Suç Koridoru
Metin Yıldırım
Metin Yıldırım
Suç Koridoru
SUÇ KORİDORU
ÖZET
Türklerden nefret eden kundura tamircisi Kikos, Erivan’da küçük bir dükkanda kundura tamiri yaparak zor şartlarda yaşamını sürdürmektedir. Günlük birkaç Dramı kazanan Kikos, her 24 Nisan’da, anma törenlerine katılarak orada yakılan Türk ve Azerbaycan bayraklarından bir parçayı alıp bir kutunun içinde saklamayı alışkanlık edinmiştir. Her yıl topladığı bu yanık kokulu bayrak parçaları kutunun içinde çoğaldıkça küçük evdeki yanık bez kokusu da çoğalmaktadır. Oysa karısı Şoger, evinde yanık kokusu ile yaşamak istememektedir.
Yarı aç, yarı tok geçen yaşamlarını biraz kolaylaştırmak için tek oğulları Dikran’ın Metzamor Nükleer Santrali’nde çalışmasına göz yummak zorunda kalmışlardır. Nükleer atıkların alındığı en tehlikeli bölümde çalışan Dikran, koruyucu elbisesinin eski olması nedeniyle radyasyona maruz kalarak ölür.
Anne Şoger, tek oğlunun yetersiz koruyucu elbise nedeniyle radyasyona maruz kalmasına isyan etmektedir. Eşinin Türklere duyduğu nefret kadar, kendisi de Ermeni yöneticilerden nefret etmektedir.
Komşularının kızı Yeraz, İstanbul’da bir ailenin çocuğuna bakarak çok iyi para kazanıp Erivan’a tatil için geldiğinde, ondan eşini de İstanbul’a götürmesini ister. Yeraz, Türklerden nefret eden Kikos’un İstanbul’da çalışma isteğini garip karşılasa da onun Aksaray’da bir kunduracının yanında iş bulmasına yardım eder.
Bir pansiyonda kalan Kikos, İstanbul’daki Ermeni varlığına şaşırır. Onların, Ermeni kiliseleri, okulları ve patrikhanelerinin olduğunu görse de baskı altında kaldıklarını düşünür. Hırant Dink’in anma törenlerindeki kalabalığı görünce İstanbul’daki Ermeni varlığına inanır. Ancak Erivan’da hiçbir Türk varlığının olmayışını, tek bir Türk’ün yaşayamamasının sebeplerini vicdanında sorgular. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde Türklerden hep yardım görür ama içindeki nefret duygusunu bir türlü yenemez.
Ayda 300 dolar kazanmaktadır ama uyuşturucu kuryeliği yaparak daha fazla para kazanır. Bu da yetmez, Yeraz’ın çalıştığı Sadık Bey’in evini soymayı planlar daha sonra Sadık Bey’in tek kızı Burcu’yu kaçırıp fidye almak için planlar yapar. Arkadaşı Hovik ise bir tekstil firmasından Burgaz’a hazır elbise taşımaktadır. Bazen de elbiselerin arasında uyuşturucu zulalamaktadır.
Yeraz, bir yandan kapıcı Ali ile evlilik yaparak Türkiye’de oturma izni almak için planlar yaparken, diğer yandan zengin bir öğrenci olan Hakan’la çıkmaktadır. Yeraz, Kikos ve Hovik, Sadık Bey’in kızı Burcu’yu kaçırırlar. Bulgaristan’a giderek fidye almayı planlarlar ancak Hovik arkadaşlarından habersiz olarak minibüse 30 kg uyuşturucu yüklemiştir.
Bütün bunlar olurken Narkotik Bürosu, başarılı çalışmaları ile öne çıkan Komiser Sevda’yı Bostancı Karakolu’nda görevlendirerek, hem uyuşturucu patronları ile işbirliği yapan emniyet mensuplarını deşifre etmek hem de Kikos, Hovik ve Yeraz arasındaki ilişkiyi öğrenerek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde kuryelik yapan, hap satan kişileri tespit etmek istemektedir.
Takibi daraltan Komiser Sevda uyuşturucuyu yakalar; Ancak köstebekler uyuşturucu patronuna haber verdiği için büyük patron yakalanamaz. Elindeki silahı Komiser Sevda’ya doğru tutan Hovik olay yerinde öldürülür. Tutuklanan Kikos ve Yeraz hapishanede diğer mahkumlar tarafından öldürülür.
Burcu, kaçırılırken başını yere çarptığı için beyin kanaması geçirerek komaya girer. Doktorların çabası ile kurtarılır ama sağ tarafında kısmi felç vardır. Bir Ermeni kızını evine alarak kızının sakat kalmasına sebep olduğu için kendisini suçlayan Sadık Bey olayın stresine dayanamayarak ölür. Nihal Hanım, mutsuzluk yaşadığı Suadiye’deki evini satarak kızı Burcu ile bilinmeyen bir semte taşınır…
Metin Yıldırım
Sosyal Bilimci-Yazar
24 Nisan
Tsitsernakaberd – Erivan
Ermenistan’ın tüm yetkilileri oradaydı. Devlet Başkanı Serj Sarkisyan özellikle üzgün görünüyordu. Etrafındaki yabancı devlet misyonu ve protokol üyelerinin oluşturduğu kortej yavaş yavaş anıta doğru yürüdü. Topluluktan ses çıkmıyordu. Başı tülbentlerle örtülü bayanlardan bazılarının hıçkırığı ve anıta doğru yürüyenlerin ayak seslerinden başka bir ses yoktu. Sadece bir hışırtı, sessizliği bozuyordu.
Türk topraklarında kalan 12 vilayeti temsil eden blokların yanından yükselen 44 metrelik dev granit taşı, Ermenistan’ın içinde bulunduğu sefaletle pek bağdaşmasa da onlara gurur verdiği açıktı. Protokol ve arkalarındaki kalabalık anıta doğru akıyordu sanki. Arka sıralarda yürüyen halkın ellerinde “Faşist Türkiye!” kanlı bir yazı motifi ile “TURKEY, 24 April Criminal” gibi pankartlar vardı. Daha arka sıralara gidildikçe nefret söylemi içeren pankartlar çoğalıyordu.
Anıtı çevreleyen simetrik beton blokların gölgesinde, ortasında ateş yanan daire anıtın etrafına dizildiler. Karanfiller anıtın etrafına konulurken siyah cüppeli papazların ilahi sesleri duyuldu. Ermeni Patriği bu sesle beraber bir iki adım öne doğru çıkarak duaya başlayınca etraftaki hıçkırık sesleri de kesilmişti. Patriğin duası ile “hazırola” geçen protokol, dua uzadıkça kıpırdanmaya başladı. Ayakta durmaktan yorulan ve zorunlu olarak bu törene katılan yabancı misyon üyelerinin yüzündeki mutsuzluk doruğa ulaştığında dua tamamlandı.
Eğer bu bir “anma töreni” olmasaydı herhalde duanın bitişi alkışlarla kutlanırdı. Neyse ki törenin büyük bölümü bitmişti. Geriye, Serj Sarkisyan’a taziye dilemek kalıyordu. Bunun için de bir sıraya ve sabra ihtiyaç vardı. Saygı duruşunun ardından halk sloganlarla coşmaya başlamıştı. Türkiye’ye küfür edenler, “intikam” diye bağıranlar kulakları çınlatmaya başladı.
Her 24 Nisan’da, resmî törenin sonunda bayrak yakma töreni olurdu. Nitekim tören alanının biraz dışında “hurra” sesleri ile beraber dumanlar yükselince halk oraya doğru yöneldi.
Kikos, bu manzarayı kaçırmak istemedi. Önündeki kalabalığı yararak ilerlemeye çalıştı. Türk ve Azerbaycan Bayrakları bir ucundan birbirine bağlanmış, diğer iki ucu birer sopayla havaya kaldırılmıştı. Bayrakların eteğinden başlayan alevler, Ermenilerin nefretini anlamış gibi hızla yukarı doğru tırmandı.
Kikos içinden:
–Tüh, kaçırdım galiba, dedi.
Her yıl yakılan bu bayrakların birer parçasını saklamayı adet edinmişti. Özenle sakladığı bir kutunun içinde bu parçaların üstüne zımbaladığı bir kâğıda ait olduğu yılı yazıyor ve çocuklarına göstermek üzere onları saklıyordu. Aslında orada yakılan bayraklar değil, Türklerdi. İçindeki intikam ateşini hiçbir şey azaltmıyordu ama bu tür etkinlikler onu biraz olsun rahatlatıyordu.
Yanan bayrakların etrafındaki kalabalık gittikçe daralıyor, Kikos tüm çabalarına rağmen çemberin içine giremiyordu. Nitekim bayrakların son parçaları da yanarak yere döküldü. Coşkun kalabalık kollarını birbirlerine dolayarak çember olmuş, sloganlar eşliğinde küllerin üstünde tepiniyorlardı.
Kikos, çemberin dışında oluşan ikinci bir çemberle omuz omuza naralar atıyordu. Yanan bayraklar kül olunca kalabalığın heyecanı bitti. Yavaş yavaş sakinleşip biraz ötelerinden yükselen sloganlara doğru gidince Kikos son bir umutla küllere doğru yöneldi. Ayakları ile karıştırdığı küllerin arasından sandığına koyacağı küçük bir parça aradı ama nafile…
Birazdan kalabalık dağılmıştı. Kikos, koleksiyonuna koyacağı parçayı almadan gitmezdi. Anıt alanında biraz bekleyecekti. Nasıl olsa birazdan başka gruplar gelirdi. Hrazdan Nehri’ni görecek şekilde tepenin sonuna gitti. Küçük bir taşın üstünde oturarak Erivan’ı seyretti. Kikos buradan şehri seyretmeyi çok seviyordu. Karşısında duran St. Hovhannes Kilisesi’ni ve Amusement Parkı’nı görmek içini ferahlatmıştı.
Acıkmıştı ve bir an üşüdüğünü hissetti. Buradan Sis-van caddesindeki evine yaklaşık yirmi dakikada gidebilirdi. Eve gidip biraz dinlendikten sonra geri gelmeyi düşündü ancak sonra bu fikrinden vaz geçti. Anıta doğru baktı. Kalabalık grupların şehrin içinden yükselen slogan seslerini duydu. İçinde bir umut, bir sevinç dalgası yayıldı. Türklere duyduğu nefreti başka Ermenilerle paylaşmaktan garip bir zevk alıyordu.
Grubun nereden geldiğini görmeye çalıştı. Bir grubun sesleri Amusement Parkı’nın içinden geliyordu ama ağaçların arasından onları göremiyordu. Şehrin diğer caddelerinden gelen farklı yoğunluktaki sesler ona güç verdi. Yalnızlığını ve açlığını unutmuştu. Ayağa kalkıp anıta doğru yürüdü. Müzeden anıta doğru yürüyen yeni gruplar vardı.
Birkaç metre yürümüştü ki anıtın sütunları arasından çıkanların kendisine doğru geldiklerini gördü. Sevinmişti. Bulunduğu tepeyi Erivan’ın hemen her tarafından görmek mümkündü. Bu nedenle bayrakların bu tepe üstünde yakılması daha zevkli oluyordu. Buradan çıkan dumanlar ve atılan çığlıklar Erivan’ın tüm sokaklarına yayılıyordu.
Gelenler gençlerin oluşturduğu yaklaşık yirmi kişilik bir gruptu. Gençler, Kikos’u selamlayıp biraz sol taraftaki çimlerin üzerine oturdular. Ellerinde bayrak yoktu. Onlar da Kikos gibi kendilerine katılacak olan diğer insanları beklemeye başladılar. Kikos, anıta doğru yürümekten vaz geçti. Bu gençleri görenler birazdan burada toplanırdı.
Gerçekten de alandaki toplanmayı görenler anıttan çıkarak tepeye doğru yöneldiler. Bir saat içinde tepenin üstü hınca hınç insanla dolmuştu. Ancak bir sorun vardı: Ortada yakılacak bayrak yoktu. Herkes, bir diğerinin bayrak getireceğini düşünerek bekliyordu.
Bekleyenlerin sıkıldığını fark eden Kikos en çok sevdikleri marşı okumaya başladı. Marşla birlikte alanda bekleyenler hareketlendi. Marşın hemen bitiminde sloganlar başlamıştı. Kikos’un gözleri parlıyordu. Sesler yükseldikçe kalabalığın sayısı çoğalıyordu.
Anıtın yanından gelen siyah takım elbiseli gençlerin ellerinde bir torba ve üç–dört metre uzunluğunda direkler vardı. Herkes bekledikleri kişilerin geldiğini anlamış, slogan ve küfürlerin dozunu artırmıştı. Kalabalık, gençlere yol açarak onların merkeze doğru gitmesine izin verdiler.
Kikos, seslerin yükselmesinden beklediği anın geldiğini anladı. Biraz ötelerden, ellerinde yukarı doğru dikilmiş sopaları tutan bir grubun kalabalığın merkezine doğru ilerlemeye çalıştıklarını görünce hemen oraya doğru gitmeye başladı. Acele etmeliydi. Kalabalık safları sıklaştırırsa gitmesi imkansız olacaktı.
Havaya dikilen sopaların yürüyüşü yavaşlamıştı. Belli ki zorlukla yürüyorlardı. Kikos, onların tepenin uç noktasına doğru geleceklerini biliyordu. Çaprazlama olarak onlarla yolunun kesişeceği noktaya doğru ilerledi. Sesler gittikçe yükseliyordu. Nihayet sopayı tutan iki gencin yanına varmıştı. Hemen arkalarından gelen birisi taşıdığı torbanın içinden bayrakları çıkarmaya başladı.
Kırmızı renkli Türk Bayrağını torbanın içinden tam çıkarmadan orada bulunan birisi bayrağın ucunu yakalayarak kendisine doğru çekmeye başladı. Biraz daha çekmiş olsa bayrak parça parça olacaktı. Oysa bu bayrak yakılacaktı. Neyse ki etraftan birkaç kişinin ikazı ile adam bayrağın ucunu bıraktı.
Başka sürprizlerle karşılaşmamak için hemen orada yakmaya karar verdiler. Bayrağı getirenlerin bu işte deneyimli oldukları belliydi. Türk Bayrağını çekince ona bir ucundan bağlı Azerbaycan Bayrağı yere düştü. Her iki bayrağın diğer uçlarında ip vardı. O ipler sopalara bağlandı. İki genç, zıt yönlere doğru giderek bayrakları gerdirdiler.
Kalabalık coşmuştu. Çığlıklar gökyüzünü çınlatıyordu. Bağıranların gözlerindeki ışıltı ve çıkardıkları sesler garipti. Buradakiler, nefret, intikam ve sevinci bir arada yaşıyordu. Torbadan çıkan meşale yakıldı. Bayrakların altında meşaleyi tutan takım elbiseli adam, kalabalığın çığlıklarını usta bir yönetmen gibi yönetiyor, ateşi bayraklara yaklaştırıp seslerin yükselmesini sağladıktan sonra biraz aşağı indirerek bayrakların tutuşmasını engelliyordu.
Böylece bir iki dakika geçti. Kalabalığın sabrı kalmamıştı. Takım elbiseli adam son bir hamle ile bayrakları tutuşturdu. Türk ve Azerbaycan Bayraklarının ucundaki alev yavaş yavaş yukarı doğru tırmanmaya başladı. Kalabalık çılgına dönmüştü. Yükselen sesler tepeden tüm Erivan’ın üstüne doğru yayıldı. Kikos, bu defa yanan bayrakların etrafından oluşan ilk çemberde yer alıyordu. Yanan Türklerin verdiği zevkle havaya doğru zıplıyor, naralar atıyorlardı. Yanık bez kokusu ona et kokusu gibi geldi. Gökyüzüne yükselen küçük bir duman onların tüm intikam duygularını daha da körüklemişti.
Sopaya bağlı Bayrakları tutan ip yanınca her iki Bayrak yere düştü. Yandıkça kıvrılan Bayraklar sanki birbirine sarılıyordu. Alevlerin dozu azaldıkça ilk çemberde yer alanlar, sönmek üzere olan ateşi ve külleri çiğnemeye başladılar. Bayrakların bazı küçük parçaları yanmaktan kurtulmuştu.
Kikos kalabalığın çılgınca bağırışları arasında yerden iki parça alıp cebine soktu. Bağırmaktan ve yerinden havaya sıçramaktan yorulmuştu. Bir an gözleri karardı. Kendisinin bayılacağını, bir an önce sessiz bir yere gitmezse oracığa yığılacağını sandı.
Kalabalığı yararak Amusement Parkı’nı göreceği uca doğru gitti. Gözleri kararmıştı. Hemen oracıkta oturdu. Kulağını tırmalayan sesler yeniden yükselmişti. Geriye dönüp baktığında yükselen dumanları görüp oraya gitmek için hamle yaptı ama sendeledi. Gerçekten de hali kalmamıştı. İçinden “Bu günlük bu kadar yeter!” diyerek cebine soktuğu bayrak parçalarını çıkardı. Azerbaycan Bayrağı’nın “ay” kısmının yarısı sağlam kalmıştı. Türk Bayrağı’na baktı. Garip bir tesadüf Azerbaycan Bayrağı’nda ayın eksik olan kısmı Türk Bayrağı’nda vardı. Üst üste koyunca ayın hilal şekli tamamlanmıştı. Sadece yanan kısımların siyahlığı ortadan çizgi gibi geçiyordu. Bağırarak küfür etti. Yumruklarını sıktı. Yüksek sesle:
–İşte böyle ortanızdan geçeceğiz!.. Tam ortanızdan yakacağız, diyerek sinirle ayağa kalktı.
Bugün hiçbir şey onu mutlu etmemişti. Bu kadar zaman bekleyip elde ettiği bayrak parçaları onun sinirini bozmuştu. Bayrak parçalarını kıvırıp cebine koydu. Bir an önce evine gidip bir şeyler yemeliydi. Amusement Parkı’nı bir kez daha seyredip evine doğru yürümeye başladı.
Anıta gitmeden yokuş aşağı yürüdü. Çok yorulmuştu. Neyseki yolun yokuş aşağı oluşu ona kolaylık sağlıyordu. Hrazdan Stadyumu’nun yanına geldiğinde bütün güçü tükenmişti. Bir an önce evine varmak istiyordu. Brezilya Meydanı’ndan geçip Atina Caddesi’ne paralel yürüdü. Evinin sokağına geldiğinde yanından hızla geçen bir aracın tekerleğinden fırlayan küçük bir taş parçası Kikos’un kafasına geldi. Elini gayri ihtiyari kafasına götürüp kanayıp kanamadığını kontrol etti. Canı çok yanmıştı. Derin bir “ufff” çekti. Evinin bulunduğu Sisvan sokağına döndüğünde hala bir eli kafasındaydı. Tam evinin önüne geldiğinde susuzluktan yanıyordu.
Cebindeki yanmış bayrak parçalarını bir kez daha kontrol etti. Cebine dökülen kül parçalarını yere dökerek cebini temizledi; çünkü karısı yanık kokusunu sevmiyordu. İçinden: “Lanet kadının burnu da çok keskin! Şimdi yine çan–çan konuşmaya başlar!” dedi.
Eski evlerin bulunduğu bu sokağı sevmiyordu ama daha iyi bir yerde yaşama şansı da yoktu. Hem burası Hrazdan Stadyumu’na yakın olması nedeniyle maç günlerinde çeşitli şeyler satarak ek gelir elde ediyordu.
Evinin kapısında durdu. Bir iki yavaş yavaş kapıyı çaldı. Kapıyı açan olmamıştı. Bu defa kapıyı hızlı hızlı vurunca içeriden kapıya doğru yönelen ayak seslerini duydu. Gelen karısı Şoger’di. Karısının bu huyundan nefret ediyordu. Gecenin hangi vakti olursa olsun kapıyı çalan birisine “Kim o?” diye sormazdı. Bu defa da sormadan kapıyı açıp gelen kocasına ters ters baktı. Kocasının yüzündeki ifadeden pek mutlu olmadığı belliydi. Onun bu çocukça davranışına pek anlam veremiyordu. Her yıl aynı şekilde bitkin bir vaziyette eve gelen kocasına hem acıyor hem de içindeki nefreti yenemediği için ona kızıyordu.
Kikos hiçbir şey demeden içeri girip bayrak parçalarını sakladığı kutuya doğru gitti. Şoger’in yanından geçerken yanık kokusu eve yayılmıştı. Şoger’in bu kokuyu sevmediğini bildiği için hemen kutuyu açıp cebindekileri içine koydu. Ceketini çıkarıp askıya asınca Şoger’in bakışları hâlâ onun üstündeydi. Bu bakışlar pek hayra alamet değildi. Zaten mutsuzdu bir de karısının çığlığını duymak istemiyordu. Yavaş bir sesle:
–Yemek var mı Şoger?
Şoger alaycı bir tavırla:
–Bu saate kadar bir şey yemedin mi?
–Hayır yemedim.
–Yemişsindir, yemişsindir. Yoksa aç olarak nasıl durabilirdin?
–Yemedim diyorum, inanmıyor musun?
–Hayır! Kendinize öyle bir ziyafet çektiniz ki neşenizden geçilmiyordu! Sesiniz buralara kadar geliyordu. Öyle ya nasıl sevinçli olmazsınız? Sofranızda kızartılmış Türk göğsü, yanında da soslu Türk Bayrağı menüsü varken yememek olur mu hiç? Hele sen!.. Sen doya doya yemişsindir. Üstüne de nefret ve kinden yaptığınız şarabı içtiniz. Hem de o kadar içtiniz ki hepiniz sarhoş oldunuz. Sen de sarhoşsun. Ancak Türklerin etini fazla yaktınız. Yanık kokusu evimize doldu. Şimdi ben, sabaha kadar bu yanık Türk kokusu ile mi kalacağım?
Kikos, karısının sitemini biliyordu ve ona bulaşmak istemiyordu. Konuyu değiştirerek tekrar sordu:
–Yemekte ne var?
–Git mutfağa bak! Ne var bilmiyorum, deyip koltuğa oturdu.
Televizyonun kumandasını eline alıp kanalları gezinmeye başladı. Hangi kanalı açtıysa anıttaki töreni gördü. Tüm kanallarda ya anıttaki tören veya Erivan sokaklarında gösteri yapan sarhoş gençler vardı. Bunları gösteren TV kanallarından bıkmıştı. Her yıl bu tarihlerde bunları izlemekten bıkmıştı. Her yıl bu tarihte evine giren yanık kokusundan nefret ediyordu.
Bütün bunlara sebep olan Türklerden de nefret ediyordu. Onların yüzünden bütün Ermenistan’ın ruh hali bozulmuştu. Her yıl 24 Nisan ayında “Amerikan başkanı ne diyecek? Avrupalılar ne diyecek, Türkiye’nin tepkisi ne olacak?” diye beklemekten yorulmuşlardı. Her yıl gittikçe artan nefret söylemleri Şoger’in içine öylesine işlemişti ki, karşısına çıkan ilk Türk’ü öldürebilirdi. Yanında yöresinde yaşayan herkes aynı durumdaydı. Türklere duydukları nefret, gittikçe kendi yakınlarına tepki olarak dönüyordu.
Şoger’in nefreti de eşine dönmüştü. Çünkü eşinin nefreti evine yansıyordu. En azından her yıl eve getirilen yanık bez kokularıyla Şoger’in psikolojisi bozuluyordu. Onun içinde Türklere karşı büyüyen nefret zaman zaman hatta çoğu zaman Kikos’a dönüyordu.
İçinden hep söyleniyordu: “Aç Kikos, onun bunun ayakkabısına yama yapmaktan canı çıkmış, yine de her anma töreninde kendisini anıta atıp, saatlerce bağırıyor. Akılsız Kikos, aptal Kikos…” diyordu.
Şoger, en çok da 24 Nisan günü Kikos’a kızıyordu. O gün dükkanı hiç açmıyor akşam eve gelecek para yerine yanık kokulu bayrak parçalarını eve getiriyordu. Dayanılması zor bir durumdu. Bugün de öyle olmuştu. Kikos her ne kadar göstermemeye çalışsa da Şoger onun yanık bayrak parçaları getirdiğini biliyordu.
Dişlerini sıktı. İçinden bildiği tüm küfürleri savurdu. Ancak Kikos, hiçbir zaman bu huyundan vaz geçmeyecekti. TV kanallarında gördüğü manzaralar da içini sıktı. En iyisi yatmaktı. Erkenden yatmak biraz zor olacaktı ama daha fazla bu odada durmuş olsa Kikos’la kavga edecekti.
Yatak odasına gitti. Yanık kokusu buraya da dolmuştu. Pencereyi açıp odayı biraz havalandırdı. Hava serinlemişti. Daha fazla pencerenin önünde duramadı. Hem açık pencereden sokaklarda dolaşan insanların attığı naraları duymak da onu rahatsız eden bir şeydi.
Yatağına uzandı, bir türlü uyku tutmadı. Kıvrandı, kıvrandı… Yorganı kafasına çekti, başını yastığın altına soktu, kalkıp odanın içerisinde yürümeye çalıştı ama nafile. On iki metre karelik yatak odasında iki adım atınca duvara tosluyordu. Salona çıktı, Kikos koltuğun üstüne yayılmış televizyon izliyordu. Karısını görünce güldü ama Şoger yüz vermedi. Mutfaktan su alıp tekrar yatak odasına geri döndü.
Sabah erkenden Kikos’un sesi duyuldu:
–Şoger, Şoger, kalk haydi. Bir şeyler hazırla da dükkana gideyim.
–Zıkkım ye, diye bağırdı.
Kikos daha fazla üstelemedi. Biraz çay kaynatıp kahvaltı hazırlamak için buzdolabını açtı. Dolapta çok fazla yiyecek yoktu. Şoger’in sinirli olma sebebini şimdi daha iyi anlamıştı. Bitmek üzere olan peynirden biraz aldı. Bir parça peynir de Şoger’e kalmıştı. Hemen dükkana gitmeliydi çünkü cebinde para yoktu. Belki birisi ayakkabısını tamire getirirdi.
Şoger yerinden kalkmadan evinden çıktı. Sisvan sokaktan ana caddeye çıkıp dükkanına doğru yürüdü. Her sabah Gök Mescid’in yanından geçip iş yerine gitmekten hoşlanmıyordu. Türkleri sevmediği gibi bir de onların yaptığı bu camiyi hergün görmekten asabı bozuluyordu. Ancak başka çaresi de yoktu.
Yarım saatlik yoldan sonra dükkanının önüne gelmişti. Kapının kilidini açıp içeri girdi. Pazar günleri dükkanı açamıyordu. 24 Nisan’da anma günü de Pazartesi olduğu için dükkan iki gün açılmamıştı. İki gün havalanmayan dükkanda ağır bir yapıştırıcı kokusu vardı. Çok ağır olan bu koku, yıllar içerisinde onun sağlığını da bozmuştu. Penceresi olmayan bu küçük dükkandaki kokuyu gidermek için her sabah erkenden kapıyı açık bırakıyordu. Yazın bu iş kolaydı ama kışın soğuk havalarda açık kapı ile çalışmak gerçekten zor oluyordu. Kapı kapalı olunca da boğulacak gibi oluyordu. Çareyi, içlik giyerek açık kapı ile çalışmakta bulmuştu.
Neyse ki Nisan ayı çok soğuk değildi. Kapıyı açık bırakıp, küçük oçağın altını yaktı. Duvara monte edilmiş raf görevi gören tahtanın üstündeki çay kutusunu aldı. Çay bitmek üzereydi; Ama üstündeki yazıyı görünce sinirleri yeniden bozulmuştu. Elinde tuttuğu Türk çayıydı. Bu çayı içmemeye çalışıyordu ama Erivan’da ya İran çayı ya da Türk çayı vardı. İranlıların “Ahmedi” çayını, kokusu nedeniyle çok seviyordu ama pahalı olduğu için onu alamıyordu. Çaresiz kalarak ucuz olan Türk çayını tercih ediyordu. Dükkan komşuları ateşli bir Türk düşmanı olan Kikos’un Türk çayını kullanması ile alay ettikleri için genellikle çayı başka bir kutuya boşaltıyordu.
Gerçi yedikleri içtikleri ve giydikleri ürünlerin büyük bir bölümü Türk malıydı. Hatta Ermenilerin bu konudaki ön yargısını bilen Gürcüler, Türk mallarının etiketini değiştirerek değişik markalar adı altında Ermenilere satıyorlardı.
Kikos bir küfür savurdu. Parmaklarının arasında bir tutam çayı demliğe koyarak kaynayan suyu demliğe döktü. Tekrar çaydanlığın üstüne koyarak dükkanın önüne çıktı. Biraz erken olduğu için komşular henüz dükkanı açmamışlardı.
Tam o anda sokağın köşesinden nalbur dükkanının sahibi Horen göründü. Göbekli Horen yalpalaya yalpalaya geliyordu. Kikos’un yanına yaklaşınca gülümsedi. Horen’in yuvarlak yüzündeki etli yanakları gülümseyince daha da tombullaşmıştı. Bu koca vücudu taşımaktan yorulan Horen kıpkırmızı olmuştu. Hava serin olmasına rağmen terlemişti. Bir “uf” çekip:
–Ara[1 - Ara: Hitap şekli.], bu yollar beni ödürecek, dedi.
–Horen Usta, çok yiyorsun, bu göbekle tabi ki yürüyemezsin.
–Ara, ne yiyorum? Belki herkesin yediğinden biraz fazla.
–Ha ha ha, Horen Usta, “biraz fazla”yı “epey fazla” olarak değiştirsek nasıl olur?
–Yok be Kikos! Ne yapayım can boğazdan çıkar derler ya, yiyorum işte. Midem o kadar büyümüş ki ne yesem doymuyor, ben ne yapayım?
–Tamam, Horen Usta, fazla yediğini kabul ediyorsan sorun yok.
İkisi de güldüler. Horen, uflaya uflaya dükkanın kapısını açtı. Kapının iç ağzına akşamdan yığdığı plastik kova, kürek, vs. şeyleri kapının önüne ustalıkla dizdi. Yolu kapatmaması için dükkanın camının önünde elli cm’lik bir yerde dizdiği plastikleri yukarı doğru sıralarken Kikos onu seyrediyordu.
Horen’in pencere önündeki çalışması bitince alnındaki terler daha da fazlalaşmıştı. İçeri geçip elindeki küçük testi ile dışarı çıktı. Bir yandan elini yıkıyor, diğer yandan suyun etrafa dağılması için dükkanın önünde geziniyordu. Islak elini yüzüne, boynuna gezdirip terini sildi. Cebinden çıkardığı küçük mendili ile kurulandı. Derin bir “offf” çekti. Kikos’a baktı. Dükkanın kapısına dayanmış ağzında bir sigara tutan Kikos gülümsüyordu.
–Ne oldu Horen Usta?
–Ne olsun Kikos? Yoruldum, yaşlandım.
–Yok yok, iyisin! Ne yaşlanması?
–Kikos, görmüyor musun, dükkana zor geliyorum? Geldiğime göre bari bir şey kazansam. Gün boyu birkaç Dramı’lık eşya satıyorum. Bazı günler hiç siftah etmeden eve gidiyorum.
–Senin durumun yine iyi Horen Usta, ya ben ne yapayım? Ayakkabısını tamir ettirecek birini beklemekten ben de bıktım artık. Bir de evdeki kadının dırdırı çekilmiyor.
–Hahaha, senin derdin anlaşıldı. Hangi kadın konuşmuyor ki?
–Benim ki hiç susmuyor…
Gülüştüler. Kikos dükkanın içinden gelen çay kokusunu içine çekerek:
–Horen Usta, çay hazır, bardağını al da gel, bir çay dökeyim.
Horen Usta’nın tombul yüzü biraz yayıldı. Dükkana girip içeriden çay bardağını alarak Kikos’un dükkanına girdi. İçerideki yapıştırıcı kokusu tam kaybolmamıştı. Bardağını Kikos’a doğru uzatırken kaşıyla çaydanlığı işaret etti:
–Türk çayı mı?
Kikos’un kaşları çatıldı. Bu adam her defasında kendisiyle alay ediyordu. Yalan söyleme şansı da yoktu. Çünkü bütün çayların ana vatanını, özelliğini kaç dakikada demlendiğini bile biliyordu. İçinden: “Pezeveng, her defasında bana bu soruyu sormazsa çatlar!” diye düşündü.
Sert bir sesle:
–Sen çayını iç, usta!
–Yahu seni anlamıyorum Kikos! Hem param yok diyorsun hem Türkler aleyhine yapılan her gösteriye koşarak gidiyorsun!
–Oraya gitmek gerek usta! Sen gitme, ben gitmeyeyim, peki kim gidecek?
–Valla Kikos, bu iş kabak tadı vermeye başladı. Anıtta toplanarak saatlerce bağırıp çağırıp, küfürler savuruyoruz. Bütün bunlar kimin umrunda? Elimize ne geçiyor? Birkaç TV çekim yapıyor, sonra herkes kendi işine bakıyor. Bize ekmek lazım. Türkleri en az senin kadar sevmiyorum ama bir yerde bırakmamız lazım.
–Horen Usta, bazen senin Ermeni olduğundan bile şüphe ediyorum!
–O neden?
–Konuşmalarını duyan seni Türk sanacak!
–Ne alakası var? Yüz yıl önce olan olayları her yıl, her yıl tekrar ede ede benim psikolojim bozuldu. Ben bıktım artık. Hem bizimkilerin hiç mi suçu yoktu? Sen gençsin, bilmezsin! Biz de epeyce Türk öldürdük. Yani intikamımız o zaman alınmıştı. Bulduğumuz çocuk, kadın, yaşlı herkesi öldürdük. Onlar da aynı şeyi yaptılar.
Evet, ben Türklere kızıyorum ama bizi satan Ruslara, Fransızlara, İngilizlere daha çok kızıyorum. Hiç birisi bize verdikleri sözü tutmadılar. Bizi kullandılar. Ölen Ermeniler oldu, buralara Ruslar sahip oldu. Yani biz öldük, Ruslar toprak kazandı. Güya bağımsız bir devlet kurduk ama 70 yıl Ruslar bizi yönetti. Öyleyse bizim dedelerimiz neden öldüler? Bizi Osmanlılar yönetirken hepimiz çok rahat yaşıyorduk. Ticaret ve sanat bizim elimizdeydi. Sonra ne oldu? Adımız bağımsız devlet oldu ama Ruslar bizi yönetti; ancak cebimizde beş Dramı paramız yok. Açlıktan nefesimiz kokuyor. Ne anladım ben bu bağımsız devletten.
Bak Kikos, bir devlet vatandaşının karnını doyuramıyorsa, güvenliğini sağlayamıyorsa o devlet bağımsız değildir. Şimdi söyle bana biz bağımsız bir devlet miyiz?
Kikos’un yüzü kıpkırmızı olmuştu. Horen’in ailesini tanıyordu. Yoksa gerçekten de onun bir Türk dönmesi olduğuna inanacaktı. Sinirleri zıplamıştı. Kendisi her toplantıya katılırken bu adam hiçbir toplantıya gitmezdi. Üstelik kendisiyle alay ediyordu.
Bir an hiddetini yenemedi ve Horen’e bağırmak istedi; ama sonra vaz geçti. İçinden: “Bunlar hepsi satılmış! Belki de anasını bir Türk s....miş,” diye düşündü. Bu Horen’in çevresi çoktu. Kendisine gelen müşterilerin çoğu Horen Usta’yı tanıyor ve seviyordu. Bu nedenle ona kaba davranmak istemezdi.
En iyisi konuyu değiştirmekti. Sinirlerine hakim olmak için derin nefes alıp:
–Horen Usta bir çay daha koyayım mı?
Bunları derken sinirden eli ayağı titriyordu. Zoraki gülümseyerek devam etti:
–Sen de çayın kaynağını sorma! Çin’den gelen de var, Türkiye’den gelen de…
Horen Usta bugün neşeliydi. Kikos’un zayıf noktasını biliyordu ve bununla dalga geçmekten zevk alıyordu. Sinsi sinsi devam etti:
–Tamam sen çayı doldur! Kaynağını ben de biliyorum, sen de… Kızmana gerek yok, sormayacağım.
Her ikisi de zoraki gülümsediler.
Kikos başını salladı. İçinden: “Bu şerefsiz, Türk dölü sabah sabah moralimi bozdu!” diye mırıldanarak önlüğünü üstüne giydi.
Horen Usta önlüğünü giyen Kikos’u yalnız bırakması gerektiğini anlayarak:
–Çay için teşekkür ederim. Birazdan benim dükkanda çay içelim. Ancak peşin söyleyeyim, benimki halis Türk çayıdır!
Sinsi sinsi gülerek Kikos’a göndermede bulunup kendi dükkanına doğru yürüdü. Kikos sinirinden kudurmuştu. Önlüğünün düğmelerini iliklerken: “Hepinizin anasını Türkler becermiş! Hepiniz Türk dölüsünüz. Alçak namussuzlar!” diye söylendi.
O sinirle zımparalı freze masasına oturdu. Birkaç gün önce tamir için bırakılan ayakkabıyı eline aldı:
Ayakkabının altı delinmiş, yan tarafı ise açılmıştı.
Önce yan taraflarını zımparalayıp Çin malı yapıştırıcıyı sürdü. Eskiden saatlerce kurumaya bıraktığı yapıştırıcılar, şimdi birkaç dakika içinde kuruyordu. Bu defa da öyle oldu; Yapıştırıcı hemen kurudu. Ayakkabının sayasını[2 - Saya: Ayakkabının üst bölümü.] delik kösele tabana yapıştırıp presledi. Sıra delik tabanını onarmaktaydı.
Bunun için daha önceden ayırdığı lastik bir parçayı eline alarak inceledi. Göz ayarı ile deliğin genişliğini ölçerek yama için bir parça kesti. Elindeki falçatayı kırmamak için özel bir gayret sarfediyordu. Uzun zamandır bekleyen lastik, epeyce sertleştiği için zor kesiliyordu. Küçük tezgahın üstünde ustalıkla kestiği lastiğin kenarlarını inceltti. Sonra zımpara taşı ile her iki tarafıda düzeltip yapıştırıcıyı sürdü. Kurumasını beklerken ayakkabıya dikkatlice baktı.
Her tarafı buruş buruş olmuş bu ayakkabının ömrü dolmuştu ama Ermenistan’daki ekonomik bunalım öyle bir hal almıştı ki, bazen yırtılan yamaya da yeni bir yama atıyordu. Derin bir iç geçirip, başını salladı.
Sabah olduğu için yapıştırıcı kokusu dükkandan çıkmamıştı. Tamir ettiği ayakkabıyı bir köşeye koyup dışarı çıktı. Küçük dükkanının sağ tarafında Horen Usta’nın nalburu sağ tarafında ise manifaturacı Vanik vardı.
Kapının önüne çıkınca Vanik bir müşterisini yolcu ediyordu. Vanik, düşünce olarak kendisine daha yakındı. O da Türkleri sevmezdi. Hele son zamanlarda Türkiye’den gelen çeşitli tekstil ürünlerinin ucuz olması nedeniyle dükkanda iş yapamaz hale gelmişti. Artık kimse elbiselik kumaş almıyordu. Çünkü dikiş parasından daha ucuz satılan hazır giyim Vanik’in defterini dürmüştü.
Bir ara o da hazır giyim satmayı düşünmüştü ama ilerleyen yaşı nedeniyle gençlerin tercihini tahmin etmekte zorlanıyordu. Üstelik kaçak yollarla Türkiye’ye gidenlerin getirdikleri bavul dolusu giyim çeşidi karşısında kafası karışıyordu. Ne satacaktı? Bayan giysi her zaman cazipti ama hergün değişen modayı takip etmesi zordu. Üstelik dükkanı da çok işlek bir yerde değildi.
Aldığı malların elinde kalması ihtimali vardı. Uzun uzun araştırmaların sonunda yine babadan kalma manifatura işini devam ettirmeğe karar vermişti. Müşterileri ise genelde kendi yaşındaki bayanlardı. Yatak çarşafı, ucuz perdelik, bez dokumalar gibi ev tekstili satıyordu.
Son zamanlarada örgü ipliği de satmaya başlamıştı. Zaten cebine giren üç beş kuruşu da bu örgü ipliğinden kazanıyordu. Yüzünde her zaman bir mutsuzluk vardı. Onu gören herkese kendi mutsuzluğundan mutlaka biraz pay verirdi.
Kikos’u görünce zoraki gülümsedi:
–Nasılsın Kikos? Dün yoktun. Törenlere mi katıldın?
–Evet! Bir de seni ve Horen Usta’yı orada görürsem herhalde sevinçten ölürüm.
–Biz seni seviyoruz Kikos, ölmeni istemediğimiz için gelmiyoruz.
Bu söze ikisi de güldü.
Kikos:
–Vanik Abi, gerçekten siz neden hiç katılmıyorsunuz törenlere?
–O ne demek Kikos? Elbette biz de katılıyoruz. Anıtta çiçek koyup haç çıkarıyoruz. Ancak senin gibi saatlerce orada kalmıyoruz.
–Yani aceleyle dua edip kaçıyorsunuz!
–Hayat devam ediyor Kikos! Tüm gün orada kalamayız. Bizim yaşımız da bunun için uygun değil. Hem siz kalıyorsunuz da ne yapıyorsunuz? Türk ve Azerbaycan bayraklarını yakmaktan başka işiniz yok mu?
–Öyle deme! Düşmanın kimler olduğunu çocuklarımıza tanıtmamız gerek. Biraz gevşetirsek birkaç yıl içinde bu olayı herkes unutur.
–Kimsenin unutacağı yok. Ayrıca genç neslin bu olayları taktığı yok. Herkes kendi aleminde.
–Onların Ermeni olduklarından şüpheliyim. İyi bir Ermeni bu olayı her fırsatta anmalıdır. Dedelerimize yapılanları unutmamalıyız.
–Haklısın Kikos ama kime anlatacağız? Herkes bizi aldatıyor. Bütün devletler 24 Nisan’da bizim gönlümüzü almak için süslü laflar söylüyorlar. Sonra ne oluyor? Hiçbir şey!
Asık suratı biraz daha asılmıştı. Eliyle dükkandaki tezgahları göstererek devam etti:
–Bu tezgahlar bir zamanlar tıka basa doluydu. Şimdi günlük ekmeğimi çıkaramıyorum. Bu düşmanlık bize zarar veriyor. Türk malları bir şekilde bize geliyor hem de pahalı olarak. Oysa serbest olursa belki bende bazı şeyler getireceğim. Şimdi ise bu belirsizlik beni delirtiyor. Genç kızlarımızın çoğu o düşman dediklerimizin evinde hizmetçi olarak çalışıyor. Açıkcası bu düşmanlıktan bıktım artık.
Duydukları Kikos’un canını sıkmıştı. Tam o anda Vanik başıyla ileriyi işaret ederek:
–Senin ki geliyor! Türkleri boş ver, sen bundan nasıl kurtulacaksın, onu düşün!
Vanik gülmeye başlamıştı. Kikos geriye dönüp bakınca topal Aşhen’i gördü. Ayağını sürükleye sürükleye dükkana doğru geliyordu. Kikos panikledi:
–İşte şimdi yandım. Daha sabah siftah etmeden bununla uğraşmak bir azaptır. Para vermediği gibi bir de utanmadan çay istiyor. Vanik Abi, bunu bana neden yaptın? Daha güzel bir haber veremez miydin?
–Al sana Türklerden daha iyi müşteri. Eh sana kolay gelsin. Ben içeri gireyim! Onun akşamdan kalma sarhoş haline katlanamam.
Kikos, bu sabah yaşadığı can sıkıcı olaylara bir yenisi daha eklendiği için iyice üzülmüştü. Biraz daha dikkatli bakınca Aşhen’in sallanarak yürüdüğünü fark etti. Evet, bir ayağı topaldı ama her zaman sallanmadan yürürdü. Bu gerçekten de sarhoştu.
Söylenerek içeri girdi. Çayın altını söndürüp üstüne bir bez attı. Pencere kenarında müşterilerin oturması için koyduğu eski koltuğun üstüne lastik atıklarını yığdı. İçinden “Umarım çabuk defolup, gider!” dedi. Tamir için bırakılan bir ayakkabıyı eline alıp zımparalamaya başladı.
Aşhen’ın sürüklediği ayağından çıkan sesler Kikos’un kafasına balyoz gibi iniyordu. Geçen her saniye onun sinirlerini germeye başladı. Nihayet Aşhen kapıda göründü. Kapının eşiğinde durup, Kikos’a baktı. Kan çanağına dönmüş gözleri ile süzdüğü Kikos’un tavırları hoşuna gitmedi.
–Günaydın Kikos!
–Günaydın Aşhen.
–Ne oldu? Suratından düşen bin parça?
–Yok bir şey!
Aşhen, Kikos’a bedava bir şey yaptıramayacağını anlamıştı. Kikos çok ciddi duruyordu. Ayağındaki ayakkabının burnuna baktı. Sakat olan ayağındaki bu ayakkabı tamir edilmezse daha fazla dayanmazdı. İstemeye istemeye elini cebine atıp bozuk paraları şıklattı. Para sesini duyan Kikos biraz rahatladı ama bu ciddi tavrını bırakırsa Aşhen’den beş para alamazdı. Onun için kafasını hiç kaldırmadan elindeki işi yapmaya devam etti.
Aşhen:
–Kikos, bu ayakkabının burnu açılmaya başladı. Acele bir yere gitmem gerek. Bunu hallet!
–Aşhen elimdeki bu işi bitirmem gerek. Dükkan iki gündür kapalı zaten. Daha siftahta yapmadım. Bunu bitireyim hemen hallederim.
İçinden “Elime düştün, para almadan asla yapmam!” diyerek gülmeye başladı. Aşhen, çaresizce elini cebine soktu. Birkaç bozukluğu Kikos’a doğru uzatarak:
–Al sana siftah! Beni hemen gönder!
Kikos elindeki bozukluğa bakıp başını salladı. Daha önceden kalan borçlarının onda biri bile değildi. Yanındaki bozuk para kutusuna atarak koltuğu işaret etti:
–Otur bakalım! Eski borçlarını da birgün ödersin inşallah!
–Öderim, öderim, merak etme!
Koltuğun üstündeki malzemeyi kenara iterek oturdu. Ayağındaki suni kösele ayakkabıyı Kikos’a doğru uzatırken son kalan parasını aldığı için Kikos’a nefretle bakıyordu. Votka kokusu küçük dükkanı sarmıştı. Kikos burnu delik ayakkabıya baktı. Ayakkabı sağa sola bükülmeye başlamıştı. Yapıştırıcı kokusundan sonra Aşhen’in votka kokusu midesini bulandırmıştı ama Aşhen’den para alabildiği için çok mutluydu. Gülümseyerek:
–Yine akşamdan kalmışsın! Nereden buluyorsun bu parayı?
–Nereden olacak, arkadaşlarım sağ olsun! Bende para mı var? Cebimde kalan bozuklukları da sen aldın utanmadan!
–Senin ayakkabılarını tamir etmekten başka iş yapamıyorum Aşhen! Arada bir bana da para ver ki işini yapalım. Sen her gün içiyorsun, ben her gün çalışıyorum.
Aşhen gülmeye başladı:
–Hadi canım, nerede çalışıyorsun? Ben içip sarhoş oluyorum ama sen anıtta Türklere küfür edip sarhoş oluyorsun. Demek ki herkes bir türlü sarhoş oluyor.
–Sen de gelsene! Yılda bir kez olsun seni de orada görelim!
Aşhen eliyle “Bırak bu işleri!” der gibi bir işaret yaptı.
–Bu topal ayağımla o yokuşa nasıl çıkayım? Hem orada senin gibi azgınların ayakları altında ezilirim. Türk Bayraklarını yakınca kendinizden geçiyorsunuz.
–Ezmeyiz, ezmeyiz. Çocuklarımıza geçmişlerini hatırlatıyoruz!
Aşhen sıkılmıştı: “Aman sen de!” diyerek elini sola doğru itti.
Kikos sinirlenmeye başlamıştı. Zımparaladığı ayakkabıya yapıştırıcı sürerek kuruması için yanına koyup başka işle meşgül oldu. Az sonra ayakkabı bitmişti. Aceleyle ayakkabısını giyen Aşhen ayağını sürükleyerek dükkandan uzaklaşırken, meraklı komşular hemen Kikos’un yanına geldiler. Onun gülümsemesinden para aldığını anlamışlardı.
Kikos bozuk paraları işaret ederek:
–Bugün şeytanın bacağını kırdık!
Hepsi kahkahalarla güldüler.
***
O gün akşama kadar dükkana kimse uğramadı. Kikos’un sinirleri bozulmuştu. Cebinde sadece Aşhen’in verdiği bozukluklar vardı; onunla da sadece ekmek alabilirdi. Oysa Şoger bir sürü sipariş vermişti. Derinden bir “off” çekti. Komşularından borç almayı düşündüyse de bu fikrinden vaz geçti. Zaten onlar da insana para vermezlerdi.
Belki gelen olur diye biraz daha bekledi ama ne gelen vardı ne de giden. Karanlık çökmeye başlamıştı. Çaresizce dükkanı kapatıp eve doğru yürümeye başladı.
Kafası çok karışmıştı. Yolunun üstündeki fırından sadece bir ekmek alabildi. Para bulması gerekiyordu. Bir an Şoger’in haklı olduğunu düşündü. Öyle ya belki törenlere katılmasaydı para kazanabilecekti.
Türklere duyduğu düşmanlık karnını doyurmuyordu. Elindeki ekmeğe baktı. Hemen oracıkta bu ekmeği yiyebilirdi. İyice acıktığını anladı. Yavaş adımlarla evin kapısına doğru yaklaşırken karısının söyleyeceği şeyleri düşünerek ürperdi.
Cebindeki anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğinde salonda oturmuş TV izleyen Şoger’in sinirden kıpkırmızı olmuş yüzü ile karşılaştı. Şoger kirpik kırpmadan kocasının ellerine bakıyordu.
Mutfağa gidip ekmeği masanın üstüne bıraktı. Kikos bu ekmeği iki lokmada bitirebilirdi. Ocağın üstünde duran tencereleri inceledi; Boştu. Hiç sesini çıkarmadan doğruca yatak odasına gitti. Vakit çok erkendi ama Şoger’le karşılaşmaktansa şimdiden uyumak daha iyiydi.
Açlık iyice kendisini göstermişti. Hele ekmeğin kokusu onun açlığını daha da kamçılamıştı. Eve getirdiği bir ekmekti, onu da yemeye yüzü yoktu. Pijamalarını giyip yatağına uzandı. İçinde açlıkla beraber bir huzursuzluk vardı. İçinde bulunduğu çaresizliği düşündü. Gözlerini kapadı ama Şoger’i başının üstünde kendisine bakarken hissetti. Gözlerini açtı, karşısında kimse yoktu. Salondan TV’nin sesi geliyordu. Yan tarafa dönüp gözlerini tekrar kapattı. Uzun bir süre sağa sola dönerek vakit geçirdi.
Açlığını gittikçe daha daha fazla hissediyordu. “Biraz su içersem belki açlığım geçer!” diye düşündü. Yerinden kalkıp mutfağa giderken göz ucuyla Şoger’e baktı; Koltukta aynı pozisyonda oturuyordu. Mutfağa girdi biraz su alıp içti. Kocaman bir bardağı yeniden doldurup nefesi kesilene kadar içti. Bir litreden fazla su içmişti. Gözü masanın üstündeki ekmeğe ilişti. Bıraktığı gibi duruyordu. Eline alıp koklamak istedi ama son anda vaz geçti: Çünkü bu defa o ekmeği bir lokmada yiyebilirdi. Bardağı yeniden suyla doldurup kafasına çekti. Zorla bütün suyu içti. Midesi suyla dolmuştu.
Salondan geçerken Şoger’in bulunduğu yere göz ucuyla baktı. Hiç kıpırdamadan bir kukla gibi oturuyordu. Bir an onun haline acıdı. Evde bir şey olmadığına göre o da açıkmış demekti. Üzüntü ile yatak odasına geçti.
Gece boyunca sağa sola dönerek uyumaya çalıştı. Gözlerini açtığında ortalık aydınlanmıştı. Yanına baktı Şoger yoktu. Deli gibi ayağa fırlayıp salona geçti. Koltuğun üstünde elbiseleriyle uzanan Şoger, uyuyordu. Bir an çaresizce ona baktı. İyice bocalamıştı. Ne yapacağını bilmeden çaresizce bir müddet kıprdamadan uyuyan karısına baktı. Sessizce mutfağa girdi. Ekmek, akşam bıraktığı yerde duruyordu. Mis gibi ekmek kokusu mutfağı doldurmuştu. Eline alıp kokladı. Akşamdan beri açıkta kalan ekmek iyice kurumuştu. Kendi nefsi ile mücadele etmeye başladı. İçindeki açlık duygusu ekmeği dişlemesini söylüyordu ama vicdanı buna izin vermiyordu. Sonunda vicdanına yenik düşerek elindeki ekmeği her zaman kullandıkları ekmek bezine sararak dolaba koydu.
Birkaç bardak su içti ama açlığını bir türlü yenemiyordu. Son bir bardağı zorla içmeye başladı. Midesi dolmuştu. Hemen mutfaktan çıktı. Belki de biraz daha kalsaydı ekmeği yiyecekti. Yatak odasına gidip elbiselerini giyindi. Şoger’e son bir kez daha bakarak evden çıktı.
Sokakta çok az insan vardı. Ümitsizce dükkana doğru yürümeye başladı. Köşeyi döndüğünde akşam ekmek aldığı fırının taze ekmek kokusu sokağa dolmuştu. Ekmek kokusunu içine çeke çeke yürürken tam fırının önüne geldiğinde artık dayanamayacağını düşünüp nefesini tuttu. Hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.
Az sonra dükkanının kapısını açınca içeriden gelen yapıştırıcı kokusu boş midesine doldu. Midesi bulanmıştı. Hemen dışarı çıktı. Nefret dolu gözlerle dükkanına baktı. Sanki içeriden gelen koku sadece kendi midesine doluyordu. Birkaç adım geri gidip kirli pencerenin önüne topladığı ayakkabılara baktı.
O pencerenin önüne tamir ettiği ayakkabıları diziyordu. Üç ayakkabı vardı; tamir etmişti ama sahipleri hala almamışlardı. İçinden bir küfür savurdu. Bunları alıp parasını ödeseler birkaç ekmek ve biraz öte-beri alırdı. Midesinden gelen seslere kulak verdiği anda birisi “Günaydın!” dedi.
Önce, sesin midesinden geldiğini düşünüp kendisine kızdı. Açlıktan sesler duyduğunu düşündü. Ses yeniden “Günaydın!” deyince geriye doğru baktı. İyi giyimli bir bayan ayakta duruyordu. Gülümseyerek:
–Ustam çok dalgınsın. Zamanın var mı, ayakkabımın topuğu koptu.
Kikos şaşkınlıkla kadının elinde tuttuğu ayakkabı topuğuna bakıyordu.
–Zaman mı? Var tabi.
–Çok acele etmen gerekir. Yetişmem gereken bir görüşme var. Bu ayakkabıyı nereden giydim sanki. Evden uzaklaşınca koptu. Lütfen acele edin.
Kikos, bayanın elindeki topuğu alıp hemen bir sandalyenin üstündeki eşyaları kaldırarak bayana oturması için yer yaptı ama ortalık çok pisti. Bayanın giyim tarzından iş görüşmesine giden birisi olduğunu anladı. Giysileri çok yeni olmamasına karşın temiz ve ütülüydü. Ayakkabıları da eski sayılmakla beraber az kullanılmış beş santimlik topuğu olan rugan bir ayakkabıydı.
Küçük iskemleyi dışarı çıkarıp camın önüne koydu. Üstünü silerek bayana oturması için işaret etti. İçini sildiği bir terliği bayana uzatarak ayakkabıyı istedi. Açlığını unutmuştu. Hiç beklemediği bu müşteri onu heyecanlandırmıştı. Neşeli bir şekilde:
–Bayan, ne kadar zamanınız var? Eğer yarım saatlik vaktin varsa hem yapıştırıcı ile hemde çivi ile onarırım. Ancak vaktiniz yoksa sadece çivi ile tutturayım ama sağlam olmaz.
–Yarım saate kadar biterse beklerim. İş görüşmesine gidiyorum. İkinci defa çağırıyorlar. Galiba bu defa anlaşacağız. Sen yine de sağlam yap. İyi ki evden erken çıkmışım.
–Olur! Şuraya oturup ayakkabıyı bana verin.
Kadın silinen iskemleye oturup ayakkabısını çıkardı ve Kikos’a uzattı. Kikos yıldırım hızıyla tezgahın başına geçip ayakkabıda tabanın yerinde kalan çivileri söktü. Tabanı ve topuğu temizledikten sonra bolca yapıştırıcı sürüp kuruması için köşeye bıraktı. Neşesi yerine gelmişti. Dışarı çıkarak kadına:
–İsterseniz ayakkabının öbür tekini de verin bir bakayım sanki onunda topuğu eğilmiş gibi. Nasıl olsa bekliyoruz, bu arada ona da bir iki çivi vurayım.
Kadın önce tereddüt etse de sonra kendisine uzatılan terliği alıp giydi. Ayakkabıyı Kikos’a uzatırken şüpheci gözlerle onu izliyordu. Ayakkabının topuğu gerçekten de kopmak üzereydi. Kikos topuğun altındaki küçük lastiği kaldırıp yerine yenisini çiviledi. Kenarlarından bir iki çivi ile sağlamlaştırdı. Hemen yanındaki cila ile rugan ayakkabıyı parlattı. Sonra kurumaya bıraktığı parçaları birleştirerek çekiçle sıkıştırdı. Birkaç çividen sonra ayakkabı sapasağlam olmuştu. Pırıl pırıl ayakkabıları ayağına giyen kadının gözleri mutluluktan ışıldıyordu. Çantasından bir onluk çıkarıp Kikos’a uzattı. Kikos tam “Bozuğum yok!” diyecekken kadın gülümseyerek:
–Benim için dua et! Umarım beni işe alırlar. Günlerdir baş vurmadığım yer kalmadı ama kimse çalışacak insan aramıyor. Oysa hesap uzmanıyım. Şirketlerin muhasebesini tutabilirim. Neyse, teşekkürler bu para senin için ustam.
Kikos:
–Size bol şans diliyorum bayan.
Bayan oradan uzaklaşırken ayakkabılarına bakıyordu. Neredeyse ağırlığını topukların üstüne vermeden yürüyecekti. Kikos elindeki onluğa bakarken karnının gurultusu yeniden başlamıştı.
Hemen içeri girip, ocağı yaktı. Küçük demliği doldurup ateşin üstüne koydu. Torbadaki çayı kontrol etti. Birkaç defalık daha çay vardı. Zaten açık çay içiyordu. Başkasının bir demlikte kullandığı çayı, o, üç demlik için kullanıyordu.
Çay kaynarken bir koşu bakkala gidip ekmek almayı düşündü. Bu para ile biraz da peynir alabilirdi. Tam hazırlanıp dışarı çıktığında kendisine doğru gelen yaşlı birisini gördü. Gayri ihtiyari adamın ayakkabılarına baktı. Adamın ayakkabılarından birisinin yan tarafı açılmıştı.
Az sonra yaşlı adamın ayakkabısının yan tarafını dikerken bir an önce bitmesini istiyordu. Artık açlığa dayanacak gücü kalmamıştı. Yirmi dakika içerisinde yaşlı adamın ayakkabısı bitmişti. Yaşlı adam eline aldığı ayakkabıyı sağa sola çevirerek inceledi. Kikos’un acelesi olduğunu anlamıştı ama nedenini bilmiyordu. “Sabahın bu saatinde iş yapan birisinin ne acelesi olabilirdi ki!” diye düşündü. Cebinden çıkardığı parayı elinden kapar gibi alan Kikos’a ters ters baktı.
Bu arada çay kaynamıştı. Kağıt torbadan aldığı bir kaşık çayı demliğe döküp ocağın altını kıstı. Yaşlı adam oradan uzaklaşırken Kikos’da ters taraftaki bakkala doğru hızla yürümeye başladı. İçeri girer girmez bir ekmeği eline alıp ısırmaya başladı. İkinci ekmeği torbaya koyan Kikos, 200 gram peynir istedi. Bakkal peyniri tartıncaya kadar Kikos bir ekmeği bitirmişti. İçinden: “Bu ekmekleri o kadar küçülttüler ki iki lokmada bitiyor!” diye düşündü.
Şoger’in verdiği siparişlerin de hazırlaması için birkaç gündür cebinde taşıdığı listeyi bakkala bıraktı. Akşam eve giderken onları alacaktı. Çünkü şimdi hem kendisi bir an önce karnını doyurmak istiyordu hem de eşyaları dükkana götürse akşama kadar yapıştırıcı kokusu yiyeceklerin üzerine sinerdi.
Aceleyle dükkana döndü. Küçük tezgahın üzerine serdiği gazete kağıdının üstüne, aldığı yiyecekleri serdi. Bir ekmeği bitirmesine karşın hala kendisini aç hissediyor, bir an önce ekmeğin içine doldurduğu peyniri çayla beraber yemek istiyordu. İskemleye oturdu ve ekmeği eline alarak kocaman bir lokmayı kopardı. İki üç lokmada ekmeğin yarısını bitirmişti. Ne kadar aç olduğunu düşündü. Çayından bir yudum aldıktan sonra ekmeğine devam etti. Son lokmayı alırken bile bir ekmeği daha yiyebileceğini düşünüyordu.
Ayağa kalkıp çayını dışarıda içti. İçeride kalsa hiç doymayacaktı. Yapıştırıcı kokusu yerine ekmek kokusunu içine çekmek çok güzel bir duyguydu.
Açlıkla mücadele etmenin zorluğunu biliyordu. Birkaç kez aç kalmıştı ama bugün açlığı bir farklı yaşamıştı. Gözlerindeki umutsuzluk açlığını biraz daha artırmıştı. Kağıt kesenin içindeki ikinci ekmeğe baktı. Onu evine götürmeliydi ama bir gün önceden kalan açlığı bitmemişti. İkinci ekmeği de keseden çıkararak arasına bir dilim peynir koydu. Yapıştırıcı kokusunun içinden burnuna gelen ekmek kokusunu daha iyi almak için ekmeği kokladı. Derin bir nefes çekti içine. Boğazını yakan yapıştırıcı kokusu ile birlikte ekmeğin kokusu içine doldu: “Ohh! Mis gibi!” diye düşündü. Mümkün olduğu kadar küçük bir lokma almaya çalıştı. İkinci ısırıkta neredeyse ekmeğin yarısı bitmişti.
Başını salladı. Ekmeği gazete kağıdının üstüne bırakıp dışarı çıktı. Ağzındaki lokmayı yavaş yavaş çiğnemeye başladı. Böylece vakit kazanmaya çalışıyordu. Dükkanın önünde tur atmaya çalışırken Horen Usta’nın kendisine baktığını gördü. Horen:
–Bakıyorum yine götürüyorsun Kikos!
–Dünden beri bir şey yemedim usta. Açlıktan ölüyorum. Şimdi ekmek alabildim.
–Madem açtın neden bana söylemedin? Üzüldüm komşum.
Kikos içinden “Pezevenkten para istesem sanki verecekti!” diye mırıldandı. Zoraki gülümseyerek:
–Teşekkür ederim usta. Yüzüm tutmadı. Neyse ki bu sabah Aşhen’in ayağı uğurlu geldi. Hem kendisi para verdi hem de başka bir müşteri geldi.
Lokmasını bitirmişti. Dükkanın içine girdi. Küçük bir lokma daha kopardı. Dışarıdaki konuşması ona iyi gelmişti. Açlığı biraz azalmıştı. Yine dışarı çıktı. Lokmayı yavaş yavaş çiğneyerek Horen Usta ile biraz konuştu.
Canlanmıştı. İçeriye girip kendisine bir çay koydu. Gazete üzerinde duran ekmeğe baktı. Bugün akşama kadar bununla idare etmeliydi. Yavaşca ekmeğin üstünü örttü. Çayından bir yudum alırken yapması gereken işi düşündü. Tamir için bırakılan ayakkabılardan birisini alıp tamire başladı.
O gün işleri iyi gitmişti. Yaptığı ayakkabılardan birisinin ödemesini yaparak almışlardı. İki ayrı müşteri de tamir yaptırıp parasını vermişti. Akşam üzeri evine gitmeden dükkana uğradı. Aldığı öte beriye ek olarak bir parça domuz eti aldı. Evine doğru giderken mutluluktan ıslık çalıyordu. Kızarmış domuz etinin hayali ile evinin kapısına varmış tam kapının anahtarını ararken Şoger kapıyı açtı.
Pencereden Kikos’un elindeki torbaları gören Şoger’in yüzü gülüyordu. Bir gün önceki sinirli halinden eser kalmamıştı. Göz ucu ile paketlerin içindekileri tahmin etmeye çalışıyordu.
Şoger’i mutlu görünce Kikos’a cesaret geldi:
–Açlıktan ölüyorum Şoger! Haydi şu domuz etini kızart, doya doya yiyelim.
Şoger “domuz eti” sözünü duyunca hızlanmıştı. Paketlerle birlikte doğruca mutfağa doğru giderken Kikos’a dönüp:
–Sen elini yıkayıp, üstünü değişene kadar hazır ederim, dedi.
Şoger gerçekten de çok becerikliydi. Hemen etten iki parça keserek tavanın içine bıraktı. Altı parçaya ayırdığı eti iki gün daha yiyebileceklerdi.
Az sonra Kikos, kızarmış et kokan küçük mutfağa girdi. Tavanın içindeki yağın çıkardığı cızırtı sesi de, kokusu da muhteşemdi. Yutkunarak beklemeye başladı. Şoger, eski ocağın ateşini kapatıp, tavayı masaya koydu. Hemencecik bir tane domatesi ve biberi söğüş yaparak masayı çeşitlendirdi.
Kikos, ilk lokmayı küçük bir parça ekmekle ağzına alırken etin verdiği lezzeti doya doya tadarak çiğnemeye başladı. Uzun zamandır böyle lezzetli bir yemek yememişti. İkinci parçayı ağzına götürürken etin kokusunu iyice içine çekerek yemeye başladı. Gözleri bir an Şoger’e takıldı. O da önündeki bir parça eti bitirmemek için küçük küçük parçalara ayırmış, iştahla önündeki bir parça ete bakıyordu.
Birden aklına dolaptaki yarım şişe rus votkası geldi. Yavaşca yerinden kalkıp Şoger’in meraklı bakışları arasında dolaptan votkayı alıp bir bardağa doldurdu. Göz ucuyla içki sevmeyen karısına bakıyordu. Onun içki sevmediğini bile bile eliyle “İster misin?” diye bir işaret yaptı. Şoger de başıyla “İstemem!” işareti yapınca bir kadeh votkayı karısına doğru “Şerefe” diyerek kafasına dikti. İlk yudumda boğazını yakan alkolün acı tadına aldırmadan üç yudumda kadehi bitirdi.
Boğazı feci şekilde yanmıştı. Konuşmak istedi ama konuşamadı. Öksürdü…
Yanan boğazının acısını hafifletmek için önünde duran birkaç parça domatese baktı. Onları yemeye kıyamadı. Bir parça ekmek aldı. Yutkunurken alkolün yaktığı boğazı biraz rahatlamıştı. Öksürdü. Şoger’e baktı. Onun yüzündeki mutluluk kaybolmuştu. İçinden: “Öfff, bu evde hiç rahat yok!” diye geçirdi. Küçük bir parça et daha keserek yemeye başladı. Hemen bir kadeh votka daha doldurarak bir dikişte bitirdi. Bu akşam şarhoş olmak istiyordu.
İkinci kadehten sonra karısı gözüne güzel görünmeye başladı. Şoger’in yeni yetme gençler gibi uzayan bıyıkları kaybolmuştu. Yanaklarından aşağı doğru sarkan etler de geri çekilmişti. Rengi daha beyazdı ve yüzündeki kırışıklar kaybolmuştu. “Bu Şoger bayağı güzelmiş!” diye düşündü. Üçüncü kadehten sonra gözleri iyiyce dumanlanmıştı. Bir an önce önündeki yemeği bitirip karısını yatağa götürmek istiyordu.
İçinde çoktan hissetmediği duyguları kıpırdanmaya başlamıştı. Gençlik zamanı gözünün önünden bir film şeridi gibi geçti. Şoger’e aşık olduğu zamanları hatırladı. İçinden derin bir “Ahh!” çekti. Sanki Şoger’de o günleri hatırlamışcasına yüzüne bakıyordu. İkisi de aynı anda gülümsediler. Bir çırpıda önünde kalan son et parçasını da ağzına attı. Ayağa kalkıp kadehinden bir yudum aldıktan sonra sofrayı toplamaya çalışan Şoger’in elinden tutup yatak odasına doğru götürdü…
***
Günler günleri kovalıyordu. Kikos küçük dükkanında yaptığı işlerle karınlarını zor doyuruyordu. Bazen ekmek alacak parası olmuyor bazen de artan parası ile bir şişe votka alarak evine gidiyordu. Şoger ise içine kapanmıştı. Yiyecek bir şey olunca kalkıp masayı hazırlıyor, Kikos’un elini boş görünce oturduğu koltuktan hiç kalkmadan onu görmezden geliyordu. Zaten böyle durumlarda da Kikos fazla ortalıkta görünmüyordu. Para kazanamayışının suçlusu olarak kendisini görüyordu. Ne varki Ermenistan’ın ekonomik durumu gittikçe bozuluyor, her geçen gün yaşam şartları daha da zorlaşıyordu. Bildiği tek iş ayakkabı tamirciliğiydi.
O gün birkaç tamir yapmış, ekmek ve sebze dışında birkaç parça et alabilmişti. İçeri girerken pişmiş et kokusunu duyar gibi oldu. Hemen kapıyı kapatıp küçük holden salona girdi. Koltuğun üstünde yastığa yaslanmış olarak oturan Şoger, Kikos’un elindeki paketleri görünce yerinden bir ok gibi fırladı. Paketleri alıp mutfağa doğru giderken: “Her zaman ki gibi mi olsun?” diye sordu.
Kikos başıyla onayladı. İki parça domuz etini kızartacaktı. Birkaç dakika sonra sofranın başına kurulmuşlardı. Etin yanında yine domates ve salatalık söğüş yapılmış, marul v.s gibi yeşilliklerde tabağın etrafına dizilmişti. Kikos, ilk kadehini fondip yaparak kaldırdı. İçinden: “Paranın gözü kör olsun!” diye düşündü. Şoger’e baktı, o da çok düşünceliydi. Olsaydı da hergün eli kolu dolu gelseydi; ancak yapacağı fazla bir şey yoktu. Ülkenin de hali belliydi kendi hali de. İkinci kadehi kaldırırken boğazı yine yanmıştı. İçindeki umutsuzluk büyümeye başladı.
Az sonra sarhoş olmuştu. Şoger’e anlatmak istediği şeyleri bir türlü anlatamamanın verdiği üzüntü bütün benliğini kapladı. Karısının haklı olduğunu düşünmeye başlamıştı… Elinden gelen tek iş kundura tamiriydi, onu da zaman zaman bırakıp mitinglere gidiyordu. Gerçi gitmeseydi de aynı problemleri yaşayacaktı ama belki daha iyi şartlarda…
İçini bir hüzün kapladı. Geleceği çok umutsuzdu. Tam o anda Şoger’in gözünden bir iki damla yaşın masaya düştüğünü gördü. Önce yanıldığını düşündü ama dikkatli bakınca loş ışıkta karısının ağladığından emin oldu. Onun da boğazına hıçkırıklar düğümlendi ama Şoger’i rahatlatmalıydı. Aslında onun neden ağladığını biliyordu ama yine de sormak istedi:
–Şoger, neden ağlıyorsun?
–Nedenini biliyorsun.
Evet, biliyordu. O konuyu her konuştuklarında Şoger günlerce yatakta yatıyordu. Kendisi de birkaç yaş daha yaşlandığını hissediyordu. Yine de emin olmak istedi:
–Ağlama! Sonra yataklara düşeceğini biliyorsun!
–Elimde mi?
–Ne olur konuyu açmayalım…
Şoger, katıla katıla ağlamaya başladı. Kikos çaresizce onu izliyordu. Omuzlarını silkeleyerek ağlayan Şoger’in göz yaşları sicim gibi akmaya başlamıştı. Masanın üstünde duran bezi alıp gözlerini sildi. Bezin bir köşesine de burnunu sümkürdü. Birden bağırmaya başladı:
–Buradan nefret ediyorum! Bu yoksulluktan, sizin nefret duygunuzdan, sizin kininizden, Ermeni yöneticilerden nefret ediyorum. Ermeni yöneticileri bize hep Türklerin kötülük yaptıklarını söylediler. Ya kendilerinin yaptıkları kötülükler…
Tekrar burnunu silerek, masanın üstünde duran sigaradan bir tane alıp yaktı. Derin bir nefes çekerek konuşmaya devam etti:
–Evet! Gerçek şu ki Sarkisyan da, diğerleri de hep yalan söyledi. Bizi açlığa mahkum ettiler. Sadece içimizdeki kini büyüttüler. Dış ülklerden gelen yardımların hepsini kendileri yediler. Bize ne kaldı? Evet, bize de Metzamor Nükleer Santrali’nin radyasyonu kaldı.
Gül gibi çocuğumu Metzamor eritti. Derisi kıvrım kıvrım oldu. Organları kurudu. Ateşler içinde yandı çocuğum. En sonunda troid kanserinden öldü.
Şimdi soruyorum sana: Bu ölüm çocuğuma yakıştı mı? Ben çocuğumu radyasyon öldürsün diye mi büyüttüm? İkimiz de o işin tehlikeli olduğunu biliyorduk ama kısa sürede ölüme sebep olacağını bilmiyorduk. Oradaki yetkililer de bize yalan söylediler: Hani önlem alınıyor, koruyucu elbise veriliyordu. Dikran, kendisi elbiselerinin çok eski olduğunu, orada çalışmaktan korktuklarını söylemişti. Hatta diğer arkadaşları da koruyucu elbiselerinin yenilenmesini isteyince yetkililer ülkedeki krizi hatırlatmışlardı.
Ülke ekonomik kriz içinde olabilir; iyi de orada çalışanların yrıtık pırtık olan koruyucu elbiseleri zamanında değiştirilemez mi? Kendilerine gelince kriz yok ama en tehlikeli yerde çalışan birinin koruyucu elbisesi krize sebep oluyor ha?
Bu pezevengler hep yalan söylediler bize. Kendi iktidarlarını ayakta tutmak için bir düşman yaratıyorlar. En kolayı da Türkler… Yüz yıl önce olan olaylardan bıkmadık mı? Dedenin kendisi, yolda yakaladığı beş tane Türk’ü öldürdüğünü söylemedi mi? Savaşta herkes birbirini öldürdü. Hala yüz yıl önce olan şeylerin hırsı ile tüm hayatımızı mahvettiler.
Şoger, sigarasından bir nefes daha çekti. Sinirinden kıpkırmızı olmuştu. Gözlerinden akan yaşlar yüzünde kurumuştu. Kocasına nefretle bakıp devam etti:
–Sen de suçlusun! Her tarafından nefret akıyor. Üstünden, başından her yerinden nefret akıyor. Hatta, nefesin bile nefret kokuyor. Senin yüzünden öldü oğlum. Dağ gibi oğlumu sen öldürdün…
–Şoger ne söylüyorsun sen?
–Sus! Konuşma sen. İçimi yakan ateşi konuşayım bari…
Kikos, bir şeyler söylemek istedi ama Şoger’in durumunu görünce bundan vaz geçti. Şoger yeniden ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıkları biraz azalınca yeniden devam etti:
–Suçlu sensin! Sen de her törende dükkanı kapatıp törene gittin. Zaten fakirdik, senin kinin bizi daha da fakirleştirdi. Her 24 Nisan’da yaktığın bayrak parçalarının yanık kokusunu, bu küçük evin her tarafına yaydın. Nefes alamadım biliyor musun? Şimdi git şu kutunun içindeki yanık bayrak parçalarını getir, bizim açlık kokan nefesimiz, belki yanık kokusuyla değişir. Her törene gidişinde ne kazandın? Zaten olmayan kazancımız biraz daha azalmadı mı?
Suçlu sensin!.. Sende bu Sarkisyan’a oy verdin. Radyasyon elbisesi eskidiği için ölen oğlumu sen yem ettin. Paramız olsaydı orada çalışmasına izin vermezdim. Senin oğlun koruyucu elbisesi eskidiği için ölürken, senin oy verdiğin Sarkisyan lüks içinde yaşıyor. Avrupa’nın değişik şehirlerinde oğlumun ölümü şerefine şampanya kadehi kaldırıyor.
Onların yüzünden açız, aç… Bak buraya: İşte Iğdır’ın ışıkları görünüyor. Burada osurursan, oradan duyacaklar. Markara Köprüsü’nden ucuz mal alacakken, aynı malı bize Gürcüler satıyor, Ruslar satıyor… Hem de iki-üç kat pahalı. Onların düşmanlığı, beni aç bıraktı aç… Onların düşmanlığı, senin içine kin olarak doldu. O kinle yattın, o kinle kalktın… Kininle hem kendini zehirledin hem de beni. Yetti artık… Yetti artık…
Oğlum kahramanmış! Peh… S.... böyle kahramanlığın içine… Oğlum öldüüüüü! Oğlum öldüüüü… Ben bu kokuşmuş ülke için kahraman istemiyorum, oğlumu istiyorum. Oğlumu istiyorum…
Şoger çıldırmış gibiydi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ağlamaktan şişen gözleri yerinden fırlayacak gibiydi. Göğsü yerinden fırlayacak gibi inip kalkıyordu. Kikos, yerinden kalkmak istedi ama kalkamadı. O da ağlıyordu. Eli ayağı boşalmıştı. İlk defa Şoger’i bu kadar çılgın, deli, saldırgan ve aynı zamanda kararlı görüyordu.
Şoger, ayağa kalkıp bir müddet öylece durdu. Sonra hiçbir şey demeden yatak odasına gitti.
***
Yeraz, yatağında yan dönerek yastığına sarıldı. Uyanmıştı ama biraz daha uyumak istiyordu. Evini ve küçük yatağını özlemişti. İstanbul’daki yatağı kadar rahat olmasa da, yine de kendi yatağı onun için çok özeldi. Çocukluğunu hatırladı. Bacağını kıvırıp gözlerini tekrar kapadı. Perdenin köşesinden içeri giren güneş, tam Yeraz’ın yüzüne vurunca kafasını biraz geri çekti. İçi sevinçle doluydu. Uyuyamayacaktı. Tam kalkmaya karar verdiği anda annesi Nana’nın sesini duydu:
–Yeraz, haydi kalk! Kahvaltı hazır!
–Geliyorum anne.
Yeraz, yatağında biraz gerindikten sonra kalktı. Perdesini açarak, Erivan’ın varoşlarındaki dar sokakları seyretti. Köşedeki çöp bidonu dolmuş, atıklar yerlere saçılmıştı. Yolun asfaltı yer yer kalkmış, gece yağan yağmur suyu çukurlara dolmuştu. Sokağın karşısındaki komşularının yırtık perdesi hafifçe aralanmıştı. Güneş şimdi kendi taraflarına vuruyordu. Öğleden sonraki güneş onların evini aydınlatacaktı. Havadaki güneşe baktı. Yer yer kümeleşen bulutların arasından içini ısıtan bu güneşi, havayı, bu dar ve kirli sokağı özlemişti.
Bir an sokakta top aynadığı, arkadaşları ile birlikte ip atladıkları zamanlar aklına geldi. Yırtık ayakkabı ile utanarak okula gittiği zamanları hatırladı. Belki zor günlerdi ama çocukluğunu özlemişti. Bir an kahvaltıyı bırakıp sokağa çıkmak istedi. Nana’nın sesi yeniden duyuldu:
–Yeraz, haydi kızım. Baban da seni bekliyor.
Hayallerinden ayrıldı:
–Geliyorum anne…
Az sonra mutfaktaki küçük masanın başında oturmuşlardı. Masada salam, yumurta, peynir gibi şeyleri görünce, içinden: “Akşam iyiki babama para vermişim!” diye düşündü.
Gagik, sevgi ile kızına bakıyordu. Oturduğu yerden kalkıp, kızının yanına geldi ve sandalyenin arkasından onun boynuna sarıldı. Saçlarını toparlar gibi okşadı. Boynundan bir öpücük aldı. Saçlarını koklayarak: “Kızım, seni çok özledik! Nasılsın!” dedi.
Ailece gülümsüyorlardı. Hem Gagik hem de Nana çoktandır böyle güzel bir kahvaltı sofrası görmemişlerdi. Kızlarının akşam verdiği para ile donatılan sofradaki güzel yiyeceklere her ikisi de iştahla baksa da, kızlarının özlemi onların açlığını ve iştahını bastırıyordu. Yeraz acıkmış olacak ki hemen kahvaltıya başlamıştı. Öyle iştahla yiyordu ki babası ile annesinin kendisini seyrettiklerini son anda fark etti:
–Siz neden yemiyorsunuz?
Gagik:
–Seni izlemek daha güzel! Yeriz kızım yeriz, diyerek salamdan küçük bir parça kopardı.
–Haydi ama siz yemezseniz benim boğazımdan geçmez.
Hep beraber gülümsediler. Biraz sonra sofraya konulan yiyecekler bitmişti. Her üçü de tıka basa yemişlerdi. Üstüne bir keyif çayı koydular.
Gagik:
–Rahatın yerinde mi kızım? Haydi anlat bakalım oraları.
–Baba, çok rahatım. Her ay 300 dolar para alıyorum. İzin günümde de ayrıca bana harçlık veriyorlar.
–Çok iyi kızım.
–Evet baba. Epeyce para biriktirdim. Beş bin dolar para getirdim size. Ayrıca akrabalara bir sürü hediye aldım.
Yeraz bunları söylerken mutluluktan uçuyordu. Beş bin dolar kelimesini duyan anne ve babanın yüzünde bir gülümseme oluştu.
–Kızım sen hiç harcamadın mı?
–Harcadım baba. Kendime elbise falan aldım. Zaten kaldığım evde yiyip içiyorum. İzin günümde de aldığım harçlık bol bol yetiyor bana. Keşke daha önce gitseydim.
–Yanında çalıştığın insanlar nasıl insanlar?
–Baba, bunu nasıl söleyeceğimi bilmiyorum ama burada anlatıldığı gibi değiller. Çok iyi insanlar. Ya benim şansıma öyle çıktı ya da burada duyduklarımızın hepsi yalan. İzin günlerimizde arkadaşlarla buluşuyorduk: Onlar da çok memnunlar. Baba, düşünsene Erivan’da kim 300 dolar kazanıyor ki. Yemem, içmem, yatmam hepsi bedava.
–Senin Ermeni olduğunu biliyorlar mı?
–Hayır, Rus olduğumu söyledim ama o aileyi tanıdıktan sonra Ermeni olduğumu söylemediğime pişman oldum. Keşke yalan söylemeseydim. Zaten ismimden Ermeni olduğumu anlamışlardır.
–Pasaportun, Rus pasaportu olduğu için anlamazlar. Yine de Ermeni olduğunu asla söyleme. Sana zararları dokunabilir.
–Baba, o insanları bir tanısan, öyle iyiler ki. Beni kızları gibi sevdiler. Her şeyimle ilgileniyorlar. Azcık moralim bozuk olsa hemen ne olduğunu sorarlar. İnan Ermeni olduğumu bilseler bile bana karşı tavırları değişmeyecektir. Zaten bildiklerini düşünüyorum. Nihayetinde ben bir iş yapıyorum. Üç yaşında bir kıza bakıyorum. İşim sadece o. Boş kaldığım zamanlarda istersem ev işlerine yardım ediyorum. Onlarla sadece çocuk bakımı için anlaşma yapmıştık; Bu nedenle bana asla temizlik falan yaptırmıyorlar.
Kendim istersem, yemeğe falan yardım ediyorum. Burada anlatılanlar yalan baba. Türklerin bizimle bir sorunu yok.
–Bizim onlarla sorunumuz var ama!..
–Baba, bir gün sizi de oraya götüreceğim. Kendi gözünüzle görün. Bizim buradaki politikacılarımız olayı büyütüyor. İstanbul’da binlerce Ermeni yaşıyor. Hiç bir Ermeni’nin diğer insanlardan farkı yok. Ermeni Kilisesi var. Ermeni okulu var. Ermeni Hastanesi var, hatta Ermeni mezarlığı bile var.
–Yani Ermeni çocukları Ermeni okuluna mı gidiyor?
–Evet!
–Sen söylemeseydin, inanmazdım.
–İnan baba!
–Batının baskısı ile açmışlardır.
–Öyle olsa bile bunlar var ve herkes mutlu. Bunu gözlerimle gördüm. Bazı Ermeni dernekleri hala eskileri karıştırıyor ama çoğunluk onlara itibar etmiyor. Ermenilerin çoğunluğu zengin. İyi semtlerde yaşıyorlar. Okulda bize öğretilen şeylerin hiç biri doğru değil.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/metin-yildirim/suc-koridoru-69500029/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Ara: Hitap şekli.
2
Saya: Ayakkabının üst bölümü.