Türkçeyle Yaşamak

Türkçeyle Yaşamak
Leyla Karahan

Zeynep Korkmaz Kitabı
Türkçeyle Yaşamak


Prof. Dr. Zeynep Korkmaz (2017)


SÖZ BAŞI
Bu kitap, bütün ömrünü Türk dili çalışmalarına adamış ve alanında ekol yaratmış olan bir ismi, Türklük Biliminin çağımızdaki en önemli temsilcisi Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı yakından tanıtmak üzere hazırlanmıştır.
Hepimiz, hayranlık duyduğumuz bir şahsiyeti daha yakından tanımak isteriz. Nerede ve ne zaman doğmuş, eğitimini nerede tamamlamış, hangi hizmetlerde bulunmuş gibi soruların cevaplarına yazılı kaynaklarda kolayca ulaşmamız mümkündür. Ancak bir hayat hikâyesi sadece bu bilgilerden ibaret değildir. Her hikâyede sevinç, üzüntü, özlem, başarı, başarısızlıkla birlikte sayısız hatıra vardır. İşte, bunları da öğrenmek isteriz. Sahnenin arkasını merak ederiz.
Avrasya Yazarlar Birliğinin bir projesi çerçevesinde Hocam Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun’un önerisiyle Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı çeşitli yönleriyle tanıtacak bir kitap hazırlama görevi bana verildi. Bu, benim için onurlu bir görevdi. Biliyordum ki Zeynep Korkmaz gibi Cumhuriyet Türkiyesi’nin ve Türklük Biliminin bir asırlık tarihine tanıklık etmiş bir ismin anlatacağı pek çok ilgi çekici hatıra vardı. Ama nasıl yapmalıydım? Bir insan hakkındaki en doğru bilgilerin kaynağı, yine insanın kendisi olduğuna göre Zeynep Korkmaz’ı da en doğru anlatacak olan, Zeynep Korkmaz olacaktır diyerek kendisiyle bir söyleşi yapmaya karar verdim. Bu düşüncemi Hocam’a anlattım ve bize bu fırsatı vermesi için kendisinden ricada bulundum. Kabul ettiler ve 2016 yılının Haziran ayı sonlarında sohbete başladık. Hocam’la dünü, bugünü ve yarını konuşmak, merak ettiklerimi sormak heyecan vericiydi. Hatıralarını dinlerken ben de kendisiyle birlikte mazide dolaştım. Eski Ankara’da yaşar gibi oldum, o dönemin hocalarını tanır ve derslerine girer gibi oldum.
Bazen kısa, bazen uzun aralıklarla beş ay kadar sürdü bu sohbetler… Hocam’ın bana ayırdığı bu çok değerli zamanlarda kendisi hakkında epeyi bilgi kaydettim. Ömrünü bilime adamış biri olarak anlattıkları daha çok meslek hayatıyla ilgili olsa da Hocam, benim sorularımla eşinden, çocuklarından, özel zevklerinden de bahsetti. Çok sevindiği, çok üzüldüğü olayları sordum; anlattı. Böylece akademisyen Zeynep Korkmaz’la birlikte, insan, eş, anne ve ev kadını Zeynep Korkmaz’ı da tanıma fırsatı bulmuş oldum.
Hocam’la geçirdiğim bu zamanlardaki izlenimlerimden de söz etmeliyim. Sohbet için kendisiyle hep Kuğulu-park (Ankara) karşısındaki evinde buluştuk. Her buluşmamız, belirli ritüeller içinde gerçekleşirdi: Anlaştığımız saatte giderim; apartman görevlisi çok sıkı tembihlenmiş ve arabam için bir park yeri ayrılmıştır. Kapı açılır; Hocam özenle giyinmiş, süslenmiş olarak beni beklemektedir. Görsel kayıt yapmadığıma göre bu tavır belli ki misafire duyulan saygı ile ilgilidir. İçeriye girdikten sonra mutlaka terlik verilir, kolonya ve çikolata ikram edilir. Çay çoktan ocağa konmuştur. Börek, kurabiye ve meyveler hazırdır. Hâl hatır sorma faslından sonra sohbete başlarız. Laf lafı açar. Hocam konuşur, konuşur. O kadar akıcı konuşur ki araya girip bir soru sormak neredeyse imkânsızdır. Mecburen cümlenin yarısında konuşmaya girerek sorumu sorarım. Hocam, cevabı verir ve hemen konuşmasına kaldığı yerden devam eder. Bazen önceden hazırladığı notlarla konuya eklemeler yapar. Unuttuğu olayları, isimleri bir tarafa kaydeder ve bunları mutlaka bir sonraki sohbetimizde ben hatırlatmadan söyler. Sonra çay molası veririz. Mutfakta yardım kabul etmez. Çayı, bardağıma bile kendisi koymak ister. İkramdaki ısrarcılığı karşısında teslim olmaktan başka çareniz yoktur. Önünüze konanı bitirmek zorundasınız; mazeret kabul etmez. Sohbet sırasında yoruldum dediğine şahit olmadım. Yorulduğunu hissettiğim an, sohbeti bitirirdim. Zaman zaman bu sohbetlere öğrencilerim de katıldı. Hocamı yormamak için öğrencilerimi birer birer götürdüm. Onlar, Zeynep Korkmaz gibi büyük bir hoca ile aynı ortamda bulunmanın, onu dinlemenin benim gibi heyecanını yaşadılar. Fotoğraf çektiler, sınıfta arkadaşlarına izlenimlerini anlattılar. Sohbetlerimizin yarının öğretmenleri olacak bu gençlerimiz için unutamayacakları birer hatıra olduğunu düşünüyorum.
Kitapta, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın öğrenci ve meslektaş olarak yakından tanıdığı bazı bilim adamlarının ve iki oğlunun hatıralarına da yer verdik. Ayrıca Hocam’ın eserleriyle ilgili kısa bir değerlendirme yazısı ile eserlerinin listesini kitaba ekledik. Çok zengin olan fotoğraf albümünden seçtiklerimizi kitaba dâhil ettik. Sohbet sırasında adı geçen kişilerin isimlerini de bir dizin hâlinde kitabın sonuna koyduk. Hocam, kitabın müsveddelerini gözden geçirerek basıma onay verdi. Böylece kitap tamamlanmış oldu.
Kitabın hazırlanışında yardımlarını gördüğüm isimleri zikrederek onlara şükranlarımı ifade etmek, benim için bir borçtur. Hocam Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, kitabın tamamını okuyup bazı düzeltmeler yaptı. Kayıtları yazıya geçirmede, öğrencilerim Doç. Dr. Feyzi Ersoy, Fatma Koç Özkul, Bahar Sağır, Zekeriya Merdin, Sinan Yener, Şenay Dönmez, Özge Dağdeviren, Ayşegül Kayar, Fadime Hedef, Gökçen Karakoç, Nurten Başay, Fatma Kaya, Ayşegül Çam, Merve Çiftçi, İlknur Tüfekçi, Semiha Dede, Çiğdem Talyak Düz; fotoğrafların taranmasında Dr. Erkan Karagöz bana yardımcı oldular. İbrahim Sağlam, özenle dizgisini yaptı. Hepsine çok teşekkür ederim. Ayrıca Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu’nu da böyle bir projeyi başlatarak çok değerli bilim ve sanat adamlarının daha yakından tanınmasına katkıda bulunduğu için kutluyorum.
Bu kitap, bilimi hayatın bir parçası değil hayatın kendisi yapmış, ömrünü bilime adamış ve Türkçeyle yaşamış değerli bir insanı, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ı anlatmaktadır. Türklük Bilimi ile uğraşan ve uğraşacak olanlar için yararlı olacağını ümit ediyorum.

    Leylâ Karahan
    Ankara – 2018

I. BÖLÜM
SÖYLEŞİ

BAŞLARKEN

Sevgili Hocam, sizi 1976 yılında tanıdım. Hacettepe Üniversitesinde yüksek lisans öğrencisiydim ve sizin dersinizi seçmiştim. Elbette isminizi ve eserlerinizi biliyordum, ama sizi şahsen tanıma imkânım olmamıştı. Sizden ve diğer hocalarımdan aldığım derslerle lisans öğrenimimdeki eksikleri giderdim. Daha sonra doktora derslerinde de hocam oldunuz. Tek öğrenci olduğum için sizinle DTCF’deki odanızda ders yapardık. Dolu dolu geçen derslerdi bunlar. Bana alanımızla ilgili o kadar çok makale okuttunuz ve ben bu sayede o kadar çok şey öğrendim ki… Tarihî lehçeler, özellikle Eski Anadolu Türkçesi, eklerin kökeni, bibliyografya… Hepsi de benim ufkumu açan makalelerdi. Ben de akademik hayatımda sizi örnek alarak öğrencilerime alanı tanımaları için bol bol makale okuttum. Sizin disiplinli ve titiz çalışmanız beni çok etkiledi. Dersler sırasında geçen ilgi çekici ayrıntıları daha sonra araştırmak üzere fişlere kaydetme ve bir zarfa koyma yönteminizi ben de akademik hayatımda uyguladım ve zamanı geldikçe bu fişlerde kayıtlı olan konuları makale şeklinde değerlendirdim. Bu yöntemi sizi de yad ederek öğrencilerime tavsiye ettim.
Doktora tez konumu da siz vermiştiniz; ama sizinle çalışamadım. YÖK’te görevlendirildiğiniz için kanunen fakültedeki derslerinizi bırakmak zorundaydınız. Ben de tezimi hocam Ahmet Bican Ercilasun’la tamamladım. Aradan yıllar geçti. Türk Dil Kurumunda çeşitli komisyonlarda sizinle birlikte çalıştık. Yine birlikte Ankara dışındaki konferanslara gittik. Bunlar benim onur duyarak sakladığım anılar. Sizi ilk tanıdığım günden bugüne tam 40 yıl geçmiş. Pek çok öğrenciniz gibi ben de derslerinizle, eserlerinizle beslendim. Disiplinli çalışmanın önemini sizden öğrendim. Akademik hayatımda sizin çok özel bir yeriniz var Hocam.
Sevgili Hocam, dersinize girerken duyduğum heyecanı, bugün yeniden yaşıyorum. Sizinle, Türklük Biliminin ulu çınarı Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’la, hayata, bilime, insana dair konuşmak beni heyecanlandırıyor. Çeşitli vesilelerle yurt içine ve yurt dışına sizinle birlikte pek çok yolculuk yaptık. Şimdi başka bir yolculukta, geçmişe doğru bir yolculukta size eşlik etmekten dolayı ne kadar mutlu olduğumu ifade etmek isterim.
Sevgili Hocam, bana bu fırsatı verdiğiniz ve hafızanızda biriktirdiklerinizi bizimle paylaşmak cömertliğini ve inceliğini gösterdiğiniz için size şükran borçluyum. Eminim ki bütün Türklük Bilimi camiası, akademisyen Prof. Dr. Zeynep Korkmaz’ın yanında, anne, eş, ev kadını Zeynep Korkmaz’ı da tanımak isteyecektir. Bu sohbetlerimiz sırasında sizi çok fazla yormayacağımı ümit ediyorum. Bugünün tarihini kaydedelim: 30 Haziran 2016.
– Hocam, hayat doğumla başladığına göre ben de sohbetimize doğum tarihinizi ve doğum yerinizi sorarak başlamak istiyorum. Bazen gerçek yaş ile kimlikte yazılı olan yaş aynı olmayabiliyor. Aile, çocuğu nüfusa geç kaydettiriyor veya doğum tarihi nüfus müdürlüklerinde yanlış yazılıyor. Biz sizin doğum yerinizi ve doğum tarihinizi “Nevşehir, 5 Temmuz 1922” olarak biliyoruz. Doğru mu Hocam?
– Doğru. Ancak bizim kimlik kartlarımız değiştirilirken doğum yılımı 1921 yazmışlar; ilgililere ayları neden dikkate almadıklarını sorduğumda, herkesin ayına yılına bakacak değiliz, dediler. Ama gerçek doğum tarihim, sizin de bildiğiniz gibi 5 Temmuz 1922.
– Hocam, 5 Temmuz 2017’de 95. yaşınızı tamamlıyorsunuz. İnşallah hep beraber doğum gününüzü kutlayacağız.[1 - Bu söyleşiden sonra 5 Temmuz 2017’de, editörlüğümde hazırlanan ve TKAE tarafından yayımlanan “Türklük Biliminin Ulu Çınarı Zeynep Korkmaz Armağanı”nın takdim töreninde Hocamızın 95. yaşını da kutladık.]Doğum günleriniz aile içinde kutlanır mı? Özel bir tören yapılır mı?
– Hayır. Sadece oğullarım hatırlıyor, telefon ediyorlar. Aa, benim doğum günüm mü diyorum. Ben de o zaman hatırlıyorum. Böyle bir geleneğimiz yok. Zaten eskiden, bizim çocukluk yıllarında hiç yoktu doğum günü kutlama âdeti.
– Hocam, siz Nevşehir’de doğdunuz. Ama biliyoruz ki Anadolu, sürekli göçlere sahne olmuş bir coğrafya. Aileniz Nevşehir’e nereden gelmiş, ne zaman Nevşehir’e yerleşmiş? Ailenizin geçmişi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Toroslardan Nevşehir’e
– Aile büyüklerinin anlattıklarına göre benim anne ve baba tarafından büyük büyük dedem Hacı Osman Ağa’ymış. O zamanlar Toroslardan Niğde livasına bağlı Alacaşar’a gelmişler. Kervancılıkla uğraşıyorlarmış. Develeri varmış. Daha sonra da 18. yüzyılda Damat İbrahim Paşa’nın Nevşehir’i kurmasıyla oraya yerleşmişler. Biliyorsunuz Nevşehir’in o zamanki adı Muşkara idi. Muşkara önceleri Uçhisar’a bağlı küçük bir köy imiş. İl olmadan önce de Niğde’ye bağlıydı. Uçhisar’daki Osman Ağa Cami’sinin de büyük dedem Hacı Osman Ağa tarafından yaptırıldığı söylenir.
– Neden Nevşehir’e göç etmişler?
– Tarihlerin kaydettiğine göre Damat İbrahim Paşa, Toroslardaki göçebe aşiretleri, Türkmen aşiretlerini oraya yerleştirmiş, iskân etmiş. Gelenler arasında bizim aile de varmış. Nevşehir’e gelince Türkmen Mahallesini kurmuşlar. Adı üzerinde: Türkmen Mahallesi. Ayrıca Yukarı Mahalle var, Aşağı Mahalle var. Damat İbrahim Paşa, çok şey yaptırmış Nevşehir’e. Kurşunlu Cami, çeşmeler, hamamlar, kütüphaneler… Ben Damat İbrahim Paşa Kütüphanesinde çalıştım. Hocam Tahsin Banguoğlu bana, orada ne gibi yazmalar var, üzerinde biraz çalış, demişti.
– Hocam, hangi Türkmenlerdensiniz? Ben o mahallede daha çok Herikli Türkmenlerinin yerleştiğini biliyorum. Çünkü benim annem ve babam da o mahalleden ve oraya Herikli Mahallesi deniyor. Ne dersiniz?
– Olabilir. Ama ben hangi Türkmenlerden olduklarını kesin olarak bilemiyorum. Herikli aşireti var, başka Türkmen aşiretleri de var. Nevşehir ve Yöresi Ağızları kitabımın Giriş bölümünde bu konuyla ilgili arşiv kaynaklarına dayalı hayli bilgi yer almış bulunuyor.
– O zamanlar aileler lakaplarla anılırdı. Sizin lakabınız neydi?
– Bize Dörtkoloğlu demişler. Büyük dedem, kervan ticareti ile uğraşıyormuş. Pek çok devemiz varmış. Develerimiz Türkiye’nin dört bir tarafına yayılırmış. Onun için Dörtkoloğlu lakabı verilmiş. Hatta benim iki dayım ve yakın akrabalarım, soyadı alırken Dörtkoloğlu’nu Dörtkol’a çevirmişler; hâlâ o soyadını kullanırlar. Ama biz Soyadı Kanunu çıktığı zaman İzmir’deydik. Ağabeyimin bir soyadları listesi vardı; oraya bakmış, Dengi soyadını beğenmiş. Dengi kelimesinin karşısında da “şerefli” yazıyormuş. Şerefli, haysiyetli falan. Hâlbuki dengi, denkten, eşitlikten gelen bir şey. Ağabeyim seçti diye biz de kabul etmişiz.
– Neden babanız değil de ağabeyiniz seçmiş Hocam?
– Ağabeyim yeni evliydi. Belki babam, ağabeyimle beraber çalıştığı için ve ağabeyim genç olduğu için daha etkili oldu. Babam ona fazla itibar ediyordu, onun beğendiği soyadına itiraz etmedi.

Soy Ağacım
– Baba ve anne dedeleriniz hakkında bilginiz var mı?
– Anlatayım. Bizim ailede dağılım şöyle. Büyük dedem Hacı Osman Ağa, hem annemin hem de babamın dedesi. Çünkü annemle babam amca çocukları. Yani babam, Hacı Osman Ağa’nın oğullarından Muhsin Efendi’nin oğlu. Annem de Hacı Osman Ağa’nın diğer oğlu Mustafa Efendi’nin kızı. Büyük dedemin üç kızı, üç oğlu varmış. Kızlarından biri evlenerek İstanbul’a gitmiş, ailenin İstanbul kolunu oluşturmuş. Biri de İzmir’e gitmiş. Ben bunları ancak çok sonradan Ankara’ya geldiğim zaman Ahmet Ali Bey amcamdan öğrendim. Onların evinde kalıyordum. Üniversitenin birinci yılını onların evinde geçirdim. Allah rahmet eylesin, ona çok şey borçluyum. Her Yasin okuyuşumda ona dua eder, ruhuna bağışlarım.


Zeynep Korkmaz’ın kimlik kartı

– Ahmet Ali Bey kim Hocam?
– Babamın halazadesi. Ahmet Ali amca, o yıllarda Askerî Fabrikalar başhekimi idi. Cebeci Hastanesinin başhekimliğinden emekli olmuş. Çok sevildiği için Askerî Fabrikalar başhekimliğine getirilmiş. Annesi Zübeyde Hanım, benim babamın halasının kızı. Ben hep Zübeyde hala demişimdir ona. Kocası sarayda kilerci başıymış. Zübeyde halanın diğer oğlu Denizci Yarbay Avni Omay da son Osmanlı nazırlarından Musa Paşa’nın torunu Naciye Hanım ile evliydi. Onların kızı Berrin, bizim fakülteyi bitirdi. Oğlu Yılmaz Omay da Deniz Ticaret Yüksek Okulunu bitirerek kaptan oldu. Hariciyeci Hasan Esat Işık Bey’in babası Esat Paşa da akrabalarımızdanmış.
– Ailenizin İzmir kolu?
– İzmir kolunu çok iyi bilemiyorum. Yalnız büyük halamız İzmir Alaşehir’e gelin gitmiş, kocasını Yunanlılar öldürmüş. Büyük halanın Fatma isminde bir kızı ve iki de oğlu olmuş. Oğulları Hüseyin Bey ile Ethem Bey. Ben ancak bu Fatma Hanım’ı tanıdım. Ethem ve Hüseyin Bey’i de küçükken İzmir’e gittiğimizde, 1928-29 yıllarında görmüştüm. Ethem Bey’le Hüseyin Bey ticaretle uğraşıyorlardı. İzmir’in Tilkilik semtinde Hatuniye Camii’nden yukarıya çıkan bir yol vardı; oradaki büyük mağazalarını hatırlıyorum. Belki böyle sekiz on dükkân genişliğinde… Orada ticaretle uğraşıyorlar iki kardeş. Fakat Hüseyin Bey birisine kefil olmuş. Uzun zaman borç ödenmemiş; nihayet Hüseyin Bey’in malını hacze gelmişler. Bunun üzerine Hüseyin Bey çok büyük bir sıkıntı geçirmiş ve kalp sektesinden ölmüş. Hüseyin Bey’in hanımı Firdevs Hanım teyze çok sevimli ve tatlı bir hanımdı. Konuşkan, cana yakın… O da üzüntüden birkaç sene sonra vefat etti. Hüseyin Bey’in çocuğu yoktu. Hüseyin Bey’in ölümünden sonra Ethem Bey bir süre ticarete devam etmiş. Ben hatırlıyorum onu. Hanımı erken yaşta öldüğü için bir başka hanımla evlenmişti. Balkanlardan göçen Afife Hanım’la… Ethem Bey’in iki çocuğu vardı ilk hanımından. Süheyp ve Cemal. Süheyp, aşağı yukarı benimle yaşıttı, onunla arkadaş gibiydik İzmir’de olduğumuz yıllarda. Hatta biz Urla’da iken İzmir’e gittiğimizde Ethem Beylerin evinde kalırdık. 1935’te Ethem Bey vefat etti. Ölmeden çocuklarına vasiyet etmiş, annenizi bırakmayın, ona sımsıkı sarılın diye. Üvey anne bu iki çocuğu da alıp İstanbul’a göçtü. Çocuklar tahsillerine orada devam ettiler. Ethem Bey’in küçük oğlu Cemal de daha sonra benim ağabeyimin küçük kızı Nigâr’la evlendi.
– Babanızın babası, yani dedeniz Muhsin Efendi’yi tanıdınız mı Hocam?
– Hayır, hiç tanıyamadım. Çünkü hayatta değildi. Ben ailenin tekne kazıntısı, son çocuğu olarak doğdum. Hiçbirini hatırlamıyorum, tanıma imkânım olmadı. Muhsin Efendi’nin üç oğlu ve bir de kızı varmış. Üç oğlanın en büyüğü, benim babam Yusuf Hüsnü. Onun küçüğü Said, onun küçüğü de Şevki. Kızının yani benim halamın adı Zeynep Kadın. Halam, Yukarı Mahalle’ye gelin gitmiş. Ben doğduğum zaman halamın adını bana vermişler.
– Hayatta mıymış o zaman halanız?
– Hayır, ben doğmadan vefat etmiş halam. Onun adını yaşatmak için bana Zeynep adını vermişler. Halamın kızı vardı Yukarı Mahallede, evliydi. Adı da Haviş Hanım. Nevşehir’de Havva’ya Haviş derler. Çok tatlı bir insandı. Ben üniversitedeyken yazları Nevşehir’e geldiğimde ziyaretine giderdim. Kurşunlu Cami’den yukarı doğru çıkılırdı, orada bahçeleri vardı. Bahçelerinden taze salatalık, meyve falan getirirlerdi. Onun iki kızı vardı. Biri Fevziye, diğeri Pembe. Bir de oğlu vardı Ali Ertaş, öğretmen okulunda okuyordu Adana’da. Sonraki yıllarda Ali Ertaş, öğretmenlikten ayrılarak Ankara’da Emlak Bankasında çalıştı. Çocukları Ankara Kolejinde okudular. Halamın kolu böyle devam ediyor.
– Amcalarınızdan biraz söz eder misiniz?
– Amcalarımdan Said Efendi -Said Hoca da derlermiş-İzmir’de Sanayi-i Nefise’de hocaymış; edebiyat hocasıymış. Ayrıca o zamanlar İzmir’de Köylü gazetesi çıkıyormuş; o gazetenin de başyazarı imiş. Fakat kendi sütununda saltanat idaresinin aleyhinde bazı yazılar yazıyormuş; bu da tabii saltanat idaresinin dikkatini çekmiş. Sanayi-i Nefise’nin kurucusu Mithat Paşa’nın görüşlerini benimsediği için üç yıl hapse mahkûm edilmiş. O üç yılı bitirdikten sonra üç yıl da Turgutlu’da ikamete mecbur edilmiş. Efendim, ben kendisini çok küçükken Nevşehir’de bizi ziyarete geldiğinde tanıdım. Bizde bir hafta kadar misafir kaldı, sonra döndü. Ondan birkaç yıl sonra da vefat haberini aldık. Rahmetli amcam hakkında evde pek bir şey anlatılmazdı. Çünkü söylendiğine göre babamla arası biraz şekerrenk imiş. Onun hakkındaki bilgiyi yıllar sonra rahmetli kompozitör Adnan Saygun’un babasından öğrenmiştim. Bir defasında eşimle birlikte Adnan Saygun’a bayram ziyaretine gitmiştik. Bahçelievler’de oturuyorlardı. Babası Celal Saygun amca da evdeydi. İzmir’de Millî Kütüphane müdürüydü Celal amca. Matematik hocasıydı. Aslen Nevşehirlidirler.
– Adnan Saygun’u eşiniz vasıtasıyla tanıdınız herhâlde. Konservatuvardan mıydı?
– Evet, Adnan Saygun Bey de Ankara Devlet Konsevatuvarında hoca ve müdür yardımcısı olan rahmetli eşimin arkadaşı idi. Birbirlerini çok severlerdi. İzmir’den, amcamdan bahsedince Celal Bey amca, “Senin amcan, benim çok yakın aziz dostumdu. Sanayi-i Nefise’de edebiyat hocasıydı. Batı’ya hitap eden Köylü gazetesinde başyazardı. Fakat Mithat Paşa’yı tuttuğu, saltanatı tutmadığı için gadre uğradı, zindana gitti, üç yıl zindan hayatı yaşadı.” dedi.
– Demek ki çok yakından tanıyormuş.
– Evet, çok iyi arkadaş olduklarını söylerdi. Babam nedense hiç böyle şeylerden bahsetmezdi. Belki son zamanlarda amcamla arası biraz açık olmasından kaynaklanıyordu. Amcam zindana gittikten sonra babam çok yardım etmiş ona, bütün masraflarını karşılamış. Ondan sonra da Turgutlu’da ikamete memur edilmiş, orada üç yıl kalmış. Bütün masraflarını yine babam karşılıyormuş. Amcam giyimine, keyfine çok düşkünmüş. Senin verdiğin paraların büyük bir kısmı benim yalnız fes kalıbıma gidiyor, dermiş. Tabii o zamanlar fes giyiyorlar. Düzgün dursun diye fes kalıpları varmış. Bu giyim tarzı bize şimdi çok komik geliyor. İşte amcamın bu tavrından sonra masraflarını karşılamaktan babama gınâ gelmiş.
– Diğer amcanız?
– Babamın diğer kardeşi amcam Şevki Bey, bir askerdi. İstanbul’a gitmiş, subay olmuş. Onu saraylı Raife Hanım’la evlendirmişler. Babamın hala kızı olan Zübeyde hala, İstanbul’da ön ayak olmuş, onları evlendirmiş. Mülazım-ı evvelken 1917’de genç bir subay olarak Çanakkale Savaşına katılmış ve orada şehit olmuş, geride iki evlat bırakmış. Nigâr ve Hayriye. Ben İzmir’deyken Nigâr’ın Nevşehir’e ziyaret için gittiğini, Nevşehir dönüşünde de vefat ettiğini öğrendim. Nigâr, orada malımız mülkümüz var mı diye bakmaya gitmiş, ama hiçbir şey bulamamış. Hayriye, İstanbul’daydı. Ben ancak üniversite yıllarımdan sonra İstanbul’a gittiğimde onunla görüşebildim, tanışabildim. Ama annesi Raife yenge artık hayatta değildi. İstanbul’da Beşiktaş’ta oturuyordu. Hayriye’nin dayısı zengin birisiydi, babadan kalma bazı yerleri vardı. Durumları fena değildi. Ben ileriki yıllarda kütüphanelerde çalışmak için gittiğimde kendisiyle görüşüyorduk.

Annem, Babam ve Kardeşlerim
– Hocam, biraz babanızı anlatır mısınız bize?
– Babam esas itibariyle medrese tahsili görmüş bir insandı. Konya’da ve İstanbul’da medrese tahsili görmüş, dinî alanda kendisini yetiştirmiş. Fakat daha sonra ticarete başlamış. Hem Nevşehir’de hem de İzmir’de ticaret yapmış. Annemle babam amca çocuklarıydı; nasıl gittiklerini bilmiyorum; İzmir’e gitmişler, orada evlenmişler. Demek ki nişanlıyken alıp götürdüler. Dedem Muhsin Efendi de deveciliği falan bırakmış, manifatura ticaretine başlamış İzmir’de. Babam, İzmir ve yöresinde, Urla, Karaburun ve Turgutlu’da üzüm, incir ve zeytin ticaretiyle uğraşıyordu, toptan işler yapıyordu. Ablam Karaburun’da, ağabeyim de Turgutlu’da doğmuş.
– Nevşehir’den ne zaman ayrılıp İzmir’e yerleşmişler Hocam?
– Nevşehir’den 1905’te falan ayrılmışlar. İzmir’e gitmişler. Önceleri İzmir’de ticaretle uğraşıyorlar; fakat ne zaman ki Batı Anadolu’yu Rumlar işgal etmiş, o zaman çok kötü bir duruma düşmüşler. Bir taraftan yangınlar başlamış, bir taraftan da babamın iş ortağı Hasip Efendi’yi Yunanlılar öldürmüş, hem de işkenceyle. Hasip Efendi Sakızlıymış herhâlde… Yunanlılar kesmiş onu. Ondan sonra babamın morali çok bozulmuş, aile çöküntüye uğramış. Kalkmışlar, 1921’de Nevşehir’e dönmüşler. Babam, Nevşehir’de öğretmenlik yapmış bir süre.
– Ne öğretmenliği?
– İlkokul öğretmenliği yapmış önce. O zaman daha ortaokul falan yok Nevşehir’de. Çok daha sonraki yıllarda açılmış. Sonra ağabeyime dükkân açmışlar ve ticarete başlamışlar. Babamlar 1927-28 yılına kadar Nevşehir’de kalmışlar. Ben Nevşehir’de doğdum.
– Babanız aydın bir insan olduğuna göre sizde etkisi çok olmuştur.
– Evet, eğitime önem veren bir insandı. Çocukluğumda bana güzel hikâyeler anlatırdı. Anlattıkları kulağımda daima küpe olmuştur. Güzel şeyler söylerdi.
– Mesela neler anlatırdı Hocam?
– Efendim, ailede nasıl olmak lazım, anaya babaya uymak lazım, itaat etmek lazım, akıllı insan olmak lazım, kimseye zarar vermemek lazım; böyle şeyler anlatırdı. Babam çok kitap okurdu, devamlı okurdu. Okuduğunu bilirdim ama ne kadar çok okuduğunun sonraları farkına vardım. Babam İzmir’de kitaplarının bir listesini çıkarmıştı. Ben de üniversitedeyken hocalarımızdan Ferit Kam’a babamın kitap listesini göstermiştim. Baktı, baktı; “Sizin babanızın nefis kitapları var, ne kadar değerli şeyler.” dedi, tebrik etti. Babam o zaman hayattaydı, okuyup yazmayı çok severdi ve benimle de çok ilgilenirdi. Tekne kazıntısı derlerdi ya bana en küçük çocuk olduğum için. Severdi, ilgilenirdi her şeyimle… Tabii tahsilimle de…
– Size kitap okur muydu?
– Bana? Hayır, bana kitap okumazdı. Anlatırdı sadece. Hikemî hikâyeler…
– Anneniz anlatır mıydı?
– Hayır, annem pek anlatmazdı. Babam benimle çok ilgilendiği için herhâlde kendisini muaf hissediyordu.
– Annenizden hiç bahsetmedik Hocam.
– Bahsedeyim efendim. Annemin adı Şefika idi. Gençliğinde çok güzel bir hanımmış. Annemin annesi ve babası hakkında benim fazla bilgim yok. Annemle babam evlendikten sonra uzun bir süre İzmir’de kalmışlar, fakat İzmir’in yangın yerine çevrilmesiyle ve o zulümler üzerine tekrar dönmüşler memlekete, Nevşehir’e gelmişler. Memlekette evleri hazır, orada kalmışlar.
– Annenizin kardeşleri var mıydı Hocam? Yani teyzeleriniz veya dayılarınız?
– Teyzem yoktu, ama iki dayım vardı. Nevşehir’de, Türkmen Mahallesinde bizim evin arkasında Hafız dayım, onun arkasında da Osman dayım otururdu. Yani bu sokaktan ta Cumhuriyet İlkokuluna kadar uzanan yerde şöyle arka arkaya sıralanmış üç ev. Osman dayım erken yaşta vefat etmişti. Ben İzmir’deyken öğrenmiştim öldüğünü. Dayılarımla her zaman temasımız vardı. Zaten ablam Naciye de dayımın oğluyla evlenmişti.
– Hocam, peki annenizle mi babanızla mı ilişkileriniz daha iyiydi? Hangisine daha yakındınız?
– Babamla ilişkilerim daha iyiydi. Annem her zaman çok disiplinli hareket etmiştir. Babam daha munis, daha toleranslı davranırdı. Güzel hikâyeler anlattıkça benim ilgimi çekerdi. Annem keskindi, onu yapma, bunu yapma, şöyle yap, böyle yap… Biliyorsunuz çocuklar pek öyle direktiften hazzetmezler, mümkün olduğu kadar sevecen hareketler beklerler. Ama yine de anneme sıkı sıkıya bağlıydım tabii…
– Hocam, kaç kardeşsiniz?
– Üç kardeşiz. En büyüğümüz ablam rahmetli Naciye Dörtkol; onun küçüğü Kemal var. En küçüğü de benim. Bana tekne kazıntısı derlerdi. Ablam Karaburun’da, ağabeyim de Turgutlu’da doğmuş. Ben Nevşehir’de. Annemin benden önce bir oğlu olmuş. Adı İhsan’mış. Çok güzel bir çocukmuş. Bir gün güzelce onu yıkamışlar, tertemiz giydirmişler. Bizim evin arkasındaki dayımın evine götürmüşler. Komşular, aman bu ne güzel, ne sevimli çocuk diye sevmişler. Akşam annem eve gelmiş, sabaha karşı çocuk boğulacak duruma gelmiş, ne olduysa bilmiyorum, vefat etmiş.
– Kardeşiniz kaç yaşındaymış öldüğünde?
– Altı aylık, daha kucakta. Çok sevimli bir çocukmuş. Annem tabii çok üzülmüş. O kadar üzülmüş ki unutamamış onun acısını. Oğlum nazara geldi diye kıyametler koparmış üzüntüden. Aradan zaman geçmiş, doktora gitmişler. Bunu unutmak için çocuk yapın demiş doktor. Bunun üzerine 1922 yılında ben doğmuşum.
– Hocam, ağabeyiniz Kemal’le aranızda kaç yaş fark var?
– Ağabeyim 1910 doğumlu. On iki yaş var aramızda. Ablam daha da büyük. Benden yirmi yaş büyük.
– Şimdi de biraz kardeşleriniz hakkında konuşabilir miyiz?
– Eskiden biliyorsunuz kız çocukları çok erken yaşta evlenirlermiş. Naciye ablamı da Osman (Dörtkol) dayım ısrarla oğluna, Mehmet’e almak istemiş. Mehmet, Osman dayımın en büyük oğluydu. “İlla ki bu kızı bana vereceksiniz, oğluma alacağım.” demiş. Hep akraba evliliklerine ağırlık veriyorlardı eski yıllarda. Hâlbuki bu hiç sıhhi değil, verilmemesi lazım ama alışkanlıklar uzun müddet devam ediyor. Tıbbi bakımdan pek tavsiye edilir bir şey değil. On üç yaşında Nevşehir’de evlendirmişler ablamı. On üç yaşında evlenilir mi? Hatta babam da o zaman galiba İzmir’deymiş, dönmüş gelmiş. Çok şükür, iyi bir yuva kurdu, aklı başındaydı kocasının. Ablamın elinden ince işler gelirdi. Yeşile çalan, güzel gözlü bir kızdı. Babamın gözü de yeşil mavi arası bir renkteydi.
– Siz kime benzemişsiniz Hocam?
– Ben anneme benzemişim. Benim gözüm, anneminki gibi ela. Ablam babama benzemiş. Babamın gözleri gibi yeşile çalan gözleri vardı. Çok iyiydi ablam. Ben ablamı küçük yaşta Nevşehir’de bırakıp İzmir’e gittim. Üniversite tahsili için Ankara’ya geldiğim zaman ilk yılın tatilinde doğruca Nevşehir’e gittim. Ablamı daha yakından tanıdım. Yirmi gün kadar orada kaldım. O tatildeki bir hatıramı da anlatayım. Pekmez kaynatacağız. Onun için de odun lazım. Karataş’ın ilerisinde Kepez Dağı diye bir dağ var. Dayımın oğlu Hamdi ve ablamla odun getirmek için oraya gittik. Odunları topladık, hayvanın iki tarafına yükledik. İkindi vakti dönmek için yola çıktık. Ama öyle bir yağmur başladı ki anlatılmaz. Sel geldi. Hayvan sele kapılacak diye korktuk. Karşı tarafa geçmemiz lazım. Bir eşarpla hayvanın gözünü bağladık. Hamdi, önce hayvanı geçirdi karşıya. Sonra teker teker bizi geçirdi. Neyse eve ulaştık. Ben selin ne kadar dehşet verici bir şey olduğunu o zaman anladım. Tatilin sonunda eniştem beni aldı, Niğde yolu üzerinde Himmet Dede denilen bir tren istasyonu vardır, oraya götürdü, oradan trene bindirdi ve beni İzmir’e uğurladı. Ondan sonraki yıllarda bir kere daha gittik annemle Nevşehir’e.
– O yaşlarda Nevşehir’i daha yakından tanımışsınızdır.
– Üniversitedeydim o zaman. Tabii Nevşehir’i daha yakından tanıdım.
– Nevşehir’de şimdi eviniz veya malınız, araziniz falan var mı?
– Hayır, yok. İzmir’e yerleştikten bir müddet sonra ağabeyim dedi ki “Biz İzmir’deyiz, artık gelip burada oturacak değiliz. Burayı satalım.” Evin eşyasını topladılar, eşyayı ablam aldı, minderleri, halı yastıkları, kazan, tencere gibi dolap dolusu kapları… Biz getiremezdik onları. Fakat dantelleri annem almıştı.
– Ablanız hayatta mı Hocam?
– Hayır değil. Çoktan vefat etti ablam. Ben 1965’te Almanya’ya gittim. Alexander von Humboldt vakfından bana araştırma bursu verilmişti. Çocukları bırakacak kimsem yoktu. Ablamı çağırdık, gelir misin diye. Eniştem vefat etmişti, gelirim dedi. Geldi ve bizde aşağı yukarı bir yedi sekiz ay kadar kaldı. Çocukların başında durdu. Evde de çalışan bir yardımcımız vardı. Sonra memlekete döndü. 1970’li yıllarda vefat etti. Yeşil gözlü, boylu bosluydu. Hassas bir hanımdı. Çok güzel yemek yapardı.
– Ağabeyiniz neler yapardı, nasıl biriydi Hocam?
– Ağabeyim, ticaretle meşgul bir insandı. Okumayı çok severdi. Nerede bir kitap bulsa alır gelirdi. Hatta bir defasında Ahmet Refik’in kitaplarını bulup getirmişti. Ahmet Refik’in tarih kitapları o yıllarda piyasadan kaldırılmıştı. Nasılsa onları bulmuş, topuyla alıp getirmişti. Ben içlerinden bir kısmını aldım.
– Hangi yıllarda Hocam?
– Bu aşağı yukarı 1939, 1940 yıllarında idi. Ağabeyimin getirdiği bu kitaplardan birini Tarih hocam Saadet Berkol’a gösterdim. “Aman, varsa ben de alsam.” dedi. “Bizde var, size getireyim.” dedim. Birinci, ikinci ciltler -başlarından beşer onar sayfası noksan- getirdim Tarih hocama, hediye ettim. Parasını vermek istedi. “Yok, bunları ağabeyim almış Hocam.” dedim. İşte böyle… Ağabeyim okumayı çok severdi, ama kendisi ticaretle uğraşıyordu. Aklı başında bir insandı. Onun da Sakıp adında bir oğlu ve iki kızı vardı. Oğlu vefat etti. İki kızı hayatta. Raife’yi sen de tanıyorsun. Ankara’da yaşıyor. Diğeri Nigâr. O, İstanbul’da evli, kocasını kaybetti, iki oğlu ve torunları var. İstanbul’da, Beylikdüzü’nde oturuyor.

Nevşehir Yıllarım
– Bize biraz Nevşehir yıllarınızı anlatır mısınız? Az da olsa hatırlıyorsunuzdur. Altı yaşına kadar Nevşehir’deydiniz, zihninizde nasıl bir Nevşehir kaldı?
– Nevşehir’i şöyle hayal meyal hatırlayabiliyorum. Tabii İzmir’le aralarında çok büyük fark var. Önce Nevşehir’deki evimizi bir tarif edeyim. Sizin dedelerinizin, yani Karacüllelerin evi de bizim karşımızdaydı. Türkmen Mahallesinde taş evler vardı; bizim evimiz de öyle. Taş yapımı evlerdendi, güzel evlerdi. Nevşehir taş evleriyle meşhurdur. Onun için evleri çok güzel ve sağlam olurdu. Şimdi de kullanılıyor bu taşlar. Nevşehir’e has; hafif sarı renkte. Yukarıdan, kaleden aşağıya bakıldığı zaman çok güzel bir manzarası olurdu. Bir de bizim Türkmen Mahallesinden aşağılara doğru bir yol uzanırdı. Nar’a kadar giderdi. Şimdi Nar ilçe oldu belki. Oraya baktığınızda o kadar çok bahçe görürdünüz ki rengârenk yeşil ve kırmızıya çalan halılar döşenmiş hissi uyandırırdı.
– Evinizin avlusu var mıydı?
– Hayır, üstü kapalıydı. Avlusu, bahçesi yoktu. Eve doğrudan giriliyor. Sol tarafta bildiğime göre bir ocak, üzerinde de geniş bir dolap vardı. Biraz ilerliyorsunuz, karşıda tavana yakın yerde çok büyük bir pencere… Dayımların bahçesine bakıyor, ev ışık alıyordu oradan. Büyük pencerenin altında içi tencere, tava ve kalaylı sahanlarla dolu geniş bir dolap vardı hatırladığım kadarıyla. Ve sol tarafta kayıt damı… Sağ taraftan misafir odasına giriyorsunuz. Ben misafir odası diyorum, belki oturma odasıydı. İki tarafına taştan sedir yapılmış. Üzerinde yün şilteler… Onların üzerine de çok güzel dantelli patiska örtüler örtülmüş. Annem rahmetli çok güzel dantel örerdi. O danteller o kadar ki belki iki karış genişliğindeydi. Patiskanın üzerine dikilmiş, aşağıya sarkıyor. Bir de halı yastıklar konurdu sedire. Ha, bir de misafir odasında halı ve iki tane de çok güzel koltuk vardı. Odanın giriş kapısı çok dardı. Nasıl soktular odaya, bilmiyorum, ama dar olduğu için daha sonra o koltukları bir türlü çıkaramadık. Ben Ankara’ya götürmek istemiştim koltukları. Antikaydı, oymalı falan… Çıkaramadık bir türlü. Peki, bunu nasıl içeri sokmuşlar? Belki yapılırken koymuşlardır, sonra yapılmıştır kapı, dediler. Çıkaramadık, öyle kaldı ve öyle satıldı. Benim eşim de ablamın eşi de ev satıldığında siz sakın para pul istemeyin, dediler bize. Biz hiçbir şey istemedik, ağabeyime verdik. Ağabeyim o sıralarda İzmir’de ev yaptırıyordu, parayı orada kullandı.
– Nevşehir’deki evinizi biraz daha anlatır mısınız?
– Evin içinde hücre denilen yerler vardı. Duvara oyulmuş, kapaksız küçük dolaplar. Oralara süslü şeyler konurdu.
– Duvardaki o oymalara şimdilerde niş diyorlar.
– Öyle mi? Biz hücre diyorduk. Annemin bir de sandığı vardı. Bu sandığa annem kıymetli eşyalarını koyardı. İzmir’den Nevşehir’e döndükleri zaman getirmişler. Sandıkta kumaşları vardı. Hatta ben bir defasında Ankara’da üniversite tahsili yaparken sıkışmıştım. Tabii para çok sınırlı. O zaman sabahlığa ihtiyacım vardı. Pijamayla gelmiştim İzmir’den. Değişik bir şeyim yok, param çok sınırlı, alamıyorum. Bunun üzerine ablama mektup yazdım, annemin sandığındaki kumaşları göndermesi için. Ablam gitmiş, o sandığı açmış, bana çok güzel desenli bir kumaş göndermiş. Ankara’da terziye sabahlık diktirmiştim. Onu giydim uzun müddet, fakülteyi bitirinceye kadar.
– O zaman anneniz hayatta değil miydi?
– Hayattaydı annem, İzmir’deydi. Ben Ankara’daydım, sandık Nevşehir’de.
– Nevşehir’deki evinizde kim vardı?
– Hiç kimse yoktu. İzmir’e giderken, evi kapatıp öyle gitmiştik. Ev kapalıydı, anahtar ablamdaydı. Ablam, Nevşehir’de oturuyordu ama başka evde. Misafir odasında kocaman bir sandık, içinde bir sürü dantel. Aa, bir de evde çok güzel tabaklar vardı. Onun hikâyesi de şöyle: Ermeniler sürgün sırasında bırakıp gitmişler bu tabakları, komşuları almış. Daha sonra komşusu anneme de vermek istemiş onları. Çok ısrar etmiş. Annem de yok demiş, ben beddua almak istemem. Komşusu da al demiş, ne verirsen ver. Annem tabakları, bedelini ödeyerek almış. Nefis tabaklardı, orada dururdu. Sonra ne oldu bilmiyorum, darmadağın oldu ev. Ben üniversite tahsili yaparken annemle beraber bir yaz gelip evi açmıştık. Gittiğim zaman gördüm, o dolapta tencere, tava neler var, neler var. Kazanları ablam almış, dayımlar almış, onlar kullanıyor.
– Bakır kazanlar bunlar tabii. Eskiden her evde bu kazanlardan vardı.
– Evet, çok vardı bunlardan. Evin bir de kayıt damı vardı. Kayıt damında küpler içinde kışlık erzaklar, tahıl, nohut, bulgur, makarna, erişte, tarhana, çömlek peynirleri vesaire. Çömleğe peynir basılırdı. Ben bayılırdım o peynire. Çocukken hatırlıyorum, hevenk hevenk üzümler, sucuklar tavanda asılı dururdu. O zamanlar Nevşehir’de alışveriş etme âdeti yok çarşıda… Ya da alışveriş çok az olurdu. Alışveriş çok sonraki yıllarda başlamış. Herkes yazdan bütün kışlık erzakını hazırlar, kayıt damına koyar, kışın ne lazımsa oradan alır. Bulgur, fasulye, nohut, hatta et… Sızgıt denilen bir kavurma yapılırdı. Bir koyun, iki koyun alırlar, kışın bulunmaz diye. Onu iyice kavururlar, bir tepsiye dökerler donunca da kayıt damında tekerlek hâlinde duvarlara asarlar, et ihtiyaçlarını da oradan karşılarlardı. Sucuk yapılırdı. Pastırma hatırlamıyorum, belki yapanlar vardı. Bizim evimizde sadece sucuk yapılırdı.
– Hocam, Nevşehir’de dış kapılar çok heybetliydi; tahtadan olurdu ve kocaman anahtarları vardı.
– Evet, evet… Evimizin büyük kapısını hatırlıyorum. Kocaman bir kapı… Sağ tarafta taş merdivenle çıkılan bir yeri vardı. Oradan çıkardık. Yukarıda geniş bir oda vardı. Odanın önünde taşköşk denilen bir teras vardı ki oraya çıkıldığı zaman mis gibi tertemiz hava alınırdı. Demek ki köşk gibiydi. Adı da oradan geliyordu galiba. Hatırlıyorum hayal meyal. Önünde geniş taş kaplamalı bir terası vardı. Buranın hissesi sonradan rahmetli amcama düştü. Yıktırdı orayı. Yıktırınca biz öbür tarafta ilave inşaat yaptırdık. Evimizin sağ tarafında bir çıkmaz sokak vardı, bu sokağın ilerisinde ta dipte bir evde Belediye Reisi Şükrü Bey otururdu, onun yanında da bir iki bina… Evin hemen ötesinde Cumhuriyet İlkokulu… Bizim evin önünde bir su haznesi vardı. Hazne diyorlar, yani su deposu. Belediyeye ait bir şey. Su taksimi yapılırdı oradan mahalleye. Üstü kapalı, kilitli… Evin önüne yapmışlar. Geceleri şık şık şık şık su sesi duyulurdu. Bazen gece uyanırdım o sesle. Herhâlde sıcak diye o tarafta yatıyorduk ki oradan o şıkırtıyı duyuyordum. Kayıt damından bir merdivenle yukarıya çıkılırdı; yukarıda sonradan ilave yapılan bir odamız vardı, geniş bir oda. Kış odasıydı orası; oturma odası. Ortasında masa gibi iskemle dediğimiz dört ayaklı kerevet vardı. Ayrıca ayak konacak dayanakları da var. Üzeri battaniye ile örtülü. Altta kerevetin ortasındaki boşluğa da bir mangal konurdu.
– Kışın neyle ısınıyordunuz?
– Mangalla ısınıyorduk. Kışın soba vazifesi görürdü. Etrafında sedirler vardı. Kışın oraya oturulur, mangalda ısınılırdı. Mangal hem etrafı, hem de kerevete oturanları ısıtırdı. Eş dost veyahut akrabalar akşam oturmasına geldikleri zaman, ağabeyimin hanımı Şadiye Hanım ve annem misafirlere üzüm, köftür ikram ederlerdi. Köftür, pekmezden, beyaz üzüm pekmezinden yapılan çok nefis, tatlı bir yiyecektir.
– Köftür, Nevşehir’in geleneksel yiyeceği. Ben de çocukken çok yedim.
– Evet, evet çok güzel bir tatlıdır. Nevşehir’in lokumudur. Yine birtakım yiyecekler çıkarırlar, onları da misafirlere ikram ederlerdi. Bu arada şunu da söyleyeyim, üniversite talebesiyken gittiğim yıllarda da Nevşehir’de pekmez kaynatıldığını gördüm. Üzüm toplandıktan sonra pekmez kaynatılırdı.
– O gelenek devam ediyor. Hâlâ pekmez kaynatılır Nevşehir’de Hocam. Nevşehir’in üzümü de pekmezi de meşhurdur.
– Bir normal pekmez kaynatılırdı bir de çalma pekmez.
– Nasıldı çalma pekmez?
– Çalma pekmez beyaz üzümden kaynatılır ve bala benzerdi. Rengi tıpkı bal renginde olurdu. Çok çok lezzetli bir şey. Daha koyu. Öbür pekmez suluydu, biraz siyah renkte olurdu. Ama çalma pekmez beyaz üzümden yapıldığı ve koyu olduğu için fevkalade güzeldi. Bal hissini verirdi. Çalma pekmezi tandırda pişiriyorlar. Tam bir bal kıvamında oluyor. Daha sonraki yıllarda annemle Nevşehir’e gittiğimizde çalma pekmez yapmıştık. Hatta iki büyük kavanozunu da Ankara’ya getirmiştik.
– Pekmez nasıl kaynatılırdı Hocam?
– Benim küçük dayımın evi ortadaydı, büyük dayımla bizim evin arasındaydı. Geniş bir bahçesi vardı. Bir tarafta da tandır evi… Bütün mahalle pekmezini orada kaynatırdı. Dayımlar da müsaade ederlerdi. Bir iki defa pekmez kaynatmaya tanık oldum. O kadar güzel oluyor ki… Pekmez kaynatma sırasında komşular toplanıyorlar, maniler, türküler söyleyerek kaynatıyorlar pekmezi. Bir de tandıra etli fasulye koyuyorlar, pişiriyorlar. Veyahut tandıra kabak koyuyorlar. Hani kırmızı kabak… Piştiği zaman çok nefis oluyor, kokusu bütün mahalleye yayılıyor. Fevkalade hoş bir şey.
– Kabak yemeğinin adını hatırlıyor musunuz Hocam?
– Hatırlamıyorum. Tandırda kabak. İçini alıyorlar. Koyuyorlar tandıra, pişiyor. Sonra onu alıyorlar, soğuduktan sonra dilim dilim kesiyorlar. Lokum gibi oluyor, çok güzel… Mis gibi bir kokusu oluyor.
– Ekmek de evde yapılırdı değil mi?
– Evet, gece yarısında hanımlar gelir, otururlar. Yufka açılan tahtalar olur. Honça deniyor.
– Hocam, annem hâlâ honçasını saklıyor; mantı yapmak için, et kesmek için kullanıyor.
– Honçanın üzerinde herkes yufkasını açar. Sonra bu yufkalar tandırın üstüne konan saçta pişirilir. Her evde tandır olmazdı. Pişirilen geniş yufka biçimindeki ekmekler bu honçanın üzerine üst üste dizilerek biriktirilir, beş altı ay bu ekmekler yenirdi. Yemeden önce bir iki tane alınır, su serpilir, biraz yumuşaması beklenir, sonra da dürülüp ekmek tenceresine konurdu. Ara sıra çarşıdan ekmek gelirdi; ona da çarşı ekmeği derdik. Çok kıymetliydi çarşı ekmeği. Hatta birisine yemek teklif ettiğinizde eğer yemek istemiyorsa “Kardeşim çok teşekkür ederim sağ ol, eline sağlık ben biraz önce çarşı ekmeği yedim.” derdi.
– Hocam, büyüklerim anlatırdı; çarşı ekmeği o kadar kıymetli imiş ki, çocuklar yufka ekmeğinin arasına bazen çarşı ekmeğini koyup katık yaparlarmış.
– Evet, öyleymiş.
– Bağınız, bahçeniz var mıydı Nevşehir’de?
– Vardı. Bizim evin önünden aşağıya doğru Kadrah denilen yerde bahçeler olurdu. Herkesin bahçesi ağaçlıydı. Bizim de vardı. Mahalleden aşağıya doğru çok ileride… Bu bahçelere Nevşehir’de öz derler. Özde ceviz ağaçları, nar ağaçları, kayısı ağaçları, her türlü meyve ağacı vardı. Herkes, kendi özüne sebze ekerdi, taze taze sebze toplayıp yemek için. Bağımız da vardı. Ara sıra babamla Karataş denilen çok yakın bir yerdeki bağımıza giderdik. Dört beş dönümlük bir bağ. İki tane büyük kayısı ağacımız vardı. Oradan kayısı getirirdik, üzüm getirirdik. Biz İzmir’e gittikten sonra o bağı ablama hediye ettik. Babamın vefatından sonra ablam “Bir şey istemiyorum, sadece bu bağı bana verin.” dedi. Bağ onun oldu. Ablam bize çuvalla kayısı kurusu gönderirdi Nevşehir’den.
– Bağa neyle giderdiniz Hocam? Ben çocukluğumda bağa hep eşekle gidenleri hatırlıyorum.
– Önceleri merkeple giderdik. Atımız da merkebimiz de vardı. Atla, merkeple giderdik. Babam bir defasında da beni ata bindirmişti. Ne oldu bilmiyorum, bir şey oldu, at ürktü, beni aşağıya attı. Neyse bir şey olmadı.
– Babanızın ne dükkânı vardı Nevşehir’de?
– Ticaretle uğraşıyordu, ama şimdi ne alıp sattığını hatırlamıyorum. Herhâlde toptan ve perakende bakkaliye eşyası idi.
– Hocam, siz bir Nevşehirli olarak Nevşehir ağızlarını hazırladınız ve böylece Nevşehir’e olan görevinizi yerine getirdiniz. Ben de Nevşehirliyim. Sizinle 1990’lı yıllarda Nevşehir’e beraber gittik, konferans verdik. Bana yolda bir fıkra anlatmıştınız, ben hatırlatayım, siz bir kere daha anlatırsanız memnun olurum. Şöyle bir fıkraydı: İki arkadaş yolculuk ediyorlarmış; biri Nevşehirli diğeri de Aksaraylı ya da Kayserili. Hatırladınız mı?
– Evet evet. Biri Kayserili, biri Nevşehirli. İki arkadaş yolda tanışmışlar. Yol boyunca birlikte gelmişler, Ulukışla’ya kadar. Ulukışla’da ayrılacaklar birbirlerinden. Nevşehirli demiş ki ‘Artık burada ineyim, ben geldim.” Öteki, yani Kayserili “Şimdiye kadar niye söylemediniz Nevşehirli olduğunuzu?” diye sitem etmiş. Nevşehirli “Övünmek gibi olmasın diye söylemedim.” demiş, tabii Nevşehir ağzıyla söylemiş.

Birkaç Çocukluk Hatıram
– Çocukluğunuzla ilgili hatıralarınız var mı sizi çok etkileyen?
– Tabii var. 5-6 yaşları arasındayım, sokağı çok seviyorum. Bizim evin önünden kocaman bir düğün alayı geçiyormuş. Rahmetli annem bağa gitmiş, o gün beni ablama emanet etmiş. Ablamın da evi arka taraftaydı, Cumhuriyet İlkokuluna bakan tarafta. Herkes gibi ben de takıldım düğün alayına; gittim, gittim, gittim. Bir hayli gittikten sonra herkes dağıldı, evine gitti, ben ortalıkta kaldım. Hangi yoldan döneceğimi, nasıl gideceğimi bilemedim. Başka mahallelere gitmişiz. Başladım ağlamaya… Bunun üzerine birisi benim elimden tuttu, “Niye ağlıyorsun kızım?” dedi. “Yolumu kaybettim.” dedim. “Sen kimin kızısın?” dedi. Ben de “Hüsnü Efendi’nin kızıyım, falan yerde dükkânımız var.” dedim. Ha, dedi adam, hatırladı. Gel kızım, diyerek beni aldı evine götürdü, o gece beni evlerinde misafir ettiler. Çünkü evimizi bilmiyorlar. Ertesi gün olsun da dükkâna gidelim, babasına haber verelim demişler. Ben de gayet üzüntülüyüm. Yemişler getirdiler beni teskin etmek için. Fakat evden ayrıldığım için suçlu hissediyordum kendimi. O sırada ablam, sokakta oynuyorum diye hiç üzerinde durmamış, nasıl olsa gelir biraz sonra, demiş. Sonra beni almak için çıkmış dışarı. Bakmış ki yok. Telaşlanmış tabii. Annem babam gelmişler, aramışlar, kızları ortada görünmüyor. O zaman aramak için telefon falan nerede? Hemen tellal çağırtmışlar. O aile, esnaf olduğu için babamı tanırmış. Babam ve ağabeyim de esnaf.
– Hocam, aileniz perişan olmuştur.
– Çok, çok… Bir gece kalmışım orada ama bizimkiler sokaklara dökülmüşler… Neyse ertesi günü sabah babam ve ağabeyim geldiler, beni aldılar eve getirdiler. Bir daha böyle haber vermeden sakın ola bir yere gitme, dediler. Ama çocukluk yılları, öyle bir havaya kapılıyorsunuz ki…
– Başka çocukluk hatıralarınız var mı?
– Nevşehir’le ilgili bir hatıramı daha anlatayım. Belki yine 5-6 yaşlarındaydım. Bir gün mahallede çocuklarla oynarken “Hadi çocuklar öze gidelim.” dedim. Kalktık, gittik öze. Orada ceviz ağaçlarının dibinde oturduk, serinledik; sular akıyor, su içtik. Eve dönme zamanı, burada taze soğan var, toplayayım da eve götüreyim, dedim. Annem, yengem yorulmasınlar, dedim. Topladım, kucağıma aldım. Koca bir tomar. Herkes de topladı. Dönüşte annemlere anlattım. Ağabeyim, “Bu ne kızım, bahçede bir şey bırakmamışsınız, halt etmişsiniz.” dedi Çünkü bahçede hiç soğan kalmamıştı. Çocuk aklı, almışım kucağıma, getirmişim anneme, güya yardımcı olacağım.
– Çok hareketli bir çocukmuşsunuz Hocam.
– Evet, çok hareketliydim. Bütün hayatımda, ilkokulda, ortaokulda… Lisede belki biraz duruldum. Ama hele ilkokulda çok hareketli bir çocuktum. Tabii okula İzmir’de başladım. Nevşehir’de okula gitmedim, küçüktüm.

Nevşehir’den İzmir’e
– Ailenizin Nevşehir’den ikinci ayrılışı ne zaman olmuş?
– Ortalık düzelince tekrar babam ve ağabeyim İzmir’e gittiler. İzmir’deki işlerini açmak istediler. Karaburun, Urla, Turgutlu gibi yerlerde yine toptancı ticaretine başladılar. Bir sene sonra bizi istediler. 1928 yılı idi. Ben hatırlıyorum, küçük bir çocuktum; aşağı yukarı 6-7 yaşlarında bir çocuk. Yani ben o yaşa kadar Nevşehir’deydim. Neyse efendim, yola koyulduk ve Aksaray’dan otobüsle Konya’ya geçtik. Konya’dan da trene bindik, iki günlük bir yolculuktan sonra İzmir’e gittik. İlk defa treni gören bir çocuk için çok güzeldi tren yolculuğu. Ama trende aynı kompartımanda oturan bir hanımın dikkatsizliği yüzünden parmağım, şu orta parmağım trenin kapısına sıkıştı ve kopacak hâle geldi. İzmir’de 2-3 ay onun tedavisiyle uğraştık.
– İz kaldı mı Hocam elinizde?
– Pek değil. Belki şurada biraz bir iz var.
– İzmir’e geldiniz. Sonra?
– Evet, İzmir’e geldik. Üzerimde upuzun bir entari, aşağıya kadar. Basmadan bir pantolon. Nevşehir’de don diyorlar ona. Nevşehir bir Orta Anadolu ilçesi olduğu için orada uzun bir don giydirirlerdi bize. Üzerine de bluz falan gibi bir şey. Ben İzmir’e o kılıkla geldim. Hâlbuki İzmir modern bir yer, herkes kısacık elbiseler giyiyor, kısa kollu, kolsuz. İzmir’e gelince, tabii o kılık yadırgandı. Hemen çıkardım, attım. Yeni kumaşlar alındı. İki üç tane elbise diktirildi. Ben değişik giyinmeyi severdim. Kısa kollu olduğu için çok da sevinirdim. Nevşehir’de kısa kollu giyme imkânı yoktu. Ondan sonra kendime geldim, çünkü sokağa çıkmaya utanıyordum.
– İzmir’de nereye yerleştiniz, eviniz nasıldı?
– Babam ve ağabeyim bize Namazgâh’ta, Namazgâh Camisi’nin arka bahçesinin karşısında güzel bir ev kiralamışlar. Kirası da ucuz değildi. Sonradan eş dost dediler ki, “Bu kadar pahalı evde oturulur mu?” Aylığı yirmi lira. O zamana göre kıymetli bir para. Çünkü beş liraya evler vardı. Ben evi gördüm, şaşırdım. Ev çok güzel. Öyle bir ev tutmuş ki babam ve ağabeyim, Nevşehir’de öyle bir ev bulmamız mümkün değil. Her ne kadar evimiz yeni yapı idiyse de Nevşehir’deki ev ile kabil-i kıyas değildi. Şöyle merdivenden çıkıyorsunuz, yeşil demir kapıdan bahçeye giriyorsunuz. Yerler İtalyan parke taşları ile süslenmiş, ortada bahçe ve bir havuz… Havuzda fıskiyeler, kırmızı balıklar. Havuzun etrafında kerevetler ve çiçekler. Güller, karanfiller… Bir tarafında Osman Ağa suyu… Köşede, asmanın altında kanepe. Bahçede erik ağacı, kayısı ağacı falan… Yani çok süslü bir yer. Odalar da çok güzel. Ortada kışlık bir oda. Sonra mutfağa, mutfaktan da alt bahçeye geçiliyor. Ev sahibimiz İhsan Hanım teyze çok zarif bir İzmir hanımefendisi. Bir oğlu İstanbul’da yüksek ticaret lisesinde okuyor, iki kızı Mesude ile Nermin de kendi yanında. Eşi öldükten sonra kendisine gelir getirsin diye evini ikiye bölmüş, kiraya vermiş. Üst taraftaki iki katlı bölümde kendisi ve çocukları oturuyordu. Aşağı taraftaki üç oda, bize yani kiracıya aitti. Beş altı merdivenle bahçeye iniliyor. Biraz önce bahsettiğim ön bahçeye. Ondan sonra diğer kısımlara gidiliyor. İhsan Hanım teyzenin evine bizim evden bir merdivenle de çıkılıyordu. Ara kapıyı kapatmışlar; onların oturdukları ev, cumbalı idi. İhsan Hanım teyze dantel örme gibi el işleri yapardı. Öğretmenlikten emekli bir hanım. Hatta yıllar sonra üniversite tahsili yaptığım sıralarda İzmir’e gittiğimde – o zaman başka bir semtte oturuyorduk – benim geldiğimi işitmiş, hoş geldine gelmişti. O kadar tatlı bir hanımdı.
– Babanız İzmir’de hangi işle meşguldü?
– Babam İzmir’de de ticaretle uğraşıyordu, ağabeyimle birlikte. Büyük işleri vardı. Üç dört tane mağaza yan yanaydı İzmir’de ve daha sonra Urla’da. Üstlerinde de kocaman bir levha vardı, upuzun… Muhsinzade Yusuf Hüsnü ve Mahdumu, diye kocaman bir yazı levhası. Üzüm ticareti yaparlardı; incir, zeytin vs. de satarlardı; ayrıca bakkaliyeleri vardı, gündelik ihtiyaçları karşılamak için.
– Hocam, İzmir’de Nevşehir’e göre bambaşka bir hayat var. Bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
– İzmir’e geldiğim zaman gördüm ki Nevşehir’le İzmir arasında hayat şartları bakımından çok büyük bir fark var. Nevşehir’de geceleri her yer zindan gibi… Bir yere giderseniz fener kullanmanız lazım. Her ailenin bir feneri olurdu. O fenerle bir mahalleden bir mahalleye geçilirdi. Ama gündüzleri çok güzel olurdu. Yemyeşil her taraf. O kepez taşlarıyla yapılmış evler, kaleden aşağıya doğru Nevşehir’e bir canlılık veriyordu. Bir de Kadrah denilen bölgede çok güzel bahçeler vardı. Modern binalar yoktu, o günün şartlarıyla yapılmış binalar vardı. İzmir’de bizim oturduğumuz ev Namazgâh’ta bir caminin arka bahçe kapısının karşısına düşerdi. Sırayla cumbalı evler vardı. Her evde su akardı. Ama Nevşehir’deki evde su, musluk falan nerede? Ancak mahalle çeşmesinden testiyle su taşınırdı. Tabii bu büyük bir fark. O dönemde Nevşehir elektriği bile olmayan bir Orta Anadolu ilçesi. En büyük ilçelerden biri olmasına rağmen, daha elektrik bile bağlanmamıştı. İzmir’de geceleri sokaklar sabit havagazı fenerleri ile aydınlatılırdı. Akşam yaklaşırken ellerinde özel ince sopalar olan görevliler o fenerleri, bir yerlerine dokunarak açarlar; sabahları da yine bir yerlerine dokunarak fenerleri söndürürlerdi. Sonra, Nevşehir ile İzmir arasındaki kılık kıyafet farkları da önemlidir. Nevşehir’de genellikle yeni yetişen kız çocuklarına pantolon gibi don giydirirlerdi. Ben İzmir’e geldiğim zaman babam ve ağabeyim, hemen bu donları çıkarmamı istediler. Yeni yeni kumaşlar alındı, terziye gidildi, elbiseler yapıldı.

İlkokul Yıllarım ve Urla
– İlkokula nerede başladınız Hocam?
– Urla’da. Biz İzmir’de Namazgâh’taki evde dokuz on ay kaldık. Ama babamla ağabeyimin işleri Karaburun’da, Urla’da olduğu için ev ikiye bölünüyor, olmuyor. Hadi Urla’ya taşınalım dediler. Urla’ya taşındık. Ben ilkokula 1929 yılında Urla’da başladım. O zaman Urla’da üç ilkokul var, bizimki en büyük ilkokul, beş sınıflı. Diğer iki okul üçer sınıflı. Dördüncü sınıfa geçenler bize gelirlerdi. İlkokul birinci sınıfta Ahmet Bey diye bir hocamız vardı, çok efendi bir insandı; babamın da ahbabıydı. Okul müdürü Hilmi Bey de babamın arkadaşı, ahbabıydı. Okula kaydoldum ama sokağa o kadar bağlıydım ki… Sokakta kalmayı, çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Hiç unutmuyorum, birinci sınıfta kaytarıyorum, kaytarıyorum, sokağa gidiyorum, sokakta oynuyorum ve geç kalıyorum okula. Bunun üzerine, anneme, babama haber vermişler. Bu kız okula gelmiyor, geç geliyor, geç kaldım diye sokağa gidiyor, demişler. Bunun üzerine, bir gün babam çıktı geldi. Beni sokakta yakaladı, kulağımdan tuttu, eve getirdi. Anneme çabuk, dedi, önlüğünü giydir, saçını başını derle topla, çantasını ver, doğru okula gidecek. O kadar sinirli ki hiçbir şey söyleme imkânı yok. Neyse postane önünden Kapanönü’ne, oradan çarşının içinden geçerek gidiyoruz. Hiç konuşmadan gittik, gittik, gittik. Okulun önüne geldiğimiz zaman eline bir kâğıt kalem aldı, müdüre hitaben bir pusula yazdı. “Bunu müdürüne vereceksin, ondan sonra da hemen sınıfına gideceksin, bu son olsun, bir daha görmeyeyim.” dedi.
– Çok korktunuz tabii.
– Tabii korktum… Neyse elime aldım pusulayı, gittim. Fakat onu müdüre verdiğim zaman ne olacak, ne duruma düşeceğim diye o kadar titremişim, o kadar korkmuşum ki? Önce sınıfa gideyim, dedim. Sınıfa gittim, ikinci ders zili çalmış. Öğretmenimiz, çok olgun bir insandı. “Oo, yine geciktin sen.” dedi. Bütün sınıf kahkahayı bastı. O kahkaha bana çok dokundu. O oldu, bir daha geç kalmadım. O pusulayı da vermedim müdüre. Babam sorduğu zaman “Veremedim, çok çekindim.” dedim. Neyse bu bende öyle bir etki yaptı ki artık okula en erken gidenlerden biri oldum. Okulda üç dört kişi varsa beşincisi mutlaka bendim. Şuna kani oldum ki eğer bir aile çocuğunun durumuyla yakından ilgilenirse onun bir hatasını gördüğü zaman tedbirini alabilir. Önceden tedbir alırsa birçok yanlışlıkların, birçok üzüntü verici durumların önüne geçebilir.
– Çok doğru Hocam. Siz de yaptınız mı çocuklarınıza, takip ettiniz mi kendi çocuklarınızı?
– Onlar muntazam devam ederlerdi. Otomobille giderlerdi. Bizim komşumuz bir Zehra Hanım vardı, kolejde öğretmen. Onun bir oğlu, bir kızı, iki de benim oğlum vardı. Bir araba tuttuk, bir kişi daha belki vardı. İşte beş altı kişi alıyordu taksi. Onun için her gün gidiyorlardı muntazaman.
– Kaçamıyorlardı.
– Kaçamıyorlardı, kaytarma imkânı yoktu.
– Hocam, ilkokul öğretmeniniz Ahmet Bey’di. Biraz da öğretmenlerinizden söz eder misiniz?
– Ahmet Bey birinci sınıfta öğretmenimizdi. İkinci sınıfta Münevver Hanım diye sarı saçlı, çok güzel tatlı bir öğretmen geldi. Ahmet Bey’in bana karşı tutumu nedir, herhangi bir fikrim yoktu. Ama Münevver Hanım çok ilgilenirdi benimle. Bir gün bahçede gezerken, “Gel.” dedi, “Senin ceplerini sökeceğim.” Niye sökeceğini bilemedim. Hep elimi cebime sokuyordum, alışkanlık hâline gelmişti. Bu alışkanlığımın farkına vardığı için, bunu engellemek istedi ve ceplerimi söktü. “Tamam, bundan sonra elini sokacak bir yer yok.” dedi. Çok ilgilenirdi benimle.
– İlkokulda dersleriniz nasıldı?
– Bir gün okul toplantısı oluyor, durumumu öğrenmek için babam gitmiş, okula sormuş, nasıl diye. “Oo, çok iyi, çok memnunum.” demiş. Babam geldiği zaman sordum: “Öğretmenimle görüştünüz mü, ne dedi?”, “Senden çok memnun, iyi çalışıyormuşsun.” dedi. Bu benim üzerimde öyle bir yapıcı etki yaptı ki bundan sonra, ben daha çok dikkat etmeye ve daha çok çalışmaya başladım. Zaten çalışmayı seven bir insandım, fakat oyuna düşkünlüğüm yüzünden zaman zaman kaçtığım olurdu.
– Başka hocalarınız?
– Efendim, üç, dört ve beşinci sınıflarda benim hocam olan bir hanım vardı. Feriha Barlas. Fevkalade iyi öğreten biriydi. O mezun etti beni ilkokuldan. İstanbulluydu. Çok zarif, genç bir hanımdı. İzmir Kız Lisesinden mezundu. Sonra öğretmenlik sertifikası almış. İlk defa hocalığa başlamış. Bizim fakültedeki Profesör Mebrure Tosun’un arkadaşıymış. İki kardeşi vardı, elektrik fabrikası kurmuşlar, orada çalışıyorlardı. Babası da reji müdürlüğünden emekliydi. Benim babamın arkadaşıydı. Daha doğrusu babamın dükkânına gelir, otururlardı, sohbet ederlerdi. Bir gün babam okula gelmiş, Feriha Hanım’la konuşmuş, beni sormuş, nasıl bizim kızın durumu diye. Feriha Hanım, “Çok iyi, çok memnunum, kafalı ve çalışkan bir kız.” demiş. Babam, “Hocan senden çok memnun; çalışkanlığı sakın bozayım deme.” Bana ondan sonra bir güç geldi… Demek ki bir insanı teşvik edici sözler söylenirse bunun çok olumlu etkileri oluyor. Aman hocama mahçup olmayayım diye çok iyi çalışırdım, vazifeleri yapardım. Üç sene okuttu beni.
– Yıllar sonra hiç görüştünüz mü ilkokul öğretmenlerinizle?
– İzmir Kız Lisesine gittiğim zaman tatillerde ara sıra gelir, Feriha Öğretmenimi ziyaret ederdim, çok memnun olurdu.
– İlkokulla ilgili başka neler hatırlıyorsunuz Hocam?
– İlkokulu Urla’da bitirdim. Urla’da okul hayatı çok iyiydi. Müdürümden memnundum, hocamdan memnundum. Yalnız kötü bir huyum vardı; sınıfta arka sırada hep ayakta dururdum. Boyum uzundu ya, boy sırası yapıldığı zaman arkaya düşerdim. Enerjim çok fazlaydı herhâlde. Öğretmenim otur kızım derdi, otururdum, biraz sonra yine kalkardım.
– Anneniz mi babanız mı uzun boyluydu Hocam?
– Annem daha uzun boyluydu… Sonra, isterdim ki hep derse kalkayım. Çalışırdım, derse kalkmak isterdim. Bir de akşamları babam beni dinlerdi. Bugün ne öğrendiniz, hoca size ne öğretti diye sorar, ben de anlatırdım.
– Bu çok güzel bir yöntem Hocam.
– Evet, beni dinlerdi, anlat bana derdi. Ben babama anlatırdım. O anlatış, zannediyorum bende konuşma melekesinin düzelmesine, iyileşmesine, düzgün konuşmaya fırsat hazırladı.
– Anneniz ilgilenir miydi bu okul meselesiyle?
– Hiç ilgilenmezdi. Babam ilgilendiği için annem başka şeylerle uğraşırdı. Annem yalnız yedirsin, içirsin, giydirsin; o işlerle meşgul olurdu. Ama babam benim okul durumumla çok yakından ilgilenirdi.
– Hocam, sınav sistemi nasıldı ilkokulda, hatırlıyor musunuz?
– Hocalar teker teker çağırırlardı, sorular sorarlardı, cevap verirdik. Mezuniyette bir heyet olurdu. O heyet, teker teker alır içeriye, heyetteki hocalar soru sorarlardı. Zaten ben başarılı bir öğrenciydim ve bütün sınıfları birincilikle bitirdim. Yalnız hiç unutmuyorum, mezuniyet sınavları sırasında bana bir elbise dikiliyordu. Yeni elbisenin hevesiyle dersleri biraz ihmal etmiştim. Yine de başarılı oldum.
– Hocam, okumaya yeni yazı ile başladınız tabii.
– Evet… 1929’da ilkokula başladım. O zaman harf inkılabı yapılmıştı. 1934 yılında da birincilikle mezun oldum. Yeni yazıyı öğrendim. Yalnız, akşamüstleri biz okuldan çıktığımız zaman, halk gelirdi, hanımlı erkekli gruplar. Bizim öğretmenlerimiz onlara yeni yazıyı öğretirlerdi, ders verirlerdi. Millet Mektepleri açılmıştı. Çok iyi hatırlıyorum. Benim ağabeyimin hanımı Şadiye yengem, o zaman Millet Mekteplerine gidiyordu. Yeni harfleri öğrenmeye çalışırdı.
– Hocam, hep el yazısı yazıyorsunuz. İlkokuldan gelen bir alışkanlığınız olmalı. Biraz da zor okunuyor yazınız. Mesela 8’lerinizi 9 diye okuyorum. İkisi birbirine çok benziyor.
– Ben eskiden beri böyle yazarım; doğru, biraz zor okunur yazım.
– İlkokul kıyafetiniz nasıldı?
– Siyah önlük, beyaz yaka takardık. Her pazartesi hoca gelirdi. Kontrol ederdi, yakamızı takıyor muyuz, dişlerimizi fırçalıyor muyuz, fırçalamıyor muyuz? Ellerimize, tırnaklarımıza, hatta bazen saçlarımıza bakarlardı. Acaba saçlarımızda bit var mı diye. Bazı öğrencilerde bit oluyor tabii. Her sene değilse bile iki senede bir önlük yapılırdı. O önlüğü tertemiz giyerdik. Lisede formamız lacivert etek, beyaz bluz ve siyah çoraptı.
– Sınıfınız kalabalık mıydı?
– Sınıfımız pek kalabalık sayılmazdı. Otuz beş kırk kişi. İki bölümdü okulumuz. Bir ve ikiler ön tarafta, üç, dört ve beşler arka taraftaki bölümde ders görürlerdi. Kapıdan girdiğimizde çiçeklerin bulunduğu geniş bir bahçe ve bir ana bina vardı. Ana binanın üst katı müdür odasıydı. Etrafında ve alt katta da sınıflar bulunurdu. Bir de arka tarafta bir bölüm vardı, arka bahçeden gidilirdi. Orada da üç sınıf vardı; üçüncü, dördüncü, beşinci sınıflar. Ben birinci sınıfla ikinci sınıfı, asıl binanın ikinci katında okudum. Daha sonra da ek binada…
– Erkek-kız karışık mıydı sınıflarınız Hocam?
– Bizim zamanımızda erkek-kız karışıktı. Koca koca çocuklar vardı. Demek ki zamanında mı gitmemişler, ne olmuş? Yahut boyları uzundu. Hatta annem, kızım derdi, erkek çocuklarla fazla arkadaşlık etmeyin, aman ha. Kim bilir nasıl bir şüpheye kapılıyordu? Bir defasında, teneffüsteydik. Hiç unutamıyorum, müthiş bir patlama oldu okulda. Dehşetli bir an yaşadık. O büyük çocuklardan biri, elindeki bir şeyi patlar mı, patlamaz mı diye sobaya atmış. O zamanlar soba ile ısınıyorduk. Sobaya atmasıyla birlikte öyle bir gürültü, öyle bir patlama oldu ki bütün sınıflara sirayet etti. Aşağı yukarı on beş yirmi gün başka bir yerde ders yapmak zorunda kaldık, okul onarılıncaya kadar. Bir de öğretmenimiz bazen bizi alırdı, arka kapıdan çıkarırdı; çam ağaçlarının bulunduğu geniş bir saha vardı, oraya gider, ders yapardık. Bize teneffüs yaptırırlardı, nefes aldırırlardı.
– İlgi çekici bir uygulama.
– Ciğerlerimizi kontrol ediyorlardı. Böyle mezura ile burayı (göğsünü göstererek) ölçerler, geniş nefes al, bol nefes al, falan diye nefes aldırırlardı. Biz de almaya çalışırdık.
– İlkokulda hangi derslerde başarılıydınız veya hangi dersleri severdiniz?
– Dördüncü ve beşinci sınıfta matematiğe Müdür Bey geldi, Hilmi Bey… Orta yaşlı biriydi. Çok iyi öğretirdi; kendisi de iyi bir insandı. Ben çok severdim onu, dersinde de çok başarılıydım. Bizden bir yıl önce benim kız arkadaşım Mehpare’nin bir ablası varmış, Hatice. O da çok çalışkanmış. Hilmi Bey, dalgınlıkla hep beni Hatice diye çağırırdı. Hocam, ben Hatice değilim, Zeynep’im derdim. Affedersin, der, sonra yine “Gel Hatice, sen gel.” derdi. Arkadaşlar yapamayınca beni çağırırdı. Matematiği çok severdim, ama bütün dersleri severdim. Tarih, coğrafya, Türkçe… Hepsini severdim; hepsinden de aldığım notlar çok iyiydi.
– Sanat derslerine ilginiz nasıldı Hocam? Resme, müziğe ilginiz oldu mu?
– Müziği severdim ama fazla başarılı olamazdım o tür derslerde.
– Resimde?
– Anlatayım. Hiç unutmuyorum, bir ara bağda idik. Bağımız vardı, bağ tutmuştuk daha doğrusu. Bağda kitap okurken canım sıkıldı. Oturdum, bir resim çizdim. Öyle güzel olmuş ki öğretmen gördüğü zaman, “Bu resmi sen mi yaptın?” dedi. “Ben yaptım Hocam, kitaptan baka baka yaptım.” dedim. “Bravo!” dedi. Yani resme karşı ilgim vardı. Müziği de severdim ama fazla meşgul olmadım. Cumhuriyet Bayramı’nda bana şiir okuturlardı, meydanlarda falan. Daha ziyade öteki derslerle haşır neşir olurdum. Birincilikle bitirdim ilkokulu.
– Halk oyunlarıyla aranız nasıldı?
– Şekerim, Urla’da dördüncü, beşinci sınıflarda bir arkadaşım vardı, aynı mahallede otururduk. Zaman zaman harmandalı oynardık. Erkek arkadaşım çok güzel oynardı. Bize söylendiğine göre oyunun hikâyesinde öldürülen kişi onun babasıymış. Arkadaşımda böyle bir eksiklik ve çekingenlik vardı, adını da unuttum şimdi. Ama biz arkadaşımızın babası diye oyunu severdik. İlkokuldayken oynardım, ortaokuldayken unutmaya başladım.
– Hocam, ilkokul arkadaşlarınızla daha sonra haberleştiniz mi veya bugün mesela benim ilkokul arkadaşım diyebileceğiniz kimseler var mı?
– İlkokulda belediye reisinin bir kızı vardı, Pervin. O da İzmir Kız Lisesine gelmişti, oradan mezun oldu. Hatta biz Ankara’ya gelirken beraberdik. Galiba onun alanı tabiat bilgileri, biyoloji idi. O alandan girdi Gazi Eğitim Enstitüsü sınavına. Ben de Türk Dili ve Edebiyatından girmiştim. İlkokuldaki diğer arkadaşların birçoğu ilkokuldan sonra okumadılar. Urla’da ortaokul yok, lise yok. Dışarıya, ilçe dışına gönderme imkânı da yok. Ben ilkokulu bitirdiğim zaman, ortaokula gitmeyi çok istedim. Annem istemiyor, ağabeyim istemiyor. Babam “Okursun kızım, hiç merak etme, seni okuturum.” dedi ve biz Urla’dan İzmir’e geldik. İzmir’de bir oda tuttuk. Daha doğrusu, bir evin bir odasını.
– Urla nasıl bir yerdi Hocam?
– Urla, İzmir’in çok yakın bir ilçesi olarak günün şartlarına göre medenî bir şehirdi. Urla’nın ılık bir havası vardı. Burada Yunan işgalinden sonra çok büyük hadiseler olmuş. Yangın yerleri almış, yürümüş. Birinci Dünya Savaşından sonra özellikle İstiklal Savaşında çok tahribata uğradığı için Urla’nın yarısına yakını yangında yıkılıp dökülmüş durumda idi. Daha önce İzmir ve çevresinde Yunanlılar varmış. Onlar Batı Anadolu’dan giderken her tarafı yakıp yıkmışlar. Bu bakımdan yangın yeri çoktu. Bizim oturduğumuz mahallenin karşı taraftaki kesimi tamamen yangın yeri durumundaydı. Hatta birçok kimse, o yangın yerlerine gömülü paralar bulurlarmış. Ayrıca Yunanlıların vaktiyle gömdükleri, sonra gelir alırız diye gömdükleri altınlar ele geçmiş diye söylenirdi, ama bilmiyoruz ne dereceye kadar doğruydu. Tabii o yıllarda, radyo yok, televizyon yok, bir şey yok. Meraklı olanlar ud dersi alırlardı. Bir hanım vardı, Musevîlikten dönme. Bir Türk’le evlenmiş. Adı Esma Hanım. Çok zarif, güzel bir hanımdı. Bizim ev sahibimizin kızı Canan abla -on sekiz, yirmi, yirmi iki yaşlarında- bu Esma Hanım’dan hep ud dersi alırdı. Bize bazen ud çalardı. Akşamları aileler toplanırlar, sohbet ederlerdi. Akşamları aile toplantılarında bazen çocuklara masallar anlatılırdı. Bir de hanımlar akşamüstleri kapının önünde otururlardı, masallar, hikâyeler, kader tutmalar (Şose kenarında bu otomobil geçerse ne olacak, şu geçerse ne olacak gibi…) vesaire… Zamanlarını değerlendirmek için herkes eline dantelini alır, nakışını alır otururdu.
– Siz de yaptınız mı hiç el işi; nakış, örgü falan?
– Ördüm, kazak ördüm. Ama evde yengem vardı, daha çok onlar örüp bana veriyorlardı, giydiriyorlardı. Daha sonra da yapmadım böyle işler.
– Belli yaşlarda böyle şeylere hevesleniyoruz ama bir müddet sonra o heves gidiyor Hocam.
– Öyle, yani bir de zamanın gereği olan bazı şeyler var. Bakıyorsunuz bir zaman moda olmuş, üzerine düşüyor, yapıyorsunuz. Aradan zaman geçtikten sonra tavsıyor, heves kaçıyor, ondan sonra da yapılmıyor. Başka şeyler geçiyor onun yerine. El işini daha çok annem yapardı. Annem bir dantele başladı Urla’da, hiç unutmuyorum, neymiş ben evlendiğim zaman oda takımı hazır olacakmış. Bir buçuk karış genişliğinde oda takımı danteli… Sanırım iki buçuk üç yılda tamamlandı.
– Çeyizinize de mutlaka koymuştur anneniz.
– Maalesef bana kısmet olmadı yaptıkları. Ağabeyimin küçük kızı Nigâr’a verildi. Çünkü ben istemiyordum öyle sedirli falan evleri. Selanik’te Atatürk’ün evini gezmeye gittiğimde oradaki dantelleri görüp pişman oldum. Atatürk’ün evinde ne güzel halı yastıklar, danteller vardı. Onları gördüm ve dedim ki hiç kıymet bilmiyoruz. Bizim evimizde de olacaktı ama ben sediri ne yapayım, koltuk alırım, istemem, dedim. Bunun üzerine -o sırada yeğenim evleniyordu- yeğenime çeyiz olarak veririz, dedik. Sonra İstanbul’a yeğenim Nigâr’ın evine gittiğim zaman gördüm, öyle güzel olmuş ki oda. Nigâr, “Bak hala, sana yapıldı, bana kısmet oldu.” dedi. Misafir odasına koymuş yastıkları, süslemiş. Bayağı imrendim oraya gittiğimde. Keşke vermeseydim, diyecek hâle geldim. Annem hazırlarken ben gülerdim, ne yapacağım bunları diye.
– Şimdi onlar çok değerli ama.
– Eskiler çok değerli. Zamanı geçti, modası geçti diye bırakıyoruz. Hâlbuki güzel yapıldığı zaman her şey hoş olur. Annem üç sene uğraştı onu yapmak için. Daha sonraki yıllarda benim evleneceğime yakın, yatak takımına, yastıkların etrafına falan dikmek için küçük danteller ördü. Hatta yaz tatillerinde ben de ördüm, hâlâ onlardan bir kısmı duruyor. Nişanlandıktan sonra da ördüm. Efendim, şimdi artık geçti modası. Her şey zamanında gerek, biliyor musunuz?
– Onları da mı dağıttınız?
– Onları ablama verdik. Ablam içinden seçmiş beğendiklerini; beğenmedikleri kalmış. Ben de bir kısmını Ankara’ya getirdim. Evlendiğim zaman misafir odasındaki koltukların üzerine örtü yapmıştım. Evlendiğimde artık öyle sedir medir yoktu. Koltuklar ve üstlerinde de annemin sandığından aldığım çevreler vardı. Kocaman bir bohçanın içinde bir sürü çevre…
– Hocam, Urla’da insanlar neyle geçimlerini sağlarlardı?
– Urla’da çoğu kimsenin bağı vardı. Yazın herkes bağa gider, bir tek fert bulunmazdı. İlçenin içi bomboş olurdu. Yalnız memur aileleri, on-on beş memur ailesi kalırdı. Ticaretle uğraşan dükkân sahipleri, esnaflar olurdu. Sessizlikte bütün her yerde cırcır böceklerinin sesi duyulurdu.
– Urla’da bağınız var mıydı?
– Bağımız vardı ama biz oranın yerlisi olmadığımız için bağı kira ile tutmuştuk. Biz de yazın bağa giderdik.
– Bağ uzak mıydı Hocam?
– Biraz uzaktı. Arabalarla, eşeklerle, atlarla falan gidilirdi bağa. Herkesin durumuna göre. Fakat bağlar şenlikti. Sanki bütün Urla halkı bağa göçmüş gibi olurdu. Orada çardak yaparlardı mersin dallarından. Bizim de iki çardağımız vardı. Birisinde annem, babam, ben yatardık, diğerinde de ağabeyimle yengem yatardı. Ayrıca bir de bağ damımız vardı, taştan yapılmış. Bağlar şenlikli olurdu. Canlı, hareketli. Akşamları domuz gelmesin diye bütün bağ sahipleri ellerine bir çomak alırlar, bir de teneke alırlar, boyuna teneke çalarlardı. Çünkü gece domuzlar bağları harap ederdi. Üzümlerin olmasından sonra domuza karşı bağları, teneke çalarak korurdu mal sahipleri. Akşamları bütün insanların ellerinden sopa ve teneke eksik olmazdı.
– Hocam, topladığınız üzümü ne yapardınız?
– Zamanı geldiğinde kuruturduk. Benim babam ticaretle uğraştığı için bütün oradaki bağcılara üzerine üzüm sermek için özel hazırlanmış gri renkte kalın kâğıtlar verirdi. Ayrıca birtakım kimyevî maddeler ve ilaçlar da satardı. Üzümler ilaçların katıldığı sulardan geçirilerek ve o kalın kâğıtlara serilerek kurutulurdu. Üzüm de Nevşehir’de falan olduğu gibi hemen koparılıp kurutulmak üzere serilmezdi. Onun bir usulü vardı. Potasyumla, kükürtle birtakım ilaçlar yapılır, ona bandırılır, o şekilde kurutulurdu. Efendim, babam tüccar olarak onları toptan sattığı için bilirdik. Kükürt, potasyum vs. bağcılara verilirdi. Bağlara iyi bakılmazsa floksera hastalığına tutuluyor, bağlar da hiç mahsul vermez duruma geliyordu.
– Hocam pekmez yapar mıydınız?
– Hayır, Urla’da kimse pekmez yapmaz. O, Nevşehir’de yapılırdı; Nevşehir’de yerleşmiş bir âdetti.
– Babanızın bağcılara ilaç vs. sattığını söylediniz. İşleri iyi miydi babanızın?
– Evet, ticaretle uğraşırdı babam. Önceleri işleri iyiydi. Çiftçiler, bağcılar babamdan ilaçları alırlardı krediyle. Babam ve ağabeyim çiftçiye kredi açıyor, veresiye veriyor, mevsim sonunda mahsulü aldıktan sonra paralarını alıyorlardı. Babam bu yüzden bir defasında da iflas etti. 1932-34 senelerindeydi herhâlde… Bağlara floksera hastalığı geldi ve bütün bağları kastı kavurdu. Bir yıl hiç mahsul vermedi. Sonra altmış yetmiş bağcıya kredi açtı babamla ağabeyim. Mahsul olmayınca o sene paralarını alamadılar. İkinci sene de çivi çiviyi söker kabilinden, dediler ki biz şimdi kredi vermezsek çiftçi çok kötü durumlara düşer. Böylece ikinci sene de kredi açtılar, ikinci sene de hiç mahsul olmadı. Babam çok büyük zarar gördü. İnanır mısın o kadar müşkül durumda kaldılar ki… Alacaklarını peyderpey aldılar. Bir kısmından çok az aldılar, bir kısmından hiç alamadılar. Üç beş bağcıya değil, altmış yetmiş bağcıya kredi açınca çok büyük sıkıntı oluyor. Ve ondan sonra iş değiştirmek zorunda kaldı babamla ağabeyim. Biz Urla’dan İzmir’e taşınınca İzmir’de başka bir işe başladılar. Kesekâğıdı imalathanesi açtılar; bakkallara, manavlara, bütün ticaretle uğraşanlara kesekâğıdı sattılar. Öylece kendilerini kurtarabildiler. Ben de İzmir’de devam ettim, tahsile. Önce annemle ben gitmiştim. Bu iflas olayından sonra babamlar da geldiler. Başka bir ev tuttuk, daha büyük bir ev tuttuk.
– Urla’yla ilgili başka hatırladıklarınız var mı Hocam?
– Urla’nın sosyal durumuyla ilgili şunları da söyleyebilirim. Benim zamanımda Urla’da ve İzmir’de, Rumeli’den, özellikle Kavala’dan gelen göçmenler vardı. Onlar mağazalarda çalışırdı. Daha çok kadınlar… Mağazalar, bildiğimiz alışveriş yapılan yerler değil. Üzüm, incir ve tütün işleyen küçük fabrikalar. Mesela Aliotti mağazası vardı, çok meşhur. Galiba Aliottiler Yahudiydiler. Bu mağazalarda yüksek ve 40-50 metre uzunluğunda tezgâhlar ve kenarlarında kadınların oturacağı yerler vardı. Tezgâha paçallarla üzümleri getirip döküyorlardı.
– Paçal ne demek?
– Büyük çuval… Kadınlar tezgâha dökülen üzümlerin bozuklarını ayıklayıp kasalara dolduruyorlardı. Ağaçtan yapılmış dikdörtgen şeklindeki 5-6 kiloluk küçük kasalara… Biz İzmir’de sabahleyin grup hâlinde okula giderken kadınların toplu hâlde o mağazalara gittiklerini görürdük. Kadınlar, sabah yedi-yedi buçuktan akşam beşe kadar çalışırlardı. Haftada üç-beş lira kazanırlar, geçimlerini sağlarlardı.
– Denize gider miydiniz Hocam, yüzmeye?
– İzmir’de değil ama Urla’da giderdik. Çünkü İzmir’de yalnız Kordonboyu’nda deniz vardı, orada da yüzme imkânı yoktu. Urla’da yazın denize giderdik. O zaman ilkokuldaydım. Evden çarşaf götürürdük, birer direk dikilirdi. Direklerin üzerine çarşaf gerilir, altına da ufak kilim milim bir şeyler serilir, orada oturulurdu. Yemeğimizi evden getirir, orada yerdik. Yalnız Urla İskelesi’nin kumu çok güzeldi, denizi çok güzeldi, çok rahat denize girilirdi. Onun için daha çok oraya giderdik.
– Çocukluğunuzda Urla’da sokakta ne oyunları oynardınız Hocam?
– Sokakta, çizgi oynardık. Yere çizerdik, hane hane ayırırdık. Ondan sonra taşla oynardık. Bana kızardı annem, ayakkabıları eskitiyorum diye. Rugan ayakkabıyı çok severdim, hep rugan ayakkabı alınırdı. Fakat taşları ayağımla itiyorum ortasından. O rugan ayakkabılar ucundan, önünden zedeleniyor. Annem onu görünce deli olurdu. “Ne bu kepazelik kızım, dikkat etsene, ne biçim olmuş ayakkabın?” derdi. Rugandan başka da ayakkabı giymezdim. Parlak, gösterişli ayakkabılardı.
– Hocam, ben de çok severdim çocukluğumda rugan ayakkabıyı. Her bayram rugan ayakkabı aldırırdım. Çocuklar parlak, pırıltılı, gösterişli giyecekleri seviyor.
– Hiç unutmuyorum, bir bayramdı. Urla’ya ilk geldiğimiz zaman… Bana bayramlık öteberi almışlar. Bir elbise diktirdiler terziye. Çorap, ayakkabı, kurdele vesaire. Saçım da uzundu, uzun olduğu için örülüyordu ve ucuna kurdele bağlıyordum. Ama istiyordum ki herkes gibi benim saçım da kısa olsun. Annem, babam uzun saçı sevdikleri için bir türlü kestirmezlerdi. Benim de hiç hoşuma gitmezdi. Ta lise son sınıfa kadar devam etti bu uzun saç problemi.
– Ne zaman kestirdiniz saçlarınızı?
– Lise son sınıfta. İlkokulda saçlarım uzun, yanaklarım pembe pembeydi. Bana al yanaklı, elma yanaklı kız derlerdi, adım öyleydi. Hatta bir defasında, hiç unutmuyorum, okula gidiyorum, giyimli kuşamlı bir bey, “Bir dakika kızım.” dedi. “Efendim.” dedim. Cebinden bir mendil çıkardı, diline sürdü. Sonra da yanağıma sürdü. Şaşırdım, “Ne oluyor?” dedim. “Yok bir şey kızım, maşallah, Allah bağışlasın.” dedi. Boya mı sandı, nedir? Bu kadar renkli yanak olmaz diye düşündü herhâlde.
– Hocam, çocukluk resimleriniz var mı?
– Benim çocukluk resimlerim yok, çünkü Nevşehir’de ben çocukken resim çektirme âdeti yoktu. Daha sonraki, bilhassa İzmir’e gittiğimiz dönemlere ait resimlerimiz vardı, fakat bizim evimiz bir yangın geçirdi, o yangında resimlerimiz de maalesef yandı.
– Nasıl bir yangın?
– Türbe sokağında otururken bir depomuz vardı. Depoda top top kâğıtlar vardı. Yengem oradan kâğıt alıp bahçede ocak yakmış. O sırada yukarıda ben kitap okuyordum, ağabeyimin bir de çocukları vardı evde. Alevler birden yandaki ağacı tutuşturmuş. Derken bizim ev tarafına sıçradı alevler. İtfaiye gelinceye kadar epeyi bir şey yandı. Bu nedenle çocukluğuma ait resimlerim yok. Liseden birkaç resmim var, hatta kırda çektirmişim, başıma papatyadan taç yapmışım. Ağabeyim çocuklarıyla birlikte İstanbul’a taşındığında yangından sonra çekilen resimler de onlarda kaldı. Aradan geçen yıllarda artık ne oldu bilmiyorum, bana bir daha gelmedi.

Ortaokul, Lise Yıllarım ve İzmir
– Şimdi ortaokula geçebiliriz artık Hocam.
– İlkokulu bitirdim, ortaokula gideceğim ya… Cumhuriyet’in ilk yılları, insanlar daha gelenekten fazla kurtulamamışlar. Babamın arkadaşları, daha ziyade iş muhitindeki ahbapları “Sen kızını niye ortaokula gönderiyorsun?” demişler. Yani pek tasvip etmemişler benim ortaokula gitmemi. Annem de ilkokulu bitirmiş, ortaokula göndermemişler zamanında. Babam çevresindekilere demiş ki: “Peki ne olur okutursam?” Onlar da “Görüyoruz işte, hükümette çalışan birkaç memur var. Etraftaki genç kızları görüyoruz, yeni moda diye kısacık elbiseler giyiyorlar, saç baş açık. Bu bizim geleneklerimize çok aykırı. Ahlaki düşüklük sayıyoruz bunları.” demişler. Babam, dindar bir insandı, hocaydı. Medresede yetişmişti. Bununla beraber çok açık fikirliydi. Demiş ki: “Bakın size bir şey söyleyeyim dostlar. Eğer siz kızlarınızı okutmazsanız, aşüfte olma niyetleri varsa yarın öbür gün onlar yine yapacaklarını yaparlar ve sizin aile haysiyetinizi ayaklar altına düşürürler. İyi bir eğitim vermişseniz kızlarınız okuduğunda aile terbiyesini, aile haysiyetini ayağa düşürecek bir durum ortaya çıkmaz. Bu bakımdan hepinize tavsiye ederim, lütfen kızlarınızı gücünüzün yettiği kadar okutun.” Bunu bana babam yıllar sonra üniversitedeyken bir münasebetle anlattı. O zamanlar Cumhuriyet’in ilk yılları… Hâlâ böyle gelenekler devam ediyor. Kolay değil bir toplumun alışageldiği geleneklerden kurtulması… O devri yansıtması bakımından ilgi çekici diye şimdi bunları hatırlatmak istedim.
– Teşekkür ederiz Hocam.
– Evet, ilkokulu 1934’te bitirdim. Ortaokul yoktu Urla’da. Beni İzmir’e göndermeleri lazımdı. Önce beni leylî vermeyi düşündüler, ben istemedim. Onun için annemle İzmir’e geldik. Servili Mescit’in Türbe Sokağında iki katlı bir evin ikinci katındaki bir odayı bize kiraladılar. Aklı başında bir ailenin yanında… Bir oğulları, iki kızları vardı. Terlik püskülü yapar, satarlardı. Oğulları muallim mektebine gidiyordu. Tek odamız vardı, mutfağı ortak kullanıyorduk. Galiba kirası 5 liraydı. Sadece annemle ben oturuyorduk. Bir buçuk sene kaldık o evde. Ben okula gidiyorum, annem evde… Babamla ağabeyim de Urla’da oturuyorlardı. İzmir’e geldiklerinde uğrarlar, hatırımızı sorarlardı, para verirlerdi. Sonra dediler ki bu böyle olmayacak, birleşelim. Tekrar İzmir’e geldiler, Basmahane’de bir ev tuttular.
– Ağabeyiniz yanınızda mı kalıyordu?
– Ağabeyim evli, ablam da memlekette, Nevşehir’de evli. Ağabeyimin, bir tek oğlu vardı o zaman, Sakıp. Üç dört yaşındaydı. Sonradan iki kızı Raife ve Nigâr doğdular. Ağabeyimlerle İzmir’de aynı evde beraber oturuyorduk. Hanımının asıl adı Kiraz’dı, ama sonradan İzmir’de akrabalarımız bu ne biçim ad deyince adını Şadiye yapmışlar.
– İzmir’de hangi ortaokula gittiniz Hocam?
– Kız Lisesine. Allah rahmet eylesin, babam getirdi, beni Kız Lisesine kaydettirdi. Gündoğdu’daydı o zaman lise. Basmahane’den aşağıya, Gündoğdu’ya kadar giden bir cadde. Ama çok geniş bir cadde, yangın yerinden bozma. Sonradan orası fuara ayrıldı, fuar alanı oldu. Basmahane’nin üstünde Altınpark vardı, Altınpark’ın üstünde de Servili Mescit. O mahallede otururduk. Oradan aşağıya inerdik arkadaşlarla; Basmahane’ye kadar inerdik. Basmahane’den sonra çok geniş bir yol. Yığın yığın öğrenci… Geçerdik oradan. İzmir Kız Lisesine giderdik. Yol, sabah akşam kalabalık olurdu. Başka zaman tenha olduğu için korkulurdu ve gidilmezdi. Fakat kalabalık olduğu için bir şey olmazdı. Yolumuzun üzerinde bir tabakhane vardı. Oradan burnumuzu tıkayarak geçerdik. Okula yaklaştığımızda dikenli bir yer çıkardı karşımıza; oradan da toplu olarak geçerdik. Yürüyerek giderdik, zaten yürünecek kadar kısa mesafeydi. Okul binamız çok güzeldi, bahçesinde nefis ağaçlar, çiçekler, güller, rengârenk… İki bahçıvan vardı. Birisi İbrahim ağabey. Korkardık, ödümüz kopardı. Çünkü çiçek koparttırmazdı; zaten biz de dikkat ederdik. Ortaokulun üçüncü sınıfında okul Karataş’a taşındı. Karataş’ta Erkek Muallim Mektebi vardı, orayı boşalttılar, bize verdiler. Karataş’taki okula iki kat merdivenle çıkılırdı; bahçesi Bahri Baba Parkı’yla birleşirdi. Önünde çok güzel çiçek tarhları falan, arkasında da çam ağaçları vardı. Arka tarafın bir kısmı yokuştu; oraya da da çam ağaçları dikmişlerdi. Biz öğle tatillerinde çam ağaçlarının dibinde oturur, dinlenirdik. Karataş’taki bina da çok güzel bir binaydı, fakat bahçesi Gündoğdu’daki kadar güzel değildi. Aşağıda tramvay yolu olduğu için, tramvay sesleri çok tatlı gelirdi bize. Üçüncü sınıftan itibaren orada okuduk. Ortaokuldaki müdürümüz Hilmi Bey’di. İyi bir insandı ama fazla temasımız yoktu. Daha sonra onun yerine Necmettin Halil Onan gelmişti Adana’dan.
– Oo! Ne kadar şanslıymışsınız Hocam.
– Evet… İlk toplantıda, okulun açılış gününde dinledik onu. Belli ki çok otoriter ve aynı zamanda öğrenciye hakkını veren, öğrenciyi koruyan, fevkalade öğrenci sevgisi olan bir idareci, bir müdür. Bu durum lise son sınıfa kadar devam etti.
– Liseyi de aynı yerde okudunuz, değil mi Hocam?
– Evet, aynı yerde, Kız Lisesinde. Lisedeki hocalarımız çok değerli hocalardı. Tarih, Türkçe, Coğrafya, Fen Bilgisi hocalarım ve diğer bazı hocalarım hem ortaokul hem lisede bana hocalık yapmışlardı. Bir kere kılıklarına kıyafetlerine bayılırdık. Çok çok sevdiğimiz, saygı duyduğumuz kimselerdi. Orada çok mutluyduk. Hocalarımızın hemen hemen hepsi hanımdı diyebilirim. Erkek hoca pek azdı.
– Hocam, okula başladığınız yıllar, eski harflerden yeni harflere geçiş yıllarıydı. Henüz yeni harflere kitap aktarımı fazla değildi. Kaynaklardan yararlanamazdınız. Değil mi?


Tarih öğretmeni Saadet Berkol’la İzmir Kız Lisesi bahçesinde (1939)

– Sonradan babam bana Kur’an-ı Kerim öğretirken eski harfleri de öğretti. Ama ders kitabı dışında fazla kitap okumuyorduk. Hikâye belki ama ilkokulda hiç roman okumadım. Ancak derslere çalışırdım.
– Hocalarınız nasıldı?
– Tarih hocam Saadet Hanım’dı, Saadet Berkol. Çok sıkı bir hocaydı ama çok severdim ben. Tarihi başka kitaplardan da okurdum. Gece babam kalkar, o kitaplardan bazı seçmeler yapar, bana anlatırdı. Fen Bilgisi hocası vardı, Samiye Berköz. O da ayrı bir değerdi. Bir Felsefe hocamız vardı, Hüseyin Kazım Gürpınar, o kadar güzel ders anlatırdı ki bayılırdık. Hem sosyoloji hem felsefe hem de mantık derslerine gelirdi. O zaman üç ayrı kitap vardı elimizde, onları okurduk. Çok beğendiğimiz bir hocaydı. Felsefe dersim de çok iyiydi. Hatta felsefeden, mantıktan, sosyolojiden konuları iyi anlamayanlar olursa başka sınıftan bana gönderirlerdi. Hocam da sorularına başkasından cevap alamadığı zaman bana sorardı ve ben cevap verirdim, memnun olurdu. Öyle bir öğrencilik devresi geçirmiştim. Yalnız o gittikten sonra Zehra Hanım diye Kıbrıslı genç bir hoca geldi. Telaffuzunda bozukluklar vardı. Pek güzel konuşamıyordu. Hüseyin Kazım Gürpınar’dan sonra, lise son sınıfta Felsefeye öyle bir hocanın gelmesi bizi biraz tedirgin etmiş ve üzmüştü. Hoca anlatıyordu, fakat bazı konuları anlayamıyordu arkadaşlarım. “Hocam, şunu bir daha anlatır mısınız, deyince Hoca ne diyordu biliyor musunuz? “Zeynep’e sorun, o size anlatır.” Teneffüste arkadaşlarım bana gelirlerdi, ben anlatır, gücüm yettiğince açıklamaya çalışırdım. Kitapların altında birtakım sorular vardı, kolay cevap verilecek sorular değildi. Bir defasında, o sorulara cevap vermek için yarım gün düşünmüş, konuları baştan sona elden geçirmiş, sonra cevabını bulmuştum. Demek ki insan ancak konuları iyi hazmettikten sonra o konulara vakıf olabiliyor ve soruları da cevaplama imkânını bulabiliyor. Matematiği çok sevdiğim için lise ikinci sınıfa kadar hep 10 alırdım. Yalnız lise ikinci sınıfta bize, Nermin Hanım diye bir matematik hocası geldi, mühendismiş. Mühendislikten hocalığa dönmüş. Hiç ders anlatamazdı. Ondan sonra matematiği düşünmez oldum ben. Bir dersin sevilmesinde, bir alanın sevilmesinde hocanın çok büyük etkisi oluyor.
– Türkçe hocanız nasıldı?
– Türkçe hocamız, önce Fahamet Hanım’dı. Yaşlıca bir hanım. Fakat saçıyla başıyla o kadar meşguldü ki… Sarı saçları vardı, güya Atatürk onun saçlarını çok beğenirmiş. Atatürk beni çok beğendi, der dururdu. Biz de gülüşürdük aramızda. Saçını sigortalatmış, öğrenci arasında dolaşan bilgilere göre. Yani hoca, bizim için bir alay konusu olurdu. Sonra o hanım gitti, Münife Baran geldi. Münife Hanım, çok iyi bir hocaydı. Orta ikinci sınıftan itibaren ta lise son sınıfa kadar okuttu beni. Çok severdik onu, çok başarılıydı. Lise ikideyken bir ara Halide Edip’in Zeyno’nun Oğlu’nu okuyorduk. Bana takılırdı hocam “Sana da Zeyno diyelim mi?” diye. O şakadan sonra benim adım Zeyno kaldı. En yakın arkadaşlarım bana Zeyno derdi. Bir de Neşvet Hanım vardı. Aslında Felsefe hocasıydı ama bize ortaokulda Yurt Bilgisi dersine gelirdi. Ben de Yurt Bilgisini çok severdim Galiba ben dersi sevdiğimden midir neden bilmiyorum sorduğu soruları çok iyi cevapladığım için bir defasında dedi ki “Hepinizin Zeynep gibi olmasını isterim”. Neşvet Hanım, sevimli, tatlı bir hanımefendiydi. Çok güzeldi, çok güzel saçları vardı. Beni de çok severdi. Güya Reşat Nuri Güntekin, Akşam Güneşi’ni onun için yazmış. Öğrenciler arasında dolaşan hikâye buydu. Yazı dersine Fikriye Hanım gelirdi. Sert bir hocaydı. Zayıflığı ve titizliği yüzünden ona mosquito yani sivrisinek derlerdi.
– Peki, matematikle aranız nasıldı Hocam?
– Matematiğim çok iyiydi. Fahriye Hanım vardı, çok sert bir hocaydı. Fahriye Hanım’ın yanağında bir Halep çıbanı vardı. Esmerce bir hanımdı, çok otoriterdi. O, efendim, isterdi ki anlattığı konular çok iyi kavransın. Dersi çok iyi anlatırdı. Ben çok iyi anlardım anlattıklarını. Zaten ilkokuldan beri matematiğe meylim fazlaydı. Dört sene falan hocalık yaptı. Ortaokulda Fahriye Hanım’dan ancak üç dört kişi tam not alırdık. 10’dan aşağı alırsak üzülürdük. Öğrencileri tahtaya kaldırırdı, eğer verdiği dersi alamazsa “Otur, sepet kafalı.” diye azarlardı. “Sepet kafalı” ifadesi bizim aramızda gülüşme konusu olurdu. Lisede Matematik dersine Nermin Hanım geldi. Nermin Hanım aslında mühendisti, iyi öğretemezdi matematiği. Yalnız lise ikinci sınıfta fiziğe karşı ilgim zayıftı, neden bilmiyorum. Sonra bir Kimya hocamız vardı, Ligor Bey. Ermeni dönmesiymiş. Yaşlıca bir beydi. Arkadaşlarımızdan bazıları o kadar kurnazdı ki yazılı imtihan yaptığı zaman formülleri bacaklarına yazarlarmış, Hababam Sınıfı’nda olduğu gibi. Yavaşça eteklerini kaldırıp bakıp yazacaklar. Hoca hemen bastonunu uzatır, vururdu ne yapıyorsunuz diye. “Kaldır eteğini.” derdi. “Hocam çok ayıp, nasıl kaldırırım eteğimi?” derdi arkadaş. Çünkü kaldırsa görünecek her şey. Hoca da çok müşkül durumda kalırdı. Bizim sınıfımız C sınıfıydı. Çok çalışkan ama biraz yaramaz bir sınıftı. Henry Hornstein adında bir İngilizce hocamız vardı. Türkçe hiç bilmezdi. Almancası da çok iyiydi. Hem Almanca sınıflarına girerdi hem de bize gelirdi İngilizceye. Konuları seviyemizden yüksek tuttuğu için hiç anlayamaz ve ezberlerdik. Çok ders notu verirdi ve bunu şapoğrafa basardı.
– Şapoğraf nedir?
– Yazıyı, yazı makinesinde kâğıda yazarsınız, mumlu kâğıdı makineye koyarsınız, ayrıca bir de kâğıt eklersiniz; yazıyı kopyalar. Ben üniversite de kullandım bir süre bu yöntemi. Tahsin Banguoğlu’nun notlarını tabederdim. İngilizce hocamız çok fazla bilgi verirdi. Bazı küçük sözlükler vardı elimizde, büyük sözlükler yoktu o zaman. O sözlükler çok kere yetersiz kalırdı. Onun için derste daha çok ezberleme yoluna gidilirdi. Çok defa arkadaşlarımız bundan şikâyetçi olurlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, dediler ki boykot var. Kime? İngilizce hocasına. Lise ikinci sınıftayız. Sınıfın elebaşıları vardı. Onlar “Sakın bugün derse kalkmayacaksınız, İngilizce hocası derse kaldırırsa, bilmiyorum, diyeceksiniz.” dediler. Hocaya karşı bir nevi isyankârlık. Hoca kimi kaldırırsa, hazır değilim diyor. Nihayet İngilizcesi çok iyi olan birkaç arkadaş vardı. Amerikan Kolejinden gelme. Günseli Tamkoç, Nermin Arpacıoğlu gibi. Hoca bu defa çalışkanları yani İngilizcesi çok iyi olanları kaldırmak istedi. Onlar da kalkmayınca o kadar bozuldu ki; “I’m going.” dedi. İdarede almış soluğu. Dersin sonlarına doğru; Maarif Müdürü, İzmir Valisi, muavinler hepsi bizim sınıfa doluştu. İzmir Valisi Fazlı Güleç’ti.
– O kadar çabuk mu geldiler?
– Evet, çünkü hiç görülmemiş bir şey. Hocaya karşı isyan oluyor bu. Bunun üzerine müdürümüz “Siz böyle bir tavra giremezsiniz hocanıza karşı. Derslere çalışmak, hazırlanmak ve gereken hassasiyeti göstermek zorundasınız. Siz böyle yaparsanız elinize birer tasdikname verir, sizi buradan uzaklaştırırız.” dedi. Vali’nin kızı Altıntaş Güleç de bizim sınıfımızdaydı, o da derse kalkmamıştı. Ondan sonra bizim sınıfta bir daha dikbaşlılık görülmedi.
– Yakın dönemlerde biz lise öğrencilerinin birçok eylemine tanık olduk. Sizinki çok sevimli bir eylemmiş.
– Bir defasında da hiç unutmuyorum, orta ikinci sınıfta Tarih hocasına gücendim. Saadet Berkol’a… O kadar sevdiğim bir hocaydı ki bayağı nazlanırdım. Niye gücendim biliyor musunuz? Çok seviyordum ben tarihi. Tarihe meraklı olan birkaç arkadaş bir araya gelirdik, teneffüslerde arkadaşlarla tarih atışması yapardık. Şu olay hangi tarihte oldu, bu olay hangi tarihte oldu, diye. Hoca bir gün yazılı sınav yapmıştı. Yazılı sınavda ben soruların cevaplarını yetiştireyim diye çalakalem yazmışım ve hoca okuyamamış yazımı. Okuyamadığı için kızmış, bir numaramı kesmiş, dokuz numara vermiş bana.
– Onun için siz de küstünüz.
– Ben de hocaya, bu basit şeyleri mesele yapıyor diye gücendim, hiç parmak kaldırmadım. Hoca da merak etmiş, acaba bir sıkıntısı mı var diye. Dersten sonra dedi ki, “Benimle gel.” Öğretmenler odasına gittim. “Niye sen hiç parmak kaldırmadın bugün? Derse hazır olmaman mümkün değil, ama parmak kaldırmadın, dikkatimi çekti, bir üzüntün mü var?” dedi. Öyle deyince benim gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. “Niye ağlıyorsun?” diye sordu. “Hocam, bana dokuz vermişsiniz, onun için ağlıyorum” dedim. Hoca da “Yazını düzgün yazmamışsın, güzel yazmamışsın. Okumakta sıkıntı çektim, onun için bir numaranı kırdım, dikkatini çekmek için.” dedi. Bunun üzerine öbür hocalar, “Biz de birer not kıralım da şu güzel ağlamayı bir de biz seyredelim.” diye takıldılar bana. Hâlâ aradan uzun zaman geçmesine rağmen hatırlarım, ne kadar basit şeyleri gözümüzde büyütürdük o yaşlarda.
– Çalışkan öğrencilerin özelliği Hocam, en yüksek puanı almak istiyorlar.
– Hocanın benim bir numaramı kırması onuruma dokunmuş demek ki. Çünkü tarih dersini çok seviyordum, her zaman sevmişimdir tarihi. Tarihleri falan o kadar iyi bilirdim ki bazen hoca vazife verirdi. Ara sıra da lisedeyken belli konularda konuşmak için konferans niteliğinde konuşmalar yaptırırlardı son sınıf öğrencilerine. Tabii seçme öğrencilere. Onlardan bir tanesi de bendim. İki konuda konuşma yaptım. Bugün hangi konulardı hatırımda yok. Ama konuşmam güzeldi, derli topluydu, çok etkiliydi. Anladığıma göre hocalar üzerinde olumlu etki yapmıştı.
– Hocam, lise bitirme sınavları var mıydı?
– Vardı tabii. Çok sıkıydı o zamanlar. Mezuniyet sınavına girdik, bütün derslerden. Hem de olgunluk sınavına ayrı ayrı. Yani iki sınavımız vardı. Liseden mezun olurken iki diploma alırdık. Biri mezuniyet, diğeri olgunluk diploması. Hatta Amerikan Kolejindeki öğrenciler de bize gelirlerdi. Olgunluk sınavını bizde verirlerdi. O zaman Kız Lisesi çok kaliteli bir okuldu.
– Hocam, ortaokuldaki, lisedeki arkadaşlarınızdan daha sonra başarılarıyla adını duyurmuş olanlar var mıydı?
– Ortaokuldaki arkadaşlarımdan değil ama lisedeki arkadaşlarımdan vardı. Mesela Nermin Abadan (Unat) vardı. Nermin Abadan o zaman Macaristan’dan gelmişti. Türkçe bilmiyordu, bizim sınıfa geldi, yeni Türkçe öğreniyordu. Babası vefat etmiş. Annesi galiba bir prensesmiş ama kral soyundan, kraliçe soyundan gelme prenses değil. Prensesliğin nereden geldiği belli değil. Macaristan’da sefarete gitmiş. “Ben Türk’üm ama Türkçe bilmiyorum, Türkiye’ye gidip Türkçe öğrenmek istiyorum.” demiş. İzmir’e gelmiş. İzmir’de amcası varmış. Amcasının kızları da bizim okulda öğrenciydi ama öyle çalışkan falan değillerdi. Gösterişli kızlardı, derslerle pek alakaları yoktu. Yalnız Nermin çok çalışkandı. Türkçe konuşurken bazı kelimeleri hatırlayamaz, yüzü kızarırdı. Biz hemen söylerdik o kelimeleri. Çok iyi bir öğrenciydi. Sonra Mübeccel vardı. Mübeccel Belik (Kıray) sonra bizim fakültede sosyoloji profesörü oldu. Behice Boran’ın yanında doktora yaptı. Amerika’ya gitti, geldi. İzmir valisi Fazlı Güleç’in kızı Altıntaş, çok sessiz bir kızdı, fakat çalışkandı, arkadaşlarına karşı iyiydi. Yani öyle tepeden bakan bir hâli yoktu. Çok iyi arkadaşlık ederdik. Bir defasında dirseğinden yırtılmış önlüğe annesi yama yapmış. Okulda bazı arkadaşlar, aa, vali kızı yamalı önlük giyiyor, diye bir tuhaf bakmışlardı. Onun bir de ablası vardı Yıldız adında. Belki bir, bir buçuk yaş büyüktü bizden. O da bir üst sınıftaydı. Altıntaş bizim sınıfımızdaydı. Liseyi bitirinceye kadar beraber olduk. İstanbul’da üniversiteyi bitirmiş, evlenmiş, fen profesörü olmuş, Altıntaş Güleç (Büke). Güzel arkadaşlıklarımız vardı lisede.
– Ortaokul ve lise kıyafetleriniz nasıldı?
– Hatırımda kaldığına göre, lacivert kumaştan askılı bir eteğimiz vardı. İçine de beyaz bluz giyerdik. Kıyafetimi Urla’daki komşumuz Pakize Hanım dikmişti bana. Giydiğim zaman çok hoşuma gitti, ortaokula başlıyorum diye tabii.
– Okulda şapka giydiniz mi hiç Hocam?
– Giydik, kasket giyerdik. Ve o kasketi de hiç çıkarmazdık. Bazen müdürlerimiz, muavinlerimiz kontrol ederlerdi, kasket giyiyor muyuz diye. Lisede kıyafeti önlüğe çevirdik. Beyaz yaka takardık ve bir de siyah val çorap giyerdik.
– Val çorap?
– Val çorap, biraz ince çorap, ince siyah çorap. Diz üstü, ama öyle kilotlu çorap değildi, lastikle bağlanırdı. Hiç kimse renkli çorap giyemezdi ve zaman zaman kontrolden geçirilirdik.
– Biraz da İzmir’den söz edelim. İzmir’i sevdiniz mi Hocam?
– İzmir bambaşka… Çok güzel bir şehirdi. Bir kere büyük bir şehir, bakımlı bir şehir, evleri güzel. Hepsi değil ama bizim oturduğumuz evler güzel olunca ben ister istemez Nevşehir’le bir karşılaştırma yapıyor ve çok güzel buluyordum. Sokakta keten helvası satılır, dondurma satılırdı. İzmir’in çok güzel dondurması olurdu. O zaman dondurma da şimdiki usullerle yapılmazdı; dağdan kar getirirlerdi dondurmacılar. O karı pekmezle karıştırıp dondurma yaparlardı. Ama çok güzeldi. Güzel güzel dondurma şarkıları söylerlerdi. Biz de hevesle alır, yerdik. Yani çok nezih, çok gelişmiş bir bölgeydi.
– Hocam, Nevşehir’de de karla pekmezi karıştırıp yerlermiş; böyle bir şey hatırlıyor musunuz?
– Evet, ama ben yemedim.
– İzmir’le devam edelim Hocam.
– İzmir’de en çok sevdiğim şeylerden biri de peksimettir. Rahmetli babam peksimet getirirdi bize. Fırınlarda mis gibi kokardı o peksimetler, çok hoşuma giderdi. Ben ortaokuldayken beni alır, Kordonboyu’na, Bahri Baba Parkı’na götürür, gezdirirdi. Bunlar güzel bir hatıra oluyor insan için.
– Siyasetle ilgilenir miydi aileniz?
– Babam ilgilenmezdi. Ağabeyim de Serbest Fırka’yı beğenirdi. Hatırlıyorum, bir gün Serbest Fırka’nın kurucusu Fethi Okyar’ın resmini getirmişti. Serbest Fırka o yıllarda çok revaçta idi. Atatürk’ün isteği ile kurulmuştu. Ülkeyi tek partiden kurtarmak için herhâlde. Fakat biz çocuk olduğumuz için, politikayla fazla ilgimiz yoktu.
– Hocam, Atatürk’ü gördünüz mü?
– Maalesef hiç görmedim. Ben ilkokuldayken bir gün dediler ki Atatürk gelecek Urla’ya. İzmir’e gelmiş, Urla’ya da gelecek. Biz hazırlandık, onu karşılamaya gittik. Şimdi gelecek, şimdi gelecek diye beklerken ne oldu bilmiyorum gelişi iptal edildi. Biz de ağlayarak döndük evlerimize. Hiç karşılaşmadım Atatürk’le. O vefat ettiğinde on altı yaşındaydım; İzmir’deydik, lise ikinci sınıftaydım. Haberi aldığımızda arkadaşlarla hüngür hüngür ağladık. Dört beş arkadaş Keçecilerden gelirken, işin alayında olan birisi kahvenin önünde oturmuş, yanındakilere “Aa!”, dedi, “Sevsinler ne de güzel ağlıyor şunlar.” O kadar üzüldüm ki hem bizimle hem de Atatürk’le alay ediyorlar diye. Ne oldu bilmiyorum, ben arkadaşlardan ayrıldım, gittim adamın suratına bir tokat indirdim. Adam ne olduğunu anlayamadı ama yanındakiler de “Hak ettin.” dediler.
– Çevrenizde Atatürk’ün ölümüyle ilgili ne gibi tepkiler vardı Hocam?
– Çok büyük üzüntü vardı. Atatürk, İzmir’i Yunan işgalinden kurtarmış, İzmir’de ve memlekette her şeyi yoluna koymuş, yeni bir devletin kurulmasına ön ayak olmuş. Çok büyük hizmet vermiş memlekete. Böyle hizmet veren bir insana herkeste bir minnet duygusu vardı, bilhassa İzmir’de. Belki bazı yerlerde bunu kuvvetle hissetmezlerdi, fakat İzmir, Yunan mezalimine sahne olduğu ve çok büyük sıkıntılar çektiği için Atatürk’e bağlılık, İzmir’de çok daha kuvvetliydi.
– Peki babanız görmüş mü Atatürk’ü?
– Tabii, tabii, onlar görmüşler. Herhâlde İzmir’e geldiğinde…
– Hocam, biraz konuyu değiştirelim. Lise yıllarında kız-erkek ilişkisi nasıldı? Erkek arkadaşınız falan olur muydu?
– Hayır, hiç yoktu, çünkü kız lisesiydi bizimki.
– Okulda olmasa bile, çevrede, başka okullarda kız-erkek ilişkileri?
– Vallahi, ortaokulda da lisede de hiç erkek arkadaşım olmadı benim, hiç olmadı. Yalnız ilkokulda oldu, normal arkadaşlık. Çünkü ilkokul kız-erkek karışık zaten. Erkeklerle de arkadaşlık ederdik. Aile dostlarımızın çocukları vardı. Mesela İzmir’de Posta Müdürü, Arapsunlu bir zatın hanımı olan Süreyya Hanım teyze ile görüşürdük. Orhan Bey adında bir oğlu vardı. Bize akşam oturmasına gelirlerdi. Sonra Ankara’ya Ziraat Bankasına nakletti memuriyetini Orhan Bey. Ben Ankara’ya tahsil için geldiğim zaman hiç kimseyi tanımıyordum. Ara sıra Orhan ağabeye giderdim, Ulus’taki Ziraat Bankasına. Benimle ilgilenirdi. Ben de İzmir’den bir dostu, bir aile yakınını görüyor gibi olurdum. Başka da erkeklerle falan bir arkadaşlığım olmadı.

Üniversite Yıllarım ve Ankara
– Hocam, liseden sonra üniversite hayatınız başladı. O yıllarda üniversiteye nasıl giriliyordu?
– Liseden pekiyi derecede mezun olanları, hele olgunluk sınavı pekiyi olanları sınavsız alıyorlardı. Benim her iki mezuniyet diplomam da pekiyi olduğu için istediğim fakülteye hiçbir sıkıntı çekmeden girebilirdim. Bazı fakülteler derecesi düşük olanları imtihana tabi tutuyorlardı. Liseyi bitirdiğim zaman üniversiteye gitmem sıkıntı konusu oldu. Çünkü İzmir’de üniversite yok. Ya İstanbul’a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Harp yılları, karartmalar vardı ve çok sıkıntılı bir dönemden geçiyorduk.
– Hangi yıldı Hocam?
– Yıl 1940. Ankara’ya geldim. İzmir’de Gazi Eğitim Enstitüsünün yazılı sınavına gireyim dedim, girdim ve kazandım. Yatılı için Ankara’ya gitmem lazım. Ankara’ya giderken de hocalarıma bir allahaısmarladık demek istedim. Çok severdim, onlar da beni çok severlerdi. Onun için hocalarımla vedalaşmaya gittim. Onlar bana Ankara’ya gidince bir çaresine bak da DTCF’ye gir, dediler. Gazi Eğitim Enstitüsü senin için az olur diye düşünüyoruz, dediler. Urla Belediye Başkanının kızı ve birkaç kişi daha sınavı kazanmıştı. Kalktık, dört kız Ankara’ya geldik. Ulus’ta Cihan Palas’a yerleştik. Gazi Eğitim Enstitüsüne gittik. İşlemimizi yaptırdık, sözlü sınava gireceğiz. Üç dört gün sonra sözlü sınav olacak. Ankara’da bir akrabamız vardı. Babamın halasının oğlu Dr. Ahmet Ali Bey. Daha önce bahsetmiştim size. Annem, babam, fırsat bulursan Ahmet Ali Bey amcana git, demişlerdi. Daha üç gün var sözlü sınava, bir ziyarete gideyim dedim. Kalktım, iş yeri olan Askerî Fabrikalar Genel Müdürlüğüne gittim. Gazi Eğitim Enstitüsüne çok yakındı. İlk defa görüşüyoruz. Kendimi tanıttım. “Aa, sen İzmir’den geliyorsun. Nerede kalıyorsun?” dedi. Otelde kaldığımı öğrenince, “Kızım sen nasıl otelde kalırsın, burada senin akrabaların var, seni hemen eve gönderiyorum.” dedi. Bana bir şey sormadan telefon açtı Hikmet yengeme. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, fevkalade bir hanımefendiydi. “Hikmet, bak İzmir’den bir misafirimiz var, sana gönderiyorum.” dedi. Bunun üzerine emir erini çağırdı, “Bizim misafirimizi eve götür, yalnız önce uğrayıp otelden valizini alın.” dedi. Biz apar topar otelden valizi aldık ve Ahmet Ali Bey amcanın evine gittik.
– Ankara’da nerede oturuyorlardı?
– Ankara Kolejinin tam karşısında İncesu’ya giden yolun başındaki ilk ev. 3 katlı bir ev. Bahçesinde havuz, çiçekler falan, arka tarafında da geniş bir bağ vardı. Sonra belediye onu istimlâk etti. Çok güzel bir evdi. Ankara’ya geldikleri zaman yaptırmışlar. Evde bir Zübeyde hala var, yaşlı anneleri. Büyük oğlu doktor yüzbaşı, Erzurum’a gitmiş, askerî doktor. Kızı Nezahat de ağabeyi ile birlikte oraya gitmiş. Alaattin adında yüzbaşı bir oğlu vardı, o da taşradaydı. Diğer oğlu benimle yaşıt olan Aslan, Harp Okulundaydı. O da dışarıda. Evde yalnız Ankara Kolejinin ilkokul üçüncü sınıfına giden Yurdakul adında bir oğulları, bir de evlatlık kızları var. Çok sevindiler benim gelmeme. Tamam, bizde kalırsın, yerimiz müsait, dediler. Ben çekindim, sıkıntı veririm diye. Israr ettiler; bunun üzerine orada kaldım. Amcama, Gazi Eğitim Enstitüsüne değil DTCF’ye gitmek istediğimi söyledim. O da “Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmek istemiyorsan kızım, şart değil. Babanlara kazanamadım sınavı der, kurtulursun. Seni yengen alsın, götürsün fakülteye kaydettirsin.” dedi. Aileme bildirdim. Fakat ailemden geri dön diye mektup geldi, hatta telgraf çektiler. Bunun üzerine amcam, yengeme dedi ki “Lütfen bir mektup yaz onlara, turşusunu mu kuracaklar bu kızın? Burada fakülteye devam etmek istiyor, devam edecek, göndermiyoruz.” O zaman da DTCF yeni açılmıştı. Böylece Gazi Eğitim Enstitüsünün sınavına girmekten vazgeçtim.
– Neden önce Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmeyi düşünmüştünüz?
– Yatılı olduğu için. Çünkü dışarıda hem maddi bakımdan sıkıntı çekeceğim, hem de harp yıllarında mümkün değil, çok zor; her taraf kapalı, karartma var. Neyse Hikmet yengeyle DTCF’ye kaydımı yaptırdım. Önce Felsefe Bölümüne kaydolmak istedim ama Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına edebiyattan girdiğim için o anda hadi edebiyat olsun dedim ve Edebiyat Şubesine kaydımı yaptırdım. Böylece fakülteye başladım. Yeni taşınmıştı binasına. Daha önce Evkaf Apartmanındaydı okul. Evkaf Apartmanı, Kemalettin Bey adlı bir mimarın eseri. Güzel bir bina. Atatürk emir vermiş, bunun bir kısmı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine ayrılsın diye. DTCF, Atatürk’ün emriyle çok özel maksatla kurulmuş bir fakülteydi. Evkaf Apartmanında 1936’dan 1940’a kadar kaldı.
– Nerede Evkaf Apartmanı Hocam?
– Ulus’a giderken Ziraat Bankası’na varmadan bir yol gidiyor arka taraftan. Gençlik Parkı’na bakan büyük bir apartman. Ziraat Bankasının arkasına düşüyor. Küçük Tiyatro’nun olduğu bina. Mimar Kemalettin yaptırmış. Çok güzel bir bina. Fakülteye 1936’da ilk girenler orada yatılı olarak kalmışlar.
– Siz yeni binasında başladınız üniversiteye.
– Evet, ben 1940’ta gittim. Fakülte yeni binasına taşınmıştı. Soğuk bir sonbahar günü gittim fakülteye. Yeni bina, yani şimdiki bina, o kadar güzel bir bina ki. Bir Alman mimarın eseri; Bruno Taut’un. Yepyeni bir bina. Koridor muşamba gibi bir şeyle kaplı. Yürüdüğünüzde yere bakınca neredeyse kendinizi görüyorsunuz, pırıl pırıl. Salonları büyük, çok çok büyük. Yukarıda üçüncü katta 347 numaralı büyük bir salon var. Sonradan ona Hamit Dershanesi adı verildi. İkinci katın sonunda 205 numaralı yine büyük bir salon daha var. Bina, her türlü ihtiyacı karşılayabilecek şekilde planlanmış. Hemen binadan giriyorsunuz, geniş bir mermer salon… Aşağıdaki büyük salona, Farabi Salonu adı verildi. Birinci katın sol tarafındaki geniş kütüphane, Umumi Kütüphane adını taşıyordu. Altındaki depo, kütüphanenin kitaplarına ayrılmıştı. Bizim bölümümüz ikinci kattaydı. Solda koridorun tam karşısında Türk Dili ve Edebiyatı yazan bir levha bulunuyordu. Kütüphaneden içeriye girdiğimiz zaman hemen sağ tarafta bir masa vardı, kütüphane memurunun oturması için. Ön kesiminde yeni yapılmış çekmeceli masalar yer alıyordu. Buralara öğrenciler kendi eşyalarını koyarlardı. Arkasında da şimdi Muzaffer Göker Salonu dediğimiz seminer kitaplığı yer alıyordu. Kütüphanede epeyi kitap vardı; özellikle başta Batılı yayınlar olmak üzere sık sık başvurulacak lüzumlu kitaplar, dergiler vb. Bizler boş zamanlarımızı kütüphanede geçirir ve bu kitaplarla ilgilenirdik. Ders yaptığımız 231 numaralı dershane, kütüphaneye en yakın olan dershaneydi. Dershane ile kütüphane arasında da büyük bir boşluk vardı ışık alması için. Buranın manevi havasının da çok etkileyici olduğunu kısa bir süre geçtikten sonra anladık. Tabii oraya gidince hemen ısındım. Bu şekilde fakülteye başladım. İlk geldiğimiz zaman bizi Tahsin Banguoğlu karşıladı. Daha önce fakülteye ilk gittiğimde duvarda sıra sıra ders programları vardı, baktım. “Aman Allah’ım, ne karışık.” dedim. Orada sakalı uzamış biri vardı. “Affedersiniz amca, bu programı nasıl anlayabilirim?” dedim. Bana açıklama yaptı. Derse girdiğinde o amca dediğim zatın Tahsin Banguoğlu olduğunu anladım (Gülüyor). İlk yıl Banguoğlu’nu gördükten sonra çok alıştık okula. Çünkü bölümü idare eden Banguoğlu’ydu.
– Hocam, dekanınız kimdi?
– Emin Erişirgil’di. Biz lisedeyken Felsefe Dersinde onun kitabını okumuştuk. Çok ince, kibar bir insandı. Faytonla gidip geliyordu okula. Hatta fakülteye ilk girdiğimde amcamlara yük olmak istememiştim. Bir iş bulayım, dedim. Ne yapayım, ne yapayım? Dekana gittim, iş istedim. Dekan güldü, “Bizim için iş bulmak zor.” dedi. Aradan zaman geçti. Çalışkan olduğum için İbrahim Necmi Hocam beni çok severdi. Beni dekana tanıtmak istedi. Gittik. Dekana “Bu kızım çok çalışkan bir talebedir.” dedi. Dekan beni süzdü, bana hatırladım dercesine şöyle bir bakıp gülümsedi. Ben de çok mahçup oldum. Benimki çocukluk tabii. Dekan bana iş bulur zannettim.
– Bölüm Başkanınız kimdi?
– Bölüm Başkanı İbrahim Necmi Dilmen’di. Banguoğlu daha sonra bölüm başkanı oldu. Banguoğlu bizi topladı, çok etkili bir konuşma yaptı. Bize bölümü tanıttı. Birinci sınıfta biz 18-20 kişiydik. İkinci sınıfa geçtiğimiz zaman yeni gelen öğrencilerle birleştirildik. 40 öğrenci falan olduk.


Son sınıf öğrencisi iken 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı hazırlığında (En öndeki, 1944)

– Hocam, Edebiyat Bölümlerinde genellikle kız öğrencilerin sayısı fazla. Sizin zamanınızda da böyle miydi?
– Bizde de durum aynıydı. İki tane erkek vardı. İlhan Başgöz ve Karoly Biçkey. Karoly, Macar’dı, ama çok güzel Türkçe konuşuyordu. Başka bölümlere girmiş çıkmış, sonra bize gelmişti. Çok kafalı biriydi. Sınıfımızda kızlar fazlaydı. Bizim sınıfta Selahattin Olcay, İbrahim Gökbakar vardı. Gökbakar, Hacettepe’de ev komşumuzdu. Akşamları bize sık sık gelirdi. Sonradan öğretmen olmuş. Bunlar bizden küçüktü, ama bazı derslere birlikte girerdik. Baki Süha Ediboğlu, Mesut Cemil Tel de bize nazaran yaşlıydılar ama derslere yine birlikte giriyorduk. Suat Sinanoğlu’nun hanımı Necile (Sinanoğlu) Hanım, Meliha Ambarcıoğlu, Sabiha Küçük, Hasibe Mazıoğlu, Rukiye Yanık, Muazzez Görkey de bizim sınıftaydı. Bir ara Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel okula gelmiş, “Yahu burayı kız lisesine çevirmişsiniz.” diye takılmıştı. Kendi kızı da oğlu da oradaydı. Oğlu Can, Sinoloji’ye girmişti. Canan da başka bölümlerden birine girmişti. Ama çok aklı başında, sakin kimselerdi. Böbürlenmezlerdi. Canan, sonradan Sinoloji Bölümünden Muammer Eronat’la evlendi. Birçok bakanın kızı, oğlu bizdeydi. Daha çok da kızları… Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy Latincede idi.
– Hocam, aileniz ne kadar harçlık gönderiyordu size Ankara’da öğrenciyken?
– Bana ayda 10 lira gelirdi. Öğleleri bazen yemeğe gidemezdim eve, fakültede kantinden bir şeyler alıp yerdim. Yetiyordu. Ahmet Ali amcanın evinde kalıyordum zaten.
– Amcanızın evi Kolej civarında olduğuna göre okula kolay gidip geliyordunuz herhâlde?
– Yürüyerek gidip gelirdim. Yalnız şöyle bir durum vardı. Akşam 17.30’dan sonra lisan derslerine giderdik, İngiliz hocalar gelirdi dersimize. 17.30’dan 19.00’a kadar. 19.00’da çıkardık. Harp dolayısıyla her yerde karartma vardı. Bütün pencerelerin içi siyah perdelerle kapatılmıştı, dışarıya ışık sızmaması için. Çünkü düşman güçleri görür de Ankara’ya hücum ederler korkusuyla her yer zindan gibiydi. Ben Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığının önünden Kolej yoluna geçer, eve giderdim. Fakat amcam çok hassastı; “Kızım sen gelinceye kadar huzursuz oluyorum. Sen bana emanetsin. Balkonda karanlıkta seni bekliyorum.” derdi.
– Hocam, biraz da özelinizden söz edelim. Makyaj yapar mıydınız üniversitede?
– Hayır yapmazdım. Çünkü Şevket Aziz Kansu dekandı, maazallah ellerimize oje falan sürülmesine bile karşı çıkardı. Çok dikkat ederdi. Zaten makyaj yapmak için benim yüzüm elverişli değildi, çok renkliydi o yıllarda. Bana ortaokul, lise yıllarında al yanaklı kız derlerdi. Zannediyorum üniversitede de bu bir süre devam etti. Hiç unutmuyorum… Orhan Şaik benim rahmetli eşimin Malatya Lisesinden hocasıydı. Konservatuvara müdür olmuş. Onun hanımı Ferhunde Hanım, Dördüncü Ortaokulda İngilizce hocasıydı. İbrahim Necmi’nin Modern Edebiyat derslerine devam ederdi, beni eskiden tanırdı. Biz evlendikten sonra evimize gelirlerdi. Eşim dolayısıyla ahbaplığımız arttı. Bir gün “Zeynep o yanaklar ne oldu, nerede kaldı?” dedi. Demek ki ben farkında değilim, çok renkli bir kızdım. Sonradan renk menk kalmadı.
– Nasıl giyinirdiniz Hocam? Etek boyunuz nasıldı?
– Kısa etek giymezdim. O zaman herhâlde diz altındaydı etekler. Evlendiğim sırada manto yapılmıştı, boyu dizin altında. Daha sonra etekler uzayınca o kısa geldi, başka bir kürkle ek yapmak zorunda kaldım. Birkaç defa etek boyları değişti. Üniversitedeyken Rukiye diye bir arkadaşım vardı. Bulgaristan göçmeniydiler. Elbiselerimizi onun ablası Esvet abla dikerdi. Bana, Rukiye’ye ve Coğrafya Bölümünden Türkân diye bir arkadaşımıza… Elbiselerimiz bazen bir örnek olurdu. Bir bordo elbisem vardı, cepleri sarı işlemeli.
– O yıllarda hazır giyim yaygın değildi.
– Evet, yaygın değildi. Hatta bir mantoluk kumaş almıştım, iyi bir terziye denk gelmediğim için rezil oldu mantom. Hazır giyim de pek yoktu, dışarıdan bir şey alınmıyordu. Şimdi hemen hemen hiç kimse terziye gitmiyor, hazır alıyor. Zamanla gelenekler, alışkanlıklar çok değişiyor, bugünün şartlarına ayak uydurmaya çalışıyor insanlar.
– Saçlarınız nasıldı Hocam?
– Saçlarım ilkokulda uzundu. Yengem, ağabeyimin hanımı sabahleyin tarardı, iki tane örerdi, ucuna da kurdele takardı. Ben onu öne alırdım, ucu kurdeleli giderdim. Ortaokulda öyleydi, lisede de öyle. Hatta bir defasında İzmir Kız Lisesinde Başmuavin Hayriye Hanım dedi ki: “Zeynep, bu saçları kessem ne olur?” Ben de “Çok istiyorum Hocam ama annem babam uzun saçı çok seviyorlarmış, o yüzden izin vermiyorlar, ben de çok rahatsızım bu hâlden.” dedim. Sonra bir ara ısrar ettim herhâlde, saçlarım kesildi, ama berbere gitmezdim. Ağabeyimin hanımı evde makası alır, keserdi. Ankara’da berbere gittik birkaç defa.
– Peki Hocam, erkek arkadaşınız oldu mu üniversitede? Flörtünüz?
– Hayır, hiç olmadı. Yalnız Nevşehirli birisi vardı, adı Sabri. Bizde talebeydi. Flört etmeye yanaşırdı, ben yüz vermezdim. Arkadaşlarım derlerdi ki seninki geldi. Bende olumlu etki bırakmış bir insan değildi.
– Üniversitenin ilk yılı Ahmet Ali Beylerde kaldınız. Daha sonra?
– İkinci sene Ahmet Ali amcamın Erzurum’daki oğlu, kızı geldiği için ailem dedi ki artık onları rahatsız etmeyelim, onlara ağırlık vermeyelim. Bunu üzerine bana bir oda tutuldu, Aile Bahçesi tarafında. Annem de yanıma geldi. Aile Bahçesi, Hamamönü civarında bir semtti. Annemle beraber oturduk ve o şekilde bitirdim fakülteyi.
– Ankara’dayken İzmir’e sık gider miydiniz?
– İzmir’e sömestir tatillerinde gidiyordum. Beş on gün kalıp geliyordum. Gitmediğim de oluyordu.
– Hocam, o yılların Ankara’sı nasıldı?
– İzmir yemyeşildi. Güzel bir şehir, çok gelişmiş bir şehir. Ankara’ya baktım; ağacı yok, yeşilliği yok, kara kara. Trende geliyorum, dedim ki; bu kara kara topraklarda insanlar nasıl oturur, nasıl yaşar? Yadırgadım. Fakat içinde yaşamaya başladıktan sonra Ankara’yı sevdim. Çünkü fakülteden çıkıp da Atatürk Bulvarından Kızılay’a geliyorsunuz, Kızılay’dan sonra iki tarafa yayılıyor evler. Kolej tarafında oturan insanlar İstanbul’dan aktarma insanlar. Merkezî hükümet olması dolayısıyla İstanbul’dan buraya gelen çok entelektüel bir zümre vardı. Ankara’ya kişilik verirdi bu sakinler. Benim amcama misafirler gelirdi, Harp Okulu komutanının hanımı falan. Başka ahbapları da gelirdi. Gayet olgun, fevkalade ince, zarif insanlar. Bunları gördükçe insanın fikirleri değişiyor.
– Ankara da bağ evleri olurmuş, siz onları bilir misiniz?
– Eskiden Çankaya’nın tepesinde bağ evleri vardı. Dikmen’de bağ evleri vardı. Benim yengemin kardeşi Ömer Ulu, askerî mühendisti. O bağ evlerinde bir yer tutmuştu. Sinemaya falan gidecekleri zaman bize gelirlerdi. Küçük çocukları vardı, onları anneme bırakırlar, beni de alıp yazlık sinemaya giderlerdi, gece on ikiye kadar. Ondan sonra alıp çocuklarını giderlerdi.
– Annem anlatırdı Keçiören taraflarında da bağ evlerinin olduğunu.
– O tarafları çok bilmiyorum ama Dikmen ve Çankaya tarafını çok iyi bilirim. Tabii kalabalık değildi o yılların Ankara’sı. Trafik problemi yoktu. Bir de Ankara’nın yerlileri vardı. Mesela bizim Aile Bahçesinde oturduğumuz evin sahibi Esma Hanım teyzenin kocası Mektepler Muhasebesinde muhasebeciymiş, vefat etmiş. Bir oğlu, iki kızı vardı; oğlu askerdeydi, iki kızı da evdeydi. Ankara ağzıyla konuşurdu, çok aklı başında zarif hanımlardı hepsi, çok severdim onları.
– Sinemaya, tiyatroya gider miydiniz?
– Akşamları açık hava sinemasına giderdik. Tiyatro daha sonraki yıllarda vardı, konservatuvarda… Bilhassa Atatürk’ten sonra İsmet Paşa zamanında konservatuvar çok büyük bir önem kazanmış. O, muntazam temsillere gelirdi. Musiki Muallim Mektebinin devamı olan konservatuvarda müzik saatleri olurdu. İnönü onları hiç kaçırmazdı. Ayrıca çok güzel temsiller olurdu. Cüneyt Gökçer, hanımı, -daha sonra genç bir hanımla evlendi- diğer birçok zevat benim rahmetli eşimin arkadaşlarıydı, onları bu sayede tanımıştım. Anlatırlardı temsillere İnönü’nün geldiğini. Hatta ilk yıllarda temsillerde fazla seyirci olmayınca yoldan köylerine giden yolcuların merkeplerini bir yere bağlatıp salon dolsun diye onları salona sokarlarmış.
– Siz gider miydiniz konsere Hocam?
– Ben eşimle evlendikten sonra gittim.
– Öğrenciyken?
– Öğrenciyken yalnız temsillere giderdik, konserlere değil. Güzel eserler oynardı. Şimdi hangi eserler olduğu hatırımda kalmadı, ama çok ilgi gösterirdik, seyrederdik o eserleri. O zamanki sanatçılar isim yapmış kimselerdi. İyi yetişmişlerdi.
– Fakültede sırdaşım diyebileceğiniz, her şeyinizi anlattığınız bir kız arkadaşınız var mıydı?
– En iyi arkadaşım Rukiye Yanık’tı. Birbirimize çok yakın otururduk. Ablası dikişlerimizi dikerdi. Hemen her şeyi söylerdik, anlatırdık birbirimize. Başka, diğer arkadaşlarla da konuşurduk ama öyle senli benli değil.
– Sınıf arkadaşlarınızdan daha sonra bu alanda ilerleyen kimler vardı Hocam?
– Hasibe Mazıoğlu vardı. Sınıf arkadaşımdı. Çok iyi bir arkadaştı. Kayseri’nin Develi ilçesinden gelmişti. Çok çalışkandı. Fakat biraz hırslıydı, kimse kendisi gibi olsun istemezdi. Ben hiç oralı olmazdım. Gayet normal karşılardım, ama iyi arkadaşımdı. Bir başka arkadaşım Muazzez Görkey’di. Muazzez de Ahmet Ali Bey amcamların evinin yakınında otururdu. Ben amcamlarda kalırken, öğleleri onunla yemeğe evlerimize gider gelirdik, konuşurduk. Çok cana yakın bir arkadaştı. Ankara Kız Lisesinden mezundu. Mezun olduktan sonra orada hoca oldu.

Üniversitedeki Hocalarım
– Hocam, benim en çok merak ettiğim konulardan biri sizin fakültedeki hocalarınız. Hangi dersleriniz vardı, kimler gelirdi derslerinize, bu hocalarla ilgili intibalarınız nelerdi?
– Divan Edebiyatı dersimiz vardı. Abdülbaki Gölpınarlı gelirdi. Çok iyi ders anlatır, vecde gelmiş gibi konuşurdu. Kendisi Mevlevi idi. Yeşilimtırak bir elbise giyerdi, saçı beyazdı, ama ne sürerdi ne yapardı bilmiyorum yeşilimtırak bir renk olurdu. Elinde bir tespihi vardı. O da yeşildi. Elindeki amber tespihini derste dolaşırken koklatır erkeklere, hanımlardan da merak eden var mı diye sorardı. Biz çekingen bir şekilde hiçbir şey söyleyemezdik. Bizim iki arkadaşımız vardı Hukuk Fakültesinden. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne de kayıtlarını yaptırmışlar. Derste not alırlardı. Fakat Abdülbaki Gölpınarlı’nın hassas olduğu bir nokta vardı. Katiyen derste not tutulmasını istemezdi. Bibliyografya verir, o bibliyografyanın okunmasını isterdi. Bu arkadaşlar, Hukuk Fakültesindeki alışkanlıktan belki, not tutarlardı, hoca da not tuttukları için sinirlenirdi. Derdi ki “Yok mu Hukuk-i Âliler, yok mu Ziraat Fakülteleri, yok mu Veteriner Fakülteleri, yok mu bilmem şu okullar, bu okullar; siz niye geldiniz buraya, burada ne işiniz var?”. Nihayet bir gün arkadaşlar dayanamadılar, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Her derste bunu söylerdi. Onlar not tuttukça böyle çatardı onlara. Biz de üzülürdük arkadaşlarımıza. Hatta bölüm başkanına bile şikâyet ettiler. Bölüm Başkanı o zaman İbrahim Necmi Dilmen’di. Sonra onlar baktılar olacak gibi değil, terk ettiler bizim fakülteyi. Kendi fakültelerini bitirdiler. Hungarolojiden rahmetli Sami Özerdim de derslere gelenler arasındaydı.
Aradan yıllar geçti, benim doçentlik yıllarımdaydı herhâlde, Abdülbaki Gölpınarlı’yı Konya’da Mevlana Müzesi Kütüphanesine gittiğim zaman gördüm. Baştan aşağı beyaz bir gecelik giymiş, boynunda da aşıklar olur ya hani aşık kemikleri, onlardan bir dizi asmış. “Hocam, siz benim hocamdınız.” dedim. “Aa, öyle mi!” dedi, çok kibar davrandı. Unutmuş herhâlde. Yalnız o biz öğrenciyken bir ara hastalanmıştı, hastalanınca biz onu bütün sınıf uğurladık. Hastaneye gidiyordu İstanbul’a. Kalple ilgili miydi, başka bir şey mi hatırlamıyorum. Çok memnun olmuştu. Ondan sonra Divan Edebiyatına Necmettin Halil Onan ve Ferit Kam geldi.
– Necmettin Halil Onan nasıl bir hocaydı?
– Necmettin Bey bize Divan Edebiyatı okuturdu. Hocalık tarafı kuvvetliydi. Ayrıca idarecilik tarafı da çok kuvvetliydi. Ben İzmir Kız Lisesi’nden bilirim, orada müdürdü; herkes onu severdi. Çünkü çok dürüst ve adalete uygun hareket eden bir yöneticiydi. Fakültede önce Tahsin Bey (Banguoğlu) bölüm başkanıydı, sonra Pertev Naili (Boratav) Bey, Necmettin Halil ve Kenan Akyüz olmuştu sırayla. Necmettin Halil Bey bize gelmeden önce Yükseköğretim Genel Müdürüydü. Hasan Ali Yücel ona profesörlük verdi ve profesör oldu. Hakikaten layıktı profesörlüğe. Fakat fakültede bazıları yadırgadılar bunu, tepeden inme profesörlük olur mu diye. Hasan Ali, arkadaşı diye Necmettin Halil’e tepeden inme profesörlük verdi dediler. Ama benim için ölçü bu makama layık olup olmamasıdır. Necmettin Halil’den fevkalade memnundu bizim bölüm.
Necmettin Halil Bey bize derslerde metin okuturdu. Ben ve Hasibe bir de Muazzez ön sıralarda yer alırdık. Her zaman bizden başlardı; metinleri okurduk. Daha önceden tanıdığımız için bize karşı özel bir yakınlığı da vardı. Ben müdür bey, müdür bey diye hitap ediyordum. Bayramlarda evine ziyarete giderdik. Hanımı Ahter Onan da lisede benim Edebiyat hocam doğum yaptığında bir süre dersimize gelmişti; bu sebepten beni tanıyordu. Bu bakımdan hem kendisiyle hem eşiyle aramızda bir yakınlık vardı. Bir de dersi sevdiğimiz için kendimizi vererek çalışıyorduk. Necmettin Halil Bey’in şairliği var, biliyorsunuz. Dur Yolcu şiiri de çok meşhurdur. “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.” mısraları bizi çok etkilerdi. Cumhuriyet Devrinin heyecanını yaşardık o mısralarla. …
– Ferit Kam’dan neler hatırlıyorsunuz?
– Necmettin Bey’in hocasıymış Ferit Kam. O ara Ruşen Kam -Ferit Kam’ın oğlu- radyo evinde çalışıyordu. “Babam emekli oldu, yalnız şimdi çok sıkılıyor.” demiş. Bunun üzerine Necmettin Halil Bey onu aldı, getirdi, bize Klasik Edebiyat hocası yaptı. Yaşlıydı ama çok iyi bir hocaydı. Nedim Divanını, Nef’i Divanını, Fuzuli Divanını okuturdu. Çok nefis metin şerhi yapardı. Hatta o kadar ki mesela ders bitmiş, gidiyoruz; koridorun ortalarında aklına başka bir şey gelir, onu da söylemek icap eder; “Çocuklar durun durun, haydi sınıfa, unuttuğum bir nokta var, açıklamak istiyorum.” der, bizi tekrar sınıfa sokardı. Çok tatlı hâlleri vardı. Otobüsle gelirdi okula. Pırıl pırıl giyinirdi. Paltosunu çıkarırken üzerinde bit var mı diye bakardı. O yıllarda tifüs salgını vardı. Bazen takılırdı, “Bu mevsimde bizi bitlerle Hitler yedi bitirdi.” diyerek Hitler’e atıf yapardı. 1943’ten sonra gelmişti bize. Hasibe’yle bana hanım diye hitap ederdi. İlhan Başgöz’e de İlhan Efendi derdi.
– İbrahim Necmi Dilmen’den de bahseder misiniz?
– Bahsedeyim. Atatürk’ün çok yakınıydı, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu dolayısıyla. O da Güneş-Dil Teorisi’ne bağlı bir görüşe sahipti o yıllarda. Bize Modern Edebiyata gelirdi. Modern Edebiyat bilgisi fevkaladeydi, kitabı da vardı zaten eski harflerle. Derse yalnız biz değil yabancı dillerden, İngilizce, Fransızca, Almancadan öğrenciler gelirdi. Onlar için mecburdu Türk Dili ve Edebiyatı dersi. İbrahim Necmi Dilmen gelirdi, anlatırdı, o kadar güzel anlatırdı ki heyecanla, zevkle dinlerdik. Çok hoşsohbet bir insandı. Hatta bazı edebî eserlerden bahsederken kalkar, oradaki kahramanların şöyle bir taklidini yapmaya çalışır ve bütün sınıf katılırdı kahkahadan. Yani dersi çok canlı geçerdi. Takılırdı bana, ben birkaç dakika geciksem, “Aa, benim asistanım gelmedi, ben derse başlamam.” derdi çocuklara. Ben en ön sırada otururdum, not tutardım. Tabii not alırdım ama her şeyi değil. Esaslarını ancak tespit edebiliyordum hatırlamak kabilinden. Bazıları not almazdı herhâlde. Kendisinin Tanzimat Edebiyatı diye eski harflerle yazılmış bir kitabı vardı. Ama çocuklar bunu bilmediği için sene sonu gelip imtihan yaklaşınca dediler ki hocam bize bir not verin. İbrahim Necmi Bey o kadar meşgul ki Dil Kurumunda genel sekreter. Oturup talebeye not hazırlayacak hâli yoktu. Dedi ki “Bakın, burada bir arkadaşınız var, Zeynep. O çok güzel not tutuyor.” Sonra bana “Seni görevlendiriyorum notlarını hazırla, arkadaşlarına ver.” dedi. “Hocam” dedim “Ben kendime göre not tutuyorum, ben nasıl bunu arkadaşlarıma verecek şekilde yapayım?” “Olduğu kadar, onlar da hatırlarlar, dinlediklerini eklerler.” dedi. Hoppala başıma çıktı mı bir iş. Bunun üzerine oturdum, o notları güzelce tasnife tabi tuttum. Arkasından da herkesten 20-25 kuruş para toplayarak onları bastırdık. Şöyle 80 sayfalık falan küçük bir şey oldu. Üzerine de İbrahim Necmi Dilmen’in Ders Notları yazdık, onu dağıttık herkese.
– Sizde var mı o notlar Hocam?
– Bende de vardı kalanları. Arkadaşlara hep dağıttım tabii. Kalanları da herhâlde, bir yirmi beş otuz tane, DTCF’deki benim odamdaki dolaptaydı. Ben YÖK’e gittikten sonra o dolabı kullanan arkadaşlar, çıkartmışlar, lüzumsuz diye bütün hepsini kat temizlikçisine vermişler, çöpe attırmışlar. Şimdi elimde bir tane bile kalmadı. Ben İzmir’de hocalarımı ziyarete gittiğimde, edebiyat hocalarım İbrahim Necmi Dilmen’in neler okuttuğunu sorarlar, ben de bu notları gösterirdim. Yeni bir bilgi var mı diye merak ederlerdi. İbrahim Necmi Dilmen’i sık sık ziyarete giderdim Türk Dil Kurumuna. Yabancı Diller Bölümlerinden de öğrencileri vardı. Bana derdi ki “Ben bu çocukların yazılarını okuyamıyorum, gel oku.” Ben de imtihan evrakını okurdum, o kendisi notunu verirdi. Kenarları kapalı olurdu biliyorsunuz, kime ait olduğu bilinmezdi, sonra açılırdı. Bir defasında kâğıtlardan üçünü çok beğendi. “Bunlar kim acaba?” dedi. Kâğıtları açtık. Birisi Sabiha diye bir arkadaşın, diğeri de Orhan Şaik’in hanımı Ferhunde Gökyay’ındı. Hatta Ferhunde Hanım’a müjdeyi de ben götürmüştüm. Diğer kâğıt da onun arkadaşı Abide Çoratekin’indi. Abide Hanım’ın kocası hariciyeci, kendisi bir ortaokul müdiresiydi.
İbrahim Necmi, yanına gittiğimde bana kitaplar verirdi. Veled Çelebi İzbudak’ı onun yanında tanıdım. Hocanın hocasıymış. Biz böyle sınav kâğıtlarını okuyorduk. Geldi, ara verdik. Ben izin istedim. “Yok, yok otur.” dedi. Sohbet ediyorlardı. Veled Çelebi çok nurlu yüzlü, sevimli bir insan. Hafif sakalları vardı. Çok az da bıyığı… Saçları biraz ağarmaya başlamıştı. Tonton biri… Çok da nazik. İbrahim Necmi Bey, öğrencim diye tanıttı beni. O da bana takıldı. “İbrahim Necmi benim öğrencim, sen de onun öğrencisi. O hâlde sen de benim torun öğrencim sayılırsın.” dedi. Böyle bir sohbet faslı olmuştu. İbrahim Necmi Bey’e gittiğim zaman gayet hoş geçerdi zaman. Hatta akşamüzeri geç kaldığım zaman kendisi eve giderken arabasıyla beni de bırakırdı. Amcamın Kolej’in karşısındaki evine kadar bırakır, ondan sonra giderdi. İbrahim Necmi, Besim Atalay, Fuat Köprülü hem hoca hem de milletvekili idiler. Bir sene sonra bir karar çıktı, ya hocalığı ya da milletvekilliğini tercih edeceksiniz, dediler. Onlar da milletvekilliğini tercih ettiler, hocalıktan ayrıldılar. Yerlerine başka hocalar geldi. Ben de ara sıra İbrahim Necmi Bey’i Türk Dil Kurumunda ziyaretine giderdim.
– Hocam, fakültede başka hangi hocalarınız vardı?
– Abdülkadir İnan da çok değerli hocalarımızdan biriydi. Kendisi Başkurdistanlıdır. Başkurdistan, Sovyet idaresinde olduğu için Türk bölgeleri çok eziyet çekmişlerdir. Abdülkadir Bey, çocukluğundan itibaren iyi bir aile terbiyesi almış, önce bir dinî eğitime tabi tutulmak istenmiş, fakat kendisi istememiş bunu. Modern eğitim yapan bir okula gönderilmiş. Orada yetişmiş, daha sonra öğretmen okuluna gitmiş, orada altı sene okumuş, iki yahut üç sene de yüksek kısmını okumuş ve öğretmen çıkmış. Öğretmenlik yapmış. Zeki Velidi Togan’la beraber de uzun maceralar geçirmiş. Hayatına ilişkin kitapta bunlar uzun boylu anlatılmıştır. Togan’la İran ve Afganistan’a, oradan Hindistan’a, daha sonra da Marsilya’ya geçmiş; oradan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya gitmiş. Tabii sonra da Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’da Fuat Köprülü tarafından Türkiyat Enstitüsünde asistanlığa atanmış. Yetişme şartları bakımından fevkalade hazırlıklı bir insandı. Pek çok da çalışması vardı. O kadar asil, olgun, toleranslı, mütevazı bir insandı ki gördüğünüz zaman onun büyük bir ilim adamı olduğunu zannetmezdiniz. Özellikle folklor ve halk edebiyatı konularında bilgisi fazlaydı. Folklorun ve halk edebiyatının çeşitli konuları üzerine derinlemesine incelemeler yapmıştır. Literatürde pek çok eseri vardır.
– Size hangi dersleri verdi?
– Bize Doğu Türk Lehçeleri dersini verirdi. Kazakça, Kırgızca, Altay Sahası Lehçeleri, Abakan, Şor, Kızıl gibi yaşayan lehçeleri anlatırdı. Bir de Çağatayca okuturdu bize. Ayrıca Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi üzerine de gayet güzel dersler vermiştir. Beni çok ilgilendirirdi onun dersleri. Banguoğlu milletvekili seçilerek fakülteden ayrıldığı için mezuniyet tezimi Abdülkadir Hoca’dan aldım. Hocam, Çağatayca’nın Çingiznâme adlı bir halk destanını bana mezuniyet tezi olarak verdi. Onun üzerinde çalıştım.
– Onunla ilgili anılarınız var mı Hocam?
– Abdülkadir Hocam, Dil Kurumunda çalışırdı. Ona Atatürk’ün emriyle özel olarak profesörlük verilmişti, fakat Atatürk’ün ölümünden sonra onun profesörlüğünü aldılar. Öğretim görevlisi yaptılar. Yine fakültede derslere geldi. O kadar olgun bir insandı ki makam mevki üzerinde duracak bir insan değildi Abdülkadir Hoca. Çok ilgilenirdi bizimle. O yıllarda Edebiyat Lisansı ve Dil Lisansı yapanlar diye bölümdeki öğrenciler iki kola ayrılmıştı. Ben Dil Lisansı yapan öğrenciler arasındaydım. Abdülkadir Bey bize, 8-10 öğrenciye kendi yazdığı metinleri verirdi. O zaman Sovyet Rusya’ya girip çıkma, kitap getirme imkânı olmadığı için hocanın o konudaki bilgileri çok işimize yarıyordu. Onun birikiminden yararlanarak Altay sahasındaki ve Sibirya’daki bütün Türk lehçeleri hakkındaki bilgileri ediniyorduk. Kazakçayı, Kırgızcayı ondan okuyor, öğreniyorduk. Bu bakımdan ben kendisinden çok yararlanmışımdır.
– Hocam, başka hangi hocalardan ders aldınız?
– Diğer bir hocamız da Suut Kemal Yetkin’di. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmıştı.
Profesördü. Zaten çoğu profesördü hocalarımızın. Suut Kemal Bey, Estetik hocamızdı. Estetik derslerine girmemizi Banguoğlu tavsiye etmişti. Hakikaten bir edebiyatçı için de dilci için de çok önemliydi bu dersler. Onun derslerine muntazaman devam ederdik. Haftada iki yahut dört saat ders yapardı. Ayrıca bizim için özel olarak Edebî Meslekler Tarihi dersi koydurdu. Klasisizm, realizm, romantizm vb. bütün edebî meslekleri okurduk. İyi anlatırdı ama monoton bir konuşma tarzı vardı. Edebî Meslekler başlıklı çok değerli bir kitabı çıkmıştı o yıllarda. Sonradan kitabı da aldık. Derslerinde not tutardım, onun için hiçbir sıkıntı çekmedim. Sene sonunda açık imtihan yapardı. Yazılıdan sonra sözlüye alırdı. Bütün öğrenciler bir sınıfta oturur, bizi teker teker çağırırdı. Üç kişilik bir sınav heyeti vardı. İnsan kalabalık öğrenci kitlesi arasında bayağı çekiniyordu, ya bilemezsem diye. Ben çok çalışırdım, severdim estetiği. İmtihana çağırdığı zaman bir iki kere kalktım gideyim diye, şöyle bir yekindim ve tekrar oturdum. Hoca benim yekindiğimi görünce beni çağırıp karşısına oturttu ve soru sordu. Şöyle bir başladım; oo, arkası geldi, geldi, geldi. İnsan hiçbir şey söyleyemeyeceğim gibi bir hisse kapılıyor. Fakat başladıktan sonra arkası geliyor. Bedrettin Tuncel de sınav heyetinde idi. Fransız Dili ve Edebiyat profesörüydü Bedrettin Tuncel. O da bir soru sordu, onu da anlattım, yarıda kestiler, tamam dediler ve tam not verdiler. O zaman tam not beşti. Sonradan ona çıktı. Ama diplomamda bu dersin adı unutulmuş, hâlbuki iki sene aldım ben bu dersi.
– Arapça, Farsça okudunuz mu?
– Evet, okudum. Farsçaya Besim Atalay gelirdi. Atalay, medrese kökenliydi, çok iyi öğretirdi dersi. Farsça dersimizde Zeban-ı Farisî’yi okurduk. Metin okuturdu, tahtaya yazılar yazdırırdı. En önde otururdum. Beni severdi, çok severdi, derslerine iyi çalıştığım için herhâlde. Ahmet Ali amcamın hanımı Hikmet yengem Farsça, Arapça bildiği için, onunla çalışır da derse gelirdim. Hoca da bana okuturdu. Hatta bir gün Hasibe Mazıoğlu, “Hocam, hep Zeynep’e okutuyorsunuz, bize okutmuyorsunuz.” diye yakındı. Hoca bir şey söylemedi. Dil Kurumuna bir gidişimde onu da ziyaret etmiştim. “Gel bakalım, nasılsın?” dedi. “Hocam, buradan Divanu Lugati’t-Türk’ü almaya geldim.” dedim. Onun eseri ya. “Almaya mı geldin, nasıl alacaksın?” dedi. “Bedelini ödeyip alacağım.” dedim. “Otur hele, otur.” dedi. Zile bastı, odacı geldi. “Bir takım Divanu Lugati’t- Türk getir.” dedi. Kitap geldi ve bana verdi. Kitabın iç kapağına da bir yazı yazdı. Şöyle: “Kendisinden Türklüğe büyük hizmetler beklediğim kızım Zeynep Dengi’ye, 13. 12. 1941”. Altında da Besim Atalay’ın imzası vardı. Bir bayram, evinde kendisini ziyaret etmiştik. O zaman gecelik giyiyordu; beyaz, krem rengi. Başında da takkesi vardı. “Kusura bakmayın çocuklar böyle rahat ediyorum.” diye bizi karşıladı; oturduk, konuştuk. Aile Bahçesi’nin yanında Dörtyol’da bir evde oturuyordu. Sonradan o ev yıkıldı, istimlâk edildi. Herhâlde evli değildi, bekârdı hatırımda kaldığına göre. Kendisini tamamen çalışmaya, ilme vermişti. Arapçası çok iyiydi. Divan’ı Türkçeye tercüme ettiğine göre tabii.
– Besim Atalay da milletvekili hocalardan biriydi.
– Evet, Kütahya milletvekiliydi. Ankara’da öğrenciliğim sırasında İzmir’e trenle giderdim. Bir İzmir dönüşünde trende üçüncü mevkide giderken Besim Atalay’la karşılaştık. Yanımda iki üç arkadaşım vardı. “Ne arıyorsunuz burada?” dedi. “İzmir’den Ankara’ya dönüyoruz.” dedim. Biz İzmir’den geliyorduk, o da Kütahya’dan. O zaman milletvekillerine özel kompartıman ayrılıyordu. “Gelin benim kompartımana.” dedi. O milletvekili ya, bizi kompartımanına aldı, konuştuk, sohbet ettik, biraz sonra izin istedik, çıktık. Hocamız meclis üyesi, milletvekili, bizi kompartımanına çağırdı diye koltuklarımız kabardı, gururlandık. Üçüncü sınıftan itibaren milletvekili olduğu için derslerimize gelemedi. Onun yerine Farsçaya Abdurrap Yelgar geldi. Bu hoca Afganlıydı. Kızıyla da sonradan tanıştım, İzmir Kız Lisesinde okumuş, oradan buraya gelmiş. Abdurrap Yelgar belki Farsçayı iyi biliyordu ama hiç öğretemezdi, ondan pek yarar sağlayamadık. Besim Atalay’dan sonra onun gelmesi bizde hüsran yarattı. Ama yine de Farsçadan aldığımız bilgilerle Divan Edebiyatını rahatlıkla takip edebiliyorduk.


Besim Atalay’ın Zeynep Korkmaz’a hediye ettiği Divanu Lugati’t-Türk’ün iç kapağı (1941)

– Arapça dersi?
– Arapça hocamız Şinasi Altundağ’dı; aslında Tarih hocasıydı. Hasibe, ben ve bir de Şevkiye (İnalcık) onun derslerine devam ederdik. Şevkiye, Arapçanın asıl talebesiydi, biz de yardımcı dersler arasında o dersi de seçtiğimiz için derse katılırdık. Yönetmelik bakımından ya Arapça ya Farsça, birinden birini tercih etmemiz gerekiyordu. Fakat ben nasıl olsa ihtiyacımız var diye Farsça dışında Arapçaya da devam ediyordum. Arapçayı çok iyi öğretirdi Şinasi Bey. Biz ikinci sınıfa geldiğimiz zaman dedi ki “Siz son sınıftaki bir öğrencinin Arapçasına denk bir Arapça öğrendiniz. Biraz daha ilerlerseniz iyi olur.” Hoca, kuralları çok iyi öğretirdi, metin okuturdu. Şinasi Bey’in öğrettiği Arapçadan çok çok istifade etmiştik. Çok değerli bir hocaydı. Ben Almanya’da yetişmiş Necati Lugal Hoca’dan da Arapça dersi almıştım. Çok bilgiliydi ama sistemli öğretemiyordu.
– Pertev Naili Boratav hangi derslerinize gelirdi?
– Halk Edebiyatı dersine gelirdi. Pertev Naili Boratav, bizi ayrıca Eberhard’ın Çin masalları dersine gönderiyordu. Ruben de Hint masallarını okutuyordu. Pertev Naili Bey, hepimizden 100 masal derlememizi istemişti. Tabii bu mümkün değil. “Bunları tatilde derleyeceksiniz, bana gelecek dönemde getireceksiniz.” dedi. Ben 20-25 masalı zor derleyebilmişimdir. Belki diğer arkadaşlarım daha az derlemişlerdir. Yani şümullü bir ders görüyorduk Halk Edebiyatında.
– Agop Dilaçar dersinize geldi mi?
– Evet, Lengüistiği ondan okuduk. Kendisi İngilizce, Fransızca, Almancayı çok iyi bildiği gibi ayrıca Arapça, Farsçayı da bilen bir insandı. Türk Dil Kurumunda başuzman olarak çalışıyordu. Atatürk ona profesörlük payesi vermişti. Fakat Abdülkadir İnan’dan alındığı gibi ondan da alındı bu paye. Alınsın alınmasın, kendisi çok değerli bir hocaydı. Bize çok iyi ders anlatırdı. Gayet iyi not tutabilirdik. Benim kocaman bir defterim vardı. Kemal Or adında bir arkadaşımız sınava girecekti, o defteri benden istedi. Ve arkasından defteri getirmedi. Çok çok üzüldüm, onu muhafaza etmek isterdim. Lengüistik defterim, notlarım fevkalade iyiydi. Agop Dilaçar bizimle sohbet ederdi, özellikle dilde ihtisas yapacak kimselerle. Derdi ki “Biz tamamen Türk âdetlerine göre yol almış, yetişmiş insanlarız. -kendisi Ermeni’dir- Bizim evimizde hiçbir zaman masada yemek yenmezdi, yer sofrası kurardık, altına bütün yerli Türkler gibi uzun bir örtü sererdik, üzerine siniyi koyardık. Sinide yemeklerimiz gelirdi, o şekilde yerdik.” İkinci yılın sonunda dersler bitiyordu, bir gün bizi evine davet etti. Evine gittik, çay faslından sonra kütüphanesini gezdirdi. Hayran oldum kütüphanesine. Bir odayı tamamen kitaplarına ayırmış, Odanın üç tarafına raflar yaptırmak dışında kütüphanelerde olduğu gibi aralıklı raflar da kurdurmuş ve kitaplarını yerleştirmiş. Benim o kadar hoşuma gitti ki öyle bir kütüphane kurma hayalim vardı, fakat ne yazık ki evim imkân vermediği için başlangıçta onu gerçekleştiremedim.
– Agop Dilaçar nerede oturuyordu Hocam?
– Kızılay tarafında bir yerde oturuyordu. Şu anda tam adresini veremem ama o zaman adresini vermişti. 8-10 kişi gitmiştik. Türk Dil Kurumunda başuzmandı, gittiğim zaman da görüşürdüm.
– Türkçesi nasıldı? Ermeni aksanı var mıydı?
– Türkçesi çok iyiydi. Çok az aksanı vardı. Zaten Atatürk onu çok beğenmiş. Türkçeye hâkimdi ve meslek bilgisi fevkalade güzeldi. Bu bakımdan onun hocalığından çok istifade etmişimdir ben şahsen. Agop Dilaçar’dan sonra da Necip Üçok gelmişti. Ben doktoraya başladığım sıralarda, Necip Üçok Bey’in derslerine de devam etmiştim.
– Necip Üçok, Fonetik dersi mi verdi size Hocam?
– Genel Lengüistik verdi. Dil Bilimi. Necip Üçok, sonradan maalesef bir kazaya kurban gitti. Ortaokulu bitiren kızını Amerikan Kolejinde okutmak üzere İstanbul’a götürüyormuş. Kızını yerleştirdikten sonra bir gece otelde kalmış. Otelde gaz patlaması olmuş ve orada zehirlenerek vefat etti. Çok acı geldi bize. Hukuk Fakültesindeki Coşkun Üçok’un ağabeyiydi. O zaman doçentti Necip Üçok. Sonradan profesörlüğe yükseltildi. Ve benim doktora sınavımda da bulunmuştu. İsmail Hakkı Baltacıoğlu’ndan söz ettik mi?
– Hayır Hocam, Baltacıoğlu’ndan söz etmedik.
– İsmail Hakkı Baltacıoğlu bize pedagoji dersine gelirdi. Onun aynı zamanda bir sanatçı tarafı vardı. Ankara Radyosunda bazı müzisyenlere de ders verirdi. Hatta bize bir orta oyunu hazırlatmıştı. İkinci sınıftaydık herhâlde. Şalvar giydim, eşarpla başımı kapattım. Şalvarlı malvarlı, yemenili, örtülü. Erkekler de vardı. O toplantıda zenne tipine çıkmıştım. Arkadaşlarım da başka rollerde. Fakültede çok sükse yaptı. Rahmetli Ahmet Ali Bey amcama da ısrar ettim benim ortaoyunum var, lütfen seyreder misiniz diye. Çok güzel ders anlatırdı Baltacıoğlu, çünkü kendisinin sanatçı tarafı vardı. O zamanki Ankara Radyosunda Tiyatro Bölümünden mezun olanlara ve Radyoevinde çalışanlara dersler verirdi. Onlara Tiyatro, Tiyatro Tarihi dersi verir ve rolleri bakımından eğitirdi. Bir başka hocamız Bedii Ziya Egemen’di. O da yurt dışında tahsil görmüştü, fakat hocalığında pek iş yoktu. Üstelik pedagoji dersi herkesin devam etmeye mecbur olduğu bir dersti. O dersi görmeyene lise ve ortaokulda hocalık vermezlerdi. Bu bakımdan Bedii Ziya’dan pek istifade edilmezdi, şöyle böyle geçerdi dersleri. Ama İsmail Hakkı Baltacıoğlu ciddi bir hocaydı.
– Kenan Akyüz hocanız oldu mu?
– Evet, son sınıftayken dersimize Kenan Akyüz gelmişti. Kenan Akyüz’den ben bir sömestir okudum. Bölüm hocası olarak ilişkimiz vardı. Esasen ben dil talebesiydim. Dil ihtisası yapıyordum, fakat ne olur ne olmaz diye hiç fark gözetmeden edebiyat derslerine de muntazam devam ediyordum. Beni edebiyat dersleri de ilgilendiriyordu, dil de. Ama sevdiğim, dil dersleriydi ve bunda zannediyorum Banguoğlu’nun büyük etkisi oldu. Onun hocalığının etkisi altında kalarak dilde ihtisas yapmayı tercih ettim. Banguoğlu, hocalığı sırasında bizi Latince derslerine gitmeye de teşvik etmişti. Ben Latince derslerine de başlamıştım. Bir süre devam ettim. Fakat bir taraftan İngilizceye devam ediyorum, yardımcı ders olarak. İkincisi, Arapça Farsça; bunlar mecburi. Doğu dillerinden birini almak mecburiyeti vardı. Fakat bana lazım olacak diye ben ikisini birden aldım. Bir de Latince var tabii. Ders saatleri çok fazla birbirine karışınca bir süre sonra, -herhâlde bir sekiz ay falan devam ettim- Latinceyi bıraktım, öbürlerinin de canına okumayayım diye.


Hocası Saadet Çağatay ile (1944)

– Hocam, Saadet Hanım’dan hiç bahsetmedik.
– Evet, biliyorsunuz benim esaslı hocalarımdan biridir Saadet Çağatay. Saadet Hanım, kadro olmadığı için önce bizim bölümde kütüphane memuru idi. Kütüphaneye muntazaman gelirdi. Tabii kütüphane memuru olduğu için hepimizi bütün özelliklerimizle yakından tanırdı. Benim de iyi bir öğrenci olduğumu bilirdi. Üçüncü sınıftayken Banguoğlu ayrıldığı için kadrosu ona geçti, doçent oldu. Bizim dersimize gelmeye başladı. Saadet Hanım, Kazanlı meşhur yazar Ayas İshaki’nin kızıdır. Babası çok vatanperver bir insan olarak Çarlık Rusyası’na karşı ülkesinin bağımsızlığı uğrunda epeyi mücadele vermiş. Fakat sonunda hapse düşmüş. Saadet Hanım da büyüme çağında epeyi sıkıntı çekmiş. Rahmetli Tahir Bey ile beraber bize geldikleri zaman bir sohbet sırasında anlattığına göre, babası hapse girince annesi evi terk etmiş, gitmiş. Büyükannesiyle beraber kalmış. Babası uzunca bir süre hapiste yattığı için herhâlde, annesi bir daha gelmemiş. Manen çöküntü geçirmiş Saadet Hanım, öyle anlaşılıyor. Buna pek işaret etmezdi. Sonradan anladık biz. Babası hapisten kurtulduktan sonra, -kaç yıl yattı bilmiyorum- beraber kaçmak istemişler. Finlandiya üzerinden Almanya’ya geçecekler, fakat çok sıkıntı çekmişler. Yer altlarından, tünellerden geçmek suretiyle kendilerini gizleyerek, gizli gizli gitmişler. Uzun bir yolculuktan sonra Finlandiya’ya ulaşmışlar. Finlandiya’da Kazan’dan gelme Türkler varmış, onların arasında kalmışlar. Sonra Almanya’ya geçmişler. Saadet Hanım tahsilini Almanya’da yapmış. Üniversite tahsilini de… Türkoloji’nin kurucusu W. Bang’ın Gabain’le birlikte talebesi olmuş. Onun yanında doktorasını yapmış. Tahir (Çağatay) Bey ile evlenmiş. 1940’tan sonra da Türkiye’ye gelmiş. Saadet Hanım, çok çalışkan bir insandı. Uygurca üzerinde çalışıyordu, Bang’ın yetiştirmesi olarak. Orta Asya’daki araştırmalarda pek çok Uygurca eser ortaya çıkmıştı. Bang da 1915’ten itibaren bir Türkoloji ekolü ortaya çıkarmaya çalışmıştı. Gabain, Reşid Rahmeti Arat ve diğerleriyle birlikte Batı yöntemini kullanmak suretiyle o eserleri incelemiş ve bir ekol oluşturmuştu. Gabain ile birlikte yayımladığı pek çok eser vardır. Bir kısmını da Reşid Rahmeti Arat ile birlikte hazırlamıştır.
– Turkishe Turfan Texte’leri kastediyorsunuz, değil mi?
– Evet, Almanca olarak yayımlamışlardır. Saadet Çağatay, orada çok iyi yetişmiştir. Neyse, Saadet Hanım, Banguoğlu’nun ayrılmasıyla hoca oldu. Üçüncü sınıftan itibaren ben Saadet Hanım’da okudum.
– Hocam, dil ve edebiyat dışında başka hangi dersler okudunuz üniversitede?
– Tarih, benim yardımcı dersimdi. Tarihi esasen ben liseden beri severim. Lisede babam çok yardımcı olmuştur. Şinasi Bey’in Tarih Bölümünde seminerleri vardı. Ders dışında seminerlere devam ederdik. Seminerlerde de 15. ve 16. yüzyıla kadar olan tarihî metinleri okuturdu. Ben çok sevdiğim için okuyabilirdim. Bazen esas talebeler de gelirdi ama esas talebeler seminerde kaytarırdı. Hoca kim hazır diye sorduğunda hep benden parmak kalkardı. Bir gün dedi ki hoca, “Bu arkadaşınız olmasa size kim şefaat edecek. O sizden daha iyi hazırlanıyor, çok güzel anlatıyor. Sizin hiç eliniz, parmağınız kalkmıyor, ne olacak böyle hâliniz.” Şinasi Bey, çok güzel öğretirdi. Doktora sınavına gireceğim zaman sordum, tarihten neler tavsiye edersiniz diye. Benim görmediğim bazı kitaplar tavsiye etmişti. Birkaç tanesini aldım, inceledim, yararlandım tabii. Nitekim benim doktora jürimde o da vardı.
– Hocam, Tarih dersleri aldığınıza göre Köprülü’yü de tanımışsınızdır.
– Tanıdım. Benim zamanımda fakültedeki Tarih hocalarından biri de Fuat Köprülü’ydü. Şinasi Altundağ, Enver Ziya Karal, Bekir Sıtkı Baykal bir de Akdes Nimet Kurat’tan ders aldım. Bunlardan başka ayrıca Köprülü’nün derslerine girerdim. Vaktiyle lisedeyken Tarih ve Edebiyat hocalarım İstanbul Üniversitesinden mezun oldukları için hem Tarih Bölümünde hem Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde özellikle Türkiyat Enstitüsünde Köprülü’nün talebeliğini yapmışlar. Köprülü, gerçekten büyük değerde bir hoca idi. Osmanlı Tarihi okuturdu. Lise hocalarım hep ondan bahsederlerdi. Galiba liseden aldığım bu izlenimle Köprülü’nün yaşlı, boyu posu yerinde, beyaz saçlı, biraz da aksakallı biri olduğu tasavvurunu yerleştirmişim kafama. İlk dersine gittik, girdik sınıfa; tarihçiler, dilciler, edebiyatçılar var derste. Bizim için mecburiydi onun dersi. En ön sırada asistanlar oturuyordu. Osman Turan, Mehmet Altay Köymen, Halil İnalcık… Bunların olduğunu sonradan anladım tabii. Biraz sonra biri geldi. Ayağa kalktık. Oturun, dedi ve derse başladı. Ortadan biraz daha kısa boylu biri. Yanımda benim Farsçadan sınıf arkadaşım olan Şinasi Altundağ’ın hanımı oturuyordu, Fikret. Ona “Bu Köprülü’nün asistanı mı?” dedim. “Hayır, Köprülü’nün kendisi.” dedi. Öyle deyince hayretten “Aa!” diye bir ses çıkarmışım, bütün sınıf döndü, baktı bana, ne oluyor diye. Tabii hemen kendimi şöyle gizledim tekrar. Köprülü’nün öyle kısacık boyda, ortanın bile altında boyda olması şaşırtmıştı beni. Çünkü işittiklerime bakarak onun vücut yapısı itibarıyla da heybetli bir insan olduğunu tasavvur ediyordum. Köprülü, konuları çok derinlemesine anlatırdı. Bir defasında da hiç unutmuyorum, bizlere dedi ki: “Çocuklar siz bu fakülteden mezun olacaksınız, yarın kazalara gideceksiniz, orada bu memleketin yaşlıları vardır. O adamlar eski harfleri okurlar, bilgileri derindir. Siz hoca olarak gideceğiniz için bazen sizi imtihana kalkışırlar. Size birtakım sorular sorarlar. Önünüze kitap getirirler, şunu okuyamadık, okuyun diye. Sizi imtihana tabi tutarlar. Eğer siz burada iyi yetişmezseniz ne bizim haysiyetimizi bırakırsınız, ne de fakültenin haysiyetini. Bu bakımdan çok esaslı yetişmeniz ve yazma eserler üzerinde hassasiyetle durmanız lazımdır.” Ben de hem bunun etkisi hem de daha sonra yaptığım çalışmalar dolayısıyla gerek Türkiye kütüphanelerinde olsun gerek Avrupa kütüphanelerinde olsun, çalışırken bu yazma eserler üzerinde durur ve mümkün mertebe o yazıları sökmeye çalışırdım. Ama takdir buyurulur ki bu eski yazılar tür itibarıyla çok çetrefillidir, her zaman her şeyin içinden çıkmak mümkün değildir. Harekesiz yazıları okuyabilmek için önce o kelimeleri tanımak lazım. Dili bilmek lazım. Dili bilmeden, kelimeleri tanımadan okumak mümkün değildir. Ama gerçekten bizim alanımız, fazla itina isteyen, fazla çalışma isteyen ve esaslı bilgiye ihtiyaç gösteren bir alandır.
– Diğer bazı hocalarla, mesela Necmettin Halil Bey ve Tahsin Banguoğlu’yla olduğu gibi Köprülü’yle de yakın ilişkiniz oldu mu Hocam?
– Hayır, Köprülü’yle yakın ilişkim olmadı. Sebebine gelince, Köprülü milletvekiliydi. Diğer milletvekili olan hocalardan mesela İbrahim Necmi Dilmen de aynı zamanda milletvekiliydi; ancak Türk Dil Kurumu Başkanı olduğu için benim devamlı temasım vardı dilcilik dolayısıyla, bölümüm dolayısıyla. Fakat Köprülü’nün sadece dersine girdim. Besim Atalay’la temasım oldu. Benim bölümümdeki milletvekili olup da fakülteden bir iki yıl sonra ayrılan hocalarla temasım devam etti, fakat tarihteki hocalarla ve bu arada Köprülü’yle devam etmedi temasım. Sebebi de milletvekili olmaları dolayısıyla fakülteden ayrılmış bulunmalarıydı.
– O yıllarda çok değerli Tarih hocaları vardı, değil mi?
– Evet, Akdes Nimet Kurat mesela. Benim konum Genel Türk Tarihiydi. Onun için tarihin bütün kollarına gidiyordum. Akdes Nimet, seminerler yapardı. Onun da seminerleri gayet iyiydi, kalabalık olmazdı. 5-6 kişi olduğu için son derece yararlı ve dolgun geçerdi dersler. Sonra bir diğer hocamız Bekir Sıtkı Baykal’dı. Avrupa Tarihi okuturdu. Yalnız herhâlde fazla hazırlıklı değildi ki devamlı notlarından okurdu. Avrupa Tarihi bizi fazla ilgilendirmiyordu nedense. Belki hocanın anlatış tarzından olabilir. Bu hocaların hepsi Avrupa’da eğitim görmüş kimselerdi. İyi Tarih hocalarımızdan biri de Enver Ziya Karal’dı. Devrim Tarihine gelirdi. Çok güzel anlatırdı. Verimli bir hocaydı. O sahanın önde gelen uzmanlarından biriydi. Hocalar, sınavlarında bize önce bir metin okuturlardı. Osmanlı tarihiyle ilgili 14.-15. yüzyıla ait bir metin verirlerdi. Eğer yazıyı sökebiliyorsak, okuyabiliyorsak, anlam verebiliyorsak, tamam derlerdi. Diğer soruları sorarlardı. Bu âdet hâline gelmişti.

Hocam Tahsin Banguoğlu
– Hocam, Tahsin Banguoğlu’nun sizin akademik hayatınızda çok önemli bir rolü var. Onu yakından tanıdınız. Bize biraz Banguoğlu’nu anlatabilir misiniz? Ama ondan önce merak ettiğim bir husus var. Banguoğlu soyadının Bang’la ilişkisini ileri süren bir bilgiye rastlamıştım. Doğru olmadığını zannediyorum. Ne dersiniz?
– Biz de kendisine sorardık. “Hayır, hiç alakası yok, benim ailemden gelen bir soyadı.” derdi.


Hocası Tahsin Banguoğlu ile (1963)

– Teşekkür ederim Hocam, böylece sizin aracılığınızla kendisinden öğrenmiş olduk. Şimdi Banguoğlu’yla ilgili konuşmaya başlayabiliriz.
– Üniversitenin birinci sınıfına geldiğim zaman ilk karşılaştığım hoca Tahsin Banguoğlu’ydu. Bizimle en çok ilgilenen hocalardan biriydi. Bölüm Başkanı olduğu için elbette diğer hocalardan daha çok ilgilenirdi. Çok hassas ve şefkatli davranırdı bize. Banguoğlu’nun eğitiminden gelen, ayrıca şahsiyetinde var olan birtakım özellikler vardı. İyi insandı, çok iyi bir hocaydı, iyi niyetliydi, çok kültürlü idi, öğrencisini düşünür ve gelişmesini isterdi. Türk Lehçeleri dersine gelirdi bize. Köktürkçeye, Uygurcaya başlatmıştı ilk sınıfta. Üst üste iki saat dersi varsa o üç buçuk dört saate kadar çıkarırdı dersi. Akşam dörtte olurdu onun dersleri. O heyecanla anlatırdı, konuyla ilgili bazı sorular yöneltirdi. Biz geç kalıyoruz diye tedirgin olurduk, bilhassa kız öğrenciler. Çünkü Ankara’nın sokaklarında karartma var, harp yılları. Evlerimize çok geç kalıyoruz diye hocaya hatırlatırdık. “Aa, gitmek mi istiyorsunuz?” derdi ve bizi bırakırdı.
– Ders anlatışı nasıldı Hocam?
– Ders anlatışı fevkalade iyiydi. Öğrencilerin de faal olmasını isterdi. Bize derste metin verirdi. Bir gün dedi ki “Çocuklar size metin vereceğim, fakat sizlerden birinin bana yardımcı olması lazım. Metni vereceğim ona, daktiloda mumlu kâğıda yazacak.” dedi. Aşağıda birinci katın altında kantin, kantinin yanında da teksir edeceğimiz yer vardı. Hoca, “Mumlu kâğıda yazılan yazılar orada çoğaltılıp dağıtılacak. Yalnız fakülte idaresi bunun için para vermez, siz aranızda bunun için para toplayacaksınız” dedi. Mumlu kâğıt parası ve teksir kâğıdı parası. “Peki, efendim.”, dedik. Sonra şöyle bir baktı sınıfa. Bana, “Sen gel.” dedi. “Dersten sonra gel, sana göstereyim, seninle biraz görüşelim.” dedi. Dersten sonra gittim. “Sen yazı yazacaksın bu makinede.” dedi. “Ben yazı bilmem ki Hocam.” dedim. “Ben sana öğretirim.” dedi. Kendisi kalktı, “Otur şuraya.” dedi. Oturttu beni sandalyeye, makineyi de önüme koydu, kâğıt koydu. Şöyle yazacaksın, şöyle tutacaksın diye bana esaslarını kısaca anlattı yazı yazmanın. “Bunu üzerinde biraz egzersiz yap, ondan sonra mumlu kâğıda verdiğim metni yazacaksın.” dedi. Tabii mumlu kâğıda yazarken o mürekkep kısmını çıkartıyoruz, basıyoruz sadece izi çıkıyor mumlu kâğıtta. Ben onu yazmaya çalıştım, daha sonra onu basacağız, fakat kâğıt lazım. “Arkadaşlarından para topla.” dedi. Arkadaşlarımdan onar, on beşer, yirmişer kuruş topluyor, aşağıya götürüp orada onun baskısını yaptırıp dağıtıyordum arkadaşlarıma.
– Hangi metinler üzerinde çalışıyordunuz Hocam?
– Köktürk metinleri üzerinde çalıştık. Sonra Uygurca okuduk. Bang’ın, Gabain’in yayımladığı eserlerden alınan bazı metinler vardı; mesela bir tövbe duası. İlk onunla başlamıştık. Turkische Turfan Texte’in sanırım dördüncü kitabında idi.
– Kendisi mi anlatırdı, size sorar mıydı? Yani dersi nasıl yapardı?
– Uygurlara ait bilgi verirdi, bibliyografya verirdi. Bu bilgileri şuradan, şuradan okuyacaksınız derdi ve hatta kütüphanede o kitapların yerlerini de gösterirdi. Sık sık kütüphaneye gelirdi, kim ne yapıyor onu görmek isterdi. Biz birkaç kişi Hasibe, ben ve bir de rahmetli Muazzez Görkey hep kütüphanede çalışırdık. Hatta Muazzez öyle hissî davranırdı ki hocaya âşık gibi bir hâli vardı, ona hayrandı. Hoca, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorar, biz de “Ders çalışıyoruz.” derdik. “Peki, ne okudunuz, ne sonuç çıkardınız?” derdi. “Şunları, şunları okuduk.” derdik. Eğer gerekirse kendisi teferruattan ziyade esas fikirler üzerinde durur ve bizi aydınlatmaya çalışırdı. Şuna dikkat edin, buna dikkat edin diye bazen eliyle şekiller çizerdi. Banguoğlu güzel konuşan bir insandı, etkili konuşan bir insandı. Muhtevası dolgun biriydi. Çok iyi bir eğitim görmüştü. Kendileri Dırama’dan göçüp gelmişler Türkiye’ye. Aslen Konyalı imişler, hayvan sürüleri varmış. Sonra Rumeli’ye göçmüşler. Dırama’da araziler elde etmişler, orada varlıklı ve hatırı sayılır bir aile olarak hüküm sürmüşler. Fakat sonradan biliyorsunuz Rumeli’de gerçekleşen harpler dolayısıyla tekrar göç başladı. Bunun üzerine Anadolu’ya gelmişler. Burada İstanbul’da Edebiyat Fakültesinde okumuş, bilhassa Köprülü’nün derslerine, Zeki Velidi’nin derslerine devam etmiş. Ayrıca bir de Ragıp Hulusi Özdem’in dil derslerini takip etmiş. Yani orada esaslı bir tahsil almış. Üniversite öğretimi sırasında Ragıp Hulusi Özdem’in derslerinden çok etkilenmiş olacak ki ileride dil ihtisası yapmaya karar vermiş. 1930’da bitirmiş okulu. 1930-32 yılları arasında Gazi Eğitim Enstitüsünde hocalık yapmak üzere Ankara’ya gelmiş. Ankara’ya ilk geldiği zaman pek gözü tutmamış burayı. Millî Eğitim Bakanlığındaki Yükseköğretim Genel Müdürlüğüne gitmiş, kalmak istemiyorum burada demiş. Onlar da başka yer olmadığını söylemişler. Ankara, toz toprak içinde bir şehir. Kaleye çıkmış, kaleden aşağı baktığı zaman görmüş ki toz duman savruluyor. Fakat oradan Gazi Eğitim Enstitüsünü görmüş. Yeni yapılmış bir bina. Fikir değiştirmiş. Demiş ki ben kanaatimi değiştirip burada kalmaya devam etmeliyim. Bunun üzerine kalkmış gitmiş, ben burada kalmayı tercih ediyorum, demiş. Gazi Eğitim Enstitüsündeki arkadaşlarıyla akşamları sohbet ederler, memleket meselelerini konuşurlarmış. 1932 yılından sonra Almanya’ya gitmeye karar vermiş. Almanya’da Rahmeti Bey’le, Saadet (Çağatay) Hanım’la ve diğer Türklerle birlikte Bang’ın derslerine devam etmiş. Bang’ın yanında çok verimli bir öğrencilik dönemi geçirmiş. Doktoraya Bang’ın yanında başlamış fakat daha sonra Bang’ın vefatı üzerine Breslau’ya gitmek mecburiyetinde kalmış, orada Giese ve Brockelmann’ın yanında doktorasını bitirmiş. Doktora tezi daha sonra basılmıştı. Eski Osmanlı Dil Çalışmaları: Süheyl ü Nevbahar. Kitap geldiği zaman hepimize birer tane dağıtmıştı. Benim elimdeki kitap, hocanın verdiği Süheyl ü Nevbahar’dır. Bu kadar da cömert bir hocaydı. Kitap Almancaydı tabii. Almanca bilmek lazımdı, tam istifade etmek için. Banguoğlu, esasen şahsı da gelişmeye çok müsait olduğu için iyi bir hoca olarak dönüp gelmiş Türkiye’ye. Üzerimizde etkisi olan bir hoca idi.
– Ders dışında fakültede ne gibi faaliyetleriniz olurdu?
– Banguoğlu Hoca bazı önemli günlere çok ehemmiyet verirdi. Mesela bir defasında Ali Şir Nevayi’nin doğumunun 500. yıl dönümüydü. 1941 yılı, doğumunun tam 500. yıl dönümü. Bu münasebetle bir toplantı düzenlendi fakültede. O kadar muazzam bir toplantıydı ki Cumhurbaşkanı İnönü dâhil olmak üzere bütün devlet erkânı, bizim üçüncü kattaki 347 numaralı salonda toplanmışlardı. Köprülü ve Banguoğlu birer konuşma yaptılar. Çağatay döneminin özelliklerini gayet açık ve veciz bir şekilde açıkladılar. Örnek olarak da Ali Şir Nevayi’den birkaç şiir okutmak istediler. Bu şiirlerin iki tanesini ben, iki tanesini İlhan Başgöz, bir tanesini de benim İzmir Kız Lisesinden arkadaşım Türkân okudu. Türkân, görünüşü görkemli, güzel bir arkadaşımızdı. Hatırımda kaldığına göre okuduğum gazellerden birinin başı şöyleydi: ‘‘Körgeli hüsnüngni zâr ü mübtelâ boldum sanga, Ne belâlıg kün idi ki âşinâ boldum sanga.”
– Konferansları takip eder miydiniz?
– Banguoğlu, dışarıda konferanslar, toplantılar, konserler varsa bizi oralara götürürdü. Çok kalabalık değildik ilk sene, 15-20 kişi. İki erkek arkadaşımız vardı, biri İlhan Başgöz, diğeri Karoly Biçkey. Karoly, Macardı. Dersler veya katıldığımız toplantılar bittikten sonra da hoca, semtlere göre taksim ederdi bizleri. İki erkek arkadaşımıza da “Siz her ikiniz de harem ağasısınız, bu arkadaşlarınızın hepsini evlerine teslim edeceksiniz ve öyle evinize gideceksiniz.” derdi. Sonra radyoda edebiyat saatleri olmuştu. Banguoğlu, Yunus’tan başlayarak Türk edebiyatının başlangıç dönemleriyle, gelişme dönemleriyle ilgili konuşma yapardı haftada bir kere. Orada biz de şiirler okurduk. Birkaç kişiyi seçmişti. Şiir okuyanlardan biri de bendim. Bizi önce bir kontrolden geçirirdi nasıl okuyoruz diye. Eğer okuyuşta duraklama, vurgu veya sesi ayarlama bakımından hatalarımız varsa onları düzeltirdi. Kendisi çok güzel şiir okurdu. Radyoda bu programlar çok etki yapardı. Yani faal, hareketli, verimli bir devremiz olmuştu Banguoğlu sayesinde. Ayrıca Halkevlerindeki edebî toplantılara katılırdık. Halkevleri bizim fakülteye yakındı. Fakültede de çok güzel konferanslar, toplantılar olurdu.


Tahsin Banguoğlu ile Anıtkabir’de (Ankara 1963)

– Çok hareketli geçmiş öğrenciliğiniz.
– Evet, öyle oldu. Halkevleri Genel Başkanı olduğu zaman beni bir defasında da İstanbul’a göndermişti Fahrettin Altay’la konuşayım diye. Fahrettin Altay’ın Millî Mücadele yıllarında Batı Anadolu’da çok büyük bir emeği vardır. İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşunun yıldönümüydü. Beni çağırdı, dedi ki “Seni İstanbul’a göndersem bir röportaj için, gider misin?” “Eğer yapabileceğim bir şeyse giderim Hocam.” dedim. “Senin yapabileceğine kanaat getirdim.” dedi. “Fahrettin Altay’a gideceksin, İzmir Fatihi denir ona, İzmir’i Yunan işgalinden kurtaran birisi, general. Onunla bu İzmir olaylarını konuşacaksın ve biz bunu yayımlayacağız.” “Peki, Hocam.” dedim. Ve bunun üzerine İstanbul’a gittim. Emirgân’da oturuyordu, adresini almıştım. Yalnız Emirgân’da, merkezî yerde, kahvenin yanında rahmetli meslektaşım Mecdut Mansuroğlu’nun evi vardı. Hanımı Melahat Hanım da benim arkadaşım. Almanya’dan tanışıyoruz. Her ikisi de aynı zamanda Gabain’in talebeliğini yapmışlar bir süre. İngiltere’den Türkiye’ye gelirken de Almanya’ya geldiler, orada iki ay beraber kaldık. Gabain’in konuşmalarına, derslerine, özel derslerine katıldık. Fahrettin Altay, onların komşusuymuş. Onun için ben Melahat Hanım’a gittim. “Böyle bir görev aldım, beraber gidebilir miyiz Fahrettin Altay’ın evine?” dedim. Melahat Hanım beni aldı, elli altmış metre mesafe var aralarında, onlara götürdü. Ve orada bir röportaj yaptım. O röportaj hem radyoda hem de Halkevleri Dergisinde yayımlandı. Yalnız ben sonra bu popüler dergilerde çıkan yazılar üzerinde durmadım pek, toplamadım onları.
1942’de Halide Edip Adıvar –biliyorsunuz daha önce dışarıdaydı- Türkiye’ye döndükten sonra Sinekli Bakkal’a bir ödül verildi. O ödül dolayısıyla DTCF’de Halide Edip Günü düzenlendi. Sinekli Bakkal üzerinde birtakım şeyler yazıldı, çizildi. Benden de öğrenciler adına bir konuşma yapmam istendi. Orhan Burian vardı, İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü. Benim İngilizce hocam. Öğrenci hareketlerini yöneten hocaydı. O konuşmayı ben yaptım. Çok beğendi. Dedi ki “Bunu Yücel Mecmuası’nda basalım.” Ve Yücel Mecmuası’na gönderdi. Tabii 1942 yılında öğrenci olarak bir yazımın basılması benim hoşuma gitti. Öğrenciliğimde Yücel ve Ülkü dergilerinde Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Fikir Cephesi, Balıkesir’in Dursunbey İlçesinde Sohbet Baranası gibi yazılarım da yayımlandı.
– Hocam, siz mezun olduktan sonra da Banguoğlu ile görüşmeye devam ettiniz, değil mi?
– 1943 yılında milletvekili seçilince Banguoğlu hocalıktan ayrıldı. Daha sonra da Millî Eğitim Bakanı oldu. 1950’ye kadar devam etti bakanlığı hatırımda kaldığına göre. Ondan sonra siyasi hayatta idare değişimi oldu. Halk Partisi gitti, Demokrat Parti geldi. Demokrat Parti zamanında o da İngiltere’ye gitti. Ben 1944’te mezun oldum. Mezun olunca doktoraya başlayacağım. Hoca’ya dedim ki “Hocam ben fonetik üzerinde çalışıyorum, elimde fonetiğe ait hiçbir kitap yok. Radloff’un fonetik kitabını da kütüphanede bulamadım. Sizde varsa acaba bana verebilir misiniz?” “Tabii.” dedi ve İngiltere’ye giderken kitabını bana verdi. 5-6 sene o kitap bende kaldı. Ne zaman ki kendisi döndü, döndükten sonra da İlahiyat Fakültesinde Türk Lehçeleri Bölümüne hoca oldu, o zaman benden istedi kitabı. Zannediyorum ondan önce Türk Grameri’nin ‘Ses Bilgisi’ bölümünü yazmıştı. Benim o kitap üzerinde de bir tanıtma yazım oldu. Hem o yazıyı götürdüm kendisine, hem de o kitabı. Çok memnun oldu tanıtma yazısından. Banguoğlu’nun hocalığındaki derinlik ve eserlerindeki temel yapı, şahsındaki kişilik özellikleri beni Türk dilinde uzmanlık çalışması yapmaya yöneltmiştir. Tahsin Banguoğlu Hocam’la ilişkilerimiz, kendisi milletvekilliği ve sonra da Millî Eğitim Bakanlığı dolayısıyla fakülteden ayrıldığı ve İstanbul’da olduğu yıllarda da devam etmiştir. Türk Dil Kurumuna başkan olduğunda da görüşürdük. Banguoğlu, 1960’ta Türk Dil Kurumu Genel Başkanı oldu. 1960-1963 yıllarında başkanlık yaptı. Fakat ondan sonraki seçimlerin birinde üniversiteden gelenlerin çoğunun ismini çizdiler; bu arada Banguoğlu da adı çizilenler arasındaydı. 1980’de -siz de hatırlarsınız o yılları- Banguoğlu’nu tekrar listeye almıştık, tekrar geldi, tekrar temasımız oldu Banguoğlu Hoca’yla. Kızı Ülker, yazdığı “Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Fikir Adamı” kitabını bana gönderirken bir açıklama yapmış, altına da şu notu düşmüş: “Zeynep Hanım, rahmetli babamdan sık sık adınızı duyardık. Bu yaşam öyküsünün sizin de ilginizi çekeceğini düşündüm. En derin saygılarımla, Ülker Bilgin.” Türk Dili Kurultaylarında, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsünde düzenlenen uluslararası Türkoloji kongrelerinde hep görüşmüşümdür kendisiyle.
– Hocam, Banguoğlu’nun çok etkisi ve desteği olmuş. Yakın gelecekte bir Banguoğlu toplantısı yaparsak sizi mutlaka davet ederiz. Hocanız için konuşursunuz değil mi Hocam?
– Tabii, tabii memnuniyetle. Banguoğlu, ilim adamı zihniyetiyle hareket ederdi. En iyi tarafı da toleranslıydı. Mesela Abdülkadir Gölpınarlı çok şiddetliydi. Kızdığı zaman derste bağırır, çağırır. Bilhassa Hukuktan gelen talebelere not tutuyorlar diye kızardı. Banguoğlu, onların hiçbirine benzemeyen, toleranslı, fevkalade olgun bir hocaydı. Ondan çok etkilendim.
– Hocam, lisans yıllarında ben de Muharrem Ergin Hocam’dan çok etkilenmiştim. O da çok güzel ders anlatırdı.
– Çok iyidir o da. Allah rahmet etsin hepsine. Ben Banguoğlu’nun çok yardımlarını gördüm. Bana bir iyiliği de burs verdirmesi. İkinci sınıfta burs imtihanına girmek istedim. Devlet bursu için her sene burs imtihanı açılıyordu. Ben de birinci sınıfta Gazi Eğitim Enstitüsünden geldiğim için girememiştim. İkinci sınıfta girmek istedim. Banguoğlu “Hayır sen girme, biz seni tanıdık bir senede. Ben senin bursunu temin ederim.” dedi. Ve bana sınavsız burs sağladı. Bursu alınca ben daha çok bağlandım okula. Son sınıfa geldiğim zaman burslu olduğum için, -asistanlık kadrosu yoktu o zaman, ilmî yardımcılık vardı- bizi mecburen ilmî yardımcılığa atadılar. 1945 yılıydı.
– Bizi derken kimleri Hocam?
– Hasibe ve beni. Onun birinci sınıfta bursu vardı, benim yoktu.

O Yıllarda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
– Hocam, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dil Kurumundan ve Türk Tarih Kurumundan sonra Atatürk’ün dil ve tarihe ne kadar önem verdiğini gösteren kurumlardan biri. Biraz da DTCF’nin genel havasından söz eder misiniz?
– Elbette. Burası Atatürk’ün kurduğu bir fakülteydi. Esas itibariyle dil ve tarih tezlerinin gerçekleştirilmesini amaçlayan bir kuruluştu. Türk tarihinin, Türk dilinin çok eski kaynaklarına inebilmek için yan dallar da kurulmuştu. Hocaları da iki kaynaktan geliyordu. Birisi Almanya’da Hitler’den kaçanlardı. Atatürk akıllıca bir hareketle bunları toplayıp Ankara’ya getirmişti. Wolfram Eberhard, Walter Ruben, Benno Landsberger, Herbert Louis, Hans Gustav Güterborck, dünya çapında fevkalade değerli hocalardı. Ayrıca bir de Avrupa’ya gidip de Avrupa’da doktora yapan, doçentliğini vererek Türkiye’ye gelenler vardı. Mesela Tahsin Özgüç, Nimet Özgüç, Abidin İtil, Mebrure Tosun, Halil İnalcık, Osman Turan, Mehmet Altay Köymen… Türk hocalarının bir kısmı da o şekildeydi. Hemen hemen fakültedeki genç profesörlerin çoğu bu şekilde yetişmiş kimselerdi. Dil ve Tarih Bölümleri esas bölümlerdi. Onun için bu fakültenin kendine has bir hüviyeti vardı. Hocalar öğrencilerine öğrenmek, ilerlemek, yükselmek azmi aşılıyorlardı. Bizde de bu sebepten fakülteye tam manasıyla bağlılık duygusu uyanmıştı.
– Hocam, DTCF’nin Türkolojideki önemi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
– Atatürk, Türk kültürünün Orta Asya’dan, Çin’e, Hindistan’a, Avrupa’ya gittiğine, Mezopotamya medeniyetinin Türklerle başladığına inanıyordu. Bu fakülte, onun Türk tarih tezinin ispatlanması için çok önemliydi. Bunları ispatlamak için fakültede Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Lehçeleri gibi ana dallar dışında Arkeoloji, Antropoloji, Etnoloji, Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji, Hindoloji, Hungaroloji bölümlerini de kurmuştu. Bunlar, yaptıkları araştırmalarla Türk dilinin, Türk tarihinin ve Türk kültürünün derinliklerine inen veriler ortaya çıkaracaklardı. Yani fakültede bu bölümlerin kurulmasının temelinde yatan esas zannediyorum budur. Sonra fakültede Latince, Yunanca, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce, İtalyanca gibi diller de yer almıştır. Böylece hem diller bakımından hem kültürler bakımından son derece teçhizatlı, hazırlıklı bir fakülteydi. Belki Almanya’dan örnek alınarak her bölümde bir seminer kütüphanesi kurulmuştu. Bu seminer kütüphanesi en lüzumlu, en değerli eserlerle donatılmış vaziyetteydi. Bizim de Türkoloji Bölümünde, şimdi profesörler kurulu odası olarak kullanılan yerde aynı zamanda seminer kütüphanesi vardı ve biz kütüphanede çalışırken Banguoğlu ara sıra gelir, yanımıza oturur, ne yaptığımızı sorar, bize yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisi 3. kattaki Abdülhak Hamit dershanesinde ders yapardı. Çünkü gramer derslerine diğer yabancı dillerden de öğrenci geldiği için çok kalabalık olurdu dersler. Saadet Çağatay 231 numaralı dershanede yapardı. Yerli hocaların büyük bir kısmı Avrupa’da tahsil görerek gelmişlerdi. Fakültenin ilk kuşak hocaları mezun olduktan sonra esaslı bir inançla başladıkları için hep doktora yapmışlar ve dışarıya gidip gelmişler, hepsi fakültede profesör olmuşlardı. Tahsin Özgüç, çok ünlü bir arkeologdu. Nimet Özgüç, Kemal Balkan, Emin Bilgiç, Yaşar Önen daha sonra intisap etmiştir oraya. Bunlar ilk kuşak hocalar.
Bir de yabancı hocalar vardı. Gerek yabancı hocalar gerek yerli hocalar Atatürk’ün dile, tarihe ve bilime bağlılığını bildikleri için fevkalade ciddi giderdi bölümlerde dersler.
– Sizin bölümünüzdeki yabancı hocalar kimlerdi Hocam?
– Bizde Karl Menges varmış, biz geldiğimiz zaman gitmişti. Bir de Gabain varmış, fakat Gabain Sinolojide ders veriyormuş. Gabain’in Türkologluk dışında bir de Sinolog vasfı vardı. Ben öğrenciyken Landsberger (Sümeroloji Bölümü başkanı) vardı, Eski Çağ Tarihi okuturdu. Walter Ruben vardı, Hindoloji’de. Eberhard –Sinolojide-vardı.

Güneş-Dil Teorisi
– Siz de fakültenin kuruluşundan dört yıl sonra oradaydınız. 1940’da hocalarınızın Atatürk’ün dil ve tarihe bakışıyla ilgili tavırları nasıldı?
– Bu fakülte, Atatürk’ün dil ve tarih tezlerinin ispatı için kurulmuştu. O bakımdan 1936-40 yılları arasında Türk Tarih ve Türk Dili Tezlerinin etkisi altında bir dil ve tarih anlayışı hâkimdi fakülteye. Millî yönelimleri olan bir yapıya sahipti. İlk dönemde çok büyük bir heyecan vardı. DTCF, Atatürk’ün emriyle kurulmuştu ve millî geleneklere bağlı bir nesil yetiştirilmek isteniyordu. Güneş-Dil Teorisi o yıllarda gündemdeydi.
– Sizin Güneş-Dil Teorisi konusundaki görüşünüz nedir Hocam?
– Güneş-Dil Teorisi, bildiğiniz gibi yabancı bir araştırmacının, Viyanalı bir dil uzmanı olan doktor, filolog Hermann V. Kvergic’in La Psychologie de Quelques Éléments des Langues Turques, yani “Türk Dillerindeki Bazı Unsurların Psikolojisi” adlı kitabındaki görüşü temel alınarak hazırlanmıştı. Yani Atatürk bunu kendi kendine uydurmuş değildir. Teoriye göre bütün dillerin kaynağı Türkçeydi. Bu kitap 1935 yılında Viyana’dan o zamanki matbuat genel müdürü Vedat Nedim Tör’e gönderilmiş, Vedat Nedim de tezi arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na verince daha sonra eser onun eliyle Atatürk’e ulaşmıştır. Atatürk bu tezi okuyunca, tamam, aradığımı buldum, diyerek daha sonra bu dilciyi Ankara’daki Dil Kurultayına davet etmiştir.
Güneş-Dil Teorisinin özü, Türkçenin eskiliğinin ve başka dillere kaynaklık edişinin bazı ses gelişmeleri yoluyla açıklanmasına dayanır. Bu teorideki görüş, bizzat Atatürk tarafından da geliştirilerek geniş şekliyle 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasında toplanan 3. Dil Kurultayında ilan edilmişti. Biliyorsunuz Güneş-Dil Teorisi’ne göre Türkler Orta Asya’da ırmak ve göllerin kuruması üzerine göç etmişlerdir. Onun için dünya tarihinde Türklerin ayrı bir önemi vardır ve birçok ırkın menşeinde Türk ırkı vardır. Türk dili bütün dünya dillerinin temelini teşkil etmektedir. İşte bunlar uzun boylu anlatılmıştır kitaplarda. Zeki Velidi Togan karşı çıkmıştır bu teoriye. Karşı çıktığı için galiba Atatürk tarafından uzaklaştırılmıştır. Bir müddet Almanya’da kalmış, sonra gelmiştir. Zeki Velidi’ye göre Türkler göç ettikleri zaman Orta Asya’da bir kuraklık mevcut değildi. Çok daha eski devirlerde böyle bir şey olmuş, onun için bunun sebeplerini başka bir şeye bağlamak lazım, diyordu. Atatürk bu konuda yazılanların hepsini gözden geçiriyordu. O, Türklerin eski kuvvetli medeniyetlerini bütün dünyaya taşıdıkları görüşündeydi. Benim de bununla ilgili Türk Dili Üzerine Araştırmalar adlı kitabımda bir yazım var. Bana göre bu görüşün en tehlikeli tarafı, 1936-40 yılları arasında bunun bir ilmi görüş gibi ele alınıp Türk diline uygulanmaya çalışılması. Bu da dilin dejenere olmasına, dilin bozulmasına yol açmıştır. Tarih tezi de öyle. Güneş-Dil Teorisi’nin Türkçeye uygulanmaya kalkışılması olacak şey değildi. Bu, bilimsel değil, sadece siyasi amaçlı bir tez olarak kalmalıydı.
– Hocam, bu teori sayesinde tasfiyecilikten dönülmedi mi?
– Anlatacağım. Atatürk’ün burada iki gayesi vardı: Birincisi, Türk dili çok hakir görülmüştü. İslamiyet’in kabulünden sonraki dönemde Türkçeye Arap ve Fars dillerinin hâkim olması dolayısıyla Türkçe değerini kaybetmişti. Yazarlar Türkçe yazdıkları için özür diliyorlar, Arapça ve Farsçayla yazdıklarında da gurur duyuyorlardı. Aydınların ruhuna sinmiş bir aşağılık duygusu vardı. Güneş-Dil Teorisi, bu aşağılık duygusunu kaldırmak ve millete ruh genişliği vermek için Atatürk’ün ortaya attığı bir görüştü. Milletin maneviyatını yükseltmek için bir nazariye olarak ortaya atılmıştı. Batı’nın Türkiye’yi aşağılayıcı ifadelerine karşı morali yükseltecek bir görüşle ortaya attığı bir teoriydi bu. Cumhuriyet ilan edildiği zaman Atatürk böyle bir zihniyetle karşı karşıya gelmiş, bu zihniyetin yıkılması için de dile önem vermişti. Siyasi maksadı doğru olabilir bir dereceye kadar, fakat bunun ilmî bir görüş gibi kabul edilmesi çok büyük bir hata idi. Sadece siyasi maksatla ortaya atılmıştı. Bir nazariye, bir faraziye olarak, bir inanç olarak bunlar ileri sürülebilir. Bir milletin maneviyatını yükseltmek için olabilir. Ama bunların bir ilmî ekol gibi kabul edilmesi ve ilme kaynak yapılması çok büyük bir hata olmuştur.
Her ne kadar bu temel görüş bir dil kuralı değil, dilin tarihî yapısını temel alan nazari bir görüş ise de Atatürk keskin zekâsıyla bu teoriden de yararlanmış ve 1932-36 yılları arasında dil davasında temel alınan aşırı tasfiyeciliği ve çok kez dilin yapı ve işleyişine ters düşen aşırı özleştirmeciliği de durdurmuştur. Böylece o güne kadar amatörlerce yapılan özleştirme çalışmalarının sonuçlarını dikkate alan Atatürk, dilin bir çıkmaza saplandığını görerek bu gidişin durmasını istemiştir. Önemle belirtmek gerekir ki Güneş-Dil Teorisinin dil davamızdaki olumlu yönü tasfiyecilik ve özleştirmecilik ile dile zarar veren aşırılığı durdurmuş olmasıdır.
– Hocam, o yıllarda bu teori etrafında ne kadar çok ilim dışı yazı yazılmış, ilim dışı etimolojiler yapılmış.
– Maalesef öyle oldu. Bir Arapça hocası vardı, Naim Hazım Onat. Arap Dilinin Türk Dili Yoluyla Kuruluşu diye kocaman bir kitap çıkardı. Okuduğumuz zaman hayretler içinde kaldık. Sümerce, Hititçe, Arapça, Farsça, Latince ve Fransızca gibi eski ve yeni dillere ait sözcüklerin Türkçe olduğunun iddia edilmesi, içeride ve dışarıda tepkiler yarattığı için teorinin manevi değeri, yani itibarı da sarsılmıştır. Zamanın büyük adamları Arapçanın, Farsçanın Türk dili yoluyla kuruluşunu anlatan birtakım kitaplar çıkardılar. Esasında Atatürk, ilme çok değer veren bir insandı. Biliyorsunuz, fakültenin duvarında Atatürk’ün “Hayatta en hakikî mürşit, ilimdir.’’ sözü var. İlme çok değer veren bir devlet adamı. Onun katılmadığım görüşleri, milletin zevalini kurtarmak, maneviyatını yükseltmek için söylenmiş şeylerdir. Bilim adamlarının bunu dikkate alarak uygulamaya koymaları gerekirdi. Hata Atatürk’te değil, onlardadır. Yani bu teoriyi uygulayanlardadır kanımca.
– Hocam, Atatürk de böylece tasfiyecilikten dönmüş oluyor. Teori, bir anlamda bu geçişe yardım etmiş.
– Öyle oldu. Bu dönemden sonra Atatürk de yanlış yapıdaki uydurma kelimeler yerine dile yerleşmiş olanları kullandı. Kamutay yerine Millet Meclisi, saylav yerine milletvekili, tecim yerine ticaret, ajun yerine dünya gibi sözleri tercih etmiş; böylece bu teori de tarihî sürecini tamamlamıştır. Atatürk’ün 3. Dönem sonundaki 1937 Dil Bayramı dolayısıyla yayımlanan “Dil bayramı münasebetiyle bana karşı gösterilen temiz duygulardan çok mütehassis oldum. Teşekkür eder, verimli çalışmalarınızda sürekli başarılar dilerim.” sözlerinde dil yönünden de ne kadar normal bir tutum sergilediği görülmektedir. Hiç şüphesiz bir dil bilimi ve dil tarihi gerçeğidir ki siyasi ve kültürel etkiler altında bu dilin içine girmiş olan yabancı sözlerin bir kısmı zamanın getirdiği gelişmelerle yavaş yavaş o dilin bünyesine siner ve millîleşir. Bizim dilimize girmiş Arapça, Farsça ve Fransızca gibi kelimelerin bir bölümü zaman içinde Türkçeleşerek anlaşılır duruma gelmiştir. Bir tasfiyecilik anlayışıyla dile zarar veren bu sözleri dilden atmak gerekmezdi ama tasfiyeciler bunları bile atıyorlardı. Kökene bakıyorlar, eğer Türkçe değilse ne olursa olsun atalım, diyorlardı. Yani millîleşmiş, dile yerleşmiş olmasını da kabul etmiyorlardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/leyla-karahan/turkceyle-yasamak-69500041/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bu söyleşiden sonra 5 Temmuz 2017’de, editörlüğümde hazırlanan ve TKAE tarafından yayımlanan “Türklük Biliminin Ulu Çınarı Zeynep Korkmaz Armağanı”nın takdim töreninde Hocamızın 95. yaşını da kutladık.
Türkçeyle Yaşamak Leyla Karahan
Türkçeyle Yaşamak

Leyla Karahan

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türkçeyle Yaşamak, электронная книга автора Leyla Karahan на турецком языке, в жанре зарубежная публицистика

  • Добавить отзыв