Eski Adam ve Diğer Öyküler

Eski Adam ve Diğer Öyküler
Elabbas Bağırov

Elabbas Bağırov
Eski Adam ve Diğer Öyküler

GÜZEL
Halamın köye dönmesi milletin ağzına iyi laf verdi. Neredeyse bütün köy onu konuşuyordu.
Zavallı kadın, sokağa çıktığına bin pişmandı. Halamı gördüklerinde hemen gülüşmeye başlıyorlar. O, gözden kaybolana kadar da arkasından bakıyorlardı.
Komşumuz Şayeste teyzenin, bire on katıp anlatışına ve komşuların kendilerini yırtmalarına bakarak, halamın bu insanların nazarında çok korkunç ve çirkin bir varlık olduğunu görüyordum.
Ama gerçek böyle değildi. Halamın güzelliğinin bütün çevre köylerde bile parmak ısırttığını bütün âlem biliyordu.
Henüz genç kızken, taydaşlarının, hatta ondan büyüklerin bile halama nasıl övgüler dizdikleri hala hatırımdadır.
Sokağı, mahalleyi geçtik, evde de hiç gün yüzü görmüyordu. Annemle babam sanki günden güne bu insana karşı daha gaddar oluyorlardı.
Bundan altı ay, bir yıl önceki insanlar değillerdi artık, sofrada onunla doğru düzgün konuşmuyor, iş yaparken onu hakir görüyor ve söyleyecek bir şey bulamadıklarındaysa yaptığı hareketlere kulp takıyorlardı. Halam da bunu hissediyor ama nedense susuyor, hiçbir şey söylemiyordu.
Sadece benimle samimiydi konuşurken, yeri geldiğinde bazen bazı şeyler hakkında istişare de ediyorduk. Ama halamın her geçen gün, göz göre göre nasıl eridiğine ben şahittim.
Bir keresinde, çarşıdan dönüp geldiği an; derdine derman arayan biri gibi bana “Niye her şey onun istediğinin tersine oldu, niye?” diye sordu. Dünya ahmak insanlarla doluysa onun suçu neydi!
Ben ne yaparsam yapayım, halam ağzını açmadı ve her zaman olduğu gibi içindekileri, yine gözlerine yansıttı.
Buna benzer hadiseler sonraları da tekrarlandı. Her zaman konuşup gülen bu güleç kadın; kocasının ve iki evladının ölümünden sonra böyle olmuştu. Köyde herkes “Çok geçmez,” diye konuşuyordu ondan için: “(…) delirir…”
Henüz köyde bir haneden üç kişinin aynı anda Hakk’a yürüdüğüne rast gelinmemişti.
Namı bütün civar köylere yayılan Seymur amcanın fedaileri de -onlardan da üç kişiyi öldürmüşlerdi- o gün köyü o beklenmez beladan kurtaramadı. Bu olay yaşandığında halam bizdeydi.
Bir şey almaya gelmişti. Ansızın insanların feryadı yankılandı. Sesler köyün yukarısından -halamların yeni inşa edip bitirdikleri ev de oradaydı- geliyordu.
O an köy birbirine karıştı. Aralıksız gelen mermi sesleri yüzünden paniğe kapılan insanlar kaçışıyor, bağırıyor, korkunç seslerle birbirlerini çağırıyorlardı.
Biz, evimizin yanındaki tepeye çıktığımızda, duman artık halamların evini çoktan kaplamıştı. Ateş neredeyse gökyüzüne uzatacaktı ellerini…
Tahminen bir buçuk saat sonra kem gözlülerin her zaman başka nazarlarla süzdüğü evden, sadece kömür gibi kararmış duvarlar kaldı geriye…
Halamın dizlerinin üstünde sürünerek ulaştığı evinin duvarlarını yalamasını seyretmem; nedense kendi yarasını yalayan bir canlıyı aklıma getiriyordu. Ne de olsa iki ciğerparesi ve sevgili kocası, bu duvarların içinde yanıp küle dönmüştü.
Akşamüzeri olaya bizzat şahit olan Püste teyze, evden kaçan baba ve evlatları; canilerin nasıl tutup iki kere ateşe geri attıklarını anlatıyordu. Bunları dinleyen kadınlar yeniden feryat etti. Ağlaşarak yüzlerini çiziyor, saçlarını yoluyor, lanet düşmana beddua ediyorlardı. Elinden bir şey gelmeyen erkekler; namert komşularına gerektiği gibi bir ders verip intikamlarını nasıl alacakları hususunda tartışıyorlardı.
Halamın başına bu talihsiz olayın geldiği gün, köyümüzde beş evin daha kapısını kara haber çaldı.
Sanki kavganın başladığı günden bu yana, bu haber evleri sıraya koymuştu, birinden çıkıp diğerine giriyor, oradan başkasına atlıyor, hayâsız dilenci gibi kapılara yüz sürüyordu. Bir ara oturup hesap yaptım, köyde belanın uğramadığı, teğet geçtiği bir ev var mı bakayım dedim!
Herkesin, özellikle de aklıselim kişilerin söylediğinden şu çıkıyordu: Onlar halamın başına gelen musibetin daha fazlasını daha önceden sezmiş, bu konudan hiç söz etmemişlerdi. O zaman, halamı bekleyen asıl felaketin henüz gelmediğini bilmiyorduk.
Bir gün yaza doğru, öğleden önceydi, köye bir haber düştü: Bağda üzümleri budayanları yakalamışlar. Bu hadiseden sonra Seymur amcanın aslanları -köyde herkes onlara böyle seslenirdi- gözden düştü biraz. Sonra öğle vakti olaylar birbiri ardına gerçekleşti… Esir alınanlar arasında halam da vardı. Asıl musibet bizim için buydu! Özellikle de babam… Babam başını vuracak bir taş arıyor, yüreğini soğutmak için kimi suçlayacağını bilmiyordu. Halamın kocası ve çocukları yanan evde kaldığında, onun esir alındığındaki kadar üzülmemişti. Belki de o gün halam eline geçseydi, babam onu kendi elleriyle boğup öldürürdü. Kız kardeşinin niye yerinde durmadığını, onun bağda ne aradığını bir türlü anlayamıyordu! Aslında herkes elini işten güçten çekmişti, hiç kimsenin yarına umudu yoktu. Halam, boş durmayarak derdini kederini unutmak için kendi işleriyle ilgileniyordu. O da böyle…
Ben önceleri babamın böyle asıp kesmesini, anneme has zannederdim. Öyle huyları vardı. Annemin yanında ekelenmekten haz alıyordu sanki. Ama iki avcuyla yüzünü kapayıp “Nasıl rezil oldum âleme Allah’ım, sen bu kıza ucuz bir ölüm ver,” dediğinde, halamın ölümünü ne kadar canı yürekten istediğini anlamıştım. Annem de onu şu sözlerle sakinleştirmişti:
– Olmuşla ölmüşe çare yok, gerisi de nasip.
O gün bizi teselli etmeye gelen insanların yüzüne, babamın nasıl utana sıkıla baktığını görmek; niyeyse benim için de ağırdı. Bir şekilde kaçıp canlarını kurtaran insanlar, hadiseyi etraflıca anlattıkça, düşmanın eline geçmemek için halamın kendini kayalıktan attığı haberi, köyde duyulduğu andan itibaren, beti benzi atmış babam sanki biraz rahatlar gibi oldu. Millet: “Zalimin zulmü, Allah’ın da merhameti hudutsuzdur,” diyerek kederlenmemesi için annemi teskin ediyordu
Aradan bir ay geçtikten sonra yakaladıkları adamları kurşuna dizerek öldürdükleri haberi köyde dilden dile yankılandı. Aralarından sadece Ferruh amcayı öldürmemişlerdi esirlerle değiş tokuş etmek için. Ölüp ölmemesi çok da bir şey fark ettirmeyecek olan bu ihtiyar, zaten ayakta zor duruyordu.
O gün bağa nasıl ve hangi niyetle gittiğini hiç bilen yoktu…
Cenazeleri vermek için bir etek dolusu para istediler. Benim tahminime göre, hiç kimse o kadar parayı bulup ödemeyi kabul etmezdi. Nihayet bu dünyada olmayan ölülerin nerede olduğu, herhalde sahipleri için de fark etmezdi! Ama kim benim sözümle hareket edecekti ki! Hemen dokuz evin bahçesinde yas yeri kuruldu. Herkes kendi cenazesini alıp derdine yandı. Hayale dalan babama ne düşündüğünü sorduklarında soğukkanlı bir halde: “Keşke böyle bir mutluluk bugün bizim de başımıza gelseydi. Allah’a and olsun ki davul çaldırırdım bu avluda!” diyerek, çok derinden bir ah etti. Kız kardeşinin ve onun yavrularının ölümünü böyle yürekten isteyen bir adamın evladı olmak; benim için de inanılmaz bir şeydi. O an, halamın yerinde babamın olmasını nasıl da istiyordum! Halam… Evet, ne zamandır onların hakkında kesin bir şey bilen yoktu! Buna mukabil, her fırsatta, sohbet konusu olmasının haddi hesabı da yoktu! Bu konuşulanları köyde ilk defa Sertib amcanın oğlu Abdülali yaymıştı. Ortalık karıştıktan hemen sonra da başını alıp Bakü’ye gitmişti. Bu oğlan, arada bir köye uğramayı; sanki insanın aklına yatmayan çeşitli dedikoduları tohum gibi köye ekmek için alışkanlık edinmişti. Onu sevenlerde vardı. Bakü’den gelirken ateş pahasına bile olsa bulup getirmediği ve milletin almadığı şey kalmıyordu. Özellikle de yiyecek şeyler. Abdülali’nin ağzından çıkan sözle, derhal köye bir şaibe yayılırdı. Abdülali’den duyduğu bir sözün orasını burasını düzeltip zora düştüğü an “Vallahi, ben duyduklarımın yalancısıyım,” diyenler de zibil gibiydi. Hatta bu konuşmaları bazen en ciddi insanların ağzından da dinleyebilirdin. Halamları merkeze, yani Erivan’a götürdükleri lafı ortalıkta geziyordu. Orada onlara bin türlü kötülük yapacaklarını utanarak anlatsalar da yine de anlatıyorlardı. Abdülali ne yapıp edip şunu söylebildi bana:
– Halan yalnız olsa ne vardı! O Safinaz’a yapamadıklarının acısını da ondan çıkaracaklar.
Safinaz mı? Bu zayıf, sıska, karıncadan bile korkan Gülbuta teyzenin lakabıydı.
Abdülali’den bunu öğrendiğim günden sonra, halama öyle acıdım ki Kuran’a yalandan el bastığı için ağzı yamulan Şayeste teyzeye bile bu kadar üzülmemiştim. Eğer Abdülali merhamet edip “Onları şu an başka ülkelere satmış olabilirler,” haberini geç verseydi, meseleyi onunla nasıl halledeceğimiz Allah’a kalırdı. Benim için asıl zor zamanlar, beklemediğim bu haberi duyduktan sonra başladı. O zamana kadar, halam hakkında daha neler duyacağımı düşünmeksizin er geç onun bir gün evimize döneceğini ümit ediyordum.
Herkes, onların kadına, yaşlıya, çocuklara bile acımadıklarından ama özellikle de gençleri göz kırpmadan öldürdüklerinden söz ediyordu. Ne olursa olsun, sadece halamı başka bir ülkeye satmasınlar diye içimden yalvarıp yakarıyordum Allah’a. Bu yüzden de orada güzel kızların görüntülerinin kaydedildiği haberi beni çok sarsmadı.
Yalnız her defasında, halamın şimdi nerelerde olduğunu düşündüğümde, neredeyse aklımı yitirecek gibi oluyordum. Hep, eğer halam iki oğlunu, genç kocasını yakıp kül ettiklerini ama onu affettiklerini söylese diye ümit ediyordum. Zaten daha ne gelebilirdi ki başına.
O sıralar, kesin halam bir sebepten bunları söylemeye çekiniyor diye onu kınıyordum, belki de kendini üzmek, alçaltmak istemiyordu, o yüzden…
Eskiden beri mağrurluk vardı haysiyetinde.
Tahminen bir buçuk ay geçti böylece ve bir gün halamların düşman esirleriyle takas edileceği hakkındaki mutlu haber köye ulaştı.
Gizlice haber getiren adam, düşmanların ne kadar para istediklerini de söylemişti. Bu, aslında kadınlar için göz önünde bulundurulmuştu. Babam bu sözü duyduğu andan itibaren varlığıyla yokluğu bir olmuştu. Habere sevindi mi yoksa tam tersi mi anlaşılmıyordu! Ama annemin ona nasıl dil döktüğünü gördüğümde her şeyi anladım. Belki de o, babamın kafasının karışık olduğunu görünce böyle par tutuş olmuştu. Çünkü babamın ne eveti evetti, ne de bir şeye kesin; hayır derdi. Allah şahit, annemin bu işin sonrasında ince eleyip sık dokumasında hakkı vardı. İş işten geçtikten sonra babamı suçlayarak günahı onun üstüne yıksaydı, o zaman daha kötü olurdu! “Yarın, Elhan parasına kıyamadı derlerse, artık o zaman vebali bizim boynumuza değil mi?” Tahminime göre annemin bu sözünden sonra babam, “İyi ya da kötü, herhalde bacı bizim bacımız ve kim olduğu ne olduğu önemli değil, bacım için gerekli sorumluluk şüphesiz benimdir,” diye düşündü. Sonra uykum geldi, konuşmanın devamına tanık olamadım. Sabah olduğundaysa, evdeki beş tane büyük baş hayvandan, avluda sadece bir tanesinin kaldığını gördüm.
Babam, halamın peşinden komşu ilçeye, esirlerin takas yapılacağı yere gittikten sonra annem Abdülali’nin ömrü uzasın diye epey dua etti ve “Kaç paraya verirlerse versinler, bu cenderede inekleri Abdülali’den başkası o paraya almazdı,” dedi. Şimdi de sınırın diğer tarafındakilerle ilişki kurmuş, kadın gibi gıybet yapmayı seven bu felaket tellalcısına karşı, içimde birdenbire garip bir minnettarlık duygusu yeşerdi, ama bunun kalıcı bir şey olmadığını biliyordum.
Babamlar üç gün sonra geri döndü. Halam öyle bir hale gelmişti ki onu tanımak için tahminen yarım dakika kadar onu dikkatle süzdüm. Bir zamanlar nazlı nazlı yürüyüşüyle kalpleri çarptıran halamın, babamın arkasından kaba ve biçimsiz bir şekilde aksayarak geldiğini görmem; buna sebep oldu ve olduğum yerde öylece, bir kahır aldı beni… Şaşkın bir halde birbirimize sarıldık. Halam hüngür hüngür ağladığında, galiba onun neden böyle olduğunu anlamış gibiydim. Köy halkıyla korka ürke konuşmuştu. Sonra onu yanımıza alıp eve götürdük.
Kadınlardan biri onun koluna girmişti ve herkes sessizce iç çekiyordu. Ben bunun mutluluk yüzünden olmadığını kesin anlamıştım. O gün Ferruh amcayla Gülbuta teyzeyi de kurtarmışlardı ama nedense, neredeyse bütün köy bizim eve toplanmıştı.
Sürekli sorular soruyorlardı halama. Onları yakaladıktan sonra nereye götürdüklerini, işkence yapıp yapmadıklarını, alıkoydukları yerin nasıl olduğunu, günde kaç kere yemek verdiklerini vs. Alnında, yanağında morarmalar olan halam çok bitkin görünüyordu. Birine anlattığı şeyin aynını beş dakika sonra başkasına anlatıyor, aradan on dakika bile geçmeden benzer konu yine açılıyordu. Bir şeyi on kere dinledikleri halde, her seferinde halam söze girdiğinde onların ağzı açık kalıyordu. Özellikle, onu hastanede tedavi eden doktorun Bakü’den göçüp gittiğini ve ekmeğinden olmadığını duyan kadınlar, bahsi geçen adam için methiyeler düzüyorlardı. Sonra hepsi o zamana kadar denk geldikleri iyi insanlarla alakalı birer anısını anlatmaya başlıyordu. Neredeyse halam akıllarından çıkıyordu. Halamın anlattıklarının içinde benim en çok aklımda kalan şeyler; işkence yapılan ve öldürülenlerden bahsettiği cümleleriydi. Ne kadar ağır da olsa, halamın sadece o konudaki anlattıklarını dinlemek istiyordum, çünkü bu eziyeti çekenlerin, tam son anda kurtulup da sonra kendi intikamlarını nasıl alacaklarını; bunu hangi kerametin sayesinde elde edeceklerini merak ediyordum. Gelin görün ki halam sonraları da -tam iki hafta gelip gidenimiz olmuş, misafirin ayağı eşiğimizden eksik olmamıştı- bu konuyu açtığında, nedense hiçbir keramet yaşanmıyordu… Bununla birlikte, o günlerde sanki derdimizin çoğu unutulmuştu. Bir de babamın yüzü günden güne, git gide daha çok asık bir hale geliyor, daha katı kesiliyordu. Onun bu hali, fark etmeden anneme de geçti. Halamın bunu hissetmemesi kesinlikle mümkün değildi. Sanki o da günden güne milletten kaçıyor, insanların onun hakkında iyi şeyler söylemediğini hissediyordu. Bir keresinde ayağındaki kırığı -halam kendini kayalıktan attığında olmuştu- doktora göstermesi gerektiğini söyleyince, babam yüzünü öyle bir gösterdi ki onların abi kardeş olduğuna inanmak için ninemi diriltip öbür dünyadan getirmek bile kâfi gelmezdi. Velhasıl, bundan sonra halam da ısrar etmedi. Bu hadiseden sonra zavallı kadının ağrılarına, o sonu gelmez azabına göğüs gerdiğini, derdini içine attığını anladım. Mosmor olmuş parmaklarının acısından günlerce yılan gibi kıvrandığını gördüğümdeyse, babamın nasıl bir kan emici olduğuna bir kez daha kani oldum. Ne yaparsam yapayım, halam benimle doktora gitmeyi kabul etmedi. Onu niçin hastaneye götürmediğinin sebebini sorduğumda ise babamın yüzüne sanki siyah bir tül perde iniyordu.
Bana verdiği cevap şu oldu: “Çocuksun sen, git yaramazlık filan yap! Büyümüşte bana akıl veriyor…”
Nasıl ettim bilmiyorum, bir keresinde, onun görüntülerini çekip çekmediklerini sordum halama! Şaşkınlığı yüzünden anlaşılıyordu. İnce kaşlarını öyle bir çattı ki sanki alnı küçüldü.
– Ne görüntüsü? Görüntü ne?
Benim tahminime göre, eğer gerçekten de böyle bir şey olmuşsa, bu sorum ona bazı şeyleri hatırlatmıştı. Benim bunu nereden duyduğumu da işitmemiş olamazdı. konuyu hiç bilmeyen birisinin bunu uydurması için kafasının çok iyi çalışması gerekirdi.
“Demek böyle laflar da dolanıyor ortada ha!”
Uykusunda sayıklayan insanlar gibi bir ses tonuyla düşünceli bir halde, eli koynunda pencereye doğru yürüdü.
– Abdülali söylüyor, çok güzel olan kızları filme alıyorlarmış. “Dünyanın her yerinde, şu an en çok moda olan bunun gibi filmler,” diyor. Çünkü iyi paraya gidiyormuş.
– Ama ben hiç de güzel değilim ki halası kurban!
Sokakta gidip gelenleri izleyen halam bana doğru döndü:
– Sen niye her salağın lafına inanıyorsun?
Sorusuna cevap vermeden onu öylece odada bırakıp çıkıp gittim. Aslında söylediklerim sebebiyle utanmamak için çıktım, yer yarılsaydı da yerin dibine girseydim… Benim her seferinde onun hakkında bir şey duydukça, bir kuytuya çekilip nasıl gözyaşı döktüğümü, galiba o hiçbir zaman bilmeyecekti. Çünkü bunu bilmesi için o zaman öğrendiklerimin hepsini en ince ayrıntısına kadar ona anlatmam gerekirdi. Tam iki gün, halamın gözüne görünmedim. Galiba o da hiç benimle yüz yüze gelmeye heves etmiyordu. Ertesi gün, gür yapraklı tut ağacının dalına oturmuş zaman geçiriyordum. Çeşmeden su alıp dönen halamın; uzaktan gelen Seymur amcayı görerek adımlarını yavaşlattığını fark ettim. Adam onun karşısına gelip durdu. Halam selam verdi. Garip bir şekilde birbirlerini süzdüler. Açıkçası bunu beklemiyordum, Seymur amca kimdi ki halamın selamını havada bırakacaktı. Bir zamanlar halamın derdinden deli divane olan bu adamın, bugüne kadar tam da bu yüzden evlenmediğini köyde bilmeyen mi vardı?! Bu da eklenince üstüne… Eğer selam da gerçekten Allah’ın selamı ise… Seymur amcanın, onun selamını almaması günahtı. Böyle bir durumdayken, halamın gönlünü kırmak da hiçbir kitaba sığmazdı! Belki de bundan beş altı yıl önce yazdığı mektubu, halama ulaştırmam için bana dil döken adam o değildi! Ama işte, benim duyduklarımı Seymur amcanın da duymadığını nereden bilecektim! Arada daha benim bilmediğim, anlamadığım başka şeylerin olması da mümkündü. Adam, halamı kinayeli bakışlara süzdükten sonra yoluna gitti. Ben bu alımlı ve güzel kadını hiçbir zaman bu kadar üzgün görmemiştim. Seymur amca biraz uzaklaştıktan sonra ne düşündüyse, geri dönerek; hâlâ öylece yerinde kuruyup kalmış olan halamı tepeden tırnağa kadar tekrar tekrar süzdü ve başını sağa sola sallayarak yeniden yoluna döndü. Biraz zaman geçtikten sonra terasa henüz çıkmıştım ki annemlerin sesini duydum. Çocukla nasıl konuşulursa, annem de halamla öyle konuşuyordu. O akşam halam sabaha kadar odasından dışarı çıkmadı. Ben bir ara gizlice kapısına yaklaşıp anahtar deliğinden bakarak onun ağladığını gördüm. Babamgil, son zamanlardaki alışkanlıklarını devam ettirerek, o akşam da halamı yemeğe çağırmadı. Ben onları yatırdıktan sonra sessizce bir tepsiye yemek koydum ve halamın yanına girdim. Elimdekileri görünce buruk bir tebessüm belirdi yüzünde. Böyle zamansız ve heyecanlı geldiğim için, işlerin ne haddede olduğunu hemen anladı. Getirdiklerimi masanın üstüne bırakıp onun karşısına geçip oturdum. Sanki öbür tarafa gidip gelmiş gibi görünüyordu. Bir mucize bile olsa onun sabaha çıkacağına inanmazdım. Korkudan bağırmamak için kollarımı onun boynuna dolayarak “Seni çok seviyorum hala!” dedim. Halam önüne aldığı albümdeki fotoğraflara bakıyordu.
“Ben de,” deyip azıcık gülümsedi ancak yine de yüzüne renk gelmedi. Bununla birlikte her zamanki gibi hâlâ çok güzeldi halam… Ninem de “Bu kızın yüzü güzel ama bahtı değil,” derdi her zaman. Kadıncağız, halamın kaderinden şikâyet ede ede bu dünyadan göçüp gitti.
“İleride bunu büyütürsün.” Ben oturduktan sonra halam kenara koyduğu fotoğrafı alıp bana doğru uzattı: “Hiç kimseye gösterme, kitabının arasına koyarsın durur.” Dedim: “Elbette.” Aklıma hiçbir şey gelmedi, bu gibi durumlarda erkekler nasıl karşılık verirse ben de öyle söz verdim ve hüzünlü bir halde onların dört kişilik aile fotoğrafına baktım. Bu arada halamın, fotoğrafı saklamak için bu iki ara bir derede böyle mantıklı bir yer düşünüp bulduğuna hayret ettim. Bu kavgadan önce de yıllarca kapağını açmadığım bir kitabım vardı… Ben oturduktan hemen sonra gözleri dolan halam odadan çıkmamı rica etti. Aslında ben de hiç kalmayı düşünmüyordum. Yemeğini rahatça, çabuk ve iştahla yesin istiyordum. Ertesi gün güneş doğmadan bizi uykudan uyandıran vahamet dolu ses Alemdar amcanın sesi oldu.
Sanki ulu orta ciğerini söküyorlar gibi “Yangın!” diye bağırıyordu. Buna benzer feryatlara çoktan alışmış olsak da derhal terasa yığıldık. Avlunun tam ortasında bir şey yanıp tutuşuyordu. Etrafı mide bulandıran, insanın kalbini çatlatan bir koku almıştı. Bağıra çağıra, panik bir halde ateşi söndürmek için sağa sola koşuşturan insanların gölgesi korkunç bir manzara oluşturmuştu. Aralarında sadece halam yoktu. Ona haber vermek için hemen içeri koştum. Oda bomboştu. Getirdiğim yemek de olduğu gibi masanın üstünde duruyordu öylece… Yeniden kendimi dışarı attım ve gözüme ilk çarpan şey; yarı çıplak bir halde bir köşeye yaslanmış, sakince gözyaşı döken babam oldu. Sonra birinin dilinden halamın adını işittim. Yeni yeni gelenlere herkes halamın adını söylüyordu. Ben işte o sıra yavaş yavaş anlıyordum ne olup bittiğini!
Birden “Ha… la…” diye deli gibi bağırdım ve sesim bütün köyü inletti: “Hala… cığım…”
Bu sırada üzgün bir halde elinde silahla durmuş, yüzü gözü ateşin yansımasıyla aydınlanan Seymur amcayı gördüm ve nedense, bütün suçun onda olduğunu düşündüm.

REZİL
Her şey o saçma sapan sorunun yüzünden oldu… Ve ben o zamana kadar yeryüzünün en mazlum adamı zannettiğim beş yıllık dostuma namertlik ederek el kaldırdım!
Aydın’la vedalaşmamıza hepi topu iki gün kaldığında -bu memuriyet sınavına hazırlandığımız dönemin en telaşlı zamanıydı- avanak gibi birdenbire aklıma şöyle bir şey geldi: Yıllar sonra da olsa, günlerden bir gün, gençlik yıllarının maceralarından konu açıldığında -herhalde benimle görüşmeye devam eden biri de olacak ki- öğrenciyken şehirde birini dövdüm mü yoksa dövmedim mi diye soracaktı! Sorunun; kavga etmekle ya da dayak yemekle alakalı olabileceğini nedense o sırada hiç aklıma da getiremedim. Bence kimliğim hakkında bu da az şey söylemiyordu.
Nasıl olur da şehirde beş yıl boyunca öğrencilik yapıp, sonunda buradan bir adam dövmeden gideceksin! Bazen bu tarz şeyler yüzünden insanlara az değer veren de bulunmuyor değildi hani! Daha insanları boş beleş konuşturup dinlemenin tadından bahsetmiyorum bile. Bir bakmışsın ta nereye kadar merak etmişler, sevdiğin biri filan oldu mu yoksa olmadı mı? Eğer “Yok,” dersen, demek ki uğursuzun birisin, o kadar fırsat varken sağına soluna bakmadan zamanını boş yere öldürdüğün için Allah akıl fikir vermeliydi! Gamzeli sevgililer arasında beş yılı boşa harcamak akılsızlık değil de neydi!
Vaktiyle kendimden büyüklere; bunun gibi soruları ben de az sormamıştım: Ne nasıl olmuş, mesele nerede başlamış, nerede bitmiş, en sonunda ne yaşanmış filan! Başka bir deyişle uzun süren öğrencilik hayatı ve onun maceralarla dolu keşmekeşliklerine dair, her türlü anı…
Beni çılgına dönderen şey de süt kuzusu lafının üstüme yapışma korkusuydu: Niye sesim çıkmayacaktı ki! Maharetini göstermek çok mu zor şeydi?! Kafayı çalıştırma konusunda çoğundan kötü olmadığını da ispat etmek gerekti…
Özetle: “Ya bahtım, sen yardım et!” diyerek kendimi topladım ve kimseye haber etmeden, itip kalkarak ekmeğini çokça yediğim zavallı dostumun on dokuz numaralı odasına yollandım.
(…) Kavganın ardından oturup her şeyi soğuk kanlılıkta yeniden ölçüp biçtikten sonra düşünmeden hareket etmemin tek kesin sebebini; kurbanımın uzakta değil, burnumun dibinde olduğuna bağladım. Aydın! Başka kim olacaktı ki! Boyu benden küçük, cüssesi cılız, üflesen yıkılacak, kendisi de çıt kırıldımın biri… Korkak olsa da bir keresinde gece yarısından sonra en son film seansından dönerken, yok yere ite köpeğe bulaşıp gereksiz bir şekilde başımızın ağrıması; Aydın’ın zekası yüzünden vuku bulmuştu. Onun böyle yanları da vardı. Hem de haddinden fazlaydı. Belki de korkaklığı ve gereksiz dikkati onu böyle gözü pek bir hale evirdi diye kanaat ettim, kavgamızdan sonra.
Artık beşinci yıla geliyorduk, öğrenci yurdunda yan yana odalarda komşuyduk. Burada kalanların birçoğu her sene değişiyor, kiraya filan gidiyor olsalar da cephesini son ana kadar terk etmeyen askerler gibi, yoksulluk da bizi kendi mevzimizde canla başla kalmaya mecbur etmişti…
“Kalk ayağa!” Yukarıdan konuşmuş olmamdan huylanan Aydın bana gözünün ucuyla baksa da başka bir şey düşünmemek için başını iki eliyle tuttuğu kitaptan kaldırmadı ve güle güle benim ses tonumu taklit etti:
– Lanetle damgalanmış acılar ve köleler dünyası!
“Dedim ki kalk ayağa!” Bir iki dakikalık ömrü kalan dostluğumuzun bu son anlarında, durumun ne kadar kötü olduğunu hiç olmazsa bu kez anlasın diye ellerimi ovuşturdum. Birden üstüne atlamam, ona ansızın vurmam da bu yüzdendi. Doğrusu, ben de hiç buna hazır değildim ama ne saklayayım, o anlarda ne kadar acımasız olsam da onun kendisini savunmasını ümit ediyor, bana karşılık vermesini bekliyordum. Kendimi kaybedeyim sonra onun pestilini çıkarayım, nasıl derler, savaşımız gerçek bir gladyatör kavgasına dönsün istiyordum. Yoksa bir tokatla ne olacaktı! Bunun adına adam dövmek mi derlerdi?! Bu arada öfkelenmeden, çığırından çıkmadan birini dövmek de meğer öyle böyle bir şey değilmiş. O gergin anlarda öğrendim.
“Sen rezil bir adamsın!” diye kükredim birdenbire.
“Ben rezil bir adamım!”
Ne olup bittiğini önceden hissettiği için dalgayla karışık samimi bir halde onayladı ve yine gülümsedi.
Meselenin henüz hangi aşamada olduğu bilinmeyen bu belirsiz dakikalarda, ne olacağını kestirmek kesinlikle mümkün değildi. En çok da onun dostunu, iyi biri olarak tanımış olması; benim ne vakit birine vurduğumu, nerede, ne zaman kavgaya karışıp karışmadığımı bilmesinden kaynaklanıyordu.
“Ne oldu kiii?” diye o andan itibaren düşmanım olan dostum, sesini uzatarak kendini şirin göstererek her şeyin bir şaka olduğunu düşünmek istese de ben o anda bile kendime gelemedim ve alel acele kapıyı arkasından kilitledim. Maksadım; onun defterini dürerken herifin sesine gelen olmamasıydı.
Arkamı döndüğüm an “Senin çeneni dağıtmak gerek!” dedim bütün ciddiyetimle ve zavallının renginin kaçtığını gördüm. Sanki buz kesilmişti. Bana da bu gerekiyordu.
“Durduk yere ne oldu sana böyle?” dedi.
Kalkıp her önüme gelene ne olduğunu anlatacak değildim! Benim boş bahanelerle eskiden beri aram yoktu. Bunu hissedip hissetmemek ona kalmıştı. Hem de konuşarak öfkemi dindirmek, kendimi rahlatlatmak istemiyordum. Aksine, temelli tereddütümü yenmek için onun ağır bir laf söylemesini bekliyordum.
– Ne olduysa oldu, sen rezilden de rezil birisin! Al sana!
Derhal üstüne çullandım. Ne yazık ki vurduğum darbe yerini bulmadı, omzunu ıskalayıp geçti. Bir yumruk daha, peşinden bir tane daha… Nedense her defasında yumruklarım hedefi tutmuyordu. Belki de heyecanlıydım, o yüzdendi! Yoksa düşüncelerimin karşılık bulmaması mı beni şaşırtmıştı! Bunu düşünürken aldığım darbe yüzünden bir an sağ gözümde sanki bir şimşek çaktı. Bununla birlikte yüzümde de belli belirsiz bir acı hissettim.
“Kim rezil, sen mi yoksa ben mi?” Allah’ın avaresi, beni ranzaların arasına, kirli pasaklı yere uzattı iki seksen. Sanki elimi kolumu bağlamışlardı. Artık, bunun; düşmanın gücünü tam olarak hesaplayamamamın getirdiği korku olduğuna dair şüphem kalmamıştı. Kendimi nasıl kaybettiysem, sonrasında saldırmayı değil, sadece kendimi korumayı düşünüyordum. Beni bırakması için yalvarmaya bile hazırdım.
– Bırak şakayı Aydın! Kendine gel! Ne oldu böyle sana!
Ağır başlı bir adam olarak tanıyordum onu. Bu beş yıllık zaman zarfında sözümü yere düşürmemişti. Demek ki akıldan yoksun adamın biriymiş. Rezil ne demekti ki sırf bu yüzden kendini paralıyordu! Şakayla karışık belki bin kere söylemiştim ona bu sözü.
– Adam dediğin dostuna el kaldırır mı? Aklını başına topla.
“Ben rezil değil miydim!” diyerek yeniden üstüme çullanan dostumun bir sonraki darbesinden sonra ağzımda sıcak bir şey olduğunu anlamamla birlikte ensem iyiden iyiye soğudu. Elimle kontrol ederek bunun ön dişlerimden biri olduğunu anladığımdaysa, sesim koridora kadar yayıldı. Üstelik ben tam tersini beklerken, saman alevi gibi süren sinirim de bir anda geçti mi? Şaka değildi, sapa sağlam bir dişimden olmuştum. Ama beni dostumun elinden alan; her ikimizin de bu kederli tabloyu aynı anda görmemiz değil, mutfakta patates kızartan çocuklar oldu… Meğer az önce ben sadece kapıyı kilitlemiyor, kazara kendi elimle bindiğim dalı kesiyormuşum. Koridorda bir şekilde birbirlerine haber ediyorlar, nasıl yaygarayla haber ediyorlarsa da öyle kırıyorlardı kapıyı! Biraz çabuk olsalar ne vardı! Hülasa, yardımla birlikte, kendime olan güvenim de geri geldi.
“Anca gidersin! Allah’ın katırı!” Çocuklar bizi araladıktan sonra öfkesi hala soğumayan dostum arkamdan söyleniyordu. Herkes şaşırıp kalmıştı. Onlar koluma girip beni götürürken bir şeyler soruyor, konuyu açıklığa kavuşturmaya, ne olup bittiğini öğrenmeye çalışıyorlardı.
“Bir de kendine dost diyor! Şuna bak!” diyerek arkasından şikayet etmemdeki maksat; suçu o rezilin üstüne yıkmaktı, yoksa asıl ben rezil olurum, hem suç sende olacak hem de dayağı sen yiyeceksin! Utanç teri döküyordum. İşin kötü yanı, kızardığımda domates gibi oluyor, konuşamıyordum.
Bir yandan da Allah’ın belası dişim… Onu avcumda saklayarak sıkı sıkı tutmuştum, atmaya kıyamıyordum, çocuklardan ayırılır ayrılmaz doktor, bu miras malını yeniden kanı henüz kesmemiş ağzımda kendi yerine berkitecek zannediyordum. Mahçup olmamı sağlayan başka bir şey daha vardı: Eğer birisi dişimin kırıldığını öğrenseydi, kavgamızın kavga değil, uzun bir hengame olduğu hemen gün yüzüne çıkacaktı. O zaman nasıl kendime hak kazandıracaktım!
(…) O günden sonra aradan otuz beş yıl geçti. Eski dostumdan ayrıldım ayrılalı, köy okulunda öğretmen amcayım. Artık onun nerede olduğundan haberim yoktu. Arayıp soracak yüzüm de olmadı. Utanmak kötü bir şey, Allah kimseyi mahçup etmesin.
Neredeyse tamamen aklımdan çıkmıştı. Bunu bilmeniz gerek, şimdi dişlerimin çoğu döküldü, hissettiğim kadarıyla bunun yaşımla da hiç alakası yok, dişlerime ne olduysa o rezille kavga ettikten sonra oldu… Önce biri düştü sonra diğeri çürüdü. Sonra bir başkası karardı, çürüdü. Şimdi de çenemde bir iki tanesi ya kaldı ya kalmadı. Yaşlanıyorum herhalde, bu yaşta da diş mi çıkarılır diye bazen laf atanlar oluyor! Çıkarılır diyorum, niye çıkarılmasın, artık her şey gibi dişlerin de ömrü kısaldı. Vaktiyle insanlar yüz yirmi, yüz otuz yıl yaşarlardı, zaman gelecek, yetmiş yıl yaşayana kahraman gözüyle bakacaklar.
Utandığım için bu güne kadar başıma gelenleri bir kişiye bile anlatmadım. Ama artık öğrenciyken kavga ettin mi yoksa etmedin mi diye bana soran da kalmadı! Herhalde bu konudan söz etmemem yüzünden nasıl bir şey olduğumu az çok anladılar. Gel gör ki şu an bile hâlâ aynı düşünceye sahibim: O zamanlar gürültüye toplanıp gelip de bizi aralayanlar olmasaydı, avarenin gırtlağını sökmüştüm. Dersini nasıl vermem gerektiğini iyi biliyordum. İyi kurtardı canını.

YOLCU
Sormadıkları dükkan kalmamıştı, özetle hepsinden eli boş döndüler. Her yerde biribirine benzer cevaplar alıyorlardı:
– Millet evladını toprağa vermiş, ondan söz etme ama “Bu nasıl şehir, bir balık bile bulunmuyor,” diye söylen öyle mi!
“Neyse ney,” diyerek çaresiz; durumu kabulleniyor fakat oradan çıkar çıkmaz başka bir dükkana girmekten de kendini alıkoyamıyordu.
“Koca şehir, bin tane sapağı var, burada bulamadığın bir şeyi hemen yanındaki duvara sırtını vermiş komşu dükkandan bulabilirsin belki. Kıtlık da çıkmadı ki bir hafta içinde her şeyi silip süpürsünler!” diyordu. Gerçi ona göre de her yer birbirine benziyordu: Buzdolapları bomboştu, raflarda tuzlanmış, avcarlanmış alabalıktan, rengarenk konserve kutularından başka bir şey göze çarpmıyordu. Allah bilir o da ne zamandan kalmıştı!
Sonunda eli boş bir halde çarşının çıkışına park ettiği arabasının yanına döndüğünde şöyle dedi: “İyi, akşamı da ettik, balık soranın gözünü çıkarıyorlar.”
“İyi bakalım,” diyerek aldıklarını karıştırıp, onları arabaya yerleştiren karısı ümitsiz bir şekilde dillendi: “Ne işe yaradı şimdi! Başka zaman sokaklar balıkla dolu olurdu. İnsanın gözüne sokuyorlardı.”
– Rüzgar var o yüzden. Bir haftada üç balık teknesi batmış, cenazeleri bulunamadı. Bütün şehir yas tutuyor. Herkes onlardan bahsediyor.
“Canlarım benim, zavallı kuzular. Hem de bir değil üç!” diyen kadın hiç tanımadığı adamlar için ah vah ederek biraz sonra hemen konuya döndü: “Şimdi ne diyeceğiz annene!”.
“Ben de şaşkınım.” Arabayı çalıştıran Habip -motoru mu ısıtıyor yoksa karar vermek için mi aklından bir şeyler geçiriyordu bilinmez- epey düşünüp taşındıktan sonra dört yol ağzına değil, demiryolu istasyonuna giden tarafa doğru çevirdi arabanın yönünü. Bu sırada kendi kendine de kızıyordu, önce annesinin ricasını yerine getirip, kalan bütün işleri sonraya bırakması gerektiğini düşünüyordu. “Demek ki…” diyordu, önceliğini değiştirmenin bir faydası olmadığı yeni yeni anlaşılıyordu. Böyle yapmamış olsaydı, iki arada bir derede kalmayacakları kesindi. Niye önce çarşıya gitmişlerdi, oradan çıkıp elektronik aletlerin olduğu dükkanlara uğradılar, karısı ufak tefek alışveriş yapana kadar o da zaman kaybetmeyerek berberde saçını sakalını düzelttirdi. Çocuklara defter, kitap, kalem malem almaları gerekti, annesine ilaç, merhem, komşu Seyfullah’a löküs gömleği… Bunları daha sonra yapsalardı ne vardı! Bir baktılar ki zaman akıp gitmiş. Baharda günlerin ömrü ne kadar ki! Göz açıp kapayıncaya dek akşam oluyor. Üstelik şehirden yola çıktıklarında, okulda sabahçıların dersi bitip öğlenciler geldikten sonra yani tahminen saat iki gibiydi. Zaman kaybetmemek için iki lokma bir şeyi yol boyunca bir eli direksiyonda ağzına atarak kat etmişti. Kırk kilometre de yol… Zamanlarının çoğu yola gitti.
Arabayla, futbol topu gibi seke seke uzun tren geçidinin üstünde zıplayarak mazota bulanmış tahtaların döşeli olduğu demir yolunu geride bıraktıktan sonra karısı tanımadığı bu yerlere göz gezdirip soruyordu: “Suyu ne zaman kurumuş bu değirmenin?” Bu soru onu alıp çok uzaklara, maziye götürdü! Bir zamanlar Bakü’ye, İran’a, İrevan’a bu istasyondan gelip gidenleri, asker uğurlayıp, asker yolu bekleyenleri ve kız alıp gelin getirenleri görmek başka bir şeydi. Nedense o zamanlar insanlar da başkaydı. Her şey de garip bir samimiyet vardı. Buraların sadece otuz yıllık geçmişi olan hatıraları değil, buharlı lokomotif düdüğünden tutun da radyo kuşağında verilen reklamlara kadar her şeyi… Mallarını yükleyenlerin gürültüsü, görevlilerle bileti olmayan yolcuların kavgası dalaşı, sarhoş yolcuların gereksiz tartışması… En ufak sesler ve renkler bile hafızasında; çocukluk yıllarının siyah beyaz fotoğrafı olarak kalmıştı.
Geç de olsa, öğretmen sonunda kendine gelerek dillendi: “Bütün şehire balığı asıl bu mıntıka verir. Hazır gelmişken gel buraya da uğrayalım, içimde kalmasın. Sonra gıcık gıcık sorularla kendimi yargılayacağım, tanımıyor musun beni!”
Sınır hattı olduğu için yıllarca işlenmemiş olan kurak topraklar, oradan diğer tarafa doğru gündüzleri hep yüzeyi altınımsı, geceleriyse gümüşümsü bir renkte hışımla vuran sert dalgalara ait berrak göl ve elini uzatsan dokunacağını zannedeceğin eciş bücüş ufuk çizgisi; şimdi başka bir güzel görünüyordu. Bu ıssız meskene akşamın karanlık hüznü çökmüş, birbirini kovalayan boz bulanık dalgaların korkunç uğultusu bütün gürültüyü yutmuş, kıyıya köşeye bağlanmış balıkçı teknelerinin belli belirsiz ışıkları da hafif sisin içinde netliğini kaybederek sönmek üzere olan gece lambasına benzemişti. Bir yandan da yenice başlayan kar… Öyle yağıyordu ki deli rüzgar; serpiştirerek döküştürdüğü kar ile kışın resmini çiziyor derdin kesin.
Rüzgarın kırıp döktüğü sahilde -mavi bir branda, olta, paslanmış kova, uzun saplı bir kürek, bir çift çizme, karman çorman olmuş file benzeri bir ağ, arkasında ters dönmüş büyük bir kayık ve kürekler; düzensiz bir şekilde çevreye saçılmıştı- onları üstünde uzun yağmurluk, başında eski kulaklı bir asker beresi olan, iri yapılı bir balıkçı karşıladı. Saçı sakalı birbirine karışmış, yüzünden düşen bin parçaydı.
– Kardeş, her şeyi anlıyorum ama sen de kusuruma bakma. Şurada uzaktan görünen dağ var ya, tam o dağın arkasından geldim, hastamız var, balık lazım, anneme…
Öğretmen, arabanın camından ona hala yan yan bakarak süzmeye devam eden, ablak yüzünde benler olan adama aşağıdan yukarı bakarak, herhalde bu adamdan mümkünatı olmayan bir şeyi rica ettiğini düşündü ki sadece sesini değil, söylediklerini de yeniden gözden geçirdi ve derhal, bir kez daha söze girdi:
– Bir tanecik, minnacık da olsa olur. Yeter ki eli boş dönmeyeyim.
Balıkçı, başını salladı, derinden bir ah çekti, yanaklarını şişire şire ağır dalgalarla sağa sola vuran göle göz gezdirdi ve dönüp sessiz sedasız kulübesine doğru yöneldi. Yalnız evine yaklaştığında usulca arkasına dönerek henüz ondan cevap bekleyen öğretmene beklemesin, gitsin diye eliyle işaret etti.
Karısı kederli bir ses tonuyla, adamın davranış biçimine hak verdi: “Belki de ölenlerin içinde oğlu vardı! Zavallı hiç kendinde değil.”
“Nereden biliyorsun?” dese de eğer teknesi batanlardan biri oğlu olabilir diye, onun burada ne yaptığını düşündü, şimdi evinde huzurla, gelenleri karşılayıp, gidenleri uğurlamakla meşgul olmalıydı. Sanki ansızın aklına gelen bu fikir yüzünden ayılıp, sözü geçen belanın bu adamı ıskaladığına sevinir gibi oldu ve “Boş yere vakit kaybettik,” deyip arabayla, sulu karın henüz tam kaplamadığı kaygan otların üstünde birkaç manevra yaparak, zor olsa da geri döndü: “Buradan sonra böyle en az on tane kulübe var. Yani balık olmadığı için başkasının yanına göndermedi, olsaydı gönderirdi. Bu demek oluyor ki hiçbir yerde yok.”
Böyle söyledi ve bu sayede sadece kendini teselli etmiyor, aynı zamanda karısına da duyurarak sonradan onu kınamamasını, olmayan bir şeyi nereden bulacağını, yoktan var etmenin Allah’a mahsus olduğunu anlatmış oluyordu.
Dönüp tam ortasından geri döndükleri sık kamışlık; farların ışığında kendi korkunç görünüşüyle o dakikalarda gerçek bir kaosu anımsatıyordu. Rüzgarın eğerek iki büklüm ettiği, bazen de durup durup arabanın ön ve arka camlarına çarparak ses çıkaran bir sürü kamışı görseniz, koyu kahverengi mumlarıyla onlara parmak sallıyor derdiniz. Dar ve toprak yoldan asfalta ulaşana kadar -oradan diğer tarafa demiryolu istasyonu uzanıyordu- artık kar, kendi işini halletmiş, etraf tamamen bembeyaz olmuştu.
“Bu meret de tam yağacak zamanı buldu… Bizi yolda koymasa iyi.” Arabayı dikkatlice, yavaş yavaş asfalta çıkaran öğretmen, serseri esen rüzgarda hiddetli bir şekilde cama vuran sulu kar tanelerini göstererek söylendi: “Hiç de keyfim yokken, bak nasıl ortalığı birbirine katıyor, Allah’ın belası!”
– Yağıyorsa yağıyor, dinmeyecek değil ya, onun derdini de senin çekecek halin yok hem! Sen arabanı sür…
***
Epeydir kadının bir ayağı çukurdaydı, bugün yarın gidiciydi. Ağrıları artık öyle hapla mapla da azalmıyordu. Her seferinde en fazla bir iki saati dayanıyor sonra köyün doktorunu çağırıyorlardı. O da tavsiyeler veriyor, ilaç filan yazıp gidiyordu. İnlemeleri de asıl bundan sonra başlıyordu, özellikle de geceleri. Bu haldeyken kadın, bir ara ilçe hastanesinde, bir aydan fazla da il merkezinde tedavi gördü. Hiçbir şey değişmediğindeyse “Alın götürün beni buradan, ne kendinizi kandırın, ne beni, bir ayağı çukurda olan insanın burada ne işi olur!” dedi.
Bu sırda yoldayken şunu da eklemişti: “Dua edin, ecelim tez gelsin de size sıkıntı vermeyeyim. Yoksa sırtınıza yük olurum.”
Böyle böyle kadın düşe kalka bir kaç yıl daha ömür sürdü. Seksen yaşını gördüğünde başka bir dert gelip buldu onu; yavaş yavaş uykularını yitirdi, yemeden içmeden kesildi, zayıflayıp çöp gibi kaldı. Bazen öyle oluyordu ki günlerce bir lokma geçmiyordu boğazından, değil bir yudum su, hatta nefesi bile zorla alıp veriyordu. Diğerleri de acaba nasıl böyle dayanıyor da ruhunu teslim etmiyor diye şaşırıp kalıyorlardı. O da başka konuşuyordu: “Elden ayaktan düşmeden ölmenin neresi kötü!” diyordu. Teskin ediyorlardı, gönlünü alıyorlardı. Kimseye yük olmadığını, ona bakmaktan gocunmadıklarını söyleyerek dertlenmesin istiyorlardı. Bir yere giderken bir isteği var mı diye soruyorlardı, belki canı bir şey istiyor, aklından bir şey geçiyorsa söylesin diye… Bunu insanın oğlu, kızı yapmayacaksa kim yapacaktı! O da başını sağa sola çeviriyor -ölmesi için izin vermiyorlar, böyle bir hayatın ona ne faydası var diye düşünüp- altı çökmüş gözlerini yumarak- burun kıvırıyordu…
Bugün ise her şey tam aksi cereyan etmişti. Gelini, öğleden önce kıyafetlerini değiştirip evden çıkarken, kadın, yastıktan azıcık doğrulup, onu eliyle yanına çağırdı, mırıldanabilse de şöyle söyledi: “Bir balık alırsınız bana.”
Gelini, duyduğu şey karşısında şaşırır gibi oldu. Acaba bu nereden çıkmıştı! Ona hatırlatmaya çalıştı, son kez bir şey istediğini hatırlıyor muydu görmek istedi. Ne zaman olmuştu bu!
“Niye bir tane alalım,” dedi sevinerek, “Tam üç tane alırız. Yeter ki sen ye, iç, torununun düğününe kadar ayaklan. Bizi büyüksüz koyma.”
* * *
Çamderesi ormanı arkada kaldı, Ortaova’yı geçtiler, Karayalın yokuşuna gelip, şehirden çıktıklarında usul usul, saat yelkovanı gibi durmak bilmeyen cam sileceğini daha da hızlandırdı öğretmen ve “İşe bak,” dedi: “Orayı kar kaplamıştı, burayı sel götürüyor. Halbuki burayla arası toplam yirmi kilometre.”
– Yağmur; kardan daha iyi, bırak sağ salim gidip çıkalım köye, yolda insan neyle karşılaşacağını bilmiyor, hem sonra dağlara da yağar. Daha zemherisi var bunun.
Öğretmen tam “Nasıl neyle karşılaşacağın bilinmez?” diye sorduğunda, eski otobüs durağında onlara el eden adamı gördü ama araba çok hızlı olduğu için durdurmayı ya da geri gelmeyi hiç aklına getirmedi.
“Gerçekten o zavallıyı burada bırakıp gidecek misin?” Karısının söyledikleri, kınama ve acımadan çok bir test niteliğindeydi: “Kendini onun yerine koy da bak bir, gecenin bu zifiri karanlığında ne yapardın? Islanmasını geçtik, insan kurda kuşa yem olur bu yabanda.
Öğretmen, gösterdiği davranış biçimiyle kendini haklı çıkardı:
– Laf mı bu da?! Şu saatte adam yola mı çıkar?! Saat ona geliyor. Kim bilir sarhoş mu, müptezel mi nedir?..
– Tam tersi, sarhoş değil demek ki yola düşmüş. İçen, çeken biri olsaydı, sızıp kalırdı. Geri dön al onu, yazıktır, belki de evlatlarına ekmek götürüyordur!
“Allah Allah… Çattık arkadaş! Kadın olacakmışsın, böyle kafan olacakmış!” Öğretmenin bıkkın bir şekilde söylenmesinden tepesinin tasının attığı anlaşılıyordu, velhasıl ne düşündüyse, ağzının içinde bir şeyler geveleye geveleye hızını azalttı, arabayı yavaşça durdurup önce arka arka gitti. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve karanlık yüzünden bunu başaramayacağını, bir sürü zaman kaybedeceklerini anlayınca dönüp yarım kilometrelik yolu yeniden katetti. Bu sırada da ağzından geleni karısına söyleye söyleye… En sonunda dönüp şöyle dedi:
– Karısının sözüne kulak asan adamın suratına tükürmeli. Böylesine nasıl adam denir!
“Sevap işlemiş olacaksın,” dedi karısı, onun daha çok cinlenmesine izin vermedi: “Allah rızası için, çok sokranma! Vardır bunda da bir hayır, şu an ileride ne durumda bekliyordur şimdi bizi! Biliyor musun?”
Elinde küçük bir poşetle demir direğin dibinde büzüşmüş bekleyen yolcunun yanına vardıklarında öğretmen hala söyleniyordu: “Profesör olmuş babasının kızı!”
Yüzünden nur akan adam baştan aşağı sırılsıklamdı, tir tir titriyor, ağzını açamıyordu. Arabadakilerin yarı yoldan sırf onun için döndüklerini öğrendiğinde ise neredeyse şoförün ellerinden öpecekti. Söz icabı da olsa “Ne zahmet ettiniz!” dedi.
Şoförün “Ya niye zahmet çekeceğiz ademoğlu! Öyle ver yiyeyim, ört yatayımla iş biter mi?” demesi, onu özellikle utandırmıştı. Onun için gelen insanların sıradan insanlar olmadığını hissetti. Söze nereden nasıl gireceğini bilmiyordu, hiç olmazsa gönlündekilerin az bir kısmını söylemesi gerekirdi. Biraz sonra kasabanın merkezinden olduğu, su deposunda nöbetçi olarak çalıştığı, geceleyin nöbette olması gerektiği ama acil eve dönmek zorunda kaldığı anlaşıldı. Annesinin durumu kötü olunca, beklemesin gelsin diye telefon etmişler.
“Merak etme, biz de aynı dertten muzdaribiz. O hastalardan biri tane de bizde var,” diyen şoför, araya laf sokarak onun kafasını dağıtmaya çalıştı: “Duymadın mı, ışıldayan demir pas tutmazmış. Belki yüz yaşını da görürüz.”
Sonra tanıştılar, oradan buradan konuştular, pahalılıktan şikayetçi oldular, evlatlardan söz ettiler, sıra havaya suya geldiğinde ilçeye varmışlardı. Yol boyunca ne bir araba çıkmıştı karşılarına, ne de peşlerinden gelip onları geçen biri… Sadece aralıksız yağan yağmur, kaygan yol ve karanlık bir doğa…
“Karanlığa kaldın, güneş battı, herkes kendi evine girdi,” diyen yolcu, arabayı yolun kenarındaki münasip bir yerde durdurttu, evinin birkaç adım ötede olduğunu söyledi, arabadan indi ve indiği gibi de elini cebine attı.
“Seninki yol arkadaşlığı değilmiş ki!” diyen öğretmenin azarlaması onu nasıl ayılttıysa, ellerini tek tek cebinden çıkarıp havaya kaldırdı: “Teslim oluyorum! Bir gün borcumu öderim. Şimdi benim evde hastam, sizin de gidecek uzun bir yolunuz var, yoksa sizin gibi insanları memnuniyetle misafir ederdim,” dedi. Onlara iyi yolculuklar diledi ve acele ettiği için özür dileyerek hızlı adımlarla öyle uzaklaştı ki öğretmenin, arkasından duyulan sesi onu ancak köşe başında durdurabildi:
– Kardeş! İsmin de aklımdan çıktı, poşetin kaldı, poşetin!
Hala yağan yağmurun altında, görünüşüyle gülyabaniyi anımsatan yolcu arkasına baktı:
“Buraya kadar benimdi, bundan sonra sizindir!” dedi ve karanlıkta gözden kayboldu.
* * *
Öğretmen, tam üstünü değişmiş, sabah aldığı gazeteleri güzelce karşısına yığmıştı ki karısının mutfaktan gelen telaşlı sesini duydu: “Habip, çabuk gel!” Bir şey olduğunu anladı, nihayet karısı her şeye heyecanlanan birisi değildi… Kadın konuşa konuşa mutfaktan geliyor, o ise söylene söylene odadan mutfağa yürüyordu. Koridorda karşılaştılar ve adamı bağırmaktan neyin alıkoyduğunu kendisi de anlamadı. Sağa ve sola açtığı iki elinde baş aşağı sarkmış iki tane balıkla sırıtan karısının karşısında dona kalmıştı…

SOKAK
Aslında onu her gün apartmanın önünde görüyordu. Kadınsa utancından başını bile kaldıramıyordu. Şimdi altıncı katta, tam kapının ağzında onunla karşı karşıya gelmişti. Her zamanki gibi mahzun görünmekteydi. O, başını eğerek eşiklikte duran ev yapımı yiyeceklerine baktığı an, kadın bunları satmak için getirdiğini anlatmaya başladı:
– Bilirsiniz… Ben, bu günlerde evi taşıyacağım.
İç âleminde, güya hiçbir şey satın almamasının sebebini izah etti ve kadının tebessümünü cevapsız bırakmamış olmaktan ziyade, çoğu zaman apartmanın önünden gelen sesine uyanıp arkasından konuştuğu bu insanın kapıdan kırgın ayrılmamasına sevindi.
Duvarın diğer tarafında birisi piyanoda tek parmakla yine o insanı canından bezdiren şarkıyı dıngırdatıyor, hep de aynı yerde takılıp yeniden çalmaya başlıyordu. Sanki bu yarım müzisyene, birileri, başkalarının sinirleriyle oynaması için emir filan vermişti. Bu, insanın canını sıkmıyor gibi bir yandan da yağmur çiseliyordu. Yağmur ne yağmur gibi yağıyor ne de dinmek biliyordu. O sabah onu uykudan uyandıran bu ses; düpedüz tencere tava çalıyordu. İşin kötü yanı öğle yemeğine doğru elektrikler de gitti. Yarı aydınlık oda buz gibi soğuktu. Her seferinde kendine söz veriyordu, “Sağlık olsun,” diyordu; bir gün zaman olduğunda kapı ve pencerelerin eksiklerini iyice elden geçirecekti. Yoksa geçen yıldaki gibi… Öyle bir yanlış yapmıştı ki bütün kış hastalıktan gözünü açamamıştı. Artık tamamdı, soğuğa yiğitlik ettiği günler geride kalıyordu. Ama şu da vardı; kimi zaman havaların güzel gitmesi de bir bahaneye eviriliyordu. Ahmak gibi berbat bir atalete sahipti ve diğer işlerde de olduğu gibi, bu şey onun elini kolunu bağlıyordu. Aslında henüz bir hafta önce komşu eczaneleri yoklayıp pamuk bulamadığında, şehre yağan kar misali bu işin üstüne de sünger çekeceği belliydi.
Huyu böyleydi, hiçbir zaman uzaktan bir şey alıp getirmezdi. Alışverişi de evin yanından yöresinden yapardı. Diyelim ki çok gerekli olan küçük bir şeye ihtiyacı varsa, onun için gidip şehrin diğer bir ucuna çıkmazdı. Bir yerde bir şey bulamıyorsa, o şeyin hiçbir yerde bulunmadığını zannederdi. Elde olmadığı için satışa sunmuyorlardı. Yoksa ender bulunan bir şey değildi ki karaborsaya düşsündü! Şimdi de yeni bir bahanesi vardı: Nereden bilebilirdi bir gün işyerinde kapı önüne konulacağını!İşte o zaman, o da keşke bir tek derdim kapı ve pencerenin yalıtımı olsa diye acı acı içlenecekti. Malum olduğu üzere, zilini çalacak olan adam da öyle böyle gelmeyecek, topla, tüfekle dikilecekti kapısına:
– Ne var biliyor musun kardeş, topla pılını pırtını, saygı gösteren insanın tepesine çıkılmaz. Senden için ricacı oldular, ben de adam bilip evimi verdim. İyi adamsın kendine göre… Benim sana yapacağım iyilik en fazla bir hafta mühlet olur. Anlarsın anlamazsın, bu artık senin bileceğin iş! Onu da kafama takacak halim yok! Nereye gidersen git, bundan daha ucuz ev bulursan gel yüzüme tükür. Arkadaşın söylüyor, sende yeni bir hastalık tespit etmişler, elde avuçta ne varsa toplayıp ilaca vermişsin. Sen hastaysan benim suçum ne! Var mı benim günahım! Vallahi de billahi de arkadaşının hatırını kıramıyorum. Benim yerimde başka biri olsaydı, senle başka şekilde konuşurdu. İnsan insana bir ya da iki ay borçlu kalır artık… Beş ay değil ki! Beş ay demek yarım sene demek! Asıl benim canımı sıkan; şair olduğunu, yazar olduğunu, makale filan yazdığını söylüyorlar. Ne makale yazarlığı ha! Git kendine bir iş uğraş bul, para pul kazan. Millet karnını doyurmanın peşinde, ne buldun bu yazıda çizide?! Duymuş olabilirsin belki, şu ilerideki komşularımızdan bir karı koca açlıktan öldü. Biliyor musun hiç, her gün açlıktan ölen kaç kişi var bu ülkede! Hükümet çözemiyor, çünkü korkuyor, rezillikten korkuyor. Biliyor musun bu uluslararası kamuoyu filan, ne bilim ne işte… Sen kendin de duydun nereden nereye! Görüyorsun da! Bunu yaz asıl bunu! Yoksa bağa gel bostana gel ha… Ne olacak?! Belki yanlış söylüyorum! Senin o şairliğin zamanı geçti! Çık bir sokağa da bizzat izle, bak, bak millet yağmurun altında nasıl ecel teri döküyor! Niçin, niçin? Akşam evladına bir lokma ekmek götürmek için! Hayat bu kardeş! Milletin hepsi sokaklarda… İnsanlar birbirine çarpıyor: Sokaklara düş de göreyim seni! Bu halk sokaklara düştü sokaklara!
Biraz acıyıp da bu kış günü, köpeği bile kapı önüne koymazlar diyebilirdi. Ama nereden aklına geldi bu ahmak düşünce!Kimdi onu evden kovan? İnsanlık nerede kaldı peki! Sanki onun fırıldak bir adam olmadığını bilmiyorlardı! İmkânı olsa, ona buna minnet etmektense gidip bir çaresine bakardı, niye sahtekârlık etsindi! Fakirliğin gözü kör olsundu, herkes çile çekmekten bıkmış usanmıştı.
Elektrikler gittiğinde beş altı tramvay peş peşe durmuştu, sanki numunelik ihtiyarlar bir şey için sıraya girmiş gibiydi. Tevafuka bakar mısın, hem de tam marketin karşısında… Böyle uygun bir benzerlik bulduğundan mütevellit içten içe sevindi, bu mizanseni mutlaka yeni eserine eklemesi gerektiğine karar verdi ve düşüncesinin yeniliği yüzünden sanki yüzüne renk gelir gibi oldu. Gidip çay koymak için kalktı, sabahtan bu yana gazın olmadığını hatırlayınca yine efkârlandı.
Kapı dövüldüğünde birden düşüncelerinden ayıldı, evet, bir tek yolu vardı: Eğer gelen kişi ev sahibiyse, onu mutlaka karşılamak lazımdı: İlaç için ona para verir miydi yoksa vermez miydi? Böyle olursa, anlaşılacağı üzere, kira hakkında hiç konuşmazlardı da… Üstelik o bu durumun ilaç yüzünden kaynaklandığını bilse, onun da yüzü tutmazdı borçtan söz etmeye… Gerçi gelenin ev sahibi olduğuna da inanmıyordu. Her kimdiyse kapının zilini çalmaya cesaret edememişti. Her zaman böyle olur: Yüzün tutmuyorsa, her bir şeyi ihtiyatla gerçekleştirirsin, karşı tarafı incitmemek için hareketlerini ölçüp biçersin. Hâlbuki zil sayesinde bu kapıyı her gün en az on defa açtırırlar: Gaz işletmesinden geleni, elektrikçisi, eşi dostu, komşusu ya da bir bilmem ne ustası…
– Hacım, fal bakıyorum! Gelecekten haber veriyorum.
Bunları söyleyenin yanında bir kadın daha vardı.
Bir ışık var mı?” diye sordu ve cevabı zamanında bulup veremediği için halinden memnun bir şekilde gülümsedi.
– İyi bir adama benzediğini görüyorum.
Hoca, buyur edilmeden içeri sokulmak istedi.
“O zaman parasız…” diyerek şart koştu ve misafirler içeri girmekte acele etmesin diye de kapıyı biraz ığdırdı. Bu sözü duyan falcı, utanıp sıkılmadan şöyle söyledi:
– Eh, kadın bile kocasıyla parasız yatmıyor, sen neden bahsediyorsun?
– Sana söyleyecek bir sözüm yok.
Ev sahibi ona acıyarak başını salladı:
– Bari adına hoca deyip milleti kendine güldürme!
– Aman, yürü aman, yürü! Parası yok, kendine adam diyor!
Hem bu av peşinde hesabı görmek için ellerine fırsat geçmişti hem de açık aleni adamın kişiliğiyle alay edip yüreklerini soğutuyorlardı:
– Bundan daha güzel şey mi var?! İşin de yok, yüzünü niye asasın! Beysin paşasın demek ki!
Evi ısıtamamak fenaydı, eğer gaz olsaydı, hiç olmazsa su kaynatıp bir kaşık su içerdi. Mutfakta oturup çalışmayı sevmese de bu saatlerde şu küçük yerin ısısı başkaydı, bir de akşam yemeği hazırlamak için bir şey bulsaydı, belki bir antika…
Meteliğe kurşun sıktığında, kahvaltıyla öğle yemeğini aynı anda yapmak için uykusundan geç uyanırdı. Şimdi ise durum kesindi, alışageldiği üzere bir şey için dışarı çıkmasa da bu kez akşam yakmak için mum alması ve bir kaşık sıcak yemek için mutlaka evden adımını dışarı atması gerekiyordu. Birden dışarıda da elektrikler yoksa o zaman nasıl olacak diye düşündü. Çünkü her şey göz önündeydi, bütün şehrin ışıkları sönmüştü. Troleybüsler de hiç göze çarpmıyordu. Şimdiye kadar metro da çalışmamıştı. Nedense o an herkes hayatın durduğunu, dünyanın sonunun gelip çattığını, bunun artık bir son olduğunu zannediyordu. Birdenbire daha vakit olduğu halde akşamı düşünüp dert etmeye başladı. Zifiri karanlığı, soğuğu ve canının yanmasını aklına getirdiğinde, aniden bütün vücudunu soğuk bir ter bastı, sanki bütün bedeninde karıncalar dolandı. Bu durum takriben yarım dakika sürdü. Sonra niçin her zaman bardağın boş tarafını düşünüyorum diye kendini azarladı. Bel bağladığı ne varsa, niçin hepsi bir anda boşa çıkmalıydı! Ne olmuştu metroya! Elektrik bu, gidecek, gelecekti. Sanki hiç olmuyordu böyle şeyler!Şüphesiz bu milletin haline acıyan da vardır, böyle bir şehirde herkes vicdanını yitirecek değil ya!Elbette sonunda milleti bu eziyetten kurtaracak hayırlı bir vatan evladı da çıkacak. Peki, niçin herkesin yerine o düşünmeliydi!
Yani böyle akıllı biri daha mı vardı?! Eğer böyle bir millet kıymet biliyorduysa, kimi bekliyordu! Niye onu yukarıya taşımıyordu! Kimse kaygı etmesindi, herkes kendi işini, neyi nasıl yapması gerektiğini ondan bin kat daha iyi biliyordu. Adama demezler miydi, kelin ilacı olsa kendi başına sürer, ey zavallı diye! Hastasın, evin barkın yok, rahatsızlığın yüzünden öğlen kalkıyorsun, git kendi derdine yan. Koyun can derdinde, kasap et derdinde! Evet, doğru söylüyorlardı, onun hastalığı yoksul hastalığıydı. Parası pulu olduğunda böyle şeyleri çok da takmazdı. Etraflıca düşünür, ölçüp biçer, mesele çetinse masaya yatırırdı ama artık böyle değildi.
İyi olunca bütün dert ve tasa unutulur, keyfi yerine gelir, kendine güveni artar, eşe dosta hal hatır sormaya gidip geldiği günler de olurdu. Bunun sebebini güya herkes hassaslık diye izah ediyordu. Mide hastaları dünyanın en hassas ve en asabi insanları zannediliyor, milletin derdi onlara kalmış sanki! Bunu duyduğu andan itibaren kulağına küpe etmiş, iç âleminde sebebin sebebini de kendisi tespit etmişti: Eğer eşeği yokuşa sürmeyip vaktinde evlenseydi, böyle şeylerin derdini çeker miydi? Yoksa o ne bilirdi mide ağrısı nedir, öd kesesinin iltihabı nasıl olur… Böbreğinin nerede olduğunu bilemediği zamanlar olurdu, ama şimdi sadece böbreğinin yerini değil, onda taş olduğunu bile biliyordu. Tuzlanma dediğin illet, bu prostat şişliklerinin konusu nereden çıktı peki!Nereden bileceksin, gözünün ferini belki de doktorun kendisi söndürmüştü, yoksa neyi vardı ki onun! Allah’a şükür, ekmek bulamasa taş yerdi.
Evvela, onun kendisi adam olsaydı, lafı bir kere yüzüne söylemezdi. İkincisi: Sadece derdinin ne olduğunu söylemişti, iyi biriydiyse; ilacını da verirdi. Yoksa bu hastalığa yakalanan insana, dünyanın en güzel kadınını getirip evlendirsen bile hayrı olmaz demenin ne faydası var! Diğerleri gibi değil de sen olsa olsa, kadını kendine dinleyici edebilirsin. Böylesinden ne akıl bekleyeceksin işte! Öyle konuşuyor, sanki insana müjdeli bir haber veriyor. Belki, onu da hiç kınamamalıydı, doğru sözü, açık konuşmayı seven adam olabilir, vaziyetin ne kadar ciddi olduğunu hastanın kendisi anlasın istiyordur belki. Doktor ahlaksız demek ki o da; ahmak, çocuk gibi inanıyor mu her denilene! Ona genellikle bu hastalığın neden olacağı şeyleri söylemişler, o ise her şeyi kendine yoruyor, sarsılıyor ve ümidini yitiriyordu. Düşünüyordu: Evet, bu da bütün ahmak insanlar gibi her şeyi yarına bırakmanın nihai neticesiydi…Hâlbuki talihi başka şeyler getirebilirdi, onun hayatı ise hastalıkla mücadeleye hasredilmişti. Şimdi de niye doğru zamanda helal süt emmiş birini bulamadım diye oturup acı acı yakınıyordu. Kendisine adam gibi bakardı! Güya o zamanlar kendi imkânlarıyla, sadece beş on lirayla ömrünün sonuna kadar belini doğrultabilmenin mümkün olmadığını düşünüyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/elabbas-bagirov/eski-adam-ve-diger-oykuler-69500113/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Eski Adam ve Diğer Öyküler Elabbas Bağırov
Eski Adam ve Diğer Öyküler

Elabbas Bağırov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Eski Adam ve Diğer Öyküler, электронная книга автора Elabbas Bağırov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв