Bir Yolculuktur Aşk

Bir Yolculuktur Aşk
Betül Ak Örnek
“Seni kendime sakladım. Elimin değmediği ellerini ve dokunamadığım saçlarını usulca yüreğimin rafına kaldırdım.
Yürüdüğüm yolların sana çıkması için değil, bir gün seninle birlikte yürümek için bekledim tüm duraklarda.
Sevdiğin olmak için değil, seni seven olmak için adadım ömrümü.
Koltuğun en rahat yerini, masanın başındaki sandalyeyi sana ayırdım. Sakallarını, gözlerini ve ellerini başka kimse görmesin diye gecenin karanlığıyla örttüm de hepsini kendime sakladım.
Bu dünyadaki cennetimizi sonsuzluğa taşımak için ahretlik bir tutkuyla sevdim seni.
Seni, kendime sakladım. Hangi yağmurda ıslanıp üşüdüysen, ısıtmak için seni, yüreğimin yangınını sensizlik çırasıyla ateşledim.
Seni gönlüme yakıştırdım, niyet ettim sonsuza kadar kendimi sana saklamaya.”Günlük duyguların, geçici heveslerin, anlık iltifatların hüküm sürdüğü değil, ebedî güzelliklerin barındığı “biz” mabedine dönüşü anlatan çarpıcı bir aşk hikâyesi.Ömür denilen seyrüseferde kâinatın işaret ettiği mesajların ışığında kendini keşfetme arayışı ve tevafukların izinde bir hakikat yolculuğu…Canı yanacak diye korkan niyet etmeden dönsün yolundan.

Betül Ak Örnek
Bir Yolculuktur Aşk

Betüliçe’den…
Ben Betül.
Sıradan bir fani…
Hayat yolculuğunda yönünü bulmaya çalışan bir kul…
Birlikte yürüyelim ne dersin?
Bu geçici yolun kalabalığında birbirimizi anlayanlarla bir araya gelebilirsek daha iyi idrak ederiz yolculuğumuzun sebebini.

Ben Betül.
Sıradan bir fani…
Yolunu satırlarda bulmuş; noktaları varış, virgülleri durak olmuş Allah’ın aciz bir kulu…
Birlikte dinlenelim ne dersin?
Duraklarımız “biz”lik durağı olursa seninle ben kalabalıklardan sıyrılıp daha çabuk revan oluruz yola.
Hem kim bilir, belki bu yolculukta kendimizi buluruz ya da bulmak istediğimizi…

Betül Ak Örnek
1988 yılında İstanbul Sarıyer’de doğdu. Ailenin tek çocuğudur, doğma büyüme Sarıyerlidir.
2008 yılında Fatih Örnek ile evlenmiş 2010 senesinde Eymen Kerim 2017 yılında ise Ali Mirza adında iki evlat sahibi olmuştur.
Üniversitede yönetim alanında bitirmiş olduğu bölümün, özel bir bankada yaptığı staj ve açtığı özel işletme deneyiminden sonra kendisine uygun olmadığını anlayıp sosyoloji bölümüne yönelmiştir. İlk çocuğu Eymen Kerim’i büyütürken kişisel gelişime ve yazmaya odaklanarak ilkokul yıllarından gelen yazma yeteneğini aldığı profesyonel koçluk eğitimiyle birleştirmiş hayatı sorgulamaya ve yazmaya başlamıştır.
2015 yılından beri özel bir lisede eğitim ve öğrenci koçluğu yaparak öğrencilerin yanlış seçimler yapmasını engellemek amacıyla özellikle kendilerini tanıma ve meslek seçimi programlı çalışma, hedef belirleme, motivasyon konularında yardımcı olmaktadır.

Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Bir Yolculuktur Aşk, Şubat 2020
Bu kitap evlatlarım Eymen Kerim’e ve Ali Mirza’ya hediyedir.


Bir Yokmuş
“Bir varmış bir yokmuş” ile başlar tüm masallar çünkü varlıkla yokluğun arasında gidip gelir anlatılanlar. Eğer sana bir masal anlatacak olsaydım dost, “bir varmış bir yokmuş” diye başlardım sözlerime, ancak insanlarla ilgili bir şey anlatacak olsaydım, yalnızca “bir varmış” derdim çünkü ehli irfanın, “Biz bu dünyaya var olmaya değil, yâr olmaya geldik” sedası bakır yaprakların arasında savrulup unutulduğundan beri insanların tek derdi var olmak, varlıklı olmak…
Lakin ben sana kendimle ilgili bir şeyler anlatacağım, en çok kendime söylemek istediklerimi yazacağım sana. O yüzden ilk sözüm, bir yokmuş olacak…
Kendine sefer eylemiş bir kızın hiçliğinin farkına varma hikâyesi bu.
Bir yokmuş…
Eskilerde doğmayı unutup modern zamanların birinde, bir sonbahar günü dünyaya gelen bir kız çocuğu varmış. Adını “Elif” koymuş büyükannesi. İnsanların türlü hilelerine karşı duruşu hep dik olsun, zalime boyun eğmesin, Allah’tan başka kimseye muhtaç olmasın diye “Elif” demiş kızın adına. İnce gerdanına –
– elif harfi işli kolyeyi takıp, kulağına bahar rüzgârından tatlı bir sedayla fısıldamış: Senin adın “elif”!
İnsanlar adıyla yaşar ya, Elif’in de adının manasını yaşamak için birkaç sınavdan geçmesi gerekliymiş. Öyle ya, önce babasını, sonra büyükannesini ve en acısı, yaşarken annesini kaybetmiş, manen. Penceresinin kenarından anlamaya çalışırken hayatı, bir adam görmüş. O kadar susamış ki sevilmeye, bir bakışla titremiş; heyecanlı elleri büyükannesinin emaneti olan elif kolyesini düşürmüş pencerenin altındaki adamın ayaklarının önüne. Adam elifi de almış, Elif’i de… Ve ardından yitip gitmiş, hiç gelmeden. Adamın gidişiyle Elif de elifliğinden şüpheye düşüp bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş.
Bu yolculuğa gerçek benliği bulmak, “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” hadisindeki Yaradan’ı tanımak gayesiyle çıkmış. Öyle ki, bu yolculuk kendinden yüreğine doğru çıktığı bir sefermiş.
* * *
Bu dünyaya gözlerini açan herkes ömür yolunda yolcudur. Kimi kısa kimiyse uzun kalır bu yolda, lakin önemli olan ne kadar çok kaldığın değil, ne kadar çok anladığındır. Bu yol bakma değil, görme yoludur. Kim ki yaşamak için yürür, bu yolculuğu anlamamış olur.
Bu yol, yürümek için yaşayanların yoludur!
Biz seferden sorumluyuz, zaferden değil.
    Selahattin Eyyubi


Bölüm 1
Arayış

Sevmek
Ben Elif. Kendi içimde çıktığım yolculuktan hasbihal edelim istiyorum.
Öyle bir yolculuk ki, tırtılın kelebek, tohumun fidan olurken çıktığı meşakkatli yolculuk gibi, ben de bu zorlu yolun sonunda aradığıma ulaşma duasındayım.
Öyle bir yolculuk ki, hikâyemin başı da sonu da aynıdır; bir tek cümleye sığdırmak istesem, “damlanın içindeki okyanusu keşfetmeye başlama uğraşıdır,” diyebilirim.
Elbet yalnızlık Allah’a mahsus… Benim de bu yolda yanımda can yoldaşım Kısmet var. Kısmet, dünyanın en vefakâr kedisi. Turuncu tüylü, pofuduk arkadaşım kâh kendisini aslan sanıp ağzını kükreyecek gibi kocaman açar ama sadece esneyip pencere kenarındaki yerini alır ve saatlerce sokağı izler, kâh oturup dizimin dibine başını yana yaslar, çıt çıkarmadan uzun uzun dinler anlattıklarımı. Sevilip okşandıkça mayışır; ben onu, o da beni çok sever de böylece anlaşırız. Kalabalıklarla aram hiçbir zaman iyi olmadığından ve gönlüme göre bir dost bulamadığımdan benim ufak dünyamda Kısmet en kıymetli yoldaşımdır.
Kısmet’le yürüyüşe çıkıp ağaçların sallanan dallarıyla yaptıkları müziği dinler; bazen bir duvar dibine yaslanıp birlikte kitap okur, çiçekleri konuşur; yaprakların üstüne düşmüş çiğ tanelerini, yerinde duramayan yaramaz bulutların girdikleri şekilleri izleriz. Şehrin keşmekeşinden kaçıp bir ağacın altına sığınır, ufak bir yaşam alanı kurarız kendimize. Bazen Kısmet beni unutup bir kelebeğin peşinde koşturur, bazen de ben yüzüme nazikçe değen rüzgâra kapılıp kapatırım gözlerimi, onu unuturum ama asla kırılmayız birbirimize. Yalnız kalmaya ihtiyacımız olduğunda bunu anlar, böylece saatler geçirdikten sonra eve döneriz.
Dönüş yolculuğunda sohbet ederiz Kısmet’le. Kimi zaman dertlenip içimi dökerim, bazen cevap bulamadığım sorularımı ona sorar ve böylece tekrar düşünürüm. Yolumuz hep böyle muhabbetle geçer.
Muhabbet demişken…
Yıllar önce bu kelime üzerine uzun uzun düşünürken babamın bana anlattıklarını hatırlıyorum.
“Muhabbet, Arapça ‘sevgi’ anlamına gelen ‘hubb’ sözünden geliyor; sonra bu kelimeden ‘dost, sevgili’ anlamına gelen ‘ha-bib’ türemiş. Bizim anladığımız manada ‘muhabbet’ kelimesini karşılayan Arapça kelime ise ‘sohbet’, kelimenin faili ise ‘sâhib’; yani biri sizi seviyor ve sohbetinize layık görüyorsa sizin sahibinizdir, siz de onun…”
Babamın nahif sesinden işittiklerimi hatırladıkça tüm hücrelerim ayaklanıyor; bir kelime bir düşünüşe, bir düşünce arayışa, bir arayış ise eninde sonunda hakikate yaklaştırıyor beni.
Düşünüyorum… Muhabbet edenler sevgilidir. Biri bizi sohbetine layık görüyorsa sahibimizdir ve biz de ona sahibizdir.
Soruyorum… Peki bizlere en çok seslenen, bizimle en çok muhabbet eden ve bizi hiç unutmayan kimdir ki aynı zamanda sahibimiz de olsun?
İdrak ediyorum… Yüce Yaradan gönderdiği kitap vesilesiyle bir nevi muhabbet etmiyor mudur bizlerle? “Ey benim kullarım” derken bizi düşünüp uyarmasıyla, iyiyi kötüyü buyurması, eski kavimlerin misallerini anlatıp hata yapmamızı istememesi, müjdeleri, tesellileri geliyor aklıma. O anda sanki içimi kaplayan kara bir bulut varmış da çıkan güneşle dağılmışçasına, masmavi gökyüzünde kanatlandığımı hissediyor, ferahlıyorum.
Şükrediyorum… Beni bu sıcacık muhabbetine layık gören Rab beni çok seviyor, sahipleniyor; hamdolsun.
Oysa bu sevgiyi fark etmeden önce, yani daha cahil olduğum zamanlar kendime çok sormuştum, “Neden kimse beni sevmiyor?” diye. Kimseye yaranamıyor, hiçbir şey başaramıyordum. Her konuda vasattım, iyi yaptığım bir şey yoktu. “Keşke doğmasaydım,” demiştim hatta. Meğerse ne kadar kör bir kuyunun dibindeymişim… En büyük mutluluk sebebine sahipmişim de görememişim…
Nasıl mı?
Kâinatta varlığıma dair hiçbir delil yokken, bu dünyaya gönderilmeye layık, seçilmiş insanların arasındaydım. Evet, gelmiş geçmiş sayısız insandan biriydim ama hepimiz gibi seçilerek dünyaya teşrif ettirilmiştim. Parmak izlerimize kadar farklıydık ve DNA’larımızda kitaplara sığmayacak bilgiler saklanıyordu. Vücudumuzdaki damarlar dünyayı saracak kadar uzundu. Biz insanlar yaratılmışların en akıllısı, aynı zamanda en güzeliydik. Elbet tüm yaratılanlar gibi dünya üstünde bize verilen mühleti yaşayıp gitme vakti geldiğinde de dönecektik. İşte ben de bu şanslı insanların arasındaydım. Kalabalıkta bomboş dursam da, kimse beni sevmese, beğenmese de, türlü eksiklerim olsa da ben dünyaya en büyük güç tarafından seçilerek gönderilmiştim.
Dünyaya gönderilmeseydim kendimin farkında olamayacaktım. Dahası, bir zerre olarak bile kâinatta bulunamayacaktım. Asla bir bedenin içinde olmanın tadına varamayacaktım, nefes almanın kıymetini bilemeyecektim çünkü hiçbir şey olacaktım. Ama O beni bırakmadı, razı gelmedi isimsiz-cisimsiz olmama. Beni yarattı. Bana bir beden verdi ve kulları arasına girip O’nu tanımam için bir şans verdi.
Kimse beni beğenmese de O beni beğendi, kimse bana değer vermese de O beni değerli kıldı, kimse beni sevmese de O benim başıboş ve kimsesiz kalmama razı olmadı ve sohbetine layık gördü.
Yani dostlar;
O bizi çok sevdi.
O bizi bu kadar sevmişken kendimizi sevmemek vefasızlık olmaz mı?
Ben kendimi seviyorum, Yaradan’dan ötürü.
Ve bir yolculuğa çıkıyorum. Bu yolda en çok da kendimi olduğum gibi sevmek istiyorum.

Kendini okyanusta bir damla sanma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun.
    Rumi

Yolculuk
Bugün evden ayrılıp yola revan olmaya karar veriyorum. İçimdeki Mecnun gibi ser-i hoşluk hâlinde yürüme isteği, yaşadığım üzüntüyle engellenemeyecek boyuta ulaşmış vaziyette.
Birkaç parça kıyafet, defterim ve hep yanımda olan rehber kitabımızı koyuyorum sırt çantama. Kısmet ve ben, iki derttaş bu yolculukta da birlikteyiz. Evimizin eski tahta kapısını usulca kapatıp kimseye “hoşça kal” demeden yola çıkıyoruz.
* * *
Yürümeye başlıyoruz. Karşımda kâinat, bir derya misali uçsuz bucaksız; ben ise rotasını arayan bir seyyah. Hem de cahil bir seyyah. Biraz da ürkek… Öyle ki, durup arkamdan kendi gidişimi izliyorum. Hiç dönmeyecek gibi kararlı adımlarım, arkama bakmadan yürümeye devam etsem de dudağımın kenarında tuzlu bir tat bırakan gözyaşlarım, adımlarım kadar kararlı değil anlaşılan… Evimdeki küçük odamın penceresinde, bir yanımda sardunyalar diğer yanımda da Kısmet’le oturup saatlerce sohbet etmeyi özleyecek gibi bir tarafım. Biraz dertleştikten sonra sardunya efkârlanacak, canı bir bardak çay isteyecek sanki. Ben de mutfağa gidip demli bir çay koyacağım ikimize, demi kederimizden de ağır…
Demem o ki… Yolculuk zormuş dostlar! Hele ki gidiş kendi içimize olunca…
Ama yine de gitmeyi tercih ediyorum.
Gitmek, ne kadar keskin bir yüklem… Sanki iki kişiyi ayırıyor gibi; kesiyor, kanatıyor gibi. Oysa benim gidişim içimdeki mutluluğu bulmak için, kendimi daha iyi anlayabilmek için. O zaman bu yolculuğa gidiş dememeye karar veriyorum. Bu gidiş değil, varıştır.
Kendi kendime varmaya geldim. Mübarek olsun.

Gül Bahçesi
Varış noktasına bir an önce ulaşma telaşı, bir şeylere geç kalma endişesi olmadan aheste yürüyorum yeryüzünde. Arnavut kaldırımlı gri yolun tozu genzime kaçarken yol kenarından dışarı taşan bir gül bahçesine takılıyor gözüm. Tüm güller açmış, rengârenkler… Kırmızı, pembe, sarı, beyaz güller gerdanda parıldayan bir mücevher gibi ışıldamakta toprağın bağrında.
“Bu bahçenin sahibi çok nasipli olmalı,” diye düşünüyorum. Gül bahçesinden geçen gül kokar da ya gül bahçesinde yaşayan? “Gül gibi gülen biridir belki, belki de gül gibi güzel bir kadındır,” düşünceleriyle bir merak salıyor içimi.
Bu yolculuk maceralı olacak dememiş miydim? Dayanamayıp izinsiz giriyorum gül bahçesinin demir kapısından. Birkaç gül memnun olmuyor bu durumdan, batırıyor dikenlerini tenime ama gücenmiyorum. Bahçenin sahibiyle tanışmak için öyle heyecanlıyım ki, gülü sevenin dikenine katlanması misali vücuduma batan dikenlere aldırmadan devam ediyorum…
Gül bahçesinde ilerledikçe güllerin güzelliğiyle gülüyor yüzüm. Etrafta mis kokulu yüzlerce gül varken insanı ister istemez bir mutluluk sarıyor, gönlümün tıkalı atardamarları güllerin yaydığı o mis kokuyla açılıyor, içime ferahlık doluyor. Doğru düzgün nefes almayı bile bilmezken, Yaradan beni şu gül bahçesine iterek, “Nefes al kulum,” diyor sanki.
Bahçenin ortasında oldukça gösterişli, iki katlı bir köşk var, verandada siyahlar giyinmiş bir kadın; gözleri dolu dolu, oturmuş kara kara düşünüyor. Kısmet de ben de bakakalıyoruz birbirimize; bunca güzel rengin içinde karalar bağlayan birinin olmasına şaşıyor, usulca yaklaşıp selam veriyor, derdini soruyoruz.
“Her şeyim var ama mutsuzum. Beni seven bir eşim, çok güzel bir evimiz, çocuklarım ve göz kamaştıran bir gül bahçem var. Ama dedim ya, ben çok mutsuzum. İçimde yanan huzursuzluk ateşi her geçen gün beni kavuruyor, eksik olanı arıyorum ama bulamıyorum. Çok yorgunum…”
Oysa dışarıdan bakıldığında her şeyi eksiksiz görünüyordu; sağlığı yerinde, sevdikleri yanındaydı ama iç dünyası darmadağın, mutsuzdu çünkü arayışa adım atmış, lakin henüz “yol”u anlamlandıramamıştı. Bense henüz yolculuğun başındaydım ve kendime vereceğim cevapları bile bulmamışken ona söyleyecek bir tek söz bulamamıştım.
Gül bahçesinden üzülerek ayrılmaktı nasipte olan.
Arnavut kaldırımlı gri yolda yürümeye devam ederken bir bahçeye daha ilişiyor gözümüz. Bahçenin ortasında açan tek bir gül var, ileride de derme çatma bir ev ve gülün başında onu sevinçle sulayan güzel bir kadın. Bizi görünce hemen gülümseyerek el sallıyor ve, “Bakın gülüm ne de güzel açtı,” diyor. Biz de gülüyoruz, kadının sevinciyle ısınıyor içimiz ve tebessümle yola devam ediyoruz.
Öyle etkileniyorum ki, gri yol önümde bitmeyecekmiş gibi uzarken geçtiğim iki bahçeyi ve iki kadını düşünüyorum.
Soluklanmak için durduğumuz bir ağacın altında, defterime döküyorum içimi.
Gerçekten neydi mutluluk? Son model bir araba mı, bugün de karnını doyurabilmek mi? Deniz manzaralı bir villa mı, tek odanın içinde toplanılıp sıcacık sohbetlerin edildiği bir ev mi? Sevgilinin seni her gün hediyelere, romantik sözlere boğması mı, başını omzuna dayadığındaki huzur mu? Mükemmel bir bedene sahip olmak mı, farklılıklarını sevmek mi?
Sahi neydi mutluluk? Kariyer yapacağım diye paralanmak mı, insanlığa faydalı olmak mı? Son model teknolojik cihazları kullanmak mı, yolda karşılaştığın biriyle içtenlikle sohbet etmek mi? Çılgınlar gibi alışveriş yapmak mı, çok sevdiğin ayakkabıyı sonunda alabilmek mi? Kalabalık olmak mı, yoksa iç dünyanda huzuru bulmak mı?
Çok fazla şeye sahip olmak mutluluk getirseydi, sanırım psikologların kapısını en çok zenginler aşındırmazdı. Çok sevilmek mutluluk getirseydi, “Ben sana layık değilim,” demezdi kimse. Çok güzel olmak mutluluk getirseydi, güzel kadınlar hiç mutsuz olmazdı.
Mutlu olmak, çok olmak değil. Öyle olsaydı gül bahçesindeki kadın gülüyor olurdu.
Mutluluk, sahip olduklarına şükretmek, sahip olamadığın bir şey içinse üzülmemek.
Anlıyorum ki mutluluk bir tek güle düğün yapmak çünkü mutluluk sahip olduklarımızla gelmez, içimizden gelir.
* * *
Yolculuğun henüz başında olmama rağmen niyet ettiğim şekilde anlamaya başladığım için yoluma sevinçle devam ediyorum.

Karanlık
Güneş mavi gökyüzüne kızıl ışıklarını vurarak gözden kayboluyor. Önümde sonsuzmuş gibi uzanan yol şimdi karanlık…
Çocukken akşam vakitlerine kadar sokakta oynardık; bazen daha büyük çocuklar korkutucu hikâyeler anlatır, karanlıkta ortaya çıkan yaratıklardan bahsederek hepimizi korkuturlardı. Böylece içimde kalan karanlık korkusuyla büyüdüm; odama çıkarken tüm ışıkları yaktım, uyurken mutlaka gece lambamı açtım ve geceleri hiç tek başıma dışarı çıkmadım.
Ancak sevdiklerim dünyadan tek tek göçtüğü zamanlarda karanlıkla arkadaş olmaya başladım çünkü gözyaşlarımı özgürce, sakınmadan akıttığım zamanlar hep karanlık zamanlardı.
O karanlık zamanlarda umutla güneşin doğmasını beklediğim birçok gece geçirdim. Sırf gecenin o en zifirî ânından sonraki güneşin muazzam ışıklarını gösterip göz kırpan hâline sevdamdan, geceye hikâyeler anlatarak uykularıma veda ederdim; ne ki sırf geceye doğan güneş bir parça umut verirdi bana.
Kâinat, seherin en bereketli vakti olan fecr-i sadık ânında soğuk bir rüzgârla fısıldardı: Sabır, her gecenin en karanlık zamanından sonra elbet bir ışık yanacaktır.
Babamın bir zamanlar bana anlattığı Çin felsefesi yin-yang’ın da söylediği gibi, “her siyahın içinde bir beyaz, her beyazda ise bir parça siyah vardır.”
Şüphesiz dünya zıtlıkların uyumuyla dönüyor. Her şey kendi zıddını taşıyor; doğumla birlikte ölüm başlıyor, çıkışlar inişlere gebe; filiz veren başak kuruyup toprağa karışıyor da zamanı gelince tekrar filizleniyor ve gündüz geceye, karanlık ışığa dönüşüyor.
Zıtlıklardan meydana gelen birlik, ahenk, düzen… Öyle bir sistem ki, toprağın derinliklerinde karanlık ve ıslak bir yere tohum ekiyorsunuz, o tohum yeryüzünde filiz verip silkinerek çıkıyor saklandığı yerden ve gökyüzüne yükseliyor. İşte ben de yeryüzünden gökyüzüne, karanlıktan ışığa bu muazzam yolculuktan feyzle ne zaman karamsarlığa kapılsam şafak vaktini bekler, güneşin karanlığı aydınlattığı o âna tanıklık edip ibret alırım ta çocukluğumdan beri.
* * *
Bu güzel gecede Kısmet’le birlikte oturuyoruz bir kaldırıma, böylece anlatıyorum ona düşüncelerimi güneş doğana kadar. Bir mum yakıyoruz karanlığa, gölgemizle oynayıp şarkılar mırıldanıyoruz, sarılıyoruz birbirimize ve bir dua tutturuyoruz dilimizde:
Allah’ım benim kendime bile bir fayda sağlama imkânım yokken beni bana bırakma. Ben, beni sana bıraktım.

1. Durak

Cehennem ateşi düşünülerek cennet kokusu duyulmaz
Gül düşünürsen gülistan, diken düşünürsen dikenlik bulursun

Yalnızlık
Hepimiz dünyaya gönderildiğimizde bir anne ve babanın himayesi altında oluyoruz. Ancak her anne baba emanete maalesef gereken ehemmiyeti göstermiyor ya da bazılarımız benim gibi dünya yolculuğuna kayıplarla, o kutsal koruyucuları olmadan devam etmek durumunda kalıyor.
Benim kaybım da büyüktü, kelimelere dökülemeyecek kadar. Ailemizi ayakta tutan babamın aramızdan ani ayrılışı ve annemin manevi olarak benden giderek uzaklaşmasıyla, kimi kimsesi olmayan biri değilsem de içimdeki yalnızlıkla kendimi kimsesiz buldum.
Yalnız kalan her beşer gibi önce tanıdıklarıma yöneldim; arkadaş, akraba, komşularla teselli olmaya, onlarla can bağı kurmaya niyetlendim. Tüm heveslerimi, hikâyelerimi, umutlarımı toplayıp bir buketle gittim kapılarına; haset ve gıybetle darmadağın ettiler. Kime birazcık aralasam yaralı yüreğimi, biraz daha acısın diye incittiler, kanattılar. Bugün dostken yarın düşman olabilenler gördüm, yüzüme gülüp arkamdan konuşmaya başladılar. Ben derinlere inmeye çalıştıkça sanki bir uçurumun kenarına itiliyor gibiydim; kimi çok sevip tutunduysam elim boş kaldı; kimi tanımak için parçaladıysam yüreğimi, yerinden koptu damarlarım.
Anladım ki dostlar, yanlış bir şey yapıyorum ki kapılar sürekli yüzüme kapanıyor. Sonra düşündüm. Öyle birini tanımam, öyle biriyle hemhâl olmam gerek ki beni hiç terk etmesin, ebedî sevgisiyle sarsın.
Babamın Sevgili’ye varışından sonra ancak toparlanabildiğim zamanlardı ve ben bu beyhude arayışımda tekrar yalnız ve gariban kalmıştım.
Ama zamanla yalnızlığımla baş edecek yollar bulmaya başladım.
Yine böyle günlerden birinde, odamın eski penceresine usulca yanaşıp köşesine oturuyorum, kapıyorum gözlerimi. Eskiden de babamla böyle karşılıklı oturup sohbet ederdik. Şimdi hatıra olan anlar gelince aklıma, genzimden aşağı zehir gibi bir özlem acısı inerek yakıyor ciğerlerimi. “Canım babam olsa şimdi ne derdi bana?” diye hayal etmeye çalışırken, gökyüzünde uçan güvercinlerin kuyruğuna takılıp gözlerimi kapatıyorum. Karşımda babam…
“Benim güzel yürekli kızım, düşün ki içinde yaşayanların sayısı belli olmayacak kadar kalabalık uçsuz bucaksız bir ülkede yaşıyorsun. Bu ülke öyle güzel bir yer ki, ahenk ve düzen hiç bozulmuyor; insanlar arasında dostluk ve huzur hâkim, çeşitli meyveler sebzelerle zengin toprakları var. Yağmur, rüzgâr, güneş ve kar sırasıyla uğrayıp türlü güzellikler ve bereket getiriyor. Tüm bu sistemi kuran bir padişah var. Kendisi bir kalede yaşıyor, kimse onu göremiyor, sadece bu ülkeyi yöneten kişi olduğunu biliyorlar o kadar. Sen olsan bu padişahın kim olduğunu bilmek, onu tanımak ister miydin?”
“Tabii isterdim babacığım, çok merak ederdim. Böyle güzel bir ülkeyi yöneten kişi mükemmel biri olmalıdır. Onunla saatlerce muhabbet etmek isterdim, bir de yaptıkları için çokça teşekkür ederdim.”
“Evet, haklısın kızım. Ben de olsam senin gibi yapar, muhabbetlerim ve çokça teşekkürle birlikte onu tanımak isterdim. Senin yapman gereken de tam bu, içinde bulunduğun kusursuz kâinatın efendisini dinle, oku, anlamaya çalış, yönünü Yaradan’a döndür ki rotasız kalmayasın. ‘Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim,’ hadisini hatırla. Yaradan, kulunun kendisine yakınlaşmasını ister; bu isteğinin de öyle körü körüne bir bağlılıkla değil, O’nu tanıyıp anlayarak ve bilerek gerçekleştirilmesini diler. Bu dileğin tabii ki Yaradan’a bir yararı yoktur, O’nu tanımak bizim ihtiyacımızdır ki, O da sonsuz rahmetiyle bu ihtiyacı karşılamak için bilinmek ister. Kul, Yaradan’ı bildikçe huzur bulur; Yaradan’ı tanıdıkça şükreder; Yaradan’ı sevdikçe de sevgisi karşılık bulur ve böylece sonsuz bir sevgiyle sarılır. O yüzden kızım, içini daraltan tüm bu olayları bir kenara bırakıp artık tanıman gereken gerçek varlığa yönel.”
İrkilerek açtığım gözlerimden yaşlar akıyor. “Allah her kulunu çeşitli zamanlarda bazı olaylarla kendisine yönelmesi için uyarır, ona işaret gönderir,” diyen babam az önce karşımda aslında bana yapmam gerekeni anlatmamış mıydı? Anlıyorum ki tüm bu olanlar bana gönderilen uyarı işaretleriydi. Şer gördüğüm yaşadıklarımın sonucu aslında Yaradan’ın gönderdiği mesajı açabilmemi sağlıyordu; hem de bir kelebeğin kanat çırpışı kadar narin ve sessiz bir mesaj ama gelin görün ki bendeki yankısı gök gürültüsü, içimi yerle bir eden fırtına şiddetindeydi.
* * *
O akşamdan sonra içimdeki gök gürültüsüyle çarpan kalbim sonunda idrak ediyor ki, önce Yaradan’a yönelmem gerek. Hakikate yaklaşmanın ilk adımı beşer içinde yalnız kalıp Yaradan’la kalabalık olmakmış.

İlerlemek
İnsanoğlu hayata teşrifinden ölümüne kadar usulünce ve telaşsız bir devinim içinde değişiyor. Bir bebeğin büyürken her hafta, her ay geçmesi gereken aşamalar, çoğunlukla hiçbir etkiye gerek duymadan, doğasına uygun olarak gerçekleşiyor. Önce bebeğin saçları dökülüyor, sonra daha güçlü çıkıyor; ağlama refleksi bilinçli seslere dönüşüyor, çelimsiz gibi görünen bacakları yürümeye-koşmaya başlıyor, hatta ne kadar düşüp yaralansa da yürümekten asla vazgeçmeyecek güçte gelişiyor, dişler, çıkması gereken sırada ve zamanda bitiveriyor. Tüm ilerlemeler tam zamanında, bebek hazır olduğunda o mükemmel yaradılışa uygun hiçbir müdahale gerekmeden gerçekleşiyor.
Geçen zamanla bebeklik ve çocukluk dönemlerindeki saflığını yitiren insan, büyüdükçe kabına sığamadığı dönemlerden geçiyor. Ben de bu zamanlarda sanki bir yere çakılıp kalmıştım. Öyle ki günler, aylar, yıllar geçerken ben hep yerimdeydim de bir türlü ilerleyemiyordum. Bu yolculuğa çıkmadan önceki arayış zamanlarımın başlarıydı, âna çakılı kaldığım, saatin ilerlediği, lakin benim bir arpa boyu yol alamadığım zamanlar…
Okumaya başladım. Sayfaların arasında mutlaka beni ileri taşıyacak bir cümle, bir işaret olmalıydı. Günlerce, gecelerce soluksuz okudum. Susamışın suya kanması gibi, bazen bir cümleyi on kez, yirmi kez okudum. İdrak edemiyor, güçlük çekiyordum ki bu normaldi çünkü görmesini bilmiyor, özünü göremiyor, sadece kelimelerin birleşip ortaya çıkardığı anlamı idrak etmeye çalışıyordum. Resim sanatından anlamayan birinin tuvaldeki fırça darbelerine anlamsız çizgiler olarak bakması gibiydi görüşüm. Kaba, tuhaf, yabancı bir bakış…
Zamanla tüm bunların ilerlemeye başlamak için bir ön hazırlık aşaması olduğunu fark ettim. Kâinattaki her şeyde olduğu gibi… Bir bebeğin de bir ağacın da doğup büyüme yolculuğu nasıl ki fıtratındaki gibi telaşsız ve usulüne uygun ise, benim yolculuğum da öyle olmalıydı. Evrende hiçbir şeyin acelesi yoktu; ağaçlar filiz vermek için baharı, kuşlar göçmek için soğuk havaları bekler; tırtılın kelebek olmak için kozasında olgunlaşmaya ihtiyacı vardır ki uçabilsin.
Bir balon nasıl ki fazla nefes verildiğinde patlarsa, kapasitesinden fazla dolan kap nasıl ki dolup taşarsa, Yaradan biliyordu ki benim henüz derinlikten uzak gönül kabım da bir anda haddinden fazla ilimle dolarsa yüreğim bunu kaldıramaz, infilak ederdi. Belki isyana düşer, anlamlandıramaz, algılayamazdım çünkü şu an içinde bulunduğum hâl henüz Allah’ın merhametli ve zarif yolundan uzaktı. Çok şükAllah kendi yoluna yaklaştırırken şok etkisiyle değil, tüm bu ufak nazik işaretlerle beni uyarıyor, adeta, “acele etmeden devam et kulum,” diyordu.

Oku
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
İlk emir, ilk söz, ilk ayet…
“Oku!” dedi, Allah okuma yazması olmayan bir kula önce okumayı öğrenmesini söyledi. “Kâinatı, gökyüzünü, gaybı, insanları anla; hayvanları, bitkileri, canlı-cansız tüm varlıkları bil; karıncanın sesinde ismimi duy, varlığımı oku,” dedi. “Dilinle değil, kalbinle oku,” diye emrolundu da Peygamber’in bedeni tir tir titredi. Okuduklarını hazmetmek için günlerce evden çıkmadı.
Varlığımıza hiçbir delil yokken bizi bir kan pıhtısından yaratan kudret, ömür yolculuğunun bir yerinde kalbimize dokunuyor; tıpkı Cebrail’in Peygamber’i sarsması gibi sarsıyor. Bazen bir hastalıkla, kazayla ya da belayla, evlatla, belki de mutlulukla, zenginlikle kendimize gelmemiz için sarsıyor. Kimi bu emri anlıyor da idrak başlıyor. Kâinatı artık O’nun izleriyle okuyor. Kimi ise başına gelenler karşısında daha çok asileşip, “Ben okumayı zaten bilirim,” diyerek devam ettiği yolda karşılaştığı güzellikleri kendi hikmeti sanıyor, fenalıklarda ise isyan ediyor.
Oysa hiç bilenle bilmeyen aynı olur mu?
Bu dünya yolculuğunda da okuyanla okumayan ayrılmıştır. Bu yolda en çok gezen değil, en çok anlayan kazanır.
Tefekkür için oturduğumuz çınar ağacının altında ben defterime düşündüklerimi yazarken Kısmet çoktan peşinden koşturacak bir kelebek bulmuş. O kelebeği kovalarken görüyorum ki kendi fıtratına uygun davranıyor, ya biz?
Bu sefer derin bir idrakle yazmaya devam ediyorum.
Birlikte bugünü hem yaşamaya hem de okumaya var mısınız dostlar?
Bu yolculukta berabersek haydi gelin bugünü okuyalım. Güneşin selamıyla ağaran bir günde pencereyi açıp temiz havanın ciğerlerimize dolmasını hissedelim; hani o ufacık serçe var ya, onun kar kış demeden taşıdığı dallarla yuvasını kurmasını izleyelim. Bugün uzakta bir yerde kırmızı ve yeşil ışıklarla aydınlanan karanlık bir gökyüzü var, aynı anda mavi bir bulutun altında yemyeşil bir bahçe ve yıldırımların çaktığı bir gökyüzünün altında korkarak annesine sarılan bir çocuk ve şefkatle onu sarmalayan bir anne. “Aynı atmosferin altında aynı anda ne kadar şey hissedebiliriz?” demeyelim, ki kâinatta tüm hislerin bir karşılığı var.
Pencereden baktığımızda bunu anlamaya niyet edelim.
Tüm uzuvlarımız yerindeyken şükretmenin güzelliğini, bu satırları okuyabilen gözlerimizin muhteşemliğini, bizi çok seven insanların gönlündeki sevdayı, içimizdeki merhamet duygusunu, karşımıza çıkan şerlerin altındaki hayrı, sahip olduklarımızın ne kadar kıymetli olduğunu okuyalım. Okuyalım ki delalet aradan çekilsin, idrak güneşi doğsun.
“Oku!” diye seslenen Rabbe, “Okuyorum Rabbim, artık anlamaya çalışıyorum,” diyebilmek için okuyalım.

Uyan
Hani rüyanın en güzel yerinde uyanırsın da içini bir hüzün kaplar; devam etmek istersin, hatta hiç uyanmamak, hep o rüyayı yaşamak, o kadar sahidir. Uyandığında kendini yatağında bulunca derin bir nefes vererek rüyanın lezzeti damağında kalsa da şükredersin.
Bazen de kâbuslarla boğuşursun da bir an önce uyanmak istersin. Kalbin yerinden çıkacak gibi atar, korkuyu ve acıyı tüm bedeninde hissedersin. Kaçmak istersin, koşarsın. Tam uçurumdan düşüp yere çakılacakken uyanırsın; derin bir nefes verip, “Sadece bir rüyaymış,” der de yaşamaya devam edersin.
Güzel bir rüyadan uyanınca üzülen insan, kötü bir rüyadan uyanınca mutlu olan yine insan… O zaman uyanmak her zaman güzel değil, uyanmak ancak kötü bir rüya gördüğümüz zaman güzel.
Peki yaşadığımız dünya güzel mi?
Her gün işlenen cinayetler, kaybolan çocuklar, trafik çilesi, hastalıklar, çalınan haklar, ahlaksızlıklar güzel mi? Hepsi kâbus gibi… O zaman uyanmanın neresi güzel?
Peki, bu hayat kötü mü?
Her gün uyanıp evine ekmek götürmek için işe gidenler, ihtiyacı olanlara yardıma koşanlar, adalet için savaşanlar, denizin mavisi, açan laleler, parklarda oynayan çocuklar, aşklar, bir yüreğe dokunan öğretmen, dertlere derman olmaya vesile verilen çabalar, sabah fırından çıkan sıcak ekmeğin kokusu, sonunda istediğine kavuşmuş mutlu gönüller… Hepsi güzel bir rüya gibi… O zaman uyumanın neresi güzel?
Kâbus da görsek güzellik de görsek uyandığımıza şükretmeliyiz dostlar çünkü uyanmak fırsattır. Uyumak, bilincimizin kapalı olduğu, dinlenmeye çekildiğimiz ve ruhumuzun kontrol edilemeyen yerlere gittiği bir andır, tıpkı ölüm gibi…
Eğer uyandıysan şükret çünkü o kâbusu sana gösterenin elbette yaşatmaya da gücü yeter.
Eğer uyandıysan şükret çünkü o güzelliği sana gösteren elbette yaşamana imkân sağlar.
Rüya ve hayat birbirine çok benzer. İkisi de sahte güzellikler sunar, ikisi de geçicidir, ikisinde de ya kopmak istemezsin ya da bir an önce gitmek istersin.
Bu dünya rüya içinde rüya… Uyanmak, ancak zaman sınırı olmayan bir yere olmalı. Sonsuzluk gibi… O zaman ölenler uyandı. Hâlâ uyuyan bizleriz.
Ölüp uyanmadan önce uyan ey dost! Bu dünyayı bir rüya olduğunu bilerek yaşa ki kötülüğüne de güzelliğine de kapılma. Yolculuğun hep bir gün gerçekten uyanacağını bilerek geçsin.

Üstünlük
Hem gidiyor hem de Yaradan’ın “Oku,” diye emredip açık bıraktığı kâinat kitabını okumaya çalışıyorum. Ağaçlıklı bir sokakta yürüyoruz. Ben önde, Kısmet arkada. O hep arkada kalır, turuncu kuyruğunu yere sürte sürte salınırdı. Biraz havalıydı bizim Kısmet ama iyi kediydi. “Benimle gelir misin?” dediğimde keyfinin kaçacağını bilirdi. Öyle ya, artık mahalledeki diğer kedilere hava atamayacak, pencerenin kenarında saatlerce tembel tembel pinekleyemeyecekti ve annemin lezzetli yemeklerine bir süre hasret kalacak, sokak kedisi gibi peşimde gezecekti. Yine de kabul ediyor, yola çıkıyoruz ve şimdi çocukluğumdaki sokağa benzer bir sokakta ben önde, o arkada yürüyoruz.
Sağda solda sıralı müstakil evler var, aralarında uzun uzun kavak ağaçları… Kiminin bahçesinde rengârenk açmış çiçekler, bazısında ise meyve vermiş ağaçlar var. Sokakta bisiklete biniyor birkaç çocuk, biz yanlarından geçerken Kısmet’in alımlı yürüyüşüne çeviriyorlar bakışlarını. Aniden ufak bir kız çocuğu dengesini kaybederek yalpalıyor ve ufak bisikletinden düşüp toprak zemine yuvarlanıyor. Dizi soyulmuş, ince ince kanıyor, belli ki canı acımış. Düştüğü yerde öylece kalakalıp sessizce ağlamaya başlıyor. Diğer çocuklar onu pek umursamayıp bisikletlerini sürmeye devam ediyor, gözden kayboluyorlar.
Kısmet’le ona doğru yaklaşıyoruz, öyle ya, sevimli kedimin mutlu edemeyeceği çocuk yok! Nitekim o turuncu tüyleriyle kız çocuğunun etrafında dolanıp patisini dizine değdiriyor ve mırıldayarak sevdiriyor kendini. Ufak kız Kısmet’i severken ben de onun kestane rengi dalgalı saçlarını seviyorum.
“Haydi gel, mikrop kapmasın dizin, temizleyelim,” diyerek karşımızdaki çeşmeyi gösteriyorum.
“Tamam abla,” diyor, mahcup. Koca gözleri ışıldıyor, sanki az önce ağlayan çocuk birden etraftan kayboluyor.
Ben de uzaklara dalıp çocuk olmanın en güzel tarafının bu olduğunu hatırlıyorum; unutuvermek. Mutluluğu acıya değişirken bunu hızlıca hiç düşünmeden yapabilmek.
Minik kızın dizini yıkarken Kısmet’e su sıçratıyoruz. Bu durumdan pek hoşnut kalmıyor tabii, biz de gülüşüyoruz memnuniyetsiz hırlamalarına. Ufak kız bu kadar içten gülerken koca kahverengi gözlerine bakıyorum; kalem gibi çizilmiş kara kaşlarının altında nasıl umut dolu ışıldadıklarından muhtemelen haberi yok. Kan kırmızı dolgun dudakları bembeyaz tenine hediye edilmiş bir gül demeti gibi kondurulmuş yüzüne. Öyle muazzam bir manzara ki bu izlediğim, baktıkça bakmaktan alamıyor insan kendini.
Minik kıza bakarken onun bana hissettirdiği eski, lakin tanıdık hâli, ona duyduğum sıcaklık, tanıyor gibi hissetmem onda kendi çocukluğumu hatırlamamdandı.
Babam kirli yüzümden akan yaşların bıraktığı izleri silerken kızgınlıkla dert yanardım.
“Baba beni oyunlarına almıyorlar! ‘Sen küçüksün, anlamazsın,’ diye oynatmıyorlar! Onlara yetişeceğim diye sürekli düşüyorum, keşke beni daha önce doğursaydınız, ben de büyük olsaydım!”
Bunları söylerken her zamanki gibi ağlıyordum, sonra babam gidip beni oyuna almayan çocuklarla konuşuyordu. Bana kötü davrananları azarlayarak, “Bir daha yapmayacaksınız,” diyordu. Ben de diğer çocukların korkusu geçene kadar güvenle gidip oynuyordum, sonra dizlerimdeki yaralar daha iyileşmeden bir diğeri açılıyordu çünkü onlar bir iki gün sonra eski tavırlarını tekrar takınınca peşlerinden koşmaya başlıyordum. Düşüyordum. Kalkıyordum. Tekrar düşüyordum.
Sokakta düşüp kalktıkça, daha büyük çocuklar beni itekleyip oyunlarına almadıkça üzülüp hırslanıyor; bir an önce büyümek istiyordum ki kimse beni küçük ve aciz göremesin.
Yine oyuna katılmayıp kenara itildiğim bir gün ağlayarak eve koşmuştum. Salonda kitap okuyan babam görmesin diye de koşarak üst kattaki odama çıkıp pencerenin kenarındaki yerime yerleşmiştim. Dışarıda çocuklar ufacık kalbimi paramparça etmelerine hiç aldırmadan oyunlarını oynamaya devam ediyorlardı.
Şimdi anlıyorum, o gün o küçük yaşta, yaşımdan büyük ruhumla ilk arayış sorumu sormuştum kendime: İnsanlar nasıl oluyor da bir başkasını üzüp mutlu olabiliyorlar?
Babamın iki kez tıklattığı kapı gıcırdayarak açılmıştı. Zarif babam kapıyı çalıp izin istemeden odama girmezdi, o gün de böyle yaptıktan sonra gözleriyle izin alarak yanıma gelip pencerenin kenarındaki yerini aldı.
“Sokaktan neden bu kadar çabuk döndün Elif’im?”
Hiç unutmuyorum, babam üzülmesin diye, “Oynamaktan yoruldum da dinlenmek istedim,” dememi. Bir yandan da yalanımdan utanarak içimden, “Allah’ım özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!” diye tekrarlamıştım birkaç kez.
Babam anlamıştı tabii olanları ama benim o an bu konuyu konuşmak istemediğimi bildiğinden ve daha fazla üzülmemem için sesini çıkarmamış, inanmış gibi yapmıştı cevabıma. Pencere kenarına karşılıklı oturmuştuk. İkimiz de birbirimize rol yapıyor, ikimiz de hem hâlimizi anlıyor hem de yaralarımızı ortaya saçmıyorduk. Anlayışı bol nazik babam hem beni üzmemeye gayret ediyor hem de içimden geçenleri okuyordu. Sanki Yaradan, sorularıma cevap versin diye ihtiyacım olan zamanlarda babamı hızır gibi yetiştiriyordu.
Nitekim o gün de tek tük ak düşmüş saçlarını düşünür gibi kaşıyıp başını duvara yaslamış, o sakinleştiren kadife sesiyle, sessizliği düğüne çeviren konuşmasına başlamıştı.
“Ben çocukken çok çelimsizdim biliyor musun? Bacaklarım incecikti, pek iyi koşamaz, ağır işler yapamazdım. Hem de senin gibi sokağın ve ailenin en küçük çocuğu olduğumdan itilip kakılırdım. Sürekli, ‘Sen zayıfsın, kenara çık,’ derlerdi. Mütemadiyen dalga geçerlerdi. Yani pek de hoş bir çocukluk dönemi geçirdiğim söylenemez.”
Gözlerim büyümüş, babama kulak kesilmişken, “Demek ki kaderim babama benzemiş,” diye sevinmiştim. Sonucu ne olursa olsun, bir şekilde babamla aynı şeyleri yaşamak beni mutlu etmişti.
O sırada gülümseyerek muhabbetine devam eden babacığım şöyle diyordu:
“Daha önce de bahsetmiştim, deden evlatlarına karşı sevgisini gösteren bir baba değildi, onun tarafından pek sevgi görmedim. Komşu çocuklarının anneleri çocuklarının yaptıklarıyla başarılarını anlatıp övünürken büyükannen bir kez bile benimle gurur duymadı. Bu durum beni öyle çok üzüyordu ki, ben de kendi kendime hep bir an önce büyüyüp abimi ablamı geçeceğime, çok başarılı olup annemin benimle gurur duyması için çalışacağıma yemin etmiştim. Güçlü olmak ve herkesin takdirini kazanmak istiyordum.”
“Oldu mu peki babacığım, başardın mı bunu?” diye heyecanla sormuş, ondan gelecek “evet” cevabını duyup umutlanmak istemiştim.
“Hayır kızım, başaramadım çünkü vazgeçtim. Büyüdükçe anladım ki, o zamanlar bana göre küçük görülmemin bir sebebi vardı. O zamanlar saf çocuk kalbime kibir ve gurur tohumlarının ekilmesine izin verilmiyordu. Ben de bunu bilmeden üzülüyordum ama bu üzüntü, güçlenmesi gereken kişilik toprağımın ihtiyacı olan yağmurun yağmasını sağlıyordu. Hiçbir şeyi doğru düzgün yapamamanın arkasındaki ‘Haddini bil!’ sesi, annemin beni övmeyişi, hepsinin bir sebebi vardı; günahsız bir çocuğun kalbine üstünlük ve gurur tohumları değil, alçakgönüllülük fidanı yerleşsin. Bu dünyada üstünlük taslayacağı hiçbir şeyi olmayan bir insan olsun.”
Bu ders değildi, bu, korumaktı. Kendini kendinle vuracağın vakit görünmeyen bir elin seni yolundan uzaklaştıracak duyguları kalbinden söküp atmasıydı.
Devam etti babam.
“Bazen böyle olur, Allah içimizdeki kötü duyguların büyüyüp benliğimize hizmet etmemesi için umduklarımızı buldurmaz çünkü O’nun için üstünlük ancak takva iledir. O, kıyafetlerin uyumuna, paramızın çokluğuna, güzelliğe, kültüre, sosyal çevremize, gücümüze bakmaz. Kim bana daha yakın olmaya çalışıyor diye gözetler…”
* * *
Buğulanan gözlerimi silerken küçük kız hâlâ Kısmet’le oynuyor. Ona tüm bunları anlatmak istesem de tutuyorum kendimi. Yanına yaklaşıp dizlerimin üstüne çöküyorum ve küçük ellerini tutup avuçlarından öperken koca gözlerinde gördüğüm küçük Elif’e göz kırpıyorum.
Kulağına yaklaşıp, “Sana özel bir şey söyleyeceğim,” diyorum. Şaşkın bir ifadeyle açıyor koca gözlerini.
“Ben bir yolculuktayım, geldiğim yerin çok büyük bir sultanı var. O ne derse o yapılır, ol deyince istediği her şey olur,” diyorum.
“Gerçekten mi?” diye soruyor heyecanla.
“Evet, gerçekten. Bana dedi ki, yolculuğunda ufak bir kızla karşılaşacaksın, ona selamımı söyle. O benim için çok değerlidir. Kanayan dizlerinden öp ve ona de ki, ileride çok güzel bir park var, parktaki en büyük ağacın altında ona bir hediye bıraktım, bu hediye onun zarif kalbi için.”
Heyecandan yanakları kızarıyor, biraz daha yaklaşsam ufacık kalbinin atışını duyacak gibiyim.
“Gerçekten mi?” Titreyen sesiyle hâlâ söylediklerime inanamıyor. “Başka bir çocuk olmasın? O ben miyim?”
“Hayır, sensin. Bu sokağın en küçük kızı sen değil misin?”
“Evet!” diyor heyecanla.
“O zaman annenden izin aldıktan sonra parka gidip hediyeni al, olur mu?”
Yüzünde güller açıyor bile, hemen kabul ediyor ve, “Anneee!” diye bağırarak evine doğru koşuyor.
Onun gidişini izlerken birden silkelenip, ondan önce varıp hediyesini bırakmak için acele etmem gerektiği aklıma gelince Kısmet’i kucakladığım gibi parka koşuyorum.

2. Durak

Yol ikiye ayrılır; ya idrak eder kabulleniriz ya da isyan eder savruluruz

Niyet
Gidiyordum ama ne için yürüdüğümün bilincinde değildim. Bakıyordum ama görmediğim için kör bir bakışın ötesine geçemiyordum. Hareketlerim manadan yoksun olduğu için sonuçta yaptığım işler mekanikti.
Hiçbir işimin düzgün gitmediği zamanlar nedenler arayıp durdum. Neden olmuyordu? Neden yaptığım işler içime sinmiyordu? Dışarıdan bakınca her şey yolundaydı, o zaman bu bendeki iç huzursuzluğunun sebebi neydi?
İşte bu zamanlar, sıkıntılar beni sonucu keşif dolu bir arayışa itecekti. Başlangıcı sıkıntılı, sonucu huzur dolu arayışım, “her işte bir hayır vardır” sözünün sağlaması gibiydi.
Hiçbir şey bilmeden gayriihtiyari yapmaya başladığım ilk şey dua etmek oldu.
“Allah’ım, beni kâinatı Senin anlamamı istediğin şekilde görebilecek bir anlayışa erdir.”
Her sabah gözlerimi açar açmaz içimden geçirdiğim ilk şey buydu, ki o zaman cevabı zaten bulduğumun farkında değildim. Yaptığım şey “niyet etmek”ti, dualarım zamanla niyet etmeye evrildi. Bir süre sonra artık her uyandığımda, “Allah’ım, bugün kâinatı arzuladığın gibi görmeyi istiyorum,” diye niyetlendim. Öyle ki, gün içinde birçok kez her davranışımdan önce bu şekilde Yaradan’la konuşuyor, kendimi ve yapmak istediklerimi O’na bildiriyordum. Sonraki süreçler puzzle’ın parçalarının yerine oturup resmin tamamlanması gibiydi; bu zamana kadar ipucu olarak gönderilen tüm parçalar kalp gözümde can bulmuştu.
Öyle ya, eylemi anlamlı kılan, yapılan işlere ruh veren niyet etmekti. Eylemlerim ne kadar doğru olsa da nihayetinde eksikti çünkü amacımı Yaradan’a bildirmiyor, böylece O’nun hikmetinden nasiplenemiyordum. Karıncanın ayak sesinden haberi olan Allah içimizdekilerin hepsini zaten biliyordu, muhakkak niyetimizi bilmeye de ihtiyacı yoktu ama bizim O’nun huzurunda kendimizi ifade etmeye ihtiyacımız vardı. O’nunla konuşup davranışlarımıza bir anlam yüklemeye, O’nun rahmetinden faydalanmaya ihtiyacı olan bizlerdik. Toprağa rastgele atılmış bir tohumla, büyüyüp tatlı meyveler versin ve dalları kuvvetli ve yemyeşil olsun diye niyet edilip, özenle ekilip sulanan tohum aynı olur muydu hiç? Aynı meyveyi verseler dahi güzel niyetle ekilmiş tohumun meyvesi yendiği vakit vücutta etkisi farklı iyilikte olacaktır çünkü niyet tüm hücrelere bir anlam yüklemiş ve gelişigüzel değil, kendilerinden haberdar olmalarını sağlamıştır.
“Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” O günlerimi, karamsarlıktan çıkış yolumu düşünürken aklıma gelen bu hadis tüylerimi diken diken ediyor. Bu kutlu sözler bana, sen bir hayrı yapmayı gönlünden geçir, ola ki bir engel çıktı yapamadın, olsun, kalbini temiz tutarak istemen daha hayırlıdır, çünkü Allah kullarına amelden ziyade içteki niyete göre rahmet eder demek istiyordu. Nasıl müjdeli bir haberdi bu! “Sen yeter ki safi amaçla iyi bir iş yapmayı düşün, bana haber ver, izin iste; sonra o güzel niyetini olmuş bil,” diyerek sevindiriyordu Yaradan bizi.
İşte böyle dostlar, cevap bulmaya niyetlenince Yaradan yanıtları türlü vesilelerle gönderiyor. O gün bugündür niyet etmenin sırrını öğrendikten sonra sevmeye niyet eder oldum, değil mi ki her güzel işin başı sevgi. Benim de eksiğim, kana kana içmek istediğim suydu aşk…
Sevda yolu, âşığın kalbine hicret etmek… Ben de bu yolculukta niyet ettim Sevgili yolunda Yaradan’ın huzuruna varmaya.
Bilirim bu yol çetindir. Yorulacağım, ağlayacağım, yaralanacağım, lakin bir gün O’na varacağım.
Kalan ömrümün tüm durakları O’nda beklesin, sokaklarım gözlerinde bitsin, duruşlarım kucağında konaklasın.
Kaybedecek vakit yok! Çünkü hiçbir yol yoktur ki sonu olmasın.

Pencere
Her ruhun dünya yolculuğunda ulaştığı bir nirvanası vardır. Nirvanaya ulaşabilmek için ömür yolculuğunda çeşitli duraklar var, bu duraklara ben “manevi kurtuluş durağı” diyorum. Duraklar bir kayıp, bir düşünüş, bir mucize, hastalık ya da dünya sınavı olarak çıkıveriyor karşımıza. Bu durumlarla karşılaştığımız o durakta soluklanarak gönderilmek istenen mesajı sakince karşılayıp adabınca okuyabilirsek, içerdiği güzelliği bulabilirsek, o durak, yani o çetin sınav böylece “manevi bir kurtuluş” olup, ruhun rahatlayıp huzur bulmasına dönüşüyor.
Benim yolculuğumun “manevi kurtuluş durağı” bir pencere kenarında başladı; kâinatı izlediğim, düşünüp kitap okuduğum, yazdığım, dertlendiğim cilası atmış eski tahta bir pencere kenarı tüm bu yazdıklarımın nirvanası oldu.
Pencerem artık çok yaşlanmıştı, boyası dökük ve kulpu kırıktı. Kışın soğuk soğuk estirirdi üzerime ama alınmazdım onun bu serseri hâllerine. Diğer pencerelerden farklı gösterirdi sanki dışarıyı. O kadar yer gezmiş, birçok pencereden bakmış da değildim ama bu eski hâliyle farklı bir görüş açısı sunuyordu pencerem. Bazen, “Boş ver, görme,” der gibi puslanırdı, ben silerdim. Arkamdan tekrar buğulanır, hüzünlenip damlacıklar akıtır, bazen, “Kalk, sabah oldu, bugün çok güzel bir gün,” der gibi güneşi gözüme yansıtırdı.
Bir öğlen vaktiydi, yatağıma uzanmış, Kısmet’le birlikte okuyorduk. O gün eski pencerem dışarı bakmamı ister gibi kurtların yediği tahtalarının arasındaki paslı menteşelerini usulca gıcırdatıp açıldı. Elimdeki kitabı yatağın üstüne bırakarak ayağa kalktım. Pencere mıknatıs gibi kendine çekiyordu beni. Sardunyaların arasından başımı usulca dışarı uzattım, dışarıdan bakınca parmaklıkların arasında dururken kabuğundan çıkan bir kaplumbağaya benzediğime emindim. Eski dostum pencere o gün öyle bir şey gösterdi ki bana, onu gördüğüm an kozasının içinde yaşayan tırtılın can atışı gibi bir kelebek olmaya niyetlendim, hem de zemheride…
Sokaktaki adama göz kırpıyordu pencerem. Hani filmlerde bir tek görülmesi istenen şey netleşir, diğer her yer buğulanır ya, işte ben de o an bir tek o adamı görüyordum. Ağaçların sallanışı, bulutların hareketi, çocukların gülüşmeleri, sokaktan geçen helvacının sesi, hepsi birer buğu, çok uzaklardan gelen cılız bir ses olmuştu. Farkında olduğum tek şey, yüzüne taktığı tebessümü daha önce hiç görmediğim kadar güzel bir adam ve kalbimin bir durup bir atan gümbürtüsüydü. O sokaktan ayrıldıktan ne kadar sonra toparlanıp kendimi yatağa atabildim, zaman geçti mi, yoksa hâlâ aynı yerde miydi, saat kaçtı bilmiyordum. Annemin yemek çağrısını kaç kez geri çevirdim, kaç vakit okundu ezan duymamıştım. Bu hülyalı saatler geçtikten sonra her gün onu tekrar görebilmek için pencere kenarında, uçmaya yabancı kanatlarımla saatlerce gelmesini bekledim.
Her cuma sokağımızdan geçer olmuştu. Ağır adımlarla yürürken takkesini başından çıkarıp cebine koymasından cuma namazından çıkmış olduğu belliydi. Sokakta oynayan çocukları sevip oğlanlarla kısa bir maç yapar, biraz sonra da diğer cebinden şekerler çıkarıp dağıtır, Aliye Teyze’nin kapısına oturup çocuklarla birlikte yerdi. Sakallarının arasından belli belirsiz gülüşünü görürdüm, çocuklara ne anlatıyorsa, o kadar eğlenirlerdi ki, orada olmayı isterdim. O çocuklardan biri olup anlattığı hikâyeyi dinleyebilmek…
Heybetiyle yürüdüğü yerleri sarsan, lakin sanki bir o kadar da ürkek bir adam… Uzun boylu, lakin sanki taşıdığı yüklerin altında giderek ezilen bir adam… Yeşil gözlü, lakin sanki karalara bakan bir adamdı o.
Tüm gün onu tasavvur ediyordum, tüm hafta cuma saatinin gelmesini beklemekle geçiyordu. Koşarak pencereye gidiyor, sardunyaların arasına saklanarak onu izliyordum. Onu izlemek, o çok sevdiğin filmin son dakikaları kadar heyecan vericiydi. Bu şekilde her cuma pencerede bekledim onu ve o her cuma geldi. Kumaş pantolon ve beyaz gömlek giyerdi, çocukları sevindirmediği tek bir gün olmadı. Onlar hep güldüler, ben hep izledim.
“Acaba ne anlatıyor çocuklara?” diye düşünürken hayaller kurdum, her akşam sohbet ettim şeker dağıtan adamla. Bazen Leyla ile Mecnun’dan konuştuk, bazen de dünyanın bir ucuna gittik. Kendi kendime onun anlattığı gibi hikâyeler anlattım, onlar gibi gülmeye çalıştım; olmadı, bir türlü beceremedim onsuzken onunlaymış gibi gülümsemeyi. Kalbimde açan sevda çiçeklerine o kadar cahildim ki, onunla birlikte gülmek için onların arasında olmalıyım sandım. Gelecek cuma pencereyi açmaya karar vererek ayrıldım şeker dağıtan adamdan.
Cuma gelmişti, heyecandan titriyordum. Birazdan gelirdi. En sevdiğim mavi çiçekli elbisemi giydim, kolyemi elbisenin üstüne çıkardım. Bir de büyükannem gibi kokan lavanta kolonyasından süründüm. Bu hâlimden hem utanıyor hem de hislerime yenik düşüyordum. Gri hayatımda epeydir heyecan, aşk duygularından uzak, güvenli limanımda demirliydi gemilerim; ne ki babamın dediği üzere, “gemiler limanda güvendedir, lakin limanlar için yapılmamıştırlar”. İçimdeki gemiler de fırtınanın çıkacağını bilse de denize açılmaya can atıyordu.
Parmaklarımın ucunda sekerken tahtalar çıplak ayaklarımın ağırlığıyla incinerek ahladı, ama aldırmadım. Koşar adım yürüdüm. Pencerenin önünde öylece kalakaldım. Tülü hafifçe araladım ama kendimi belli etmedim, gelmesini bekledim.
Geldi…
Geceden siyah dalgalı saçlarını sağ eliyle geri itti, sonra beyaz gömleğinin kapalı olan en üstteki düğmesini açtı. Pantolonunun cebinden sarkan kravatı, kolunda taşıdığı ceketiyle çocuklara doğru yürümeye başladı. Çocuklar onu görünce koşarak sarıldılar. Biri bacağına sarıldı, kimi sakalını sevdi, bazı kız çocukları ona çiçek verdi. Kız çocuklarının ona olan sevgisi erkek çocuklarınkinden farklıydı. Gözlerindeki hayranlığı buradan anlayabiliyordum çünkü ben de pek farklı değildim, onu bu eski penceremden seyrederken her hareketine hayran kalıyordum.
Şeker dağıtan adam çocuklarla hasret giderdikten sonra pantolonunun kırışan ütüsünü umursamadan kaldırıma oturdu. Sokağın haylaz çocuğu Mustafa bile top oynamayı bırakıp onun yanına geldi. Tüm çocuklar tam kadro hazırdı. Onun bu hâli bana babamı hatırlatıyordu. O, sokağın ufaklığı Melek’in gözlerine şefkatle bakarken babamın gözlerimin içine bakıp, “Sen benim meleğimsin,” dediği günlerin misk kokusu yakıyordu genzimi. Acıdan dolan gözlerimi ovuştururken bugünkü hikâyesini anlatmaya başlamıştı bile. Dudakları kâh heyecanla gülümsüyor kâh üzüntüyle büzülüyor, elleriyle gökyüzünü işaret ediyor, boşluğa şekiller çiziyordu. Çocuklar ise ağzı açık onun sanki gerçekmiş gibi anlattığı masalı pürdikkat dinliyorlardı. Karşımda olan biteni tiyatro sahnesinden bir kesit gibi benden başka seyreden var mıydı bilmem. Sanki tüm dünya ona bakıyordu. İçimi bir ürperti sarıyordu. Ya onu benim gibi gören biri varsa?
Şeker dağıtan adam heyecanla anlatırken hikâyesini, bir gün o hikâyelerin birinde ben olabilir miyim diye düşünmekten alamıyordum kendimi. Acaba cümlelerine ismim müdahil olabilir miydi? Gülüşünün nedeni olabilir miydim günün birinde?
İçime cevabını veremediğim sorular doluyordu. Nasıl oluyordu da pencerenin arkasından gördüğüm bu adam gönlüme dokunabiliyordu? Üstün güçleri mi vardı? Neden uzun, ince elleri çocukların başını okşarken başım omzuna yaslanmak istiyordu? Kalbim kopacak gibi yerinden oynuyor, yosun gözleri etrafa bakarken beni görür diye endişeleniyordum.
Korkuyordum. Pencerenin arkasından yolunu gözlediğim, dudaklarını okuduğum, sakallarını sevdiğim, hikâyelerine gizli gizli kendimi koyduğum adam beni görür diye saklanıyordum perdenin arkasında. Görmeden, konuşmadan, dokunmadan hayatıma girip cuma günlerimi bayrama çeviren bu adam eğer gözlerime dokunursa yüreğimi bayrama çevirecek de ben de ömrümü ömrüne kurban edeceğim diye korkuyordum.
Kısmet kaç zamandır bu hâlimden hoşnut değildi. Sıkıntılı sıkıntılı mırlıyor, onu izlediğim zamanlar odadan çıkıp alt kata annemin yanına iniyor, sanki beni şikâyet eder gibi tıslıyordu. Bendeki bu mecnun hâli tek fark eden kişiydi Kısmet.
Pencereden ona bakıyordum; bakmadan duramıyor, gözlerimi alamıyordum; ne de güzel konuşuyordu. Belli belirsiz bir gamze vardı sakallarının arasında, bir gözüküp bir kayboluyordu. O çukurun içine hapsolsaydım, orada yaşayıp oraya gömülseydim, hiç ses etmeyip amenna derdim her gülüşüne.
Birazdan gidecekti, vedalaşıyordu çocuklarla. Az zamanım vardı. Ya şimdi çıkacaktım gizlendiğim yerden ya da kırılan cesaretimle onun tekrar gelmesini bekleyecektim. Babam, “Bir işi yapmaya bir kez tereddüt edersen bir dahaki sefere gereken cesareti gösteremezsin,” derdi. Derin bir nefes alıp pencerenin koluna sımsıkı sarıldım. Pencerenin zavallı kolunun ölümü elimden olacaktı.
Var gücümle kendime çektiğim pencere sarsılarak, gıcırdayarak, yıllardır açılmıyormuş gibi dışarı doğru açıldı. Pencerenin evin taş duvarına vuran tık sesiyle kafasını kaldırıp koca gözleriyle gözlerime baktı.
Ne bakması?
Vurdu…
Göz bebeğimden girdi nazarı, yüreğimden çıktı.
Tüm hücrelerim ayaklandı, ruhum çıkacak oldu parmak uçlarımdan. Ayaklarım uyuştu, düşeyazdım. Kaskatı kesilen bedenim olduğu yere mıhlanmış, gözlerinden başka yere gidemiyordu bakışlarım; öyle ki, o andan bir nefes gitmek Bağdat kadar uzaktı.
Bu hâl nasıl olmuştu da aniden böylesine tesir etmişti bana? Aşk şarabından içmeden sarhoş olmuştum. Yıllardır benliğimi saran boşluk o baktıkça doluyordu sanki.
Elim göğsümdeki kolyemi sımsıkı sararken ondan başka tutunacak kimsem yoktu. Gözyaşlarım biriktikçe görmemeye başladım. Etraf buğulanmıştı, usulca kalkıp gözlerini gözlerime mühürlemiş vaziyette birkaç adım attı. O yaklaştıkça dalgalanan gözlerinde taşıdığı hüznü gördüm. O gülümsemelerin arkasında koca bedeninde sakladığı ufak çocuğun gözleri yaşlarla doluydu, belki de o yüzdendi çocukları mutlu etme çabası.
Zaman ağır çekimde ilerliyordu. Yönünü bana çevirmesiyle etrafımdaki dünya anlamını yitirmişti. Filmlerde görmüştüm bu sahneleri, bir gün hayatımın hiç unutamayacağım bir kesiti olacağını bilemezdim.
Bana doğru ilerledikçe çıplak ayaklarımdan yüreğime yürüyen yangının acısıyla sıkı sıkı tutunduğum kolyem birden ellerimden kayıp penceremin altında duran adamın önüne düştü. Kolyem, sahip olduğum tek değerli dünyalıktı. Büyükannemden yadigâr, gül rengi kolyenin üstüne kahverengi bir taş oturtulmuştu, kenarları dantel gibi işliydi. Eski kokardı ve taşın üstünde siyah boyayla çizilmiş bir harf vardı. Elif…
Doğduğumda büyükannem bu kolyeyi boynuma takmış, “Bu kızın adı Elif. Yaşadığı sürece bu kolyedeki elif gibi dik duracak, bir tek Allah’ın önünde vav gibi eğilecek. Niyetimi kabul et Allah’ım,” demiş.
Adım Elif olmuş, kendimi bildim bileli boynumda taşıdığım ismim gibi dik durmuşum ben de. O yüzden annem, “Bu kızın her lafa bir cevabı var, değişik bu kız; hiç arkadaşı yok, dik başlı,” der dururdu. Oysa hiç anlamadı ismimi yaşadığımı.
Ve ben Elif…
Düşürdüm ellerimden tek kıymetlimi onun ayaklarına.
Olmadı büyükanneciğim, sözünü tutamadım, eğildim bu adamın karşısında. Hissettin de sen mi aldın ellerimden emanetini?
Yavaşça eğildi, kolyeyi yerden alıp avucuna yerleştirdi. Kalkarken saçlarını geriye itti. Yosun gözlerini bana doğrulturken boğazından aşağı derin bir nefes gönderdi. Öptü. Kolyemi öptü. Elife değdi dudakları. Az önce avuçlarımda olan, onun dudaklarına değdi. Gitmeden önce yaptı yapacağını da avuçlarımdan öptü adeta. Kanadı kırık bir kuşu tutar gibi nazikçe avucuyla sardı kolyemi. Her hareketi ayrı meseleydi, yazdıkça yazası gelirdi insanın. Son bir kez daha baktı ve yaktı.
Ve ona, “Allah’a emanet ol,” bile diyemeden gitti, gölgesinin bacağına yapışmasını umursamadı, zarifçe attı adımlarını. Uzaklaştı ve kayboldu.
O kısacık ânın ardında kalan hüzünle yedi çileli gün geçti.
Cuma oldu; sokakta çocuklar heyecanla toplandı, ben de penceremde saklandım, bekledik. Gelmedi. Belki de bir işi çıkmıştı.
Sonraki cuma hepimiz yerlerimizi aldık, bayram sabahını bekleyen çocuklar gibi bekledik. Gelmedi.
Sonraki haftalar çocuklar beklemeyi bırakıp oyunlarına devam ettiler. Ben bekledim… Kolyemle birlikte geleceği, bana hikâyeler anlatacağı, gamzesinde uyuyacağım, sakalını seveceğim, “Bugün çayı sen demle, ben hikâye anlatayım,” diyeceğim günleri bekledim. Gelmedi.
Başlamadan biten, tadı damağımda kalan, yutamadığım bir yudum nefes oldu boğazımda.
Gelmediği her cuma kendimi suçladım. Açmamalıydım o pencereyi, gözlerine hiç bakmamalıydım. Ne hakkım vardı çocukları onsuz bırakmaya, hikâyelerini dilinden almaya? Ne hakkım vardı bu sokak her cuma onu beklerken onu rahatsız edip buralardan sürgün etmeye?
Bir yandan kendimi suçluyor, bir yandan da büyükannemin söylediklerini hatırlıyordum; “Gönül meselesi insanı ateşe atar da fark ettirmez.” Ne kadar haklıymış. Bir adam gönlüme değdi diye mahrum ettim bunca güzelliği ondan. Yetmedi, eğildim karşısında, elifliğimi, elifimi verdim.
O gittikten sonra kendimi sorgulamadığım tek bir günüm olmadı. Acısı bile güzeldi, bana unuttuğum bir şeyi geri vermişti. O, kolyemle birlikte götürdüğü umutlarımın açtığı boşluğu dolduracak bir hissi geri vermişti bana. Söz konusu boşluk yıllarca kendimi kapattığım odada yeşeren özgürlüktü, küçük penceremden anlayamadığım kâinatı bilme hevesiydi.
Çantamı topladım. Ben ki bir adam için böyle eğilmiştim, vakit yolculuk vaktiydi. Demek ki bir yeri boş bırakmıştım, vakit onu bulma vaktiydi. Demek ki görmüştüm ama bakmamıştım, vakit bakma vaktiydi.
Benliğimi bulmadan dönemezdim bu yoldan.
Vakit, elif gibi dik durma vaktiydi.

3. Durak

Kalbini neye doğrultursan ya onu bulursun ya da onun sınavını olursun
Yüreğine bak, içinde saklanmış olan neyse, er ya da geç karşılaşacağın da odur

Şimdi
Elimizde yaşayabilecek sınırlı zaman var; otuz, elli, seksen ya da yüz sene. Bu zamanın ne kadarını kendimiz, ne kadarını başkaları için yaşadık; kaç senemizi kendimizi kanıtlamak için heba ettik, ne kadarını “El âlem ne der?” diyerek geçirdik, düşününce, insan heba olan zamana üzülüyor değil mi dostlar?
Bugünün telaşı yarına, dünün endişesi bugüne taşınıp şimdilerimiz arada kaynıyor. Kendimizi bir kenara koyup geçirdiğimiz zamanlar ömürden akıp gidiyor.
Şimdi de olmak, yani ânda kalmak insanın sahip olduğu en güçlü yanı. Müzik dinlerken enstrümanların büyüsüne kapılabilmek, yemek yerken sakince ve aheste lezzet duymaya bakmak, şu an yanımızda olan ve sahip olduklarımızla mutlu olabilmek güçlü bir silah gibi…
Müdahale edemeyeceğimiz geçmişi, asla elimizde olmayan geleceği sürekli düşünmek, o zamanlar için planlar yapmak, geçmişte olanların etkisiyle bugüne yön vermek, kaygı ve korkuyla yaşamak insana öyle büyük zararlar veriyor ki, en başında da vesvese geliyor.
“Dün başına kötü bir iş gelmişti. Aman ha sakın unutma yarınını ona göre planla, bir daha aynı hatayı yapmamak için temkinli ol, uğraş, plan yap,” diyor bu vesvese sesi. İçimizden geçen düşünceler aşağı yukarı bu şekilde, lakin geçmiş çoktan bir hikâye, gelecek ise hayal oldu. Dünya hayatında sahip olduğumuz tek şey “bu ân”.
Ânı fark edip o ânda olması gerektiği gibi yaşamaya başladıkça tüm sistem elektriklenip harekete geçiyor, hücreler kendilerinin farkına varıyor. İçinde bulunduğumuz şimdinin en özel, tek ve en değerli ân olduğunun farkına varınca o artık sıradan olmaktan çıkıyor, en basit bir eylem bile anlam ve değer kazanıyor.
Hayatımın yeni döneminde bana bu bilinci kazanmamda yardımcı olan Şimdinin Gücü kitabında şöyle diyordu;
Hiçbir şey geçmişte vuku bulmamıştır, o şimdide vuku bulmuştur.
Hiçbir şey gelecekte vuku bulmamıştır, o şimdide vuku bulacaktır.
Zaman bir sihir dostlar, Yaradan bize bunu ayeti kerimede şu şekilde açıklıyor:

“Allah, ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. ‘Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık; işte, saymakla görevli olanlara sor,’ derler. Allah buyurur: ‘Pek kısa bir süre kaldınız; keşke bunu (dünyada iken) bilmiş olsaydınız!’ ”
    Mümin, 112-114
Bu ayet, dünyadaki zaman kavramının bizim zihnimizde oluşan bir tasavvurdan ibaret olduğunu söyler. Gerçek dünyaya geçtiğimizde zaman algısı da değişmiş oluyor; öyleyse önünde sonunda tek gerçek şimdiyken o zaman neden bekliyoruz ki?
Şimdi, elimizdeki en güzel ân…
Şimdi, sonsuz…
Şimdiler hiç bitmeyecek.
Yarın ne yemek yapalım, tatilde nereye gidelim diye bir sene sonrasına plan yapmayı bırak! Annemi yarın ararım deme! Sevdiğimin gönlünü yarın alırım diye düşünme! Dün elimizden kayıp gitti, yarınlar ise bizim değil!
Şimdi sev dost! Elinde başka zaman yok. O telefonu bir kere de uzaktaki akrabanın hâlini sormak için şimdi kullan! Vermek için çok olmasını bekleme bir ekmeğin, varsa böl ortadan, şimdi ver!
Mutlu olmak için bir şey olmasını bekleme! Havada uçan kuşu görebildiğin için gözlerine, sevenin varsa varlığına, sağlamsan sağlığına şimdi mutlu ol! Ve bekleme doğru insanı mutlu etmek için, seçmeden, ayırt etmeden mutlu et ki ışıldayasın, güneşin herkesin üstüne doğması gibi aydınlat etrafını!
Gönlünden gönlüne bir yol çiz! Gitmek için bekleme, valizini toplama; şiirlerin eksik, cümlelerin yarım kalsın! Bırak üstün başın dağınık olsun, oyalanma! Şimdi çık yolculuğuna! Ne zaman varacağını düşünme!
Unutma, mutluluk yolun sonuna varmak değil, yolda olmaktır.

Gitmek
Ayın şavkı vururken suyun üstüne, Kısmet’le belediye bankına kuruluyoruz. Denizin üstündeki gemileri izliyoruz, tüm yüklerine rağmen batmadan yüzen koca demir yığınlarından başka bir şey değiller, çünkü insan değil, yük taşıyorlar.
Gel gör ki benim derin düşüncelere dalmama yetiyorlar.
Düşünüyorum.
İnsan ruhunun değdiği her şeye duygu bulaşır çünkü Allah bize kendi ruhundan üfledi. Ondan bir parça sevgi bulaştı yüreğimize; biraz cesaret, merhamet ve güven bulaştı. Öyle güçlüydü ki bu duygu, soğuk bir metal parçasına bile türlü türlü anlamlar yükledi. Ona kendinden bir sıcaklık yükleyip sarıldı. Sonra ona tutunup gitti.
Gitmeler hep acı verdi. Biz kendimize acı çektirmeyi istediğimiz için gittik. Gitmek ve acı sarmaş dolaş oldular. Oysa gitmek her zaman acı değildi; varmak için gidince insan, yolda olduğu her âna şükrediyordu. Önüne çıkan tüm acılara eyvallah deyip sinesine basıyordu.
Peki gelmeden gitmek de neydi? Hangi acı ona gelmeden gitmeyi öğretmişti? Sanırım bir parçam onunla gittiği için kalbimin bir tarafı onda kalmış gibi düşünüp duruyordum gözlerindeki o buğulu hüznü. Ve gidişini… Gitmesi bu kadar acıtmazdı içimi, bir kez sesini duysaydım, tüm sesleri onunkine benzetirdim; bir kez de bana anlatsaydı hikâyelerini, ben tüm cümlelerimi ona kurar, hikâyelerinde kendime bir rol bulurdum. Bir kez adımı söylese, mıhlardım kulaklarıma da rüzgârın fısıltısında, kuşların cıvıltısında, çocukların sesinde onun ismimi söyleyişini duyar, avunurdum.
Bir kez gelse bir ömür yeterdi de gelmeden gitmesi yüreğime oturdu.

Emanet
Sana artık saklamak istemediğim, içimden öylece katıksız gelenleri emanet ediyorum ey dost!
Senin olarak değil, benim emanetim olarak gör, öyle anla… Bir kahvenin yanında süs değil, bir demlik çayın yanında yoldaş olsun.
Emanetlerin en güzeliyle şereflendirildik, can yüküyle yüklenip mana doldurulduk. Mevlana’nın dediği gibi, insan sadece et ve kemikti; ne zaman ki düşündü, o zaman hayat buldu.
Biri bir eşya verse, “Ben gelene kadar sana emanet, gelince senden alacağım,” dese gözümüz gibi bakar, dokunmaya çalışana kızar, “O bana emanet,” deyip saklarız. Ucuz ya da pahalı olması fark etmez, zarar görmesin diye kimsenin dokunmayacağı bir yere kaldırırız.
Peki biz?
Hiç düşünmeden sıktığımız canımız?
Sürekli yorduğumuz düşüncelerimiz?
İncittiğimiz duygular?
Kırılan kalbimiz?
Bize emanet değil mi?
Biri kırmak istediği zaman kalbimizi kaldırsak ya yüksek bir yere, boş işler peşinde kıvranan düşüncelerimizin emanet olduğunu bilip boşa harcamasak, hele ki değmeyecek insanlara oyuncak ettiğimiz duygularımızı çekip alsak ellerinden…
Beş kuruşluk eşyaya verdiğimiz değeri bizi bize emanet edene versek daha mutlu olur muyuz ey dost, ne dersin?
O biliyordu bizim kendimize emanet olamayacağımızı, bizi bizden daha iyi tanıdı. O yüzden kendine emanet etmeyi öğretti.
İşte bu yüzden… Allah’a emanet olun dostlar!

Işıklar
Karşı tarafın ışıkları yanıyor. İstanbul göz kırpmaya başlarken bu şehri terk etmenin vakti geliyor.
Nasıl vedalaşılır bilmiyorum, hiç ayrılmadım.
Işıklar göz kırpıyor.
Bulutlar ağlamaklı…
Boğaz sessiz…
Nasıl gideceğimi bilmiyorum, hiç gitmedim.
Işıklar parlıyor.
Bulutlar telaşlı…
Boğaz durgun…
Nasıl ayrılacağımı bilmiyorum, hiç uzaklaşmadım.
Bir otobüse bineceğim birazdan, nereye gittiği önemli olmayan. Belki döneceğim ya da hiç dönmeyeceğim.
Artık hep yolcu olacağım. Kendime varmadan kimsenin yüreğine yerleşmeyeceğim.
Elif gibi dikileceğim yanlış bildiklerimin önünde, bir tek secdede eğileceğim.
Bu yolda yandıkça sevinecek, ışığımla aydınlatacağım karanlıktan korkanları.

Hayırlısı
İyi ki kalem, kâğıt, bir de pencere kenarları var. En güzel pencere kenarında dökülür dertler kâğıda…
Yine bir pencere kenarında başlayan hikâyem onun gidişiyle penceresiz kalsa da şimdi bir otobüsün buğulu camında yazmaya devam ediyorum. Hep bir camın arkasından seslenmek nasibim olmuştu ona. Canımı yaksa da, hayırlısı buymuş demek. Yana yana, “Hayırlısı böyleymiş,” diyorum. Onun gidişi benim yolculuğumun vesilesi olduğu için hayırlıydı, böylece gidişi bile güzelleşti.
Küçükken her yaz köye gider, büyükannemin evinde kalırdık. Tüm senemin en güzel günlerini orada geçirirdim. Bahçedeki ağaçların altındaki sedire oturur sohbet ederdik. Diğer çocuklar oynayıp zıplar, yaramazlık yapardı. Bense sedirde büyükannemle hikâyeler uydurur, onun anlattıklarını dinlerdim. Anlamasam da kulaklarımı dört açar, kalbimi doğrulturdum.
Kucağına uzandığım bir akşamüstü, saçlarımı okşarken büyükannem bir hikâye anlatmaya başlamıştı:

Zamanın birinde gücü ve kudreti dillere destan bir padişah yaşarmış. Padişah avlanmayı çok sever, sık sık avlanırmış. Padişahın aklıselim, “Her şeyin hayırlısı, her şeyde bir hayır vardır,” cümlesini dilinden düşürmeyen bir de veziri varmış. Padişahın başına bir şey gelse vezir hep, “Padişahım üzülmeyin, her şeyde bir hayır vardır,” dermiş. Padişah da vezire bu yüzden bazı zamanlar hiddetlenirmiş.
Bir gün padişah vezirine, “Bugün ava nereye gidelim?” diye sormuş, vezir bir yer tarif etmiş. Oraya gitmişler fakat avlanırken padişah elinden yaralanmış, vezirleri ve askerleri kanayan elini sarmışlar lakin padişah acısının da etkisiyle vezirine, “Senin yüzünden oldu!” diyerek hiddetlenmiş. Vezir yine aynı cevabı vermiş: “Her işte bir hayır vardır padişahım, üzülmeyin.” Bunun üzerine padişah vezire çok kızıp, “Ben elimi yaralıyorum, sen bana ‘Her işte bir hayır vardır,’ diyorsun” deyip onu zindana attırmış. Vezir zindana giderken yine, “Her işte bir hayır vardır,” deyip gitmiş. Padişah yine öfkelenmiş, “Zindana attırıyorum, adam yine aynı şeyi söylüyor!” diyerek kendi kendine söylenmiş.
Padişah yanındaki askerlerle avlanmak için başka bir yer aramaya koyulmuş. İnsan ayağı değmemiş bir yer bulmuşlar, avlanırken oranın yerlileri padişah ve askerlerini kuşatıp esir etmişler. Yerliler her gün bir esiri kendi inançları gereği kurban ediyorlarmış, sıra padişaha gelmiş ama onu serbest bırakmışlar. Yerlilerin inancına göre sakat veya yaralı adamdan kurban olmazmış.
Yaşadıkları kötü tecrübe sonunda zar zor ülkesine varan padişah, vezirine hak vermiş. Hemen sarayına gidip vezirini serbest bıraktırmış, onu huzuruna çağırıp sormuş: “Haydi benim elimin kesilmesini anladık, peki senin zindana girmendeki ‘hayır’ nedir?” Vezir, “Zindana girmeyip sizinle gelseydim, yerliler şimdi diğerleri gibi beni de kurban etmiş olacaklardı,” diye cevaplamış.

Padişahın hâline çokça gülesim gelmişti, büyükannem ve ben birbirimize bakarak gülümsüyorduk. Sıcacık dudaklarıyla başımı öpüp hikâyesini kendi cümleleri ile bitirmişti büyükannem:
“Canın yanıyorsa, yakana bakma!
Mutluysan neden arama!
Üzgünsen sebep sorgulama!
Her şeye bir hayırlısı çek!
O ne güzel sözdür. Tüm olup biteni kendi iradenden daha güçlü olanın ellerine teslim ettiğinin kanıtıdır.
Kişiler ve olanlar sadece vesiledir. Seni üzenleri boşuna takma kafana. Her yaşadığının sana bir kazandırdığı vardır.
Tüm kötü anılara kocaman bir ‘hayırlısı böyleymiş’ çek ve kurtul yüreğindeki yüklerden.
Avuç içi kadar kalbini boyundan büyük yüklerin altında bırakma. Rabbin sana taşıyamayacağın yük yüklemedi.
Dün geçti, yarını bilemem yavrucuğum, lakin bugün her şeyin hayırlısı…”

Mektup
Merhaba şeker dağıtan adam,
Kim bilir hangi sokaktaki çocukları sevindiriyorsun şimdi, hangi hikâyelerle şaşırtıyor, hangi fıkrayla güldürüyorsun…
Sakallarını kestin mi yoksa? İnşallah kesmemişsindir, çünkü sakallarının arasında saklanan gülüşü bulmayı severdim ben.
Hikâyelerinde anlattıklarını tahmin edip kendime bir rol edinmeyi, gamzende yatacak döşek bulmayı, koca gözlerinin yosunlu dalgalarında saklı anlamı keşfetmeyi severdim. Sen bana hiç gelmeden, ben seni bulmak için pencere kenarında sabahlamayı severdim. Fark ettin mi, bu hikâyede hep arayan olmak düştü payıma, sonra da yollara düştüm işte… Giderken emanet ettiğin Leyla ile Mecnun gibi beni de düşürdün yollara.
Seni o kaldırımda bana bakarken hayal ettim. Gülümserken kıpırdayan dudaklarının resmini çizdim, hangi kelime anlatabilirdi ki dudak çizginin gülümserken zarifçe yükselen hâlindeki güzelliğini.
Küçücük bir masaldı bizim hikâyemiz. Sonu yaşanmamış bir şeyi anlatabilir mi insan? Dua ettim Allah’a, kalemime güç ver diye de… Şiirler yazmak istedim bizi anlatan, lakin bizden başka bir adım ilerleyemedim. Seni anlatmaya cümleler yetmezken bizi anlatmak için bulamıyordum tek kelime.
Kazımalıyım kalın kafama biz diye bir şey olmadığını değil mi şeker dağıtan adam? Tüm yaşanmayanlar, bizi yazmayan kalemim, arkana bakmadan gidişin işaretti biz diye bir şey olmadığına. Adını bile bilmezken biz olabilir miydik hiç?
Sahi senin adın ne? İsminle avunmak da mı helal değildi? Bir harfi de mi çok gördün be adam? Adının sonuna bir aitlik eki koyamadan gittin.
Sana haykırışlarım öyle çok ki, çıkmıyor sesim. Bizi bıraktın desem değil, umut verdin desem değil, küstün desem değil… Tüm haykırışlarım bir helallik istemeden gidişine.
Ne hakkın var ki deme sakın; gözlerimin hakkı var kirpiklerini görmeye çalışan, ellerimin hakkı var seni yazmaya çalışan, yüreğimin hakkı var her gelişinde umutlanıp gidişinle yıkılan ve alacağım bir emanet var sende, benden bir parça… Sende benim elifim var.
Peki senin ne hakkın var, tüm sokaklarım gidişine çıkarken bu hikâyeyi bitirmek için çıktığım yolda yazdığım mektubun sahibi olmaya?
Peki sen gitmeyi kimden öğrendin? Öyle ağır, sakin, emin adımlar atmayı nereden öğrendin? Zarifçe eğilip aldığın elifi avuçlarıma değen yerinden öpüp sonra arkana bakmadan kaybolmayı nereden öğrendin?
Sana böyle zarif gitmeyi kim öğretti be adam?

4. Durak

Senden gitmeyi göze alan adamı sessizce uğurla
Ve hayatından çıktığı için şükret
Allah bizi korumak için hayatımızdan gereksiz insanları temizler
Ancak bu şekilde gerçek sevgiye yer açılır

Şeftali Ağacı
Gün ağarırken uykulu gözlerimi yorgunlukla açıyorum. Kısmet kucağımda mırlarken otobüs terminale yanaşıyor. Kapıdan adımımı atar atmaz sabahın keskin soğuğuyla titreyerek hâlâ kucağımda olan Kısmet’e daha sıkı sarılıyorum.
Bu şehir genellikle yağmur kokardı, çünkü topraklar hep ıslaktı; ben de içime çeke çeke kokluyorum henüz Allah’ın yakınlarından gelmiş yağmurun toprakla buluşmasından doğan o misk kokuyu. Tıpkı büyükannem gibi kokuyor onun olduğu bu şehir.
Biraz yürüdükten, birkaç araç değiştirdikten sonra ancak öğle vakti varıyoruz büyükannemin evine. Sarmaşıkların sardığı paslı bahçe kapısını çekinerek itiyorum, gıcırdayarak açılıyor. Hâlinden hoşnut olmadığı belli… Anlaşılan uzun zamandır keyfini bozan kimse olmamış. Düşen yaprakların kapladığı taşlı bahçe yolundan evin olduğu küçük meydana ilerliyorum. Karşımda duran üç katlı taş ev babamdan bana, babasından ona, babasından da dedeme hatıraydı. Hâlâ capcanlı karşımda, sanki üstünden nesiller geçmemiş gibi dimdik ayakta. Kim bilir kaç çocuk koşturdu bu avluda, şu kapı kim bilir kaç kez açılıp kapandı, şu sedirde anneler çocuklarına ne güzel masallar anlatıp da uyuttu kim bilir…
Bahçenin ortasındaki yaşlı eve selam vererek sedire doğru gidiyorum. Yorgunluktan kapanan gözlerim karşıdaki şeftali ağacına ilişiyor. O güzel arkadaş kurumuş, ne meyvesi ne çiçeği ne de yaprakları kalmış. O da bırakmış beni anlaşılan.
Şeftali ağacı ölü gibi cansızdı. Dallarında tek bir yeşil yaprağı kalmamıştı. Çocukken onu aileden biri gibi görür, gövdesine karıncalar dadanınca onları temizlemeye çalışırdım. Bu uğurda kim bilir kaç karıncanın canına kıydım, inşallah haklarını helal ederler. Vallahi bilerek yapmadım, bilseydim müdahale eder miydim hiç doğanın işleyişine, kıyar mıydım hiç ufacık canlarına.
Ne garip değil mi dostlar, bizlerin yolculuğu toprakta son bulurken bitkilerin yolculuğu topraktan ayrıldıklarında bitiyor.
Ne güzel günler geçirmiştik şeftali ağacıyla. Ufak tefek bir ağaçtı, turuncu meyvesi ufak ve tüylü olurdu. Güzelliğini sergilemek için dallarını çiçeklerle donatır, sonra “sana bir sürprizim var” der gibi çiçeklerini küçük turuncu tüylü şeftalilere dönüştürürdü. O şeftalilerin lezzetini bir daha hiçbir şeftalide alamadım. Buradan gittikten sonra da şeftaliyi sevmez oldum zaten.
Çocukluğumdan beri kendi kendime sorular sorar, cevaplar arardım. Büyükannemle konuşamadığım zaman ikinci durağım işte hep bu şeftali ağacı olurdu. Bir gün ona büyükanneme sormaya utandığım bir soru sormaya karar verdim. En çok merak ettiğim, bir an önce tanışmak istediğim o duyguyu, aşkı. Neden onu seçtim bilmiyorum, neden küçücük kalbimle aşkı aradığımı da. Bildiğim tek şey, tüm hücrelerimin küçük bedenimi doldurabilecek bir sevgi arayışında olduğuydu. O zamanlar karşı cinse olan aşkı arıyorum sanırdım, ama saf yüreğim sonsuz bir aşkı aramaktaymış, geç öğrendim.
“Şeftali ağacı, sence aşk nedir?”
Sorum karşısında önce şaşırmış, sonra toparlanıp dallarıyla gövdesini açmıştı. Biraz düşündükten sonra konuşmaya başlamıştı:
“Aşk, küçük bir kız çocuğunun, çok sevdiği ayakkabısı ayağını acıtıp yara yapmasına rağmen onu giymekten vazgeçmemesidir evlat.”
“O zaman aşk, acıtan bir şey olmalı değil mi?”
“Yalnızca gerçek aşk acıtmaz evlat.”
“Gerçek aşk nedir şeftali ağacı?”
“Gerçek aşk, acı çektiğinde seni Yaradan’a yaklaştırandır.”
“Gerçek aşkta da canımız acıyacaksa nereden anlayacağız onu bulduğumuzu?”
“Fani aşk için acı çekenin yüreği yanar, sevgiliye koşar; gerçek aşk için acı çekenlerin ruhu yanar, yakana amenna deyip sevginin sahibine koşar.”
Bugün burada şeftali ağacının sözlerini bir kez daha hatırlayınca bana nasıl güzel bir hediye verdiğinin farkına varıyorum, hakikaten de gerçek aşkı bulmak ancak canını yakana amenna deyip vazgeçmekle başlıyordu.
Bu öğrettikleri için kendimi şeftali ağacına borçlu hissedip onu tekrar hayata döndürmek için elimden geleni yapmaya söz veriyorum. Zaten burada ondan başka kimsem de yok.
Vücudum daha fazla dayanamayıp sedire yığılıyor, Kısmet de yanıma kıvrılıyor. Derin ama huzurlu bir uykuya teslim oluyoruz.

5. Durak

“Hayırlısı” diyerek tevekkül edene sımsıkı sarıl!
İşlerini Allah’a bırakmış biri sevdiğini kimseye bırakmaz

Elhamdülillah
Senin gökyüzünde dolaşan garip bir uçurtma olsam, rüzgârınla yükselip sana kavuşsam…
Sevda hiç olur mu acısız? Şimşeklerinde yaralansam, çakılsam toprağına…
Sanırım öğrenemeyeceğim düşmeden yürümeyi.
Sanırım sensiz kalmadan senliğe yelken açamayacağım.
Seninle geçtikçe vakitlerim sana bağlanıyorum, ama sen olamıyorum. Bağlanmamam lazım Mevla’dan başkasına, yoksa seni alır ellerimden biliyorum.
Elhamdülillah yokluğuna ey sevgili!
Elhamdülillah gidişine!
Gidişinle kendime geldim, sen oldum çünkü yalnızca gerçekten sevenler gitmelere dayanır.
Sen geldin, ben senin oldum; sen gittin, ben seni buldum.
Elhamdülillah seni buldurana, sonra alıp hikmetin kimde olduğunu bildirene…
Senin gökyüzünde uçarken ömür savrulmaktan ibaretti. Ne zaman ki çakıldım toprağa, bedenim kavuşunca gideceği yere, anladım ki ben toprağa aitim ve Sahibine.
Elhamdülillah senin vesilenle aşkı sevdirene…
Gelişin yaktı içimde ne varsa, gidişin ise O’nun aşkıyla doldurdu benliğimi.
Ben avare bir uçurtmayken gökyüzünde, gerçek aşk iplerimi çekti kendine de yandı sana uçan kanatlarım. Anladım ki her şey kısmet, sen kısmetsin.
Elhamdülillah, bir yudumluk kısmetim oldun, sonra da “nasip değilmiş”lerimde bulundun.
Yine de içinde olduğun her cümleye elhamdülillah…

Dağılmak
Yorgunluktan olsa gerek, uzandığım sedirde saatlerce uyuyakalmışım, akşam ezanının sesiyle irkilerek kendime geliyorum.
Mezarlığa vardığımda güneşin batmasına az kalmış, gökyüzünü kızıla döndürmüştü. Onun yanına gitmek için zaten geç kalmıştım, sabahı bekleyemezdim. Annem olsa, “Akşam vakti mezarlığa gidilmez,” derdi.
Ölmek korkutuyor dostlar bizi, ölme düşüncesini bu kadar yoğun hissedince huzursuz oluyoruz. Korkuyoruz, sebebi de, bedenleri çoktan toprak olan ölülerde buluyoruz.
Biz alışkın değiliz ölümü düşünmeye, her an ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olma fikri bizi korkutuyor. Sıra sıra yatan ölüler ibret olduğu için uzak duruyoruz isimleri mezar taşlarında unutulmuş ölüler mekânından, sanki o kesin sondan kaçabilecekmişiz gibi…
Gidilecek yeri merak etmek gerekirken, biz gideceğimiz yeri tanımaktan kaçıyoruz. Tatile gideceğimiz yeri, otelin konumunu, denize, caddeye yakınlığını araştıran bizler önünde sonunda gideceğimiz sonsuz yer hakkında hiçbir araştırma yapmıyoruz.
Korkumuz öyle tehlikeli ki, bizleri duraksamaya değil, kaçmaya sürüklüyor. O kadar yanıltıcı bir korku ki, düşünmeye değil dağılmaya sürüklüyor ve bizler sonsuzluğa dair tüm sorumluluklardan koşarak kaçıyoruz. Kaçtığımızı sanıyoruz çünkü insanı korkutan şey bilmemektir, idrak etmediğimiz sürece korkularımızı yenemeyiz.
Bir arkadaş vardı, sene boyunca sevmediği bir işte çalıştı, mesai yaptı, para biriktirdi ve yaz için güneyde bir otelde yer ayırttı. Bütün sene tüm zamanını, gücünü, sağlığını on beş günlük bir yaz tatili için harcamış ve “Kafa dinlemeye ihtiyacım var,” deyip gitmişti. Döndüğünde yine aynı kişiydi. Tekrar çalışmaya başladı, mesaiye kaldı, toplantılara katıldı ve uyudu… Kafasını dinleyeceğini sandığım yolculuktan kafasını dağıtıp gelmişti.
Oysa bizler dünyaya bir sahil kasabasında kafa dağıtmaya değil, bulunduğumuz her ortamda kâinatın sesini duyabilmek amacıyla gönderildik. Kâinat kitabını okuyup işaret ettiği mesajları anlamaya çalışacak, kâh huzur bulacak kâh zorlanacaktık. Yorulunca, okuduğumuz kâinat kitabının duraklarında molalar verip dinlenecek, sonra tekrar yolculuğa devam edecektik. İnsanları sevecektik, yardım edecektik imdat diyenlere, rızkımızı endişe duymadan bölüşecektik, böylece yeryüzünde açlıktan ölenler olmayacaktı ve ilk emre uyup kâinatı okuyarak geçecekti kısa ömrümüz.
İlk emri “oku” olan kitabın birçok yerinde bize söylendiği gibi düşünecektik, kafamızı önümüze koyup Yaradan’ı dinleyecektik, uzak durmaya çalışacaktık kötülüklerden; “Düşünmez misiniz?” diyen Rabbe, “Ayetini düşünüyorum Rabbim,” diye cevap verecektik.
Lakin çoğu şeyi yanlış anladığımız gibi kendimizi dinleme mesaisini de karıştırdık. Tatilde deniz-plaj keyfini, sosyalleşmeyi, gezmeyi, hiçbir şey yapmadan uyumayı kafa dinlemek sandık.
Nasıl kafasını dinler ki insan O’nu düşünmeden?
Dağıldık… Kurumuş yapraklar gibi korkuyla savrulduk. O’na varacağımızı bildiğimiz için ürktük de uzak durduk O’na yaklaştıracak yollardan. Bir o yana bir bu yana savrulduk. Ruhumuz bedenimize darıldı, terk etti bizi. Ruhsuz birer robot gibi yaşamaya başladık. Boş bedenimizdeki yaraları sarmanın tek yolu ise kafayı dağıtmak için oradan oraya savrulmak oldu.
Lakin bizden umudum var ey yoldaş dost! Benim bu satırları yazmama neden olan yolculuk gibi elbet hepimizin çıkacağı yollar var.
Bir gün sen de bir yolculuğa çıkacaksın; belki bir kişi ya da bir olay vesile olacak, belki de bu satırlar, kim bilir… O gün artık eski sen olmayacaksın, o gün dünya hayatının bir oyundan ibaret olduğunu anlayıp kendi içinde bulacaksın aradığın dermanı. O gün kafanı dağıtmak için değil, içindeki sesi dinlemek için çekileceksin bir köşeye. O gün anlayacaksın ayetin ne demek istediğini:

“Size verilen şeyler, dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
    En’am, 32

Acı
Hasret zaman geçtikçe azalır mı, yoksa artar mı dost? Bence hasret artıyor da biz özlemeye alışıyoruz. O yüzden ilk zamanki gibi acı hissetmiyoruz. Artık tanıdığımız o acı hep bizimle.
Yine de acı yerleşince bir kez yüreğe, üstünden asır da geçse yerleştiği yerin sancısı geçmez. Bazen bir insan yüzünde, bazen sesinde, bazen gülüşünde hatırlarsın ve kanamaya başlar. Dururken, yürürken, bir ambulans geçerken hatırlarsın da yüreğin kanamaya başlar.
En çok da gidişler acıtır. Geri dönüşü olmayacağını bildiğin ama elinin, kolunun, ayaklarının, dilinin bağlı olduğu çaresizliğin hazan vuran saçlarını beyazlatır.
Bazen tüm sevdiklerin tek tek gider. Her gidişte ölecek gibi olursun, artık bittiğini düşünürsün, devam edemeyeceğini sanırsın, ağlamaktan gözyaşların kurur, sen de gitmek istersin ama yapamazsın. Gidenler senden bir parçanı götürürken geriye bıraktıkları izlerle tutunursun hayata, çünkü O git demeden karınca bile atmaz adımını.
Ve çektiğin tüm acılara bir elif miktarı susabilirsen, ancak o zaman imtihanın mübarek olur.

Bölüm 2
Yuva

Rüya
Büyükannemin yanından dönerken gözyaşlarım aniden bastıran yağmura karışarak kayboluyor. Bir yanda hasret acısı diğer yanda da aklım şeftali ağacında. Sabah ilk işim ona gerekli tedaviyi yapmak olacak. Öyle ya, sevdikleri giderken hiçbir şey yapamayan bu aciz Elif kız, şeftali ağacına çok iyi bakmalı. Büyükannemden sonra hâlâ nefes alan tek dostum oyken üstelik… Büyükannem de burada olduğumu biliyordur artık. Dualarım daha yakından… Şeftali ağacını da iyileştirebilirsem eminim gülümseyiverir yattığı yerden.
Bu düşüncelerle yürürken derin duygular seline kapılıp gidiyorum. Uzun uzun bakıyorum aşina olduğum bu topraklara.
Karanlık daha koyuydu bu kasabada, ama aydınlatmak için parıldayan yıldızlar daha çoktu. Yollar topraktı, ama yağmurlar tozlanmasına izin vermezdi. Güneş pek görünmese de daha sıcaktı. İçime işlemişti buranın sıcaklığı.
Yüzüme annemin dediği o şapşal gülümsemeyi takınmış yürürken bir anda attığım adım yerle buluşmuyor. Karanlık, ıslak, derin bir kuyuya doğru çekildiğimi hissediyorum. Bir mezar gibi… Acıyan bedenimin sızılarını duyumsuyorum ama gözümü açmaya yetmiyor gücüm, bir de içimden geçenleri susturmaya…
Susmuyor zihnim.
Tüm sevdiklerim beni terk ediyordu. Önce dedem, babam, büyükannem ve şeker dağıtan adam… Hepsi gitmişti. Annemle zaten hiçbir zaman bir anne-kız gibi olamamıştık, sanırım babamın gidişini bana bağladığı ve beni her gördüğünde aklına babam geldiği için bana hiç “kızım” demedi, hiçbir kararıma karışmadı, ağladığımda yanımda olmadı, “Sen bilirsin,” dedi ve elbiselerin üstüne boncuk işlemeye devam etti. “Sen bilirsin,” demekle bana dair tüm sorumluluklardan kurtulduğunu sanıyordu. Onunla hep bir ev arkadaşı gibi yaşadık. Belki de bu yüzden, büyükannem annelik yaptı bana, o da gidince ben tek kaldım işte bu fani dünyada.
Giderek daha çok üşüyorum, soğuk ve ıslak ama vücudumdaki sızılar azalır gibi oluyor. Bir de bakıyorum ki artık göz kapaklarımın ağırlığına teslim oluyorum yavaş yavaş. Derken birinin belimden kavradığını hissediyorum. Sonra ruhun bedenden çıkması gibi yükseliyorum.
Öldüm mü?
Bu kadar kısa mı sürecekti yolculuğum?
Papatyaların arasındayım. Bembeyaz bir elbise var üzerimde. Bir papatya tarlasında ayırt edilmiyorum; onlar kadar beyaz, onlar kadar narin… Bir karartı var ileride, papatyaların içine yakışmayan. Yaklaştıkça tedirgin oluyorum ama kımıldamıyor. O! Şeker dağıtan adam! Neden böyle simsiyah giyinmiş, neden korkutuyor beni? Bana dönüp ellerini cebine sokuyor, çıkardığında bir adım geriliyorum. Düşecek gibiyim. Elleri kapkara… İçlerinde akrepler, böcekler, çürümüş şekerler var.
Ağlıyorum, temizlemek istiyorum ellerini. Etrafta su olup olmadığına bakınırken ben, arkasını dönüp gidiyor.
O gidiyor gitmesine ama bu sefer ben de tutamıyorum kelimelerimi.
“Dur, gitme!” diye haykırıyorum.
Duruyor. Bakmadan yüzüme, rüzgâra bırakıyor sesini.
“Gelmek için çok erken, daha yıkanacak çok suyum var.”
Ağlıyorum.
“İzin versen de o suları ben döksem sana,” diyemeden kayboluyor.
Alnımdan aşağı su damlaları süzülürken bir kadın sesiyle dönüyorum dünyaya.
“Uyan kızım! İyi misin?”
* * *
Rüyaymış. Onu rüyalarda görmekmiş nasip.
Elhamdülillah.

Yuva
Gözlerimi açtığımda yuvarlak suratına düşen seyrek çizgilerden ellili yaşlarda olduğunu anladığım, nur yüzlü tenine birkaç tane ben kondurulmuş, burnuna indirdiği gözlüklerinin üstünden haylaz bir çocuk gibi gülümseyen bir kadın görüyorum. Ne olup bittiğini kavrayamadığımı anlamış olmalı ki başlıyor konuşmaya.
O konuştukça ben daha bir ayılıyorum.
“Kızım sen koca çukuru görmemişsin de düşmüşsün. Allah’tan bizim oğlan yürüyüşten dönüşte seni fark etmiş. Yağmur da nasıl bastırmış! Verilmiş sadakan varmış. Ya çukur suyla dolaydı? Seni çıkarıp taşımış. Buraya getirdi.”
Şimdi anlıyorum olan biteni, ayağım kayıp düşmüştüm demek. Gerçi düşmek de denmezdi ya… Teyzenin dediği gibi, aklımdaki düşüncelere kapılıp koca çukuru görmemiştim. Belli ki epey şiddetli bir düşüş olmuştu benimkisi. Her yerim ağrıyordu ve üşüyordum.
Kurumuş dudaklarımı zorla aralayarak, “Çok teşekkür ederim… Ben çok üşüyorum,” diyebiliyorum.
Elini alnıma koyan teyze tiz sesiyle bağırıyor:
“Aaaa Ömer koş, yanıyor bu kız!”
Teyzenin telaşını fark ediyorum ama konuşmaya, kıpırdamaya hâlim yok. Tanımadığım bir evde, tanımadığım insanların benim için koşturmasından mahcup oluyorum fakat gücenmiyorum, her yer Allah’ın evi, hepimiz kardeş değil miyiz? Benim için telaşlanan birilerinin olmasına hem kendim hem de onlar için seviniyorum.
Ve doğrusu biraz da üzülüyorum, çünkü o an fark ediyorum, birileri beni önemseyip endişelenmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş…
Yine de şimdi yabancısı olduğum bu evde, bana aşina olmayan insanların bu incelikli davranışı ilahî bir hediye gibi geliyor.
Ömer dediği adam sanırım teyzenin çocuğu olmalı ki koşar adım giriyor odaya. Saçları ıslak… İşte, diyorum, beni kurtaran adam bu olmalı.
Elini alnıma koyuyor.
“Hemen daha çok havlu ıslat da getir anne. Bir kova da su… Ben de ateş düşürücü vereceğim.”
Teyze hızlıca çıkarken kurtarıcım Ömer kolunu yavaşça boynumun altına sokup kaldırıyor. Yine aynı şeyi hissediyorum. Ruhumun yavaşça yükseldiğini… Sanırım ateş yüzünden. Dudaklarımın ucuna bir hap koyuyor ve bir bardak suyu dayayıp, “Haydi iç bakalım küçük kız,” diyor; itirazsız içiyorum. Kırılmasından korkar gibi, usulca başımı yastığa koyup elini başımın altından alıyor. O sırada teyze tekrar içeri geliyor, kapı kapanıyor; Ömer çıkmış olmalı. Teyze üstümdekileri çıkarıp daha çok üşütüyor beni.
Sonra uyuyorum.
Gözlerimi açabildiğimde pencereden içeri süzülen kadifemsi kızıllık karşılıyor beni. Ateşim düşmüş olmalı ki sıcaklamışım. Yatakta doğrulup başımı karyolanın demirlerine dayıyorum ve başucumdaki komodinin üstüne bırakılmış sudan bir yudum alıyorum. Kendimi toparlayıp, kimse uyanmadan bir an önce gitmek istiyorum. Zaten yeterince yordum insanları.
O niyetle ayağa kalkıp da karşımdaki aynada kendimi görünce ufacık bir kahkaha atıyorum. Üstümde teyzenin giydirdiği pamuklu gecelik, bana neredeyse üç beden büyük… Öyle komik görünüyorum ki, hâlime kıkırdıyorum. Kıyafetlerimi giyip parmak uçlarımda yürüyerek odanın kapısını açmaya yelteniyorum ki, çıkardığı sesten ürkerek geriliyorum.
Kapı genişçe bir mutfağa açılıyor. Sabahın nurunda ocakta çay var ve sıcak ekmek kokusu her yanı sarmış. Öylece kalakalıyorum, gidemiyorum, gitmeyi bırak bir adım bile atamıyorum. Mıhlanıyorum olduğum yere, bir şey beni bu eve bağlamış sanki. Yıllardır duymadığım sıcak ekmek kokusu, erkenden demlenen çay, eşyalar, rafta duran ilaçlar, teyzenin gülen yüzü, Ömer’in ilgisi… Hepsi birleşince hasretini çektiğim bir duyguyu körüklüyor; aitlik.
O an öyle derin bir istek ve özlemle buraya ait olmayı arzuluyorum ki, onlardan biri olmayı… Çünkü burası sıcacık bir yuva… Tencerelerde dünden kalan yemekler ve pencerede menekşeler var. İçinde şefkatle birbirini seven insanlar var. Burası bir yuva ve insan kendinde olmayanı hep özler. Benim özlediğim gibi…
Evet, bir yuvaya hasrettim ben de. O hasret bu evde can buluyor.

Dolandım dolaştım boşandı yağmur
Saçım ıslak kunduram çamur
Eve döndüm yağmur getirdim
Ev yeşerdi ben yeşerdim.
    Necati Cumalı

Söz
Babaannemin evine döndüğümde, kalbimdeki sancıyla kendimi üst kattaki divana atıyorum. Bu boş konak ve daha önce yaşadığım yer koca bir evdi ama bir yuva asla değildi. Evi yuva yapan bir kadın yoktu; üstünde sıcak çorba olan ocak, kapının önünde asılmış çamaşırlar, sehpanın üstünde kitaplar, pencere kenarlarında menekşeler yoktu.
Ev dediğin soğuk duvarlar bütünü, yuva ise sıcacık…
Ev uzak, yuva ise yakın…
Herkes eve sahip, yuvaya ise yalnızca hak edenler.
Hak etmek gerek bir yuvaya sahip olabilmek için. Fedakâr olabilmek gerek; geceleri rüyandan, sabah uykundan, kendinden vermen gerek. Sevmek gerek sevildiğini umursamadan, çabalamak gerek evdekileri doyurmak için, okumak gerek anlayabilmek için ve dinlemek gerek yerine koyabilmek için.
Düşündüklerim canımı acıtıyor, annemi hançer gibi saplıyorum kendime. Evimizi yuva yapmak için hiç uğraşmayan annem, beni ancak uzaktan bakabildiğim kitaplardan okuduğum, yüreğimle hissedebildiğim yuvaya hasret bırakmıştı. Bana söyledikleri aklıma geldikçe tekrar, yine, yeniden tüm sistemim çökme noktasına geliyor.
“Evlenip gideceksin,” derdi. “Oku, kendi ayaklarının üstünde dur, kendine bakmayı öğren.” Ki bunlar en az can yakıcı olanlarıydı.
Anneme hiçbir zaman evlat olamadım ben. Mesela saçlarımı hiçbir zaman örmedi, ilkokulda arkadaşlarımın balıksırtı örülmüş saçlarına bakarken ağlardım çünkü babam tarayıp bağlayabiliyordu ancak. Kaç gece korkuyla uyanıp başucuna koştuğumda, “Uykum var. Git yat, bir şey olmaz,” deyip başından savdı beni, sayısını hatırlamıyorum.
İşte bu yaşadıklarım yüzündendir, ki hatırlamak istemediğim için çok anmak istemem, annem hep o evde bir emanet olduğumu hatırlattı bana. Belki de o yüzden gitmek bu kadar kolay geldi. Sadece bir sırt çantasıyla yollara düşerken geriye bakıp çok gözyaşı akıtmadım; ne de olsa arkamdan su döken, “Allah’a emanet ol!” diyen bir sevdiğim yoktu.
Alın yazısı yolcu olmaksa insanın; yollar yuva, yolculuk da ekmek gibi oluyor.
Silkeleniyorum.
Utanıyorum, tanımadığım bir evde hak etmediğim bir yuvaya ait olma düşüncemden.
“Kendine gel Elif, sen ki bu yolculukta kendine varmadan dönmemeye sözlenmişsin; kanma zihninin oyunlarına. Yuvan yolculuğun sonunda bekliyor seni, ne zaman ki elif gibi dik durmayı öğreneceksin, o zaman yuvanı kurmak için kuşlar gibi çırpınacaksın. Bir kadın yuvasını kurmak için önce elif gibi dik ve sağlam olmalı. Kadın sağlam olacak ki yuvası da yıkılmaz olsun.”
Söz veriyorum, bir daha gönül isteklerimle oyalanmayacağım.
Sana söz verdiğim gibi dimdik duracağım.
Yol boyu yalnızca senin karşında vav gibi eğileceğim.
Söz, bir daha kalmayı düşünmeyeceğim. Ayaklarım kanayana kadar yürüyeceğim.
Senden başkasını yuva görmeyeceğim.
Sözüm, söz söyleyenlerin en büyüğüne.
Söz…

Mesaj
Şeftali ağacına ilaç almak için şehre gitmem gerekiyor. Gece boyunca yağan yağmurun izleri hâlâ toprakta. Sıcak ekmeğin hissettirdiği gibi bir huzur veriyor toprak kokusu. Otobüs çamurlu yollardan asfalt yola geçerken sarsıntı kesiliyor, adeta yağ gibi akmaya başlıyoruz şehre doğru. Şehirler hep aynı… Hep kalabalık, telaşlı, soğuk, gürültülü ve yapmacık; aynı zamanda ışıltılı ve aydınlık, sanki içindeki mutsuzluğu örtmeye uğraşan bir kadın gibi gülümsemeye çalışıyor.
Şehirden uzak olsan yaşamak zor, şehirde yaşasan uzaklaşmak imkânsız. İki ucu çıkmaz sokak gibi bağlıyor insanı kendine. Bir yanda yükselen ezan sesine, diğer yanda şehrin şarkıları karışır, bir tarafta cenazesi vardır diğer yanda düğünü, bir caddede dileneni diğer caddede ise bir kaşık alıp bırakılan lüks yemek mekânlarıyla işte oradadır. Hem uyum hem de zıtlık. Geceye karışan gün, gündüze sarkıntılık eden gece.
Biz şehre değil, şehir bize sahip. Bedenlere vurulan moda kilidinin müteahhidi, gezip dolaşmayı paraya bağlayan, sevmeyi bile kalıba sokan değnekçi şehirler…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69570169?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Bir Yolculuktur Aşk Betül Ak Örnek
Bir Yolculuktur Aşk

Betül Ak Örnek

Тип: электронная книга

Жанр: Мистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Seni kendime sakladım. Elimin değmediği ellerini ve dokunamadığım saçlarını usulca yüreğimin rafına kaldırdım.

  • Добавить отзыв