Özbek Hikâye ve Kıssaları

Özbek Hikâye ve Kıssaları
Mahir Ünlü
Muhammed Emin Töhliyev

Mahir Ünlü, Muhammed Töhliyev
20. ve 21. Asır Özbek Hikâye ve Kıssaları

ÖNSÖZ
Özbekistan, tarih ve coğrafya yönünden Türk dünyasının merkezi konumundadır. Özbekistan’ın 2017 yılında otuz iki milyon civarında olan nüfusunun büyük bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti ve diğer kardeş ülkeler hakkında yüzeysel de olsa bilgi sahibidir. Bu nüfusun büyük bir çoğunluğu bütün kardeş ülkelere sempatiyle bakmaktadır.
Her insan yeni yerler görmeyi, yeni insanlar tanımayı ister. Ancak hayat şartları buna izin vermez. Edebiyat sayesinde hayatın önümüze koyduğu engelleri aşarak Özbekistan’ı ve Özbekleri tanıtmaya çalıştığımız bu kitapta yabancı bir halk değil, kendinizi bulacaksınız.
Hikâyelerin seçiminde Türkistan istiklal mücadelesi döneminden bugüne kadar hikâye alanında kendini gösteren yazarların seçilmesine çalışılmıştır. Özbekistan edebi hayatında hikâye ve kıssa (uzun hikâye) yazarı o kadar çoktur ki otuz – kırk örnekle Özbek edebiyatında hikâye hakkında ancak bir fikir verilebilir.
Bundan kırk – elli yıl önce Türk milletinin en önemli hasletlerinden biri olan misafirperverlik, köyden şehre göç, diğer sosyal ve ekonomik şartlar yüzünden önemli ölçüde kaybolmaktadır. Bu kitabın sayfalarında bu hasleti dünyada en iyi yaşatan ülkenin insanlarının hikâyeleriyle karşılaşacaksınız. Hikâyelerdeki misafirperverlik, büyüğe saygı gibi milli hasletlerimizin yazarlar eliyle abartıldığını düşünebilirsiniz. Ancak bu iki milli hasletimizi anlatan hikâyelerde kesinlikle abartma yoktur.
Özbekistan’da Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanından başlamak üzere Türk edebiyatından yapılan çeviriler büyük ilgi görmektedir. Üniversitelerde okuyan Özbek gençleri, imkân bulduklarında Türkiye Türkçesi öğrenmeye isteklidirler. Türkiye’de de Özbekistan’ı tanıtmak, Özbek insanını tanıtmak, iki kardeş ülke arasındaki köprülerin daha sağlam olmasını sağlayacaktır.
Türkiye’de Özbekistan’ın tarihi değerlerinin tanıtımı bile iki kardeş halkı kaynaştırmada yeterli olacaktır. Semerkand’da ünlü hadis âlimi İmam Buhari’nin, Buhara’da Abdülhâlık Gijduvanî, Bahaeddin Buhari ve adını saymakla bitiremeyeceğimiz ilim ve gönül adamlarının yattığını; Rus çarlarının, Stalin zulmünün ve yer yer yetmiş yıldan yüz yirmi altı yıla kadar süren işgal döneminde yapılan baskıların bile Özbek halkını bu değerlerinden koparamadığını, bu değerlerin ortak değerlerimiz olduğunu da belirtmeliyiz.
Bu kitap, iki kardeş halk arasındaki mesafeleri aradan kaldırmak gibi bir yüce gayeye küçük de olsa bir hizmette bulunmak için hazırlanmıştır.

    Mahir Ünlü

ABDURRAUF FITRAT

Abdurrauf Abdurrahimoğlu Fıtrat, çağdaş Özbek edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden biri olarak tanınmıştır.
1886 Yılında Buhara’da doğan Fıtrat, İstanbul medrese ve darülfünunlarında öğrenim gördü. Arap, Fars ve Türk dillerini öğrendi. Doğu klasiklerini okudu.
İlk eserlerini 1911 yılında Sayha (Çağrı) adlı kitabında yayımladı. Hint Seyyahı, Münazara gibi eserleri Türkiye’de basıldı. Bu yıllarda Ceditçilik akımıyla tanıştı. Bu akıma uygun eserler verdi. Bu dönemde Fıtrat mahlasıyla tanındı.
Fıtrat’ın eser verdiği yıllarda Türkistan’da yenilikçi hareketler güçlenmişti. 1913 Yılında yazdığı Münazara adlı eserinde halkının zulümden kurtuluşunu ifade ediyordu. Avrupa’da yükselen müsbet ilimler Fıtrat’ın eğitime yönelmesini teşvik etti.
1917 Yılında Rusya’da gerçekleşen ihtilalden sonra Hürriyet gazetesini kurdu. Bu gazetede Türkistan’ın bağımsızlığını isteyen yazı ve şiirleri yayımlandı. Fıtrat bir eserinde Türkistan için, “Ben senin için doğdum, senin için yaşıyorum, senin için öleceğim ey Türk’ün mukaddes ocağı!” diyordu.
1922 Yılında yayımladığı Genç Özbek Şairleri Antolojisi’nde Çolpan ve Elbek’in şiirleriyle birlikte kendi şiirlerini de okuyucularına sundu. Ekim ihtilalinden sonra gerçekleşen insanlık dışı olayları açıkladı.
Edebiyatçı olarak Edebiyat Kuralları, Eski Özbek Edebiyatı Örnekleri, Aruz Hakkında gibi ilmi eserlerini yayımladı. Ömer Hayyam, Firdevsi, Ali Şir Nevai, Ahmet Yesevi ve Süleyman Bakırgani gibi büyükler hakkında makaleler yazdı.
1921-1923 yıllarında Buhara Halk Cumhuriyeti’nde Halk Eğitimi Bakanı olarak görev yaptı. Bu devlet yıkılınca 1924 Yılında Moskova’da Doğu Dilleri Enstitüsü’nde ilmi faaliyetlerde bulundu.
Özbek dili ile ilgili yazdığı ders kitapları 1925-1930 arasında okullarda okutuldu. İlk Özbek profesörü unvanını aldı.
1938 Yılında Stalin rejimi tarafından Abdullah Kadiri, Çolpan ve binlerce aydın gibi katledildi.

Müslümanların Sevgisi

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın gazalarından birinin sonunda bir Müslüman kadın yere düşen yaralıları bulup yardım etmek istedi: Ölenlerin arasına girdi. Etrafa bakınırken bir taraftan “Ah! Su!..” diye bir ses işitti. Elindeki suyla yaralının yanına geldi. Yaralının başını kaldırıp ona su içirmek istedi. Yaralı Müslüman tam suya dudağını uzatırken başka bir taraftan “Su!..” diye bir inleme işitildi. Yaralı ağzını sudan uzaklaştırıp kadına:
– Suyu benden önce o sesin sahibine verin. Yoldaşım yaralı ve susuz yatarken ben içemem, dedi.
Kadın suyu alıp diğer yaralının yanına gitti. O da suyu içeyim derken yine “Ah!.. Su!..” diyen bir ses işitti. Kadına dedi ki:
– O arkadaşım susuzken ben su içemem. Suyu ona ver.
Kadın suyu üçüncü yaralıya götürdü. O da suyu içerken birinci yaralının “Ah!.. Öldüm susuzluktan” diyen sesi geldi. O da kadına:
– Suyu benden önce o seslenene ver, dedi ve içmedi.
Kadın yine geri dönüp birinci yaralının yanına geldiğinde zavallının ölmüş olduğunu gördü. İkinci yaralının yanına gitti, o da ölmüştü. Üçüncü yaralı da susuzluktan ölmesin diye koştu.
– Eyvah… Bu da ölmüş, diyerek suyu döktü.
Müslümanların ölüm anında bile birbirlerini ne kadar sevdiklerini düşünerek gözyaşı döktü.

ABDULHAMİD SÜLEYMANOĞLU (ÇOLPAN)

Asıl adı, Abdülhamid Süleymanoğlu’dur. Eserlerinde “Çolpan” mahlasını kullandı. 1893 yılında Andican şehrinde doğdu. Babası Süleymankul Yunusoğlu, medrese eğitimi görmüş, mürettep divan sahibi bir şairdir. Abdülhamid, önce mahalle mektebinde, sonra Andican medresesinde eğitim gördü. Bütün Türk şivelerini, Arap ve Fars dillerini, dini ve müsbet ilimleri öğrendi. Devam ettiği Rus-Tüzem mektebinde Rusçayı, bu dil vasıtasıyla Batı edebiyatını ve düşüncesini taradı.
Türkistan’da 1905 yılından sonra Ceditçiler tarafından çıkarılan gazete ve dergilerle İsmail Gaspıralı, Mahmudhoca Behbûdî ve Münevver Kârî gibi Ceditçilerin tesiri altında kaldı. Türk dünyasının ve bilhassa Türkiye’nin hayat tarzı ve kültürünü öğrenmeye çalıştı.
1913 yılından itibaren eser vermeye başladı. İlk makalelerini Sadâ-yı Türkistan, Sadâ-yı Fergana ve Türkistan gazetelerinde neşretti. 1914-1917 yıllarında, milliyetperver bir gazeteci olarak tanındı. Devrinin önemli meselelerini, Bahar Avulları, Vatanımız Türkistan’da Temir Yollar, Oş, Doktor Muhammedyar, Yılda Bir Kiçe, Şark Poyezdi Keldi, Şark Uyğangan, Çimkent, Kuturgan Müstemlekeçiler, Yol Hâtırası gibi eserlerinde ortaya koydu.
Çolpan’ın sanatkâr olarak tanınmasını sağlayan eserleri, şiirleridir. İlk şiirleri, 1922 yılında, Özbek Yaş (Genç) Şâirleri adlı antolojide yayımlandı. Aynı yıl, ilk şiir kitabı olan Bulaklar neşredildi. Sonraki yıllarda Uyğanış (1924) ve Tan Sırları (1926), 1930’lu yıllarda Saz adlı şiir kitapları basıldı. İlk üç şiir kitabında, Şark ülkelerini işgal eden sömürgeci Ruslarla İngilizlere duyulan nefret, onlara karşı mücadele duygusu, Rusların baskı, zulüm ve katliamları, Hokand ve Türkistan’ın diğer şehirlerinde dökülen kanlar, Türkistan’ın parçalanması, halkın açlık, sefalet ve çaresizliği, esir Türkistanlıların ümitleri ve yüksek millî şuuru, açık veya mecaz yoluyla ve sanatkârane bir üslûpla dile getirildi.
Türkistan’ın parçalanıp Özbek Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra takip edilen politikalar karşısında, diğer millî aydınlarla birlikte Çolpan da çaresiz susmak zorunda kalmıştır. 1925 yılında kendisi, “etraftakiler güçlüymüş, eğdim boynumu” demek suretiyle sanat anlayışındaki zoraki değişikliği itiraf etmiştir.
Aralıksız devam eden baskı ve tehditlerin ardından 14 Haziran 1937 tarihinde, milliyetçi olmak suçundan dolayı “halk düşmanı” olarak tutuklandı ve bir yıldan fazla süren sorgu ve işkencelerden sonra 4 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilmek suretiyle idam edildi.

Kar Koynunda Lale

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

I
Bir, iki, üç, dört… Beş; beş… Altı! Yedi, sekiz, dokuz, on…
Küçücük, kırmızı iplerle süslü bezden top yolunu şaşırıp kaçtı, gidip aşağıdaki ağılın duvarına yaslanıp büyüyen şekerpare kayısı fidanına çarptı ve zıplayıp “şap” diye havuza düştü…
Kızlar hep birden:
– Vay! Canın çıkmasın. Havuza düştü işte, diye bağırıştılar. Topu tutmak için peşinden koşan Şerafet de havuzun yanında taş kesilip kalıverdi.
Top, suya batıp sonra havuzun ortasından çıktı ve kızların hevesli, fıldır fıldır gözlerinin önünde ağır ağır, kasıla kasıla yüzmeye başladı.
Kızlar, suyun üstünde hiçbir şeye aldırış etmeden yüzen topa bakakaldılar ve bu sırada birbirlerine bakıp gülümsediler.
Kasap Taci’nin küçük kızı Turgunbuş koşarak gidip ağılın damına çıktı. Bir kenara yığılmış dut odunlarının arasından uzun bir dalı kırıp havuz kenarına geldi ve o dal ile suyu kendine doğru çekmeye başladı. Kızlar onun etrafına toplanarak topun sudan kurtarılmasını beklemeye başladılar.
Su, suni akıntıyla kızlara doğru akmaya başladıktan sonra yarıya kadar suya gömülen top bazen batıp bazen çıkarak yavaş yavaş kenara geldi. Kızlar çığlıklar atarak topu yakaladılar.
Suda iyice ıslanan topu Şerafet aldı ve “Hey, kaçamazsın. Yakalandın işte!” diyerek yere vurdu. Onun bu yaptığına tacir Abdullah’ın kızı Tuti üzüldü. Hemen gidip yerden topu aldı ve:
– Hey! Bunun ne suçu var? Canı mı var bunun? Siz düşürdünüz. Şimdi zavallıya beddua mı ediyorsunuz? diyerek topu suya daldırıp silkeledikten sonra dudağını ısırarak bütün gücüyle sıkmaya başladı.
Şerafet kızlara bakarak:
– Ne kadar sıksak da ıslak top zıplamaz. Şimdi başka kimde top var?

– Vay! Canım çıkmasın. Kimsede yok mu? Saltanat! Sende vardı ya…
– Bende vardı ya, dün canı çıkmayası Gülnare kaybetti.
– Yoksa oyun bitti.
– Olmaz. Başka oyun oynarız.
– Hey, Canı çıkmayasıca! Top oyunundan iyisi var mı?
– Hey, Şerafet! Eve gidip Rus topunu alsan olmaz mı?
– Rus malı topum yarıldı.
– Vay akılsız! Ne zaman?
O sırada bağın küçük kapısından hızla koşarak küçük bir kız geliyordu. Turgunbuş birdenbire:
– Hah işte kızkardeşim geldi. Eve top almaya göndereyim, dedi.
Bütün kızlar:
– Evet! Evet! Fazilet’i gönderelim, dediler.
Küçük kız Fazilet, koşarak gelip ablasının boynuna asıldı.
– Biraz kenara gel abla. Sana çok mühim bir şey söyleyeceğim.
Bütün kızlar birden:
– Heyecanlı olsun, heyecanlı. Hepimize söyleyiver!
– Yok, ablama söyleyeceğim.
– O zaman ablan bize söylesin.
Abla-kardeş, havuz kenarına gittiler. Bekçi İşmet’in çokbilmiş, her şeyden haberi olan kızı Tillahan dikildi:
– Mühim meselenin ne olduğunu söylemese de biliyorum.
– Biliyorsan söyle bakalım…
– Ne olacak, Turgunbuş’a güvey gelmiştir.
Hepsi birden gülüştüler. Kızların yanına dönen Turgunbuş:
– Olmaz olsun. Bana güvey değil, Şerafet’e görücü gelmiş, dedi.
Kızlar birbirlerine baktı. Şerafet kızarmış, olduğu yerde donup kalmıştı.

II
Şerafet’in babası Semender Ağa eskiden meşhur bir tüccardı. Onca sıkıntılı yıllarda, kâr zarar zamanlarında işini yürütmüştü. Sonunda geçen yıl bahar başlarında batmıştı. Varını yoğunu satıp borçlarını ödedikten sonra iyice sofu olup şeyhin dergâhına kapılanmıştı.
Sabahları erkenden şeyhin dergâhına gider, zikir yoksa da şeyhin işlerini yapar, akşam geç vakitte evine gelirdi. Eve geldikten sonra da bir kaşık katı kuru ne varsa yer, sarık bezinden yapılmış seccadesinin üstüne oturup kehribar tesbihini defalarca çekerek “vazife”lerini yerine getirir, sonra ta seher vaktine kadar hüngür hüngür ağlardı.
Bir gün şeyhin dergâhında heyecanlı bir zikir oldu. Zikir merasimine başka şehirlerden de ateşli ilahiler okuyan hafızlar gelmişti. Dergâhın içerisi hınca hınç doldu. Sabah namazından sonra başlayan zikir yatsıya kadar ancak sona erdi. Birçok insan kendinden geçip yerlerde yuvarlandı. Cezbesi yüksek olup yanan sofulardan bir iki tanesi kendilerini havuza attılar. Kısacası o gün kıyamet günü oldu.
Ertesi gün erkenden mihrabın önünde şeyh hazretleri oturuyordu. İki yanında üçer olmak üzere altı tane hafız vardı. On beş kadar da mürit içerdeydi…
Şeyh, mübarek başını eğmiş, sessizliğe dalmıştı.
Dışarıda kalabalık, bağırış çağırış… Biri koyun getirmiş, biri ekmek yüklenmiş, biri giyim kuşam…
Semender Ağa dergâhtan çıktı. Gelen adakların hepsini gördü, gözden geçirdi.
– Hey maşallah… Sultan Arif’in güzel yüzünü görün, diye gülümseyerek dergâhtan şeyh hazretlerinin kucak dolusu dualarını getiren sofu gülerek Semender Ağa’ya baktı ve kapıdan çıkmakta olan Semender Ağa’ya:
– Ey ağam, adaklardan ne haber? diye sordu.
– Bir şeyler oluyor sofu, dedi.
Semender Ağa eve gelene kadar gönlündeki duygularla boğuştu. Kendisinin piri ve üstadı olan adama büyük, imkânı olsa başka müritlerin veremeyeceği bir şey vermek istiyordu. Yalnız, evde ona layık bir şey yoktu. Ona layık bir şeyler vardı ya hepsi borçlarının ödenmesine gitmişti. Çok düşündü lakin gönlü hiçbir şeyde karar kılmadı. “Eğer eski zamanlarım olsa ala sakar atımı verirdim…”
İçi sıkıldı. Bir zamanlar var olan zenginliği, serveti aklına geldi. Ala sakar atı, rahvan doru atı, deve gibi boy bosuyla Rus yük atı… Üç faytonu, sulak arazileri…
Neyi vereceğine karar veremedi. Başkalarının verdiği adakların, hediyelerin üstünde bir şey vermeyi düşünüyordu.
Aklına birden bire zengin çocuğu Yoldaş geldi. “Yoldaş, on batman pirinç, bir tane iyi cins oğlak kapma yarışı kazanmış at, baştan ayağa giyim kuşam verdi…”
Böyle hayallerle evine varıp içeri giriyordu ki hanımı durdurdu.
– İçerde kadınlar var. Siz diğer odaya girin. Misafirlere pilav ve içecek hazırladım. Şimdi size de pilav alıp geliyorum.
Semender Ağa, küçük tabaktaki pilavı tek başına oturup yemeye başladı. Pilavı yarılamıştı ki hanımı gelip karşısına oturdu:
– İyi ki geldiniz babası. Kızınıza görücüler geldi. Ben ne diyeceğimi bilemedim.
– Gelenler kimmiş? Nereden gelmişler?
– Hani şu Azize kadınla Rüstem ağanın hanımı… Sizin şeyhiniz adına görücü gelmişler. Şimdi “yaşlanıp durulmayan, acıyıp sevilmeyen” şeyh, iki karısının üstüne bu…
Bu sözleri işiten Semender Ağa’nın gözleri parladı:
– Doğru mu? Şeyhin görücüleri mi? Şeyh neden bana hiç belli etmemiş ki?
– Kocaman adam. Ben görücülere kızım daha küçük, on yedi yaşına girdi dedim. Böyle cevap vereyim mi?
O sırada dışarıdan bir kadın sesi işitildi:
– Kumrubaş! Misafirler kalktılar!
Kumrubaş yerinden kalktı. Kocasına bir şeyler söylemek ister gibi baktı. Semender Ağa bir gencecik kızını, bir şeyhi, aklındaki hediye meselesini ve en sonunda da koskoca şeyh hazretlerinin güveyi olacağını düşünerek:
– Biricik kızımızı şeyhimiz hazretlerine verdik. Başımızın gözümüzün sadakası olsun deyiver, dedi.
Kumrubaş, beklemediği bu sözü işitince kızarıp bozardı. Resim gibi kaskatı kesilerek duvara dayanıp kaldı.

III
Şerafet, Semender Ağa’nın biricik kızıydı. Bu kız, bu çevrenin güzellikte, hamaratlıkta, işve ve nazda, el çabukluğunda bir tanesiydi. Mahallenin delikanlılarından iki üç tanesi bir yerde toplansalar konuştukları en önemli konu Şerafet olurdu. “Bu kız Allah’ın hangi bahtlı kulunun olur acaba? Kimin evini abad eder?” diye kafa yorarlardı.
Şerafet’in şeyhe verildiğinin haberi duyulduktan sonra bütün mahalle halkı günlerce bunun dedikodusunu yaptılar.

Sokakta sıra sıra arabalar sürülüp geçmeye çalışıyordu. On-onbeş arabaya doluşan kadınların düzensizce söylediği “Yâr yâr” türküleri ortalığı yıkıyor, göklere yükseliyordu. Sandık, yorgan, halı, bohça ve başka şeyler yüklemiş; yüklerin üstüne de bir iki koca karı oturtmuş olan arabacılar öndekiler gibi birbirlerini geçmek için yarışıyordu.
Bu gürültü patırtıyla gitmekte olan göç en sonunda şeyhin kapısına yaklaştı. Sokağın ortasında gürül gürül yanan, alevleri göklere yükselen ateşin etrafında toplanmış bir grup erkek sesleri çıktığı kadar “Yâr yâr” türküleri söylüyordu. Onların berisinde başına çarşaf örtmüş, çapan giymiş, başörtüsü takmış kadınlar, gelinler, küçük kızlar… Önlerinde kocaman kumaş topları almışlar; onlar da “Yâr yâr” türküleri tutturtmuşlardı:
“Tahta tahta köprüler tahtın olsun yâr yâr
Fatmana gibi senin bahtın olsun yâr yâr
Uzun uzun sicimlerden salıncaklar yâr yâr
Kısa entari giyerler gelincikler yâr yâr…”
Ateşin etrafında toplanan kadın erkek hep birden “gelin geldi, gelin geldi!” diye bağrıştılar. Birkaç delikanlı kucak kucak kurumuş pamuk sapı alıp ateşin ortasına attılar. Ateş güçlendi, alevleri yine yükseldi.
Herkes sabırsızlanmaya, kımıldanmaya başlamıştı. Çocuklar kızın geleceği tarafa doğru koştular. Gürültü patırtı arasında arabalar geldi. Halk arasında:
– İşte gelin. İşte kızın ineceği araba, diye konuşmalar başladı.
Arabacı, gelini getiren arabayı gösterişli bir tarzda ateşin üzerine sürüp atı kamçıladı. Araba ateşi geçip kapıya yakın bir yerde durdu.
“Güvey!”, “Enişte!”, “Efendimiz nerde?”, “Çekilin! Çekilin!” diye sesler işitildi.
Biraz sonra apak sakallı, gücü kuvveti bitmiş bir ihtiyar olan güvey beyefendi üzerinde altın işlemeli elbisesi; kocaman bel kuşağı bağlamış halde birkaç aksakallı müridinin arasında yavaş yavaş ilerleyerek arabaya yaklaştı. Yine halk arasında sesler yükseldi:
– Gelini elinden tutup indir enişte! Haydi kaldır!
– Haydi efendim! Elinden tutun!
Yaşlı adam titreyen ellerini arabaya uzatıp kızı oturduğu yerden kaldırdı ve bir iki adım attıktan sonra yere bıraktı.
Kalabalıktan yine sesler yükseldi:
– Maşallah efendim! Maşallah!
– Efendimiz boş adam değilmiş.
– Hala belinde kuvvet varmış efendimin!
Bu gürültü patırtı, hır gür gece yarısı sona erdi. Eğlenceye sahne olan sokaktan insanlar çekildi, ortalık kapkaranlık ve sessiz bir mezarlığa döndü.

IV
O sırada şeyhin evinden iki delikanlı çıktı.
– Eh, sokak çok karanlıkmış yahu!
– Şuna bak ey! Gökte bir tek yıldız yok.
– Yürü hadi! Bu gece sanki şeyh dedenin gönlü gibi olmuş.
– Doğru ya. Ben kıza acıyorum. Zavallı bula bula kimi buldu ya…
– Ne demezsin. Babasının ocağına ateş düşsün. Adam değilmiş.
– Sakalı pamuk gibi ağarmış, torunu yaşta kızı arabadan alışına bak. İnsanın yüreği dayanmıyor. Bunu bir şeye benzeteceğim ya benzetecek bir şey bulamadım.
O sırada bir köşede sokağı gözetleyen Bekçi Memet ağlamaklı bir halde düdüğünü çaldı ve:
– Ne diyorsunuz gençler! Dünya böyle ters bir dünya işte… Lalenin üstüne kar yağdı, dedi.
Gençler cevap vermediler, karanlığın kucağına girip kayboldular.

ABDULLA KADİRİ

20. yüzyıl Özbek öncülerinden Abdulla Kâdirî, 1894 yılında Taşkent şehrinde doğdu. İlk okuma-yazmayı mahalle mektebinde öğrendi. Kendisinin yazdığına göre, fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olduğu için eski mektepte tam bir eğitim görememiş ve bir zenginin yanına hizmetkâr olarak verilmiştir. Hizmet ettiği efendisi, Rusça okuma-yazma bilen birisine ihtiyacı olduğu için Abdulla Kâdirî’yi Rus-Tüzem mektebine vermiştir. 1907- 1915 yılları arasında Türkistanlı tüccarların yanında kâtip olarak çalıştı. Bu arada devamlı okuyarak kendisini yetiştirdi. 1913 yılında çıkmaya başlayan Sadâ-yı Türkistan, Semerkand, Ayna gibi Türkistan’da neşredilen gazete ve dergileri okuyucu olarak yakından takip etti ve bir süre sonra kendisi de bu yayın organlarında çeşitli konularla ilgili yazılar kaleme almaya başladı. Mahmudhoca Behbûdî’nin 1913 yılında yayımlanan Pederküş (Baba Katili) piyesinden etkilenerek kendisi de 1915 yılında Bahtsız Küyav (Talihsiz Güvey) piyesini yazdı. 1914 yılında Ahvâlimiz, Milletime ve Toy (Düğün) gibi şiirleri yayımlandı. 1915-1916 yıllarında Cüvanbaz ve Ulakda adlı hikâyeleri basıldı. Hâl tercümesinde verdiği bilgiye göre, 1917-1924 yılları arasında çeşitli Sovyet idarelerinde, gazete ve dergilerde çalıştı. Onun bu devrede bilhassa Muştum dergisindeki faaliyeti ve hiciv alanındaki eserleri önemlidir.
1925-1926 yıllarında, Moskova’daki Edebiyat Enstitüsü’nde okudu, devamlı eser yazmakla meşgul oldu. Abdulla Kâdirî, Ötken Künler adlı meşhur romanını da bu dönemde, 1925-1926 yıllarında üç bölüm hâlinde yayımladı. 1928 yılında, diğer meşhur romanı olan Kürsüdeki Çıyan yayımlandı. Her iki roman da kısa süre içersinde büyük şöhret kazandı. 1930’lu yıllarda bu romanlar tekrar yayımlandı. Ancak bu romanlar şöhretini artırdıkça Sovyet sistemi, yazarı bazen meslektaşlarının yardımlarıyla, bazen de başka yollarla sorgu ve işkencelere alarak yasaklar getirmeye ve tehdit etmeye başladı. Mahkeme karşısına çıkarılarak hapis cezasına çarptırıldı. Bu durum karşısında Kâdirî, mecburen Sovyet tarafına “geçmeye başladı” ve Sovyet ideologlarının direktiflerine uyarak bazı eserler de yazdı.
Kâdirî, yukarıda adı geçen iki romanını, 1920-1926 yılları arasında yazmıştır. Sonraki yıllarda devamlı baskı altında yaşadı. Nihayet 31 Aralık 1937 tarihinde tutuklanarak hapse alındı ve “halk düşmanı” ilân edildi. Bir yıl kadar devam eden sorgulama ve işkencelerden sonra belli bir suçu olmadığı hâlde 4 Ekim 1938 günü akşamı gizlice Taşkent dışına çıkarılarak kendisi gibi birçok aydınla birlikte kurşuna dizildi.
1956 yılında Komünist Partisinin 20. Kurultayında, 1930’larda suçsuz oldukları hâlde öldürülenlerin aklanması yolunda bir karar alındı. Bu karardan sonra Kâdirî’nin eserleri yeniden yayımlandı. Önce Ötken Künler romanı kısmen değiştirilerek 1958 yılında yayımlandı. Daha sonra Mehrabdan Çayan ve Âbid Ketman neşredildi. Hikâyeleri ve hicviyeleri de Kiçik Eserler (1969) ve Gırvanlik Mallavay (1987) adlı eserleri de yeniden basıldı. Romanları, 1992 yılında, ilk orijinal baskıları dikkate alınarak tekrar yayımlandı.
Ötken Künler romanı, daha sonra Türkiye Türkçesine aktarılarak Türkiye’de de yayımlandı. Abdullah Kâdirî’nin hayatı ve sanatı hakkında çok eser yazılmıştır. Aybek, İzzet Sultan ve Metyakub Koşcanov’un eserleri, Kâdirî hakkındaki hatıraları ihtiva etmektedir.
1990’larda çıkan Abdulla Kâdiriy Zamandaşları Hâtırasıda adlı kitap, oğlu Habibullah Kâdirî’nin yazdığı Atam Hakıda adlı eser ve Nebican Bâkî’nin devlet arşivindeki belgelere dayanarak hazırladığı Katlnâme adlı kitap, Kâdirî hakkında önemli kaynak eserler olarak değerlendirilebilir.
Bugün Kamalan mezarlığında sembolik bir kabri bulunan Kâdirî’nin yaşadığı evi de müze hâline getirilmiştir. Adı, çeşitli enstitü, yayın evi ve caddelere verilmiştir. 1990 yılında, Kâdirî adına devlet ödülü ihdas edilmiş ve 1991 yılında, Ali Şîr Nevâî devlet ödülü, Abdulla Kâdirî’ye verilmiştir. 1994 yılında, doğumunun yüzüncü yıldönümü dolayısıyla törenler düzenlenen Kâdirî hakkında bir film hazırlanmış, eserleri yedi cilt hâlinde yayımlanmış ve bazı eserleri senaryolaştırılarak filmleri çekilmiştir.

Oğlak Kapma Yarışında

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

I
Dün babama sorup izin aldığım için bugün ağabeyim de “Gerek yok, gitme!” diyemedi. Çayı alelacele içip atları bağladığımız ahıra koştum.
Babamla annem:
“ Elin ayağın birbirine dolaştı yahu…” deyip gülüştüler.
Kaşağıyı aldım ve kara sakar atımın keçesini üstünden alıp o yanını, bu yanını kaşıdım. Hayvan yerinde duramıyordu. Başını sallıyor, yeri eşeliyor, kuyruğunu sallıyordu. O sırada benim içimden “Allah nasip ederse gelecek yıla oğlak kapma oyununda bir koşturayım ki bana ‘Süvari Turgun’ desinler.” gibi arzular geçiyordu.
Kurban bayramında aldırdığım Moğol işi bayramlık eyerle tayımı güzelce eyerledim. Dayıma yalvar yakar aldırdığım dizgini temizleyip taktım da uzakta durup eksik gedik var mı diye baktım.
“Üzengisi, kuyruk kayışı yerli yerinde; eyer iyi konmuş; kolan düzgün bağlanmış; dizgin de beylerin atlarındaki gibi… Lakin omuz kayışının olmaması biraz canımı sıktı. Biraz düşününce ağabeyimin dizgin yaptırmak için sakladığı kayış aklıma geldi. Sakladığım yerden yavaşça o kayışı alarak omuzluk yaptım.
Tayım şimdi kasılarak boynunu oynatıyor, sanki beylerin atlarına benziyordu. O yanını, bu yanını temizledikten sonra direğin yüksekçe bir yerine bağladım. Şimdi kaldı beyaz kumaş paltomu, Rus stili pantolonumu, Amerikan botlarımı ve tüylü kadife doppımı giymeye… İşte ondan sonra ata binsek beylere benzeriz ya!
Annemin tuhaf bir alışkanlığı var. Ne zaman yeni gisilerimi giyecek olsam gözlerini belertip “Eskitirsin, kirletirsin, düğüne bayrama giderken giyersin” diye kızmaya başlar. Azıcık şeytanca ağlamazsam işler yoluna girmez. Bu sefer de aynen öyle bir ağlamadan sonra giysilerimi giyip atlas işlemeli belbağımı bağladım. Anneme çaktırmadan yavaşça eve girip babamın gümüş saplı kamçısını elbiselerimin altına sıkıştırıp dışarı çıktım. Hizmetçi, et getiriyormuş. Atı ahırdan dışarı çıkarıp beklemesini söyledim. Eti anneme verdim ve koşarak dışarı çıktım.
Annem arkamdan:
– Giysilerini kirletme, tayını fazla koşturma, oğlak kapma yarışındakilerin arasına girip kazaya filan karışma, arkadaşlarınla birlikte kenardan seyret, diye söylenip durdu.
Hizmetçiden atı alıp bindim. Paltomun eteklerini toplayıp sakar tayımın karnına bir iki kamçı değdirmiştim, hayvan oynaklayıp koştu. Hizmetçinin “Ha, maşallah süvari!” diyen sesini işitip sertçe kamçılamıştım. Sakar tayım dörtnala gidiyordu.

II
Çukurarık’ta tayımı sulayıp çıktığımda bir sürü oğlak kapma yarışçısı atlıya rastladım. Onların bazıları ağabeyimin arkadaşlarıydı. Bana hal hatır sordular. Biri ağabeyimin nerde olduğunu sormuştu. Ben de sabahleyin oğlak kapma yarışına gittiğini söyledim.
– Bizim Mahkembay oğlak kapma yarışına çok meraklı, dedi o delikanlı.
– Hayırlı yolculuk küçük bey! Ne tarafa? diye bana sordu.
Ben biraz utanarak:
– Oğlak kapma yarışına, dedim.
“ Maşallah süvari!” “Maşallah, Turgun süvari” dediler. Özellikle bana “süvari” demeleri çok hoşuma gitti. İçimden “babanıza rahmet” dedim.
Bir grup atlı gidiyoruz. Tayım başka atlardan geri kalmıyor ve bazen onların atlarını geçiyor. Tayım atlarını geçtiğinde: “Atınız da çok iyi yürüyormuş küçük bey!” diyerek laf atıyorlar.
Herkes bir şeylerden bahsediyor, arada bana da söz hakkı veriyorlar. Ben utanıyorum. Söz dönüp dolaşıp Mahkem ağabeyime geliyor:
– Şu güne kadar çok oğlak kapma yarışçısı gördüm. Lakin Mahkem kadar oğlak kapma yarışından zevk alanını görmedim, dedi bir tanesi.
Değirmenci Sabir’in oğlu:
– Mahkem’in dedeleri de oğlak kapma yarışçısıymış ya.
– On iki yaşındaki kardeşini görmüyor musunuz? Şu yaşta oğlak kapma yarışında at koşturmak ister.
Bu söz üzerine vücudumun her tarafı titredi. Az kaldı kahkahayla gülecektim.
– Babam Mahkem’in dedesinin oğlak kapma yarışında at sürüşünü bir anlatsa dinleyenler şaşırıp kalır. Yüz, iki yüz süvarinin arasından tek başına oğlağı kapıp çıkarmış ya, dedi palabıyık bir delikanlı.
– O zamanki adamlar içinde oğlak kapma oyununun piriymiş desene sen şuna, dedi değirmenci Sabir’in oğlu.
– Atın iyiyse ve bileğin güçlüyse sen de oğlak kapma oyununun piri olursun, dedi bir başkası.
Ben dedemin övüldüğünü işitince kasılarak gidiyorum. O sırada arkamızdan dörtnala gelen bir atın nal sesleri işitildi. Dönüp baktık ki ala bir keçi kucağında, bağrı açık, önlük giymiş, sarı atlı bir delikanlı gördük. O bize yetiştiğinde durdu ve at üstünde herkese hal hatır sordu.
– Bu hafta bize taşımada yardım ediyorsunuz ha, dedi gülümseyerek Toğan ağabey.
– Evet, tabii ki. Sizin gibi dostlara yardım etmemek olur mu? dedi delikanlı ve sabırsızlandı:
– Haydi. Hızlanın biraz!
O delikanlıyla birlikte yola devam ettik. Biraz bizim atların yürüyüşüne ayak uyduran delikanlının sabrı kalmamış olmalı ki atına şırak diye bir kamçı indirdi ve kuş gibi uçup gitti. Biz sadece onun “Ben biraz hızlanayım” dediğini işitebildik.
Artık o delikanlının atı üzerine sohbet başladı:
– Oğlanın atı çok iyi koşuyor. Böyle atın oldu mu oğlak kapma yarışçısı olmak yakışır, dedi Toğan ağabey.
– Sanki cennet rüzgârı gibi uçuyor, dedi palabıyık delikanlı.
O sırada nedendir anlamadım, herkes kahkahayla güldü. Gülmelerinin sebebini anlamadıysam da onlara katılıp gülmeye başladım.
– Cennet rüzgârı mı, serserilik rüzgârı mı? diye sordu bir başkası.

III
Dombirabad girişinde ağabeyime rastladık. Ağabeyim ve yanındakiler çayhaneye pilav hazırlaması için para toplayıp verdikten sonra yine yola düştük.
Tarla yolu kış mevsimi dışında su görmediği için bir buçuk metreye yakın genişlikteki toprak yolda yirmi otuz oğlak kapma yarışçısı birlikte at koşturuyor, kimi de yavaş yavaş gidiyordu.
Yolu toz toprak kaplamış, kimse kimseyi tanıyamaz hale gelmişti. Bense eve döndüğümde annemin “Elbiseni kirletmişsin!” diye azarlamasından korkarak ilerliyordum. Uzun zaman yol aldıktan sonra oğlak kapma yarışlarında at koşturulan yere geldik. Orası, dört tarafı göz alabildiğine geniş ve dümdüz bir yermiş. Orada çok insan toplanmıştı. Oğlak kapma yarışına katılacak atlılarla yaya gelen seyircilerin haddi hesabı yok.
Büyük karaağacın altında iki tane kocaman semaverin altına odun yığmış kaynatıyorlardı. Semaverden biraz ötede bir iki kişi, üç dört çuval salatalığı birbirine dayayıp koymuşlar; “Mirza boğan salatalık! Kütür kütür salatalık!” diye övüyorlardı.
Ağabeyim ve yanındakiler top karaağacın altına, semavercinin kilim serdiği yere gelip attan indiler. Yakıcı güneşin altında dikilmek eziyet verici olduğundan ben de tayımla beraber karaağacın altında bir yerde durdum. Etraftakiler bana ve tayıma bakıyorlardı. Ben utanıp sıkılarak tayımın yelesini tarıyorum. Etrafımdakiler kendi aralarında gürül gürül konuşuyorlar, sabırsızlıkla oğlak kapma yarışının başlamasını bekliyorlardı. Birisi, “Bugün oğlak kapma yarışları pek heyecan verici olmayacak” dese ikincisi, “Boş laf etme, bugün oğlak kapma yarışları çok heyecanlı geçecek çünkü usta biniciler Salim ile Murat geliyormuş…” diyordu. Yine bir başkası, “Evet, evet… Eğer Salim gelirse oğlak kapma yarışı kızışır…” dese başka biri de: “Salim’in atı Kazakistan atlarındandır. Kamçı istemez. ‘Heyt!’ dese yeter…” diyordu. Sonra adamın biri: “Onlar üç kişiydi. Bir tanesi iki yıldan beri görünmüyor. İşte öyle süvari bir daha bulunmaz…”, dediğinde ötekisi: “Yaşa! Yaşa! Ben de onu çoktandır görmüyorum. Şöyle topluca, yerden bitme bir delikanlıydı…” “Evet, evet! Babana rahmet. Sanki o delikanlı. Ne kadar soruşturduysam da bir daha kimseden haberini alamadım.”
O delikanlı üzerine epeyce tartışma oldu. Biri: “Ölüp gitmiştir…” dese ikincisi: “Yaşıyor!..” diye bağırıyordu. Yine başka birisi onlara karşı çıkıp: “At çiğnemiş. Hastanede ölmüş…” diyordu. Sofu kılıklı bir adam: “Birinin hakkında kötü söz söylemeyin…” demişti. Bir başkası: “Öldüyse ölmüştür. Bunda tartışacak ne var…” deyiverdi. Sonra başkası: “Boşuna oturuyoruz yahu…” diyerek güldü. Tekrar devam etti: “Sırası! Sırası!” Sonra bir gürültü ve tekrar: “Evet! Evet!” Sonra da: “Yok! Yok!”
Bir kişinin “İşte oğlak geldi!” diye bağırmasıyla birlikte herkes sessizliğe gömülüyor, oğlağa bakıyordu. Yine biraz sonra: “Oğlağı küçükmüş. İyi bir biniciye bir lokma bile olmaz…” “Şu iyi, şu!” diye tartışmalar da başlamıştı ki iki süvarinin at oynatıp girişi, herkesin sesini kesti. Yavaş yavaş: “Süvari Selim…”, “Süvari Murat…” diye fısıltılar gelmeye başladı.
– Karası Salim mi? Çiçek bozuğu olan…
– Salim’in bileği güçlü gibi…
Binicilerin birisi boz ata, ikincisi ala ata binmiş heybetli ve neşeli gençlerdi. Onlar geldikten sonra halk sabırsızlanmaya başladı:
– İşte şimdi gerçek bir oğlak kapma yarışı göreceksiniz! diyorlardı.
– Bugün kıyamet kopacak, diyerek baş sallıyorlardı.
– Murat’ın atına bak. Sanki kanadı var gibi.
– Boz atı mı diyorsun, doru atı mı?
– İkisine de başka at yetişemez. İkisi de asil…
– Kulakları dik at iyi koşar.
– İş kulakta değil, soyda…
– Yok, yok! Kişnemesinden belli. Ben deneyip gördüm.
– Kara at iyi koşar derler. Karası iyi, karası!
– Rahmetlik babam, at aldığında tırnağına dikkat ederdi. İş tırnakta…
Bahse giriyorlar, herkes yanındakiyle tartışıyordu. Ben de öyle düşünüyor; onların söylediği özellikleri kara sakar tayımda bulursam seviniyor; bulamazsam kederleniyordum. Mahallemizdeki arkadaşlarımdan Nurhan, Kekeme Haydar ve Sümüklü Şakir de atlarıyla yavaş yavaş geldiler. Biz dördümüz atlarımızı sıraya dizip ordan burdan konuşmaya başladık. Nurhan babasından ala yorga atını istediğinde ileri sürdüğü bahaneyi anlatıp gülüyordu. Kekeme Haydar, sarı atının yolda Sümüklü Şakir’in kısrağına bakıp kişnediğini anlatıp Şakir’le dalga geçiyordu. Hep birlikte gülüyoruz. Şakir ise burnunu çeke çeke: “Yerin dibine girdim. Bundan sonra kısrağa binmem.” diyor; kızarıp bozarıyordu. Atımın omuz kayışını çok beğenip fiyatını sorduklarında ben: “On beş tenge” dedim. Gümüş kamçımı da görsünler diye oynar gibi eyerin kaşına “tak tak” vurdum. Onlar: “O ne? O ne? Gümüş mü?” diyerek kamçıyı elimden alıp baktılar. Ben yavaşça başımı sallayıp kendimi bir tuhaf hissediyordum. Onların atlarına, benimkine; giyimlerine, giyimime bakıp kendimi onlardan epeyce yukarıda görüyordum. Kekeme Haydar, kesik kesik: “Gelin bir koşturalım.” dedi. Nurhan, razı olmadıysa da çekip aldılar. Onların arkasından Şakir de kısrağını koşturdu. Beklemek olmazdı. Onların arkasından tayıma bir kamçı vurdum, hayvan bir gayretle on adımda onları geride bıraktı. Biraz uzaklaştıktan sonra arkama baktım, hepsinin gözü bendeydi. Atımı tekrar sertçe mahmuzlayıp koşturdum. Açık arazinin bir kenarına varınca atımı durdurdum. Uzun süre sonra onlar atlarını yavaş yavaş sürerek yanıma geldiler. Burada atlarımızın koşması hakkında söyleştik. Nurhan, atının koşmamasına sebep olarak ağabeyinin terliyken su vermesini gösterdi. Kekeme Haydarsa esrarkeş İsan’ın oğluna söve söve:
– Pazara un almaya gittiğimizde özellikle tam başına kerpiç attı. O zamandan beri yüz bin kamçı vursan da hayvan kulaklarını kısıp ürkerek duruveriyor, dedi.
Haydar, benim sakar tayım için dedi ki:
– Senin atına hiçbir atın yavrusu yetişemez. Yemini filan kendin ver. Hizmetçiye güvenirsen atının düzenini bozar arkadaş. Demedi deme.
Burada uzun zaman ayaküstü sohbet ettikten sonra tekrar atlara bindik. Sonra onlardan uzaklaştım. Kalabalığa yaklaştıktan sonra “beni de tanısınlar…” diye sakar tayımı üst üste kamçıladım ki rüzgâr oldu, rüzgâr… Şimdi kalabalık bir bana bir de kara sakar tayıma gözlerini dikmişti. Bense “Şimdi beni tanıdınız işte!” diye dikilip tayımın yelesini kamçı sapıyla tarıyordum.

IV
Seyirciler arasında yine bir gürültü koptu: “İşte, oğlak kapma yarışına katılım ücretini topluyorlar!” “Oğlak kapma yarışı şimdi başlayacak!” “Murat süvari de kalktı!” “Salim kalpağını giydi!” “Kasap Ruzi oğlağı kesecek. Bıçağını biliyor…” “Beyzadeler de ayaklandılar.” “Salim, çapanını çıkaracak gibi…” “Hey maşallah süvariler!”
Arkadaşlarımla biz de oğlak kapma yarışının çabucak başlamasını bekliyoruz. Binicilerin kimi palto, çapan çıkarıyor; kimi atının kolanını çekip kontrol ediyor; kimi de oğlak kapma yarışına katılım ücretini veriyordu. Ağabeyim de kocaman sarığı ile kalın paltosunu bana verdi. Kendisi atını oynatarak ortaya çıktı.
Oğlak kapma yarışına girecek olanalar peş peşe ortaya çıkmaya başladılarsa da henüz oğlak ortaya gelmemişti. Bütün seyirciler sabırsızlanarak: “Bu saate kadar deve kesseler yetişirdi. Oğlağı soğutuyorlar mı?” diye söylenmeye başladılar.
Uzun süre sonra kesilen oğlağı kucağına alan yarışın yöneticisi Arif ve onun arkasından da namı yürümüş süvariler kalpaklarını eğrice giymiş, eyere yan oturmuş halde meydana girdiler. Seyirciler oğlağı görünce: “Hey mübarek hayvan, sen misin be!” diye tezahürat yaptılar.
Aradan biri:
– Oğlağın kanı iyice yıkandı mı? diye sordu.
Yarış yöneticisi Arif:
– İçiniz rahat olsun, dedi ve oğlağı yere bıraktı. Sonra kalabalığa yaklaştı:
– Dostlar! Çoluk çocuğu kenara alın. Atların ayakları-altında kalan olmasın. Siz de ihtiyatlı olun, güvenli bir yerde durun! Hayvanla uğraşmak kolay değil! diye bağırdı.
Yönetici Arif, dua etti ve halk da duaya iştirak etti. Atını koşturarak yarışçıların toplandığı yere gitti. Seyirciler toplanan yakınlarına: “Bugün gayretini görelim haydi!” diye bağırıştılar. Oğlak kapma yarışı başladı…
Biri alıyor, diğeri çekiyordu. Diğerinin yanına üçüncüsü ve dördüncüsü ekleniyor, hepsi birden sekiz tarafa çekiştiriyorları. Araya kenarda kalan yarışçılar da girip sıkışıyor, tekrar oğlağa sarılıyorlardı. Çek heyecanlı… Herkes oğlağı kendi takımına kazandırmak istiyor lakin oğlağın kuyruğundan, ayağından, boynundan, karnından çekiştirenler de çok… Kalabalığın arasından oğlağı alıp çıkmak kolay değil. Bazen oğlağı kapıp kalabalığın arasından sıyrılmak isteyenler de görülüyor. Yalnız, onun arkasından diğer yarışçılar kuş sürüleri gibi üstüne üşüşüp on- on beş adımda yakalıyorlardı. Yine çekişme başlıyordu. Bu taraftaki seyirciler: “Oğlağı kucağına sıkıştır! Kucağına!” “Atın başını bırak! Karnına kamçıyı yapıştır!” “Boş gelme! Sıkı tut!” “Dizgini salıver, kamçıyı dişlerinin arasına al! Sağa sola bakınma” “Aldın! Aldın!” “Verme! Sola dön, sola!” “Tut! Bırakma!” “Vay! Lanet olası! Kaptırdın işte! Sen de kendine oğlak kapma yarışçısı mı diyorsun?” “Atın mundar gitsin! At mı eşşek mi bu geberesi mundar!” diye çeşit çeşit seslerle bağırışıyorlardı. Oğlak yere düşse seyircilerden bazıları koşarak oğlağı yerden alıyor; dostunun veya kardeşinin eline tutuşturmaya çalışıyordu. Lakin diğer biniciler oğlağı onun elinden almak için hemen üzerine yığılıyorlardı. O vermemeye çalışıyor, diğerleri araya alıp sıkıştırıyorlardı. Zavallı, bir müddet sonra topallayarak veya ellerini ovuşturarak ortadan güç bela çıkıp gidiyordu.
Baba oğlunu, ağabey kardeşini tanımıyordu. Herkes toz toprak içinde, ter içinde, sıcaktan pişmiş halde oğlağı takımına kazandırma derdindeydi. Başı yarılan mı ararsınız, gözü çıkan mı, attan düşüp kolu kırılan mı… Yeter ki oğlağı kapıp takımına kazandırsın… Takıma kazandırmak da büyük keyif!
Lakin oğlağı kendi takımına kazandırmak kimseye kısmet olmuyordu. Oğlağı takımına kazandıran birçok başarılı süvari sancıdan ölecek gibi olsa da oğlağı takıma kazandırınca atlarını kamçılayıp elli-altmış adım uzaklaşıyorlar ya yine arkadan gelenler tarafından kuşatılıp oğlak ellerinden alınıyordu. Tekrar çekişme başlıyordu.
Oğlak kapma yarışı başlayalı epey vakit geçmişti. Yarışçılar birden durgunluğa bürünüp yarış alanında toplandılar. Biz, atlı ve yaya seyirciler de hep birlikte ortaya koştuk. Ben sonradan vardığım için atlı ve yaya kalabalık ortayı doldurmuşlardı. Ben kenarda kaldım. Ne kadar uğraştıysam da araya girmeyi başaramadığımdan adamların ağzına bakıyordum. Lakin oğlak kapma yarışçıları arasında ne olup bittiğini kimse bilmiyordu. Herkesin yüzünde bir şaşkınlık ifadesi vardı ve herkes birbirine “Ne olmuş?” diye soruyordu.
Birkaç dakika sonra “Kımıldatmayın, sarsmayın!” diye bir ses işitildi. Kalabalık şaşkındı.
Ortadakilerden biri bağırdı:
– Uzaklaşın hey!
İnsanlar bir kenara çekilip yol açtı.
– Ne olmuş? Ne var?
– Yok bir şey… İsanbay’ı at çiğnemiş.
– Durumu kötü mü?
– Yok… Biraz…
Adamlar birbirlerine bakarak: “Felaket… Felaket…” diyorlardı. Öteberi derken beş-altı kişi atın çiğnediği adamı ortadan alıp kenara çıkardılar. Yardımlaşarak getirip top ağacın altına yatırdılar.
Bir kişi derhal at arabası almaya gönderildi. Birisi, “Acaba kendine gelir mi?” diye İsanbay’ın yüzüne su serpiyordu. Kımıldamadı.
– Beş altı atın altında kaldı biçare!
– On atın altında kalsa da bir şey olmazdı. Yalnız, tehlikeli yerine basmışlar gibi…
– Ömrü varsa bir şey olmaz.
“Biçare, geçen yıl bayramda bana yarım som bayram harçlığı vermişti. İnşallah iyileşir” diye aklımdan geçirdim.
Araba geldi. İsanbay ağabeyi arabaya yatırdılar. Ağabeyim ve üç dört arkadaşı birlikte İsanbay’a refakat ederek şehre doğru hareket ettiler.
Kalabalıkta birileri, “Ağrısını hafifletmek için tuzlu suya batırılmış pamuk alsınlar, kızgın kepek bastırsınlar…” diye söyleniyordu.
Onlar gittikten sonra oğlak kapma yarışı yeniden başladı. Ben yarış bitinceye kadar seyrettim. Çok şükür ki hiç kimseyi at çiğnemedi.
* * *
Dün sanki beni at tepmişti. Yerime yatar yatmaz kavak kütüğü gibi kaskatı kalıp uyumuşum. Sabahleyin annem:
– Çabuk kalk! Baban gelirse öldürür, karışmam, diyerek üstümden yorganı çekip aldı. Ben uykulu gözlerle:
– Babam pazara gitmedi mi? diye sordum.
Annem:
– İsanbay’ın cenazesinde, diye cevap verdi.
Uykum açılıverdı.

GAFUR GULÂM

Sovyetler Birliği devrindeki Özbek edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden biri olan Gafur Gulam, 1903 yılında Taşkent’te dünyaya geldi. Eski usuldeki okulda, Rus-tuzem okulunda ve sonra da öğretmen okulunda okumuştur. Biraz öğretmenlik yapmış sonra sosyalistlerin “Kızıl Özbekistan”, “Şark Gerçeği” adlı gazetelerinde çalışmış, “Muştum” ve “Yer Yüzü” dergilerinde de görev yaptı (1924-1942).
Daha sonra Özbekistan Fenler Akademisi Edebiyat Enstitüsünde asistan olarak görev yapan (1943-1966) Gafur Gu-lam, 1966 yılında öldü.
İlk şiiri “Güzellik Nede” 1923 yılında basılmıştır. “Dinamo” (1931), “Canlı Şarkılar” (1932) adlı kitaplarıyla şair olarak tanınmıştır. Bu kitaplarda o dönemin ideallerinin talepleri genç komünistlerin ve Bolşeviklerin düşünceleri teşvik edilmiştir. “Kokan” (1930) adlı destanında kollektif çalışmanın çiftçiye şans getiren gücü anlatılmış, kolhoz çevresinde doğan yeni adamlar, yeni hayatlar tasvir edilmiştir. Bu destan, Özbek Sovyet şiirinin büyük başarısı olarak değerlendirilmiş, ders kitaplarında elli yıl okutulmuştur. Aslında Türkistanlı çiftçilerin yerleri ellerinden alınıp, Ukrayna ve Sibirya’ya sürgün edilimişler, yerleri devlete bağlı kolhoza dönüştürülmüştü. Bu tarihî bir gerçektir. Buna rağmen Gafur Gulam’ın şairlik yeteneği inkâr edilemez. Ayıca belirtmek gerekir ki Çolpan, Kadiri ve diğer öldürülen veya sürülen aydınların sonunu gören Gafur Gulam ve çağdaşlarının başka türlü yazmaları mümkün değildi. Gafur Gulam, düzenle iyi geçinmiş, çevresindekilere bunu öğretmiş ve Aybek gibi düzenin yanında mı karşısında mı olduğuna karar verilemeyen birçok aydını da korumuştur. Bu konuda en ayrıntılı kaynak Said Ahmed’in hatıralarını anlattığı “Kaybettiklerim ve Kazandıklarım” adlı eserin Gafur Gulam’la ilgili bölümüdür.
Gafur Gulam’ın yazdığı bütün eserleri toplanıp birkaç defa Özbek Türkçesi ve Rusça olarak yayımlanmıştır. “Lenin ve Şark” adlı kitabı 1973 yılında “Lenin Ödülü” almıştır. Ona üç defa “Mihnet Kızıl Bayrak” madalyası (1937,1951, 1961), “Lenin” madalyası (1949) ve başka devlet ödülleri verilmiştir.
Gafur Gulam’ın eserlerinden senaryolaştırılan “Sen Yetim Değilsin” ve “Yaramaz Oğlan” adlı filmler, Özbek halkı arasında çok sevilmiştir.

Benim Hırsız Yavrum
(Yaşanmış Hikâye)

Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Tohliyev
Babamız öleli nice yıllar geçti. Bu yıl, on yedinci yılın baharında annemiz de öldü ve biz tamamen yetim kaldık.
Bizim hâlimizi hatırımızı sormaya ninem, annemin annesi Rukiyebibi geliyordu. Ninemize biz “Kara Nine” diyorduk.
Geceleri ninemle birlikte hepimiz ayvanda eski minder ve yastıklarla bir tane kilim üzerinde uyuyorduk.
Eylül ayının sonu, sonbaharın ilk akşamlarından biriydi. Hava biraz serindi. Biz öksüzler birbirimize sarılıp, birbirimizi ısıtıp uyumuşuz. Sıranın en sonunda, sanki anne kuş gibi Kara Nine yatıyordu. O seksen yaşını geçmiş, ağızotu tiryakisi ihtiyar bir kadındı.
Bir akşam Üç Horoz Yıldızı geçip Yedi Eşkiya Yıldızı gökyüzüne dik geldiğinde bir gürültü işiterek uyandım. Ninem birisiyle yüksek sesle konuşuyordu. Avlumuz büyüktü. Atalarımızdan kalma bu avlu dörtgen şeklindeydi. Çevresi evlerle kuşatılan bu avlunun güney tarafında amcalarım oturuyorlardı. Fakat onlar yazın bahçe evlerine taşınıyorlardı. Şimdi orada kimse yok. Şu işe bak, bizim eve hırsız girmiş. Bizi de adam sayanlar varmış meğer. Yarın arkadaşlarıma çok övüneceğim, “Bizim eve hırsız gelmiş!” diye. Gururla söylemek mümkün. Lakin inanırlar mı acaba?
Hırsız amcamoğullarının çatısı üzerinden yavaşça geçip ninemin yakınına geldiğinde hapşırmış. Ninem ise yastığını kucaklayıp dilinin altındaki ağızotunun verdiği keyifle hayallere dalmış yatıyordu. Ninem ağzındakini tükürüp çatıya bakarak:
– Hırsız yavrum, hırsız yavrucuğum! Belki bir şey derdinde, geçimini sağlamak için bu işi yapıyorsundur. Hastalığın geçtikten sonra bu işi yapsan olmaz mı?
Hırsız yukarıdan:
– Ya nine, siz de bir gece olsun dinlenip uyusanıza! Bizim gibiler de bir gün olsun rahat çalışırdık!
Ben konuşmanın burasında uyanmışım galiba. İşittiklerimi olduğu gibi yazacağım:
– Gözünü sevdiğim hırsız yavrum, başımda bu kadar musibet varken, gözüme uyku girer mi? İşte altı aydır bir saat bile uyuduğum yok. Gündüzleri serseri gibi dolaşıyorum. Bir yerde oturup biraz kestiriyorum. Geceleri ise hayallere dalıyorum.
– Neleri hayal ediyorsunuz, nineciğim?
Bu sorudan sonra hırsız üzerindeki kaftanını çıkartıp yastık gibi yaptı ve yaslandı.
– Neleri mi hayal ediyorum? Şu dört öksüzün geleceğini düşünüyorum. Zamanın nasıl olduğunu görüyorsun. Geçim taştan da sert. Devenin gözü kadar ekmeği buluncaya dek akla karayı seçersin. Bekâr arabacı dayılarının kazandığı parayı kendi ailelerinden artırıp bunlara da bir şeyler kalması zor. Ee, bu çocuklar ne zaman büyüyüp kendi ekmeğini kazanırlar ki? Hayal sürmek zorunda kalacağım. Yine de bunların bir tanesi erkek, üçü kız, en büyüğü şimdi onbeş yaşında. Bu zavallı kızlara ne zaman birileri sahip çıkacak. Birileri sahip çıkmazsa, bunlarda kimsenin gözü yok. Zaman ağır, hırsız yavrucuğum.
– Doğru söylüyorsunuz nineciğim, dedi hırsız. Benim de iki çocuğum, eşim, yaşlı annem var. Helva demekle ağız tatlanmaz. Bunlara bakmam lâzım. Dört kişinin ekmeğini kazanmak için başımı ne belâlara sokacağım. Eğer çalışırsam gücüm var, aklım zekâm yerinde. Bu iş benim hoşuma mı gidiyor sanıyorsunuz? Zaman değişti. Kerenski başa geçtikten sonra savaş bitecek demişlerdi. Ama bitmez galiba. Hâlâ devir zenginlerin devri.
– Başka bir iş yapsan olmaz mı yavrum? dedi ninem.
– Ne iş yapayım ki? Her işin sonu boş. Baba mesleği ayakkabıcılığı mı yapayım? Ayakkabı dikmek için ne deri var, ne çivi var, ne de boya. Hamal olarak çalışayım desem şimdi çuval çuval buğday, havuç, şalgam satın alacak zenginler nerede? Dün şu mahallenin koca ayakkabıcılarından Buvamet Dede bütün kalıp, iğne ve ipliklerini iki çuval mısır ununa takas etti. İyi yaptı. Onun ayakkabısını giyecek Özbek, Kazak, Kırgız çiftçileri nerede? Hiç kalmadı. Şehirde sadece onların öksüz çocukları kaldı. Başlarını nereye sokacaklar? Onbeş tane öksüz, kirli elleriyle “Amca ekmek verin!” diyor. Ekmek! Kendi çocuklarıma yok ki onlara nasıl ekmek vereceğim. Sadece ben değil, mahalledeki herkesin durumu böyle. Bıçakçıların da, hocaların da, dericilerin de, öğretmenlerin, mollaların da durumu böyle ağır. Bir kaşık bulaşık suyuna hasretler. Allah savaşı kimseye göstermesin. Kıyamet dedikleri budur herhâlde. Değil mi hırsız yavrum? İnşallah bu öksüzlerin kaderine yazılanı vardır. Peki, sana sorayım. Fakirlikten dolayı bu haram işe girmişsin. Biraz zengin olan insanların evine girsen olmaz mı? Şu mahallede Hafız Kerim denen kumaşçı var, Adil Hoca denen bir zengin var. Matyakupbay denen bir derici var. Bunların serveti bol. Beşikteki bebekleri bile kenarına şiir yazılı porselen kâsede yemek yiyorlar. Onların evine girsen olmaz mı?
– Vay nineciğim çok safsınız. Zenginlerin evinden çalmak mümkün mü? Duvarları sekiz kat, kapıları demirden, avlularında eşek gibi iri üç dört tane köpekleri var. O köpekler eğer avludan kelebek geçse bir hafta havlar. Adil Hoca’nın bekçisinde silah var. Ölmek istemiyorum. Vurmasa bile Sibirya’ya köle olarak gönderiyor.
– Haklısın yavrum. Ama bir iş yaparken tedbirli ol. Milletin karşısında rezil olma yine de.
– Tamam nine. Dün Sası Arif’in ahırından dört tavuk, bir horoz çalmıştım.
– Ne? Tavuk, horoz mu çaldın? Bu yaratıklar ses çıkarıp seni rezil etmedi mi?
– Her işin bir püf noktası var nine. Tavuk çalmaya gittiğim zaman cebimde bir şişe suyla giderim. Sonra ağzımı suyla doldurup püskürürüm. Tavuk gibi ahmak canlı dünyada bulunmaz. Hepsi yağmur yağıyor galiba diye kafalarını içeriye çekip yatarlar. Ben de onları bir bir boğazlarından yakalayıp çuvala koyarım.
– Ya öyle mi? Şöyle desene. Demek ki her işin bir püf noktası var.
– Bir gün sırrımın ortaya çıkmasına, işimin bozulmasına az kaldı. Şansıma takım komutanı Rahman Hoca’ya horoz götürmüştüm, işi kimseye söylemeden halletti. Rahman Hoca’yla ilişkimiz iyi. Geçen yıl bir şeyler satarak seksen üç som rüşvet vermiştim. “Şimdilik bu!” demiştim. Rusya’ya çalışmaya göndermedi.
– Güzel. Çocuklarının rahatını görsün. Şimdi bak hırsız yavrum. Biraz sonra sabah olacak. İşte parlak yıldız da dik geldi. Mutfak yanındaki duttan yavaşça aşağı in. Odunumuz yok. Mutfakta epey eskilerden kalma iki tane ceviz kütük var. Baltayı al ve onların kenarından biraz odun kes. Tencereyi koyacağım. Dün dayın iki tane mısır ekmeği getirmişti. Birlikte çay içeriz.
– Olmaz nine. Odun bir şey değil, ama biraz sonra güneş çıktığı zaman siz benim yüzümü görüp tanıyacaksınız. Biraz da olsa endişem var. Utanacağım.
– Ya böyle mübarek evden hiçbir şey almadan mı gideceksin? Bir dakika. Aa, işte mutfakta büyük bir kazan var! Önceleri şu kazanda yemek pişirirdik. Allah’ın gazabına uğradık galiba. Öyle büyük bir aileden sadece şu dört öksüz kaldı. Bunlar ne zaman büyüyüp, büyük kazanda yemek pişirir ki?
– Öyle demeyin nine. Bu günler de geçecek. Yine büyük aileler bir araya gelirler. İşte o zaman bu kazan da küçük gelecek. O öksüzlerin bir gün işine yarayacak. Düğünlerinde yanlarında oluruz inşallah. Görüşmek üzere nineciğim. Dağ tarafından güneş çıkıyor.
– Görüşmek üzere hırsız yavrum.
– Olur nine. Olur…
Ben o hırsızı tanıyordum. Ama bugüne kadar kimseye söylemedim.

AYBEK (1905-1968)

Özbek Edebiyatının gelişmesine önemli ölçüde katkı sağlayan büyük yazar ve şair Musa Taşmuhammedoğlu (Aybek) 1905 yılında Taşkent şehrinde dünyaya geldi.
Aybek, edebiyat alanına 1926 yılında yayımlanan “Duygular” adlı şiir kitabıyla girdi. Şairin “Dilber Devr Kızı” (1931), “Öç” (1932), “Bahtıgül ve Sağındık” (1933), “Demirci Cöre” (1933) adlı eserleri o dönemin en seçkin eserleri olarak bilinir.
Özbek halkının 1916 yılındaki milli bağımsızlık mücadeleleri yazarın “Kutlu Kan” (1940) romanında çok ustalıkla aksettirilmiştir. Yazarın ikinci tarihi eseri de “Nevai” romanıdır. Aybek, Nevai romanını yazarken oldukça önemli ilmi çalışmalar yapmış; bunun yanında bu romanı gizlilik içerisinde kaleme almıştır. Çünkü milli konularda yazan Çolpan’a sahip çıkmaya çalışmış ancak Çolpan suçsuz yere katledilmişti. Aynı akıbete uğramamak için gizlilik içinde “Nevai” romanını yazmış; diğer eserleriyle Sovyet rejiminin şüphelerini yok ettikten sonra bu romanını yayımlamıştır.
Yazarın “Çocukluk” adlı otobiyografi eseri 1963 yılında yayımlanmıştır. Eserde 20. Asrın ilk yıllarında Türkistan’daki günlük hayat, eğitim ve öğretim, üretim ve ticaret hayatı hakkında aydınlatıcı bilgiler vardır.

Fenerci Baba

Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Tohliyev
Dar sokağın kimsesiz akşamını yalnızca Tursunkul amcanın eski kapısı üzerine yerleştirilen bir fenerin ışıkları aydınlatırdı. Her akşam onu kısa boylu, kırışık yüzlü bir ihtiyar gelip yakardı. Biz ona “Fenerci Baba” derdik. Çok sessiz, sakin bir kişiydi. Elinde küçücük merdiveniyle gelir, ona bir cambaz gibi çıkar, cebinden kirli mendilini çıkarıp fenerin camlarını siler, feneri yaktıktan sonra aşağı iner, omuzluk gibi eğilmiş sırtına küçücük merdiveni yükler ve bir anda gözden kaybolurdu.
Fener için direk dikildiği günden beri biz mahalle çocukları çok sevinmiş ve fenere büyük bir ilgiyle bakmıştık. Ama bu ilgi uzun sürmedi.
Sonra fener kimsenin ilgisini çekmez oldu. Ayrıca mahalle çocukları ile fener arasında anlaşılmaz bir düşmanlık ortaya çıktı. Hepimiz toplanıp önce fenere doppımızı atardık. Doppısıyla vuran çocuk usta nişancı oluşuyla gururlanırdı. Bu da bizi bezdirirdi. Çünkü doppıyı giyip ipekli doppı ile güzelce süslenen fener bambaşka bir renk alır, bizimle adeta dalga geçerdi. Biz elimize taş, kesek alarak fenere hücum etmeye alıştık. Böylece, o daha güçsüzleşirdi. Küçücük bir taş veya kesek onun “gözünü” kırabilirdi. Sonradan Fenerci Baba haftada üç dört defa fenere yeni “gözlük” almak zorunda kalırdı. O gidince biz yeni “gözü” oyardık. Buna rağmen Fenerci Baba bize hiçbir şey demezdi. Onun bu yaptığı bizim hoşumuza gitmez, bizi kovalamasını, yakalamak için beklemesini, hatta birimizi dövmesini isterdik. Ama bizim bu istediklerimizin hiçbiri gerçekleşmezdi.
Bir gün akşama doğru sokak çocuklarla doluydu. İçimizden en korkusuz, en acımasız olan Topal Kasım:
– Çocuklar, dedi.
Tozdan kirli yüzlerimiz yeni bir şey bekleyip onun gözlerine çevrildi.
– Biraz sonra “Fenerci Baba” gelecek. Feneri kıralım.
Ne yapacağını göstermek için eliyle bir şeyler aramaya başladı.
Ellerimizden vızıldayarak uçan taş ve kesekler fenerin bütün gözlerini delip geçmişti. Fenerci Baba’nın eğilmiş küçücük gövdesi yaklaşmaya başladı.
– Deli çocuklarım, bu nasıl iş? Fenere dokunmasanız olmaz mı? O yukarıda. Siz yerde oynasanız olmaz mı?
Çocuklar ses çıkarmadılar.
– Şimdi siz çocuksunuz, gözleriniz istediğiniz her şeyi görebilir. Karanlık da gündüz de sizin için bir. Yatsı namazı olmadan annenizin kucağında mışıl mışıl uyuyacaksınız. Ama bizim gibi ihtiyarlar için fener olması çok önemli, dedi.
Çocukların hepsi yaşlı adama bakıyordu.
– Geçen gün akşam kuvvetli bir yağmur yağıyordu. Buraya gelmiştim, sokak karanlık içindeydi. Fenerin camı kırıldığı için rüzgâr onu söndürmüş. Çayın kenarına geldiğimde suda bir şey vardı. Bu neymiş diye fenerle çaya baktım. Benden de ihtiyar bir adam çaydan çıkamıyordu. Hemen ona yardımcı oldum, elinden tutup çektim. Güçlükle çaydan çıkardım. Giysileri çamur içindeydi, çok ıslaktı.
Çocuklardan biri:
– Ya, adamcağızın sakalı, yüzü de çamur muydu?
– Evet öyleydi. Ben onu evine götürdüm, dedi ihtiyar.
Gözümün önünde fenerci Baba’nın söyledikleri canlandı.
Topal Kasım:
– Yalan, yalan! diye bağırdı.
Bütün çocuklar:
– Gerçek! diye cevap verdiler.
– Eğer yine bir çocuk fenerin “gözünü” kırarsa biz onu yakalayacağız ve amcaya teslim edeceğiz, diye söyledi Ahmet.
Fenerci Baba:
– İnşallah bundan sonra kırmazsınız.
– Hayır, kırmayız, diye cevap verdik.
Küçücük merdiveni omzuna atarak karanlığa girip gözden kayboldu.
O olaydan sonra fenere kimse dokunmadı.
Şimdi onun yerinde tel kafesle sarılmış, yumurtadan biraz büyükçe bir elektrik lambası yanıyor. Onu kimsenin yakmasına gerek yok. Ne kibrit, ne gaz yağı gerekmiyor. Hiçbir çocuk artık onu taşlamıyor. Elektrik lambasının ışığında gezerken çocukluğumun bir parçasını ve Fenerci Baba’yi hatırlarım.

ABDULLA KAHHAR (1907-1968)

Özbek edebiyatının ünlü temsilcilerinden biri olan Abdulla Kahhar 17 Eylül 1907’de Kokan (Hokand)’da bir demirci ailesinin çocuğu olarak doğdu.
Çocukluğu Kokan çevresindeki Yaypan, Kudaş, Buveyda, Alkar, Akkorgan gibi köylerde geçti. 1930 yılında Merkezi Asya Devlet Üniversitesi Pedagoji fakültesini bitirdi.
Yazar, Puşkin’in ”Subay Kızı”, Gogol’un “Evlenme” ve “Teftişçi” komedilerini bizzat kendisi; eşi Kibriya Kahharova ile ise Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” eserlerini Özbekçeye çevirmiştir.
Eserleri:
“Köy Hüküm Altında”, (1932, ilk kitabı), “Serap” romanı, “Hikâyeler”, “Nineler Telefon Açtı”, “Kadınlar”, “Hırsız”, “Hasta”, “Nar”, “Çiftçınar Işıkları” (1951) hikâye kitapları, “Sinçelek” (1958) ve tiyatroları: “Şahi Suzane, Ayacanlarım, Ağrıyan Dişler, Tabuttan Ses.”

Hasta

Türkiye Türkçesine çeviren: Muhammed Emin Töhliyev
Satıbaldı’nın karısı hastalandı. Satıbaldı hastayı okuttu, faydası olmadı. Tabibe gösterdi. Tabib kan aldı. Zavallının gözleri görmez oldu. Üfürükçü okuyup üfledi. Tuhaf bir kadın geldi, söğüt dalı ile vurdu. Tavuk kesip kanını sürdü… Bunların hepsi elbette parayla oluyordu. Böyle zamanlarda kalın olan gerilir, ince olan kopardı.
Şehirde bir doktorun muayenehanesi vardı. Satıbaldı’nın bu muayenehane hakkında bildiği şuydu: Serin ve sessiz bir parkın içinde, ağaçların arasında kalmış yüksek ve güzel beyaz bir bina; porselen kollu gri kapısında zil düğmesi vardı. Pamuk tohumu, koza ve küspe ticareti yapan patronu Abdugani Bey, ambarda devrilen çuvalların altında kalıp nerdeyse ölümün eşiğine geldiğinde bu muayenehaneye değil Fergana’ya gitmişti. Muayenehane denildiğinde Satıbaldı’nın gözünün önüne üstü kapalı fayton ve 25 somluk kağıt para gelirdi.
Hasta ağırlaştı. Satıbaldı, patronunun yanına halini anlatmaya gitti ama bu gidişten maksadının ne olduğunu kendisi de pek bilmiyordu. Abdugani Bey, onu dinlediğinde çok üzüldü. Elinden gelse hemen şimdi onun karısını ayağa kaldırmaya hazır olduğunu söyledi ve sonra sordu:
– Bahaeddin Nakşibend’in meczuplarına bir şeyler adadın mı? Ya Gavs-i Azam’a?
Satıbaldı çıkıp gitti. Hastanın yanında gürültü patırtı etmemek ama bu vaziyette geçimini sağlamak için evde yapabileceği bir iş öğrenmeye mecbur kaldı. Çeşit çeşit sepet örmeyi öğrendi. O, sabahtan akşama kadar yakıcı güneşin altında, dalların arasına oturup sepet örüyordu.
Dört yaşındaki kızcağızı eline mendil alıp annesinin yüzünü ölmüş, yarı canlı pis sineklerden koruyordu. Bazen elinde mendille boynunu büküyor, uyuyup kalıyordu. Her taraf sessizdi. Yanız sinekler vızıldıyordu. Her zaman yakından veya uzaktan bir dilenci sesi geliyordu:
– Hey dost! Allah rızası için! Allah resulü der ki: Sadaka belayı def eder!
Bir gece hasta çok sıkıntı çekti. Onun her inlemesinde Satıbaldı, beynine çivi çakılır gibi ızdırap çekiyordu. Komşusu olan yaşlı kadından yardım istedi. Yaşlı kadın hastanın dağılan saçlarını düzeltti. Sağını solunu okşadı. Sonra… Oturup ağladı.
– Günahsız bir çocuğun seher vakti ettiği dua kabul olur. Kızınızı uyandırın, dedi.
Kızcağız bir müddet uyku sersemliği ile ağladı. Sonra babasının öfkesinden, annesinin perişan halinden korkup yaşlı kadının öğrettiği gibi dua etti:
– Ey Allah’ım. Annemin deydine deva bey…
Hasta her gün önceki günden kötüye gidiyordu. Sonunda iyileşmesinden umut kesildi. “İçimize dert olmasın” diye başında iyileşmesi için kırk kez Yâsîn suresi okuttular. Satı-baldı, ördüğü sepetlerin çoğunu satın alan bakkaldan yirmi tenge borç aldı. Kırk kez Yâsîn okunduktan sonra hasta iyileşir gibi oldu. Hatta gözünü açıp küçük kızı yanına aldı ve fısıldadı:
– Allah, kızımın seher vakti ettiği duayı dergahında kabul etti babası. Ben iyiyim. Seher vakti kızımı uyandırmayın.
Tekrar gözlerini yumdu. Bu kapamadan sonra gözlerini bir daha açmadı. Seher vakti geldiğinde canını teslim etti.
Satıbaldı, küçük kızını ölünün yanından alıp başka tarafa yatırırken küçük kız uyandı ve gözünü açmadan öğrendiği duayı okudu:
– Ey Allah’ım. Annemin deydine deva bey…

    1936

MİRKERİM ASIM (1907–1984)

Mirkerim Asım 1907 yılında Taşkent’te dünyaya geldi. 1918–1921 yılları arasında ilköğrenimini tamamlamış ve ardından 1921–1924 yılları arasında Nerimanov adındaki meslek okulunda eğitim görmüştür. Musa Taşmuhammed oğlu Aybek ve Hamil Yakubov ile bu meslek okulunda tanışmıştır. 1926 yılında ise Moskova devlet pedagoji enstitüsünün tarih ve iktisat fakültesinde okumuş ve 1930 yılında buradan mezun olmuştur. Daha sonraları Semerkand’da Öğretmen Hazırlama Kursu’nda görev yapmış, ardından 1932 yılında ise Özbekistan Eğitim Bakanlığına bağlı Pedagoji Araştırma Enstitüsü’nde çalışmıştır.
Mirkerim Asım’ın başlıca yazdığı eserler, Estrabad, Ali Şir Nevai ve Derviş Ali, Sürgün, Nevai’nin Hısletleri, Uluğ-bek ve Nevai, Makedonskiy, Arab Halifeliği, İran Şahlarının Baskını, Moğol İstilasi, Otrar, Tomaris, Temür Melik, Aleksandr ve Spitamen, Mahler Ayım ve Hanpaşşa, Kervan Çanı, Elçiler, Zulmet İçre Nur (Nevaî), Ceyhun Üstünde Bulutlar (Berunî), İbni Sina Kıssası, Cebirin Doğuşu (El-Harezmî), Kırılan Setar (Meşrep).
Mirkerim Asım ayrıca M. Şalahov’un Durgun Akardı Don, S. Baradin’in Yıldırım Beyazıt romanlarını ve L. G. Batn’ın Hayat Bostanı kıssası ve daha birçok eseri Özbekçeye çevirmiştir.
Mirkerim Asım 1984 yılında Taşkent şehrinde vefat etmiştir. Vefatından sonra kendisinin verdiği büyük emeklerden ötürü 2002 yılında madalya ile mükâfatlandırılmıştır.

Şırak

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü
Yazla birlikte Yeksert kenarındaki çöllerde otlar da susuzluktan kurumayabaşladı. Buralarda yaşayan Şek aşiretleri otu bol yaylalara göç etme telaşına düştüler. Yeni yerlere göçmek hayvancılıkla uğraşanlar için bir bayram gibiydi. Onlar, bahar mevsiminde yaşayıp alıştıkları yerleri bırakıp gitmeden önce birbirlerine misafir olurlardı. Şifalı otları yiyip semiren kısrakların sütünden yapılan keskin kımızları içip çakırkeyif olan delikanlılar kızlarla düğünlerde karşlıklı söz atışmaları yapar, hoşça vakit geçirirlerdi.
Yalnız bu sefer insanların içi rahat değildi. Otlaklarda ne türkü sesleri ne de kızların keyifli gülüşleri işitilmiyordu.
Yüksek bir yerde kurulan ak otağın etrafında eğnine tüysüz deriden palto, başlarına ucu incecik uzun kalpaklar giymiş silahlı muhafızlar bekliyordu.
Otağın içinde Şek aşiretlerinin aksakalları meclis kurmuş oturuyorlardı. Sedirin üstüne atılan ayı derisi üstüne bağdaş kurup oturan Rustek, aksakallarına durumu anlatıyordu:
– İran şahı Daryus Ceyhun ırmağını geçip, Soğdiya’yı ele geçirdi. İranlılar ülkeyi yağmalayıp erkekleri köle, kadınları cariye kılıyorlar. Şimdi sıra bize geldi. Habercilerimiz şahın bizim tarafa Ranasbat kumandasında büyük bir ordu göndermeyi düşündüğünü bildiriyorlar…
Rustek, saçı ve sakalı ağarmış; biraz kamburlaşıp çökmüş, iri yapılı, yaşlı bir adamdı. O bir zamanlar geniş omuzlu, uzun boylu bir pehlivandı. Bire bir çarpışmalarda Şek soyunun düşmanlarından nice bahadırları yere sermiş, Soğdiya’da ve İran’da büyük ün kazanmıştı.
Şimdi, Şeklerin ve Soğdiyalıların en şiddetli düşmanı olan İran şahı ve onun kötü niyetleri hakkında konuşurken öfkeden nefesi tıkanıyor; gözleri ateş saçıyordu. Ateşli sözlerle düşmanı def etmek için yapılması gerekenler hakkında aksakallarla fikir alışverişi yapıyordu.
– Elinden hiçbir iş gelmeyen yaşlı erkekleri ve yaşlı kadınları, çocuklu kadınları, koyun ve at sürüleri ile uzak çöllere gönderirsek ve geri kalan kadın erkek herkesi silahlandırırsak; düşmanla kanımızın son damlasına kadar, diye söze başladı aşiretin aksakallarından Saksefer.
O, yaklaşık olarak altmış yaşlarında olsa da gençler gibi yüzünün iki yanı da kıpkızıl, çalışkan ve zorluklara tahammülü olan bir insandı. Devam etti:
– Savaşın yükünü çekmek namussuz yaşamaktan daha iyidir. Zalim İran şahına köle olmaktansa savaş meydanında ölmek daha iyidir…
Rustek, onun uzun sözlerini sabırla dinleyip başını eğerek düşüncelere daldı.
– Savaşta mertçe ölmek sözde kolaydır. Lakin düşmanı ezip yok etmek, ondan intikam almak zordur. Bizim mertlik gösterip adımızı yükseltmeyi değil; ülkemizin, insanımızın hürriyetini nasıl koruyacağımızı düşünmemiz gerekir, dedi heyecanlanan Saksefer’e bakarak.
Aksakallar, dillerini yutmuş gibi seslerini çıkarmadan oturuyorlardı. Birçok ülkeyi ele geçiren, savaş meydanlarında çok tecrübe sahibi olan, iyi silahlarla donatılan İran ordusuyla vuruşmanın kolay olmadığını iyi biliyorlardı.
İleri gelenler bu sıkıntılı durumu çözüme kavuşturmak için oturmuş kafa yorarlarken otağın kapısında nöbet tutan delikanlı Şırak adlı bir çobanın içeri girmek için izin istediğini söyledi.
Rustek:
– Şırak mı? O da kim?
Saksefer:
– Şırak bizim aşiretten. Bütün ömrü çobanlıkla geçti. Kendisi ileri görüşlü, bilgili, güzel destanlar okuyan yaşlı bir adamdır. Eskiden harabelerde akrep yakalayıp kendini soktururdu. Acı hissetmezdi. Anlattıklarına göre gençliğinde onu yılan sokmuş da otlardan yaptığı ilaçları sürüp iyileşmiş. O zamandan beri yılandan, akrepten korkmaz.
– Madem öyle, çağırın ihtiyarı, buraya gelsin.
Kapıdan altmış yaşını aşmış, çevik, dimdik duran yaşlı bir adam girerek içerdekileri saygıyla selamladı:
– İzin verirseniz ben de aranıza katılıp fikrimi söylemek istiyorum. Hangi konuyu görüştüğünüzü biliyorum.
– Otur, otur. Seni dinliyoruz, dedi Rustek.
– İran şahının askerleri Seyhun ırmağının dibindeki kum tanelerinden de çok. Onları savaş meydanına çağırıp yenmek imkânsız. Öyle bir hile bulmamız gerek ki düşmanın ayakları tutmaz olsun. Yuvarlanıp ölüm uçurumuna düşsün.
– Haydi söyle. Nasıl bir hile düşündün? diye sordu Rustek.
– Bunu yalnız sana söylerim. Aksakallar otağı terk etsinler.
Bu sözü işiten Rustek, yüzlerini buruşturan aksakallara baktı:
– Ne diyorsun? Sen bu büyük adamlara güvenmiyor musun, diye sordu.
– Güveniyorum. Onlar ülkemizin derdiyle dertlenen iyi insanlar. Ölseler bile düşmana sır vermezler. Amma onların yakın dostları, kardeşleri, oğulları, karıları var. Benim sözlerimi farkında olmadan onlara söylemeleri mümkün. Herkesin bildiği söz: Elin ağzı torba değil ki büzesin. Aksakallar beni affetsinler…
Aşiret reisleri peş peşe yerlerinden kalkıp dışarı çıkmaya başladılar.
Ak otağdan biraz ötede çöküp oturan göçebeler Şırak’ı iyi tanırlardı. Onun kopuz çalıp söylediği destanları çok dinlemişlerdi. Kendisinin de destanlarda övülen arslan yürekli adamlardan biri olduğunu bilirlerdi.
Aradan bir süre geçtikten sonra Şırak otağdan çıktı. Onu gören göçebeler korkuyla yerlerinden kalktılar. Yaşlı çoban, kesilen iki kulağına ve burnuna kızgın yün bastırıp akan kanı durdurmaya çalışıyordu. Beklenmeyen bu hadiseye öfkelenen göçebeler onun etrafını sardılar ve üst üste soru yağdırmaya başladılar:
– Burnunu, kulaklarını neden kestiler?
– Zavallı, senin suçun neydi?
Rengi ceset gibi bembeyaz olan Şırak, dişlerini sıkarak acıya dayanmaya çalışıyor, soydaşlarının sorularına cevap vermiyordu. Onu bir yere götürüp kızgın yünle akan kanını durdurdular. Yaşlı adamın bozkır rüzgârı ve çöl güneşinde yanıp kararan yüzünde öfke alameti yoktu. Kendine geldiğinde yerinden kalktı, batıya doğru yürüdü. Olup bitenlere şaşıran insanlar arkasından bakakaldılar.

Çiftçilik ve bağcılıkla uğraşan Soğd halkına baş eğdiren İran şahı, Yeksert suyunun sol kıyısındaki göçebelerin üzerine yürümeden önce istirahat ediyordu. Yedi kat tuğla duvarla çevrili bahçenin ortasındaki yüksek kameriyede kendi kurmaylarıyla şarap içiyor, tatlı tatlı sohbet edip oturuyordu.
Görevlilerden biri kameriyenin yanına gelip selam verdi ve kulaksız, burunsuz tuhaf bir ihtiyarın huzuruna girmek için izin istediğini bildirdi. Dara sorular sorup gelen adamın Şek aşiretinden olduğunu öğrenince:
– Tamam, gelsin, dedi.
İki silahlı muhafız refakatinde gelen Şırak, şahtan on beş adım ötede durdu. Yeri öptü ve kalkıp saygıyla beklemeye başladı.
Dara, uzun boylu, kıvrık uçlu bir burnu olan, yakışıklı bir adamdı. Onun sakalı balta gibi, göğsüne kadar inmiş ve düzgünce taranmıştı. Üstündeki eşi benzeri olmayan altın işlemeli kaftanı parlıyor, elindeki asasına yerleştirilen kıymetli mücevherlerse karanlık gecedeki yıldızlar gibi ışıldıyordu. Taş bebekler gibi duran iki görevli onu ağır ağır salladıkları yelpazelerle serinletiyorlardı.
Dara, keman kaşlarını çatıp yüksek sesle:
– Ey adam! Sen kimsin? Adın ne ve hangi soydansın? diye sordu.
– Adım Şırak. Şek soyundanım, diye cevap verdi yaşlı adam.
– Niçin gelip benim keyfimi bozdun? Maksadın nedir?
– Maksadım birlik ve gayret kuşağını belime bağlayıp siz şahlar şahına hizmet etmektir. Siz efendimiz hakkında iyi düşüncelere sahip olduğum için kendi akrabalarımdan çok sert zulüm gördüm. Ben onlara: “İran şahı ile savaşırız diye boşa kürek çekmeyin. Sizi bir hamlede yerle bir eder. İyisi mi itaat kemerini bağlayıp gidin. O mübarek adamın eteğini öpün.” dedim. Bu söylediklerimi haber alan hükümdarımız Rustek çok öfkelendi. Benim burnumu ve kulaklarımı kestirdi. Şimdi ben sizin yardımlarınızla ondan öcümü almak istiyorum. Yüksek müsaadeleriniz olursa yenilmez ordunuzu yalnız sürü otlatan çobanların bildiği keçi yollarından Şek askerlerinin arkasına dolaştırayım. O zaman onları kılıçtan geçirmek zor olmayacak…”
Şırak’ın sözlerini dinleyen Dara düşüncelere daldı. Eğer savaşçı Şek aşiretleri bu yolla perişan edilirse Ceyhun ırmağı ile Yeksert arasındaki verimli yerleri ele geçiren İran askerlerinin güvenliği sağlanmış olacaktı. Lakin bu yaşlı çobanı bir denemek gerekiyordu. Şırak, şahın kendisine güvensiz gözlerle baktığını anlayıp sözlerinin doğruluğunu ispat etmeye çalıştı:
– Burnumun ve kulaklarımın yakın zamanda kesildiğini görüyorsunuz. Bizimkiler kendi soydaşlarına boş yere böyle işkence etmezler.
Şırak, düşünüp planladığı bütün delilleri ortaya koyup uzun uzun anlattı. Kendisinin İran şahına olan bağlılığını, Şeklere düşmanlığını ispat etmeye çalıştı. Sözün sonunda güneş tanrısı üzerine and içti.
Dara, kumandanlarıyla fikir alışverişi yaptıktan sonra Şekler üzerine ordu göndermeye ve Şırak’ı ise kılavuz olarak görevlendirmeye karar verdi.
İran askerleri kılavuzun tavsiyesi ile yedi günlük su, yiyecek içecek ve hayvanlarına yem ve saman alarak yola çıktılar. Irmağın sağ kıyısındaki kumlu topraklardan geçip Şekleri arkadan çevirip saldırmak üzere hareket ettiler.
İlk günler yol pek sıkıntılı değildi. Bozkırın otları artık kuruyup gitmiş olsa da ara sıra önlerine pınarların etrafında yemyeşil otlaklar çıkıyordu. Gide gide bozkırdan çöle çıktılar. Adamların ve atların su sıkıntısı arttı. Masallardaki atların nalları gibi oyulmuş kum tepelerini aşmak veya etrafını dolaşmak kulay değildi.
Kan ter içinde kalan ayaklarını kumdan güçlükler çıkarabiliyor, başlarını aşağıya salmışlar, adımlarını tek tek atıyorlardı. Bozkırın acımasız güneşi kötü niyetle yola çıkan bu silahlı adamların başlarına alev saçıyor, içlerini kavuruyor, susuzluktan dudaklarını kurutup çatlatıyor, kumların üstünde yükselen kaynar hava ciğerlerini yakıyordu.
Birlik kumandanları dermansız kalmışlar, Şırak’tan Şeklerin ordusunun bulunduğu yere ne kadar mesafe kaldığını sormaya başlamışlardı. O da hedefe yaklaştıklarını ve iki gün daha yürümeleri gerektiğini söyleyerek kumandanları sakinleştiriyordu. Böylesine sıkıntılarla dolu seferin yedinci gününde de Şeklerden hiçbir ize rastlayamadılar. Her taraf çöl, susuz yerlerdi. Adam yürüse ayağı, kuş uçsa kanadı yanardı. Su, yiyecek, yem, saman tükenmişti. Zayıf düşen atlar yeri eşeleyip su arıyordu. Çatlayan dudakları şişmiş adamlar bir yudum su için bir yıllık ömürlerini feda etmeye hazırdı…
Şırak’ı aralarına aldılar: “Önümüze düştün, bizi nereye getirdin, aptal!” diye sıkıştırdılar. Kumandanlardan biri Şırak’ı yakasından silkeledi ve hakaret etmeye başladı. Şırak yakasını onun elinden kurtarıp yün kalpağını başından çıkardı. Geniş ve kırış kırış olan alnındaki teri sildi. Çatlayan dudakları alaylı bir tebessümle aydınlandı. Çekik gözlerinde bir bir ateş parladı. Etrafını saran öfkeli yüzlere gururla baktı. Kalpağını yere atıp kahkahalarla güldü:
– Ben yendim! Dara’nın ordusunu tek başıma yendim, diye bağırdı ve devam etti:
– Sizi aldattım. Çölün tam ortasına getirdim.
Eliyle doğuyu ve batıyı gösterdi:
– Bu taraf tam yedi günlük yol. Bu taraf da… İstediğiniz tarafa gidin. Benim mezarım şurada, diyerek ayaklarının bastığı yeri gösterdi.
Muradına ermek için mukaddes kabul ettiği ateş ve su tanrısına şükürler ederek bir dua okudu. O, gerçekten ülkesini kölelikten kurtarmak için canından vazgeçmişti. Kötü düşmanı hile tuzağına düşürmek için türlü türlü işkencelere katlanmıştı. İşte şimdi arzuladığı sonuca ulaşmış, düşman askerinin kılavuzu olup onları yok oluş uçurumunun kenarına getirmişti. Şimdi düşmanın yapabileceği hiçbir şey yoktu.
O, Rustek’in huzuruna çıktığında şöyle demişti:
– Eğer benim çoluk çocuğumu, torunlarımı unutmazsan tatlı canımdan vazgeçip yurdumun başına gelen belayı def ederim. Düşmanı def etmek için bir hile düşündüm. Ömrümün sonuna gelmişim. Artık bu dünyadan gitmem gerek. Ben yurdum için tatlı ecel şerbetini içmeye karar verdim. Beni iyi dinle…
Hükümdar onun sözlerini sonuna kadar dinleyip fikrini akıllıca bulmuştu. Sonra yanındaki keskin bıçağıyla kendi burnunu ve kulağını kesip güya kendi yurduna hıyanet etmiş biri olarak düşmanın arasına girmişti.
Öfkeden gözleri belermişti. İran askerleri, yüzü kırış kırış olup iyice çirkinleşen Şırak’ı aralarına alıp dövmeye başladılar. Kumandan Ranasbat dayak yemekten pestile dönmüş Şırak’ı onların elinden kurtarıp kenara çekti. Su içirdi. Sonra çadırına alıp onu iyilikle yola getirmek istedi. İranlı kumandan artık Şeklerin üzerine yürüyüp onları mahvetme hayalinden vazgeçmiş, yalnız ordusunu yok olmaktan kurtarmayı düşünüyordu.
– Eğer sen bozkırdaki kuyuları ve çeşmeleri bize gösterirsen seni affedip Soğdiyana’daki köylerden birini sana bağışlarız.
– Yurdumun düşmanlarına yardım etmek için uzanacak elimi kesip atarım daha iyi, dedi o sözü kısa keserek…
Yok olmanın eşiğindeki İranlılar düştükleri acı duruma dayanamayıp fedâkâr çobanı parça parça edip öldürdüler.

SAİD AHMED (1920-2007)

Özbek edebiyatının öncülerinden biri olan Said Ahmed, 10 Temmuz 1920’de Taşkent’te doğdu. Ortaöğretimden sonra gazetecilik ve yazarlık yoluna girdi. Gazeteler onun yüksek okulu oldu.
Gençlik yıllarında zamanın büyük yazarlarına hizmet etti.
İlk hikâye kitabı “Tartık” (Hediye) 1940 yılında yayımlandı.
İkinci dünya savaşını takip eden yıllarda çok eserleri yayımlandı. Bunlar arasında tiyatro eserleri de vardı. Bunlardan sahnelenenler arasında “Kelinler Kozgalanı” (Gelinlerin İsyanı) çok beğenildi.
Stalin devrinde SSCB’de, özellikle Türk ve Müslüman halkların aydınlarına uygulanan kıyımların ikincisinden payını aldı. “Halk düşmanı” diye damgalanarak hapishane ve kamplarda çile çekti.
Özbekistan’ın bağımsızlık günlerini yaşama mutluluğuna erişti.
5 Ararlık 2007’de Taşkent’te vefat etti.

Karagöz Mecnun
Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü
Kur’ân-ı Kerimden: “Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve ahirette boşa gitmiştir. İşte onlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.”
    Bakara Suresi, 217. ayet
Hadis-i Şerif’ten:
“Cennete girecek on hayvandan biri bu Ashab-ı Kehf’in vefalı köpeğidir.”
    Cami’ül-Kebir
Saadet ana sabah namazını kılıp seccadenin üzerinde uzun bir müddet oturdu. Bundan üç yıl yıl önce dünyadan göçen kocası Turab ustanın ruhu için Kur’an okudu. Rus şehirlerinde başıboş gezen oğlu Börühan’a insaf vermesini Allah’dan diledi. Bahtı açılmayan, gül gibi ömrü sonbahara dönen kızı Kumru’ya acımasını istedi, “o meleğin yolunu aç” diyerek Allah’a yalvardı.
Yaşlı kadın her sabah içinde bir eziklikle bu sözleri tekrarlardı. Elini uzatıp seccadenin bir köşesinden tutarak ayağa kalktı.
Eylül ayının sonu yaklaşmıştı. Sular duruydu. Arkların diplerinde çoluk çocuğun attığı fincanlar, çaydanlık kapakları, kaşıklar rahatça görünüyordu. Su kenarlarının ıslak olduğu, ekinlerin su aramadığı zamandı.
Komşu evlerden okula giden çocukların çıkardığı kargaşa, yaramazlıkları, annelerin yalvarıp yakarışları işitiliyordu. Yaşlı kadın bu sesleri biraz dinleyip başını salladı ve güldü.
Saadet gençliğinde çok güzel bir kızdı. Saçları baldırlarına değerdi. Taradığı zaman şimşir tarak tutan elleri saçının ucuna yetişmezdi. Yarısını ayırıp bir tarafını tarardı. Ablası bu saçları kırka ayırıp örer, yine bir kısmı kalırdı.
– Eh, bıktım senin saçından. Ellerim uyuştu. Saçını ördürmek için adam tutmak lazım, derdi ablası.
Yolda Amerikan ayakkabılarını gıcırdatarak, saçlarını oynatıp yürüdüğünde bakan da bakardı, bakmayan da. Küçük kızlar arkasından gelip saçlarını gözlerine sürüp kaçarlardı.
İşte yıllar geçmiş, saçı hem ağarmış hem de seyrekleşmişti. Yine de öyle uzundu. Uçlarına birşeyler takmasa dağılıp boynunu omuzlarını kaplardı. Bu sebepledir ki o saçının ucuna “hırsız yakalayan” sandığın anahtarını asardı. Sandığı açarken anahtarı saçından çıkarmazdı. Saçı uzun olduğu için diz üstü çöktüğünde anahtar rahatça kilide yetişirdi. Şimdi yeni evlerde sandık alma adeti yoktu. Bütün evlerde süslü, gösterişli kadınlar vardı. Bunun yanında bir de sandığı “di-ring” diye açan anahtarları yapan ustalar da kalmamıştı. Yaşlı kadının saçları hala gençliğindeki gibiydi. Yalnız yarısından fazlası ağarmıştı. İki örgü yapıp arkasına attığı, uçları birleştirilmiş saçının ucuna eşinin cepheden getirdiği ağır madalyasını asmıştı. Hazır tokası da vardı, saçını aşağı çekerdi.
Avlunun yarısına yakın yerine bozuk para kadarcık bile güneş düşürmeyen yaşlı dutun yaprakları sararmaya başlamıştı. Kuruyan dalına baharda takılıp kalan uçurtmanın kamış çubukları iskelet gibi kalmıştı. Yalnız uzun kuyruğu rüzgârda yılan gibi dolanırdı.
O dutun altında bembeyaz bir köpek, süpürgenin üstüne yatmış uyuyordu. Küçücük, belinde belkuşağı gibi, biri siyah, biri de kahverengi iki çizgisi vardı. Sanki birisi mahsus boyamış gibi görünüyordu. Burnunun ucuyla iki gözü kapkaraydı. Bir gözünün üstünde kalkık kaşı vardı. O, kadının ayak sesiyle bir gözünü üşenerek açtı ve yarım yamalak gerindi. Tekrar uyudu.
– Ha, canının kıymetini bilmedin geberesi! Süpürgeyi de mahvettin.
– Bırak kızma ablası, Karagöz daha çocuk işte.
– Ne diyorsun anneciğim! Ben şu geberesi köpeğin niye ablası olacakmışım, dedi Kumruhan ağlamaklı bir sesle.
– Eğer Karagöz’e yine süpürgeyle vurursan, ona taş atarsan bil ki kardeşlerine giderim.
– Vay, anneciğim! Canı çıkası köpek insandan kıymetli mi? Şu köpek yüzünden bizi bırakıp gidecek misin? Bırak ya!
– Onunla avunuyorum. Nereye gitsem yanımda. Bir adım bile uzaklaşmıyor. Söyle bana, erkek kardeşlerin, kız kardeşlerin haftada bir haber alıyorlarsa alıyorlar, olmasa o da yok. Hastanede yattığımda şu köpekceğiz göğsünü kara yaslayıp bir ay pencere altında yatmış. Siz konu komşunun zoruyla bir iki haber sordunuz, o kadar.
– Anneciğim bırakın şimdi, dedi Kumru itiraz ederek.
Köpeğin bir kulağında, boynunda, ayaklarında kan kurumuştu. Yaşlı kadın:
– Ahmak! Nerelerde serserilik yaptın yine? Yine üçkâğıtçılık yapmaya mı gittin? Mecnun olup gittin. Kendine dikkat et. Dişi peşinde koşmaktan iyice kendini kaybettin. Canın sağ olsun, derisi yüzülmedik yerin kalmamış. Kabahat sende. Mecnun, yaralarına merhem süreceğim ama feryad etmeyesin.
Kumruhan köpeğin boynuna bastı. Yaşlı kadın yaralarına tentürdiyot sürmeye başladı. Köpek inliyordu. Kumruhan’ın ellerini ısırmaya çalışıyordu.
– İşte oldu. Şimdi yiyeceğini verelim.
Oğlu bir aydan beri devamlı yaşlı kadının düşlerine giriyordu. Ne yattığından ne de yürüdüğünden zevk alabiliyordu. Oğlunu düşündükçe düşünüyordu. Yaşı seksene yaklaşıp güçten kuvvetten de düşmeye başlamıştı. “Oğlumu görmeden ölür müyüm” diye yanıp yakılıyordu.
Oğlu Börühan bin dokuz yüz altmış yedi yılında askere gitmişti. Askerliği bitirdikten sonra da eve dönmemişti. O taraflarda evlenip çoluk çocuk sahibi olmuştu. Bazen ondan telgraf dedikleri iki parmak boyunda mektup gelirdi. Son onbeş yıldır adresini mi unuttu nedir, hiç yoktan iyi olan o Rusça mektup da gelmez olmuştu.
Yaşlı kadın konu komşuya da çıkmazdı. Evde oturup kan ağlardı. Bazen üst başını aceleyle toplayıp oğulları veya kızlarından birinin evine giderdi. Gittiği yerde de rahat edemezdi. Kızı Kumruhan’ı düşünerek hemen geri dönerdi. Kumruhan’ın talihi iyi gitmemişti. İki kere evlenmiş, çocuğu olmamış, dönüp gelmişti. Bir yerlerde çalışıp avunayım dese bomboş eve, yaşlanıp beli bükülmüş annesine kim bakardı. Ağabeyleri, erkek kardeşleri, kız kardeşleri “abla, bırak, çalışma, geçimin bize ait. Annemize bak” demişlerdi.
Yaşlı kadının oğulları, “bizde kal anne” diye Allah için yalvarsalar da “babanızın cenazesinin çıktığı evi bırakıp gidemem. Benim de cenazem bu evden çıksın” diyerek kabul etmezdi.
Yaşlı kadın çok bilgiliydi. “Çocuklarım haftada birer gün arayıp sorsalar yedi gün evim dolar. Elbette onlar da elleri boş gelmezler. Bu bahaneyle Kumru da vakit geçirmiş olur” diyerek kıymetli evinden ayrılmazdı. Anneler böyle bahtı yaver olmayan evladıyla birlikte olurdu.
Geçen yıl heyecanlı, elinden her iş gelen torunu Enver-can, “dayımı bulup geleceğim” diye yola çıktı. Gittikten yirmi gün sonra haber getirdi. Bu sözü duyan komşu kadınlar, yaşlı kadını kutlamak için geldiler.
– Nineciğim, üzülme. Dayımın işleri “beş numara”. İşleri yolunda; geçim sıkıntısı yok. Üç çocuğu var. Özbekçeyi unutmuş. Benimle Rusça konuştu. Bir tane sağılan keçisi, dört tanesi kocaman çuval gibi on domuzu varmış. Kış bastırdığında hayvanlarını da eve alıyorlarmış. Bidonlar dolusu içki hazırlayıp kışın içiyorlarmış. Köydekiler dayımı “Börühan” değil “Borya dayı” diye çağırıyorlarmış.
Bu sözleri işiten yaşlı kadın yer yarılsa içine girecekti. Kahrolası evladı komşu kadınların huzurunda bu sözleri söylemişti. Kimseye laf söyletmeyen gururlu kadının dalı kırılmış, eşikten geçmeyip evde sürekli oturur olmuştu.
“Bu sıcakta daha ne kadar oturacağım” deyip bugün kızına gitmeye karar verdi. Yaşlı kadının niyetini sezen Karagöz kapının eşiğine oturdu. Son bir aydan bu yana bir yere gitmeyen Karagöz, bu sevinçle kendinden geçmişti. Başını bir tarafa eğip zıplıyor, “çabuk çıkmayacak mısınız” der gibi türlü sesler çıkarıp yalvarıyordu.
Yaşlı kadın acele etmiyordu. Rastık ekilen naylon seranın önünde çömelip sulu ve olgunlarının yapraklarını kökünden kopardı. Nihayet avucu dolunca reyhanın çiçek açmamış dallarından koparıp rastıklara katarak mendiline bağladı. O, kızlarına, gelinlerine ve kız torunlarına rastık götürürdü. Nihayet yaşlı kadın bohçasını koltuğuna alıp çıktı. Karagöz oturduğu yerden fırlayıp sokağa fırladı. Yaşlı kadın onun arkasından giderken “hey, bu kadar acele atme, biraz yavaş” diye söyleniyordu. Karagöz, onun sözünü anlıyor gibi yolun ortasında durup arkasına bakıyordu. Yaşlı kadın yetiştiğinde sevinerek kulaklarını kaşıyordu. Bir kulağını dikip birini düşürerek şımarıyordu. Arka ayakları üzerinde dikilip biraz bekliyordu. Yaşlı kadının gelişiyle birlikte yine oynayıp koşarak gidiyordu. Yolda karşılaştıkları serçeleri korkutup kovalıyor; kırmızımsı dilini çıkararak derin derin soluk alarak geri geliyordu. Ağaçlardaki güvercinlere zıplayarak havlıyordu. Arktan dilini şapırdatarak su içiyordu. Bisiklete binen çocukların arkasına takılıp uzaklaşıyordu.
Yaşlı kadın onun bu halleriyle oyalanıyor, ne kadar yol yürüdüğünün farkına varmıyordu. Karagöz, yem arayan “gak gak” diyerek yem arayan tavukları bağırtarak dört yana dağıtıyordu. Yolda karşılaştıkları köpeklerle dalaşıp kovalamaca oynuyordu. Yol kenarındaki evin eşiğinde durmaksızın havlayan fare kadarcık köpek yavrusunu toz toprak içinde bıraktı. Ark boyundan sökülüp atılan tenekenin gölgesinde yatan kurt köpeğine de gücünü göstermeye çalıştı, yaptığına pişman oldu. Kurt köpeği onu gerdanından ısırıp fırlattı. Yolun ortasına düştü, toprağa belendi.
Yaşlı kadın başını iki yana salladı:
– Hey, deli! Sana baban kadar köpekle uğraş diye kim dedi?
Karagöz ona aldırmadı. Yolun bu tarafına üzgün bir halde yavaş yavaş geçti. Nihayet Karagöz köpekti, köpekliğini yapardı. Bir kara köpeğin kuyruğunu koklayıp açık duran bir kapıdan içeri girdi. Biraz sonra feryatları işitildi. Kapıdan çıkarken içeriden atılan eski ayakkabı belinin köküne düştü.
Ana yola çıktılar. Bu yolun sağ tarafı Çırçık’a, sol tarafı Taşkent’e giderdi. Önde giden Karagöz, “ne tarafa gidelim?” der gibi yaşlı kadına baktı.
– Abdümelik ağana mı gidelim, Dilber ablana mı? Dilber ablan apartmanda oturuyor. Köpeklerden hoşlanmaz. Seni evine sokmaz. Ne yapalım? Tamam, onlara gidelim. Yatıya kalmayız. Ben çıkıncaya kadar avluda çocuklarla oynarsın.
Karagöz bu sözleri anlıyordu. Her seferinde sokağın başına geldiklerinde yaşlı kadın bu sözleri tekrarlıyordu.
Uzakta yüksek binaların karaltısı göründü. Karagöz sabredemedi. Hızla ilerledi. Yaşlı kadın ona yetişemeyip bitkin düştü. Karagöz koşmuyor, adeta yuvarlanıp gidiyor gibiydi. Bir anda gözden kayboldu.
Üçüncü katın çocuk odasında oynayan çocuklar Karagöz’ü görüp “ninem geldi” diye bağırıştılar. Takır tukur koşarak merdivenin iki basamağını bir kerede geçerek, koşarak aşağı indiler. Birisi Karagöz’e şekerleme, birisi etlice bir kemik verdi. Bir anda avlu çocuklarla doldu. Karagöz’ün başını, arkasını sıvazladılar. O şımarıp durdu. Yukarıdaki odada Dilberhan göründü. “Anneniz geliyor” müjdesini alıp gelmişti. Karagöz’e şefkatle baktı. Ona şeker attı.
Nihayet yaşlı kadın derin derin soluk alarak geldi. Çocuklara kurutulmuş yoğurt, ceviz, dut kurusu, kuru üzüm dağıttı. Karagöz de ümide kapılıp eline baktı:
– Sana yok vefasız! Beni yolda bırakıp gitmişsin. Arkandan bitkin halde koşmaktan dilim ağzıma sığmaz oldu.
Karagöz, hatasını kabul eder gibi başını eğdi. Yaşlı kadın ona şekerleme attı. Karagöz tutup aldı ve sevinçle avludan rüzgâr gibi dışarı çıktı. Yaşlı kadın akşama kadar kızıyla dertleşip sohbet etti. Oğlunu hatırlayıp gözyaşı döktü. Kumru’nun talihsizliğinden, “benim başıma bir bela gelse o zavallı ne yapardı” diye hayıflandı. Söz arasında karagöz aklına gelip “yiyecek miyecek verdin mi” diye soruyordu. Yaşlı kadın, ikindi namazını kılıp aceleyle yola çıktı.
– Şimdi gideyim. Akşam namazını evceğizimde kılarım.
– Yemek hazırlıyorum anneciğim, yiyip gidin. Bir akşamcık yatıya kalsanız da gitseniz ne olur sanki. Evinizi kurtlar mı yer!
Yaşlı kadın bohçasını koltuğuna alıp aşağı indi. Avluda çocuklarla neşe içinde oynayan Karagöz’ün canı gitmek istemiyordu. Çocukların tükürüp fırlattığı sopayı otların arasından bulup getiriyordu.
Yaşlı kadın yola düştü. Karagöz arkasına takılıp atlaya zıplaya, gah onu geçerek gah arkada kalarak kulaklarını kaşıyarak duruyordu.
Evde Saadet anayı yıllarca kalbinde biriken kederini dağıtacak, göğsüne dağ gibi çöken hüzünlerini ufalayıp dağıtacak cihana değer bir yenilik bekliyordu. Evine yaklaştığında kapısının önünde o yana bu yana aceleyle yürüyen insanları görüp yüreği ürperdi. Kapının önündekiler ona “Hayırlı olsun, sevindiniz değil mi? Yaşlılıkta gönlünüzün aydınlanması mübarek olsun” diyorlardı.
Yaşlı kadın hacca gidenlere emekli aylığından artırıp biriktirdiği paraları “Hacc-ı bedel”[1 - Hacc-ı bedel: Başkasının yerine vekâleten hac vazifesinin yerine getirilmesi.] için vermişti. “Haccınız kabul oldu diye müjde gelmiş olsa gerek, sana şükürler olsun Allahım” diyerek eşiği geçti.
Dalına kocaman lamba asılı dut ağacının altında yaşı altmışdan fazlaca bir yabancı adam oturuyordu. Onun gözleri… Bundan otuz iki yıl önceki Börühan’ın gözleriydi. Yaşlı kadın “vay evladım” diyerek ona doğru hareketlendi. Avluda sofra kurdukları yere koşarak mı vardı, uçarak mı kendisi de bilmiyordu. Oğlunu bağrına bastı. Ondan içki ve mum yakılan ev kokusu geliyordu. Yaşlı kadın bunun farkında değildi. Kaybettiğinin burada olmasının şaşkınlığı içindeydi. Sersemlemişti, bahtiyardı. Oğlunun başına, omuzlarına gözyaşları dökülüyordu. Oğlu onun bağrından çıkmaya çalışıyor ama yaşlı kadının kupkuru kemikli, güçlü elleri onu bırakmıyordu.
– Nu zachem, zachem plachesh, mama, vot i priexal, xvatit, xvatit[2 - “Geldim işte. Neden ağlıyorsun anne? Yeter, yeter!”], diyordu oğlu Rus dilinde. Annesi ise bu sözleri işitmiyordu. Zaten işitse de anlayamazdı.
Yaşlı kadın kendine gelip oğlunu bağrından bıraktı. Şaşırıp kalan Kumru’ya:
– Ne aptal aptal bakınıyorsun? Kasap Rahman’ı çağır. Oğlumun ayağının altına ağıldaki koyunu kessin! Komşularda telefon var; ağabeylerine, kardeşlerine, kızkardeşlerine “ağabeyim geldi” diye haber ver, dedi.
Karagöz, yaşlı kadının ayağının altına oturmuştu. Bu yabancıya rahat vermiyor, durmadan homurdanıyordu. Yaşlı kadın oğluna:
– Nerelerdeydin? dedi. Oğlu, annesinin ne dediğini anlamayıp omuzlarını oynattı.
Annesi:
– Anlamadın mı? Sen başka biri olup çıkmışsın.
Yaşlı kadın onun yüzüne bakınca keyfi kaçtı. Yaşlanıp yolun sonuna gelmişti. Alnına o tarafların tesiri vurmuş, Özbekliği kalmamıştı. Elli yaşındayken sanki yetmiş yaşında ihtiyar olup kalmıştı.
Rahman kasap neredeyse bulunup geldi. Yol tarafında birkaç arabanın gürültüsü, kızlarla oğlanların sesleri işitildi.
Abdumalik önüne bir koyun katıp getirdi. Kızları, güveyleri karton kutularda, torbalarda elma, üzüm, çeşitli meyveler alıp getirdiler. Bir anda avlu kalabalık oldu.
Börühan erkek kardeşlerini de kız kardeşlerini de tanımadı. Onlar da bunu tanımadılar.
Börühan, yabancı birinin evine gelmiş insan gibi kimseye yaklaşmıyordu. O erkek kardeşlerine, kız kardeşlerine ne diyeceğini bilmiyordu. Doğrusu ne diyeceğini biliyordu. Ama dillerini bilmezse ne yapsın? Düşünüp düşünüp Rus diliyle “selam” dedi. Ciğerpareleri gülseler mi yoksa ağlasalar mı bilemeyip şaşırdılar.
Kasap, ağıldan bakımlı, kocaman koyunu sürüyerek çıkardı. Börühan’ın ayağının altına yatırıp “kardeşim, hadi bir Fatiha okuyun. Ah, nasıl da Özbekçe bilmediğinizi unuttum. Hadi âmin deyin. Yaşlı anamızın ömrü uzun olsun; kaybettiğinin bulunduğu gerçek ve hayırlı olsun, âmin!” dedi.
Kasap böyle söyledi ve koyunun boğazına bıçağı çaldı. Börühan yine Rusça:
– Peki, ama neden? Ben et sevmem. Biz kuzu eti yemeyiz, dedi.
Yaşlı kadının avlusu ta gece yarısına kadar düğün evine döndü. Dağılma vakti gelince Abdumalik ağabeyini evine davet etti.
Avlu sessizliğe gömüldü. Kumru, ana oğul için avluda yer hazırladı. Yaşlı kadının oğluna dikilen gözlerine uyku girmedi. Börühan doyasıya içmişti. Ağzından “gurk gurk” içki kokusu geliyordu. Yaşlı kadın başörtüsünün ucuyla burnunu kapatmış oturuyordu. “Gerçekten bu adam benim oğlum mu” diye düşünüyordu kadın. Yaşlanmıştı, saçları dökülüp başının yarısı çıplak kalmıştı. Onun yüzünde çok içki içen adamlardaki gibi bir nursuzluk görülüyordu. Gözlerinin altı morarmış, dişleri tütünden dolayı kahverengi bir hal almıştı. O babasının yaşayıp göçtüğü evde, kendisini doğuran anasına, ciğerparelerine yabancı olmuş, kayıtsız yatıyordu.
Saadet kadın onu bebekliğinde aynen bu bahçede beşiğe belemiş sallıyordu. Üç yaşına girdiğinde bu bahçede bağrına alıp yatırmıştı. Börühan tostoparlak bir çocuk olmuştu. Onu nazardan korusun diye giysilerine muskalar ve nazar boncukları takardı. Gönüller sultanına adak adayıp saçını uzatmıştı. Altı yaşına girdiğinde karı koca Türkistan’a götürüp Yesevi türbesinin şeyhine adaklarını verip saçını kestirmişler, koyun kesip ziyafet vermişlerdi.
Börühan yattığı yerde bir tarafından diğer tarafına döndü. İşte… O sırada onun üstündeki bembeyaz çarşaf sıyrılıp omuzları, göğsü açıldı. Yaşlı kadın vücudunu akrepler sarmış gibi ürperdi. Kendini geriye attı.
Börühan’ın boynundaki zincirin ucunda haç parlıyordu. Yaşlı kadının gözleri yuvasından dışarı fırladı. Bir an şuurunu kaybetti. Deliler gibi sıçrayıp kalktı ve balkon tarafına çekildi.
Börühan, askerlik görevini bitirdikten sonra eve dönmemişti. Orman içindeki köyün kilisesinde çancının dul kızına gönlünü kaptırmıştı. Genç kadının babası “başka dinden kimseye kızımı vermem” diye tutturmuştu. Kız, Börühan’ı Hristiyan dinine davet etti. Sevgi ve aşkla gözü perdelenen Börühan, tereddüt etmeden razı oldu. Onu kilisede vaftiz ettiler. Sonra kilisenin papazı gelinle damada taç giydirip nikâh kıydı. İşte ondan sonra Börühan, karısı ve kaynanası ile her gün kiliseye gidip istavroz çıkardı. Kaynatası öldükten sonra onun yerine kilisenin çancısı oldu. Ne iş verirlerse yaptı. Fitili kısalan mumların ucunu makasla düzeltti. Yanıp bitenleri değiştirdi. 1970 yılının sonbaharında bir Müslüman evladı dinden çıktı..
“Ah, babacığı sağ olsaydı şu bahçede baltayla kesip öldürürdü ya.” Yaşlı kadın balkondan tarafa gerisin geri giderken böyle düşünüyordu. O balkona varamadan bayılıp düştü. Karagöz onun etrafında uluyarak dolanıyordu. Kumru’nun yattığı odanın kapısını tırmalayıp onu uyandırmak istedi. Kumru, uykusunu kaçıran köpeğe beddua ede ede avluya çıktı. Karagöz onu eteğinden tutup yaşlı kadının yattığı yere sürükledi. Kumru, annesinin baygın yattığını görüp korktu. Yaşlanıp yumruk kadarcık kalan annesini kucaklayıp balkona çıkardı. Başının altına yastık koyup su içirdi. Omuzlarını ovdu. Yaşlı kadın gözlerini açtı.
Daha ortalık aydınlanmadan Abdumalik gelip ağabeyini alıp gitti. Ona Taşkent’in bağımsızlıktan sonraki manzarasını göstermek istiyordu. Çarsu pazarından ağabeyinin çocuklarına hediyeler alacaktı.
Börühan için Özbekistan bağımsız olmuş, olmamış farkı yoktu. O başka ülkenin vatandaşı, başka inancın sığıntısı idi. Doğduğu yurda sevgi duygusunun onu terk etmesinin üzerinden yıllar geçmişti. Ana dili, çok eski zamanlarda unutulup giden Sümerce gibi nicelerinin arasında kalmıştı.
Yaşlı kadın sabahleyin hiçbirşey olmamış gibi kalktı. Kumru baktı ki annesinin kara kalan saçları da bir gecede ağarmış, yüzündeki kırışıklar iyice çoğalmıştı.
Kumru annesinin neden böyle olduğunu biliyordu. Ağabeyinin ortalık aydınlanmadan bir müddet önce avlunun kenarındaki cevizin altındaki duvara bakarak istavroz çıkardığını görünce şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Kadınlar genellikle karıştırmayı seven insanlardır. Ağabeyi Abdumalik’le birlikte avludan çıkıp gidince içerdeki odada bulunan bavulunu karıştırtırdı. O zaman sarı kadifeye sarılı bir şey dikkatini çekti. Eline alıp inceledi. “Kutuya konan bu nesne tabanca mı acaba” diyerek kadife örtüsünü çıkarıp baktı. Hristiyanların mukaddes kitabı İncil’di. Onu tutan elleri yanmış gibi tekrar kadife örtüsüne sarıp bıraktı.
Yaşlı kadın sabah namazını kılıp her secdeye baş koyduğunda gözlerindan yaş akıyordu. Seccadenin bir köşesini toplayıp kocasının ruhu için Kur’an okudu. Bahtı açılmayan Kumru’ya bağışlayarak, “Şu meleğin yolunu aç” diye Allah’a yalvarıp yakardı. Kaybolup şimdi evinde olan oğlunun adını ağzına bile almadı.
Saadet ana bu oğlunun doğum sancılarını çekerken güneş ortalığı aydınlatıyordu ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Pencereden avluya bakan ebe kadın: “Kurt doğuruyor” demişti. Bu sebeple oğluna Börühan diye ad koymuşlardı. Aradan elli bir yıl geçtikten sonra “bu çocuğu ben değil kurt doğurmuş” diye aklından geçirdi.
– Anne, sıkıldın mı? Abdumalik’in otomobili geldi. Oğlunuz gitmek üzere.
– Sen çık, ben burada kalacağım, dedi yaşlı kadın.
– Ağabeyim akşam trene binecek. Vedalaşmayacak mısın?
– Kendisi geldi, kendisi gitsin. Araba gelince bavulunu koy. Bir daha bu eve gelmesin, dedi yaşlı kadın kesin bir dille.
– Anacığım benim, kahrınız çok sert! Bugün gidecek. Tekrar görür müyüz, görmez miyiz? Oğlum, yavrum diyerek yolcu etseniz ne olur ki, dedi Kumru zorlanarak.
– Bu çocuğu ben doğurmadım, kurt doğurmuş… Bir kere bile “babam nerde” diye sormadı ya. Ne kadar iyi bir babaydı rahmetli.
Sokaktan arabanın sesi geldi. Karagöz, ok gibi atılıp çıktı. Biraz sonra yaşlı kadının torunu Abdunabi’nin etrafında dolanarak geldi.
– Ey, hala giyinmemiş oturuyor musunuz? Evimiz hısım akrabalarla dolup taştı. Babamın arkadaşları da gelmişler. Hadi, hazırlanın.
– Ben gitmeyeceğim, Kumru gidecek. Kahrolası bavulunu da alıp gidin, dedi yaşlı kadın.
– Ey, çok tuhaf oldu. Amcam bugün gidecek ya.
– Sen git evladım. Benimle oturmaktan usandın. Ciğerlerin biraz açılsın, gelirsin, dedi Kumru’ya.
Araba gitti. Yaşlı kadın bomboş avluda tek başına kaldı. Göğsünde sanki nereden geldiği bilinmeyen bir parça buz akşamdan beri erimiyor, vücudunu tir tir titretiyordu. Eve girip bir bohçayla çıktı. Bohçadaki Börühan’ın çocukluğunda giydiği elbiselere baktı. Yaşlı kadın eskiden bu elbiseleri koklayıp ağlardı. Şimdi göğsündeki buz onun ağlamasına engel oldu. Avlunun ortasında kibrit çaktı… Gürül gürül yanan ateşe Börühan’ın giysilerini birer birer atmaya başladı. Ateşte Börühan’ın çocukluğu yanıyordu. Karagöz, ateşin etrafında dolanıyor, bazen alevlerin hararetine dayanamayıp uzaklaşıyordu. Bir bohça giysi bir anda kül oldu. Rüzgâr küllerini dört tarafa savurdu.
Kumru bir şeyler hisset hissetmiş olmalı ki sokağın başına varmadan otomobilden indi. Eve geldiğinde annesi elini çenesine dayamış, kımıldamadan oturuyordu. Karagöz de onun hayallerine ortakmış gibi ön ayaklarına dudaklarını koyarak gözlerini yumup kımıldamadan yatıyordu. Kumru etrafa bakındı. Avludan yanık bez kokusu geliyordu. “Komşulardan birileri eski püskülerini yakmış anlaşılan” diye düşündü. Avlunun sofra kadar bir yerinin karardığını görüp şaşırdı. Yaklaşıp baktığında yerde çocukların gömleklerine dikilen on onbeş kadar düğme kavrulup çatlamış, etrafa saçılmıştı. Kumru ne olduğunu anladı. İçine bir ağırlık çöktü.
– Anne, ne yemeği hazırlayayım? Sabah da bir şey yemedin. Böyle dalıp dalıp gidiyorsun.
Yaşlı kadın başını iki yana salladı:
– İştahım yok evladım. İçerim buz dolu sanki. Yavaş yavaş bütün vücuduma dağılıyor.
Kumru korktu:
– Çok üzmeyin kendinizi. Olacağı varmış, oldu. Allah’ın takdiri bu.
– Ah kızım ah, çocuk doğurmadın ki bilmezsin.
Yaşlı kadın kızına hiç “çocuk doğurmadın” dememişti. Dese ayıplamış gibi olurdu. Kızının içinde zaten bu dert vardı. Bu sözü başkası söylese katlanmak mümkündü ama öz annen söylerse derdini kime açacaksın? Kumru annesinin sözünden alınmadı.
– Evlat acısı kötü oluyor evladım.
– Nihayet ağabeyim sağ işte, şükretmiyor musunuz?
Yaşlı kadın onun sözünü kısa kestirdi:
– Artık o yok!
Yaşlı kadın sözün sonunu getiremeden bayılıp yan tarafa düştü. Karagöz huzursuz olup fırlayıp gitti. Kumru annesini kucaklayıp minderin üstüne yatırdı.
Kapı tıkırdadı. Karagöz dış kapıya koştu. Kumru annesiyle uğraşıyordu. Avluya mahalle mescidinin imamıyla dernek başkamı girdiler. Yaşlı kadının halini görüp birbirlerine baktılar. Dernek başkanı:
– Kızım, vakitsiz gelmişiz. Annemizden müjde almak istemiştik.
Onlar, ayvanın önüne kadar geldiler:
– Anneciğim, akşam mübarek hac seferinden döndük. Sizin haccınız inşallah kabul edildi, dediler.
İmam, Saadet annenin “hacc- ı bedel” belgesini uzattı. Yaşlı kadın elini kaldıramadı. Gözlerini aralayıp “Sana şükürler olsun Allah’ım” diyebildi ancak. Kızına bir şeyler söylemek istedi, dili dönmedi. Kumru, annesinin ne demek istediğini anladı. Koşarak eve girdi ve iki takım yepyeni çapan alıp getirdi.
– Annem bu gün için saklamıştı, dedi ve ikisinin omuzlarına koydu.
Yaşlı kadın iki gün bu vaziyette yattı. Sonra kendine gelir gibi oldu. Dili dönmeye başladı. İşin doğrusu, onun ömrü sona ermişti. Bu müjdeli haber onun tükenen ömrüne ömür katmıştı. Bu hal, mumun sönmeden önceki son parlamasına benziyordu.
– Kardeşlerini çağır. Vasiyetimi açıklayacağım. Sen korkma kızım. Bu can dedikleri Allah’ın tenimizdeki emaneti. Ölüm hak. Ondan kaçmak, kurtulmak mümkün değil. “Üf” dedi mi çıkıp gider.
Yaşlı kadının çocukları geldiler. Kumru, annesinin arkasına yastık koyuverdi. Yaşlı kadın, sıralanıp oturan evlatlarına, torunlarına bakarken memnuniyetle:
– Allah’a şükür, tabutumun yanında gidecek, yolcu edecek kişiler çokmuş. Dinleyin evlatlarım. Abdumalik! Bundan sonra bunlara babanın yerine sen babalık yapacaksın. Kumru, kızım! Bundan sonra ben yerimi sana bırakıyorum. Abdunabi’nin düğününü bu avluda yapın. Ölümümün üzerinden bir yıl geçmesini beklemeyin, düğünü yapın. Böyle yaparsanız ruhum şad olur. Abdunabi gelinle birlikte Kumru’nun yanında kalsın. Bu ev onların. Anamız mezarında rahat yatsın derseniz Kumru’yu asla yalnız bırakmayın.
Yaşlı kadının dudakları kurudu. Kumru, fincandaki suya pamuk batırıp ağzına damlattı.
– Acelem var yavrularım. Beni babanızın yanına götürecekler. Şimdi bu diyeceklerimi dinleyin. Cenaze giderlerinin hepsini hazırladım. Bir yılım doluncaya kadarki merasimlerde yetecek kadar parayı Kumru’ya verdim. Kızım, kulağımdaki altın küpelerle mesh ayakkabılarımı yıkayıcıya ver.
O, bundan sonraki sözünü söylemeye çekiniyordu anlaşılan. Gülümsedi:
– Cenazeme gelen kadınlara çirkin görünmeyeyim. Kaşlarıma rastık…
Yaşlı kadın gülümseyerek, içindeki buz erimeden, kolayca can verdi…
Avluya kalabalık toplandı. Ona “Hacı Anne” diyerek cenaze namazını kıldılar. Tabutu götürürken mezarlığa gelmesi hoş olmaz diyerek Karagöz’ü komşunun bir odasına hapsettiler…
Yaşlı kadının kırkından sonra avluda insan ayağı seyreldi. Sahibi gidip bereketi kaçan avluda Kumru ve Karagöz boyunları bükük kaldılar.
Bir gün Karagöz’ün kirpiklerinde yaş gören Kumru’nun yüreği yandı. Karagöz’e katılıp O da ağladı. Yavaşça elini uzatıp onun başını okşadı. Eskiden bu köpeği hiç sevmezdi. Kaç kere maşayla dövmüştü. Ayaklarının altında dolaştığında tekmelemişti. Karagöz de onu pek sevmezdi. İşte şimdi iki üzgün canlı birbirine bakıp damla damla gözyaşı döküyorlardı. Karagöz artık geceleri başıboş dolaşmaz olmuştu. Her gün sabahleyin ortalık aydınlanmadan, yaşlı kadının sabah namazı kıldığı vakitte uyanıyordu.
Yaşlı kadının çocuklarından ikisi Taşkent’te, birisi Çırçık’ta, ikisi de Kibray’da yaşıyordu. Karagöz, sabahleyin tan yeri ağardıktan güneşin batışına kadar hepsinin evlerine uğrardı. Yaşlı kadını bulamayınca yorgun argın dönüp gelirdi.
Bugün de sabahın seherinde Karagöz dışarı çıktı. Rüzgâr gibi Çırçık tarafına doğru yol aldı. Kimyagerler sitesinde yaşlı kadının küçük kızı oturuyordu. Oğlu teyp delisiydi. Herkesin sesini kasete kaydederdi. O yıl ilkbaharda ninesinin sesini de habersiz kaydetmişti. O sırada yaşlı kadın bahçede, sofra kurdukları yerde oturmuş; kimbilir nerelerde başıboş dolaşan Karagöz’e tembih veriyordu.
Karagöz, Kimyagerler sitesinin en uzak kenarındaki apartmana geldiğinde yaşlı kadının torunu cam kavanozla süt almış, geliyordu. Karagöz ona kuyruk sallayıp yaltaklandı. Arkasına takılıp üçüncü kata çıktı. Eve girmeden geri döndü. Biraz sonra yaşlı kadının sesi işitildi. Karagöz’ün kulakları dikildi. İki ay önce kaybettiği kıymetli insanın sesini duyup ağlar gibi ulumaya başladı. Fırlayıp üçüncü kata çıktı. Kapıyı tırmalayıp havladı. Tekrar aşağı indi. Balkonlu odaya bakarak havladı, havladı…
Teypten yaşlı kadının sesi geliyordu: “Karagöz’üm, nerelerde serserilik yapıyorsun. Hiç evde oturduğun var mı? Yok mu? Karnın da acıkmıştır. Deli! Beni dinle, neden kimseye zararı olmayan güvercinleri kovalıyorsun?”
Karagöz havlıyor, yeri eşeleyip arkasına toprak atıyordu. Bu bahçede akşam düğün olmuştu. Sarhoş gençler müzik sesini iyice açıp kimseyi uyutmamışlardı. Uykuya kanmayan insanları sabahleyin havlayan köpeğin bu hali rahatsız ediciydi. “Bu kudurmuş köpek nerden çıktı, onu kovmak lazım” diye düşünüyorlardı. Karagöz, insanları canından bezdirip sürekli uluyor; bir o yana bir bu yana koşup havlıyor da havlıyordu.
Birinci katın balkonlu odasının balkonunda çarşaf örtünüp oturan bir hasta:
– Başıboş köpekleri yakalayan ekipleri çağırmak lazım, dedi.
Üçüncü kattan birisi sinirli sinirli bağırdı:
– Kudurmuş bu, çocukları ısırmasın. Onu vurup öldürmek lazım. Hey, kimin tüfeği var?
Yaşlı kadının sesi hala işitiliyordu. Karagöz de havlamayı bırakmıyordu. O sırada dördüncü kattan birisi ateş etti. Karagöz yalpalayarak yan tarafına devrildi. Arka ayağını bir iki kere sallayıp sesini kesti.
Teyp kaseti hala devam ediyordu:
“Karagöz, geberme! Mecnun gibi yine nerelere gidiyorsun? Sevdiklerinin yanına mı? Gelini ne zaman bize göstereceksin? Leyla’nı bir kere alıp gel de görelim…”
Karagöz, yaşlı kadının sesinin geldiği balkonlu odadan tarafa yüzünü çevirmiş, cansız yatıyordu.

    Ocak, 1999

MİRMUHSİN

Özbek yazar ve şairi Mirmuhsin 3 Mayıs 1921 de Taşkent’te doğdu. Yüksek öğrenimini bitirince eğitimci ve gazeteci olarak çeşitli görevlerde bulundu.
İkinci dünya savaşından sonra yazdığı manzum ve mensur eserlerde; Özbek halkının savaş boyunca gösterdiği gayreti ve çektiği çileleri anlattı. Roman, hikâye, kıssa, çocuk şiirleri gibi birçok dalda eserler verdi.
Geride birçok eser bırakarak 2005 yılında Taşkent’te vefat etti.

Ana Kabrine Çiçek

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü

Pencerelerdeki perdeler oldukça geniş. Gösterişli odaya serilen kırmızı halılardaki güneş yavaş yavaş ilerleyip karyoladaki kuş tüyü yastığa kadar geldi. Yumuşacık yatağa uzanıp yatan, mışıl mışıl uyuyan dört yaşındaki Erkin, her zaman böyle güneş yüzüne vurmadan uyanmazdı.
Ama bugün tan yeri ağarmadan korkuyla uyandı. Anneciğinin yattığı yanındaki karyolaya heyecanla elini uzattı. Annesi yerinde yoktu… Sürünerek gidip annesini kucaklamak istedi. Bulamadı. Karyola boştu. Erkin’in küçücük yüreği ürperdi. Sıkıntı bastı. Evet, anneciği yoktu… O ölmüştü!
Erkin şaşkın şaşkın o yana bu yana bakındı. Aşağıda, yorganın üstüne ninesi uzanmış, uyuyordu. Sessizce atlas yorgana, bomboş karyolaya gözlerini dikti. Annesi bu karyolada, ayaklarını aşağı uzatarak oturup dizlerine aldığı Erkin’i bağrına basardı. Tekrar tekrar öperdi. Erkin, onun boynundaki altın zincirle oynar, yüzünü annesinin bağrına basar, garip sesler çıkarır, maskaralıklar yapardı. Anneciğini daha şimdiden özlemişti. Ne yapacaktı? Anneciğini görmese olmazdı. Boğazı düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tekrar somurttu. Yine ağlamaya başlayıp elleriyle gözlerini ovuşturdu. Kendini bu dünyada yapayalnız hissetti.
Şimdi kendini annesinin bağrına atma, onun dizlerine başını, yüzünü sürüp oynama isteği duyuyordu. Ama annesi nerde? Nereye gitti? Ne zaman geri döner? Kendisini bu kadar özletmeseydi… Annesi hasta olup, bu karyolada yattığında onun başını okşarken söyledikleri birden aklına geldi: “Erkinciğim, beni özlediğinde mezarıma çiçek bırak. Ben de seni görmek isterim. Ben de seni özlerim… Mezarıma çiçek koyduğunda seni görmüş gibi olurum… Büyüyüp kocaman bir delikanlı olacak, evleneceksin elbette. Evlendiğinde hanımınla gel. Ben hanımını da görmeyi çok isterim. Anladın mı?” Erkin o zaman başını sallayıp anladığını bildirmişti.
Neden onun annesi öldü? Ölmese ne yapardı şimdi? Nasıl hasta olan biri ölüp gidiyor? Başkaları da hasta oluyor ya… Neden annesi böyle oldu? Bu doğru değil… O çok iyi bir anneydi. Kimseyle kavga etmemişti. Kimseyi üzmemişti. Bu kadar iyi olan anneciği neden ölürdü. Erkin, bu olanları anlayamıyordu. Anneciği olmadan bu dünyada yaşamasının ne gereği vardı? Erkin çok üzgündü. Onun küçücük yüreği viran olmuş, dert dolu dünyası kararmıştı.
Karyolada tek başına hareketsiz oturan küçük Erkin ağlamak istiyordu. O yine de kendini tuttu. Annesi öyle her şeye zır zır ağlayan çocukları sevmezdi. O şimdi anneciğinin bağrına atılıp sevilmeyi özlüyordu. Ama nerde o annesi? Süslü karyola ve halılar, duvardaki süslü lambalar, kristal avizeler gözüne çok kötü görünüyordu. Onun canı hiçbir şey görmek istemiyordu. Ona hiçbir şey gerekmiyordu. Ona yalnız annesi gerekliydi.
Küçük Erkin başını eğip karyolada sessizce oturuyordu. Duvarda annesinin babasıyla birlikte çektirdiği fotoğrafa baktı. Ona bu resim de gerekli değildi. Ona anneciği gerek… Erkin elinde olmadan derin derin iç çekti. Her taraf sessiz, pencerelerde karanlık…
Henüz yirmi yedi yaşına girmemiş olan Rânâ, –adına yakışır bir güzelliğe sahip bir genç kadındı– ağır bir hastalığa yakalanıp ameliyat olmuştu. Bu adı batası derdin vücudunda nasıl ortaya çıktığını kendisi de fark etmemişti.
Sancılardan sonra ikinci kez ameliyat masasına yattı. Bütün bunlar üç dört ay içinde oldu. Sonunda o, evinde yatmak istediğini söyledi. Doktorlar da bunu uygun gördüler. Sonraki günlerde ona yalnız ağrı kesici iğneler yapıldı. O, gün boyu kaderine razı olmuş durumda karyolasında yatıyordu. Bazı günlerde yastığının altındaki küçük defterine bir şeyler yazardı. O kadar güzel bir kadın olan Rânâ, zayıflayıp solmuştu. O göğüs, o bel nerde… Atlas örtü üstünde pırıl pırıl parlayan, gören gözleri adeta yakan tavırlar nerde kalmıştı? Beline inen uzun saçları, badem gözleri, gülen dudakları, kanat açmış kırlangıç gibi kaşlar nerede kaldı? O, sallanan karyolasında yatıyordu. Ne kadar emsalsiz bir güzelliğe sahip olsa da güzelliğin gelip geçici olduğunu ancak anlamıştı. Ufak bir diş ağrısında doktor üstüne doktor çağırtan Rânâ, şimdi amansız bir hastalığın kollarında kaderine razı olmuş, yattığı yerde ölümü bekliyordu. Onun bu ruh halini fark eden kocası, anne babaları, yanına geldiklerinde âhlarını, pişmanlıklarını belli etmeseler de dışarıda için için üzülüp ağlaşırlardı. Bu kadar güzel kızları ölüp gidiverecek miydi? “İmdat!” diye bağırmak gelirdi içlerinden. Rânâ’nın ölüm karşısındaki cesareti yetmiş seksen yaşına girenleri bile düşündürüyordu. Yoksa insan ölümün kucağına düşüp kurtulmak için çaresi kalmayınca böyle kahraman olup çıkar mıydı? Bu herkes için geçerli miydi?
İçki içenlerin değil, sigara tüttürenlerin değil, yiyecek yemek bulamayanların değil, üstüne başına giyecek bir şeyi olmayanların değil; hiç bir eksiği olmayan, tertemiz bir ortamda yaşayan Rânâ’nın böbrek hastalığı denen bu devasız derde düşmesine herkes şaşırıyordu. Bu nasıl hastalıktı. Doktorların söylediği her zararlı şeyden Rânâ kaçardı. O büyük hekimler gibi düşünen sağlıklı bir insandı. Kadere bakın ki bu hastalık şu gülü yakalmış, güz yaprakları gibi soldurmuştu.
Dışarıda tan yeri ağarmış, yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Erkin, bu sırada ayvanda yürürken ocakta süt pişirip gelen annesi birdenbire karşısına çıkıvermiş gibi durakladı. Annesinin “Erkinim, canım oğlum. Otur. Şu sütü iç!” diye sesi kulağına çalınır gibi oldu. O şaşırıp bakakaldı. Herkes uyuyordu, yalnız o uyanıktı. Şimdi görünür gibi olan annesini bekledi. Lakin annesi mutfakta da, avluda da, ayvanda da yoktu. Sonra merdivenin basamaklarından inip çiçek bahçesine indi. Avlunun ortasındaki çiçeklerin en güzellerinden iki tanesini kopardı. Sokak kapısına doğru yürüdü. Onun çıktığını kimse fark edememişti. Farkında olmadan, bir ayağına ayakkabısını, diğerine terliklerinden birini giymişti. Annesinin her zaman giydirdiği takım elbisesinin gömleğini giymişti. Yaka düğmelerini de iliklemediğinin farkında değildi. Doppısını da arayıp vakit kaybetmek istememişti. Bu kıyafetiyle iki çiçeği eline alıp annesinin yanına doğru yola çıktı. Ne kıyafetinin, ne ayakkabılarının farkındaydı. Yüzünü bile yıkamamıştı. Gözü hiçbir şeyi görmüyordu. Yalnız anneciğini görmek istiyordu. Başka bir şeye gerek yoktu.
Erkin, sessiz sokaktan ana caddeye çıktı. Asfalt kaplanmış kaldırımda yürümeye başladı. Elinde iki çiçek, annesine gidiyordu. O gün, kocaman bir arabayla annesini götürdüklerinde bu caddelerden geçmiş; tramvay ve troleybüslerin geçtiği ana caddelerden gitmişlerdi. O sanki bu yolların hepsini biliyormuş gibi sabahın köründe asfalt yolun kenarından yürüyordu. Ana caddeye çıkıncaya kadar onu kimse görmedi. Yalnız köşedeki kavakların altında iki yavru köpeğin koştuğunu gördü. Onların dostu olduğunu biliyordu. Ana caddede süpürgesini omuzlayıp giden adamı da gördü. Bu adamı tanımadı. Ondan sonra hızla bir araba geçti. Tramvay da geçti. Erkin bir süre onlara baktıktan sonra yoluna devam etti. Yorulduğu halde buna aldırış etmeden ilerlemeye çalışıyordu. Bir ayağında terlik olduğundan hızlı gitmekte zorlanıyordu. Terliği bazen ayağından düşüyordu. Aslında ayakkabı ve terliğin ikisini de çıkarsa olacaktı.
Tramvay yolundan karşıya geçti. Büyük bir bahçeyle su dolu bir havuzun yanına geldiğinde ortalık aydınlanmaya, kaldırımlardaki insanlar çoğalmaya başlamıştı. Arabalar da vızır vızır geçmeye başladı. Elinde çiçekle gömleğinin yakası düğmelenmemiş, başı açık çocuğu görenler şaşkın şaşkın bakıp gülerek geçiyorlardı. Elinde çantasıyla güçlükle yürüyen bir kadın bir an durup gözleriyle Erkin’i takip etti. Sonra omuzlarını oynatıp yoluna devam etti… Erkin, büyük köprüyü geçerken arkasından gelen ve elinde dosya olan gözlüklü bir adam yanına yaklaşıp sordu:
– Oğlum, ne tarafa gidiyorsun?
Erkin adama önem vermez gibi baktı, sesini çıkarmadı.
– Kimin oğlusun?
–Babamın.
– Niye senin yanında kimse yok?
Erkin sesini çıkarmadı. Adam da “bu çocuk şuradaki apartmanlardan çıkmış olsa gerek” diye düşündü. Hızla yürüyüp gitti. Epey uzaklaştığında çiçek kesen yaşlı adama Erkin’i gösterdi. Bir şeyler söyleyip gitti. Yaka bağır açık, cılız ihtiyar yanına yaklaştığında Erkin’e sordu:
–Hey çocuk! Nereye gidiyorsun?
Erkin’in canı ona da cevap vermek istemedi. Ne işi vardı? Tramvay yolunda da değildi. Eğer tramvayların veya arabaların yolunda yürümüş olsa da seslenseler olurdu. O başı dimdik, elindeki iki çiçeği sımsıkı tutarak yürüyüp gitti.
– Ey çocuk! Buraya gel! Sana çiçek vereceğim.
– Bana çiçek gerekmez, dedi Erkin büyükler gibi. Elindeki çiçekleri ihtiyara gösterdi.
– Benim çiçeklerim daha iyi. Şunu da al, öyle git.
Erkin kenara çekilip durup düşündü. Yaşlı adamın çiçekleri daha iyiyse onu da alması gerekiyordu. Anneciğine en güzel çiçeklerden götürmesi gerekirdi. Erkin, geri dönüp yaşlı bahçıvanın yanına geldi.
– Al evladım.
Yaşlı adam Erkin’e gerçekten dört tane güzel “başkan” gülü verdi. İkisi kırmızı, ikisi beyazdı. Yaşlı adam Erkin’i tepeden tırnağa süzüp tekrar sordu:
– Sabah bu kadar erken saatte nereye gidiyorsun yavrucuğum?
– Anneciğimin yanına.
– Anneciğin nerede?
– Öldü…
– Demek öyle…
Yaşlı adam dua edip ellerini yüzüne sürdü. Bu çocuğun annesini aradığını, özlediğini, ne yapacağını bilmez halde yola düştüğünü anladı. “Acaba biraz delişmen mi?” diye de aklından geçirdi. Onun özlem ateşiyle yanıp tutuştuğunu hissetti. Şu kadarcık çocuğun kendini kaybedip yollara düştüğünü nasıl hiç kimsesi fark etmemişti…
– Oğlum, orası uzakta… Şimdi evine dön. Yarın babanla birlikte gidersin.
Erkin başını iki yana salladı.
– Yolunuzu kaybedersiniz evladım, diye yaşlı adam ona “siz” diyerek saygıyla konuşmaya başladı.
– Anneciğimin yanına gideceğim!
– Hayır, geri dönün!
Yaşlı adamın kendini yakalamasından korkan ve kuş gibi uçmaya hazırlanan Erkin, birden koşmaya başladı ve kalabalığın arasına karıştı, yoluna devam etti. Kalabalığın arasında kimse bir ayağına ayakkabı, bir ayağına terlik giymiş ufaklığı fark edemedi. Büyük havuzun ve fıskiyeden göğe doğru fırlayan suların yanına geldi. Meydandaki güvercinler bir an ilgisini çekti. Onlara bakarken aklına yine anneciği geldi. Çiçeklerini eline alıp kalabalığa karıştı. Annesinin sesini işitir gibi oldu. O yana, bu yana bakınıp yola devam etti. Bir süre sonra yol kenarındaki dükkânların vitrinlerindeki süt şişeleri dikkatini çekti. Süt içme isteği hissederek yutkundu. Markete girip gözlerini süt ve peynir satan beyaz önlüklü, şişmanca, o yana bu yana hızla yürümeye çalışan kadına dikti. Kadın hiç boş durmuyor; kasa fişi getirenlere süt, peynir ve kefir veriyordu. Şişmanca kadının da gözü Erkin’e takıldı. “Annesiyle gelip burada kaybolan bir çocuk… “diye düşündü.
– Hey çocuk! Burda ne yapıyorsun?
Erkin cevap vermedi. Gözünü süt şişeleri ve peynirden ayıramıyordu. Satıcı kadın dağınık giyimli, tir tir titreyen tombul çocuğu tepeden tırnağa inceledi:
– Annenle mi geldin, babanla mı? Onları mı kaybettin?
Erkin başını iki yana sallayarak:
– Ne yapacaksın?
Satıcı kadın, beyaz çöreğin üstüne iki dilim peynir koyarak Erkin’e uzattı. Yarım bardak da süt verdi. Erkin bardağı alıp sütü içiti ve çörekle peyniri yiye yiye gitti. Çok memnun halde, beyaz önlüklü kadına glümseyerek marketten çıktı. Ağzında çöreği çiğneye çiğneye yoluna devam etti. Yine bir köprüden, tramvay ve troleybüslerin geçtiği bir kavşaktan geçerek geniş asfalt bir yolda yürümeye başladı.
Karnı doymuştu ama ayakları yorgunluktan birbirine dolaşmaya başladı. Kaldırım kenarındaki banklardan birine oturup biraz dinlenmek istedi. Oturup arkasına yaslandı. Ana caddeden vızır vızır geçen arabaları, kaldırımda yürüyen insanları seyretti.
Bir süre sonra başı bir tarafa eğildi. Uyuyup kaldı. O çok yorgundu. Arabaların gürültüsünü işitmiyor, elindeki çiçekleri sıkıca tutmuş, uyuyordu. Biraz sonra evindeki yatağında yatar gibi ayaklarını uzatıp banka uzandı. Yolcular elinde çiçeklerle yatıp uyuyan çocuğa bakıyor, kimi gülümsüyor, kimi de üzülüyordu. “Belki zavallı çocuk yorgunluktan güçsüz kalmıştır.” “Güçsüz kalsa böyle mışıl mışıl uyumazdı.” Yakınlarda bulunan palabıyık polis memuru da çocuğun yattığı bankın yanına gelip baktı. Çocuğu uyandırmaya kıyamadı. Bankın bir ucuna oturdu. Ondan gözünü ayırmıyor, onu korumak için bekler gibi oturuyordu. Bir ekskavatörün yerleri titreterek geçişi Erkin’i uyandırdı.
Erkin, gözlerini açtığında başucunda polisin durduğunu gördü. Utanarak başını kaldırdı.
– Evet, oğlum. Yolunu mu şaşırdın? Kimin oğlusun?
Erkin, ne cevap vereceğini bilemeyip sessizce duruyordu.
– Evine götüreyim mi? Evin ne tarafta?
– Şu tarafta, dedi Erkin ana caddenin diğer tarafını işaret ederek.
– Yürü, seni götüreyim.
– Hayır! Ben anneciğimin yanına gideceğim.
– Annen nerede?
– Öldü.
Polis memuru, düşünceli gözlerle çocuğa baktı. Çocuğun annesini özleyip evinden çıktığını anladı. “Şimdi ne yapmak gerek?” diye düşünürken dudağını ısırdı. Erkine dedi ki:
– Haydi, gidelim. Ben de o tarafa gidiyordum. Seni de götüreyim. Benim de senin kadar oğlum var.
Beş dakika kadar yürüdüler. Polis müdürlüğüne geldiler.
Erkin buradan da kuyruğunu kıstırıp kaçmak istedi ama beceremedi. Onu nöbetçi polisin yanındaki sandalyeye oturttular. Yarım saat ancak geçmişti ki babası arabayı kapıda bırakıp hızla içeri girdi. Oğlunu görünce kollarını açıp onu kucakladı. Gözleri yaşla dolmuştu.
– Oğlum benim, dedi.
Erkin de ağlamaklı bakışlarla acele edelim der gibi:
– Babacığım. Anneciğimin yanına gidelim.
– Olur oğlum. Gideriz, dedi ve oğlunu tekrar tekrar kucakladıktan sonra biraz da utanarak polislere döndü:
– Sabah erken saatlerde havaalanına misafir karşılamaya gitmiştim. Babaannesiyle kalmıştı. Yakın zamanda başımızdan talihsiz işler geçti… Özür dilerim, diyerek çıktı.
Arabalarıyla eve geldiler. Evde telaştan dokuz doğuran babaanneyi sakinleştirdiler. Baba, Erkin’e de biraz teselli verdi. Biraz sonra annesinin yanına götüreceğini söyledi.
Erkin, babasının sözünü dinledi. Annesinin yanına gitmek üzere yeniden hazırlık yaptı. Elini, yüzünü yıkadı. Yeni kıyafetlerini, ayakkabılarını giydi. Karnını doyurdu. Kapıda duran arabaya herkesten önce bindi. Onun yaptıklarını dikkatle takip eden babasının gözleri yaşardı. “Küçücük bir çocuk için annenin ölümünden ağır büyük talihsizlik yok” diye kendi kendine söylendi.
Bir saat sonra avludaki çiçeklerden yeniden çiçek kesip kocaman bir buket yaptılar. Araba mezarlığa doğru yol aldı.
Henüz mermer mezartaşı konulmamış, etrafı parmaklıkla çevrilmemiş, üzerine atılan toprağı kazmayla düzeltilmiş olan yeni bir mezarın yanına vardılar. Baba, oğul başlarını eğdiler. Çiçekleri mezarın üstüne koydular.
Erkin babasının yanındaki mezara bakıp duruyordu. Hani, onun annesi nerdeydi? Onu atlas entarileriyle toprağa nasıl gömmüşlerdi? O sağlığında mantosunun eteğine azıcık toprak değse bile üşenmez, fırçayla temizlerdi. Onun güzel yüzü, altın küpeleri, bembeyaz nazik elleri şu toprağın altında nasıl yatardı? Erkin bunları düşünerek sessizce duruyordu.
Babasına sordu:
– Annem yanımıza çıkmayacak mı?
– Hayır oğlum.
Babası oğlunu avutmak için de olsa yalan söylemedi. Baba ile oğlu mezarlıktan çıkıp eve döndüler.
Ertesi gün o üşütmekten mi nedendir, ateşli bir hastalığa yakalandı. Başucuna gelen babasına, babaannesine ve başkalarına “anneciğim” diye ellerini uzatmaya çalışıyordu. Ateşler içinde yanarken ellerinde çiçeklerle anneciğini arıyordu.
Erkin’in annesinin özlemiyle kendini kaybetmesi Hümayun ve ailesini derinden etkiledi. Büyükbabası, babaannesi ve halaları Erkin’in etrafında fırıl fırıl dönüyorlardı. Hanımının ölümünden sonra “yedisi”ni yapan Hümayun, işine döndü. Eskiden selamlaşıp konuştuğu kadınlarla da fazla konuşmuyordu. İçinden onlara dönüp bakmak bile gelmiyordu. Onun gözlerinin önünde her zaman anneciğini kaybedip hep üzgün gezen Erkin duruyordu. Bu küçücük çocuğun derdi, dünyasının kararması, her şeyini kaybetmiş gibi görünüşü onun yüreğini ezim ezim eziyordu.
Erkin ne babasının, ne de babaannesinin sözlerine aldırış etmezdi. Ona gerekli olan yalnız anneciğiydi. Annesini bulup getirsinlerdi. Nerdeydi onun annesi? Onun annesini nasıl toprağa gömüp gelmişlerdi? Annesi nasıl onu bağrına basmazdı?
O, Hümayun’un gözüne annesiz yaşayamaz gibi görünüyordu.
Avukat Faruk Dostmuhammed ailesi yaslıydı. Bir küçük can bütün aileyi etkilemişti.

Aradan üç yıl geçti. Erkin okula başladı. Lakin Hümayun evlenmemişti. Onun gözlerinin önünde hep o Rânâ’sı vardı…
Toprak soğuktur. İnsan ölünce sevenlerinin yüreğinde onun sevgisi de yavaş yavaş soğur derler. Bu doğru değildi. Hümayun’un yüreğinde Rânâ’nın sevgisi her zaman yaşardı. O, Rânâ’yı sevmiş, uzun zaman peşinde dolaşmıştı. Severek almıştı. Onu gören hiç kimse, başka birini Rânâ kadar seveceğine ihtimal veremezdi. Başka hiç kimse duygularını öyle harekete geçiremezdi.
Hümayun, üç yıl sonra Anakız’ı ilk kez gördü. Yüreği “cız” etti. Karşısında sanki Rânâ duruyordu. Bir yönü Rânâ’ya benziyordu. Acaba sesi mi benziyordu? Hümayun onunla evlendi.

SAİDA ZÜNNUNOVA

1926 Yılında Andican’da doğdu. Babasını erken kaybeden Saide, Andican Öğretmen Enstitüsünde okudu. Öğretmenlik yaptı. Gazetelerin yazı işlerinde çalıştı.
İlk şiiri 1935 yılında bir gazetede basıldı. Bundan sonra şiirleri sık sık yayınlanmaya başladı.
Taşkent Devlet Darülfünunu (şimdiki Özbekistan Milli üniversitesi) Filoloji Fakültesini bitirdi. Çeşitli gazete, dergi ve yayınevlerinde editör ve Özbekistan Yazarlar Birliğinde danışman olarak görev yaptı. Kızınız Yazdı, Yeni Şiirler, Güller Vadisi, Can Kızlar, Bir Yılın Düşündürdükleri gibi şiir kitapları yayımlandı.
Şiirde olduğu gibi düzyazı eserlerinde de başarılı oldu. Çok sayıda kitabı yayımlandı.
Yazar Said Ahmed’le evliydi. Sosyalist rejimlerin her muhalif sesi susturmak için yaptığı iş Said Ahmed’in de başına geldi ve Said Ahmed “halk düşmanı” ilan edilerek hapse atıldığında Saide Zünnunova’da ağır baskılar altında kaldı. Bu dönemde eşyalarını satarak aldığı bir yazı makinesiyle yazarların el yazısıyla yazdığı yazıları düzeltip yayına hazır hale getirmek suretiyle kendini ve kimsesiz kalan kaynanasını geçindirdi. Haksız yere cezalandırılan eşine yardımcı oldu.
1977 Yılında geçirdiği ağır bir hastalıktan sonra hayatını kaybetti.

İki Ateş Arasında

Türkiye Türkçesine çeviren: Mahir Ünlü
Düğün telaşı başladığından beri Vezire’nin huzuru kalmadı. Gözlerini yumup birazcık uyumadan geceleri gündüzlere bağlıyordu. Hayallere dalıyor, dalıp gidiyordu. İşte bugün de aynı ahvalde sabahladı. Sabahın serin havası bedenini ürpertti. Güz başlıyordu. Ağaçlardaki yaprakların renkleri solmaya başlamıştı. Gökyüzü o kadar sakin ve maviydi ki insanın bağrına giriveresi gelirdi. Vezire, sessizce iç çekip süpürgeyi eline aldı. Sararan yapraklar dökülmeye başlamıştı.
Odadan çalar saatin sesi geldi. Biraz sonra okula gitmek için hazırlık yapan kardeşlerinin şamatası işitildi. Annesi, onlara bir şeyler tembihleyip evden dışarı çıktı. Bahçedeki musluğun önünde elini, yüzünü yıkayan kızına dikkatle baktı.
– Neden bu kadar erken kalktın?
– Uyandım.
Vezire, “Uyuyamadım…” diyemedi. Ne de olsa annesi işte. Her şeyi iyi kötü anlıyordur. Kaderleri böyle olunca ne yapsın? Bu yaşadıklarınında hatalı olan kim bilir kim… Onların da içinde bir üzüntü, bir hayal kırıklığı var mıydı? Belki onlar da dertlerini içlerine atıyorlardı. O, yirmi yaşına girdi. Kendini bildiğinden beri içinde bir sızı vardı. O tarafa gitse burada annesi üzgün üzgün arkasından bakakalırdı. Gitmesine giderdi ama annesinin o bakışları gözünün önünden gitmezdi. Gittiği gibi geri dönerdi. Aynı hüzünlü bakışlarla bu kez babası bakardı. Eve nasıl geldiğini bilemezdi. Artık aklı hep babasında kalırdı. Lakin annesine ne desin? Hiçbir şey diyemezdi.
O hep böyle yaşadı. İki ateşin, iki alevin arasında yaşadı. Bunların arasında başka yer var mıydı? Ortada öyle bir yer yok. Vezire onların ne zaman ayrıldıklarını, niçin ayrıldıklarını bilmezdi. Babası da yeni yuva kurmuştu, annesi de. Vezire, iki arada bir derede kalmıştı. Niye onu düşünmemişlerdi? Ağzı var dili yok bir kız olduğu için insandan saymamışlar mıydı?
Kardeşleri paldır küldür okula gittiler. Sokakta araba işaret verdi. Babasını alıp işe götürmek için gelmişti. Annesinin isteğine uyarak Vezire, bu adama da “baba” diyordu. Lakin her dediğinde “baba” diyen dili gönlünü yakıyordu. Elinden geldiği kadar onunla az konuşmaya çalışırdı. Hayret… Anne – baba değiştirilir miydi? Üstüne üstlük bunu anne – babanın kendileri istiyorlardı.
Vezire, giyinip saçını topladı. Gömleğinin omuz kısmı aşağı düşüyordu. Zayıflamıştı. Yavaş yavaş ikinci odaya çıktı. Ayakta durabilmek için canı istemese de fincana çay koyup içmeye başladı.
Annesi endişeli bir sesle:
– Bir şey yemeyecek misin? Böyle nasıl okuyorsun evladım?
– Canım yemek istemiyor.
Annesi sessizce bakakaldı.
– Terziye gidecek misin?
– Babam gel demişti bugün için.
Arada yine bir sessizlik oldu. Sonunda annesi:
– O tarafa mı gideceksin?
– Söylemişti.
Annesi Vezire’nin arkasından sokağa çıktı. Vezire dönüp onun yüzüne bakmasa da halini biliyordu. Annesi kısık bir sesle:
– Çabuk döner misin?
– Bakalım…
Neden “Bakalım…” dedi. Neden “Olur.” diyemedi. Şimdi de annesi için üzülmeye başladı. Onun kısık sesi kulağından gitmiyordu. Bu ses, ders boyunca da kulağından gitmemişti. Koridoru dolduran kızların gülüşlerine, sohbetlerine katılmıyor; arkadaşlarının şakalarına dalgın dalgın gülümseyip geçiyordu. İşte, yakında düğün olacaktı. Babası, öz babası bu düğüne gelemeyecekti. Ona mutluluklar dileyip yolcu edemeyecekti. Bu tarafta oyunlar oynanıp insanlar gülüp eğlenirken o tarafta babası hiçbir şey olmamış gibi sessizce oturacaktı. Düğünü idare edecek olan adam bir yabancı gibi düğüne bile gelemiyordu. Vezire, ne zamandan beri bunu düşünüyordu. Bir keresinde annesine hafiften çıtlatmaya çalıştı. Annesi bir süre hiçbir şey diyemedi. Sonra içini çekip yavaşça:
– Sen karar ver kızım. Bir günlük düğün gelip geçer. Lakin bu taraf ne olacak. Küçük yaştan beri bu babanın elinde büyüdün. Onu çiğneyip geçmek hoş olmaz.
– Hepsi hepsi bir günde, iki saatliğine gelse…
– O iki saat benim yuvamı yıkarsa…
Vezire sesini çıkarmadı. Annesi yine yavaşça:
– Çoluk çocuğa karışınca anlarsın, dedi.
Vezire’nin içi sızladı. İnşallah evliliği iyi olacaktı. Allah hiç kimsenin evladını annesi, babası sağken yetim bırakmasın. Ölse öldü derler. Yanıp sönen bir ateşin izi, harareti kalbinde, hafızanda durur. Lakin her an karşına çıkmaz.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mahir-unlu/ozbek-hikaye-ve-kissalari-69500035/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Hacc-ı bedel: Başkasının yerine vekâleten hac vazifesinin yerine getirilmesi.

2
“Geldim işte. Neden ağlıyorsun anne? Yeter, yeter!”
Özbek Hikâye ve Kıssaları Muhammed Emin Töhliyev и Mahir Ünlü
Özbek Hikâye ve Kıssaları

Muhammed Emin Töhliyev и Mahir Ünlü

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Özbek Hikâye ve Kıssaları, электронная книга авторов Muhammed Emin Töhliyev и Mahir Ünlü на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв