiyoruz. Birkaç geçit, okulu ve odayı köydeki diğer bölgelere bağlıyor. Okula yöneliyoruz önce.
Yığma beton bina suyla yıkanmış gibi parlıyor yeni sıvasından. Köy evleri ve odası taş devrinden kalma, bina ise yüzyılımıza ait, burayı köylü inşa etmemiş. Beton kullanacaklarını sanmam. Yine de betona göre duvarları fazlasıyla kalın. Soğuğa karşı özellikle kalın tutulmuş ya da bilememişler. Çok yıpranmamış bu bina. Hazırlığı yok derken, kastının yakacak odun olduğunu düşünüyorum bu sebeple. Kilitli değil, kapıyı yerinde tutan urganı bir şeyler mırıldanarak açıyor Muhtar.
Muhtar açıkça takdir bekleyerek sağı solu ellerken, öğretmene ayrılmış odaya doğru yürüyorum. Sınıf olduğunu düşündüğüm odanın kanatlı kapısını iteklememle arkada bir patırtı kopuyor, peşinden de muhtarın yaygarası, “Gızım bahsana arhana, onüne!”
Kapının arkasında o anda temizlik yapmakta olan genç bir kız bu patırtıya neden olan. Birden karşısında beni görünce elindeki kovayı atıp çığlığı basıyor. Arkamdan koşturan Muhtar’ın fırçalamasıyla kıpkırmızı kesiliyor, ben daha yüzünü göremeden, yazmasının ucunu ağzına kapatıp yere dökülen köpüklü suyu silme işine girişiyor. Su birikintisinin ince kenarlarının hızla donmaya başladığı görülüyor.
“Bu bizim gelin. Sen gelmeden yetiştirecedi temizliği, gerçi gışın peh de iş yoh ama ceneze tüm işlerimizi ahsattı…” kız dediği geliniymiş meğer. Moralim bozuluyor buna. Bu sebeple üzerinde fazla durmuyorum. Tanımam gereken bir kişi değil.
“Bunlara gerek yoktu. Benim işim ne ki? Yavaş yavaş hallederdim bunları, oyalanmış olurdum.”
“Sen çocuhlarla oyalan. Bir aydır Hafize Hanım’la ders yapıyorlar. Çocuhlara ne öğrettiğini bile bilmiyoh.”
“O kim?”
“Goyün yaşlısı. Ehtiyar heyetinin tek gadını. Ballı goyü varmış, oradan gelmişler, gocasıynan” köye dair başka bir açıklama yapmıyor ama komşu köylerden biri olmadığı anlaşılıyor anlatım tarzından, beklemediğim bir açıklama işine girişiyor, “Seneler evvel. Oralılar mı bilmek, kimse sormadı onlar da anlatmadı. Ohumuş bir hanımla beyiydi. Bir sebepten goyden gaçmışlar. Beyini gasabada jenderme götürdü sonradan. Biz eskeredir dedik. Peşine göndermedi kimseyi. O zaman ganun gaçağı olduğunu anladıh. Gadının bir meselesi yohmuş, ona dohanmadı kimse. Dört sene sonra sade bir mektup gelmiş. Ondan mıydı bilmek. Bi o vahıt ağlarkene gördük. Hafize’nin kimi kimsesi galmamış bir yerde. Öyle dedi. Kimse sormadı soruşturmadı. Öylece burada galdı. Bilgin gadındır. Erkek gibi çalışır, ehtiyar heyetinden fazla eş yapar,” keyiflenmişti bunu söylerken, “Neyse sen sağa sola bir bah. Ehsiği gediği belirle, oradan odaya geçip istirahat eden. Mılley, Games’le birlikte ekindiye doğru gelir, çeşmeye bereber gelirsiniz.”
“Gekliğe?”
Şakamı anlayıp keyifleniyor, “He, gekliğe!”
Muhtar ayrılınca etrafı kolaçan ediyorum. Taze kireç ve arap sabunu karşımı koku her yanı sarmış okulda. Bir öğretmen odası ve bir sınıftan müteşekkil binada, odaları birbirinden ayıran sofanın tam ortasına dev bir soba kurulmuş, her iki tarafı da aynı anda ısıtmak için. Hayatımda gördüğüm en büyük soba. Tenekeden silindir adeta dev bir kazana benziyor. İçine yetişkin bir insan rahatlıkla sığar. Yakılmış ve sönmeye yüz tutmuş. Evdeki gibi bir sıcaklık yok ama içerisi normal kıyafetlerle oturulabilecek kadar sıcak. Öğretmen masası sobaya sırtını verecek şekilde yerleştirilmiş. Tabi bu sırtını pencereye veren en arkadaki öğrencinin donması demek.
Tüm bina yeni elden geçirilmiş hatta sert kışa rağmen camlar bile özenle silinmiş. Bu da benden yana beklentilerinin yüksek olduğunu anlatıyor. Bu beklentileri boşa çıkacak, biliyorum. Tamamı benden yana değil boşa çıkmanın. Her çocuk büyük adam olarak yetiştirilir. Devlet başkanı olarak başlar eğitimine. Zaman ilerledikçe rütbeler küçülür. Yükseköğrenim olanağı ortaya çıkmışsa, kaymakamdır, validir. Sonlara doğru, mühendis veya doktor, aslında şanslı olanlar meslek okullarına kapağı atanlardır. Ben sadece okuma yazma öğrenmiş çiftçiler ve çobanlar görüyorum bu köyün geleceğinde; hatta tüm köylerin geleceğinde, o anda dikkatimi çeken eski püskü okuma fişlerine bakarken. Ağacın en ucundaki tohum; güneş görebileceği, gübreleneceği ve su bulabileceği toprağa düşecek, dalların gölgesinden kurtulacak önce. Keçiye yem olmayacak, soğuk yakmayacak, güneş kavurmayacak. Erken zamanda kafası kesilmeyecek.
Burada ise üç beş kalem, bir kara tahta ve birkaç kutu tebeşir. Kitap dediklerinin ne olduğuna bile bakmıyorum. Ciltleri antika gibi kurumuş, yaprakları kabarmış ve sararmış. Devrimden önce kalmış el yazmaları bile çıkabilir aralarından. Değerlerini alfabe değişimiyle yitirmiş.
Ama devlete asker lazım, yolları yapacak adam lazım. Vergi lazım. Bu sebeple umutların beslenmesi lazım. Bana göre ise bir tek şeyi öğrenseler yeterli, nerdeyse tamamı köhneleşmiş bu yerde. Dünyayı görsünler. Neyi yaşadıklarını bilsinler, neyi yaşayamayacaklarını. Neden çoban ve çiftçi olmaları gerektiğini. Sadece birkaçı köyden çıkabilecek zaten, köyden çıkmakla çıkmamak arasında bir fark olmadığını görsünler. Okumak bile sadece işlerini zorlaştıracak. Bir süre umutsuzca çırpınacak zeki olanları. Sonra mutsuz çobanlar olacaklar. İşte okumak bunu değiştirecek onlar için, mutlu çobanlar ve mutsuz çobanlar. Taş devrinden maden devirlerine geçemeyecekler. Aman bana ne, ben bana verilen işi yapacağım. Ötesi umurumda bile değil.
Okulda yapacak bir şey kalmamış, çocuklarla tanışmak dışında. Olabileceği en iyi durumda… Ne öğrenmişler bu Hafize’den bir bakalım. Bundan iyisi Şam’da kayısı, bundan iyisi Şamdak ayısı.
Okulu terk ediyorum. Odaya kadar çevresi açık kısa bir mesafe var. Epey çalışmış olmalılar. Hemen tüm kar geniş bir yol halinde kürenmiş. Odayla bahçe arası çocuklar için iyi bir teneffüs alanı da olabilir.

Ağaç ve Games
Çok da uzun bir süre konaklamayı düşünmediğim ikametime doğru ilerliyorum.
Bacasından gri bir duman yükseliyor odanın. Kilitli değil. Küçük bir sofadan sonra iki ağaç sütunun altında dev bir oda. Sütunlardan sonra ise yüksek, geniş bir sedir var.
Ortaya kurulmuş kuzinesi yeni, fazla kullanılmamış, hafif bir ısı yayıyor yanık taze boya kokusuyla beraber, üstünde kocaman bir güğüm. Oda farklı renklerde kilimler ve köşe yastıklarıyla döşenmiş. Reçine kokusu burada da var ve birkaç toplantının sinmiş tütün kokusu. Döşek, sedirin üstünde daha yüksekçe ağaçtan bir karyolanın daha doğrusu sandığın üstüne serilmiş. Yatağı kapatan yorganın dış yüzeyine dokunmam mümkün değil. Saten gibi parlak yeşil bir kumaştan yapılmış. Bakarken bile içim gıcıklanıyor. Küçük bir mutfak ve yeşil yosunlu çağlık köşesi, çağlıkta bakır bir kova ve tas kirliliğimi hatırlatıyor bana. Alıştığım için burnuma ulaşmıyor ama kokuyor olduğumun farkındayım.
Çantamı getirmişler. Yığın halinde kıyafetler ve havlular hazırlanmış. Duvarlarda gömme yekpare kütük dolaplar var. Kütükten ince bir işçilikle oyularak oluşturulmuş bu dolaplar bir metre derinliğindeki kerpiç duvarda dışarı kadar uzanıyor. Yaz kış, serin bir şekilde yiyecek muhafaza edebilir. Kışın dondurmadan yazın kokutmadan.
Mutfak kısmında birkaç kap var. İçlerini kontrol ediyorum. Taze peynir var birinde, diğerinde patates, soğan. Bir teneke yağ. Yemek yapabilirim. Bez torbada da kafam kadar büyük bir kara ekmek, dışı kaya gibi. Birkaç torba daha, muhtemelen bulgur veya pirinç, diğerlerine bakmıyorum. Çay ve şekerin bulunduğuna şüphem yok.
Kuzinedeki güğümü kontrol ediyorum akşama banyo yapabilirim ümidiyle, içi su dolu, henüz ılık ama seviniyorum. Şimdi yapsam da olur ama keklik gezintisinden sonra olması daha mantıklı geliyor. Bu şekilde tertemiz bir şekilde yatağa girebilirim.
Sedire yönelince şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağım neredeyse. Sedirin üstü garip kare sınırları olan bir ters tavan, daha ilk bakışta bir şaheser olduğu anlaşılıyor. Bir tavşanın elinden çıktığı belli olan detayları, sayfalar uzunluğunda sanat makalesine konu olabilecek halde. Koyu kahverengi ve cinsini bilemeyeceğim bir ağaç ince bir işçilikle dantel gibi işlenmiş. Sekizgen bir yıldızdan oluşan ana motifin içi yıldızın her kolunda merkeze doğru daralan daha küçük motiflerle bezenmiş. Hiçbir kol bir diğeriyle desenleri yönünden simetri oluşturmadığı halde muazzam bir uyum içerisinde. Hemen, sütunların yüzeyindeki girintilere yerleştirilmiş gaz lambalarından birini alıp yakıyorum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570172?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Zemheri Kadinlari Hamza Nuh Özer
Zemheri Kadinlari

Hamza Nuh Özer

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Geçidin çıkışında ferahlayamıyorum. Doğrudan dehşete giriyoruz. Korkunç bir manzara var. Her yer kan. Kan ve doku parçaları. Mücadele ve sürüklenmeden dolayı değil bu izler. Gelen geçenlerin ayaklarının altına bulaşmış, oradan da tüm zemine yayılmış sonra izlerin içinde donmuş. İlerledikçe izlerdeki kan oranı artıyor. Olay yerine yaklaşıyoruz. Kames sadece izleri birkaç kez kokluyor. Dilini değdirmeden devam ediyor. Bu köpek asla çiğ et yememiş. Kana karşı ilgisi yok. Böyle de olması gerekir diye düşünüyorum. Kanı cazip kılan içgüdülerin canlanmaması kolay değil etobur bir hayvan için. Ataları kurt ne de olsa. Bir kez kanın tadını alırsa öldürmekten başka çare kalmayacağını anlıyorum. Bir koyun sürüsü için hatta çoban için kan tadını bilen bir köpek, kurttan bile tehlikeli olabilir. Pirincin içindeki beyaz taş…

  • Добавить отзыв