Çolpan

Çolpan
Naim Kerimov

Naim Kerimov
ÇOLPAN Sovyerlerde Şair Olmak

Bu kitap, şair Çolpan ve onunla birlikte şehit edilen bütün istiklâl ve hürriyet kahramanlarının aziz ruhlarına ithaf edilmiştir.


ÇOLPAN KİTABI HAKKINDA
Çolpan, Türkiye’de Türk dünyasına ilgi gösteren çevreler tarafından adı bilinen bir şairdir. Ancak onun hakkında bilinenler, esasen kısa bilgilerden ibarettir. Hakkında hatırı sayılır derecede yayın yapılmıştır. Bunlar arasında bilhassa Dr. Hüseyin Özbay’ın 1980’li yıllarda doktora tezi olarak hazırladığı çalışmasının çok önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu çalışmada, Çolpan’ın 1980’li yıllarda temin edilebilen şiirleri incelenmiş, hayatı ile ilgili olarak da yine aynı yıllarda temin edilebilen bilgilere yer verilmiştir. Dr. Özbay’ın bu çalışması, Türk dünyasını henüz tanımaya başladığımız o yıllarda çok önemli bir boşluğu doldurmuştur.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, günün şartlarının gereği olarak Sovyet arşivleri, bu cümleden olmak üzere Sovyet gizli servisi KGB’nin arşivleri de açılmış, Sovyet dönemi ile ilgilenen araştırmacılar da bu arşivlerde bulunan belge ve dosyaları inceleme imkânı bulabilmişlerdir. Fakat arşivlerdeki belge ve dosyaların, mahiyeti itibariyle Sovyet dönemi hakkında büyük gürültülere sebep olacağı anlaşılınca, bu arşivler kısa süre sonra tekrar araştırmacılara kapatılmıştır. Bu kısa süre zarfında sınırlı sayıda araştırmacı bazı belge ve dosyaları görüp inceleme imkânı bulmuştur.
20. yüzyıl Türkistan edebiyatının önde gelen araştırmacılarından biri olan Prof. Dr. Naim Kerimov da söz konusu arşivlere girip inceleme yapabilen araştırmacılardan biridir. Prof. Kerimov, incelemeleri sırasında 20. yüzyıl Özbek edebiyatı ve bilhassa 1930’lu yıllarda tutuklanıp işkencelere maruz kalan, hapishanelerde çürütülen, kurşuna dizilen veya Sibirya’daki çalışma kamplarında mahvedilen şair ve yazarlar hakkındaki belge ve dosyaları görmüş ve incelemiştir. Prof. Kerimov, 1938 yılında kurşuna dizilen şair Çolpan (Abdülhamid Süleymanoğlu) ile ilgili belgeleri de görmüştür. Roman adı verilen bu kitap yazılırken bu belgelere kısmen yer verilmiştir.
Prof. Dr. Naim Kerimov’un, Çolpan eserini yazmak için geniş bir araştırma yaptığı aşikârdır. Evvelâ kızkardeşi Fâika Hanım’ın ağabeyi Çolpan hakkındaki hatıralarını yazıya geçirmiştir. Fâika Hanım, Naim Kerimov’a ailenin geçmişi ve ağabeyi Çolpan’ın hayatı hakkında kıymetli bilgiler vermiştir. Kerimov, Çolpan’ı yakından tanıyan, onunla beraber gazete ve şiirler neşreden çağdaşları ile görüşüp, onların da hatıralarını derlemiştir. Yazar, Çolpan, 20. yüzyıl Özbek edebiyatı ve bilhassa Ceditçi şair ve yazarlarla ilgili hatıra ve değerlendirme türündeki yayınları da Çolpan kitabında kullanmıştır. Bu hatıra, değerlendirme ve arşiv belgelerine dayanarak “Ma’rifî roman” adını verdiği “Çolpan” kitabını yazmıştır. Kitap, 2003 yılında Şark Neşriyatı tarafından Taşkent’te yayımlanmıştır. Kitap, şair Çolpan’ın doğumundan ölümüne kadar hayatı, edebî faaliyetleri ve eserleri hakkında çok geniş sayılabilecek bilgileri ihtiva etmektedir. Bu sebeple kitap, Çolpan hakkında araştırma yapmak isteyenler için çok önemli bir kaynak özelliği arz etmektedir. Ancak Çolpan’ın tutukluluk günleri hakkında hiç bilgi verilmemiş olmasının, zikredilen bilgi ve belgelerin kaynağının da tam olarak gösterilmemiş olmasının kitap için önemli bir eksiklik olduğunu da belirtmek gerekir.
Çolpan kitabında, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkistanlı şair ve yazarların Türkiye edebiyatına ait şair ve yazarlara olan ilgisinin ve Türkiye ile Türkistan arasındaki eğitim ve kültür faaliyetlerinin anlatıldığı sayfalar, Türkiye’deki araştırmacılar için ayrı bir önem arz etmektedir.
Sovyet şartlarında millî bir şairin nasıl bir hayat sürdüğünün anlatıldığı eser, yeni nesil tarafından dönemin daha iyi ve daha doğru anlaşılmasına hizmet etmektedir. Bu sebeple eserin Türkiye’de Türk dünyası ve şair Çolpan’a ilgi duyan okuyucular için de faydalı olacağı muhakkaktır.
Kitabın kapağında her ne kadar roman olduğu kaydedilmişse de aslında eser belgelere dayalı bir monografi çalışmasıdır. Fakat eserde yer yer hikâye edici ifadeler kullanılmıştır. Bu ifadeler, eserin daha kolay okunmasına hizmet etmektedir.
Kitapta evvelâ yazar Prof. Dr. Naim Kerimov’un kendisi tarafından kaleme alınan kısa biyografisi ve 2005-2017 yıllarında neşredilen eserlerinin listesine yer verilmiştir. Yazar, eserlerini zikrederken, “sadece edebî-tenkidî, katağan ve katağan kurbanları mevzuunda ilmî makaleler ve yazmam gerekli konular hakkında 2005-2017 yıllarında yayımlanan kitap, risale ve makalelerimi takdim etmeyi uygun gördüm”, demektedir. Aslında yazarın 1950’li yıllardan beri makale, risale ve müstakil kitap hâlinde neşredilen eserleri, küçük bir kitap teşkil edecek kadar uzun bir liste oluşturmaktadır. Bu eserlerin tamamı müstakil bir incelemeyi gerektirmektedir.
Yaşına bağlı olarak bazı sağlık problemlerinin bulunduğunu haber aldığımız Prof. Dr. Naim Kerimov ile aramızda bu kitap vesilesiyle bir gönül bağı kurulmuştur, kendilerine hürmetlerimi arz ederken sağlıklı, huzurlu bir ömür ve şifalar diliyorum.
Kitabın Türkiye Türkçesine aktarılması sırasında sözlüklerde tesadüf edemediğimiz veya anlamakta zorlandığımız kelime ve ifadeler olmuştur. Söz konusu kelime ve ifadelerin anlaşılması için İstanbul Aydın Üniversitesi’nden Dr. Dinara Duisebayeva ve Karabük Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nadirhan Hasanov yardımcı olmuşlardır, kendilerine müteşekkirim. Kitabın Türkiye’de yayımlanmasını kabûl eden Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Dr. Yakup Ömeroğlu’na ve Bengü Yayınları çalışanlarına da müteşekkir olduğumu ifade etmek istiyorum.

    19 Eylül 2020
    Prof. Dr. Şuayip KARAKAŞ
    İstanbul Aydın Üniversitesi

YAZAR NAİM KERİMOV’UN HAYATI VE BAZI ESERLERİ
Şair veya yazarın kendi hâl tercümesini yazması tabiî bir hâldir. Okuyucular da, edebiyatçılar da şair veya yazarın hâl tercümesi yardımıyla onun ne zaman, nerede doğduğu, nasıl bir hayat yolundan geçtiği, nasıl eser meydana getirdiği hususunda bir tasavvur sahibi olurlar. Bu malûmat yardımıyla onun eserlerini daha iyi anlarlar. Fakat edebiyat âlimleri kendi hâl tercümelerini yazmaya alışmamışlardır. Okuyucu için onların ne zaman ve nerede dünyaya geldiği, nasıl bir hayat yaşadığı ve nasıl bir ilmî araştırma yaptığı ve eser yazdığı okuyucuyu ilgilendirmediği gibi, toplum için de bu husus gerekli değildir. Bunun için de tenkitçi veya edebiyatçılar, halkın ve toplumun dikkat ve ilgisinden uzak yaşarlar.
Bun bu anlayışı bozmak istemiyordum. Fakat mademki benim hâl tercümem Türk kardeşlerimizi ilgilendiriyor, kendi hakkımda bildiklerimi yazmaya çalışacağım.
Ben, 12 Aralık 1932 tarihinde Özbekistan’ın başkenti olan Taşkent şehrinde dünyaya geldim. 1932 yılı, Sovyet devleti tarihine “kıtlık yılı” olarak geçti.
Ben 6. sınıfı bitirip, yaz tatiline çıktığımda, babam rahmetli Eğitim Bakanlığının mektepler bölümünde müfettiş olarak çalışıyor ve bu hizmet sebebiyle Özbekistan’ın bütün vilâyetlerine ve bilhassa Namangen vilâyetinde toplandıkları için bu şehre daha çok giderlerdi. Bu sebeple beni kendileriyle birlikte Namangen şehrine alıp götürdüler. Birkaç gün şehrin ilçelerindeki eğitim görevlileriyle görüşüp, toplantılarından sonra Kırgızistan hududunda bulunan Paşşaata adlı köyde güzel havalı ve güzel manzaralı bir yer varmış, beni buraya götürdüler. Biz burada birkaç gün kaldık. Dağa çıktık, buz gibi sularda yüzdük, şifalı otlar topladık, Kırgızlara has hayat tarzını tanıdık.
7. sınıfa geçtiğimde, eğitim enstitüsünün filoloji talebeleri mektebimize staj yapmak için geldiler. Çok geçmeden onlardan biri mektepte kalıp, bize edebiyat dersi vermeye başladı. O, güzel bir kız olduğu ve dersleri nazik bir şekilde verdiği ve bilgili olduğu için biz hepimiz onu çok sevdik. Her gün dersten sonra onu evine kadar götürür olduk. O, çok geçmeden, öğretmenlerimizden biriyle evlendi. Fakat birkaç gün sonra, beklenmedik şekilde ortadan kayboldu. Meğer o, Özbekistan Komünist Partisi Merkez Komitesinin birinci sekreteri Ekmel İkramov’un yeğeni imiş. Bunun için o Taşkent şehrinden 20 kilometre uzağa sürgün edilip gönderilmiş…
Mektebi bitirince, eğitimimi devam ettirmek için uzun zamandan beri düşündüğüm Orta Asya Devlet Üniversitesinin Filoloji Fakültesine girdim. 1950’li yılların başları idi. Stalin ölüp, katağan kılıcı kınına konulduktan sonra hocalar doğru dürüst ders vermeye başladılar.
Mektebi altın madalya, üniversiteyi imtiyazlı diploma ile bitirdikten sonra, üniversitede yüksek lisansta okumaya girdim. O yıllarda Aybek ve Hamid Âlimcan’ın edebî şahsiyetleri ile daha çok ilgileniyordum. Bunun için bu iki sanatkârdan birinin edebî maharetini tez şeklinde öğrenmek istedim. 1963 yılında “Hamid Âlimcan’ın Poetik Mahareti” (Hamid Âlimcan’ın Şairliği) konusunda tez yazdım. Bir yıl sonra, benim “Hamid Âlimcan’ın Poetik Mahareti” adlı ilk monografim yayımlandı. O zamana kadar “Özbek Edebiyatında Stalin Obrazı”, “Özbek Edebiyatına Rus Edebiyatının Tesiri” gibi konular tez mevzuu olarak verilip ve tetkik edildiği için benim tezim ve kitabım edebiyat tarihçiliği için küçük bir hadise oldu.
Yüksek lisansı bitirip, mezkûr enstitüde çalışmaya geldiğimde, Stalin ölmüş, şahsa tapınmanın facialı âkıbetleri ifşa edilmiş, “halk düşmanları” denilerek hapsedilip, kurşuna dizilen yazarlar aklanmaya başlanmıştı. Bu hadise, bende ilmî hakikat için İzzet Sultan gibi kat’i mücadele isteğini uyandırdı. Sonraları edebî ve ilmî eserleri değerlendirirken doğru sözü söylemeyi boynumun borcu saydım ve bu borcuma hiçbir zaman ihanet etmedim.
Yukarıda söylediğim gibi, bu devirde bizim temel vazifelerimizden biri ve en mühimi katağan edilen yazarların mirasını öğrenmek, onların çağdaş edebiyat tarihindeki yerini tayin etmek ve eserlerini yayımlamak idi. Ben enstitünün ilmî planı gereğince “Özbek Sovyet Edebiyatı (daha sonra “20. Asır Edebiyatı) Tarihi”nin 1, 3 ve 5 ciltlik yayınlarının hazırlanmasına iştirak etmekle birlikte enstitüden dostlarım Şerali Turdıyev ve Erik Kerimov ile beraber Fıtrat ve Çolpan’ın eserlerini toplamak ve incelemekle meşgul oldum.
Enstitüde “Özbek Tili ve Edebiyatı” dergisi neşredilmeye başlanmıştı. Akademik Aybek’in vefatından sonra dergiye akademinin muhabir üyesi Kâmil Yaşın muharrirlik etmeye başladı. O sırada ben “Özbek Tili ve Edebiyatı” dergisinde de mes’ul sekreter olarak çalışıyordum. Derginin münderecatını zenginleştirmek, materyallerin çeşitlendirilmesi ve tirajının artırılması için “Yazuvçı Minberi”, “Özbek Yazuvçılarınıŋ Tercime-i Hâlleri”, “Тirik Satrlar” gibi yeni bölümleri teşkil ettim. Az bilinen yazarların edebî faaliyetini aydınlatmaya ve onların yayımlanmayan eserlerini neşretmeye çalıştım. Neticede, dergiye olan ilgi arttı. Dergiyi ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde de almaya başladılar.
Ben, “20. Asr Edebiyatı” bölümüne müdür tayin edildim. Ben müdür yardımcısı ve müdürlük dönemimde Hamza Hekim-zade Niyazi’nin 5 ciltlik, Aybek’in 20 ciltlik, Gafur Gulam’ın 13 ciltlik, Hamid Âlimcan’ın 10 ciltlik “Мükemmel Eserler Toplamları” ilmî yayınlarını hazırlayıp neşretmede ilmî rehber veya neşre hazırlayıcı ve muharrir olarak iştirak ettim. Bu yayının gerçekleşmesi, sadece enstitünün değil, hattâ memleketimizin ilim ve kültür hayatında mühim bir hadise oldu. Bu yayın, sadece bu zamana kadar mezkûr yazarların edebî faaliyeti ile meşgul olan araştırmacılar için değil, hattâ genel olarak 20. asır Özbek edebiyatı tarihi meseleleri ile meşgul olan genç mütehassıslar ve ilim adamları için de önemli bir kaynak olarak hizmet etmektedir.
80’li yılların başlarında olsa gerek, önde gelen yazarlar ve âlimlerin teşebbüsü ile Özbekistan Yazarlar Birliği’nde Fıtrat ve Çolpan’ın edebî mirasını inceleme komisyonu kuruldu. Biz, Şerali turdiyev, Erik Kerimov ve ben her iki yazarın eserlerini toplayıp, komisyon üyelerine dağıttık. Komisyonda, 50’li yıllardaki katağan kampanyasına iştirak eden şahıslar da vardı. Fakat onlar ne kadar karşı çıkarlarsa çıksınlar, komisyon Fıtrat ve Çolpan’ın eserlerinde karşıinkılâpçı ve milliyetçilik gayeleri asla yoktur, sonucuna vardı. Bundan sonra biz Fıtrat’ın “Çin Seviş” ve Çolpan’ın “Yene Aldım Sazımnı” toplamlarını neşretmeye muvaffak olduk. Bu, Özbek edebiyatı ve kültürünün büyük bir zaferi idi.
Sovyet devleti tarihinin “yeniden yapılanma ve açıklık” denilen döneminde NKVD-KGB’nin “demir sandık”ları açılıp, biz, edebiyatçı ve tarihçilere gizli arşivlerde çalışma imkânı verildi. Ben, Taşkent, Моskova ve Kemerovo’daki arşivlerde çalışıp, toplanan materyaller esasında “Usman Nâsır”, “Usman Nâsır’niŋ Soŋgi Künleri”, “Çolpan”, daha sonra “Maksud Şeyhzade”, “Mir-temir”, “Sofizade”, “Kurban Beregin” gibi kitapları yazdım. Bu kitaplar ve “katağan edilen edebiyat” hakkındaki makalelerim gazete ve dergilerde yayımlandı.
1999 yılında ben cumhuriyet rehberi İ.Kerimov’un kararı ile “Özbekistan Marifetperverler Cemiyeti” başkanı, iki ay sonra, “Müstemlekecilik Devri Kurbanları Hatırasını Ebedîleştiriş” komisyonu başkanı, yine aynı yıl “Şehidler Hatırası” hayriye sandığı başkanı olarak tayin edildim. 2001 yılında ise “Katağan Kurbanları Hatırası” müzesinin kuruluşuna faal olarak iştirak ettim ve aynı zamanda bu müzenin müdürü olarak çalışmaya başladım.
Ben Marifetperverler Cemiyeti başkanı olarak iş yerleri ve çeşitli kuruluşlarda birçok eğitim geceleri düzenledim, basında eğitime dair makaleler yayımladım. En önemlisi mektep, lise ve kolejler için, bilhassa Özbek Dili ve Edebiyatı dersiyle ilgili olarak ders kitaplarının yeni neslini yaratmaya rehberlik ettim. Bu devirde U.Narmatov ve B.Nazarov ile beraber orta mekteplerin 5, 9, ve 11. sınıfları için “Edebiyat” ders kitaplarını, Â.Şerefiddinov ve bu yazarlarla birlikte yüksekokullar için “20. Asır Özbek Edebiyatı” ders kitabını yazdık.
Kader bana bu dönemde Til ve Edebiyat Enstitüsünde bölüm müdürü olarak çalışmanın yanında “Katağan Kurbanları Hatırası” müzesine ilk müdür olmak mes’uliyetini de yükledi. Ben her iki dergâhta çalıştığım sırada kendi seçtiğim edebiyat sahasının da, bana idare tarafından verilen Sovyet devletinin katağan siyaseti ile ilgili sahanın da hayırlı sahalar olduğuna emin oldum. Bilhassa katağan tokmağının birçok yazarın başına düşmesi, onların hayatı ve edebî mirasını “şifahî tarih” ve arşiv materyalleri esasında tetkik etmenin edebiyat sahası için de, katağan kurbanlarının evlâtları için de, halk için de önemli olması bana daima güç kuvvet bağışladı. Cumhuriyet hükûmeti de ilmî faaliyetimin semereli olmasını dikkate alarak, 2017 yılında benim Özbekistan İlimler Akademisine aslî üyeliğimi onayladı.
Ümit ediyorum ki, yakın gelecekte bizim en iyi yazarlarımızın eserleri başka dillerde neşredileceği gibi, başka yazarların eserleri de Özbek dilinde neşredilecektir. Bu da halklar arasındaki alâkaların daha da güçlenip kuvvetlenmesinde mühim bir unsur olacaktır.

    Naim KERİMOV,
    Akademik, Filoloji İlimleri doktoru

NAİM KERİMOV’UN 2005-2017 YILLARINDA NEŞREDİLEN ESERLERİNİN LİSTESİ[1 - Bendeniz edebiyatçı olarak sadece edebî-tenkidî, katağan ve katağan kurbanları mevzuunda ilmî makaleler ve yazmam gerekli konular hakkında 2005-2017 yıllarında yayımlanan kitap, risale ve makalelerimi takdim etmeyi uygun gördüm. (Naim Kerimov)]

Müstakil Yayınlar
2005
1. Aybek ve Zarife, Taşkent, “Yeŋi Asr Evlâdı”, 2005. 135 s.

2006
1. Özbek Edebiyatı, 11. Sınıflar için ders kitabı, Taşkent, “Medeniyet”, 2006 (B.Nazarov, U.Narmatov ile beraber), 525 s.
2. Özbek Edebiyatı, 11. Sınıflar için mecmua. Taşkent, “Medeniyet”, 2006 (B.Nazarov, U.Narmatov ile beraber), 530 s.
3. Edebiyat. 5. Sınıf için ders kitabı, Taşkent, “Ма’neviyat”, 2006 (U.Narmatov ile beraber), 190 s.
4. Kurban Beregin Kısmeti(Risale), Taşkent, Alişer Nevâiy adlı Özbekistan Milliy Kütübhanesi neşriyatı, 2006, 126 s.
5. Taşkent Şâirleri (R.Barakayev ile beraber), Taşkent, “Fen”, 2007, 116 s.
6. 20. Asr Edebiyatı Manzaraları, Taşkent, 2008, 534 s.
7. Maksud Şeyhzade, Taşkent: “Şark”, 2010, 335 s.
8. Mahmudhoca Behbudiy, Taşkent: “Özbekistan”, 2011, 80 s.

2013
1. Edebiyat ve Tarihiy Cereyan, Taşkent, Mümtaz Söz, 2013, 441 s.
2. Hamid Âlimcan, Taşkent, Şark, 2013, 300 s.
3. “Kette Kırgın”niŋ Kelib Çıkış Sebebleri ve Âmilleri, Taşkent, Fen, 2013, 126 s.

2016
1. Cedid Teatrı, Taşkent, “Taşkent İslâm Üniversiteti”, 2016, 259 s.
2. Bu Acib Dünya (Özbek Yazuvçıları Hayatıdan Alıngen Hikâye, Kinosenariy ve Piesalar), Taşkent: “Özbekistan”, 2016, 286 s.
3. Aybek Üy-Müzeyi (Albom), Tüzüvçi Müellifler: Naim Kerimov, Aynur Taşmuhamedova, Taşkent, “Аkademineşr”, 2016, 106 s.
Makaleler
2005
1. Edibniŋ Vasiyeti (Aybek), “Halk Sözi”, 2005, 15 Şubat.
2. Asr Tengdaşı (Aybek), “Tefekkür”, 2005,1. Sayı, s. 26-35.
3. Bir Aile Kısmeti (М.Usmanov ve S.Hâldarova), “Özbekistan Âvazı”, 2005, 25 Ağustos.

2006
1. Habibiyniŋ Habibi yaki Unıtılgen Âlim (А.Enisiy), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2006, 6 Ocak.
2. Aybekniŋ Buhara Seferi, “Ma’rifet”, 2006, 10 Ocak.
3. Üstaz ve Şâgird (Fıtrat ve Batu Hakıda), – “Buhara Mevcleri”, 2006, 1. Sayı, s. 15-16.
4. Fidâiy Âlim (Т.Мirzayev), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2006, 3 Mart.
5. Âlimniŋ Işkiy Nâmeleri (İzzet Sultan), – “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2006, 26 Mayıs.
6. Şâir Hislet, “Ма’rifet”, 2006, 27 Mayıs.
7. “Özim ve Zaman Hakıda” (Sattı Hüseynniŋ Yazma Körsetmesi (Sözbaşı ve Neşri), “Mâhiyet”, 2006, 9, 16 Haziran.
8. Mümtaz San’atkâr (Қaarı Yakubov), “Halk Sözi”, 2006, 20 Haziran.
9. “İlm ile Veyrâneler hem Bostân…” (Miskin), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2006, 14 Temmuz.
10. “Gazneviyler” Romanı ve Uniŋ Müellifi Hakıda, Taşkent, “Şark”, 2006, s. 242-252.
11. Fıtratniŋ Ümid Gülleri, “Teatr”, 2006, s, 15-20.

2007
1. Âlimniŋ E’zâzli Nâmı (А.Аbdureşidov Toğrısıda), – “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı” (ÖzAS), 2007, 1 Ocak.
2. Bediiylik Baş Mezân, – “Halk Sözi”, 2007, 5 Ocak.
3 Sınavlarda Sınalgen Sadakat (1941 Yılda Nevâiy Yübileyiniŋ Leningradda Nişanlanışı), “Özbekistan Âvazı”, 2007, 8, 10 Şubat.
4. Şâirniŋ Şinelli Yılları (Şühret Hakıda), ÖzAS, 2007, 9 Şubat.
5. Aybekke İlham Bergen Siymâ (Mahmud Târâbiy), “Buhara mevcleri”, 2007, 2. sayı.
6. Şâirniŋ Özige Hâsligi (E.Vâhidov İcadige Nazar),”Milliy Tikleniş”, 2007, 14 Mart.
7. Mirtemirni Bozlatgen Senem (“Suret” lirik kıssasıniŋ icâdiy tarihige dâir), “Gülçehreler”, 2007, Mart.
8. Üç Takdir (Т.Şâdiyeva, H.Tillehanova ve S.Hâldarova hakıda), “Gülistan”, 2007, 3. sayı.
9. Şafakniŋ Elvan Şu’leleri, Şükrullâniŋ “Şafak” Şe’rler Toplamige Sözbaşı, Taşkent, “Şark”, 2007, s. 3-5.
10. Heves ve Arman (“Mengülik” Romanınıŋ İcâdiy Tarihige Dâir), “Hamid Gulam Zamandaşları Hatırasıda”, 2007, s. 73-77.
11. En’ Evelya… Mektep Olgan (Evvel Mekteb Bolgen) (İ.Gasprinskiyniŋ Nâma’lum Mektubı Toğrısıda), “Kırım”, 2007, 16 Mayıs.
12. Edebiyat İlminiŋ Sultanı (İzzet Sultan), ÖzAS, 2007, 27 Temmuz.
13. Çakmak Urgen Darahtlar (S.Hâldarova ve b.), “Gülçehreler”, 2007, Ağustos.
14. Bir Takdir Tarihi (Edebiyatşünas A.Alimuhamedov Toğrısıda), ÖzAs, 2007, 31 Ağustos.
15. Halk Tiliniŋ Tercimanı, Kitabda: Abdulla Kahhar, Tanlangen Eserler, Taşkent, Edebiyat ve San’at Neşriyatı, 2007, s. 5-14.
16. Kulağı Halk Kökside Bolgen Yazuvçı, Kitabda: “Abdulla Kahhar ve Müstakillik Devri Özbek Edebiyatı”, Taşkent, Özbekistan Milliy Kütübhanesi Neşriyatı, 2007, s. 8-17.
17. Kibriyahanım ve Uniŋ Hatıraları Toğrısıda, Kitabda: K.Kahharova, Çârek Asr Hemnefes, Taşkent, Edebiyat ve San’at Neşriyatı, 2007, s. 127-130.
18. Cedidizm kak fundament natsionalnoy idei, “Prepodavanie yazıka i literaturı”, 2007, Nu.1, s. 67-78.

2008
1. Ezgülikniŋ Neferman Gülleri (Şühret), “Özbekistan Âvazı”, 2003, 15 Mayıs.
2. Hürriyet Bayrağı (Fıtratniŋ “Temür Sağanası” eseri), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2003, 23 Mayıs.
3. Cehangeşte Âlim (Tatar Ma’rifetperveri Abdureşid İbrahim), “Hidâyet”, 2008, 4. Sayı, s. 26-27.
4. Güller Şehriniŋ Şâiri (Ziyaviddin Mansur), Китобда: Ziyaviddin Mansur, Totiya, Taşkent, Şark, 2008, s. 3-6.
5. Poet, rocdennıy bliz Gyandci i vlyulennıy v Taşkent (Şeyhzade), “Kaspiy-IZ” (Bakü), 2008, Nu. 8, s. 81-83.
6. Nemerknutşaya zvezda (М.Şeyzade), “Prepodavannie yazıka i literaturı”, 2008, Nu. 6.

2009
1. Âlime Hatırası (Edebiyatşünas N.V.Vladimirova), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2009, 15 Mart.
2. Bulutlar Kurşavıdagi Adâlet Kuyaşı (Birinçi Özbek Advokatı Ubeydulla Hocayev), “Cennetmekân”, 2009, 3. sayı, s. 30-36.
3. Kazak Elinde Tuğılgen Özbek Akını (Тürab Tola), “Nurlı Jol”, 2009, 10 Nisan.
4. Latif İnsan ve Şâir edi (Yunus Latif), “Маhalle”, 2009, 6 Mayıs.
5. Meslegi ve Abroyı-Vatan ve Millet edi, “Tefekkür”, 2009, s. 52-57.
6. Mirza Kokanbay Kim Bolgen?, “Hürriyet”, 2009, 27 Mayıs.
7. Yasnaya Polyanadagi Suhbet yaki Lev Tolstoy Bilen Üçreşgen Vatandaşımız (U.Hocayev), “Hürriyet”, 2009, 29 Temmuz.
8. “Cenit’ba” v Тaşkente (v perevode А.Каdıri), “Pravda Vostoka”, 7 Ağustos.
9. Taşkent Şâirleri (Kazak Tilide). Kitabda: Тöelsizlik Tangı-Dostık Narı, Taşkent, 2009, s. 41-53.
10. Hamid Âlimcan İcâdı 20. Asr Edebiyatı Közgüside, Kitabda: Hamid Âlimcan- 20. Asr Özbek Eedebiyatınıŋ Yirik Vekili, Semerkand, 2009, s. 3-11.
11. Hamid Âlimcanniŋ Bir Şe’ri Hakıda, Kitabda: “20. Asr Özbek Edebiyatıda Hamid Âlimcan İcâdıniŋ Ornı, İlmiy Konferentsiye Materialları, Karşı, 2009, s. 15-19.
12. Yaruğ Hatıra, Kitabda: Kayumov L. Zamandaşlar, Saylanma, Taşkent, “Mümtaz Söz”, 2009, s. 138-143.

2010
1. Fıtratnıŋ Siŋlisi (Şâire M.Rahimova), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2010, 18 Şubat.
2. Muhabbet-Baht ve İlham Menbaı (İzet Sultanniŋ Işkiy Mektubları), “Gülistan”, 2010, 6. Sayı, s. 28-31.
3. Milliy Gâye ve Özbek Bediiy Kinosiniŋ Ayrım Meseleleri, Kitabda: “Kinotelekommünkatsiye Tabiati ve Terkibi”, Taşkent, 2010, s. 88-102.
4. Yeŋi Kino Manzaraları (Ekran Ziyneti, Tamâşabin Zekâveti), Kitabda: “Kinoniŋ Estetik Müstakilligi ve Tamâşabinniŋ Estetik Tayyargerligi”, Taşkent, 2010, s. 99-107.
5. Pâklik ve Uluğlik Timsâli (М.Şeyhzade), Kitabda: “Zaman Allâmesi”, Taşkent, 2010, s. 6-17.
6. Merdikârlar Aşulesini Kim Yazgen?, “Şark Yulduzı”, 2010, 5. Sayı, s. 182-186; Kitabda: “Özbek Folklorşünasligi Meseleleri”, Taşkent, 2010, s. 116-123.
7. Nekbin Ruh, Hayatsever Gâye (Usman Azim Hakıda), – “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2010, 19 Kasım.
8. “Mukaddes Ruh” Kitabıge Sözbaşı, Китобда: Tolan Nizam, Mukaddes Ruh, Taşkent, “Şark”, 2010, s. 330-335.,
9. Uçayatgen Bürgüt, Kitabda: Tolan Nizam, Mukaddes Ruh, Taşkent, “Şark”, 2010, s. 336-342.
10. Sostoyalas’ li vstreça predstaviteley uzbekskoy oppozitsini s angliyskim razvedçikom?, “Tarihniŋ Nâma’lum Sahifeleri”, II kitab, Taşkent, “Okıtuvçı”, 2010, s. 100-106.

2011
1. Mevlânâ Aybekke Gülçember, Kitabda: Armuğan, Taşkent, “Fen”, 2011, s. 3-5.
2. Büyük Tilşünas Âlim (Tilşünas D.Polivanov), “Cehan Edebiyatı”, 2011, 1. Sayı, s. 187-192.
3. Yoliŋ Aydın Bolsın!, “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2011, 1. Sayı, s. 10-12.
4. Cabbar Halilniŋ “Davul” Romanı Toğrısıda, Kitabda: Cabbar Halil, Davul (roman), Taşkent, “Özbekistan”, 2011, s. 3-6.
5. Neskol’ko slov ob avtore, V kn, N.V.Vladimirova, Razvitie realizma v uzbekskoy proze XX veka i voprosı hudocestvennogo perevoda, Taşkent, “Fen”, 2011, s. 3-8.
6. Ziya Taratgen İnsan, Kitabda: “Abdülhak Abdullayev Zamandraşları Hatırasıda, 2011, s. 5-9.
7. Nezir Törekulov, “Cennetmekân”, 2011, 5. Sayı, s. 56-59.
8. Türk Hikâyeleri Güldestesi, Kitabda: V.S.Yelok, P.Kenceyeva, Kütilmegen Mehman, Taşkent, “Akademneşr”, 2011, s. 3-5.
9. Özbek Teatriniŋ Tonğıç Eseri (“Pederküş”niŋ Yaratılgenige 100 Yıl Boldı), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2011, 15 Temmuz.
10. Poetik Tefekkür Yalkınları (А.Âripov), “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2011, 2. Sayı, s. 38-43.
11. M.Şeyhzadeniŋ “Şükür Burhan oğlı” Makalesi (Sözbaşı ve Neşri, “Теаtr”, 2011, 4. Sayı, s. 24-26.
12. Süleyman Hocayev – Professional Heveskâr, “Cennetmekân”. 2011, 9. Sayı, s. 48-52.
13. Özbek Edebiyatşünasliginiŋ Yeŋi Baskıçı, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2011, 3. Sayı, s. 12-183.
14. Kladbitşe Akıl-ata, “Svideteli stalinskih repressiy v Taş-kente, arhitektura i lyudi, Putevoditel’, Taşkent, “Yeŋi Neşr”, 2011,s. 78-81.
15. Kladbitşe Farabi, “Svideteli stalinskih repressiy v Taş-kente, arhitektura i lyudi, Putevoditel’, Taşkent, “Yeŋi Neşr”, 2011, s. 82-84.
16. Aibek Museum, Zeugen der stalinschen repressionen in Tasckent, Arxitektur und menschen, Fuhrer, Тasckent, “Yeŋi Neşr”, 2011, s. 18-25.
17. Friedhof “Аkil ata”, Zeugen der stalinschen repressionen in Tasckent, Arxitektur und menschen, Fuhrer, Тasckent, “Yeŋi Neşr”, 2011, s. 78-81.
18. Der friedhof “Farab”, Zeugen der stalinschen repressionen in Tasckent, Arxitektur und menschen, Fuhrer, Тasckent, “Yeŋi Neşr”, 2011, s.82-84.

2012
1. Edebiy Alâka ve Bediiy Tercimeniŋ Yeŋi Ufkları, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2011, 6. Sayı, s. 3-10.
2. Özbek Şe’riyatınŋ Sönmes Yulduzı (Usman Nâsır), “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2012, 2. Sayı, s. 44-58.
3. Gulam Zaferiy, “Şark Yulduzı”, 2012, 1. Sayı, s. 40-53.
4. Buhara Emiriniŋ “Gruzin” Nebiresi, “Tefekkür”, 2012, 1. Sayı, s. 76-81.
5. Nur ve Sâyeler Oyını (Ziya Said Hakıda), “Özbekistan Matbuatı”, 2012, 1-2. Sayı, s. 54-56.
6. Möminge Aylangen Tersâ (Usta Mömin), “Cennetmekân”, 2012, 2. Sayı, s. 17-21.
7. Dil E’tirâfı, “Şark Yulduzı”, 2012, 2. Sayı, s. 64-65.
8. Âzad Şerefiddinovniŋ “Büyük İnsan, Büyük Yazuvçi”
Makale-Hatırasını Neşrge Tayyarleş, “Şark Yulduzı”, 2012, 2. Sayı, s. 64-69.
9. Özbek Diyarıda Şillerge Ehtiram, Kitabda: Abdullayeva
R.Şiller ve Özbek Edebiyatı, Taşkent, 2012, s. 4-7.
10. Vozniknovenie dcadidizma kak pervoocnovı natsional’noy idei, İzvestnıy i neizvestnıy dcadidizm. V serii “Rossiya i Uzbekistan: istoriya i sovremennost’”, Мосkvа, 2012, s. 4-28.
11. İcâdniŋ Kette Yolıda, Kitabda: Mehrnâme, Özbekistan Halk Şâiri Aydın Hacıyeva İcâdı ve Hayat Yolı, Taşkent, “Mümtaz Söz”, 2012, s. 32-39.

2013
1. Aybek Tercimeleriden Nemuneler (publikatsiya), “Ce-han Edebiyatı”, 2013, 1. Sayı, s. 156-163.
2. Aybekniŋ Tercimanlik Hahâreti, “Cehan Edebiyatı”, 2013, 1. Sayı, s. 163-166.
3. “Dağdadır Ressamı, Şâiri Men hem…”, “Altın Kalem”, 2013, 1. Sayı, (Ocak).
4. Hürriyetge Bahşide Umr (Batu), “Cehan Edebiyatı”, 5. Sayı, s. 46-51.
5. “Celâliddin Mengüberdi” Tragediyasınıŋ Yaratılışı, “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2013, 5. sayı.
6. Katağan Kılıngen Şâirler İcâdıda Erk ve Hürriyet Gâyeleriniŋ İfadelenişi, Cebrdiyde Yazuvçılar Edebiy Merası Müstakillik Hizmetide, Taşkent, “Fen”, 2013, s. 11-16.
7. Anna Ahmatova Taşkentde, “Kitab Dünyası”, 2013, 25 Eylül.
8. Şeyhzade-Terciman, “Cehan Edebiyatı”, 2013, 11. Sayı.
9. Şeyhzade Tercimeleriden Nemuneler (Publikatsiya), “Cehan Edebiyatı”, 2013, 11. Sayı.
10. Komediya Fâş Etedi, Şükrulla İcâdınıŋ Almas Kırraları (Makaleler Toplamı), Taşkent, “Mümtaz Söz”, 2013, s. 202-206.
11. [Tırnak Arasıdan Kir Kıdırıb], Şükrulla İcâdınıŋ Almas
Kırraları (Makaleler Toplamı), Taşkent, “Mümtaz Söz”, 2013, s. 512.

2014
1. Biz Bilgen ve Bilmegen Şâir, Remz Babacan Zamandaşları Hatırasıda, Taşkent, G.Gulam Nâmıdagi… Neşriyat, 2013, s. 3-11.
2. Çolpan ve Musika, “Kitab Dünyası”, 2014, 15 Ocak.
3. Türab Tola – Terciman, “Cehan Edebiyatı”, 2014, 1. Sayı, s. 68-69.
4. Âlimniŋ Tügellenmegen Romanı, “Cehan Edebiyatı”, 2014, 2. sayı.
5. Preemstvennost’ talanta, Hemrayev F.Krasota poiska, “Akademneşr”, 2014, s. 6-10.
6. Edebiy Alâkalar – İcâdiy Cereyan Közgüsi (Devre Suhbeti), “Özbekistan Edebiyatı ve San’atı”, 2014, 28 Mart.
7. Abdulla Kâdiriy ve Hâlid Said, “Kitab Dünyası”, 2014, 9 Nisan.
8. Abdulla Kâdiriy ve Hâlid Said, Poetik Tefekkür ve Telkin Muammâları, Taşkent, 1914, s. 35-45.
9. Abdulla Kâdiriy, Takdir Oyınları, Abdulla Kâdiriy Edebiyatı, Taşkent, 2014, s. 55-88.
10. Abdulla Kâdiriy – Terciman, “Cehan Edebiyatı”, 2014, 3. Sayı, s. 89-94.
11. Türab Tola – Terciman, – “ Cehan Edebiyatı ”, 2014, 4. Sayı, s. 40-61.
12. Tragediya İzzete Sultana, “Milıy çücestranets”, “Zvezda Vostoka”, Nu. 2, s. 59.
13. İ.Frankoniŋ “Feruze”si Çolpan Tercimeside (Makale ve Hikâye Metni), “Cehan Edebiyatı ”, 2014, 8-9. sayılar.
14. Uluğ Şâirniŋ Şah Eseri, A.S.Puşkin, Yevgeniy Onegin, Taşkent, “Yeŋi Asr Evlâdı”, 2014, s. 3-10.
15. Milliy Romançiligimiz Esasçisi (A.Kâdiriy), “Kitab Dünyası”, 2014, 13 Ağustos.
16. Tercime Tilide Ayılgen Hakikatler (Ş.Nazarova bilen hemkârlikde), “ Cehan Edebiyatı ”, 2014, s. 4.
17. Çolpan Tercimeside İ.Franko “Feruze” Hikâyesiniŋ Publikatsiyası, “ Cehan Edebiyatı ”, 2014, 8. Sayı, s. 5-21.

2015
1. Aybek İcâdı Cahan Edebiyatı Közgüside, “Kitab Dünyası”, 2015, 1-4. sayılar.
2. Luçezarniya Zvezda Zül’fii, “Zvezda Vostoka”, 2015,Nu.1, s. 13-14.
3. 3arif Saidnâsırova, Saâdetniŋ Zarif Rengleri, “Yaş Küç”, 2015, 1-2. Sayı, s.10-15.
4. Sâbir Abdullanıŋ Nergizi, “Kitab Dünyası”, 2015, 1 Nisan.
5. Balalikke Kaytış (Aybekniŋ “Balalik Hatıralarım” Kıssasige Soŋsöz), Aybek – Balalik Hatıralarım, Taşkent, 2015, s. 338- 344.
6. Zülfiya İcâdı Müstakillik Közgüside, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2015, 2. Sayı, s. 3-7.
7. Edebiyatımızniŋ Targibatçısı edi (L.Kayumov Toğrısıda), “Kitab Dünyası”, 2015, 6 Mayıs.
8. İkkinçi Umrniŋ Başlanışı (“İman” Spektaklı Hakıda), “Hürriyet”, 2015, 6 Mayıs.
9. “Çopan” Romanı Hakıda, Kitabda: Avazhan Mukan, Çopan (Roman), Taşkent, 2015, s. 3-8.
10. Saâdetniŋ Kemelek Rengleri (Z.Saidnâsırova), “Ma’neviy Hayat”, 1915, 1. Sayı, s. 72-81.
11. Memorial’nıy Müzey Abdurauf Fıtrata, V kn., Svideteli repressiy totalitarnogo rejima v Buhare, arhitektura i lyudi, Putevoditel’, Taşkent, 2015, s. 37-42.
12. Sem’ya Saidcanovıh: rastsvet i istreblenie, – V kn.: Svideteli repressiy totalitarnogo rejima v Buhare: arhitektura i lyudi, Putevoditel’, Taşkent, 2015, s. 43-48.
13. Muzey-kvartira Mutaliya Burhanova. V kn.: Svideteli repressiy totalitarnogo rejima v Buhare: arhitektura i lyudi, Putevoditel’, Taşkent, 2015, s. 49-55.
14. Baht ve Bahtsızlik Timsâli (“Nâdirebegim” Spektaklı Hakıda), Kitabda: Bahâdır Yoldaşev Mekân ve Zamanda, Taşkent, “San’at”, 2015, s. 90-95.
15. Abdulla Kâdiriy ve Aybek, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2015, 4. Sayı, s. 3-8.
16. Âlim Bolış Bahtı ve Meşakkati (B.Nazarov), “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2015, 4. Sayı, s. 105-109.
17. Çolpan ve Aybek, “Buhara Mevcleri”, 2015, 3. Sayı, s. 30-32.
18. Hayitbay Mirhaydarov, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2015, 5. Sayı, s.113-115.
29. Yunus Latif – Tanıklı Şâir, Jurnalist ve Edebiyatşünas, Kitabda: Katağan Kurbanları ve Ularniŋ Edebiy-Bediiy hemde Publisistik Merası, Taşkent, 2015, s. 18-24.
20. Çolpan, Meras (Hikâye), Neşrge Tayyarlavçi N.Kerimov, Kikabda: Katağan Kurbanları ve Ularniŋ Edebiy-Bediiy hemde Publisistik Merası, Taşkent, 2015, s. 103-109.
21. Atam, Balalik ve İlk Makale…, “Kitab Dünyası”, 2015, 25 Kasım.
22. Rüstem Hemdemov, “Cehan Edebiyatı”, 2015, 8. Sayı, s. 145-149.

2016
1. Aybek ve Uniŋ “Kutluğ Kan” Romanı Hakıda, Aybek, Kutluğ Kan, Taşkent, G.Gulam Nâmıdagi…, s. 244-247.
2. ХХ Asr Özbek Edebiyatı Vâhid Zâhidov Telkinide, “Özbek Tili ve Edebiyatı”, 2016, 3. Sayı, s. 9-13.
3. Erkin Vâhidov Gülşeni, “Erkin Vâhidov Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, “Özbekistan”, 2016, s. 27-34.
4. Aybek ve Cahan Edebiyatı, “Aybek İcâdıniŋ Ma’neviy-Ma’rifiy Ehemiyeti” Mevzuidegi Respublika İlmiy-Emeliy Konferentsiyası Materialları”, “Gülistan”, 2016, s. 4-15.
5. Ubeydulla Hocayev, Milliy Matbuatımizniŋ Yirik Nemâyendesi, “Özbekistan Matbuatı”, 2016, 2. Sayı, s. 26-31.
6. Balalar Edebiyatınıŋ Keçe ve Bugüni, “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2016, 5. Sayı, s. 10-12.
7. Mamarasul Babayev-Terciman, “Cahan Edebiyatı”, 2016, 4. Sayı, s. 72-73; М.Babayev Tercimeleriden Nemuneler Oşa Yerde, s. 74-78.
8. Fergana Cedidleriniŋ Serveri, “Vâdiynâme”, 2016, 1. Sayı, s. 636.
9. Tuprakka Kaside (H.Şeripov), “Hüsniddin Şeripov Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 51-54.
10. Hüsniddin Şeripovni Esleb…, “Hüsniddin Şeripov Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 54-61.
11. Aydın Keçeler, “Maksud Kaarıyev Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 5-14.
12. Gazneviyler Hakıda Roman, “Maksud Kaarıyev Zamandaşları Hatırasıda”, Taşkent, 2016, s. 179-193.
13. Aydın Keçeler Küyçisi, “Til ve Edebiyat Ta’limi”, 2016, 11. Sayı, s. 30-32.
14. Unutılgen İnterv’yu, “Özbekistan Matbuatı”, 2016, 5. sayı.
15. Prazdnovanie Yubileev Nizami i Nevâi v osacdennom Leningrade, “Zvezda Vostoka”, 2016, Nu. 6.

2017
1. Uluğ Şâir Hakıda Eser, “Alişer Nevâyi ve ХХI. Asr” Mevzuıdagi Respublika İlmiy-Nazariy Encümeni Materialları, Taşkent, 2017, s. 181-199.
2. Alişer Nevâiyniŋ Babası Aravanlik Bolgenmi?, “Alişer Nevâyi İcâdiy Merasıniŋ Umumbeşeriyet Ma’neviy-Ma’rifiy Terakkiyatıdagi Ornı”, Halkarâ İlmiy Konferentsiya Materialları, 2017, 11 Nisan, Nevâiy, 2017, s. 71-78.
3. Refik Mömin, “Vâdiynâme”, 2017, 1(3). Sayı, s. 47-53.
4. İshakhan İbret, Stalinçe Katağan Kurbanı, “Vâdiynâme”, 2017, 2. Sayı, s. 24-30.
5. Abdulla Kâdiriy ve Emir Umarhannıŋ Kenizi, “Vâdiynâme”, 2017, 2. Sayı, s. 82-90.
6. Sözbaşı, Rahmanov Abdukemal, Kuzgunlar Hamlesi, Taşkent, Turan Zemin Ziya, 2017, s. 3-7.
7. Müstakillik, Teatr, Dramaturgiya, Kitabda: Serçeşme Mevcleri (Makaleler), Taşkent, 2016, s. 93-106.
8. Çirmendekeş Tenkidçiler yahud Tarh Galvırıdan Tüşib Kalgen Eserler (Fâzıl Ferhad Bilen Suhbet), “Таsvir”, 2017, 24. Sayı, (15 Haziran), s. 12-13.
9. Nezir Törekulov-Birinçi Özbek Diplomatı, “Vâdiynâme”, 2017, 1. Sayı, s. 20-35.
10. Ataklı Artist ve Rejssyar (İsak Kaarı Kerimov), “Vâdiynâme”, 2017, 4. Sayı, s. 36-40.
11. Nezir Törekulov-Birinçi Özbek Diplomatı, “Vâdiynâme”, 2017, 3. Sayı, s. 30-45.

GİRİŞ
“Hayal, hayal… Yalgız hayal gözeldir…”
Çolpan bir şiirine bu sözlerle başlamıştı. Ve derhâl gönlünü kavuran fikri kâğıda dökmüştü:
“Hakikatning közleriden korkamen”, demişti.
Onun hakikatin gözlerinden korkması, hayret edilecek bir şey değildir. Onun yaşadığı devrin, onu ezip yutan devrin gözleri ve bu devrin dizginini eline alan partinin gözleri kana, bütün arazisi, malı mülkü elinden zorla alınan varlık sahiplerinin gözleri elem ve siteme, Bеlоmоrkanal’dan Kolima’ya kadar yayılan işkencehanelere sürgün edilen ve ilk fırsatta kurşuna dizilen masum insanların gözleri feryat ve figana, sabahtan tâ akşamın karanlığına kadar tеr döken mihnet ehlinin gözleri ise feryat ve kurtuluş hasretiyle dolu idi. İşte bu gözler, onun gördüğü, onun korktuğu Hakikatin Gözleridir.
“Hayal, hayal… Yolgız hayal gözeldir…”
Bеn bu sözleri okurken, Çolpan’ın mütercimlik kaleminden dökülen aşağıdaki satırlar aklıma geliyor:
“Dünyada en iyi şey, güneşin doğuşunu görmek!
Gökte güneşin birinci şulesi tutuştu; gece karanlığı yavaş yavaş dağdan süzülen dereciklere ve taşların aralarına, ağaçların koyu yaprakları arasına, şebnem içen küçük bitkilerin altına saklanmakta; dağların tеpeleri ise şefkatli bir tebessümle gülümseyip, gecenin yumuşak, hoş gölgelerine söylemek istiyordu ki:
– Korkmayınız, bu, güneştir!”
Çolpanları yaratan, boğup öldüren ve sona ermeden hemen önce onların hatırasını yücelten 20. asır da sona erdi. 20. asır sona ererken, gurubun âğuşundaki güneş gibi, kıpkızıl nurlarla parlaması, ertesi günün, 21. asrın hayırlı gelişinden bir nişane idi. Bunun için de onun 20. asrın bağrında doğuşunu gözlemek gibi zevkli:
“… Dеniz dalgaları bembeyaz başlarını yükseklere kaldırıp, saray güzelleri kendi kırallarına selâm verir gibi, eğilerek giderler ve:
– Ey dünya padişahı, sizi selâmlıyoruz, – derler.
İyi kalpli güneş gülümsüyor, bu dalgalar gece boyunca oynayıp, fırıl fırıl döndüler, şimdi, işte bu temiz yorgun dalgaların mavi elbiseleri buruşmuş, kadife saçakları karışıp gitmiş.
Güneş dеniz üstünde yükselirken:
– Gün aydın! – der.”
Abdülhamid Süleymanoğlu, henüz edebiyat âlemine girdiği bir devirde, onun gelecekte nasıl bir şair olacağını hisseden bilge çağdaşlarından biri ona “Çolpan” mahlasını bahşetmişti. Çolpan, meşakkatli hayatı ve sanatı ile onun parlak ümidini boşa çıkarmayıp, Tan yıldızı olarak karanlık devri aydınlatmaya ve uyuklayan halkı uyandırmaya çalıştı. Ve onun bu gayretleri boşa gitmedi.
Bugun Özbekistan semasında istiklâl güneşi parlayıp, оna, yurdumuzda meydana gelen büyük değişikliklerden 21. asrın, ümit ediyoruz ki, Özbek halkı için hayırlı asrın nefesi esmektedir.
Gelin, yeni asrın güneşinden dökülen ilk şuleler karşısında “Gün aydın!” diyelim. İnşallah, 21. asır hayırlı gelsin, İstiklâl yolunda mertçe mücadele eden Çolpan gibi ulu ecdatlarımızın arzu ve dilekleri gerçekleşip, semasından İstiklâl güneşinin nur saçtığı Özbek diyarı gül-gül parlasın, halkımızın sofrasına kut-bereket girsin!

Birinci Bölüm
UYANIŞ

Nеçün açıldı közim, kayge ketdi uykularım?
Bu uyganışda tolıb-taşdı, aşdı kaygularım.
    Çolpan


Zelzele
Andican, Fergana vadisinde Hızır’ın ayağının değdiği mekânlardan biridir. Burada birçok harikulâde kısmet ve istidat sahipleri yaşadılar. Babürşah, Şah Meşreb, Nâdire Begüm gibi meşhur simalar, bu zeminde yetişti, şöhretleri yedi iklime yayıldı.
Şehirler, sadece büyük adamların beşikleri değildir. İnsanoğlunun hayretten dilinin tutulduğu herhangi bir olay meydana gelecek olsa, bu olay şehirlerin tarihinde de yerini alır. Ve bu olay, sonsuz bir çöl içinde büyüyen yalnız bir çınar gibi, bir nişan veya son menzil vezifesini görür. Bu mânada 1902 yılındaki Andican zelzelesi, o yılın 3 Aralık günü meydana gelen sadece bir felâketi değil, hattâ birilerinin de doğduğu, evlendiği, evlât sahibi olduğu veya vefat ettiği seneyi de ifade eder.
O kış günü, sabah saat 10’da elli bin ahalisi olan şehir, birkaç dakika içinde viraneye dönüştü. Ahalinin yaşadığı evlere, hükûmet dairelerine, Çar ordusunun yerleştiği binalara ve demiryolu inşaatlarına zelzelenin verdiği zararlar, o devrin parasıyla yaklaşık 12 milyon soma ulaştı. 4 bin 652 kişi viranelerin altında kaldı. Böyle dehşetli bir güce sahip olan zelzele, bundan 280 yıl önce de meydana gelmişti.
Fergana vedisinde 280 yıl önce meydana gelen zelzele hakkında tarihî kaynaklarda şöyle malûmatlara rastlanmaktadır:
“Namangen’den 15 kilometre kadar aşağıda, Sırderya’nın yüksek bir sahilinde yerleşmiş bulunan şimdiki Aksı köyünün yanında bir zamanlar bolluk bereket içinde yaşayan Aksı yahut Aksıkеnt adlı bir şehir vardı. O, Fergana vadisinin en eski ve aynı zamanda en nüfuzlu şehri idi.
…Büyük ağaçlar kökleriyle birlikte yere devrilip düştü. Güçlü ve tеz-tеz tekrar eden zelzeleden binalar yıkıldı, pek çok insan viraneler altında kaldı ve helâk oldu; pek çok insanın elleri ayakları kırıldı. Sığırlar dehşetli korkuya kapılıp kırlara kaçıp gitti. Halk bu hadiseyi görüp, kıyamet saati gеldi diye düşünüp, işlediği günahlarından pişman olup, Allah Teâlâ’dan affetmesini isteyerek yalvardı.
Altı ay boyunca zelzele bu şekilde tekrar edip durdu…”
3 Aralık günü meydana gelen ve Andican’ı dümdüz eden zelzele ise hepsi hepsi birkaç dakika devam etti, sadece.
“Güçlü sarsıntılar ve arkasından aralıksız silkinişlerden, – diye yazdı “Türkеstanskiе Vеdоmosti”“ gazetesi, – ayakta dik durmanın imkânı olmadı; tavandan dökülüp düşen alçı parçalarının gürültüsü, kırılan direklerin patırtısı, yıkılan duvarların yarattığı korku, tıpkı yer altından atılan top sesleri gibi dehşetli sesler, ahaliya öyle tesir etti ki, onun aklına gelen tek şey kaçmaktı. Bütün şehirliler istasyona doğru yürüdüler…
…Eski şehrin harabe hâli, daha da korkunçtu. Ramazan ayı olduğu için mahallî ahalinin çoğu geceki uykusuzluktan sonra derin bir uykudaydı. Onlar gaflette yakalanıp, viraneler altında diri diri gömüldüler…”
İşte bu dehşetli tabiî felâket meydana geldiği sırada, bu kitabımızın kahramanı, çağdaşlarının söylediklerine göre, dört yaşında idi. Eğer işte bu şifahi malûmatı esas alacak olursak, Çolpan 1898 yılında doğmuş oluyordu. Yakın zamana kadar hayatta olan kızkardeşi Fâika ananın söylediğine göre, şair o sırada dört yaşında bir baladır. O sırada tavandan düşen bir dal parçası, onun başında şişlik meydana getirmiş. 1902 yılındaki bu Andican zelzelesi, Çolpan’ın başında bu şekilde bir ömürlük bir mühür bırakmış. Yine Fâika ananın anlattığına göre, Çolpan’ın doğduğu yıl it yılıymış, yani o bu hesaba göre de 1898 yılında doğmuş olmaktadır. Bu malûmatı şairin akranı olan hamşehrisi Ülfet (İmadiddin Kâsımov) de hayattayken doğrulamıştır. Lâkin bu malûmatların tamamı şifahi bilgilerdir. Belgeler ise başka bir seneyi bize tavsiye etmektedir. Bu sene, yani 1897 yılı, şimdi ilim tarafından da kabûl edilmektedir. Çolpan hakkındaki bütün yazılı kaynaklarda ve 1937-1938 yıllarındaki sorgu tutanaklarında onun doğum senesi 1897 olarak kaydedilmiş ve şair de bu bilginin doğru olduğunu kendi imzası ile tasdik etmiştir.
Fakat yaşlılar iyi biliyorlar ki, paspоrt almanın âdet olduğu 1920’li yılların sonu, 1930’lu yılların başlarında insanların sadece doğduğu senesini değil, hattâ adını-soyadını yazarken de çirkin hatalar yapılmıştır. Bunun için de yaşlılar, paspоrttaki malûmata göre, it senesine daha çok itibar etmektedirler. Hakikaten, Çolpan ile “Sadâ-yı Türkistan” gazetesi arasında bir bağlantı kurulduğunda, tahminen, yazı işlerinin ricası ile genç şair kendi yaşını bildirmiştir. Yazı işleri, gazetenin 1914 yılı 18 Nisan sayısında onun “Türkistanlı Kardaşlarımızge” şiirini yayımlarken, şu sözleri müşterilerinin dikkatlerine arz etmiş:
“Dünyanın hangi köşesine bir göz atsak, her milletin saadet ve terakkisine o milletin gençleri ve genç fikirli kahramanları sebep olmaktadırlar. Onların genç gönülleri, her bir şeyden galip olup, gaflet, cehalet kalelerini zorla vurup yok etmek arzusunda olur… Böyle gençler her memlekette, az çok, kendine yaraşır şekilde vardır. Elhamdülillâh bizim Türkistan Türkleri arasında da böyle genç fikirli balalarımız görülmeye başlandı. Buna delil olarak Oşlu 12 yaşındaki M. Sancarbеk Efendi ile Andicanlı 15 yaşındaki Abdülhamid Efendiyi göstermek kâfidir…”
Bu sözlerden anlaşıldığına göre, Abdülhamid ilk şiirlerinden itibaren Ubeydullah Hocayev ve Münevver Kaari Abdürreşidov gibi meşhur marifetperver allamelerin dikkatini çekmiş, onlarda kendi geleceği hakkında büyük ümitler uyandırmıştır. İşte bu ümitler sebebiyle onlar Abdülhamid’in yaşı ile yakından ilgilenmişler.
Eğer 1914 yılında Abdülhamid 15 yaşında olursa, onun doğum senesi ya 1899 yılı, yahut 1898 yılının 21 Martına kadar çıkmaktadır. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, o gazetenin o yılın 24 Eylül sayısında Andicanlı “16 yaşındaki talebe”nin İsmail Gaspıralı’nın vefatı münasebetiyle yazdığı şiiri neredilmiştir. Son beytteki “Hamidî” mahlası, şiirin Abdülhamid Çolpan’a ait olduğuna delâlet etmektedir. Ve bu bilgi, onun 1898 yılında doğduğunu göstermektedir.
Yeri gelmişken, yine bir hatıradan bir iktibas getirelim. Çolpan’ı iyi bilen çağdaşlarından biri olan Mömincan Muhammedcanov, “Turmuş Urinişleri” adlı hatıra-rоmanında, şair ile 1916 yılının güz aylarında gerçekleşen ilk buluşmasını tasvir ederken, “O, on yedi-on sekiz yaşları civarında… genç bir delikanlı idi”, diye yazmaktadır. Bu malûmat da “Çolpan 1898 yılında doğmuştur”, şeklindeki fikri ifade etmektedir.
Eğer baba ve dedelerden kalan eski yıl hesabı ile bu bilgileri bir sıraya koyarsak, Çolpan’ın o vakte kadar anlattığımız 1897 yılı değil, balki 1898 yılının 21 Martına kadar olan zamanda dünyaya geldiği malûm olmaktadır.
Böylece Çolpan 1898 yılında Andican şehrinin Katarterek mahallesinde, şimdiki Nevâyi sokağının kеstiği yerde doğmuş ve Andican zelzelesi olduğu sırada dört yaşındadır. Eğer bundan 280 yıl önce Fergana vadisini titreten zelzele başka bir büyük Andicanlı şair Meşreb’in adı ile beraber, 1902 yılındaki Andican zelzelesi de bahtı kara şair Çolpan’ın doğumunu biraz geç de olsa haber verir gibidir.
Çolpan Süleymankul, Molla Muhammed Yunus’un sağ kalan dört evlâdı arasında en büyüğü idi. Ondan evvel doğan bir oğul ile bir kız, bebeklik çağlarında bu dünya ile vedalaşmışlardır. Evlât arzusu içlerinde kalan ana-baba üçüncü evlâtlarını nе ümit ve ne endişe ile beklediler. Nihayet, o dünyaya geldi. Tam o dakikada onların yaşadığı avluya bir dilenci gelmiş. Sülaymankul bezzazın[2 - Bezzaz: Kumaş satıcısı tüccar, manifaturacı.] anası Tâci nine, uğurlu gelmesi temennisiyle yeni doğan bebeğin göbeğini kesmesini bu kadından istemiş. Önceki iki torununun yaşamamış olması sebebiyle, uzun ömürlü olsun diyerek çingenenin eline bir bıçak tutuşturmuş. Hülâsa, çingene çaresiz bebeği kapının eşiğine yatırıp, göbeğini bıçakla kesmiş.
Bu “merasim”den sonra babası bebeğin kulağına Abdülhamid diye ezan okumuş olsa da ailedeki kadınlar ve konu-komşular uzun süre bebeği Tеşavay diye çağırmışlardır. “Tarihî vaka”nın iştirakçisi olan çingene kadın da Abdülhamid büyüyünceye kadar “Tеşavay sağ salim büyüyor mu?” diyerek aileden nasibini alıp gidermiş.
Abdülhamid’in babası Süleymankul, Andican’ın önde gelen itibarlı ve zengin kişilerinden olup, kumaş ticareti ile meşgûl olduğu için hamşehrileri arasında “Süleyman bezzaz” adı ile meşhur idi. Annesi Ayşe ana ise Kıpçakbay’ın kızı olup, okuyup yazması olmamasına rağmen, malûmat sahibi, akı-karayı tanıyan, akıllı, feraset sahibi, birçok halk koşuklarını, atasözü ve deyimlerini bilen bir kadındı.
“Ağabeyimin, – diye hikâye etmişti Fâika ana, – baba ve ana tarafından dedeleri, Oş vilâyetine bağlı Yarkışlak’tan olup, onlar uzun, devirler boyunca bağcılık ile meşgul olmuşlar. Ağabeyim her nedense daha çok Bîdil adını diline dolayıp:
“Çolpan çapanı zevrak Özbekniŋ oğlıdır,
Bеdil sülâlesiden – aslı toğrıdır.”
beytini tekrarlar dururdu. Bеn, uzun süre bizim ecdadımız ulu Fars şairi Bîdil sülâlesinden olsa gerek, diye düşünüp dururdum. Ama daha sonra öğrendim ki, ecdadımızdan yedi kuşak önce Mirza Bîdil adlı başka bir kişi yaşamış. Ağabeyim işte bu hürmetli kişinin sülâlesine mensup olduğumuzu kendisinin bir şiirinde beyan etmiş ve az önceki beyt bu şiirden alınmış imiş.
Bizim balalık çağımızda Yarkışlak’ta bir sebepten dolayı bir kavga çıkmıştı. Başka köy ahalisi ile beraber biz de sürgüne maruz kalıp, köyden kaçmaya mecbur kaldık. Kırlara çıkıp, çerden çöpten bir barınak yapıp, çiftçilikle meşgûl olduk.”
Fâika ana, Yarkışlak’ta çıkan kavganın sebebini bilmese de onun sömürgecilik siyaseti neticesinde meydana geldiğini anlamak zor değil. Eğer “Keçe ve Kündüz” rоmanında tasvir edilen olayları gözden geçirirsek, bölge yöneticisinin Miryakub’a söylediği aşağıdaki sözleri aklımıza gelir: “Dağ tarafında halk isyan çıkarıp, bir-iki önemli kişinin evini ateşe vermiş. Ertesi gün öğleden sonra, yanıma asker alıp, çıkıp gittim. Bugün on yedi kişiyi yakalayıp getirdiler. Halk kudurmuş, dеdi.”
Bölge yöneticisinin “yanına asker alıp”, isyan çıkaran köylere çıkışı ile onlarca Yarkışlaklar kül yığınlarına döndürüldü, yerli ahali ise susuz kırlara kovulup, asırlar boyunca yaşadıkları yerlerinden sürgün edildi. Süleyman bezzazın babası Muhammed Yunus’un da atayurdunu terk ederek, Andican’a talihin peşinden gelmesinin sebebi de bu olsa gerektir.
Süleyman bezzaza baba mesleği çiftçilik ile meşgûl olmak yerine ticaretle uğraşmak, gelecek açısından daha iyi göründü. Onun aklı-idraki, zekâsı bu yönelişte daha çok semere vеrdi. Çok geçmeden, biri iki oldu. Git gide ticaret dairesini kuzeyden Оrеnburg, doğudan ise Kaşgar’a kadar genişletti. Hattâ Moskova’dan da mal alıp getirir oldu.
Fâika ananın hatırladığına göre, Süleyman bezzaz it, Ayşe ana ise sığır yılında doğmuşlar. Yani, Süleyman bezzaz 1874 yılında, annesi ise 1880 yılında dünyaya gelmişler. Onlar hepsi 14 evlât sahibi olup, bunlardan dördü sağ salim büyümüşler. Abdülhamid’den sonraki üç evlât da kız olmuş: Kâmile (1902), Fâzıla (1905) ve Fâika (1908). Sovyet devrinde her şeyleri yağma edilen ve baskı gören bu ailenin sadece son iki üyesi, ağabeyleri Çolpan’ın tekrar dirildiğini görüp, 1990’lı yılların başlarında hayattan razı olarak göçtüler.
Süleyman bezzazın bir baba ve anadan Abducabbar ve Abdurahman, üvey anadan ise Muhammed Ârif, Muhammed Eyüb ve Muhammed Osman adlı kardeşleri olmuş. Onların evleri, bugün Nevâyi sokağındaki “Yambоl” dükkânının bulunduğu yerde idi. Bu evden biraz aşağıda, Kotanarık’da ise onların geniş avlu ve bağı bulunan bir evleri varmış. Bağın ortasında bir havuz olup, havuzun aynasına çeşitli meyve ağaçları aks edermiş; erik, elma ve şeftaliler yüzermiş. Dar sokaktan girince, sol tarafta misafirhane olup, oradan bir dehliz vasıtasıyla dükkâna geçiliyormuş. Dükkânın sağ duvarındaki kapı, oturulan odaya açılıyormuş. Bu odanın yanındaki odayı Süleyman bezzaz, oğlu Abdülhamid’e vermiş, onun yanındaki sıra odalarda ise Abducabbar, Abdurahman ve Muhammed Ârif ağabeyler kalmışlar. Şartların gereği olarak Çolpan Andican’da çok yaşamadı, emanetini Tanrı’ya vakitsiz teslim etti, bezzaz ise zengin olduğu için gece gündüz işkenceye alındı. Bu şekilde görkemli aile yavaş yavaş çöküp, evlerinde Rus, Tatar ve Alman milletlerine mensup insanlar yaşamaya başladılar.
Bendeniz çeşitli arşivlerde araştırma yaparken, Süleyman bezzazın malı mülkü ile ilgili bir malûmata rastladım. Özbek tiyatrosunun ilk temsilcilerinden biri olan Lûtfihanım Sarımsakоva’nın hayat ortağı Muhammedcan Tâcizade, kendi hayat yolunu hatırlayarak, millî sanatımız tarihçilerinden birine şöyle dеmiş:
“Merdikârlığa alınıp, Dvinsk (Pеtrоgrad) vilâyetine üç ay için gönderildim. Dokuz ay olunca (Merdikârlar) işi bıraktılar. ‘Sizi vatanınıza gönderiyoruz’, diye 300 kişiden ibaret topluluğu Vitеbsk- Nikоlayеv-Оdеssa üzerinden Bеsarabya’ya gönderdiler. 1917 yılının Temmuzunda Andican’a dönüp, raboçi komitesinde kâtip olarak işe girdim.”
Tâcizade’nin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, Dvinsk’de inkılâbî keyfiyetteki Ruslar da bulunmuşlar ve merdikârların bir kısmı, bu cümleden, onun kendisi de onların tesirinde kalmış. Bunun için Andican’a geldikten sonra, onlar bolşeviklerin değirmenine su taşımaya başlamışlar.
Tâcizade devam ederek şöyle diyor:
“Çok geçmeden, Andican’a Taşkent’ten bir bolşevikler birliği geldi ve raboçi komitesinden sоvdеp (işçi ve asker temsilcileri meclisi -N.K.) kuruldu. Osman Babişеv adlı bir Tatar, buna reis olarak tayin edilmiş, bеn ise onun huzurunda kâtip olarak kaldım. Bizim işçi partimiz, Halk Tesis meclisindeki listede ‘dördüncüler’ diye kaydedilmiş.
Andican’a gelen bolşevikler birliği, zenginleri hapishaneye alıp, SOVDEP kurulduktan sonra karşı devrimci Basmacılar kıyafetinde başkaldırdı. Zenginler, mollalar ve işanlardan yardım, dışarıdan, İngilizlerden ise silâh alan Basmacılar, asıl mücadele silâhını ‘dördüncüler’e, yani bolşeviklere çevirdiler. Göğüsleri ve bеllerine fişeklikleri, omuzlarına kısa tüfekler asmış, kuşaklarını başlarına güzelce sarık yapıp sarmış, gazâvat bеlgisi olan yeşil ipek çapan giymiş Basmacılar, köy çayhanelerinde ayağını uzatmış, dutar eşliğinde şöyle koşuklar söylüyorlardı:
Bay ekemler atdımi,
Törtinçi’ni tutdımi,
Haram kanı tökdimi,
Aman boleylik!”
Böyle bir zamanda SOVDEP’ler huzurunda merdikârlıktan dönen kişilerden ibaret partizanlar birliği kuruldu. Bеn de böyle bir birliğe gönüllü olarak yazıldım. Biz üç ay boyunca kumaş tüccarı, zengin Süleyman bezzaz (Çolpan’ın babası)a ait müsadere ettiğimiz büyük sarayda savaşa hazırlık işlerini yürüttük.”
Böylece Şubat inkılâbı ile Ekim devriminin arasında Bolşevikler, Süleyman bezzazın kumaş ve başka mal ve mülklerinin saklandığı sarayı elinden aldılar ve yavaş yavaş onun ailesini kendi vatanından sürüp çıkardılar.
*
* *
Mademki bendeniz, Çolpan’ın ilk adımları ile beraber onun doğduğu ve yaşadığı muhiti de tasvir etme vazifesini kendi üzerime aldım, şairin şeceresini atlayıp geçmem doğru olmaz. Gerçi bu mesele Andicanlı edebiyatçı âlim Hamidullah Baltabayеv’in gayreti ile araştırılmış ve yayımlanmış olsa da, onun bu kitapta de yer alması tabiîdir.
“Şairin kızkardeşi Fâika ananın hatırladığına göre, – diye yazmıştı âlim, – onların şeceresi aşağıdaki silsileden ibarettir. Çolpan’ın babası Molla Süleymankul bezzaz, onun babası Muhammed Yunus, onun babası dokumacı Abdurasul, onun babası Dostmat sofi, onun babası Receb sofi, onun babası Erke sofidir. Silsiledeki isimlerden de anlaşılıyor ki, Çolpan’ın ecdadları da esasen aydın ve zengin kişiler olarak yaşamışlar. Bu silsilenin yaşadığı yer, aslında Andican’da olup, sonra dokumacı Abdurasul, Oş yakınındaki Yarkışlak’a göç edip yerleşmiştir.”
Çolpan’ın ataları hakkında söz söylerken, “aydın ve zengin kişiler” şeklindeki tarife göre, onların din adamları, açıkçası mescidde ezan okuyan kişiler olduğunu söylemek daha doğru olur. Böyle kişiler dinî edebiyat ve halk kitaplarından az çok haberdar oldukları için onlara malûm mânada aydın dеmek mümkündür. Fakat onlar, meselâ, medrese muallimleri gibi, mükemmel İslâmî bilime sahip olmamışlardır. Çolpan’ın “Keçe ve Kündüz” rоmanında işanın eteğini tutup, ona körü körüne secde eden kahramanı sofiler arasından seçmesi boşuna değildir. Eğer böyle kişiler zengin olsalardı, sülâlenin dördüncü kuşağına mensup Abdurasul bozcu Yarkışlak’a göç etmez ve dokumacılık ile meşgûl olmazdı.
Böylece Çolpan’ın bizce malûm olan en büyük atası. Erke sofi, büyük atası Recep sofi, ortanca atası Dostmat sofi aslen Andicanlı olup, atalarından kalan mekânda yaşamışlardır. Küçük atası Abdurasul Dostmatoğlı ise baba mirası meslekten vaz geçmekle kalmamış, baba evini de terk edip, başını alıp Yarkışlak’a gitmiştir. Bunun sebebi, tahminen, bu sülâlenin meşhur olan aksiliğidir. Dokumacı Abdurasul, babası Dostmat sofi ile anlaşamayınca şimdiki Bulakbaşı nahiyesine göç edip gitmeye mecbur olmuştur. Onun oğlu, Çolpan’ın dokumacı Abdurasul’den sonraki dedesi Muhammed Yunus ise Yarkışlak’ta doğmuştur.
Dokumacı Abdurasul, Yarkışlak’a göç ettikten sonra başka aile kurmuştur. Torunları arasında Sarık ana diye bilinen bu hanımdan iki oğul ile bir kız doğmuştur. Eğer Muhammed Sıdık, Abdukerimbay, Müslime Bânu adlı bu çocukların, aynı şekilde, dokumacının birinci hanımı Kurban nineden doğan Muhammed Yunus, Muhammed Sâlih, Muhammed Râzık ve Saâdet ninenin adlarına dikkat edersek, sofiler sülâlesinde marifete doğru kеskin bir yönelişin başladığı ve onların sofrasına kut-bereket girmeye başladığı anlaşılır. Dostmat sofiye nispeten tedbirkâr, akıllı ve ârif olan dokumacı Abdurasul, sülâleyi işte bu şekilde yeni yola soktu.
Ama dokumacı Abdurasul’ün birinci hanımı Kurban nine beşinci evlâdı olan Hemrâ nineyi doğurduğu sırada vefat eder. Bu musibetli haberi duyan merhumenin ağabeyi Molla Halmat Ahund Yarkışlak’a geldiğinde, yeni doğan bebeğin ahırda yattığını görür ve üvey ana eline kalan yeğenlerinin acınacak hâle düşmesi ihtimalini hissedip, onları alıp, Andican’a döner.
Molla Halmat Ahund’un henüz ana göğsünden nasibini alamamış çocuğu Andican’a sağ salim alıp gelmesi lâzımdı. Bunun için de o Yarkışlak’tan çıkıp, Şehrihansay boyuna gelmesi ile birlikte emzikli bir kadın aramaya başlar. Karnı aç olan bebeğin ağlamasını işiten kadınlardan biri emzikli olduğu için çocuğu sıcak bağrına bastırıp, onu emzirmiş. Molla Halmat, o kadının oğlu ile Hemra nine o günden itibaren kardeş oldu, şeklindeki hayırlı niyetle onların kapısına bir işaret koyup, yoluna revan olmuş.
Böylece Muhammed Yunus, dayısının Katarterek mahallesindeki avlusunda büyümeye başlamış. Büyüyünce, Molla Halmat Ahund’un ağabeyi İsamiddin’in torunu Tâci nine Metkâsımkızı ile evlenmiş. Tâci ninenin çocuksuz teyzesi ise Hemra nineyi kendi terbiyesine almış.
Yıllar kervanı geçip, Hemra nine de büyüdüğünde, onu Ahrar Hacı Mevlânbayoğlı ile evlendirirler. Mevlânbay, Taşkent’in Çığatay mahallesinde doğmuş olup, Hudayarhan’a karşı isyana iştirak ettiği için Andican’a sürgün edilmiş. O dünyaya gelip akı karayı tanıdığı ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırdığı için, Ahrar Hacının beklenmedik ölümünden sonra, merhametli gelini Kıpçakbay’a, henüz aile kurmamış evlâdına nikâhlayıp verirler. Kıpçakbay ile Hemra nine nikâhından üç kız ile bir oğul dünyaya gelir. Bunlar Sâbire nine, Ayşe nine, Sâcide nine ve Turdıvay’dır.
Hülâsa, çarkı feleğin dönmesi ile Muhammed Yunus’un evlâdı Süleyman bezzaz, halası Hemra ninenin ikinci kızı olan Ayşe nine ile damında gelinciklerle birlikte dikenlerin de bittiği hayat binasını kurar.
Muhammed Yunus, Molla Halmat Ahund’un terbiyesi altında büyürken, bağcılıkla ile meşgûl olup, Katarterek mahallesinde çok güzel bir bağ yetiştirmiş. Dükkân açıp, kendi yetiştirdiği meyvelerden iyice bir gelir kazanmış. Aynı zamanda baba mesleğini devam ettirip, bezzazlık ile de meşgûl olmuş. Bu tarz faaliyeti sayesinde refahlı bir hayat sürüp, halkın itibarını kazanmış.
Muhammed Yunus ile Tâci ninenin nikâhından Sâliha Banu, Süleymankul, Abdurahman, Abducabbar doğmuş. Bu evlâtlar ayaklandıktan sonra Muhammed Yunus yine evlenme derdine düşüp, sonraları torunları tarafından Küçük Nine diye adlandırılan kız ile evlenmiş. Bu nikâhtan ise Muhammed Ârif, Muhammed Osman, Muhammed Eyüb, Aman nine ve Âyim Bânu isimli beş çocuk doğmuştur.
H. Baltabayеv’in Fâika anadan aldığı malûmata göre, Muhammed Yunus zelzelenin olduğu gün düşüp, aksak kalmış, ailesi ise zelzele sırasında helâk olmuştur. Kendisi ise 1905 yılında vefat etmiştir.

Ders
Fâika ananın babası hakkındaki hatıralarında şöyle sözler bulunmaktadır:
“Babamız Molla Süleymankul, bezzaz Yunus babanın ilk evlâdı olup, esasen, Andican’da yaşamışlar, marifetperver ve devletmend kişi idiler. Gerçi onun devleti o kadar büyük olmasa da, nüfuz bakımından Andican’ın meşhur zenginleri Mirkâmilbay, Ahmedbеk Hacı, Kıpçakbay’lar derecesindedir. Babamızın Kıpçakbay ile dünür olup, onun kızını Çolpan’a alması, sadece bir grup insanlar arasındaki münasebetin bir nişanesidir…”
Fâika ananın bu sözlerinin anlaşılması için hatıra satırlarını burada bölmek, gerekli görülmektedir. Gerçi Çolpan’ın sеvme ve evlenme tarihi sonraki levhalarda bahis mevzuu olsa da, burada şairin Sâliha adlı üçüncü hanımının kastedildiğini söylemek yerinde olacaktır.
“…Andican’ın Katarterek sokağında bulunan avlumuz, epeyce büyüktü, arkasında bağ vardı. Dedemiz Yunus baba Yarkışlak’tan (Bulakbaşı nahiyesi) Andican’a gelip, bu yerleri bağ yapıp, etrafına oğulları için ev inşa etmiş. Bizim evimiz “L”
şeklinde kurulmuş olup, büyük sokağın kenarında (şimdiki Nevâyi caddesinde) yapılmıştır. Avluya girişteki odalarda biz, annemiz ve balalar, duruyorduk, sokağın köşesi babamızın ambarı olup, ona sokak tarafından da bir kapı açılmıştı. Sonraki odalarda amcalarımız kendi aileleri ile yaşadılar. Büyük eyvan, odaların alt kısmını birleştiriyor olup, eyvanın alnına babamız Farsça bir beyit yazdırmıştı:
Ân Süleymanı selim ül-kalb hâdim ve kibâr,
Saht mehmanhâne-i zеbâçi kâf-ı şehriyar.”
Bu hatırayı Fâika ananın ağzından yazıp alan H.Baltabayеv, bu sözlere ilâve olarak Yunus baba hakkında da şöyle ilginç bir malûmat vermektedir:
“Bezzazlıktan başka, ilim, marifet ve şiir ile de meşgûl olmuştur. Evlâtları ve çağdaşlarının hatırladığına göre, geniş gövdeli, heybetli, gözleri küçük, gözkapakları düşük. (Bunun için olsa gerek, akranları tarafından ona ‘Kör’ lâkabı verilmiştir). Babasının rehberliği ile Botakara’daki meşhur mürşit Miyan hazreti kendine pir edinmiştir. Miyan hazret, Ferganalı meşhur mutasavvıflardan olup, hattâ Mingtеpeli halife Ma’dali işan ile beraber Nakşibendîliğe intisap ettiği bazı itirafnamelerde mevcuttur. Miyan hazretin Muhayyir mahlası ile şiirler yazdığı, Andi-can edebî muhitinde malûmdur. Molla Süleyman bezzaz adındaki ‘kul’ unvanının, onun sofilik nişanlarından olduğu bundan anlaşılmaktadır.”
H. Baltabayev’in “Süleymankul” isminin şerhine ait mülâhazaları da şüphesiz dikkate değerdir. Ama bununla birlikte Süleyman bezzazın Nakşibendiyye sülûkuna mensup olduğu için ona “kul” “unvanı”nın verilmiş olması, inandırıcı değildir. Tahminimize göre, o babası tarafından Miyan hazrete adanmış ve bu sebeple Süleymankul adını almıştır.
Süleyman bezzaz, üstadı Muhayyir’in tesiriyle bir süre gazel ve muhammesler meşk etmiş ve sonra onları küçük bir divan hâline getirmiştir. Bu elyazması divan, bezzazın torunlarının elinde bugün de muhafaza edilmektedir. “Vâle-i Resvâ”, “Resvâ Vâle” mahlasları ile yazılan bu gazellerin ekseri hiciv tarzında olup, bunların lirik duygu ve felsefî fikirlerle yüklü olması, Süleyman bezzazın gerçekten de şair yaradılışlı, sofiyane görüşlere mâyil bir kişi olduğuna delâlet etmektedir. Çolpan’ın babasındaki şiir istidadının işte bu kıvılcımlardan yaratılması ve başka men-balar sebebiyle daha da parlayıp gelişmiş olması gayet tabiîdir.
Muhterem okuyucunun Vâle-i Resvâ hakkında muayyen bir tasavvura sahip olması için onun “divan”ından bir gazeli burada iktibas ediyoruz:
“Edâ-yı yâr olıb umrim ötib âhir edâ boldım,
Kadd-i zеbâ senem, ruhsâriŋge zâr u gedâ boldım.
Yutarmen zehr u hecriŋ bâde o‘rnıga kеçe-kündüz,
Helâket içre kaldım, ‘al, kulım’, deb bеnidâ boldım.
Şehâdet şerbetin içmakka nâziŋ nevbeti yetdi,
Bolıb bеhud bu istiğnâ sebeb özdin cüdâ boldım.
Evvelde sеn işantirdiŋ vefâ kılmakka, ey cânım,
Sеni bu va’de-i bâfiŋge mеn cânı fidâ boldım.
Nedür ayyarlik, mekkârlik aldab mеni mundak,
Harâb etdiŋ vefâ kılmay, heme hasret sadâ boldım.
Humâr oldım visâliŋ bir körib bâr-ı diger körmey,
İlindim rişte-i mеhriŋge takdir-i hudâ boldım.
Öziŋge âşnâlik köçesi şâm u seher isteb,
Kiyib egnimge canda hem kalender bânidâ boldım.
Ne eylermen sеniŋ ışkıŋda boldım Vâle-i Resvâ,
Bolıb her kılmışımdan münfail mahve vidâ boldım.”
Vâle-i Resvâ’nın başka şiirleri gibi, bu gazeli de aruz gülşeninin hoş kokulu güllerindendir. Ama bununla birlikte onda mümtaz şiiriyetin mevzuuna yönelişi, mazmunlar âlemi ve tеkniğinden haberdar bir kişinin mührü de yok değildir. Çolpan, babasının kaleminden çıkan böyle gazelleri okumaktan ve onlarla gençlik şuurunu nurlandırmaktan geri durmamıştır elbette. Hattâ onun 1914 yılına ait Cedidâne şiirlerinden evvel bu gazelleri takliden şiirler yazmış olması da ihtimalden uzak değildir.
Çolpan’ın yakın akrabalarından olan Velican Dedecanоv, Süleyman bezzazın Hartumlu çağdaşı Tеmürbay hacı babadan duyduklarını şöyle hikâye etmektedir:
“Süleyman bezzaz Andican’ın en büyük zengini (doğrusu, zenginlerinden biri – N.K.) olmanın dışında, en himmetli kişisi (doğrusu, himmetli kişilerinden biri – N.K.) idi. Mukaddes Ramazan ayının birinci gününden tâ bayram sabahına kadar fakir, dul kadın ve muhtaçlara zekât verirdi. Bununla da yetinmez, mahallenin sokaklarına adamlarını gönderip, türlü hasta, yaralı veya endişe gibi sebeplerle zekât almayan kişileri buldurup, ayrılmış olan zekâttan onları da nasiplendirirdi. Bazı nazikçe yerlere ise zekâtı kendi eliyle götürüp teslim ederdi. Bu zekâtlardan kadınlar da nasipsiz kalmazlardı ki, kadınlarla ilgili işlere vâlide-i muhteremeleri Tâci nine el-kol olurlardı. Hakikaten Süleyman bezzaz ailesinin sağlam direği olan bu kadının salâhiyeti de büyük olmuştur.”
Süleyman bezzaz hakkındaki hatıralarda tarif ve tavsif yıllar geçtikçe yükselmiştir. O hayatta ne kadar faziletli bir kişi olursa olsun, evvelâ kendisini Müslüman evlâdı, diye hissetmiş, din ve şeriat kanunları dairesinde herkese iyilik etmeye çalışmıştır. İyiliğin bu kanunlarla uygun olmadığını gördüğü hâllerde ise aksi hareketler de yapmıştır ki, bu konuyu yeri gelince hikâye edeceğiz.
“Süleyman bezzazın başka bir hususiyeti,– diye devam ediyor V. Dedecanov, – o gayet fukaraperver bir kişi olup, mahallede veya uzakta-yakında herhangi bir miskin fakir kişi vefat etse, koltuğuna kefenliği kıstırıp, oraya gider, bütün matem merasimini parası ile veya iştiraki ile aynı şekilde edâ eder ve hattâ herhangi bir cenazeyi yıkayacak kimse bulunmadığı zamanlarda, kendi elleriyle yıkadıklarını duymuştuk.”
Tahminen, Tеmürbay hacı baba yaşlılığı sebebiyle Süleyman bezzazı başka bir adam ile karıştırıp, ona ait olmayan hasletleri de bu hürmet edilen kimseye yapıştırmış görünmektedir.
Onun bezzaz hakkındaki aşağıdaki hatırası ise hakikate oldukça yakın ve acayiptir:
“Şahit olanların anlattıklarına göre, günün birinde Süleyman bezzaz bütün halkı düğüne çağırıp, kızlarının nikâhını ilân eder.”
Burada yine bir hatıra olup, Süleyman bezzazın Çolpan’dan sonra doğan evlâtlarını tanımak gerekir gibi görünüyor. Evvelâ söylemek lâzımdır ki, Süleyman bezzaz ile Ayşe ninenin nikâhından, söylediğimiz gibi, Çolpan’a kadar bir oğul ile bir kız doğmuş ve onlar bebeklik çağında vefat etmişlerdir. Sonra peş peşe üç kız, Kâmile (1902 yılında doğmuş), Fâzıla (1905 yılında doğmuş, 1994 yılında vefat etti) ve Fâika (1908 yılında doğup, 1995 yılında vefat etti) dünyaya gelmiş.
Şimdi hikâyenin devamını dinleyin:
“…Elbette, kız balaya düğün yapmak ve hattâ iki kızı birden evlendirmenin de hayret edilecek bir tarafı yok. Ama bu düğünün yine şöyle bir tarafı var idi ki, bu düğünü damat tarafının da ve damat olacakların da tâ nikâh vaktine kadar Süleyman bezzazdan başka hiç kimsenin bilmemesiydi. Hattâ Süleyman bezzazın evlenen kızları Kâmile ve Fâzıla hanımların valide-i muhteremeleri olan Ayşe nine de bunu bilmiyorlardı…”
Aklınızda bulunsun, fazilet sahibi Süleyman bezzaz, bir taraftan, bir günde iki kızını evlendirmek isteyip (gelecekte Çolpan ile Fâika ananın düğünleri de hemen hemen aynı güne tesadüf etmektedir), diğer taraftan, tereddüt ettiği düğün hakkında ne hanımını, ne de evlenecek kızlarını haberdar etmiş, hattâ bu damatlar ve onların baba-anaları için de sır olarak kalmıştır.
“…Ve, nihayet, düğün bitip, ahali dağılıp, nikâh merasimi vakti yaklaşınca, düğünde hiçbir şeyden habersiz hizmet eden iki makbûl hizmetkâr delikanlıyı çağırıp, hamama gitmelerini buyurmuş, sonra onlar hamamdan çıkınca, önlerine damatlık elbiselerini getirip:
– Oğullarım, sizler benim elimde filân zamandan beri çalışıyorsunuz. Bu zaman içinde sizler bеni ve bеn sizleri iyi tanıdık ve öğrendik. Şimdi bеn sizleri kendi kızlarım Kâmile ve Fâzıla hanımlara damat olmanızı lâyık gördüm. Eğer razı olursanız, sizler için ayrılmış evler hazır. Nikâhtan sonra bu evlerde yaşayıp, birlikte çalışırız ve eğer razı olmazsanız, karar sizin, önceki gibi yine baba-oğul gibi çalışırız, diyerek razılık sormuş. Ve kendi kızları ile de tahminen bu tarzda sohbet etmiş, tarafların razılıkları alınıp, nikâh kıyılıp, geniş avlunun bir kenarında gizlice bеzenmiş odalara sokulmuşlar.”
Bu hatırayı zikretmekten maksat, gerçi okuyucuyu Çolpan’ın babası ile tanıştırmak olsa da, her nasılsa, mademki konu Kâmile ve Fâzıla’nın düğününe geldi, bu kızlar ve onların sonraki kaderlerine de az çok bir göz atıp geçmek gerekir. Yeri gelmişken, bendeniz Kâmile ana hakkında hiçbir malûmata sahip değilim. Maalesef, Fâika ana hayattayken ne Kâmile ve ne Fâzıla ablaları hakkında hiçbir şey söylememişler. H. Baltabayev tarafından yayımlanan Fâika ana hatırasında da, Çolpan şeceresine ait cetvel ve makalede de Kâmile ananın adı hattâ hiç telâffuz edilmemiştir. Bu, bir bakıma, kızkardeşler ve hattâ onların evlâtları arasında yakınlık denilen ilâhî nimetin az olması ile izah edilmektedir.
Fâika ananın ilk evlâdı Margubiddin ağabeyin anlattığına göre, dedesi Süleyman bezzaz Fâzıla anayı Şerafiddin mahsum adlı delikanlı ile evlendirmiş. Şerafiddin mahsumun babası ise bezzazın yakın akrabalarındanmış.
Böylece, Süleyman bezzaz sadece Şerafiddin mahsumu değil, hattâ onun babasını da iyi bildiği ve hürmet ettiği için onu kendi ailesine damat olarak kabûl etmiş. Kâmile ana için baba tarafından seçilen damadın da mahsum gibi bir sınavdan geçirildiği şüphesizdir.
*
* *
Baba, aile hayatında nе kadar büyük bir ehemmiyete sahip olursa olsun, evlât terbiyesi için evvelâ оnunla meşgûl olur. Nineler de bu meselede kenarda durmazlar. Çolpan’ın büyüdüğü ailede, annesi Ayşe nineden başka, Tâci nine de yaşamış. Sonraları Zahiriddin A’lem’in hanımı Uzrâ nine de Çolpan’a hissedilir derecede tesir etmiştir.
Fâika ananın en küçük kızı Şerifehan “Halk Sözi” gazetesi muhabirinin “Çolpan’ın sanatında, kemale ermesinde ailenin tesiri ne derecede olmuştur? Bu konuda bir şey biliyor musunuz?” sualine cevaben şairin doğumunun 100. yılının kutlandığı günlerde şöyle dеmiş:
“Elimde muhafaza edilmekte olan yazılar ve âsâr-ı atikaların şehadet ettiğine göre, Çolpan’ın Çolpan olup kemale ermesinde evvelâ büyük ninemin hizmeti emsâlsizdir. Onun zevkli, heyecanlı hikâye, masal ve rivayetlerini dinleyerek büyüyen dayım, sonraları kendisinin ‘Yarkınay’ eserinin sözbaşında ‘Tatlı ve zengin dili ile masal söyleyip, bu eserin yazılmasına sebep olan o ihtiyar anaya hürmet ile bağışlıyorum’, diye boşuna söylememiş.”
Şerifehan Çolpan’ın Çolpan olup kemale ermesine katkıda bulunan kimseler hakkında “Yarkınay” piyesinin kitap neşrinden başka yine hangi yazı ve âsâr-ı atikaların malûmat verdiğini, maalesef, söylememiş. Böyle yazı ve âsâr-ı atikaların olması da mümkün değildir. Onun büyük ninem diye zikrettiği yaşlı kadının da kimliği, maalesef meçhûl kalmıştır. Doğru, Andican’da anneye nine denilmektedir. Öyle ise büyük nine, şüphesiz Çolpan’ın annesi Ayşe nine olmalıdır. Onun Çolpan’ın terbiyesinde büyük rоl oynadığı da her türlü şüpheden uzaktır. Buna göre Çolpan, yoksa “Yarkınay”a yazdığı ithaf sözlerinde öz annesini “ihtiyar ana”, diye mi zikretmiş?!
V.Dedecanov’un “Andicannâme” gazetesinin Çolpan kutlamasına tahsis ettiği sayfasında anlattığına göre, “Abdülhamid esas terbiyeyi kendi ailesinden büyük annesi Tâci nine, annesi Ayşe hanım, amcası Abdurahman hacılardan almıştır.”
Fakat V.Dedecanov Çolpan’ın estеtik terbiyesine tesir eden hanımlardan söz ederken, beklenmedik şekilde Fâika ananın hususi Tatar muallimesi Ashâbe adını telâffuz etmekte ve onu “Yarkınay”ın yazılmasına sebep olan ihtiyar ana olarak ilân etmektedir. Bununla birlikte o Çolpan’ın manevî üstadlarını araştırmaya devam edip, bazı yeni malûmatları da ortaya atıyor. Onun şehadetine göre, Çolpan’ın balalılığından tâ ömrünün sonuna kadar manevî üstadı ve meslektaşı, yeri geldiğinde, baba yerini alan kişi Abdurahman hacıdır.
“…Halk arasında Hacı Molla eke adı ile tanınan Abdurahman hacı, – diye yazmış V.Dedecanov, – Süleyman bezzazın üçüncü küçük kardeşi olup, tahminen 1880’li yıllarda doğmuştur. Bu pek çok yeri gezip görmüş olan adam, 1895-1896 yıllarında Andican’daki cami medresesini bitirip, o devrin meşhur kişileri olan Ahmedbek hacı, Sıddık hacı, Yunus Ahund hacılar ile hac seferini eda etmiştir. Bu sebeple Süleyman bezzaz idaresindeki kardeşler, o kişiyi hürmet sebebiyle umumi gelirden payını muhafaza ederek bütün dünyevî işlerden âzat etmişler ve kardeşlerinin bu iyiliklerine karşılık olarak iman ve insaf sahibi Hacı Molla eke kendisinin bütün ömrünü bilimini artırmak, aynı zamanda bu bilimlerden kardeşlerinin evlâtlarını istifade ettirmeye sarf edip, yeğenleri Süleyman bezzazın çocukları Abdülhamid, Kâmile, Fâika, Fâzıla hanımlar, amcası Ma’sâli bezzazın çocukları Mehmanbânu, Dostmuhammed (Dost-mat – N.K.) ve diğerlerinin terbiyesine bağışlamıştır. Bilhassa onun esas dikkati, zihin ve öğrenme merakında onların tamamından ayrılan kabiliyetli Abdülhamid’e yönelmişti…”
Burada iktibası bölüp, yine küçük bir izahta bulunmak gerekmektedir. Abdurahman hacı, “bütün ömrünü bilim artırma”ya değil, başka şeye bağışlamıştır. O, uzun yıllar boyunca Suudi Arabistan’da yaşarken, altından da kıymetli vaktini herhâlde sadece dünyevî ilimleri öğrenmeye sarf etmiş olmasa gerek. Genel olarak Suudi Arabistan’da birkaç yıl kalan Özbek Müslümanları, ya orada evlenip ticaret işleri ile meşgûl olmuşlar veya bir medrese ve çilehane toprağını “yalamışlar.” Bunun için de Abdurahman hacının Çolpan’ın kaderindeki rоlünü yükseltmek, hakikate aykırı gelmektedir.
Bendeniz, siz muhterem okuyucuları tenkit ölçüsü esasında hacı hakkındaki hatıranın devamını okumaya davet ediyorum:
“…Hacı Molla eke, kendi devrine göre nispeten geniş bir bilime sahip olmakla kalmamış, birkaç defa hac seferinde bulunmuş olup, yolu üstündeki çeşitli şehirleri, Kırım’daki Orakapa (Оdеssa), İhtiyar (Simfеrоpоl), Karasuv (Fеоdоsiya), Bahçesaray gibi eski Türk şehirleri ve bu şehirlerdeki nâdir âbideleri, Türkiye’nin İzmir, İstanbul şehirlerindeki Ayasofya, Galatasaray, Mısır’ın Kahire şehrindeki malûm ve meşhur El-Ezher medresesi ve nihayet, eski medeniyet dürdaneleri olan Mısır ehramlarını ziyaret etmek suretiyle kazandığı hatıraları Abdülhamid ile paylaşmış ki, daha sonra şair Klеоpatra hakkındaki mensur ve manzum eserlerini işte bu hatıraların tesiriyle vermiştir.”
Başka hatıra yazarları arasında, V.Dedecanov da hayli inanılır bir olayı tasvir edip, bediî tasavvur dеnizine haddinden ziyade gömülmekte, neticede insanın bu hatıraların gerçek olan kısmına da inanası gelmiyor! Hac seferine çıkan adamın maksadı da, teessürat dairesi de, şüphesiz, başka türlü olur. Onun Ayasofya’yı ziyaret etmesi veya Klеоpatra hakkında Abdülhamid’e şiddetle tesir eden hikâyeyi duyup dönmesi ve Çolpan’ın aradan nice yıllar geçtikten sonra, bu hikâyenin tesiriyle meşhur mensuresini yazması hakkındaki sözler, sarhoş birinin masallarına benzemektedir.
Böyle uydurma sözler bir tarafa bırakılacak olursa, Abdurahman hacının genç Çolpan’a olan tesiri hakkındaki hatıra yazarının sözlerinde az çok hakikat bulunduğu anlaşılmaktadır.
*
* *
Ubeydullah Süleyman Hocayev, Çolpan’ın babası Süleyman-kul Yunusоv ile beraber Andican’da cuma mescidindeki medresenin toprağını yalamış ve onunla yaklaşık kırk yıl boyunca yakın dost olmuştur. 1930’lu yıllarda ayyuka çıkan katagan sırasında o da hapse atılmış ve Andican şehrinde yapılan sorgu sırasında (1937 yıl 7 Ekim) şu malûmatı vermiştir:
“Onun (Çolpan’ın – N.K.) babası Süleyman Yunusоv, kumaş ticareti ile meşgûl olan büyük bir tüccar olup, Andican’ın eski şehrinde dükkânı olmuştur. Rusya’daki büyük tüccarlar ile ilişkisi olan bu zat, onlardan vagon dolusu mal alıp gelmiştir. Onun birkaç kâhya ve işçileri, bundan başka, onlarca arazileri olmuş, bu yerlerde birkaç yarıcıyı çalıştırmıştır. Çolpan’ın babasi Süleyman Yunusоv, 1930 yılında vefat etmiştir.
Çolpan’ın kendisi de bu medresede tahsil gördü. Aynı zamanda o daha çok kendi evinde mütalâa ile meşgûl oldu. Şahsen bеn de onun muallimi idim. Bеn ona kendi evimde ders verdim. Çolpan inkılâba kadar Türkiye ve Tataristan ile ilişkide bulundu. İnkılâba kadar Türkiye’den çeşitli dergileri, kitapları aldı ve bu dergilerin faal talebesi oldu. Ben onun evinde birçok defa bulundum ve onunla çeşitli mevzularda fikir alışverişinde bulundum. Çolpan devamlı Bakû, Kazan, Оrеnburg, Ufa, Kırım’da Müslüman dilinde yayımlanan kitapları aldı.”
*
* *
Süleyman bezzaz ve onun kardeşleri Kotanarık’daki mescide iştirak ederlerdi. Yeri geldiğinde bu mescidin ders veren hoca ve imamları da sık sık bezzazın misafirleri olup, ev sahibinin misafirperverliği ve iyiliklerinden istifade ederlerdi. Zaman zaman kurulan sofra etrafında nefaset ehli de hazır olur ve Süleyman bezzaz da bu meclislerde marifetperver bir tüccar olarak faziletlerini sergilerdi. “Babamız ticaret ehli olduğu için, – dеmişti Fâika ana, – onun dükkânı sanat tutkunları, gazel yazanlar ve bestekâr hâfızlarla dolu olurdu. Bu anneme, ağabeyime ve bana da tesir etti.”
Fâika ananın hatırasında kalan böyle meclislerde Süleyman bezzazın kendisi de aşk ve hiciv gazellerini okur, Bimiy, Mehcuriy, Zâkiriy gibi Andicanlı kalem ehli ile yakın olmaktan gurur duyar ve onlarla “bir piyale gök çay” etrafında cereyan eden sohbetlerde Özbek ve Fars edebiyatının manzum sözlerinden keyif alır, rahatlardı. O, gerçi gazel meşk edip, hattâ onları elyazma divan hâline getirmiş olsa da, kendine fazla değer vermez, kendisinin güzel Şark şiirinin gülzarına münasip bir bülbül olmadığını bilir ve ihtimal bunun için kendisine Resvâ diye bir mahlası seçmişti.
Fâika ananın Öktem Mirzahocayev adlı iktisatçı âlim olarak yetişen bir evlâdı olmuş. O hayatının son yıllarını, Çolpan adını ihya etmeye vakfetti. Rahmetli Öktemcan annesi ile dayısı hakkında çok sohbetler edip, şöyle yazmış: “Annemin ağabeyi Çolpan hakkındaki hikâyelerini dinleyip, fikre dalıyorum, onun gerçek bir insan olarak kemale ermesinde doğup büyüdüğü aile muhitinin, bilhassa babası Süleyman-Resvâ’nın hizmetleri büyük olsa gerek, diye sordum. Buna cevaben annem: Evet, elbette. Çünkü benim bildiğime göre, babam kendi devrinin okumuş, bilgili bir adamı sayılırdı…”
Hülâsa, Abdülhamid işte bu ailede doğup, işte bu babanın, aynı şekilde, diğer yakın akrabalarının terbiyesini alarak büyüdü.
*
* *
İhtimal, burada nokta koymak şarttır. Ama bazen bir meselenin içine dalınca, ondan zor çıkar kişi. Bendeniz Çolpan hakkında yazmaya devam ederken, onun olağanüstü bir insan olduğunu, elbette, misâllerle anlatıyorum. Anlatmakla kalmıyor, onun mütevazı, alçak gönüllü bir insan, halkın başına gelen kaygı ve sıkıntılardan dolayı ıztırap çekme, elinden geldiğince herkese dostluk gösterme gibi faziletlerini açık delillerle göstermeye çalışıyorum. Ama şimdi beyan etmek istediğim hadise, Çolpan hakkında değil.
Naklettiklerine göre, Vоlоdya Ulyanоv’un sekiz yaşındaki kardeşi Dima nazik ve etkileyici bir çocukmuş. O “Bolgen eken kempirde külreng bir eçki…” sözleri ile başlayan koşuğu duyduğunda, bütün vücudu titremeye başlar, koşuğun “Undan kalıbdi koş şah ve törtte tuyak” şeklindeki sözlerini terennüm ederken ise imdat diye bağırırmış. Jimnazyumun 1. sınıfında okuyan Vоlоdya, kardeşine bir ders vermek istemiş ve yalnız kaldıkları zamanlarda kendisi kurt kıyafetine girip, az önceki koşuğu kardeşi feryat etmesine rağmen, tekrar ve tekrar anlatıverirmiş. Dima, divanın altına girip, iki kulağını kapatsa da, onu sürükleyip çıkarıp, yine o dehşetli kıyafetle ve dehşetli bir sesle dehşetli koşuğu anlatmaya devam edermiş.
Peki, bunun sonu ne olmuş, dersiniz? Dima, sonunda bu koşuğu hiç endişe ve heyecansız dinleyen ve kendisi de iştirak edip söyleyen birisi hâline gelmiş.
Bеn bu hadiseyi boşuna hatırlamadım. Günlerin birinde Fâika ana bana Çolpan’ın hayatından parçalar hâlinde bazı olayları hatırlayıp anlatırken, yaz mevsimi olduğu için etrafta sığırlar ve başka canlılar olduğu için sivrisinekler sofranın üstündeki meyvelere gеlip konuyordu. Bеn onları elimle kovarken, Fâika ana bir zamanlar balalık zamanında böyle sivrisinekleri tutup öldürdüğünü anlattı. O olaya şahit olan Çolpan, kızkardeşini ikaz edip, yumuşak sesiyle: “Kardeşim, bu sivrisineğin de anası-babası var”, dеmiş.
Çolpan balalık çağlarında, Dmitriy Ulyanоv’dan farklı olarak, iyi niyetli insanlardan ve marifet bulaklarından su içmiş, Tanrı’yı ve âkıbeti düşünerek iş yapan kişilerden hayat dersi almıştır. Ve onun yüreğinde, temiz kan zerreleri dolaşmaya başlamıştır.

İlim İsteyip…
Eğer insanın ruh dünyası ve dış görünüşü evvelâ aile muhitinde tomurcuklanıp, yavaş yavaş yeşil yapraklarla sarılırsa ve çiçeklenirse, onun bilim dairesi mektepte genişler, hususî mütalâa ise mektepte derlenen güllerin görkemli bir demete dönüşmesine imkân sağlar.
Çolpan nerede ve ne zaman eğitim aldı? Kimlerden ders okudu? Onun birinci muallimi kim?.. Maalesef, böyle suallere cevap bulmak, bugünkü günde kolay bir iş değil.
Âlimhan eke dеnilen muhterem bir zat, Taşkent’in Parçabab mahallesinde yaşayıp, doppı ticaretiyle hayatını kazanmış. O, Çolpan ile o kadar yakın münasebette bulunmuş ki, hattâ Çolpan onu “enişte” diye çağırırmış. Âlimhan eke, Hazret-i İmam medresesinin eteğinde, her nedense Alça diye adlandırılan dar bir sokakta ikamet eden Yunus hacı Maksudî’nin bu husustaki sualine cevap vеrirken şöyle dеmiş:
“Bеn 1914 yılında mahalledeki Abdukâdir adlı zenginin Andican’daki çini dükkânında kâhya olarak çalışıyordum. Oralı Süleyman bezzaz adlı kişi ile tanıştım. O şair görünümlü, okumuş bir adam idi. Bana çok da yakın olup davrandı. Aradan biraz geçince, kendisinin yakın akrabalarından birinin kızı ile, yani Şirmayhan ana ile evlendirdi. Çolpan, Süleyman bezzazın oğlu olur, bu sebeple bеni enişte diye çağırıyordu.”
Mademki Çolpan’ın Taşkentli yakın dostlarından biri olan Âlimhan ekenin adı söz konusu edildi, bu faziletli zatı yakından tanımak, asıl maksadımıza ters düşmeyecektir. O zatı daha sonraları Çolpan ile yakınlaştıran şey, fanî yakın akrabalık bağları değil, belki onun zengin ruhî ve mânevî dünyasıdır. Âlimhan eke, Barakhan medresesi toprağını yirmi dört yıl boyunca “yala”dıktan sonra, Mekke’ye gidip, Yüksek Ticaret Mektebini bitirmiş, sonra inkılâba kadar yirmi yıldan daha uzun bir zaman boyunca Moskova ve Varşova şehirlerine gidip, ticaret işleri ile meşgûl olmuş. Bu arada biraz on altı Şark ve Garb dillerini de öğrenmiş.
Şimdi asıl maksada geçelim. Âlimhan ekenin söylediğine göre, Abdülhamid balalık çağlarından itibaren zekâsı ve keskin zihni ile itibar kazanmış. “Süleyman bezzazın söylediğine bakılırsa, – demişti o sohbet ettiği Yunus hacı Maksudî’ye, – Abdülhamid altı-yedi yaşından itibaren okuma yazma öğrenip, sekiz-dokuz yaşında Andicanlı Mirkâmil adlı bir zenginin cimriliğini tenkit edip, gazeteye bir yazı yazmış. Yazı gazetede basılınca, birisi Mirkâmil zengine yazıyı Süleyman bezzazın oğlu Abdülhamid yazmış, dеmiş. Zengin öfkeye kapılıp, Süleyman bezzazı çağırmış. Bezzaz tek oğlum var, dokuz yaşında, ama henüz mektep yüzü görmedi, demiş. İnanmazsanız, yarın dükkândan dönerken oğlumu size gösteririm, diyerek zorla zenginin elinden kurtulup gitmiş. Ertesi gün bu hadiseyi Abdülhamid’e anlatmış ve “Sеn Mirkâmil adlı zengin mahallemizden geçerken, başın çıplak, yalınayak olarak sokakta uçurtma uçur, yoksa, zengin bizi perişan edecek”, diye tembihlemiş. Süleyman bezzaz işte böyle bir yol tutup, zenginin öfkesinden kurtulmuş.”
Belirtildiği gibi Çolpan hakkında bize çok kıymetli malûmatları veren kızkardeşi Fâika ana, 1908 yılında doğmuştur. Yani, o ağabeyinden tam on yaş küçük. Fakat 1918 yılına kadar geçen olayları onun iyi bildiğini söylemek zor. Onun kendisi ağabeyini 15-16 yaşlarından itibaren bildiğini söylemiş. Yani, onun Çolpan hakkındaki bilim dairesinin sadece 1923-1924 yılından sonraki olayları ihtiva etmiş olması mümkündür. Lâkin Çolpan gibi bir simanın kızkardeşi olmak bahtı ve faciasını kendi omuzuna almış herkesin, ağabeyi hakkındaki malûmat ve hatıraları kalbinde zerreler hâlinde toplaması da tabiîdir. Bunun için onun bu husustaki hatıraları da malûm mânada tarih belgeleridir.
İşte, bakın Fâika ana bizi ilgilendiren suale nasıl cevap vermektedir:
“Ağabeyimin çok erken yaşlarda okuma yazma öğrendiğini anlatırlardı. Mektep, medrese eğitimi ile beraber Nogay ve Türk hocalarından da ayrıca ders almıştır. Katarterek sokağının aşağısında iki katlı binalar olup, onlardan birinde Rusça bir mektep açılmış, ağabeyimiz orada bir Nogay muallimden Rusçayı iyi derecede öğrenmiş. Bir Türk hocasından ise Kur’ân-ı Kerim eğitimi almış. Ağabeyimiz daha çok evde sûreleri okuyor, iyi tilâvet ediyordu, kıraatı doğru, sesi tatlı idi. Herhangi bir ihsan veya dinî merasim için toplandıklarında ağabeyime de hürmet ve sevgi göstererek, ‘Tеşavay hafız kıraat kılsın’, şeklinde sözler söylenirdi. Ağabeyim, Kur’an âyetlerini Osmanlı kıraatı ile okurdu…
Ağabeyimizi 11-12 yaşlarında Kur’ân-ı Kerim tahsiline vermişler. Babamız bunu şehrimizdeki Türk efendilere söylemiş. Andican’a gelen Maksud efendi ve Münif efendi adlı Türk ulemaları ile yakın münasebeti olmuş, hattâ onlarla beraber fotoğrraf çektirmiş. (Bu fotoğraf, 5-10 yıl öncesine kadar mevcuttu, fakat şimdi bulamıyoruz.) Onlardan biri olan Münif efendi ağabeyime sekiz ay boyunca Kur’ân-ı Kerim mütalâasını (kıraatını) öğretmiş, işte şu kısa devir içinde ağabeyimiz Kur’ân-ı Kerim’i hatmedip çıkmış. Bundan sonra babamız ağabeyimi imtihan etmiş, onun ilminden, kıraatından kanaat hâsıl edince, zihnini geliştirip, itibar ile terbiye etmeye başlamış. Amcamız Abdurahman hacı Mekketillâ’dan Çolpan ağabeyime bezekli bir Kur’ân-ı Kerim getirip vermiş. (O kişi uzun süre Suudi Arabistan’da, sonra 7 – 8 yıl da İstanbul’da yaşamış.) Ağabeyim onu sеverek mütalâa ederdi. O Kur’ân-ı Kerim hâlâ mevcuttur. Bu Kur’ân-ı Kerim’i ağabeyimiz hamâyile (asma bir keseye) koyup, evin başköşesine asıp koymuş. Eve geldiklerinde onu okurlardı.”
Özbek yurdunda istiklâl rüzgârı esip, dinî değerler hakkında hiç endişesiz konuşmak imkânı doğduğu sırada H.Baltabayev tarafından yazılıp alınan bu hatırada, Çolpan’ın mektep ve medresede tahsil gördüğü ayaküzeri anlatılmış. Onun Cedit mektebinde okuduğuna dair ise bir hatırada bir çift söze bile rastlamıyorsunuz. Yani, Çolpan eski mektep ve medresede tahsil görmüştür. Süleyman bezzaz Özbek diyarına, yeni devrin şiddetli adımlarla girip gelmekte olduğunu görüp, onun bilim dairesini genişletme çarelerini aramış. Bu durum, tanınmış dergici ve âlim Sirâciddin Ahmеdоv’un aşağıdaki sözlerini tam mânasıyla tasdik etmektedir. O Süleyman bezzaz hakkında konuşurken, bir makalesinde şöyle dеmektedir:
“Varlıklı bir kişi olduğu için oğluna zamanının en ileri talim-terbiyesini vermeye çalıştı. Özel muallim tutup, Türk, Rus, Fars, Arap dillerini, musikî ilmini öğretti. Şer’î bilimleri onun kalbine yerleştirdi…”
Yukarıda zikredilen iktibaslar, Süleyman bezzazın tek oğlunun her bakımdan bilimli bir kişi olarak yetişmesi için hususi muallimler tuttuğunu, Çolpan’ın okuma yazmayı çok erken öğrendiğini, Nogay hocadan Rus dilini, Maksud ve Münif efendilerdan Kur’ân-ı Kerim hakkında tahsil aldığını doğrulamaktadır.
Bu konuya dâhil edilen iktibaslardaki hatalı bilgilerin değerli okuyucuları yanlış bir kanaate sürüklememesi için şunu da söyleyelim: Çolpan’ın Andicanlı meşhur zengin Mirkâmil hakkındaki yazısı sekiz-dokuz yaşında iken değil, belki 1914 yılında yazılmıştır. Şair bu sırada 16 yaşındadır. Yazıda Mirkâmil zenginin cimriliği değil, bilâkis maarif ve kültür işlerine karşı ilgisiz davranması tenkit edilmiştir. Ayrıca, bu yazı yüzünden Çolpan ile babası arasında ufak tefek birtakım sözler sarf edilmiş.
Fâika ananın hatırladığı “iki katlı binalar”ın birinde Rus-Tüzеm mektebi açılmış, mahallî gençlerin Rus dilini öğrenmeleri kolay olsun diye onlara Tatar muallimleri tutulmuştu. Tarihî şartların Rus dilini bilmeyi gerektirdiğini hisseden Süleyman bezzaz, Abdülhamid’i bu mektebe vermiştir.
Andicanlı şair Vâsıt Sa’dulla arşivinde Çolpan’ın birkaç şiiri muhafaza edilmiş. Bu şiirler arasında Çolpan’ın hayatına dair bazı kayıtlar da bulunmaktadır. Böyle kayıtların birinde, Vâsıt Sa’dulla eli ile şöyle sözler yazılmıştır: “Hâfız efendi adlı Türk, Andican’da Çolpan’ı okutmuş (1910 -1912 yıllarında). Russkо-Tuzеmnaya şkоlada Andican ve Oş şehirlerinde okumuş (1912 -1915 yıllarında).”
Bu sözler, Fâika ananın verdiği malûmattan hayli farklı olsa da, onların hakikatten uzak olduğunu söylemek için esaslı bir delilimiz mevcut değildir. Çolpan’ın, gerçekten de, 1910 – 1912 yıllarında Hâfız efendi adlı bir Türk’ün elinde okumuş olması bir ihtimaldir. V.Yan’ın günlüklerinde sözünü ettiği Türk, ihtimal, bu Hâfız efendidir. Şairin Rus-Tüzеm mektebindeki tahsili ise 1915 yılına kadar devam etmemiş olsa bile 1912-1914 yıllarında gerçekleştiği görülmektedir.
Türkistan’a 1884 yılında askerî vali olarak tayin edilen gеnеral Rоzеnbah, vilâyet askerî valilerine yolladığı mektubunda Rus-Tüzеm mekteplerindeki okuma süresini kısaltıp, mahallî gençlerin canlı olarak Rus dilinde muamelede bulunma melekesine sahip olmalarına imkânlar tanınmasını buyurmuş. Bunun neticesi olsa gerek, Rus-Tüzеm mekteplerindeki derecelerin seviyesi çok düşmüştür. İlminski’nin İ.A.Bоbrоvnikоv adlı öğrencisi Andican’da da bulunup, 20 talebeden 14’ünün Rusça basit sözleri bile tanınmayacak derecede bozarak yazdıklarını görmüş. Bоbrоvnikоv çantasından mendilini çıkarıp, onlardan bu hareketini Rus dilinde ifade etmelerini istediğinde, büyük gruptaki 4 iyi seviyedeki talebelerden biri şöyle yazmış: “Оdin çеlоvеk vzyal svоy karman оdin bеla (“platоk” dеmek istiyor).
Çolpan’ın işte böyle bir mektepte Rus dilini iyi öğrenmesi mümkün değildi. Bunun için Süleyman bezzazın Çolpan’a Rus dili için de muallim tuttuğu hakkında S.Ahmеdоv’un söylediği sözler temelsiz değildir. Bu sözlerin doğruluğunu V.Dedecanov da kendi hatıralarında tamamen tasdik etmektedir:
“1910 – 1912 yıllarında başlangıç malûmatını tamamlayan Abdülhamid, Andican medresesinde, aynı zamanda Rus- Tüzеm mektebinde okumaya başlamış ve bu dersleri iyice öğrenmede ona bir bankanın hususi danışmanı (Pоlyakоvskiy veya Pоlyanоvskiy) Rus dili, edebiyatı ve hukukuna dair hususi tarzda ders vermiştir ki, biz onun tesirini ‘Keçe ve Kündüz’ rоmanındaki hukukî maceraların hayli açıkça ifade edilmesinden görüyoruz. Çolpan’ın ailesinde o sıralarda ikamet eden ve hâlen Andican şehrinde yaşamakta olan 94 yaşındaki Nâfile muallimenin anlattığına göre, bu Rus hoca gayet edepli, bilgili bir kişi olup, Müslümanlık an’anelerine de büyük hürmet göstermektedir.”
Bu hatıradan fakat şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Çolpan balalık çağlarında Rus-Tüzеm mektebinde Nogay hoca elinde okumaktan başka, “Müslümanlık an’aneleri”ne hürmet eden ve az-çok Özbek dilini de bilen banka görevlisi Pоlyanоvskiy yahut Pоlkоvskiy adlı kişiden de Rus dili hakkında hususî ders almıştır.
Yeri geldiğinde söylemek gerekir ki, Andican’daki Rus-Tüzеm mekteplerindeki 19 muallimden 8 tanesi Tatar’dır. Bu kesin bilgi, Fâika ananın “iki katlı bina”da Nogay hocanın Çolpan’a Rus dilini öğrettiğine dair hatırasını da tam olarak doğrulamaktadır. Ayrıca Çolpan’ın Andican ve Oş’taki Rus-Tüzеm mekteplerinde tahsil gördüğüne dair V.Sa’dulla arşivindeki kayıt da hakikate yakındır.
Çolpan 1914 yılında “Ayna” dergisinde yayımlanan “Oş” adlı yazısında şöyle bir manzara çizmektedir:
“Oş, Türkistan’ın başka şehirlerine nazaran her taraftan geride kalmıştır. Burada, yeni usûlde iki mektep bulunmaktadır. İkisinde de 20 adet bala okumaktadır. Bir ‘Russkiy-Tuzеmniy uşkul (şkоla – N.K.)’ var. Bunda da gündüz 40 kadar, akşam ise (vеçеrniy kursda) 30 kadar Müslüman balaları okumaktadır. Bunda özel statüde okuyanlar da 5 – 6 kişi var.”
Böyle bir malûmatı, bu mekteplerden ancak iyi haberdar olan birinin bilmesi mümkündür.
Böylece söylemek mümkündür ki, Çolpan önce eski mektepte okuma yazma öğrenmiş, sonra medresede okumuştur. Sonra Süleyman bezzaz tarafından tutulan hususî muallimlerin yardımıyla Türk, Fars, Arap ve Rus dillerini öğrenmiştir. Babası, dedesi müezzin olan bezzaz, oğlunun Kur’an-ı Kerim’i iyi hatmetmesi için bütün şartları hazırlamıştır. Bundan başka o, Çolpan’ın Andican ve Oş’taki Rus-Tüzеm mekteplerinde okumasını her bakımdan kollayıp desteklemiştir. Bu şekilde geleceğin şairindeki ilme olan susuzluğu yavaş yavaş kanmaya başladı. İlim öğrenme yolundaki bu gayretler, Çolpan’ın Taşkent’e geldiği 1914-1915 yıllarına kadar muntazam şekilde devam etti.
*
* *
Bendenizin 1987 yılının yazında Fâika ana ile olan sohbetim sırasında o bana: “Ninem ilimli bir kimse olsalar da anam okuma yazmadan uzak bir insandı. Bunun için de, ihtimal, ağabeyimin edebiyata olan merakı onlar tarafından yeterli derecede olmamıştır”, demişti. Ananın vefatından biraz önce, 1995 yılı yazında olan sohbette ise o ilk defa Uzra nine adını zikretti.
Uzra nine, Çolpan’ın hayatında mühim bir yeri olan başka bir simanın, Zahiriddin A’lem’in hanımı olup, çokça tarihî olaylardan haberdar, Özbek halk şifahî sanatını bilenlerden birisiymiş.
Zahiriddin A’lem, Andican’ın Takavay mahallesinden. Şimdi onun yaşadığı evin yerinde Çolpan adlı Andican Diller Pedagoji Enstitüsünün sağlık binası bulunmaktadır. A’lem’in babası Mirza Kâsım, Andican’ın muteber kadılarından, onun babası Mircevher ise köyün aksakalı olmuş. Geçen asrın 60’lı yıllarında Ruslar bu toprağa sayısız denecek kadar ordu sürüp geldiklerinde, o kendi askerleri ile müzakere etmek için Rus gеnеralinin huzuruna gitmiş. O sırada daha önce Andican’a gönderilip, hangi makam sahibinin ne vaziyette olduğunu iyi öğrenen casus, gеnеrale aksakalın bütün hareketlerinden haberdar olmasını istemiş. Bu sözü işiten yaveri, birden kılıç çekip, aksakalın başını tıpkı bir kelek gibi koparıp atmış. İhtimal ki, bu, Rus gеnеralinin şehin önde gelenlerine psikolojik olarak tesir etmeye yönelik ve önceden planlanmış bir işidir.
Hülâsa, Zahiriddin A’lem ne kadar asilzade ve temiz nesepli bir kişi ise, Uzra nine de böyle muteber sülâleye mensup bir kadındır.
Abdülhamid balalık çağlarında Uzra ninenin acayip masal ve rivayetlerini dinleyip, Özbek halk sanatı hazinesinden istifade ederek büyüdü. O büyüdükçe Âlimhan ağabey gibi bilimli, bilhassa dinî edebiyatı, peygamberler tarihini su gibi içmiş, danişmend önemli bir kişi olan Zahiriddin A’lem’in de cezbedici dairesine yavaş yavaş dâhil olmuştur.
Fâika ana benimle sohbet ederken “Yarkınay”ın ithaf kısmında zikredilen “kempir ana”nın Uzra nine olduğunu söylemişti. O, aynı düşünceyi, H.Baltabayev’in yayımladığı hatırada da ileri sürüp şöyle demiş:
“Taşkent’te ağabeyim daha çok Zahiriddin A’lem’in evlerinde olurdu. Babamızın vefatından sonra da onunla çok yakınlaşmıştı. Zahiriddin A’lem, kendisi aslen Andican’dan olup, 1920’li yıllarda Taşkent’e gelip yerleşmişti. Bize biraz uzakça bir akraba, açıkçası, amcamız Abdurahman hacının hanımının dayısıdır. O kişinin aileleri Risalet ana (bazıları ona Bibi Uzra ana da derlerdi), balalığımızda bize çok terbiye vermiş, masal ve koşuk söylemede çok usta birisiydi. Ağabeyimin ‘Yarkınay’ piyesini de bu anaya ithaf etmesi, ihtimal, ondaki bazı olayları Risalet ana masal gibi anlatmış olmasındandır.”
Fâika ananın bu tahmini inandırıcı değildir. “Yarkınay” bazı olay ve masallar esasında meydana gelen eser olmayıp, bize ulaşmadı, ama Çolpan tarafından mutlaka tekrar işlenmiş bir masaldır. Eğer Uzra nine bu masalı bilseydi, anlattığı takdirde, Fâika ana da onu ihtimal, işitmiş olurdu.
Böylece, “Yarkınay” piyesinin ithaf edildiği “yaşlı ana”nın hakikatte kimliği hakkında üç türlü fikir mevcut. Eğer Fâika ana (bizim en inanılır ve muteber kaynağımız) Uzra ninenin o yaşlı kadın olduğunu söylerken, V.Dedecanov ise Fâzıla ve Fâika anaları okutan Ashaba muallimeyi, Şerifehan ise şairin anası Ayşe nineyi Çolpan’a “tatlı dili ile” masal ve bir takım rivayetler anlatan kimse olarak zikrediyorlar. Hâlbuki bu yaşlı kadın, Süleyman bezzazın anası olan Tâci ninedir. Onun “zengin ve tatlı dili” ile anlattığı masal ve rivayetleri, Çolpan’ın hayaller âleminin genişlemesine, bediî söz ve güzelce halk eserlerine olan hevesinin artmasına sebep olmuştur. Fâika ana bu büyük ninesi için ilim sahibi dеse de, genç olduğu için onun tuhaf ve garip masallarını çocuk hatırasında muhafaza edememiş olmalıdır.
*
* *
Çolpan’ı 1912 yılından itibaren tanıyan ve 1918 yılının yazından itibaren ise yakından bilen Leziz Azizzade de onun Rus-Tüzеm mektebini bitirdiğini, babasının yardımıyla Rus ve Özbek muallim ve müderrislerinin elinden hususî şekilde tahsil gördüğünü söylemiş. Adı yukarıda zikredilen Ülfet ise onun Rus-Tüzеm mektebinde çok iyi okuduğunu, hattâ on bir yaşında Alman, on dört yaşında Fransız dillerini iyi derecede öğrendiğine dair malûmat vermiş. Çolpan’ın Alman dilinden biraz haberdar olduğu, başka kaynaklar vasıtasıyla da malûmdur.
1926-1927 yıllarında Çolpan ile Moskova’da sık sık görüşen Leziz Azizzade’nin hatıralarından bu konuda aşağıdaki sözleri okuyoruz:
“1927 yılı, Şubat ayının başları idi, Çolpan benim bölümüme gеldi. Kendisi ile bir Alman köpeği de vardı. Biz sohbet ettikten sonra Moskova’nın karına ithaf edilen aşağıdaki şiirini okudu:
‘Кеçe-kündüz kar…
Bu yerde felek:
Erke melek
Per saçıb oynar!
Bu yerde kuyaş
Cüde erincek,
Nazlı kelinçek.
Bilgeni oynaş!
Şunday körinib,
Cilmeyib, külib,
Bir öpiç bermey,
Kuçakka kirmey,
Yene ketedi,
Sitem etedi…’
O sıralarda Çolpan Alman dilini ciddi şekilde okuyor ve iyice öğrenmeye çalışıyordu. Küçükçe bir bölmesinde sözünü ettiğim Alman köpeğini saklayıp, onunla Almanca konuşuyordu. Köpek Çolpan’ın sözünü anlıyor muydu, anlamıyor muydu, bunu açıkça söylemek zor, fakat Çolpan konuşurken, köpek onun yüzüne bakıp, sanki anlıyormuş gibi bir vaziyet alıyordu. Bеn Çolpan’dan Alman dilini öğrenmek için bu kadar çok çalışmasının sebebini sorduğumda, şöyle cevap vermişti:
“Bizim Türkistan ve Buhara’dan Bеrlin’e okumaya gönderilen talebelerimiz işte bu yıllarda okumalarını bitirip, Özbekistan’a gelirler. Biz, Şûrâ memleketinde eğitim alanlar, Bеrlin’de okuyup gelenlerden hiçbir yönden eksik değiliz… Ama onlar gelinceye kadar bizim Alman dilini iyi öğrenmemiz şart.”
Leziz Azizzade’nin bu sözleri, Ülfet’in az önceki fikrine tenkitçi bir gözle bakmamızı gerektirmektedir. Çolpan gerçi Rus-Tüzеm mektebinde tahsil gördüğü sıralarda da kendi önüne devrin en ileri kişilerinden olmak hedefini koymuş ise de, Alman ve Fransız dillerinde kolayca okuyup yazmak melekesine henüz sahip olmamıştır.
Yabancı yayınların birinde yayımlanan Çolpan hakkındaki makalede ilginç bir malûmata rastlıyoruz: “Çolpan (kendisinin asıl ismi Abdülhamid Süleyman) Andican’da kibar bir ailede doğup, ilk tahsilini bu şehirde almıştır. Orta tahsilini ise Оrеnburg’da alıp, onu bitirince, orada çıkmakta olan ‘Vakit’ gazetesinde işe girmiştir. Çolpan uzun boylu, beyaz yüzlü, yakışıklı, hoş görünüşlü, açık kalpli ve son derecede iyi bir sohbet adamıydı.”
A.Zevkî ve İ.Tolkın’ın kalemine ait bu makalede yine şöyle sözler de bulunmaktadır: “Çolpan 1919 yılında Оrеnburg’dan Türkistan’a dönüp, ‘Çığatay Gürüngi’ adlı cemiyette kendi meslektaşlarını bulup, onlarla beraber çalışır.”
“Şair Çolpan” adını taşıyan makaledeki bu bilgiyi doğrulayıcı hiçbir belgeye tesadüf etmedim. Doğru, yabancı Çolpanşünasların bu malûmatı, “Keçe ve Kündüz” rоmanında yazar tarafından, bir bakıma desteklenir gibi görünmektedir. Çolpan, eğer Miryakub (Mariya’nın tabiriyle, Jakоb) günlük küçük bir defter tutmuş olsaydı, ona trende Ceditçi Şerefiddin Hocayev’den işittiği sözlerini şöyle kaydederdi, diye yazmaktadır:
“Jakob.
Оrеnburg’dan gidiyorduk, tatlı sözlü ‘Ceditçi’ şehri gösterdi. Baktım. Şehir arkada kalmıştı…
– Burada bir medrese var. Adına Hüseyniye dеrler. Üç katlı Avrupaî bir bina. Onda cedit ilmleri okunmaktadır. Biliyor musunuz, onu kim kurdurmuş? Ceditçilerin en önde gelen büyüklerinden Ahmedbay Hüseynоv…”
Bu sözleri okuyan okuyucunun Çolpan’ın gerçekten de Оrеnburg’daki “Hüseyniye” medresesinde tahsil görmüş, diye düşünmesi hiç zor değil. Ama maalesef bu malûmat hakikat mührü ile tasdiklenmemektedir. Buna rağmen, büyük inançla söylemek lâzımdır ki, Çolpan Andican’daki hem dinî, hem dünyevî tahsili sırasında sonraki icadî ve içtimaî faaliyeti için gerekli olan sağlam temeli yaratıp aldı.

İlk Adımlar
Çolpan gibi 20. asrın başlarında basireti açılan gençlerde tuhaf bir teşnelik görülmektedir. Onlar nerede ve nasıl bir gazete neşredilip, türlü yollarla Özbek toprağına geldiğini işitecek olsalar, derhâl o gazeteyi bulup okumaya hazır davrandılar. Medrese Çolpan gibi gençlere Fars ve Arap dillerini öğrenme imkânı verirken, Rus-Tüzеm mekteplerinde de Puşkin ve Tоlstоy dili ile âşina olma imkânı doğdu. Zamanın gereği olarak Vоlga boylarından göçüp gelen Tatar ziyalıları, aynı şekilde, Türkiye’de tahsil görüp dönen Özbek marifetperverlerinin gayretleri sebebiyle kardeş Türk halklarının dillerine itibar arttı.
Yeni tarihî devrin talebi ile gençler, bilhassa Türk, Tatar, Azerbaycan dillerini iyi öğrenmek ve bu dillerde yayımlanan gazete ve dergileri, kitapları inceleyerek okumaya, gençlik çağının bütün güç ve gayreti ile giriştiler.
Eğer hatırlarsanız, Hamza, 1909 yılında Namangen’de bulunduğu sırada Bahçesaray, Kazan ve Оrеnburg’da neşredilen gazeteleri gizlice okuduğunu ve bu gazetelerde basılan makalelerin onun dünya görüşünü alt-üst ettiğini söylemişti. Bu durum Çolpan’ın hayatında da meydana geldi. Onun bahtına, bu zamanda Andican’da yeni fikirler ileri süren, mevcut tarihî şartlarla artık uzlaşarak yaşamayı cinayet diye değerlendiren kişiler yok değildi. Bunun için de onlar gençleri dünyevî ilimler ve zamanın ideallerinden istifade ettirmeye samimi şekilde gayret ettiler.
Süleyman bezzazın evine yakın yerde bir Tatar kadın yaşamış. Ashâbe Cemal adıyla tanınan bu kadın, 1950-1960’lı yıllarda meşhur olan rakkase Flоra Kaydanin’in anası idi. Mahalle ehli ona her nedense Nadya adını vermiş. Bu kadın mahalledeki Özbek kızlarına muallimelik etmiş. Onun elinde, şüphesiz, çağdaş ilmin değerini anlayan ve gelecek cemiyette nasıl gençlerin gerekli olduğunu hisseden kişilerin çocukları okumuş. Bunlar arasında Fâzıla ve Fâika analar da bulunmuşlar.
Yukarıda belirtildiği gibi Süleyman bezzaz, Abdülhamid’in sadece medrese eğitimi ile yetinmediği için onu Rus-Tüzеm mektebine okumaya vermiş. Tahminen bu devirde eski dünyanın çeşitli şehirlerinde Özbek, Türk, Tatar ve Fars dillerinde yayımlanan gazetelere abone olup, tek oğlunun dünya olaylarından haberdar olması, yani, basiret gözlerinin açılmasına imkân yaratmış. Ve Çolpan da bu yıllarda ceditçilik gayeleri ile tanışmaya başlamış.
Leziz Azizzade’nin anlattığına göre, 1912 yılından başlayarak Çolpan’ın gayevî-marifî dünyasında bir yükseliş meydana gelmiş, dil, edebiyat, tarih, fesefe, ilm-i bediî gibi ilimleri kendisinin içtihadı ve babasının ciddi terbiyesi neticesinde iyice öğrenmiştir. “Çolpan’ın fikrî terakkiyatında ve dünya görüşünün şekillenmesinde, – diye yazmaktadır L. Azizzade, – Çarizmin müstemleke siyaseti ve mahallî ticaret kapitalinin vücut bulması da mühim âmillerden biri olmuştur.”
Hülâsa, bu devirde Arap, Fars, Türk, Tatar, Azerbaycan ve Rus dillerini bilen Abdülhamid, bu dillerdeki gazete ve dergileri muntazam şekilde mütalâa etmekle kalmamış, hattâ onlara çeşitli haber, makale, aktüel tenkit yazıları da göndermeye başlamıştır.
Prоf. A.Sa’dî’nin “Özbek Burjuva Edebiyatı” adlı 6. sınıf için çıkarılan ders kitabında (1934) belirtildiğine göre, Çolpan 1913 -1914 yıllarında edebiyat âlemine girmiştir. Leziz Azizzade de Çolpan’ın edebî faaliyetinin 1913 yılında başladığını söylemektedir. Maalesef, biz onların bu malûmatlarını tasdik edici bir esasa şimdilik sahip değiliz…
Bendeniz bu sözleri yazarken Çolpan’ın hiçbir ilk mektup ve haber yazısı elimizde mevcut değildir. Ama zeki edebiyatçı âlim Bahadır Kerim, Humbоldt üniversitеsindeki Merkezî Asya’yı Öğrenme Enstitüsü ve şahsen Prоf. İngеborg Baldauf’un daveti ile Amanya’ya vardığında adı geçen enstitünün arşivindeki “Tercüman”“ gazetesinin mikrоfilmini görmüş. Âlim “Daha Gözel Bitikler” (“Gülistan” dergisi, 2000 yıl, 3. sayı) adlı makalesinde şu yeni malûmatı vermektedir:
“Gerçi gazete çıkışının (söz ‘Tercüman’ gazetesi kastedilmekte – N.K.) evvelki yıllarında ona Türkistan’dan iştirak edenler çok az, yok denecek derecede olsa da, onuncu yıllardan itibaren Mahmudhoca Bеhbudî (Semerkand), Ahund Molla Mevdud Ahimuf (Taşkent), Mirhüseyin Mirrahimuf (Semerkand), Hacı Mu’in (Semerkand), Kadı Ziyaüddin Mahdum ibn damle ve müderris Feyzrahmet (Buhara) gibi imzalara tesadüf edilmektedir. Müellifler, bazen makale-haber yazmaya, bazı hâllerde ‘Tercüman’dan kendilerinin en mühim suallerine cevap almak maksadıyla mektuplar yollamışlar.
Gazetenin 27 Kasım 1913 tarihli 261. sayısındaki ‘Andican’dan Olan Suale Cevap’ başlığı dikkati çekmektedir. Aceleyle mektubun sonuna bakıyorum, ‘Süleymanzade Abdülhamid Yunusоv’ imzası duruyordu. Tabiî ki, bu kendisini huzursuz eden suallerle gazeteye müracaat eden şairimiz Çolpan’dır. İzah ve cevap yazan ise, şüphesiz, İsmailbеk Gaspıralı cenapları idi. İzahta şöyle satırlar bulunmaktadır:
“Andican, sâbık Hokand hanlığının mühim şehirlerinden biridir. Hind-Moğol devlet-i âliyesinin kurucusu, kahraman ve edip Sultan Bâbür’ün vatanı ve şimdi Fergana vilâyetinin nahiye merkezidir. Osmanlıca kaymakamlık makamıdır.
Bu şehirden aldığımız acayip bir mektip derc ve dikkate lâyıktır. Sahib-i mektup bizden daha güzel söylediğinden yazdıklarını aynen naklediyoruz.”
Şüphesiz, Müslüman âleminin “Tercüman” gazetesinin ulaştığı şehirlerden gazete idaresine o yıllarda birçok mektuplar gitmiştir. Bu mektupların tamamına İ.Gaspıralı cevap yazmıştır, diye söylememiz zor. Ama o Çolpan’ın mektubunu itibarsız bırakmamış. Bunun sebebi, mektup kendisinde olduğu için aşağıdaki ondan bir levhayı Bahadır Kerim’in makalesinden alıp zikrediyoruz:
“Muhterem üstadımız İsmailbеk cenapları! Andican’ın bazı büyükleri bana şunu diyorlar: Sеn ‘Şelâle’, ‘Türk Yurdu’, ‘Şehbal’, ‘Tercüman’, ‘Vakit’ ve ‘İkbal’ okuyorsun, ne için ‘Mirza Bîdil’ ve ‘Hoca Hâfız’ları okumuyorsun? Bu suale cevap olmak üzere söyleyecek bir şey bulamadım. Eğer cevabı var ise ‘Tercüman’da derc edilmesini kat kat rica ediyorum. Eğer cevap yok ise ‘bu yeni edebiyatı’ suya, ateşe atıp, vaktim oldukça ‘Mirza Bîdil’ ile ‘Hoca Hâfız’ı mütalâadan ayrılmayacağım.
Süleymanzade Abdülhamid Yunusоv”
İ.Gaspıralı, Çolpan’ın bu mektubunu ilginç sayarak, ona aşağıdaki cevabı gazetesinde yayımlamış:
“Ay benim kara yazılı şagirdim, sana ve sizlere âcilen cevap vеreceğiz… Rica ediyorum, şimdi edebiyatı ateşe yandırmayınız, suya batırmayınız! Sakın, sakın bir daha bana ‘muhterem üstad’ dеmeyiniz! Otuz sene ders vererek ‘edebiyatın’ ateşe yandırılmak ihtimalini işiten bir ‘üstad’, muhterem olmaz; hem üstad iddia edilemez; ul ise bir bedbaht muallimdir!
‘Mirza Bîdil’, Hindistan’ın Şeyh Sa’dî’sidir. Yazdığı temsillere vеrdigi nasihatlar hakikaten güzel ve nâfi şeylerdir. Hoca Hâfız ise malûm… Bunları bir, iki, beş defa okuyunuz!..”
İ.Gaspıralı’nın cevap mektubu biraz uzun olup, onu tam olarak getirmek şart değil. Ama belirtmek gerekir ki, İ.Gaspıralı Çolpan’a üstad olarak kıymetli tavsiyelerde bulunmuş ve Çolpan, bilhassa, sanatının teşekkül devrinde sadece “Tercüman” gibi terakkiperver gazeteleri okumak ile kifayet etmeyip, mümtaz edebiyat numunelerinden de istifade etmekle onun bu tavsiyelerine tam olarak riayet etmiş.
Şimdi yine Çolpan sanatının 1914 yılı ile bağlı sayfalarına bir göz atalım.
Bize Çolpan’ın bugünkü günde malûm olan ilk “eser”i, Bеhbudî tarafından neşredilen “Ayna” dergisinin 1914 yılı 18 Ocak sayısında yayımlanmıştır. “Andican’da Yeŋi Bank” adlı bu haber, bizi bugünkü iktisadî ıslahatlar cereyanına uygun olan yenilik ile tanıştırmaktadır. Haberde, müşterilerin dikkatine havale edilen yenilik de, onda adı zikredilen bazı şahıslar da muayyen ehemmiyete mâlik olduğu için onu aşağıda tam olarak veriyoruz:
“Andican’da, Müslüman kıt’asında ‘Düyûn-ı Mütekâbile Şirket Bankı’, yani ‘Vriminniy Kridit’ açmaya karar verildi. Şimdiki üyesi 180 nefer olup, 130’dan ziyadesi Müslümanlardır. Sermayesi 24 bin somdur. Meşveret üyeleri altı nefer olup, yerli Müslümanlardan: İşanhan Mahzum, Adilhoca oğlı, Zünnunbay Kutlukbay oğlı, Mirhaydarbay Mircemal oğlıdırlar. İdare üyeleri üç nefer Rus’tur. Bu sebeple bizde zamaneye ilgisi bulunan ilimden haberdar kişi yoktur. Teftiş üyeleri üç nefer olup, biri Sa’dullahhoca Tursunhoca oğlı cenaplarıdır. Banka gelecek hut[3 - Hut: Şemsî takvime göre on ikinci ayın Arapça adı. 22 Şubat-21 Mart arasındaki zaman dilimi.] açılsa gerek. Uşbunu vücuda gelmesine mezkûr muhterem Müslümanlar ve onların yardımcıları sebep oldular. Banka olmasın, diyenler de var idi ki, onları ‘Ayna’ idaresindeki ‘Moş’ havale ettik.”
Çolpan, şimdi bize malûm olan bu ilk “eseri”ne “Abdülhamid Süleymânî” diye imza koymuş.
Andican’ın mahallî ahalisinin yaşadığı kısmında 24 bin soma sahip olan muvakkat krеdi bankasının açılışı, şüphesiz büyük bir olaydı. Haber müellifinin altı nefer meşveret azasından sadece üçünün ismini zikretmesi boşuna değil. Tahmin etmek mümkün ki, kalan üç meşveret azası arasında onun babası da bulunmuş. Çolpan “gelecek hut ayı”nda açılması planlanan banka hakkındaki malûmatı da babasından almış. Haberde adı zikr edilgan Sa’dullahoca Tursunhocayev ise aslen Taşkentli olup, 1891 yılında Mеrgençe mahallesinde doğmuştur. O Оrеnburg’daki tüccar dayısının kâhyası olarak işe başlamış ve bu vazifesi sırasnda Andican’a da gelip, bir müddet kalmış. Sa’dullahoca, Abdülhamid’den altı yaş büyük olmasına rağmen, onlar arasında iyi dostluk bağları kurulmuş ve Çolpan hattâ Taşkent’te bulunduğu sırada malûm bir süre Mеrgençe’de onunla komşu olarak yaşadı.
20. asrın 1910’lu yıllarında Andican’da yaşayan zenginlerin en meşhuru Mirkâmilbay’dır. Fakat 1914 yılında Fergana vadisinin iktisadî hayatında mühim olay olan bu tedbirde onun iştirak ettiği bu haberden anlaşılmamaktadır. Asıl mesele şu ki, gerçi sonraki yıllarda Mirkâmil Mirmominbay oglı hakkında birçok güzel sözler söylenmiş ve hattâ önemli mensur eserler yazılmış olsa da, yukarıda belirtildiği gibi, Abdülhamid’in – geleceğin Çolpan’ının ilk makalelerinden birinde ona tenkit taşları atılmıştı. Abdülhamid bu tenkidî makalesini Semerkand’da yayımlanan “Ayna”ya değil, belki Ufa’da, “Vakit” gazetesine göndermiştir. “Vakit”de yayımlanan bu makale, İsmail Gaspıralı’nın dikkatini çekip, o bunu bütün Müslüman âlemine ibretli olması için “Tercüman”da tekrar yayımladı. Bundan haberdar olan Mahmudhoca Bеhbudî, “Abdülhamid Süleymânî” imzası ile Andican’dan Ufa’ya yollanan makalenin Türkistan matbuatı vasıtasıyla da dağılmasını isteyip, “Ayna”nın 14. sayısında iktibas edip bastı. Ufa’dan Bahçesaray’a kadar uzanan Türk âleminde Çolpan’ın kalemine mensup makalenin büyük aksisedaya sahip olmasını hiç kimse, bu cümleden, müellifin kendisi de beklememişti. Matbuatla ilgisi olmayan Mirkâmilbay, bu yazıdan bir şekilde ondan haberdar olup, Süleyman bezzazı, evvelki bölümde belirtildiği gibi tehdit eder. Bunun dışında da zaten araları iyi olmayan Süleyman bezzaz telâşa kapılır, kalem sahibi oğlunu ikaz eder, ondan ihtiyatlı davranmasını ister. Ama aradan çok geçmeden, “Ayna”nın 17. sayısında “Andican’dan Mektub” adlı yeni bir haber basılır.
Zengin tüccar ailesinde dünyaya gelen Mirkâmilbay’ın asrın başlarındaki nakit sermayesi 13-15 milyon somu teşkil etmektedir. Tüccar unvanına erişen bu zat, Andican’ın en zengin kişisi olduğu için herkes gözünü ona dikmiş, hattâ Çar hükûmetinin gözleri de onun kesesine dikilmişti. Bunu sеzen ve zenginliğinin küçük bir kısmını şehrin imar faaliyetlerine bağışlamak suretiyle “kem gözler”den saklanmak istemiş, bu cümleden, Çolpan gibi muhabirlerden kendisini muhafaza etmek isteyen Mirkâmilbay, 1913 yılının başlarında Andican’ın Kültеpe meydanında kırk yataklı nümuneli hastahane, 30 talebe için planlanan bir mektep, 100 talebe için planlanan bir medrese, hamam ve başka inşaatları kuracağını vaat eder. Abdülhamid, tahminen, şimdi bizim dikkatimizi çekmeyen makalesinde, zenginin işte bu vaadinin vâdesinin gelmekte olduğunu söylemiş.
“Andican’dan Mektub”da da tahminen bu ruhda söz edilmektedir. Mektup müellifi, Mirkâmilbay’ın 1913 yılı yazında Viyana, Bеrlin, Paris gibi Avrupa başkentlerine gidip, oradan bir otomobil alıp geldiğini söylüyor ve Garbdan aldığı ibreti sadece budur, mânasında zenginin vaat ettiği hastahane, cami ve medreseden hiçbir haber olmadığına dikkat çekmektedir. “İtiraf etmek gerekir ki, – diye yazıyor müellif, – Andican’da bir mektep bina ettirdiler. Muallimliğe büyük medrese mütevellisinin muavini tayin edildi. O muallim efendi, her zaman Andican’ın terakkiperver gençlerine hakaret eden bir kişidir. Okuttukları, eski usûldür. ‘Vakit’te, ‘Tercüman’ ve sonra ‘Ayna’da yazılan cami, hastahane ve mektepten hâlen hiçbir eser yoktur.”
Bu mektubun altına: “Andican”, “Kuyan”, sözleri yazılmış. Bu dönem matbuatında “Kuyan”, “Kuyanî” imzaları ile yazılan şiirlere de tesadüf edilmekte ve Andican’da ondan başka genç bir kalem sahibi olmadığını dikkate alıp, “mektub”un genç Çolpan’ın kalemine ait olduğu şüphesizdir. Düşüncemize göre, Çolpan Mirkâmilbay’ın tehdidinden güya korkan bir kişi olarak “mektub”a “Kuyan” diye imza atmış ve bu imzaya kendi gönlünde biriken kinayeleri avuç dolusu dökmüş.
Zikredildiği gibi, 1990’lı yılların başlarında müstebid sistem kurbanlarının hayatını yeniden araştırırkan Mirkâmilbay’ın adı yine karşımıza çıktı. Bu sırada onun biraz hayırlı işler yaptığı da anlaşıldı; Çar görevlilerinin Birinci Cihan Savaşı arefesinde zenginin 500 bin somluk parası ile orduyu silâhlandırdıkları ve muntazam şekilde onun kesesini boşalttıkları aşikâr oldu. Fakat bunlar Mirkâmilbay’ın meğer iyi günleriymiş. Çar görevlilerinin yerine gelen Bolşevikler, onun bütün zenginliğini çekip almakla kalmamış, inkılâbın başlarında onu kurşuna dizmişlerdir.
Çolpan, Mirkâmilbay’ın facialı kaderinden haberdardı. Fakat buna rağmen, “Keçe ve Kündüz” rоmanına ona nispeten yirmi yıl evvel bildirdiği fikrine uygun olarak aşağıdaki sözleri yazdı: (Şerafiddin Hocayev trende giderken, “Hüseyniye” medresesi ve onu bina eden Ahmedbay Hüseyinov hakkında konuşup, Miryakub’a şunu dedi:) “…Millete ettiği hizmeti hesapsız… Bizde de böyle zenginler olsa? Andican’da Mirkâmilbay var. Duydunuz mu? Millet yoluna bir kuruş vermiyor. Cahil!..”
Askerî devrim konseyinin Mirkâmil’in kurşuna dizilmesi hakkında aldığı kararına göre, Çolpan’ın bu hükmü daha dehşetlidir!
Düşünüyoruz ki, Çolpan bu sözleri Mirkâmilbay’ın kim ve nasıl olduğunu bilmeden söylememiş. Onun nazarında, milyonları milletin gelişmesi yolunda sarf etmeyen insan, insan değildi.
Yine Fâika ana hatırasından bir bölümünü dinleyelim:
“Çolpan ağabeyim tek olduğu için babamız onun kendi yanında olmasını istemiş. Andican’da, Kokankışlak’da ağabeyime dükkân açmışlardı. Lâkin ağabeyimiz ticarete rağbet etmediği için o dükkânın işleri de babamızın idaresine kaldı.”
Gerçekten de, Süleyman bezzaz Kokankışlak’da oğlu için bir dükkân açmıştı. Onu Rus-Tüzеm mektebine okumaya vermesi, banka görevlisini muallim olarak tutması, çeşitli gazetelere abone olmaktan maksadı da Mirkâmilbay’a benzer şekilde Çar memurları ile de, mahallî zenginler ile de beraber sohbet eden tüccarı, yani geleceğin Özbek kapitalistini eğitmekti. Ama “Sivrisineğin de anası-babası olur” dеdikleri gibi oğlunda ticaret ve ticaret işlerine karşı asla bir heves olmadı.
Bir gün Süleyman bezzaz Kokankışlak’daki dükkânından haber almış; buna göre, fukaraperver oğul, birçok malı dul ve muhtaçlara karşılıksız veya veresiye paylaştırıp, dükkânı tamamen boşaltıp çıkıvermiş. Bunu gören Süleyman bezzaz: “Sеnden zengin de, dükkân sahibi de olmazmış”, diye üzülüp, ondan ümidini kesmiş.
*
* *
Özbek Ceditçilerinin yakın dostu olan Başkırd Zeki Velidî, 1914 yılının Mart ayında Taşkent’e gelmiş. Velidî, Türkistan’a yaptığı bu ilmî seyahati sırasında birçok genç dostlar edindi. Bu gençler arasında “Özbeklerden – daha sonraları şair olan Abdülhamid Süleyman”, “Kazaklardan – o sırada gimnaziya talebesi olan” Nezir Törekulov da varmış.
“Türkistan’da tanıdığım şahıslar arasında Nezir Törekulov ile Abdülhamid Süleyman (Çolpan) bana diğerlerinden farklı yakın dost oldular, – diye yazmaktadır Velidî “Hatıralar” adlı kitabında. – Nezir’in babası Törekul, Fergana valisinin tercümanı idi. O bazı kıymetli elyazması eserler toplamış. Eline geçen kitabı okur, her okuduğu müellifin tesirine kapılırdı. Bеn ise ona insanın kısa ömründe kitapları muayyen bir maksatla okuması gerektiğini, insanın ancak o zaman kazançlı çıkacağını söyledim. Benim bu fikrimi 15 yaşında bir delikanlı şair olan Çolpan zihnine yerleştirmeye gayret etmiş, kendisi ise büyük mevki sahibi ve keyfi devamlı değişip duran bir insan olduğu için bu âdete alışamadığını, bu tertibin zor olduğunu söyledi. Nezir o sırada vetanperver bir Türkçü idi. İstanbul’da çıkan ‘Türk Yurdu’nu okuyordu. Daha sonraları komünist oldu. Cidde’de Rus elçiliğinde çalıştı. Türk dili meseleleri hakkında makaleler bastırdı, millî kültüre sadık kaldı, bunun için de Sovyetler tarafından hükmedilen kişiler arasında yok edildi.”
(Nezir Törekulov hakkında Z.Velidî’nin beyan ettiği bu fikirleri okuyucuya aktarmamızın sebebi şu ki, o evvelâ Çolpan’ın yakın akrabalarından biridir, bundan başka ikinci olarak, komünistlik devrinde, Sovyet devletinin önemli adamlarından biri olarak mutlak değişmiş, hattâ gençlikteki dostu Çolpan’a da melâmet taşlarını atmıştır.)
Z.Velidî devam ederek, şöyle yazmaktadır:
“Daha sonra Özbeklerin en büyük şairlerinden biri hâline gelen Çolpan o sırada 15 yaşlarında olsa gerek. Bana tarih kitabımı (söz müellifin “Türk ve Tatar Tarihi” adlı 1912 yılında Kazan’da neşredilen kitabı hakkında – N.K.) okuyup ilham aldığını ve fikirdaşlık etmemi söyleyip, mektup yazdı. Andican’a, evlerinde misafirliğe davet etti. Bеn Nezir Törekul ile evlerine gidince, onun zengin babası Süleyman bezzaz, fikrini sormadan evine misafir davet eden oğlundan memnun kalmamış gibi bizi biraz soğuk karşıladı. Abdülhamid’in evinde bulunmaması da biraz kaba oldu. Abdülhamid babasına bizi davet ettiğini söylememiş. O zaman bеn babasına aşağıdaki mânada Farsça bir şiir okudum: ‘Bülbüligöya dеnilen bir kuş varmış, o öttüğünde başka kuşlar da gönlü eriyip, kendilerinden geçermiş.’ Bu söz, ârif bir adam olan Süleyman ekeye tesir etmiş olmalı ki, bizi önce biraz sоğuk karşılamasına rağmen, vaziyetini derhâl değiştirerek: ‘Sizler artık oğlumun değil, benim misafirimsiniz,’ deyip misafirhaneye dönüp, gitmemize müsaade etmedi. Büyük Türk şairi Çolpan’ın babası, Fars edebiyatına son derecede hürmet edermiş. Kendimi tanıttım, seyahat evrakımı gösterdim… Büyük Özbek şairinin kendisiyle de, onun misafirperver babası ile de tanıştık. Nezir Törekul Türkçeyi bilmekten başka, Fars edebiyatını da anlar ve hürmet gösterirdi. Süleyman eke ile vedalaştık, onun bana verdiği hediyelerini annem için kabul edip gittim…”
Ahmed Zeki Velidî’nin bizim için büyük kıymete sahip bu hatırası, daha çok şairin babası hakkında olsa da, ondan Abdülhamid’in sadece Tatar vakitli matbuatı değil, hattâ Türk dünyasında yayımlanan kitap ve risaleleri de muntazam şekilde takip ettiği ve 1914 yılında her bakımdan gelişmiş biri olduğu hakkında da doğru malûmatı alıyoruz. Ayrıca, Süleyman bezzazın Velidî’nin itibarını kazanan insanî faziletleri de baba mirası olarak Çolpan’a da geçmiş. Bununla birlikte bu hatıra Abdülhamid’in o yıllardan itibaren müstakil hayat tarzına geçtiğini ve Süleyman bezzaz tabiatındaki bir adama güven, başkalarının görüşüne baş eğmemek, seçtiği yolda sabit kalma duygusunun onda da tezahür ettiğini göstermektedir.
*
* *
Çolpan edebiyat dünyasında kendisinin ilk adımlarını atarken, Andican toprağında, hattâ çevre şehir ve köylerde meydana gelen hadiselerle ilgilenmeye, cemiyet hayatında görülen yeni temayülleri haber vermeye, noksanlık ve illetleri ise Bеhbudî aynası ile halka göstermeye çalıştı.
1914 yılı Nisan ayından başlayarak Taşkent’te “Sadâ-yı Türkistan” adında yeni bir gazete çıkmaya başladı. Haftada iki defa çıkan bu “edebî, iktisadî, fennî ve maişî” gazetenin redaktörü, Rusya’da tahsil görüp dönen meşhur avukat Ubeydullah Hocayev(Asadulla Hocayev) idi. O Tataristan’da yayımlanan “Vakit” gazetesi ve “Şûrâ” dergisi yolundan gitmeye çalışıp, haricî Şark memleketlerinin hayatını aydınlatıcı makale ve haberler vermeye büyük önem vеrdi, kendi etrafına mahallî sanatkârları toplamaya ve onların yardımıyla gafletin kucağında yatan vatandaşlarını uyandırma vazifesini yerine getirmeye çalıştı. Gazetenin 18 Nisan sayısında Abdülhamid’in “Türkistanlı Kardaşlarımızga” adlı şiiri neşredildi.
“İlm-ma’rifet hem hünerdin kaldı mahrum bizni halk,
Ma’rifetsizlik belâsıga yolıkgan bizni halk.
Bir kişi milletperest olsa, dеyurlar ‘dehrî’ deb,
Bir kişi milletni sökse, izzet eyler bizni halk.
Mektebe yok bir tiyin, toyga miŋ somleb bеrür,
Çaresiz müşkül keselge mübtelâdır bizni halk…”
Genç şairin kalbindeki tükenmez dert ve hasret ile beslenen bu şiir, 1910’lu yıllar Özbek şiirinin en önemli ideolojik akımına mensuptur. Abdülhamid de genç bir sanatkâr olmasına rağmen, yeni Özbek edebiyatının ictimaî- ideolojik yönelişini İ.Gaspıralı, M.Bеhbudî, Fıtrat, A.Avlânî gibi Ceditçilik hareketinin önde gelen temsilcilerinin tesiriyle kısa zamanda idrak etti ve bu yönelişte manzum ve mensur eserler yaratmaya çalıştı.
On bir gün sonra, bu gazetenin 29 Nisan sayısında onun “Kurbân-ı Cehâlet” adlı ve müellifin adını bir anda meşhur eden ilk hikâyesi neşredildi.
“Kurbân-ı Cehâlet”, edebiyatımızın bugünkü seviyesi nokta-ı nazarından bakılırsa, biraz boş bir eser. Ama onu 1910’lu yıllar Özbek nesri nümûneleri ile kıyaslarsak, genç Çolpan’ın o dönemde birçok kalem sahibi çağdaşlarından hayli ileri gittiği açıkça fark edilmektedir. Hikâyenin başkahramanı Eşmurad adlı bir delikanlı olup, o tahminen muellif ile akran. Onun etrafını kuşatan bütün herkes, babası da, babasının dostu Nezir sofi de, muhtar da, hattâ akranları Mömincan ile henüz sakalı bitmemiş bala da bütün hepsi Eşmurad’a rûhen yabancı olup, kendi görünümlerinde “Türkistanlı Kardaşlarımıza” şiirinde tarif ve tavsif edilen halk karakterini canlandırıyordu. Eşmurad onların arasında yalnız kalıp, sonunda intihar etmeye mecbur olmaktadır.
Çolpan “Kurbân-ı Cehâlet”de saatle ilgili tafsilâttan güzelce faydalanmıştır.
Eşmurad’ın odasında yeni bir duvar saati peyda oldu, yeniliğe son derecede meraklı olan delikanlı babasından bu saati alıp, onu misafirhanenin duvarına asmıştı. O sırada işan hocanın kolu eğri oğlu girip, duvardaki asılı saate gözü ilişir. Eşmurad Mömincan’ın saate kötü niyetle baktığını fark edip, onu sandığa gizlemek ister. Ama o sırada Mömincan Eşmurad’ın dikkatini dağıtarak saati koynuna gizlemeyi başarır. Aradan biraz vakit geçince, misafirhaneye gelen babası saati Eşmurad’ın gizlediği yerde bulamayınca, oğluna öfke ile dayak atar. Ömründe ilk defa haksız yere dayak yiyen delikanlı şiddetli hastalanır.
Bu, hikâyenin birinci kısmı. Henüz sanat tecrübesine sahip olmayan yazar, hikâyenin bu kısmında kendi gayesini ifade etmesini bilemeyince, onu devam ettirmek istemiş. Bir ay sonra sağlığı epeyce iyileşen Eşmurad komşu muhtarın küçük bağındaki tahta kanepede gazete okurken, vatandaşlarının ilimsizliği ve hünersizliği sonucunda meydana gelen büyük-küçük facialardan haberdar olur. Eşmurad: “Bu bizim Türkistanımız gafletten uyanır mı, yoksa uyanmaz mı?” diyerek ümitsizliğe kapıldığı sırada, muhtar gelir. Delikanlının ülkede meydana gelen hadiseler hakkındaki makale ve haberleri okuduğunu görüp, seçim meselesi ilgisini çeker. Gazete bu meseleyi de atlayıp geçmemiş. Hülâsa, muhtar gazеte okuyan genci kendi misafirhanesine davet edip, seçim haberleri ile yakından ilgilenmek ister. O sırada henüz sakalı bitmemiş komşu bala misafirhanede asılı duran saati fark ettirmeden alıp gider, gazеte okumakla meşgûl olan Eşmurad ise bunu da hissetmez. Böylece Eşmurad’ın adını ikinci defa hırsıza çıkarırlar.
“Bir-iki ay sonra saati çalan sakalsız balanın evine hırsızlar girip, yakalandılar. Çalınan mallar içinde sakalsızın muhtardan çaldığı saati de vardır. Şimdi hakikat anlaşıldı ki, muhtarın saatini çalan Eşmurad olmayıp, Eşmurad’ın komşusunun balası imiş. Biçare Eşmurad ise cehalet kurbanı olmuş imiş.”
Hikâye bu sözlerle bitmektedir. Hikâyenin her iki kısmında da saat Eşmurad’a külfet getirir. Mademki saat şimdilik çarşaftan çıkmaya başlayan yeni devrin, tеknik terakkiyat devrinin timsali imiş. Yazar Eşmurad’ın bu devire cehalet batağına batan yurttaşları olmadan sadece kendisinin giremeyeceğini anlatmak ister; bunun için de, evvelâ, halkı cehaletten kurtarmak lâzım, şeklindeki fikri ileri sürer. Biz bu hikâyeyi okurken, “Türkistanlı Kardaşlarımızga” şiirindeki mısralar ara sıra hatıramıza gelmektedir:
“İbret almaydır başıga şunça külfet kеlse hem,
Misli bir keltek yokatgen körge ohşar bizni halk.
Kör-de fark eyler yolı toğrı ile nâtoğrını,
Toğrı yolge başlasaŋ-da, eğri hahlar bizni halk…”
Böyle mısraları, sadece halkının nâdanlığından samimi olarak ıztırap çeken bir kişinin yazması mümkündür. Çolpan ise, bu şiir ve hikâyede görüldüğü gibi, halkının tarihî kaderi hakkında samimi şekilde onun yeni devir ile beraber yürümesini çok çok arzu ediyordu.
A.Sa’dî zikredilen kitabında, bu hikâyenin doğrudan “Pederküş” tesiriyle yazıldığını söylemektedir. Hakikaten, “Ayna”nın 21. sayısında (10 Mart) Çolpan’ın “Kuyaniy” mahlası ile basılan haberinden anlaşıldığına göre, o “Pederküş” faciasını görmek için Andican’dan Hokand’a gelmiş. O gösteride rol alan artistlerin sanat faaliyetlerine “tahsin ve teşekkürler arz etmek”le beraber zenginin öldürülüş sahnesinin tesirli olmadığını ve zenginin oğlu karakterinin iyi telkin edilmediğini de söylemiş. Çolpan, “Pederküş” tesiriyle yazılan bu eserinde, Bеhbudî’den farklı olarak, okuyan balanın hâli ve faciasını daha geniş ölçüde göstermeye çalışmış ki, bu da genç yazarda sanatla ilgili arayış duygusunun güçlü olduğuna şehadet etmektedir.
*
* *
“Sadâ-yı Türkistan”ın 1914 yılı sayılarını karıştırırsanız, genç muhabir ve genç sanatkâr olarak görünen Çolpan’ın yıldan yıla değil, aydan aya değil, hattâ günden güne faalleştiğini ve sanatta gelişme yolundan şiddetle yürüdüğünü görürsünüz. Gazeteye Ubeydullah Hocayev gibi terakkiperver bir kişinin redaktör olması ve onun etrafında Münevver Kaari Abdürreşidov gibi halkperver ve vatanperver simalar toplandığı için genç Çolpan’ın “Sadâ-yı Türkistan” ile alâkası günden güne daha kuvvetli hâle geldi. Lâkin halkın bu fedayi evlâtları gazetenin siyasî-ictimaî yönünü belirledikleri için de gazete Çar sansürünün şiddetli nezareti altında idi. Bunun için de Çolpan’ın bazı şiir, haber ve makalelerinin gazetede basılmamış olması ve kaybolmuş olması ihtimalden uzak değildir. Gazetenin 1914 yılı sayılarında idare adına verilen aşağıdaki cevaplar, buna delâlet etmektedir:
“Çolpan efendiye: ‘Nime Bar’ başlıklı makaleniz ‘Yalt-Yult’dergisine münasiptir” (33. sayı).
“A. Süleymanî efendiye: İyd-i şerif münasebetiyle yazılan makaleniz gecikti” (5 Ekim)…
Tuhaftır ki, “Sadâ-yı Türkistan” yayımlanmaya başladığı sıralarda gazeteye Taşkent’teki “Türkistan” kütüphanesi ve Kerimbеk Narbеkоv’un dükkânında ve aynı şekilde, Hüseyin-hoca Dedehocayev, Molla Nu’man Ekremhanоv, Ebulkâsım Taşmuhammеdоv’ların yardımıyla abone olmak mümkündü. Andican’da ise bu mesele ile sadece bir kişi, “Abdülhamid Süleymanî” meşgûldür. Yine aynı yıl Hokand’da neşredilen “Sadâ-yı Fergana”nın Andican’daki abone ve ilân kabûl eden temsilcisi de “Süleymankul Yunus oğlı”dır. 6. sayısından itibaren ise “Abdülhamid Süleymankul oğlı” da bu gazetenin temsilcileri arasında önemli bir yer edinmiştir.
Ana şehrindeki yeniliklere sevinip, nâhoş manzaraları görüp, ıztırap çeken Çolpan, çok geçmeden, “Sadâ-yı Fergana”nın da has muhabiri hâline geldi. Gazetenin 1915 yılı 25 Şubat sayısında ise onun “Medreselerimiz Ahvâli” başlıklı haberi yayımlandı.
“Andican’da Mahmud Desturhançi medresesinde kalan birkaç ahlâkı bozuk kötü molla, iyi, temiz bir mollayı medreseden zorluk çıkarıp atmışlar. Biçarenin günahı, çocuk istismarını yasaklamış olması. Sonra biçare dürüst molla durumu (cenap yönetici müfettişe) arz etmiş. Müfettiş yönetici mezkûr işi tahkik etmek için medreseye gidip, pоlis ile hücreye girip, kitapları ve toplanmış hâlde bir teneke kutuda çocuklara oynarken takılan saç örgüsü bulurlar. Bu işten çok rahatsız olup, cenap hocayı müfettişe gönderirler.
İşte, mollaların ahvâli!”
A.S. imzası ile yazılan bu haber yüzünden Çolpan’ın başına nice belâlar geldi. Gazete idaresi genç muhabiri cahil kişilerin nefret ve intikamından korumak maksadıyla “Sadâ-yı Fergana”nın 14. sayısında Andicanlı müşterilere hattâ böyle sözlerle müracaat etmeye mecbur oldu:
“113. gazetemizde ‘Andican haberleri. Medreselerimizin Ahvâli’ başlıklı A.S. imzası ile yazılan haberi Andican medresesinde kalan mollalar okuyup, Andicanlı Abdülhamid Süleyman efendiyle görüşüp, ‘bu haberi siz yazmışsınız’, diyerek bazı yakışıksız sözler söylemişler. Eğer Andican medresesinde böyle hadiseler olmamış olsaydı, gerçek olmadığı için bu haber yalan, böyle bir hadise olmadı, diyerek cenap mollaların idaremize yazıp göndermeleri gerekirdi. Hâlbuki bu haberi idaremize yazan Abdülhamid Süleyman olmayıp, adı bizce malûm başka bir kişi yazmıştı.”
Çolpan, haber ve makalelerinin kötü “kahramanlar”ı tarafından böyle tazyik ve tehditler gösterilmesine rağmen, Özbek hayatından zararlı illetleri söküp atmak, maarif ve medeniyetin halkın hayatına nüfuz etmesi için muhabirlik ve şairlik kalemi ile mertçe mücadele etti. “Durum müsait olursa, kar da erir”, dеdikleri gibi, hiciv kılıcını yumuşak pamuk ile sarıp, yenilik düşmanlarının göğsüne sapladı.
“Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin 21 Ocak 1915 tarihli nüshasında basılan “Meyde-çüyde” başlıklı aşağıdaki hicviye, mutaassıplar ile mücadelede Çolpan maharetinin daha da yükseldiğini göstermektedir.
“Hangi Deli?
Andican ile Oş şehirleri arasında Hocaâbâd’da bir adam delirip, pazarlarda halka yüksek sesle bağırarak şunları söylüyor: ‘Ey biraderler! Kim ki oğlunu veya kızını okutmazsa, o adam Tanrı teâlânın büyük bir nimetinden mahrumdur.’
Ama birçok yerlerde büyük-büyük mahalle aksakalları halka: ‘Biraderler! Kim ki oğlunu veya kızını usûl-i cedîd mektebinde okutursa düğününe de, cenazesine de gitmeyiz’, dеdiler.
Talebeler, düşünüp bakınız! Bunlardan hangisi deli?”
20. asrın 1910’lu yıllarında, henüz halkımızın zihninden cehalet bulutu gitmemiş, hattâ mahalle aksakallarına medrese müderrisleri Cedid mekteplerinde okuyan balaların babalarını kâfir ilân etmiş ve onları huzursuz ettikleri bir zamanda on altı-on yedi yaşındaki Çolpan bu tarzda millî terakkiyat için dinî fanatizm ve nâdanlığa karşı cesurca mücadeleye başladı.
*
* *
“Sadâ-yı Türkistan”ın yayın hayatına başlamasıyla birlikte Ubeydullah Hocayev, Taşkentli genç sanatkâr Mömincan Muhammedcanov’a yazı heyetinde iş teklif eder. Gazetenin sıradan halkı uyandırmaya yönelik faaliyeti, bu cümleden olmak üzere genç Çolpan’ın çıkışları, Çar memurlarının, özellikle Оstrоumоv’un hoşuna gitmez. Sonunda o “chеrkоv”u Özbek diline “büthane” diye tercüme ettiği için, bu sözü Rus ibadethanesine karşı bir hakaret sayıp, gazetenin yayınını 1915 yılında durdurur.
Burada bu yayının ortaya çıkış tarihi hakkında bilgi sahibi olmak zararsızdır, diye düşünüyoruz. Zeki Velidî hatıralarında bu tarih kesin olarak aşağıdaki gibi ifade edilmiştir:
Z.Velidî 1913 yılnda Fergana vadisine gittiğinde, oradaki Esеrler partisinin üyesi, sоsyal inkılâpçı Vadim Çaykin ile birçok defa görüşürler. Böyle sohbetlerin birinde Müslümanları birleştirme meselesi hakkında konuşulur ve onlar “Sadâ-yı Türkistan” ve “Türkеstanskiy Gоlоs” adlarında Özbekçe ve Rusça gazeteleri çıkarmak meselesinde anlaşırlar. Gazetenin Özbekçe nüshasının Taşkent’te Ubeydullah Hocayev’in redaktörlüğünde, Rusçasının ise Andicanda V.Çaykin tarafından neşredilmesini doğru bulurlar. Z.Velidî, aynı zamanda V.Çaykin’i U.Hocayev, M.Abdürreşidov ve A.Zâhirî ile tanıştırıp, gazetenin maksat ve vazifesini şöyle bеlirler:

1. Sibir demir yolundan ta Afganistan ve İran’a kadar uzayan genişlikte yaşamakta olan Türk halkları ile Ruslar arasında hukuk ve ahvâl sahasında eşitliği sağlamak.
2. Göçmenci Müslüman halkların yerleşik hayata geçmesi ve onlara köy ve şehirlerden yerler bölünüp verilinceye kadar Rus göçmenlere yer vermemek.
3. Çağdaş eğitimi yaygınlaştırmak.
“Sadâ-yı Türkistan”, bu cümleden, onun faal müelliflerinden biri olan Çolpan, işte bu vazifeyi yerine getirmeye bеl bağlamış, bu sebeple gazete faaliyeti yukarıda kaydedilen bahane ile durdurulmuştu.
Mömincan Muhammedcanov “Sadâ-yı Türkistan” kapatılıp, hayat kaynağı da sona erdiği için kâh aç, kâh tok ömür geçirirken, Ubeydullah Hocayev Andicanlı dostu V.Çaykin’in yardımıyla “Sadâ-yı Türkistan”ı ayağa kaldırmak istedi. Gazeteye samimiyetle hizmet eden kişiyi bulup, Andican’a göndermek niyetiyle yaşarken, onun nazarı yine Mömincan Muhammedcan oğlı’na düşer.
“Taşkın” mahlası ile de eser veren bu zat, “Turmuş Urinişleri” adlı ilk Özbek rоman kroniğinde bu hadiseyi aşağıdaki gibi tasvir etmektedir:
“Andican’a varıp, Katarterek dеnilen mahalledeki Abdülhamid’in evine indim. (Yazarın bu sözlerinden Abdülhamid – Kuyan – Kuyanî’nin “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin Andican’daki en faal ve tahririyat üyelerine yakın müellifi olduğu anlaşılmaktadır – N.K.). Dışarıda, geniş bir alanda orta yaşlı, kalın gövdeli bir kişi ile görüştüm. Bu adam Abdülhamid’in babası imiş. O adam, ‘Biraz sabredip, misafirhanede oturun. Abdülhamid şimdi gelir’, dеdi.
Misafirhanede ateşin karşısında iki-üç kişi sohbet edip otururlarken, bеni görmeleriyle birlikte derhâl yerlerinden kalkıp görüştüler. Ateşte fokurdayarak kaynayan çaydanlıkla çay demleyip, önüme şekerlemelerle dolu sofra yaydılar. Onlarla hâl-ahvâl soruşup, çay içip oturuyordum, aradan on beş dakika geçmeden, Abdülhamid çıkıp gеldi.
O, on yedi-on sekiz yaşları civarındaki, ak çopur, geniş omuzlu bir delikanlı imiş. Bеnimle elini uzatıp görüşürken, kendimi tanıttım.
Hoş geldiniz, iyi geldiniz! – diyerek memnuniyetini bildirdi. Hareketlerinden mütevazı bir delikanlı olduğu anlaşılıyordu.
Onun babası eski medreseyi bitirmiş, her gün gazete okuyup, dünya hadiselerinden haberdar olan bir kişi imiş. ‘Vakit’ ve ‘Tercüman’ gazetelerini çok dikkatli okurmuş.
Abdülhamid her gün hususî sûrette Rusça okuyordu. Tataristan, Azerbaycan, Hindistan’da çıkan bütün gazete ve dergilere müşteri olmuş, Rusça gazeteleri de elinden bırakmadan mütalaa ediyordu. Yakın akrabalarının balaları ve mahalle balaları onun teşvikiyle Andican’da açılan yeni usûl mekteplere girip okumaya başlamıştı. Babasının bu yegâne oğlu, gerçi imkânları olsa da, o zamanki çok ahmak zengin çocukları gibi keyif-safalara kapılmadan, vaktini daha çok eğitim işleri ile geçiriyordu. O zamanki engellere aldırmadan, hattâ yedi yaşındaki kızkardeşini (söz Fâika ana hakkındadır – N.K.) kendi mahallesinin bir kenarında açılan yeni usûl Tatar kızlar mektebine okumaya vermişti…”
Konu, “Sadâ-yı Türkistan”ın kaderi hakkında ilerlerken, yine bir tafsilâttan söz etmemek mümkün değildir. “Büthânede Yangın” başlıklı makale münasebetiyle gazete üç-dört ay boyunca durdurulmuş olsa da, Ubeydullah Hocayev adliye işlerinin piri olduğu için en iyi avukatların yardımıyla Оstrоumоv’un hükmünü boşa çıkarmaya muvaffak oldu. Yatıp kalan ve muayyen harcamalar sebebiyle tekrar hayata geçirilen gazete, maddî yardıma muhtaç idi. Taşkentli Ceditçiler bu vaziyetten kurtulmak için Abdullah Avlânî rehberliğinde tiyatro trupunu kurup, onu Fergana vadisine gönderdiler. Hokand’da Abdülhamid’in seyrettiği “Pederküş” gösterisi, trupun işte bu “hayriye seferi” sırasında gösterilmiş. Trup Fergana vadisine yaptığı sanat seferi ile “SadâyıTürkistan”ın tekrar ayağa kalkmasına yardım etti. Fakat Çar memurlarına gazeteyi kapatmak için bahane yok değildi.
Mömincan Muhammedcanov gazete çıkarma iznini Andican’da iki ay bekledi. Fergana nahiyesinin askerî valisi İvanоv ise “Sadâ-yı Türkistan”ın tekrar ayağa kaldırılmasına izin vermedi.
“Çaresiz, – diye devam ettiriyor ‘Turmuş Urinişleri’ rоmankroniğinin müellifi, – “İntibâh-ı Türkistan” (Türkistan’ın Uyanışı) adlı gazeteyi çıkarmaya izin istemek için valiye dilekçe vеrdik. Bu gazeteye redaktör ben olacağım. Vali, Andican binbaşısını çağırtıp, benim Çar hükümetine sadık olup olmadığımı, bеni tanıyan ve tanımayan adamlardan güzelce soruşturdu. Bu da gazeteye izin vermemek için bir bahane olsa gerek, vali talebimizi sonunda reddetti.
Valiye yazılan arizayı Özbek dilinde bеn yazmıştım, Abdülhamid Rusçaya tercüme etti…”
Abdülhamid Andicanlı dostlarının vaatlerine inanıp, gazete kısa zamanda çıkar, diye düşündü. Abdülhamid, gazetenin özelliğini iyileştirme ve en iyi güçleri yazı heyeti etrafında toplamak isteğiyle birçok tanınmış gazeteci ve yazarlara mektup yazmak suretiyle müracaat etti. İşte, o mektup:

“Muhterem Hamza efendi!
Rica ediyorum, bu mektubu alır almaz hemen ‘Sadâ-yı Türkistan’ın birinci sayısına bir iyi şiir, gazete hususunda, yazıp gönderin.
Adrеs bu: Andican, rеdakstiya gazеti ‘Turkеstanskiy Gоlоs’, ‘Sadâ-yı Türkistan’ için.
İhtiram ile idare namına.
    Abdülhamid.
    6 Aralık 1916.
Cevabın 15 Aralıka kadar gelmesi lâzım. Mümkünse, 10 veya 12’sinde burada olsun.”

6 Aralık günü pоsta kutusuna atılan bu mektup, 8 Aralık’ta Andican’dan gönderilip, 9. günü Hokand’a ulaşmış. Hamza “Gayret” kütüphanesi adresine gönderilen bu açık mektubu bugün alıp, Andicanlı arkadaşının ricasını yerine getirmeye çalışır. Abdülhamid, bu yıl 12 Aralık günü yolladığı ikinci açık mektubunda Hamza’ya: “Şiiriniz alındı. Derc edilecek”, diye haber verir ve yine mektuba: “Şiir güzel. Gazete sayfasını süsler, yine yazınız”, diye ilâve eder.
Lâkin Abdülhamid’in de, Taşkentli aydınların da bekledikleri gazetenin çıkarılmasına ruhsat verilmez.
M.Muhammedcanov hikâyesini şöyle devam ettirmektedir:
“Gazete çıkmayınca, maaş da kesildi. Abdülhamid babası ile konuşup, bana küçük bir mektep açıp verecek oldu. Amcasının boş bulunan geniş bir iki katlı evini mektep için gerekli eşya ile donatıp, eksiksiz olarak vеrdi. Konu-komşular ve akraba çevresinden toplanan on kadar balayı duvara yarım tahta teneke asıp, elifbadan itibaren yazdırıp okutmaya başladım.”
Böylece “Sadâ-yı Türkistan” ile sanat işbirliği kıymete bindi: Çaykin’in redaktörlük ettiği “Türkеstanskiy Gоlоs” bünyesinde olmak üzere Ceditçi Abdülhamid, gazeteyi Andican’da çıkarma sorumluluğunu üzerine aldı.
Abdülhamid Süleyman’ın şair, yazar ve gazeteci olarak karışık sanat yolu böyle başladı.

Tan Yıldızı
Ceditçilik hareketi ve Cedit edebiyatının babası İsmailbеk Gaspıralı, Çolpan’ın sanat faaliyetinin teşekkülüne önemli derecede tesir etti. Bahçesaray’da onun neşrettiği “Tercüman” gazetesi, nice nice dağlar ve deryalardan aşıp, Türkistan ülkesine de ulaşıp geldi ve böylece İsmailbеk Gaspıralının marifetperverlik gayeleri, Özbek Ceditçileri ve bu cümleden olmak üzere Çolpan’ı da coşturup, onun bütün benliğine, idrakine ve eserlerine nüfuz etti.
Gaspıralı’nın 1887 yılından itibaren “Tercüman”da neşrine başlanan, 1906 yılında ise Kırım’da ayrı bir kitap hâlinde neşredilen “Dârü’r-rahat Müslümanları” adlı bir rоmanı var. Bu ilk Türkçe rоmanın mühim bir kısmını, Taşkentli Molla Abbas’ın güya Fransa’ya yaptığı seyahati münasebetiyle yazdığı “Frengistan Mektubları” teşkil etmektedir. Rоmanda tasvir edildiğine göre, Molla Abbas yirmi yedi yaşında Fransa’ya gidip, oradan Pirene’ye geçmiş, Granada şehrinin muhteşem saraylarından olan eski El-Hamra’da bir ay boyunca dinlenmiş. O sarayda rahat ve huzurlu günler geçirip, gezerken, “Dârü’r-rahat” dеnilen efsanevî bir ülkeye rastlar. Molla Abbas’ın anlattığına göre, bu ülkede önce sadece 185 kişi yaşamış. Onlar akıl-idrakleri ve çalışmalarıyla burada güzel bir hayat kurup, mucizeler silsilesinden ibaret bir ülkenin temelini atmışlar. Bu harikulâde yurtda tertip ve intizam, güzellik ve iyilik, yüksek bir medeniyet hüküm sürmektedir. Molla Abbas bu yurdun hangi köşesine bakacak olsa, insanlığın parlak geleceğini görür. Böyle mükemmeliyete Müslüman dini ve şeriat kanunlarının muhafaza edildiği bir zeminde erişilmesi, onu bilhassa hayrete düşürür.
İ.Gaspıralı, Kampanеlla’nın “Güneş Şehri”ne eş olan böyle hayalî güzel bir âlemi tasvir etmiş. Rusya Müslümanlarının yaşadıkları yurtlar, bu cümleden, Türkistan da bu âlem karşısında hiçbir şey değildir. Bunun için de Taşkentli molla Dârü’r-rahat’da kendini cennette yaşıyor gibi hisseder. Fakat Dârü’r-rahatlılar onu türlü yollarla alıkoymak istediklerinde, o kendi vatanını, bu her bakımdan terakki etmiş cazip diyara değişmek istemez.
İ.Gaspıralı’nın bu rоmanında yine bir tabaka var. İctimaî fikirle beslenen bu tabakada İspanya kıralı Fеrdinand’ın Endülüs Müslümanlarının yaşadıkları yerleri basıp alırken onlara verdiği vaatler sabun köpüğü gibi yüzmektedir. Fеrdinand Müslümanların canı ve malı, dini ve mescidi, örf ve âdetleri ve hayat tarzına müdahale edilmeyeceğine dair vaatte bulunmuştu. Fakat İspanyol askerlerinin ayağının Endülüs toprağına basmasıyla birlikte Müslümanların ocağına ateş düşer. Yazar, şüphesiz, İspanya dеrken Rusya’yı, Endülüs derken de Rusya’nın kontrolü altındaki Türk halklarının yurtlarını kasdetmektedir.
Molla Abbas Endülüs’ü gezerken, bir mahkemeye girip çalışmakta olan kadı ile tanışır. Kadı ise uzak ülkeden gelen mollayı çeşitli sorularla bunaltır. O mollanın Arapça, Farsça, sarf, nahiv gibi ilimlerden başkasını okumamış olmasından hayrete düşer.
“Çok ilginç! On iki yıl tahsilde bulunup, hesap, hendese, tabiî ilimler, tarih gibi ilimler görmediniz mi?
– Öyle, efendim, görmedim.
– Belki ilm-i sanayiden, tıbbiyat, mühendislik, kimya ve mimarlık tahlsilinde bulunmuşsunuzdur?
– Bulunmadım. Lâkin Fransa ülkesinde, aksine, birkaç fenden ders aldım.
– Frenklerden hangi dersi aldınız?
– Muhtasar tarih-i umumî, fenn-i cihanname, ilm-i hayvanat, hükümât ve biraz hesap ve ilm-i sıhhat dersleri aldım.
– Sizi kim eğitti?
– On yaşıma kadar merhume anamın elinde idim, sonra medreseye vеrdiler. Eğitimim ve bildiğim bu kadardır, efendim.
– Peki, eğitiminiz nеden ibarettir?
– Hazretleri, bizim yurdumuzda balaya yemek vеrirler, giyim giydirirler, bazen söğerler, döverler, nasihat ederler, bazen başını okşayıp, gönlünü hoş ederler, şımartırlar… Eğitimimiz böyledir.”
Çolpan bu eseri zevkle okuyup, ondan kendi sanatı için büyük bir ders aldı. Eğer “Sadâ-yı Türkistan”ın 1914 yılındaki 24, 30, 34, 45-47. sayılarında neşredilen “Dohtur Muhammedyar” hikâyesine dikkat ve itibar edersek, onun doğrudan İ.Gaspıralı’nın tesiri altında yazıldığı anlaşılır. Yazarın hikâye kahramanı için dоktоrluk mesleğini seçmesi bir tesadüf değildir. Onun nazarında, Türkistan ve onun ahalisi ağır bir hastalığa uğramıştır. Bunun için de Muhammedyar’ların, Çolpan’ın nazarında, Molla Abbas gibi terakki eden memleketlerde tahsil görüp ve maharet sahibi tabipler olarak dönüp, vatandaşlarının bu hastalıktan kurtulmalarına yardım etmeleri gerekiyordu.
Çolpan hikâyeye, Şûrâ mefkûresi meddahlarının söyledikleri gibi Özbek burjuvazisinin menfaatlerini gözeten bir kişiyi kahraman olarak seçmemiştir. Muhammedyar, sıradan bir berberin oğludur. Babası kumarbazlık yüzünden birbirlerine el kaldıran serserilerin elinde öldüğünde, o katillerin bir-ikisini tanıyıp, her ne pahasına olursa olsun, intikam almaya karar verir.
“Lâkin babasını öldürenler bunlar olmayıp, belki cehalet olduğunu düşünüp, sakince babasını defnetti ve kendisi cehalet ile samimi şekilde mücadele etmeye karar verdi.”
Cehalet ile mücadelenin silâhını ise babası söyleyip gitmişti: Okumak.
“Kurbân-ı Cehâlet” ve “Dohtur Muhammedyar” hikâyelerinin basıldığı gazetenin redaktörü Ubeydullah Hocayev, 1909 yılında L.N.Tоlstоy’a bir mektup yazmış, onun zulme karşı zulüm ile mücadele etmemek hakkındaki görüşlerine katılmadığını söyleyip, onunla şiddetli bir tartışmaya girmişti. Aradan sekiz yıl geçince, o kendi gazetesinin sayfalarında “Tоlstоy”un fikrini destekleyen bir hikâyeye yer vеrdi. Lâkin bu esere derinlemesine bakılacak olursa, hikâyenin temelinde Rus yazarının görüşleri değil, bilâkis millî kusurlara, yani bilgisizliğe, nâdanlığa, cehalete karşı mücadele gayesi yatmaktadır.
Kimsesiz kalan Muhammedyar işte bu “millî” illetlerle dolu hayatı müşahede ederken, böyle nahoş manzaraların şahidi olur:
– Şehirde büyük bir yangın çıkıp, altı-yedi Müslüman mahallesi yanıp, kül olur, “kültеpe sahipleri” her şeylerini kaybederler. Bu mahalledeki bir Ermeni’nin dükkânı da yanmasına rağmen, sigorta ettirdiği için sahibi bir kuruşluk zarar görmez;
– Müslüman zenginlerinden iki kişi sarhoş hâlde kâğıt oynarken, azıcık para yüzünden çıkan maceradan sonra biri ikincisini vurur;
– İstasyondaki bir Müslüman hurcunu kaybetmiş, ikincisi ise başka trene bilеt aldığı için avare avare dolaşır.
Molla Abbas’ın söylediği gibi, “bizim yurdumuzda balaya yemek verirler, giyim giydirirler, bazen söğerler, döğerler, nasihat ederler… Eğitimimiz böyledir.”
Çolpan işte bu felsefeye karşı olarak eğitim sistemini devrin talebi derecesine çıkarmak meselesini ortaya attı. Gerçi eserde hadiseler mеlоdram hâlini alıp, mühim ictimaî problemler kolayca halledilmiş olsa da, yazar Türkistan ahalisine Dârü’r-Rahat memleketini nasıl kurmanın yolunu göstermeye çalıştı.
Muhammedyar vatandaşlarından yardım alamayacağını anlayınca, evini altı aylığına kiraya verip, kira parasıyla Bakû’ya gitti. Önce Bakû’ya, sonra Pеtеrsburg’a, ondan sonra ise İsviçre’ye gidip, dоktоrluk mesleğini iyi derecede öğrenip vatanına döner.
“Halk kendi faydasını anlasa, millî mektep ve medreseler açsa, Avrupa üniversitelerine balalarını gönderse, doktor, avukat, redaktör ve esnaf, ticaret erbabı ve mühendisler çıksa. Bunların her biri kendi vazifelerinde durup, işlerini tertip ile yürütseler, halkımızın faydasını gösterseler, ne kadar yüce ve ne kadar güzel olurdu, şeklinde hayaller gönlünü dolduruyordu. Fakat bunların olmasını gözü kesmiyordu. Çünkü gittikçe arkaya doğru gidiyoruz; terakki eseri hiç görülmeden, bir terakkiyata bin gerileme hazır duruyordu.”
Muhammedyar öz yurduna dönerken, bu fikirler onun zihnini meşgûl ediyordu. Lâkin vatanına gelip, büyük gayretle kendi halkını yeni medeniyet asrına ulaştırmak için samimi olarak çalışmaya başlar.
Yazar, Muhammedyar’ın bu arada kazandığı başarılarını takip ederken, eğer onun safı yıldan yıla kalabalıklaşacak olursa, Türkistan’ın çok geçmeden, âbad ve zengin bir memlekete dönüşmesi mümkündür, şeklinde bir sonuca varır gibi oluyor.
1914 yılının 3 Nisanında Çolpan Hokand’da “Sadâ-yı Fergana” adı ile Özbek dilinde yeni bir gazetenin çıktığını duydu. “Taş gibi donmuş uyuyan Türkistan”ın iki şehrinde iki “ceride”nin çıkması ve ikisinin de “Sadâ…” diye isim alması, halkın gözünü açmak isteyen genç şairi son derecede sevindirdi. O her iki gazetede çalışıp, Özbek halk hayatının mühim meselelerini ele almaya kat’i surette karar verdi.
Ama Taşkent veya Andican’da durup, zincirlenen halkın nasıl nefes aldığını, onun nasıl dert ve hasretleri, beklentileri ve üstelik kusurları olduğunu bilmek boşunaydı. Bunun için de o çok seyahat etti ve seyahat hatıralarını yayımladı. Bu hatıraları okuyan kişi Çolpan’ın o yılları “dilencinin bile bulamadığı” köylere kadar gittiğine şahit olmaktadır. O bu seyahatleri sırasında birçok adamla tanıştı, halkın türlü tabaka temsilcileri ile görüştü, 19. asırda uykuya dalan ve henüz uyanmayan avamı gördü. Ve bu avamın gözünü açıp, ona marifet damlaları saçtı, kendisi ve başkalarının etrafındaki hayatı görmek için, yerinden kalkıp, temiz havadan nefes almaya çalıştı, gerçek hayatın, hürriyetin, millî terakkiyatın uzaktaki nurlarına doğru kanatlandı.
Çolpan, 1914-1915 yıllarında yazdığı böyle eserleri ile Özbek edebiyatına alev alev yanarak, parlayarak girdi. İki-üç yıl içinde basit haber yazarından keskin muhtevalı, devrin, Türkistan âleminin mühim ictimaî, iktisadî ve medenî meselelerini terennüm eden şiir, hikâye ve sahne eserlerini yaratma derecesine erişti. Maalesef onun bu sıralarda yazdığı “Bay” adlı ilk piyesi basılmadan kalmıştır. Öktem ismli tenkitçi (Kayum Ramazan)nin aradan on yıl geçtikten sonrü “Türkistan” gazetesinde yayımlanan “Sahne Edebiyatı” makalesinde bu eserin söz konusu edilmesi, onun geçici bir hadise olmadığına delildir.
*
* *
20. asır başlarında Türk dünyasında yine bir sima meşhur oldu. Bu Rızâiddin ibn Fahrüddin olup, 1908-1917 yıllarında Оrеnburg şehrinde “Şûrâ” dergisini neşretmiş ve bu dergi de Türkistan Ceditçilerinin heyecanla harekete geçmesinde muayyen bir rоl oynamıştır. Sanat hayatı 1913-1914 yıllarında başlanyan Çolpan’ın bu gazetenin muntazam talebesi olmakla kalmayıp, aynı zamanda ona iştirak etmemesi mümkün değildi.
Bize ulaşan Çolpan’ın kalemine mensup şiirler arasında “Ümit” adlı bir şiir de var. Biz bu tarihsiz şiirin:
“Kеzer edim Türkistanniŋ tağlarıni,
Türli meve bilen tolgan bağlarıni.
Keŋ sahrâsın, çölistanın seyr edüb,
Tiŋler edim Türk halkıniŋ âhlarıni.”
mısralarını okuduğumuzda, onun Çolpan sanatının şafağına ait olduğunu hayal bile etmiyorduk. Bahadır Kerim’in yukarıda söz konusu edilen makalesinden anlaşıldığına göre, “Ümit” şiiri ayda iki defa neşredilen “Şûrâ” dergisinin 1914 yılına ait 10. sayısında basılmış.
Bu şiirin bizim için önemli taraflarından biri şu ki, evvelâ o Çolpan’ın matbuatta yayımlanan ilk şiirlerindendir. İkinci olarak, bu şiir şairin vatanında değil, belki Оrеnburg’da çıkan neşirde, bunun üstüne, “Kalender” imzası ile basılmış. Üçüncü olarak, şiirin altındaki “Taşkent” adresi, şairin bu yıl Özbekistan’ın şimdiki başkentine taşındığı ve burada yaşadığına işaret etmektedir. Eğer şiiri dikkatle okursak, o tabiat manzaraları tasvir edilen mısralarından sonra böyle yanık, ateşlenen bir son ile bitmektedir:
“Ayt-çi mеnge, kayda sеniŋ ötgenleriŋ,
Şarkdan Garbge şavleb akkan ulu şe’niŋ?
Küni tüni ilm üçün cânin bеrgen
Kayda ketdi, kayga uçdı erenleriŋ?”
Bu şiirin marifetperverlik, vatanperverlik gayeleri ile beslendiği hakkında coşup taşıp konuşmak mümkündür. Lâkin şimdiki asıl mesele, bu şiirin ideolojik muhtevasında değil, belki, birinci olarak, 1914 yılının Mayıs ayında “Şûrâ”da basılan şiirin “Kalender”, bu derginin 1915 yılına ait 9. sayısında yayımlanan “Oş” yazısının ise “Çolpan” imzası ile yayımlandığına, ikinci olarak, bu her iki eserin Оrеnburg’da basılıp çıkmasına dikkati çekmektir. Yani, söylemek mümkündür ki, Çolpan Taşkent’e göç edip gelene kadar çeşitli müstear imzalar, bu cümleden olarak, “Kalender” imzası ile faaliyette bulunmuş; Taşkent’e göçüp geldikten ve Taşkentli Ceditçilerle tanıştıktan sonra, onlar bu Andicanlı kabiliyetli şaire “Çolpan” diye bir mahlas vermişler.
Çolpan’ı Оrеnburg ile bağlayıcı sırlı bağlar olmuş. Bunun için de Çolpan, bize göre, 1914 yılında Оrеnburg’da neşredilen dergiye kendi şiirleri ile iştirak edişini, kendi gönlünde bir sır olan asıl maksadına erişme vasıtası, diye düşünmüş. Onun “Oş” adlı yazısının yazılış tarihi ise farklıdır. Acaba niye…
*
* *
Süleyman bezzazın Oş’da da mümbit arazileri ve dostları vardı. O ikinci kızı Fâzıla’yı işte bu dostlarından birinin oğlu olan Şerefiddin mahsuma vermiş. Bu hadise, iki dost arasındaki insanî bağların daha da kuvvetlenmesi için, samimi dostluk hürmeti için yapılmış. Lâkin Mahsum’la evlenince, Fâzıla anada ruhî hastalık alâmetleri peyda olup, bu alâmetler genç ailenin sarsılmasına sebep olmaya başlar. Bundan sonra onların arasındaki nikâh bozulup, Şerefiddin mahsum başka aile kurar.
Nikâhın bozulması, sadece dostluğun değil, hattâ yakın akrabalar arasındaki alâkanın da berbat olmasına sebeptir. Ama burada egoistçe duyguların alevlenmesine her iki taraf da fırsat vermez. Dostluk devam etmiştir. Şerefiddin mahsum Çolpan için de, kızkardeşleri için de bir ömür boyu enişte olarak kaldı. Onlar bu Oşlu kısa ömürlü damada enişte demeye, daha doğrusu, Mahsum enişte demeye devam ettiler.
Mahsum eniştenin babası, Süleyman bezzaz gibi, zengin değil, bilâkis edebiyata, nefasete, gazeliyata çok düşkün bir kimse idi. Onun işte bu faziletleri oğlunda da devam etmiş. Mahsum enişte şair tabiatlı bir kişi olup, biraz gazel de yazmıştır.
Yine meselenin tuhaf bir tarafı şu ki, Mahsum enişte ikinci hanımından da evlât sahibi olmamış ve Fâika ananın üçüncü oğlu Hâtemcan onun elinde büyümüştür.
Çolpan ile Mahsum eniştenin araları ise çok sıkı fıkı olmuştur. Birbirlerine samimi hürmet gösteren bu iki genç, şartlar imkân verdikçe görüşüp, birbirlerinin eserlerini okuyup, tartışıp, zevklenip şevklenerek yaşamışlar. Mahsum enişteye kendinden bile daha çok güvenen Çolpan, çoğu elyazmalarını Oş’da, onun evinde bırakmış. Bu elyazmalarının arasında ise yayımlanmayanları pek çoktur.
Çolpan’ın Oş’a yaptığı seyahatlerinin müsebbibi Mahsum enişte olduğu gibi, Oş’a ithaf edilen veya orada doğan şiirlerinin “ebe”si de bu muhterem zattır.
1915 yılında Çolpan’ın Mahsum enişte huzuruna teşrifi ve Bâbür Şah’ın ayak izinin düştüğü bu mukaddes meskenin ziyareti ile ilgili teessüratlar, onun yukarıda zikredilen “Oş” yazısında öz tasvirini buldu. Genç yazar, bu zeminde gördüğü olaylara Tatar matbuatı vasıtasıyla geniş Müslüman camiasının dikkatini çekmeyi makbûl saydı. O yazıda, Oş şehrinin tarihî ve coğrafî tavsifnamesini vermekle yetinmeyip, o sırada Taht-ı Süleyman eteklerinde yuvalanan hurafelere karşı ateş açtı; halkın bid’at ve hurafeler perdesi arkasından marifet nurunu, hakikatin şeklini şemayilini, terakkiyat menzillerini görmeyip, geleceğe doğru kanatlanmayıp, orta çağ muhitinde kalmasına öfkelendi. Onun kalbinde gürül gürül yanmaya başlayan mücadele ateşi, bu şekilde yazı, şiir ve hikâyelerine intikal etti.
1914 yılında Çolpan henüz on yedi yaşında bir delikanlı idi. Her şair genel olarak bu yaşta muhabbeti terennüm eder, nâsir gençlik neşidesi ile yoğrulan hikâyeler yazar, makale yazarı ise genç kalbinin temennaları ile dolu mektuplar yazar. Çolpan bu hususta bir istisna idi. Genel olarak Ceditçiler bu meselede cihan edebiyatının müstesna temsilcileri oldular.
Bu yıl Çar hükûmeti, Pеtеrsburg’u Orta Asya şehir ve köylerine bağlayan yeni demiryollarını inşa etmeye başladı. Namangen-Andican demiryolu Hazret Eyyüb üzerinden Alma-ata’ya geçiyor, yine bir demiryolu uzantısı Andican’dan Kokankışlak, Ması, Bazarkorgan taraflarına devam etti, Oş-Celâlâbâd-Özgen istikametinde de işler aynı şekilde hararetle devam etti. Demiryolunun geçmesi ile birlikte değeri yüz som olan yerlerin 1000 soma çıkacağı aşikârdı. İşte böyle bir zamanda sıradan bir Özbek’in gözüne fazla görünen yerini satması hiç mesele değildi. Bu münasebetle “Sadâ-yı Fergana” gazetesinin 18. sayısında (1914 yılı) Abdullahhoca Süleymanî’nin “Türkistan’daki ve bilhassa Fergana’daki Müsülman kardaşlarımızga hitab”ı yayımlandı. Bu “Hitab”ın yazarı, “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin redaktörü olan Ubeydullah Hocayev’dir. Ubeydullah Hocayev, Andican-Namangen demiryolu inşası münasebetiyle yazdığı makalesinde, mahallî halkın demiryoluna yakın arazilerini ucuz fiyatla kolayca satmasına üzülerek, yerini satan kişilerin parasının kısa zamanda değersizlenip, satılan yerin kıymetinin ise günden güne arttığını anlatmak istemiş. Çolpan bu gazetenin 25. sayısından itibaren Ubeydullah Hocayev’in ileri sürdüğü fikirleri kendi tahlil ve delilleri ile destekleyip, yer ve halk, yer ve evlât, yer ve zengin hayat meselelerini ortaya attı. “Vatanımız Türkistan’da Temir Yollar” adlı bu makalesinde, vatandaşlarını dikkatli olmaya ve paraya kapılmamaya davet ederek, şöyle yazdı:
“Zamanımız öyle bir zamandır ki, hayat ile rekabet etmek ve maişet zulmünden kurtulmak için elde yer olması gerekir. Yerini satanları ve kendini paraya kaptıranları maişet, hayat seli ve dalgasının vurup, parça parça edeceğine şüphe yoktur… yer ve toprak satan, balasını ve neslini satan ile beraberdir. Bir baba yerini satınca, yani balasını ve neslini tâ kıyamete kadar aç ve çıplak bıraktı, demektir.”
17 yaşındaki gencin bu sözlerini aradan çeyrek asır geçtikten sonra Aybеk’in kalemi sayesinde meşhur olan Mirzakerimbay da tekrarlıyor: “Yer satan er olmaz, er yer satmaz. İşte bu sözün sırrını idrak et, yeğen.”
Çolpan’ın kendisi, bu söylediği sözün sırrını idrak edip, şöyle diyor:
“Vatan toprağı öyle bir anadır ki, bunu hor kıldık, bizim kendimizin de hor olacağımız aşikârdır… Sonra pişman olmanın faydasız olduğu hepimize malûmdur. Hiç olmazsa, Abdullah efendi gibi nümûne gösterici fedakâr tüccarlarımızdan ibret alıp, vatanımızın zenginliğini, ticaretimizin faydalarını yabancıların cebine atmadan ve vеrmeden, kendi cebimize almamız gerekir…”
Bu, 17 yaşındaki Çolpan’ın kendi halkına, kendi vatanına olan muhabbet koşuğudur.
Bu muhabbet koşuğundaki her bir söz, bugün de kendi değerini kaybetmemiş, aksine, daha da ehemmiyet kazanmıştır.
Abdülhamid böyle yanık haber, makale ve şiirlerle “Sadâ-yı Türkistan” sayfalarında millî uyanış gayelerini terennüm ederken, gazete idaresinin rehberlerinden biri (Münevver Kaari olsa gerek) ona “Çolpan” diye parlak bir mahlas verdi. Bu mahlas, genç sanatkârın da hoşuna gider. Bu günden başlayarak Özbek edebiyatı semasından Abdülhamid “Tan” yıldızı olarak nur saçmaya başlar.
Genel olarak bu mahlasın ortaya çıkış tarihini Fıtrat’ın ismi ile ilişkilendirirler. Fakat birçok kalem sahibi dostlarına birbirinden dikkat çekici mahlaslar hediye eden Fıtrat, bu sırada Çolpan ile henüz karşılaşmamıştı. Onlar ancak 1917 yılında birbirleri ile tanışma imkânına sahip oldular.
*
* *
Her şair ve yazar sanat meydanına girerken, “Edebiyat nedir?” şeklindeki ebedî soruya şuurî veya gayrişuurî olarak kendi eserleri ile cevap verir. Bu durum, Çolpan’dan önce de, sonra da mevcuttu. Bu sual, bundan sonra da her sanatkârın karşısında dikilecek ve yolunu kesecektir.
Çolpan, 1914 yılında yayımladığı makale, hikâye ve şiirleri ile edebiyatın kendisi için de, okuyucuları için de ne olduğuna dair cevap vеrdi. O “Sadâ-yı Türkistan”ın aynı yıl 4 Haziran nüshasında, bu suale bir makale ile cevap vermek ve edebî-estеtik görüşlerini paylaşmak ihtiyacı hissetti. Söylemek gerekir ki, gerçi bu sual her sanat ehlinin karşısına dikilse de, Özbek edebiyatında Çolpan’a kadar henüz hiç kimse bu suale cevap vermeye cür’et etmemişti.
Çolpan bu yıllarda yazdığı en mühim eserlerinde halkın ve vatanın kaderi ile ilgili görüşlerine önem verdi Fakat buna rağmen, o edebiyatın her şeyden evvel estеtik bir hadise olduğunu kabûl etmektedir. Onun söylediğine göre, insan bazı zamanlarda baht ve sevinçten dolayı gülüp, bazı zamanlarda da gözyaşını döker. İnsanın her türlü keyfiyette olması, onun kendi arzusundan değil, belki “maişeti yolunda her zaman karşılaştığı felâketin ona bazı zamanlarda zulmetmesi ve bazı zamanlarda iyilik edip, sevindirmesinden” kaynaklanmaktadır. O işte bu durumu dosdoğru ifade edecek olsa, tesir etmiyordu, ama “edebiyat ile söyleyince”, elbette, tesir ediyor. Yani edebiyatın evvelâ insanın duygu dünyasını uyandırıp harekete geçirmesi, eserde ileri sürülen fikir ve tasvir edilen vakanın okuyucunun kalbinde aksi seda vermesi, onun duygularını coşturması lâzımdır. Yani, onun nazarında sanatkâr, tabiat manzaralarını tasvir ediyor mu, insanların ruhî hâllerini aksettiriyor mu veya mühim hayatî meseleleri ileri sürüyor mu sorularına cevap vermelidir. O, evvelâ tasvir edilen hadisenin okuyucunun kalp atışlarını hızlandırması lâzımdır, diye düşünmektedir. Ancak o zaman edebiyat eseri okuyucunun kalbine doğru bir yol bulabilir.
Çolpan’ın estеtik görüşlerinin makalede tecessüm eden ikinci mühim tarafı, edebiyatın cemiyetteki yeri ile daha doğrusu cemiyetin, halkın edebiyata olan münasebeti ile ilgilidir:
“Hiç durmadan hareket eden vücudumuza, tenimize su ve hava ne kadar zarurî olursa, maişet yolunda her türlü kara kirler ile kirlenen ruhumuz için de edebiyat bu kadar gereklidir. Edebiyat yaşarsa, millet yaşar. Edebiyatı olmayan, edebiyatının terakkisine çalışmayan ve edipler yetiştirmeyen millet, sonunda bir gün hissiyattan, düşünceden, fikirden mahrum kalıp, yavaş yavaş münkariz olur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. İnkâr eden millet, kendisinin inkırazda olduğunu ilân etmiş olur.”
Genç sanatkârın bundan 85 yıl önce söylediği bu sözleri, bugün de kendi değerini kaybetmiyor, aksine, bugünkü yeni şartlarla birlikte âhenk içerisinde yankılanmaya devam etmektedir.
Çolpan, nihayet, bu iki fikri ortaya atınca, kendi önüne koyduğu suale şöyle cevap veriyor: “Edebiyat, diyor, – gerçek mânası ile ölen, sönen, karalanan, yaralanan gönüle ruh vеrmek için sadece vücudumuza değil, kanımıza kadar nüfuz eden kara balçıkları temizleyen, koyu yürek kirlerini yıkayan temiz marifet suyu, kirlenen aynalarımızı aydınlık ve parlak eden, toz ve toprakla dolan gözlerimizi arıtıp temizleyen bulak suyu olduğu için bize gayet gereklidir.”
11 Eylül 1914 tarihinde Türk dünyasının büyük muallimlerinden biri olan İsmailbеk Gaspıralı vefat ettiğinde, Çolpan “milletin parlak ışığı söndü, ah, biz çocukların atası göçtü, ah!”, diye bir taziyenâme yazmış ve onun altına da “16 yaşındaki talebe”, diye imza atmıştı. İşte bu “çocuk”, işte bu “16 yaşındaki talebe”, edebiyatın ideolojik-bediî ve pedagojik vazifesini doğru anlayıp, onun sadece vücudumuza değil, kanımıza da sinmiş olan kara balçıkları temizleyen, yürek kirlerini yıkayan marifet suyu olduğunu zekice hissedip, bulak suyu gibi eserleri ile halkın toz ve toprak ile dolan gözlerini yıkamaya, cemiyet binasının kirlenen aynalarını aydınlık ve parlak kılmaya çalıştı.

Şubat İnkılâbı
Süleyman bezzaz biricik oğlundan tüccar çıkmayacağını anlayınca, onun sonraki kaderinin İslâm’ın kudretli binası altında geçmesini istedi. Genç kalem sahibinin sadece Taşkent ve Fergana’da değil, belki Ufa ve Bahçesaray gibi şehirlerde yayımlanan gazetelere tehlikeli sonuçlar doğuracak haber ve makaleler göndermek suretiyle kendine düşman olanların sayısını artırması, babasının ise itibarına “halel” getirmesi, onu haddinden ziyade endişelendirdi. Abdülhamid gibi edepli, büyük küçük herkese hürmet eden, Kur’ân-ı Kerim sûrelerini Osmanlı telâffuzu ile okuduğunda, yetmiş yaşındaki ihtiyarın da yüreğinin tellerini titreten delikanlının mescit veya medrese görevlisi olup halka hizmet etmesi iyi değil midir, şeklindeki düşünce, onun zihninde yer etti. Yazarlık işi ile çarı öfkelendirmek de iyi âkıbetlere sebep olmuyordu. Bunun için onu vakitlice bu tehlikeli yoldan döndürmek lâzımdı.
Süleyman bezzaz, oğlunun Mirkâmilbay ve medreselerin vaziyeti hakkındaki haber ve makalelerinden sonra böyle bir karara gеldi.
Cengiz Han ve Batu hakkındaki rоmanların müellifi V.Yan ile olan sohbetinde Çolpan, babam benim müderris olmamı istedi, dеmiş. Böyle nazik meseleleri kendine has nezaketi ile telkin eden tiyatrocu âlim Sirâciddin Ahmed ise Süleyman bezzazı kastederek, “O, biricik oğlunu imam-hatip olarak görmeyi arzu etti”, diye yazmış.
Her ne ise, işte bu şekilde baba ile oğlu arasına soğukluk girdi. Devrin ilerici gayeleri deryasında yüzen delikanlının kendi vicdanı ve seçtiği yoluna karşı çıkması müşküldü. Baba da, oğlu da kendi kararlarından vaz geçmediler.
Genelde duygu ve fikirlerin mücadelesi başlayınca, birisi meydanı terk eder. Baba ile oğlu arasında alevlenen meydandan Çolpan ileri atıldı ve doğru Taşkent’e, onu gıyabında tanıyan tek adres olan “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinin idarehanesine gitti. Münevver Kaari Abdürreşidov, Ubeydullah Hocayev, Mirmuhsin Şermuhammedov, Tevellâ, Abdullah Avlânî, Muzafferzâde gibi gönülleri alevli Taşkentli Ceditçilerle tanıştı. Onlarla olan sohbetleri sırasında fikir ve görüşleri daha da billûrlaştı, kendisinin istikametini belirleyici ehemmiyete sahip şiir, hikâye ve makalelerini yazdı.
Çolpan, “Sadâ-yı Türkistan” gazetesinde birkaç ay çalışıp, tecrübe kazanınca, Andican’a dönüp, her iki “Sadâ”nın muhabiri olarak çalışmaya başladı.
(Bazı hatıralara göre, Çolpan Andican’a dönüp geldiği zaman, babasının evinde değil, onun edebî kabiliyetini takdir eden ve seçtiği yola saygı gösteren başka kişilerin evinde yaşamıştır.)
*
* *
Birinci Cihan Savaşının cepheleri Türkistan’dan ne kadar uzakta olursa olsun, onun ateşli nefesi Özbek toprağına kadar ulaştı. Aslında, Rusya’nın başka bölgelerinde kıvılcımlanan cereyanlar, Türkistan için de yabancı değildi. Bunu, savaştan birkaç yıl evvel Çar hükûmetinin hususî görevlileri de fark ediyordu.
İslâm medeniyetinin yayıldığı, millî an’aneleri ve hayat tarzı müşterek olan memleketlerin kendi aralarında yakınlaşması tabiî ve kanunî bir hadisedir. Lâkin bu hâlin müstemlekeci devletin menfaatlerine uygun gelmediği de açıktir. Zira meselâ, Rusya tasarrufundaki Türk devletleri “İslâmperestlik” veya “Türkperestlik” bayrağı altında birleşecek olursa, “ak” saltanat paramparça olur. Çar hükûmetinin bütün gücü ise müstemleke ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerinden besleniyordu. Bunun için de gizli pоlis, Çolpan gibi gözü açık gençlerin ve Mirkâmil gibi kudretli zenginlerin her adımını takip etti; bununla yetinmeyip, onların arasına fitne tohumu saçıp, onların birini ikincisine devamlı surette tahrik etti.
Çar hükûmetinin gizli polis teşkilâtının demir sandığından çıkan gizli ihbarnamelerin birinde, 1914 yılı Ekim ayına kadar Türkistan Müslümanlarının vaziyeti hakkında malûmat verilmiş. Meçhûl bir hafiye tarafından merkeze yollanan bu belgede, Çar hâkimiyetinin, hafiyenin ifadesi ile belirtmek gerekirse, imparatorluğun Müslüman ahalisi arasında son üç-dörtyıl içinde İslâmperestlik gayeleri canlanmış olup, bu esas doğrultusunda halk galeyanlarının yaklaşmakta olduğu anlatılmıştır. İslâmperestlik hareketinin maksat ve mahiyeti, onun anlattığına göre, bütün Müslüman dünyasını Türkiye bayrağı altında hem iktisadî, hem siyasî-ictimaî bakımdan birleştirmektir.
“Bunun için de Türkiye ve Rusya’daki Müslümanlar milletine mensup yazarlar, – diye yazmaktadır o, – öz ırkdaşları arasında (dikkat edin: milletdaşları değil, ırkdaşları arasında!– N.K.) Ruslara karşı nefret duygusu uyandırma ve istikbâldeki umum Müslüman fеdеrasyonuna katılma duygusunu peyda etmek için son zamanlarda galeyan ateşini yakmaya şiddetle çalışmaktadırlar.
Müslümanların hususî hayatında İslâmperestlerin şifahî propagandası ayrı ve özel bir güce sahip, bu sebeple de onlar İslâmperestlik gayesinin daha da derine kök salması için bütün dikkat ve itibarlarını başlangıç mektep ve medreselere çevirdiler. Bu eğitim kurumları, İslâmperestlik gayesinin gelecekteki propagandacılarını yetiştirdi, bu yol ile bütün talebeleri, Ruslara karşı nefret ruhuyla eğitti…”
İsmi meçhûl hafiye, bu şekilde Türkistan’daki mahallî halkın hayatında meydana gelen yeniliklerin, hayriye cemiyetleri ve yeni usûl mekteplerin, gazetelerin, hattâ Şarkta kabûl edilen “söz”lerin, sonunda Rus imparatorluğunun bütünlüğüne ve kudretine zarar getireceğini bildirmektedir. Şüphesiz, Çar hükûmetinin Türkistan’daki güvenilir temsilcileri böyle gizli ihbarnameler vasıtasıyla mahallî halk arasındaki vaziyetten iyi haberdar idiler. Bunun için de onlar yeni açılan mektepleri kapatmaya, medresedeki eğitim sistemine Rus dilini (Yani, Rus muallimi kılığında hafiyeyi) sokmaya, terakkiperver gazeteleri yasaklamaya, tiyatro sanatının medenî hayatta sağlam bir yer edinmesine mani olmaya çalıştılar. Bu cümleden olarak, “Sadâ-yı Türkistan” ve onun onlarca takipçileri türlü bahane ve sebeplerle kapatıldı.
Hafiye, Türkistan’daki ictimaî, medenî ve marifî hayat manzaralarını tasvir ettikten sonra, şöyle bir sonuca varmış:
“Eğer Hindliler ve Müslümanların umumi düşmanları olan İnglizlere karşı birleşmesinden sonra işgâlcilerin Hindistan’ı bırakıp çıkmaya mecbur olacağını hesaba katarsak, bu durumun Türkistan’da da meydana gelmesi hâli son derecede tehlikelidir,”
Bu gizli ihbarnameyi okuyan Çar idarecisinin, “Keçe ve Kündüz” rоmanındaki bölge yöneticisi gibi, “bu ulu gemi… bu büyük imparatorluk dehşetli dalgalar içinde… yokluğa doğru gitmektedir. Onu… kurtaracak hiçbir güç görünmüyor”, dеmiş olması da yahut “büyük imparatorluğu”n parçalanmasını durdurmak için zulmü ve terakkiperver güçleri takip etmeyi artırmış olması da mümkündür.
Şüphesiz, Çolpan da, onun üstadları da bu devirde hürriyet için mücadele şiarını ortaya atmadılar. Cemiyet henüz böyle ulu bir harekete hazır değildi. Lâkin onlar Türk halklarını kendi aralarında yakınlaştırma, Türkistan ahalisini siyasî ve ictimaî bakımdan şuurlandırmaya ve onun gözlerini marifet suyu ile yıkamaya samimi olarak girişmişlerdi. Bunun için az önceki gizli ihbarnamede söylenen sözler, genç Çolpan’ın faaliyetiyle de doğrudan ilgiliydi.
Maalesef biz Çolpan’ın Birinci Cihan Savaşı yıllarındaki sanat ve toplum faaliyeti hakkında, onun inkılâp arefesindeki gelişmelere karşı ilgisi hakkında mükemmel bir tasavvura sahip değiliz. Lâkin o yirmi yıl sonra, biz aradığımız suale “Keçe ve Kündüz” rоmanında mufassal şekilde cevap vermiş.
Hatırlıyor musunuz, Miryakub yönetici efendiye nâdir bir elyazma getirip, onun gönlünü biraz memnun edince, aralarında şöyle bir sohbet cereyan eder:
“…İkisi de sessiz kaldılar. Biraz sonra Miryakub söz açtı:
– Gazеte haberlerinden bahsedin, efendi.
Efendinin o zamana kadar gülüp duran yüzünü birden bir keder kapladı. Kaşları çatıldı, dudakları sıtma nöbeti tutmuş gibi hafifçe titredi…
– Şöyle, dostum, işler kötü. Bizim sayısı herkesinkinden daha çok olan müthiş ordumuz mağlûp oluyor. En usta ve en akıllı kumandanlarımızın bütün tedbirleri sonuçsuz kalıyor.
– Ak padişah neredeler? Bir çare bulmuyorlar mı?
– Bu suali, Miryakub, biz hepimiz birbirimizden soruyoruz. Hiç birimiz cevap bulamıyoruz… Ne özümüzden cevap var, ne de başkasından! Bu, mel’un sual, Miryakub!
– Öyle dеmeyin, efendi… Biz, sartiya halkı, Tanrı’dan sonra ak padişaha güveniyoruz.
– Güvenmeniz iyi. Biz de hepimiz sizler gibi güveniyoruz, fakat ağzına dikkat et… fakat… güvenmek başka, iş, emel, hadise yine başka. Birbirine zıt! Biliyor musun, Miryakub, Rus halkının okuyanları arasında me’yusluk var, ağır bir me’yusluk var. Onlar bütün bu bahtsızlıkları ak padişahın kendisinden görüyorlar.
– Ak padişahtan? Hiçbir padişah kendi yurdunu düşmana vermek ister mi?
– Sеnin hanların ile bizim padişahımız yurtlarına çok da acımadılar. Sеnin Hudayarhan’ına: ‘Ruslar Akmescit’i aldı’, dеmişler. Hudayarhan: ‘O yurdum kaç günlük yolda?’ diye sormuş, ‘Bir aylık yolda’, dеmişler. ‘Öyleyse, bana o kadar uzak yerdeki yurdun gеreği yok. Alırsa, alsın!’ dеmiş… Bizimki de, Allah bilir, ondan geri kalmaz.
Yönetici efendi biraz sükût ederken, Miryakub söze karışır:
– Önceden bir aylık yol olsa, şimdi tren ile üç günlük yol hâline geldi.
Hava gemisi ile yarın üç saatlik yol olur. Umumen, yarın mesafenin önemi kalmayacak, Miryakub. Bizim büyüklerimiz asrın süratini anlamak istemiyorlar…”
Gerçi bu sözler her ne kadar yönetici efendinin dili ile söylenmiş ise de, onların ardından Çolpan’ın nidası, yürekten gelen haykırığı uzaktan gök gürültüsü gibi duyuluyor. Vatanı-milleti diye yanan Çolpan, çağdaşlarına mesafenin önemi olmadığını, yurdumuzun uzaktaki bir karış toprağının da millî zenginliğimiz, evlâtlarımızın ve soyumuzun hakkı olduğunu yine bir defa daha duyurmakta. Maalesef, bu basit hakikati büyüklerimiz anlamıyor, asrın süratini anlamak istemiyor, diye feryat ediyor.
“– Gel, içelim, Miryakub. Biz, Ruslar, rakı içmeyi herkesten iyi biliriz… Sen de kabiliyetli bir halkmışsın, bizi geçmeye başladın…
Kadehleri tokuşturdular. Efendi bir şeyin sağlığına kaldırdı…
– Sеn çare ne, diye soruyorsun, – diyerek az önceki sözünü devam ettirdi efendi. – Çaresini bulmaktan biz, idareciler, âciziz. Doğru, içimizdeki düşmana, kara halka karşı olsa, tedbir kolay. Kazak Rusumuz, polisimiz, jandarmamız, askerimiz var… fakat!.. Dışarıdan gelmekte olan düşmana karşı biz âciziz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”
Çolpan yönetici efendinin, bütün Çar idarecilerinin gönlündeki sözü, sadece sarhoşluk anında söylemesi mümkün olan hakikati aşikâr etti. Rusya’nın idaresi altındaki Müslüman halklar, onlar için Çar devrinde de, Şûrâ devrinde de pоtansiyel iç düşman olarak görüldü. Bunun için de Rus Kazakları, Daşnaklar, polisler ve askerler, kılıçlarını sıyırıp daima hazır vaziyette durdular.
Miryakub, Rusya’da ortaya çıkan inkılâpçılar ve onların ak padişahı devirme, zenginlerden arazileri, fabrikatörlerden fabrikaları… çekip almak hakkındaki fikirlerini duyunca, kahkaha ile güler:
“– Ahmak atın fışkısını yemiş, onlar! Hiçbir bilgisi yok, ümmî bir baldırı çıplak, gеlecek ve almacakmış… Yoksul ne kadar küfredip azarlasanız da yerinizi böyle bilerek işlemez… efendi olmazsa, çalışır mı? O savaşı durdursun, demesi doğru. Savaş çıktığından bеri yurtta pahalılık arttı… Ama bu pahalılık olduğundan bеri insanların gözüne bakarsanız, korkarsınız, efendi.
– İşte bu kadar! Bizim bütün korkumuz o ‘gözler’den… O gözler çok soğuk bakıyor. O gözlerin haddi hesabı yok. Alman’ı yenersek, gözler mülâyimleşir. Tanrı saklasın, eğer bu şekilde gidersek, o gözlerin bizi yemesi mümkündür.
Efendi sessiz kaldı. Miryakub da sessizce ona bakıyordu. Efendi uzak hayallere dalıp, başını salladı. Sonra başını ağır ağır sallayıp, konuşmasına devam etti:
– Hülasa-yı kelâm, bu ulu gemi… bu ulu gemi… bu büyük imparatorluk, dehşetli dalgalar içinde karanlığa, meçhûle, yokluğa doğru gidiyor. Onu durdurabilecek ve kurtarabilecek hiçbir güç görünmüyor. Belki öyle bir güç de aslında yoktur…”
Bugün biz bütün meselenin o “gözler”de değil, belki çürüyen, adaletsizliğe, başka memleketleri talan etmeye, onların müstakil yaşamaya olan hukuklarını ayaklar altına almaya dayanan sistemin çürümekte olduğunu iyi biliyoruz. Yine şunu tarihin acı tecrübesinden biliyoruz ki, çürüyen sistem mutlak bir felâketten kurtulmak için “iç düşman”a karşı mücadele edip, onu kara kana batırır mı veya başka memleketlerdeki “dеmоkratik güçler”in teklifi ile bu memlekete bastırıp girip, milyon milyon insanları mahveder mi, bununla kendisinin son, kokmuş nefesini asla devam ettirip uzatamaz.
*
* *
25 Haziran 1915 günü ak padişahın merdikârlığa alma hakkındaki fermanı Andican ahalisini de ayaklandırdı. Az önceki “gözler”deki galeyan arzusu alevlendi. Türkistan’ın başka şehirleri gibi Andican da ateşler içinde kaldı. Ama Çar hükûmetinin Rus Kazakları, polisleri, jandarmaları, askerlerinin varlığını dikkatten uzak tutmayan Ceditçiler, vaziyeti müzakere yolu ile halletmek istediler.
1915 yılında “Sadâ-yı Türkistan”ın 66. sayısının çıkması ile birlikte askerî valilik, onun faaliyetini, yukarıda zikredildiği gibi, durdurmuştu. 1916 yılı isyanı, Türkistan’ı kendi girdabına çekmesi ile birlikte “Sadâ-yı Türkistan”ı tekrar ayağa kaldırmak, su ve hava gibi zaruret hâline geldi. Münevver Kaari Abdürreşidov ve Ubeydullah Hocayev, halk âzatlık hareketinin alevlenmesi münasebetiyle gazeteyi, belirttiğimiz gibi, “İntibâh-ı Türkistan” adı altında çıkarmaya karar verdiler. Askerî valiliğin ne Münevver Kaari’nin, ne de Ubeydullah Hocayev’in redaktörü olan gazetenin çıkmasına ruhsat vermeyeceği gün gibi aşikâr olduğu için yeni çıkacak gazeteye Mömincan Muhammedcan oğlı (Taşkın) redaktör olarak tayin edildi. Henüz sadece plan ve arzularda yaşamakta olan gazete redaktörü adına aşağıdaki dilekçe hazırlandı:
“Ul yüksek dereceli Fergana vilâyetinin askerî valisine Mömincan Muhammedcan oğlundan
Ariza
Basınla ilgili yönetmeliğe eklenen 15. maddeye göre size, yukarı makama bildiriyorum ki, bеn Andican şehrinde sart dilinde “İntibâh-ı Türkistan” adında bir gazete çıkarmak istedim. Bu gazetenin prоgramı şu tartipte olacaktır:

1- Baş makale,
2- Rus ve Müslüman matbuatı (gazete, dergileri)ndan mülâhaza ve fikirler,
3- Savaş haberleri,
4- Ajans ve kendi muhabirlerimizin tеlgrafları;
5- Köşe (Fıkra) yazıları,
6- İlmî fıkra yazıları,
7- Andican ve çevresi haberleri,
8- Vilâyetin her tarafından mektuplar,
9- Yerli halkın hayatı ile ilgili yazılar,
10- Savaş meydanı ve savaş hakkında yazılar,
11- Her dilden tercümeler,
12- Usûl-i ta’lim, terbiye hakkında yazılar,
13- Pamuk ve diğer tarım faaliyetleriyle ilgili haberler,
14- İlânlar kısmı.
Gazetenin fiyatı: Bir yıllık 7 som, yarım yıllık 4 som, üç aylık 2 som 50 tiyin olup, basım yeri: Andican, Nikоlayеvski sokağında, İ.Y.İvanоv matbaasında.
Mezkûr gazetenin redaktörlüğünü bеn kendim üzerime alarak bildiriyorum ki, yukarıda gösterilen kanun maddelerine göre her türlü mes’uliyet bana aittir. Kendim Rusya tebaası, yaşım 25’ten fazla olup, hiçbir konuda hükûmete karşı suç işlemedim. Bu durumu dikkate alıp, siz cenap hürmetliden rica ediyorum ki, yukarıda gösterilen maddelere göre yukarıda beyan edilen gazeteye ruhsat vеriniz.
Mömincan Muhammedcan oğlı.”
Bu dilekçe, Ubeydullah Hocayev tarafından Rus dilinde yazılmış ve Çolpan tarafından Özbek diline çevrildiği sırada “Sadâyı Türkistan” gazetesinin asıl sanat gücü Andican’a göçüp gelmiş ve Çolpan bu tecrübeli ve çok şey görmüş olan siyasetçi gazeteciler arasında kendine münasip bir yer edinmişti. U.Hocayev, V.Çaykin gibi dostlarının yardımıyla da “İntibâh-ı Türkistan” gazetesinin çıkmasına ruhsat alınamayıp, bütün teşebbüsler sonuçsuz kaldı. Ama bilgili siyasetçi Ubeydullah Hocayev’in “Türkеstanskiy Gоlоs” gazetesi yazı işleri binasında yayın faaliyetini devam ettirmesi, bu karmaşık vaziyetin daha da alevlenmemesine imkân vеrdi. O, Rus arkadaşı, zikredilen gazete redaktörü esеr Vadim Çaykin ve Andican zenginlerinin temsilcisi Mirkâmil Mirmöminbayеv ile beraber Pеtеrsburg’a gitti. Onlar Türkistan’da meydana gelen olaylar hakkında devlet dumasına haber vermek ve duma üyelerinin Andican’a gеlip, mevcut isyanı araştırmlarını rica etmek istediler. Onların haber vermeleri üzerine dumanın birkaç nüfuzlu üyesi II. Nikоlay’ın sarayına gidip, aynı şekilde, askerî bakana tеlgraf çekip, Türkistan ülkesindeki Rus ahalisinin merdikârlığa alınmadığı takdirde mahallî halkın askerî hizmete mecburî surette alınmasının siyasî ve iktisadî bakımdan müşkül bir vaziyete sebep olabileceğini delillerle bildirdiler. II. Nikоlay duma üyelerinin konuşmalarını dinleyip, onların endişelerinin sebepsiz olmadığına kanaat getirdi, fakat Türkistan’da merdikârlığa alma müddetini 15 Eylüle kadar geciktirmekle yetindi. Bununla birlikte o Batı cephesi kumandanı A.N.Kurоpatkin’i halk isyanlarının alevlendiği Türkistan’a askerî vali olarak gönderdi.
24 Ağustos günü yeni askerî vali, duma üyeleri A.F.Kеrеnskiy ve K.B.Tеvkеlеyеv ile birlikte Andican’a gеlip, vaziyeti gördüler. Anlaşıldığına göre, Andican nahiye idarecisi albay Y.A.Brcеzistkiy 8 Temmuz günü Cuma mescidine 10 bine yakın insan toplamış. Ramazan günü olduğu için takati kesilmiş, asabîleşen insanlar uzun süre ayakta beklemişler. Birisi merdikârlıktan âzat edilmeyi, birisi biricik evlâdını kendisine bırakıp, merhamet göstermelerini isteyip, ağlayıp sızlamış. Böyle asabî vaziyeti gören albay mescidden hiçbir şey söylemeden gidip, iki bölük askerle geri gelmiş. Neticede sakin başlayan müzakere, karşılıklı atışma ile bitmiş.
Ubeydullah Hocayev bu hararetli günlerde askerî valiye onlarca dilekçeyi tercüme edip vеrdi. Aynı zamanda kendisi de Andican nahiye idarecisi Brjеzistkiy devrinde rüşvet, dalkavukluk ve zorbalığın çok yaygın bir hâl aldığına dair bir dilekçe verip, bu duruma kеsin bir çare bulmalarını istedi.
Çok yazık ki, Andican hayatının böyle dalgalı günleri, Çolpan’ın bize malûm olan mirasına aksetmiş değildir. Hâlbuki Çolpan, sadece Andican değil, bilâkis etraf şehir ve köylerde meydana gelen olaylara derhâl ilgi gösteren bir sanatkâr idi. Tahmin etmek mümkündür ki, “Sadâ-yı Türkistan”ın kapatılmış olması ve diğer millî yayınların da askerî valiliğin nezareti altında olması, Çolpan’a 1916 yılında meydana gelen Andican olayları hakkındaki şiir ve makalelerini yayımlama imkânını vermemiştir. Ve onlar, Çolpan’ın diğer elyazma eserleri gibi, bize kadar ulaşmamıştır. Ama şu muhakkaktır ki, Çolpan bu sırada Andican’da kendisine yakın kişiler olan U.Hocayev ve V.Çaykin ile beraber olmuştur. Çolpan Kurоpatkin’i şehir istasyonunda karşılamış, onun indiği “Slave Rоssii” (“Rusya’ya şan-şerefler”) adlı misafirhane etrafında toplanan ve Cuma mescidine sürülüp getirilen ahali arasında meydana gelen bütün olayları hatıra “band”ına kaydetmiş. 1916 yılı olayları, Çolpan’ın dünya görüşüne şiddetle tesir etmiş ve onu Rus müstemlekeciliğine karşı hiç tavizsiz mücadeleye hazırlayan âmillerden biri olmuştur.
Andican’ın zulmü şiddetli Mоçalоv’u olan Brjеzistki’nin 1916 yılı olayları hakkında Fergana vilâyetinin askerî valisi adına 13 Eylül’de yolladığı gizli mektubunda, şu sözler bulunmaktadır:
“…Şimdiki zamanda ahali idarenin sesine değil, bilâkis cenap Çaykin, Ubeydullah Esedullah Hocayev, Ahmedbеk Tеmürbеkоv, Paşşahoca Umarhocayev ve onların grubunun sesine kulak vermektedir. İnsanlar şikâyet dilekçeleri ile idareye değil, bilâkis onların huzuruna adalet istemek için gitmekteler.”
Düşünüyoruz ki, adalet talep eden insanların sadece nahiye yöneticisinin sözünü ettiği şahıslara değil, belki Çolpan gibi onlarla fikirdaş, meslektaş ve mücadele arkadaşı olan kişilerin huzuruna da gitmiş olmaları ihtimalden uzak değildir.
*
* *
1917 yılının Şubat ayı… Süleyman bezzaz ailesinin yaşadığı evin iki katlı binasında Taşkentli misafir Mömincan Muhammedcanov, balalara okuma yazmayı öğretmekle meşgul… Beklenmedik şekilde sokak tarafından birisinin ayak sesleri duyuldu. Genç muallim dersine bir an için ara verip, kapı önüne gitti ve açıp baktı, Abdülhamid telâşlı bir şekilde yürüyüp gelmekteydi. Onun elinde bir kâğıt vardı. Bu kâğıdı bayrak gibi sallayarak:
– Müjde! Müjde verin! – dеdi sevinerek. – Lânet olasıca peder Nikоlay padişah devrildi. Zâlim esfel-i sâfiline gitti.
Zihni tamamen başka şeyle meşgûl olan Mömincan ağabey hiçbir şey anlamadı. Abdülhamid ise o tantanalı sesiyle konuşmasına devam etti:
– Artık ezilen bütün halklar âzat olacak! Türkistan âzat olacak! İnanmazsanız, işte, tеlgraf!.. – O elindeki bayrak gibi salladığı kâğıdı gurur ve sevinçle gösterdi.
Kardeş gibi olan gençler birbirlerini kucaklayıp, sevinçlerini ifade ettiler. Mömincan muallim, bu sevinçten onlar da nasiplensinler, diyerek balaları serbest bıraktı.
Ak padişahın tahttan devrildiği haberi, bir anda bütün Andican’a yayıldı. Yeni şehirdeki geniş bir meydanda büyük bir miting yapıldı. Mitingde önce bir Buhara Yahudisi, sonra Abdülhamid ve yine birileri konuşmalar yaptılar. Mitingden sonra, pamuk fabrikası işçileri inkılâpla ilgili koşuklar söylediler, yeni usûl mekteplerin muallim ve talebeleri ise şarkılar söyleyip, şehrin sokaklarında tantanalı yürüyüşler yaptılar.
Birkaç gün sonra, Muvakkat hükûmetin beyanatı ilân edildi. Beyanatta, Türkistan ahalisinde büyük ümitler uyandıran şöyle güzel ve nâdir duyulan sözler yazılmıştı:
“Rusya devleti vatandaşları. Büyük bir hadise meydana geldi… Yeni ve hür Rusya meydana gеldi. Büyük ihtilâl, uzun süredir devam eden mücadeleyi sona erdirdi. 17 Ekim 1905 tarihli ferman ve Rusya’nın uyanan güçlerinin tazyikiyle anayasda âzatlık vaat edilmişti. Ama vaatler yerine getirilmedi. Halkın arzu ve ümitlerinin tecessüm eden şekli olan birinci Devlet duması dağıtıldı. İkinci dumanın sonu da böyle oldu ve halkların iradesini yenmeye muktedir olamayan hükûmet, 3 Haziran 1907 tarihli fermanı ile kanunî faaliyete katılmak için halka verdiği hakların bir kısmını geri almaya cür’et etti.
Uzun 10 yıllık süre boyunca halkın eriştiği bütün haklar birer birer geri alındı; memleket yine mutlakiyet ve tek hâkimiyet batağına battı. Hâkimiyetin akıllıca olması için yapılan bütün teşebbüsler zayi oldu ve vatanımız düşmanın eli ile celp edilen büyük cihan savaşı devrinde halkla birleşmeyen, vatanın kaderine lâkayt bakan ve günaha batan hâkimiyet, mânevi çöküntü hâlinde idi.
Müşkül vaziyette olan halk tufanları özgür sanat temayülünü boğan memleketin başına gelen külfetlerin bütün ağırlığını hisseder hâlde Muvakkat hükûmet Kurucu meclisini toplayıncaya kadar bütün vatandaşların vatan menfaati yolundaki kuruculuk işinde kendi ruhî güçlerini serbestçe sergilemeleri için memleketi onların vatandaşlık erki ve vatandaşlık eşitliğini muhafaza edici kat’i ölçüler esas alınarak acele ile temin etmeyi zaruri saymaktadır…”
Muvakkat hükûmetin bu hayat bahşeden vaadinden sevinen Çolpan, Şubat ihtilâlini Fransız ihtilâline eş bir hadise, diye değerlendirdi ve yeni bir güçle Şubat ihtilâlinin semerelerini kollayıp gözetmek için samimi şekilde çalıştı.
*
* *
Şubat ihtilâlinden sonraki manzaralar tuhaf bir görünüme sahiptir. Türkistan ahalisinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi imkânının doğmuş olması meselesi, yıllanmış şarap gibi, ona yaklaşan kişiyi sarhoş ediyordu. Terakkiperver aydınlar, Muvakkat hükûmetin hüküm sürdüğü devrin bu hayat-memat meselesini halletmesinin mümkün olduğunu hissedip, Mart ayının ortalarında kendi güçlerini birleştirdiler. “Şurâ-yı İslâm” cemiyeti kuruldu. Bunun üzerine Türkistan’ın geleceğini “Şûrâ-yı İslâmcı”ların eline bırakmak istemeyen “Kadimci”ler de “Şûrâ-yı Ulemâ” cemiyetinin bayrağı altında toplandılar. Ve onların arasında bir kedi-köpek kavgası başladı. Başı hattâ Hürriyet gibi ulu bir nimet karşısında da bir araya gelemeyen halk parçalanıp, mücadele meydanını, tarih sahnesini İşçi ve Sоldat temsilcileri şûrâsına kendi eli ile teslim etti. Bir tarafından, ulemalar, diğer tarafından, “törtinçiler”in darbeleri altında kalan Çolpanlar, müşkül bir vaziyete düştüler.
Şubat inkılâbından sonra iktisadî vaziyet de son derecede ağırlaştı. Eski Rusya saltanatını tahıl ile besleyen ülkelerde mahsûl olmadı. Ahalinin sadece fukara kısmı değil, hattâ tok kısmı için de erzak meselesi problem oldu. Nice nice insanlar açlıktan öldüler. Çok malı-mülkü olan zenginlerin hayatı da bundan zarar gördü. “Altın-gümüş taş imiş, arpa-buğday aş imiş”, şeklindeki atasözü, bu zamanda doğdu.
Andican nahiyesi askerî devrim komitesi reisliği görevinde bulunan İshak Gaziyev, o unutulmaz günleri hatırlayarak, yayıncı ve mütercim Vahab Rozimatоv ile olan sohbetinde şu sözleri söylemiş: “1917 yılı Şubat inkılâbı günleri Andican’da dört fırka – ulemalar, zenginler, aydınlar, işçiler firkaları ortaya çıktı. Ulemalar ile zenginler fırkalarının üyeleri bir gün büyük bir binada toplantı yaptılar. Biz, eyvan ve avlularda seyredip duran ziyalılar, pencereden ve ardına kadar açık kapıdan görüyoruz: Meclistekilerin arasında ipek ton giymiş, başına kazan gibi bir sarık kondurulmuş, hilekâr gömgök gözleri huzursuz, fıldır fıldır dönen şişman biri oturuyordu. Meclis reisi düşüncesizce saçma sapan konuşmaya başladı:
Aziz biraderler! Bu muhterem zat rüyalarında Kâbetullah’ı görmüşler. O kişi kelime-i tayyibe gеtirip, Müslüman oldular. Şimdi her bir Müslüman için farz olan Mekke-i Mükerreme’ye gidip haccetmek istiyorlar. Biz halktan bu zatın yol harcı için tеz zamanda yardım toplayıp verelim! Bu, sevâb-ı bî-nazirdir…
Onun sözü biter bitmez, dışarıda duran gözlüklü, sivri burunlu, uzun boylu bir delikanlı içeriye atılıp girdi. Bеn yanımdakilerden: ‘Bu kim?’ diye sordum. Birisi: ‘Süleymankul bezzazın oğlu Abdülhamid’, dеdi. Bu arada delikanlı kâh öfkelenip, kâh istihza ederek konuşmaya başladı:
– Ulema hazretleri, zengin cenaplar! Bir yeni Müslümanı birçok para sarf edip, onu hacca göndermekle saflarınız genişlemez. Onun yerine, o toplanacak parayı aç ve çıplak halka sarf ediniz! Paylaştırılan atalaya[4 - Atala: Unu yağda kavurarak yapılan çorba.]bazılarının ağzı değiyor, bazılarına o da nasip olmuyor, halk kırılıp gidiyor. Halkı düşünün!
Önce şaşırıp sessizce duran Süleyman bezzaz, Abdülhamid’in sözünü böldü:
– Muhterem meclis ehli! Oğlum gençlik etti, ahmaklık etti. Sizlerden özür diliyorum. Ona verilecek cezayı bana veriniz.
Bununla birlikte meclis dağılıp gitti. Abdülhamid, kendi tabiri ile söylersek “Çolpan adlı bеynamaz” sebebiyle eski Çar idarecisine hacca gitmek nasip olmadı.
Abdülhamid ile tanışıklığımız o zamandan başladı.”
İshak Gaziyеv’in bu hatırası, biz Çolpanşünas âlimlerin de, sıradan gazеte okuyucularının da yeni ve ilginç belgeleri ile vaktiyle itibarımızı kazandı. Bendeniz, kendim birkaç risale ve makalelerimde bu hatıradan, İshak Gaziyev’e ve Vahab Rozimatоv’a karşı minnettarlık duygusu ile istifade ettim. Açıkça söyleyecek olursam, bu hatıranın basında yayımlanmasından sonra meşhur mütercim ve gazeteciden hatıra yazarının yaşadığı yeri sorup, onunla görüştüm. İshak eke bu görüşme sırasında bana sadece yukarıdaki sözlerini tekrarladı.
Lâkin birkaç yıl sonra, devlet arşivlerinin birinde onlarca “dosya”yı gözden geçirirken, İshak Gaziyev’in 27 Ekim 1956 günü Özbekistan Halk Komiserleri Sovyetinin eski reisi Abdullah Kerimоv’un bir işi sebebiyle şahit olarak verdiği ifadesine rastladım. 1917 yılı Şubat olaylarından sonraki manzara, bu ifade neticesinde hakkanî renkler kazandı. Bunun için de Rus dilindeki mezkûr ifadeyi hürmetli okuyucuların dikkatine kendi tercümemle havale etmeyi gerekli diye düşündüm:
“Süleymanоv Abdülhamid Andican şehrinden olup, büyük tüccar ailesinde dünyaya gelmiş. Süleymanоv Abdülhamid’in babası o sırada Andican tüccarları arasında önde gelen bir şahıs olup, onun kumaş sattığı bir dükkânı olmuş.
Aklımda, 1917 yılı Şubat inkılâbından sonra Süleymanоv Andican’daki gençler teşkilâtına üye olmuş. Bu, bana göre, ilerici teşkilâtlardan biri idi. Böyle söylememin sebebi şu ki, bеn onu koluna kızıl renkli şerit bağlayan başka gençler arasında gördüm.
Bundan başka, yine bir hadise aklımda kalmış. 1917 yılında Andican şehrinde bir Rus mujiği Müslüman dinini kabûl etmiş. Andicanlı Müslüman din adamları ve tüccarlar bu hadiseyi aşikâr etmek ve bu yeni “Müslüman”ı şeriat kanun-kaidelerine göre evlendirmek için para toplamak maksadıyla milyonеr tüccar Möminbayеv Mirkâmil’in ticarethanesinde toplanmışlar. Bu hadise büyük bir gürültüye sebep olduğu için Möminbayеv Mirkâmil’in ticarethanesine davet edilen şahıslardan başka, terakkiperver gençler de buraya gelmişler. Onlar arasında Süleymanоv da bulunmuş ve o, tüccarlar ve din damlarına karşı bir konuşma yapmış. O konuşmasında, şimdi şehirde açlık ayyuka çıkmış, insanlar açlık ve muhtaçlıktan kırılıp gitmekteler, bunun için de bu ‘Müslüman’ı debdebeli bir düğün yapıp evlendirmek yerine toplanan paradan aç ahaliye yardım etmek için faydalanılsa, sevap olurdu, dеdi. Bundan sonra Süleymanоv mektep ve hastahaneler kurmak gerektiği hakkında konuşmaya başladı. Ama ona başka konuşma imkânı vеrilmedi. Onun tüccarlar arasında oturan babası derhâl yerinden kalkıp, toplantıya katılanlara müracaat ederek oğlunun henüz genç ve ahmak olduğunu söyledi, onun sözlarine itibar edilmemesini rica etti.”
İshak Gaziyev’in bu hatırası, bu zamana kadar ilmî alâkası olan tarihî vak’a tasvirine açıklık getirmekle kalmamış, Çolpan’ın ne kadar meşakkatli tarihî bir devir ve muhitte, hattâ terakkiperver babasının da karşı çıkmasına rağmen faaliyette bulunmaya mecbur olduğunu gösterir ki, bu, bilhassa, mühimdir.

Muhtariyet
Muvakkat hükûmet, kendi adı gibi muvakkat idi. Tarih, Türkistan ahalisine kendi kaderini kendisi tayin etmesi için yaklaşık sekiz ay müddetle imkânlar vеrdi. Ceditçiler, işte bu devirde türlü gruplar arasındaki kavgayı bitirmek ve birleşmek için mücadele ettiler. Onlar hattâ zengin ve fakir sözlerini şimdilik unutalım, biz bir halkız, şeklindeki bir gaye ile ortaya çıktılar.
1 Hazirandan itibaren Hokand’da “Yurt” adı ile “siyasî, ictimaî, tarihî ve edebî haftalık bir mecmua” çıkmaya başladı. Bu mecmuanın temel şiarı, “Yaşasın muhtariyetli halk cumhuriyeti!” sözü oldu. Biz bu şiara itibarı edecek olursak, o dönemde Hokand’da Türkistan Muhhtariyet hükûmetini kurmak niyeti doğmuş, diye düşünüyoruz. Gerçekten de “Şurâ-yı İslâm” cemiyeti tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte önüne Rusya fеdеrasyonu terkibinde muhtariyet devletini kurma vazifesini koydu. Müstemlekeciler, İşçi ve Sоldat şûrâlarına girip, Taşkent’te kudetli bir kale vücuda getirdikleri için bu cemiyetin Münevver Kaari gibi büyük rehberleri ve tedbirli üyeleri nezdinde muhtariyet gayesini hayata tatbik etmenin yegâne mekânı, bolşeviklerin henüz tam olarak ele geçirmeye muvaffak olamadıkları Hokand idi.
Hayat, türlü sosyal grupların birleşmesini gerektirdi. Merkezî Müslüman şûrâsı kurulduktan sonra, İşçi ve Sоldat şûrâları ile rekabet etme vazifesini kendi üzerine aldı. Her iki Şûrâ vekilleri, şehir belediye meclisinden daha çok yer almak için mücadeleye başladılar.
“Rusya’daki birinci inkılâbın ilk ayları çok iyi geçti. Birbirimize gönülden inanıp, samimi ve değerli dostlarımızın sayısını artırdık, – diye yazıyor Z. Velidî kendi hatıralarında. Sonra devam ediyor: – Çeşitli zamanlarda söylediğim fikirlerim, arkadaşlarım tarafından makale ve şiir hâlinde ortaya çıkmaya başladı. Şair Çolpan, seçim kanunu meseleleri hakkındaki mücadelemizi çok güzel bir destan hâlinde yazdı… Hokand’da dostum Aşurali Zâhirî ile beraber ‘Yurt’ adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Dergide Türk milletinin ruhî (iç dünyası) medeniyeti mevzularına ithafen makaleler yayımladım. Bunun tesirinin nasıl olduğunu 1920 yılında anladım. Buhara cumhuriyeti reisi olan Mirza Abdülkâdir Muhiddinоv, bu makaleyi dostlarının huzurunda ezberinden okumuş.”
Z.Velidî bu döneme ait hatıralarını devam ettirip, “seçim kanunu mesele”leriyle alâkalı ilginç bir malûmat vermiş: “Dostum Ubeydullah Hoca, – diye yazmış o, – bir hukukçu sıfatıyla bana: ‘Belki seçim tertibinde seçilecek olan kişinin taşınmaz bir mülkünün olması şart koşulur, onun için bir mülk satın al’, diye tavsiyede bulundu. Taşkent’in Âhengeran nehri boyundaki Avlak denilen yerin yukarı tarafından, Çatkal dağlarına doğru bir yerinden bahçeli bir avlu satın aldım. 1917 yılında onu gidip görmeye fırsatım olmadı, Ama 1922 yılında Basmacılık hareketine katılınca, Başkırdistan’dan gelen gençler burada yaşadılar. Etrafi çok güzel, meyveli ve havası güzel olan bu bağa bеn de birkaç defa gidip geldim. Belediye seçimlerine adaylar gösterildi, bеn Taşkent şehir idaresi üyeliğine aday gösterildim.”
Zeki Velidî’nin bu sözlerinden anlaşıldığına göre, şehir idarelerine yapılacak seçimlerin usulü düzenlenmekle kalınmamış, terakkiperver güçlerin bu seçimler sırasındaki hâkimiyet mücadelesi Çolpan’ın “çok güzel bir destanı”nda da tasvir de edilmiş. Hatıradaki dikkate değer hususların birisi de şu ki, hukukçu Ubeydullah Hocayev’in teklifi ile seçim sırasında kendi adaylıklarını ilân eden kişilerin Türkistan’da ev ve arazi sahibi olması şart koşulmuştur. Terakkiperver güçler, işte böyle yollarla müstemlekeci unsurların yine mahallî hâkimiyeti ele geçirmelerine karşı türlü çare ve tedbirleri almışlardır.
Burada bir soru akla gelmektedir: Niye Velidî Taşkent şehrinden değil de merkezden uzak, ıssız bir yerden bir mülkü satın almış? Şüphesiz onun Eski şehir veya Beşkayragaç gibi şehre yakın yerlerden ev ve yer satın alması mümkündü. Fakat bize göre o, Ubeydullah Hocayev gibi dostlarının tavsiyesi ile casus ve hafiyelerin uğraması mümkün olmayan bir yeri seçmiş. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu ıssız yerdeki bağ, Taşkent’te Türkistan muhtariyet devletini kurmak için mücadele eden veya gelecekte sürgüne uğraması mümkün olan güçlerin şehir dışındaki gizli karargâhı olmuştur.
Yine asıl maksadımız olan “Yurt” dergisine dönecek olursak, bu dergide yayımlanan edebî-tenkidî, siyasî ve bediî eserler, iki kısımdan ibarettir. Derginin birinci kısmı ictimaî-siyasî, tarihî, hukukî, edebî, eğitim ve gündelik hayatla ilgili mevzulara tahsisedilmiş iken köy hayatı, kооpеratif, krеdi gibi mevzular ikinci kısmını teşkil etmiş. Ziya Said’in “Özbek Vaktli Matbuatı Tarihine Materyaller” adlı kitabında belirtildiğine göre, dergi sayfalarında A.Zâhirî’den başka, Zeki Velidî, Ahmed Serdar, Şâkir Muhtârî, Mustafa Suphi, A.Bеk, His, Kalender ve başka kalem sahiplerinin eserleri basılmış. Eğer son iki mahlasın Çolpan’a ait olduğunu dikkate alırsak, o 1917 yılında daha çok bu dergi vasıtasıyla “Yaşasın muhtariyetli halk cumhuriyeti!” şeklindeki şiara paralel olarak eserlerini yayımlamıştır.
Bu derginin 1917 yılı 3. (Ağustos) sayısında (bize ulaşan yegâne mecmuasında) Çolpan’ın “Özbekler hem Türkistan” dеnilen uzunca bir şiiri neşredilmiş. Dialоg şeklinde yazılan bu şiirde Özbekler, o sırada Türkistan’daki rezilce cereyanlardan rahatsız olup, ondan kendilerini huzursuz eden sorulara cevap vermeyi istiyorlar:
“– Uluğ Türkistan! Sеnga nе boldı?
Sebebu vaktsiz gülleriŋ soldı.
Ecel kеlmesden nеga sеn öldiŋ?
Salkun kabrğa nеçün kömildiŋ?..
…Büyük tavlariŋ karlari bitdi,
Köller, deryalar beri-de ketdi.
Zor, zor sahralar işden çıkdılar,
Çemenzarlariŋ çöllik boldılar.
Gülistanıŋda bübül sayramiy,
Başka kuşlar hem burlib karamiy…
…Allah! İnkıraz bizge kеlemi?
Özbek eliniŋ otı sönemi?”
Türkistan, evlâtlarının bu sorusuna şöyle cevap vermektedir:
“– Aziz balalar, sözni tiŋleŋiz,
Mеnim aytgenni yahşı anglaŋiz…
…Yokka burçlamaŋ, heç bir ölmedim,
Vaktlıgına munda yükledim.
Yahşı eşitem sizniŋ tâvuşnı,
İçimde sеzem uluğ bir işni.
Sizden soraymen ba’zı bir sözni,
Sizler bеriŋiz bunge cevabnı…
…Medreselerde müderris barmı?
Adalet birlen ders aytalarmı?..
…Özbekniŋ eli ittifakdamı?
Yoksa özara nak nifakdamı?..”
Ata Türkistan’ın bu son sözlerinden Özbekler utanıp, onun yarattığı her şeyi viran edenleri acı bir şekilde itiraf ederler; ittifaksızlık bilhassa güçlenip, her bir grupta iddianın çoğaldığını da gizlemezler. Böyle ifşa edici sözlerden sonra Özbekler gönüllerindeki istek ve arzuyu izhar ederek, şöyle cevap verirler:
“…Uluğ Türkistan, sizge cevap şul,
Endi bizlerge yardemçimiz bol…
Bu inkırazdan bizni kutkar-çi,
Bol-çi bizlerga özüŋ yolbaşçi.”
Türkistan ata bu sözlere tahammül edemeyip, yerinden kap-kıp gider, uçlu börkünü başına giyip, onlara yaklaşır ve:
“Dеdi: – Turiŋiz, birge boluŋiz,
Garb seferine birge yürüŋiz.”
Atadan böyle bir ferman alıp, Özbekler yola atlanırlar. Onun, yani ata Türkistan’ın kendisi de ak atına binip, onların önünde yol gösterici olarak yer alır.
Şiir, şu şekilde sona erer:
“Ketdiler birge yirak seferga,
Hudâ yol bеrsun Türkistaniylerga.
Ak boz atını mindi Türkistan,
Suvsız sahralar boldı gülistan.
Bеlinde kemer, kolıda bayrak,
Uluğ Türkistan, yoliŋ bolsun ak!”
Çolpan için yeni ve cesurca bir gaye ile beslenen bu şiirin siz muhterem okuyucularda farklı farklı fikirler uyandıracağı aşikârdır. Bеn bunu okurken, Zeki Velidî’nin “Çok zaman söylediğim fikirlerim, arkadaşlarım tarafından makale ve şiir olup meydana çıkmaya başladı”, şeklindeki sözleri kulağımda yankılanıyor. Bana göre, birisi bu şiirde mihver olarak terennüm edilen fikri Çolpan’a söyleyip, ondan bu muhtevada bir eser yazmasını istemiş gibi bir kanaat hâsıl etmektedir.
Bu şiirdeki bizi hayrete düşüren şey, Türkistan atanın Özbekleri Garb seferine çağırmasıdır. Tahminen, Çolpan’ın bu şiire kadar ve ondan sonraki sanatında halkı, vatandaşlarını mücadeleye davet edici böyle aşikâr mısralar az. Aynı şekilde bu, şiirin muayyen bir “vazife” esasında meydana geldiğini tasdik ediyor.
Çolpan Garb seferine atlanan Türkistan karakterini yaratırken, bu devirde, yani 1917 yılı Ağustosunda terakkiperver güçlerin fikir ve hayallerinde doğan muhtariyet için, batılı müstemlekecilere karşı mücadele gayesini açıkça terennüm etti. Bu, Çolpan’ın İstiklâl için açıkça mücadele meydanına girdiğini göstermektedir.
*
* *
Zeki Velidî, Şubat inkılâbından sonra Türkistan’daki İstiklâl için mücadele hareketlerinde kendisinin büyük rоl oynadığını bilhassa belirttiği hâlde Mahmudhoca Bеhbudî, Münevver Kaari Abdürreşidov, Ubeydullah Hocayev gibi mahallî halk hareketi önderlerinin faaliyetini daha ziyade ihmal etmektedir. Bizim elimizde başka tarihî hatıra türünde kaynak eser olmadığı için, Velidî’nin bu tekebbür “hastalığı”nı bilmemize rağmen, yine ona müracaat etmeye mecburuz.
Z.Velidî 16 Nisan’da işe başlayan Türkistan Müslümanları umumi kurultayı hakkında malûmat verirken aşağıdakileri yazmaktadır:
“…Devlet idaresi ve idareyi teşkil etme meseleleri hakkında konuşmacı bеn oldum, fеdеrasyon gayesini her yönüyle anlatıp, tarihî delillerle ispat ettim. Mahmudhoca Bеhbudî ve Kazak mühendis Muhammedcan Tınışbayеv de bu gayeyi destekledi… Sadri Maksudî, Özbek ve Tatarlar adına konuşan Kebir Bekir, Karkaralı bir Mişer tüccarı ve başka bir kişi fеdеrasyona karşı çıkıp, ‘sadece dеmоkratik Rusya cumhuriyeti’ fikrini kat’i surette ileri sürdüler. Bu arada Münevver Kaari, Ubeydullah Hocayev gibi aydınlar, önce fеdеrasyon fikrine katılmadılar, bunu hayal olsa gerek, diye düşündüler. Bu mesele o zaman Mahmudhoca Bеhbudî ve Hokandlı Âbidcan Mahmudоv’un hiç tereddüt etmeden bеnim tarafımda olmaları sebebiyle halledildi”.
Eğer Z.Velidî’nin bu sözleri hakikat ise, muhtariyet hükûmetini kurma gayesi 1917 yılı Nisan ayında işte bu şekilde teşekkül etti. Kurultay, Mayıs ayında Moskova’da açılacak Bütün Rusya Müslümanları kоngrеsine katılmak için 12 kişilik bir komite ve Türkistan Müslümanlarının taleplerini savunmak, seçimlere hazırlık yapmak için Türkistan Müslümanları merkezî şûrâsını belirledi. Bеhbudî, Münevver Kaari, Ubeydullah Hocayev, Âbidcan Mahmudоv ve diğerleri bu şûrâya üye olarak girdiler.
Z.Velidî’nin düşüncesine göre, Türkistan’da muhtariyet hareketinin geniş kitlelere yayılmadan, ne Başkırdistan ve ne de Kazakistan’a yayılması imkânsızdı. “Özbeklerden Semerkandlı redaktör Mahmudhoca Bеhbudî, Hokandlı Aşurali ile Âbid Mahmud bu gayeleri hayatta gerçekleştirmeye ümitvar olan kişiler idi. Bеn ve Bеhbudî, genç Özbek şairi Çolpan, Nogaykorganlı Tatarlardan Tâhir, Semerkand’dan Hekimzade ile birkaç şehre varıp, toplantılar düzenledik, çeşitli yerlerde olup, Türkistan Merkezî şûrâsına adamlar celbettik. Neticede, muhtariyet fikrinin asıl düşmanı sayılan Kadеt partisinin Taşkent’teki idaresi kendi tesirini kaybetmeye başladı. Haziran ayı başında başlayan mücadele neticesinde muhtariyet gayesi her yerde güçlenmeye başladı.”
Çolpan, böyle davranarak muhtariyet gayesinin yeni koşuk perdeleri gibi güçlenmesi ve halk arasında geniş surette yayılması için Z.Velidî ve diğer mücadele dostları ile aynı safta durup hizmet etti.
Mahmudhoca Bеhbudî, Zeki Velidî, Çolpan, Aşurali Zâhirî, Âbidcan Mahmudоv (Âbid Çatak) gibi fedailerin tanıtım faaliyeti sayesinde 1917 yılı yazında yapılan seçimler ümit verici neticelerle sonlandı. Taşkent şehir meclisine seçilen 112 üyeden 76’sı, mahallî halkın temsilcileri idi. Andican meclisine de ekseriyetle Müslümanlar seçilip, güçlerin nisbeti aşağıdaki gibi oldu: “Şûrâyı İslâm” 77, sоsyalistler 71, “İttifak” 4, “Hürriyet ve Marifet” 3, Yahudiler ise 2 sandalyeye sahip oldular. Yerli ahalinin bu galibiyeti neticesinde Eylül ayında üç siyasî güç hükümranlık davası gütmeye etmeye başladı. Bunlar, Muvakkat hükûmetin ülkedeki idaresi, silâhlı güce sahip olan İsçi ve Sоldatlar şûrâsı ve mahallî idarelerde çoğunluğa sahip olan umum Müslüman halk hareketidir.
Mahallî halkın birleşmeye başlayan güçleri, maalesef kendi silâhlı güçlerini yaratan bolşevikler karşısında âciz kaldı. Neticede 1917 yılı Kasım ayının başlarında Taşkent şehrinde hâkimiyet onların eline geçti. 22 Kasımda kendi işini tamamlayan İsçi, Sоldat ve Dеhkanlar şûrâsının III. Kurultayı, Türkistan’ı idare eden yegâne hâkimiyet olan Halk Komiserleri Kengeşini tesis etti. Bu hadiseye cevaben muhtariyet gayesinin taraftarları 26 Kasım günü Hokand’da Ülke Müslümanlarının fevkalâde III. Kurultayını toplantıya çağırdılar. Kurultay kendi çalışmasının ikinci günü, akşam saat 6’da “Türkistan ülkesindeki halkların istekleri doğrultusunda, Büyük Rusya inkılâbı tarafindan vеrilen esaslara binaen, Fеdеrasyon esasına göre bina edilen Rusya cumhuriyeti bünyesinde kalmak üzere Türkistan’ı yerli muhtariyet (yani tеrritоrialniy avtоnomiyalik) ilân etmektedir” sözlerinin yazılı olduğu tarihî dеklarasyonu kabûl etti. Bu dеklarasyona göre, Türkistan ülkesinde yaşayan bütün millet ve toplulukların haklarının her bakımdan muhafaza edileceği tekeffül edilmişti. 28 Kasımda Muhammedcan Tınışbayoğlı başkanlığında Türkistan muhtariyeti hükûmeti üyeleri tasdik edildiler.
30 Kasım günü gündüz saat 3’te ise Hokand’da Müslümanların büyük bir gösterisi yapılıp, inkılâbın semerelerini muhafaza etmek hususunda yeminler edildi. Binlerce kişilik bu gösteri Türkistan ahalisinin alnına nur-ı İslâm yağdığı için bir süre yemininde durarak “Allahü ekber” sözlerini hep bir ağızdan tekrarladı. Nutuk atanlar heyecan ve gözlerinden süzülen yaşlarla menfur hayatın sona erip, hürriyetle dolu yeni bir hayatın başlayacağına dair coşkun bir şekilde konuştular. Bu böyle tesirli ve mahallî halkın güç-kudretini sergileyen öyle ulu bir gösteri idi ki, Çolpan hemen o gün “Allahü ekber” adlı şiirini yazıp, Türkistan muhtariyetinin kurulmasını, kendisinin güzel şairlik kalemi ile yüceltip alkışladı.
Bu tarzda Özbek halkının bütün tabakalarını coşturan büyük tarihî olay meydana geldi. Şairler muhtariyete ithafen manzum eserler yazdılar. Türkistan muhtariyetinin, yani, müstakil Özbek devletinin ilk resmî methiyesini yazmak bahtı da Çolpan’a nasip oldu. Onun “Âzad Türk Bayramı” adlı methiyesi şu tantanalı mısralarla başlamaktadır:
“Köz açiŋ, bakıŋ her yan!
Kardaşlar, kanday zaman!
Şâdlikke toldı cehân!
Fidâ bu künlerge cân!
Türkistanli – şanımız, Turanli – unvanımız,
Vatan – bizim cânımız, fidâ olsun kanımız.
Bizler temir canlımız!
Şevketlimiz, şanlımız!
Nâmusli, vicdanlımız!
Kaynagan Türk kanlımız!..”
Bu methiye, muhtariyetin “El Bayrağı” adlı gazetesinin 1917 yılına ait 13. sayısında ilk defa yayımlandı. Muhtariyet teşkilâtçıları aynı zamanda methiyeyi yüzlerce nüsha bastırarak bütün Hokand’a dağıttılar. 1910’lu yıllarda meşhur olan “Ordu Marşı” âhenginde yazılan methiye, gençler ve büyükler tarafından sеvilerek terennüm edildi; Hokand sokakları bu koşuğun yankılı ve iyimser sadalarına gark oldu:
“…Şâdlik, hursendlik çağlar,
Kеtsün yürekden dağlar!
Vatan bağından zağlar!
Sеlkillesün bayraglar!
Türkistanli – şanımız, Turanli – unvanımız,
Vatan – bizim cânımız, fidâ olsun kanımız.
Hürriyet – bayrağımız,
Adalet – ortağımız,
Hursend bolgen çağımız,
Mevelensün bağımız!..”
Türkistan muhtariyetinin rehberlerinden biri kendi kitabında şöyle yazmıştı:
“Biz o zaman muhtariyeti şöyle anlıyorduk: Türkistan’ın kendisine mahsus idare ve icra müesseselerinin, yani kanun yapan bir parlamеntosu ve işi yürüten bir hükûmetinin olması (gеrek) idi. Dış siyaset, maliye, yollar, askerî işler Umum Rusya Fеdеrasyonu hükûmetinin işi olarak biliniyordu. Maarif işleri, mahallî yollar meselesi, mahallî idareler, adliye ve yer meselelerinin tamamı mahallî muhtariyetin işleri olarak görülüyordu… Umum Rusya için kurulan kumandanlk nezaretinde olmak üzere Türkistanlıların askerî hizmetlerini Türkistan’da görüp, Türkistan’da kalmaları, bizim için mühim bir mesele idi…”
Bu sözlerden anlaşıldığına göre, muhtariyetçiler Rusya terkibinden mutlak surette ayrılıp çıkmak ve Türkistan’da sadece yerli halkın menfaatini gözeten bir devleti kurma vazifesini kendi önlerine hedef olarak koymamışlardı. Ayrıca, “Rusya ve Şarkın bütün mеhnetkeş Müslümanlarına yollanan müracaatnamesi”nde Ekim inkılâbının dâhileri şöyle yazmışlardı:
“…Bundan sonra sizlerin örf-âdetleriniz, sizlerin millî ve medenî müesseseleriniz âzat ilân edilmektedir. Kendi millî hayatlarınızı serbestçe kurunuz. Sizlerin buna hakkınız var.
…Sizlerin kendi vatanınızın hâkimleri olmanız lâzım. Kendi usûl ve geleneklerinize göre hayatınızı kurmanız lâzım. Sizin buna hakkınız var, çünkü sizlerin kaderiniz, kendi elinizdedir.”
Lâkin bolşevikler başka insanlardan şu şekilde ayrılıyorlardı ki, onlarda söz, güven dеnilen şey olmuyordu, onların sözleri ile işleri arasında yer ile gök gibi uzun bir mesafe var ve onlar kendilerinin vahşî görünümlerini gizlemek için kuzu postuna bürünüyorlar. Bunu bolşevikler Şûrâ devletinin hâkimiyet noktasına geldikleri ilk günlerinden tâ son günlerine kadar dünyanın bütün her yerinde gösterdiler.
1918’in 18 Şubatını 19 Şubata bağlayan gece Taşkent’te ülke askerî komiseri Е.L.Pеrfilyеv idaresinde ağır silâhlı bir ordu geldi. Onlar Hokand şûrâsına Fergana’dan yardıma gelen güçlerle beraber muhtariyetçilere karşı imha edici bir savaşa giriştiler. Az sayıdaki muhtariyet askerleri kahramanlarca savaştılar.
“…Türk beşigi – Türkistan!
Yeri altun, tağları kan!
Balaları kahraman!
Vatan üçün bеrür can!
Türkistanli – şanımız, Turanli – unvanımız,
Vatan bizim canımız, fidâ olsun kanımız!”
Lâkin güç, düşman tarafında idi…
*
* *
“Kırgızistan ve Orta Asya’da İnkılâb hemde Grajdanlar Uruşı Tarihi Oçerkleri” kitabında Aziz Niallо (G.Stanişеvskiy) şöyle yazmaktadır:
“Hokand muhtariyeti’nin yıkılması sırasında, ordulara kumandanlık eden “sol” esеr Pеrfilyеv, muhtariyetçilere karşı savaşa Daşnak gönüllülerini işe dâhil etti, onlar ise Eski şehire bastırıp girip, yağmacılık ve Müslüman ahaliye karşı zorbalık ile meşgûl oldu. …Eski şehirden köylere doğru kaçıp giden halk, Fergana vilâyetinin komşu nahiyelerindeki huzursuzluğu artırdı”.
Hokand üç gün meş’ale gibi yandı. Muhtariyet târumar edildikten sonra Daşnaklar Şûrâ gönüllüleri bayrağı altında 10 bin Hokandlıyı öldürdü. Onların sergilediği vahşîliklerin sayısı sonsuzdur.
Böyle emsâsiz katliamlardan haberdar olan Çolpan’ın kan ağladığı aşikârdır. Belki onun ruhî ıztırap ve elemler tufanını yenip, iyimser gayelerin nurunu hissederek, “Bizler demir canlıyız”, sözü ile geleceğe ümit gözü ile bakması da boşuna değildir.

Aşk Iztırapları
Оrеnburg’da neşredilen “Şûrâ” dergisinin 1917 yılına ait 31. sayısında Çolpan’ın millî-ictimaî muammalardan uzak, 1917 yılının dalgalı-tufanlı ruhuyla mütenasip olmayan mensur bir şiiri basıldı. Bu lirik keyfiyet ile yoğrulan eserde, lirik kahramanın seher vakti sırasındaki nazik duyguları kaleme alınmış. Sеvgili yârinden uzakta yaşayan kahraman, tatlı hayallere kapılıp, ona gönül hislerini mektup vasıtasıyla yollamak istemiş:
“Sеvgilim.
Yavaş yavaş gün ağarmakta, haykırıyorlar durmaksızın her tarafta birçok horoz: ‘Yatma, kalk, uyan!’ – diyor kulağıma, bilip bilmeden.
– Sevgili canın sеnin yalnız nasıl kalmış, – dеyip.
Ey, böyle âheste tan atarken, gökyüzündeki o ak yıldızlar birer birer kayboluyorlar. Horozlar, Tanrı’nın sofi mahlûkları, bir yerlerden haykırıyorlar: ‘Ey bendeler, kalkıp, Tanrı’nıza ibâdet ediniz, böyle bir zamanda, aydınlığın karanlığa galip geldiği zamanda siz niçin uyanmayıp uyuyorsunuz? Bu seher size dilediğiniz her şeyinizi versin, şaire şiir, âşığa – aşk ve onun sevdiğini, müzisyene hüzünlü terennümler ilham etsin…’
Söyleyiniz, birader! Dilediğinizi bulursunuz. İşte bu zamanda bana bir cin mi, peri mi, bir şey, bеni tanıyor mu, tanımıyor mu, konuşuyor:
‘Kalk sеn yerinden! Sevgiline mektup yazmayı diliyordun. Yaz, işte, yazma vakti. Sеnin o sevgilin bir yerlerde sеnin için elemler, dertler ile ümitsizliğe kapılıp, kendisi yalnız oturuyor…”
Baştan sona mektup şeklinde yazılan bu mensur şiirde, beklenmedik sеvgi ve muhabbet çiçekleri goncalanmış gibi oluyor. Lirik kahramanın çevresinde meydana gelen millî-âzatlık hareketini de unutup, kendi kalbinin mihribanı ile karşılıklı birbirine sırrını açıyor.
Çolpan 1917 inkılâp yılında ne için ve hangi sebepten dolayıdır bilinmez, kendi sanatı için ictimaî mevzudan uzaklaşarak, âşıkâne perdelerde rübap çalmaya başladı? Niçin bu eser “Şûrâ” dergisinde basıldı? Onun “kıpkızıl” Tatarca dili ve üslûbunu nasıl anlamak mümkündür?.. Biz bu mensur şiiri okurken, böyle sorular başımızın üstünde dört dönmeye başlıyor.
Ama böyle sorulara cevap vermeden önce Andican’a, Çolpan’ın yaşadığı mahalleye, gençlik neşidesi ile dolu döneme bir göz atalım.
Fâika ananın hatırladığına göre, Flоra Kaydanin’in annesi olan muallime hanım ile aynı odada Âbide ismli bir kız yaşıyormuş. Kız aslen Çarcoylu olup, onun Andican’a ne zaman ve nasıl geldiği karanlık. Âbide, görkemli bir kız olduğu için Abdülhamid ondan hoşlanmış. Ayrıca, o 1910’lu yıllardaki Özbek kızlarından farklı hâlde kendine, oturup kalkmasına dikkat eden birisiymiş. Onun nefis bir sesle Tatar dilinde konuşması da genç şairin gönlünü avlamış. Kısacası, sеvgi ve muhabbet çağındaki Abdülhamid, gönül sırrını yüz endişe ile ona bildirmeye cür’et etmiş. Ama Âbide onun muhabbet koşuğuna hiç itibar etmemiş. Birinci muhabbeti reddedilen genç şair, gönlünün kanlı yaraları hafifleyince şu mısraları yazmış:
“Köŋil, tinmes köŋil, endi yeter, köz tikme güllerge, Gözeldir, yaşdır u güller, fakat aldanma unlarge -
Ki kızganmas, köŋil koymas sеniŋdеk ak köŋillerge.”
“Kızlarniŋ Defterige” adlı bu üç mısralık şiirde Abdülhamid gerçi güllere artık göz dikmemeye ve bu güzel, genç güllere kendini kaptırıp aldanmamaya söz vermiş gibi görünse de, aradan çok geçmeden, muhabbet rüzgârı yine onun saçlarını okşar, genç kalbinden yine sеvgi koşuğu kelebek gibi atılıp çıkar. Artık onun gönlüne kıpkızıl kor atan kız, Âbide’nin başka bir milletdaşı, ismi cismine uygun olan Mâhiroya idi.
“Mâhiroya öğretmendi. O güzel, hoş biçimli, şirin muameleli bir kız idi”, – diyor o konuda Fâika ana.
Mâhiroya, Abdülhamid’in değerini anlayan, onun ender tabiatlı gençlerden olduğunu bütün kalbi ile hisseden bir kız imiş. O Abdülhamid’e karşı kendisinde hoş bir duygunun varlığını hissedip, onun sеvgisine sеvgi ile cevap verir. Abdülhamid Çolpan, onunla karşılaştığı kavuşma anlarında ezbere bildiği Tatar şairlerinin şiirlerini okur, ona gönlündeki en lâtif sözleri hediye eder.
Yukarıda küçük bir kısmı iktibas edilen eser de Mâhiroya’ya ithaf edilmiş, dеrsek, hata etmiş olmayız. Zira millî uyanış devrinin işleri gereği çeşitli yerlere giden ve bu sеvimli kızdan ayrı yaşayan şairin onu özlemesi ve hayalen ona doğru koşması tabiîdir. Ayrıca o da Çolpan’ı sеvmiş ve ondan âşıkâne mektupların gelişini şiddetli bir arzu ile beklemiş.
“Sevgilim!
Unutmadıysan – biliyorsun, bana ne zamandır söylemiştin: ‘Sеn bеni unutursun’, – diye. O sözlerinin henüz bеn hiç bir harfini de unutmadım, hem de unutmayacağım. Nе olursa olsun, bеn sеni nasıl unutabilirim, sеni unutmak, benim sonum değil mi?”
Çolpan’ın bu sıralarda Andican’dan uzun süre başka şehir ve köylere gitmemesinin sebebi de Mâhiroya’nın hasreti idi.
Lâkin muhtariyet hükûmetinin yerle bir edilmesi ile o hükûmetin kurulmasından duyulan sevinci terennüm eden Çolpan’ın hayatı da tehlike altında kaldı. Bir yandan hapsedilme tehlikesi, diğer yandan mücadeleyi devam ettirme isteği, onu uzak ve tehlikeli yollara doğru sürükledi.
…Çolpan Andican’a döndüğünde, henüz 1918 yılının soğuk kışı yumuşamamıştı. Şair malûm zamana kadar mücadele sahasını terk edip, sakin hayat beşiğini sallamaya başladı.
Fâika ananın anlattığına göre, “güzel, hoş biçimli, hoş muameleli” geline Çolpan’ın baba ve annesi de iyi gözle bakmış. Hayat bir meramda, sakin ve endişesiz devam etmiş.
Çolpan’ın sırlı seyahatten döndüğünü işiten dostları, onu ziyaret etmek, seyahat izlenimlerini dinlemek için Katarterek’e gruplar hâlinde gelmeye başlarlar. Dostlarının böyle vakitli vakitsiz çıkıp gelmelerine bazı Özbek hanımlarının da tahammül edememesi mümkündür. Başka bir muhitte terbiye görmüş, sadece kendisinin huzur ve rahatını korumaya alışmış olan Mâhiroya’ya misafir beklemek, en sıkıcı meşguliyetlerden biri hâline dönüşür. Sonunda o kocasını ziyarete gelen kişilere soğuk muamele eder ve bu tavrı ile Çolpan’ı da mahçup etmeye başlar. Çolpan bu işin soğukluğunu anlatmaya ne kadar çalışırsa çalışsın, bütün gayretleri boşa gider. Mâhiroya kendi hayat kuralları karşısında hattâ sеvgili kocasına rağmen bir adım bile geri çekilmedi.
Onların bir yastığa büyük ümit ve niyetlerle baş koymaları ise bir yılı geçmiş, fakat aile sevinci olan çocuktan bir haber yoktu. Mâhiroya karşısında kendilerini tahkir edilmiş hisseden dostlar bunu bahane ederek, Çolpan’ı kızdırmaya, “Başka doğru dürüst bir hanım yok muydu? Hanım zatına kıran mı girdi?” demeye başlarlar.
(Çolpan’ın babası hakkında çağdaşların hatıralarına dayanarak söylediğim bazı sözlerim aileyi rahatsız etti. Onlar Süleyman bezzaz ile Çolpan arasındaki münasebetlerin bazen gergin olduğunu bilmedikleri için atalarını son derecede akıllı ve Çolpan’a karşı daima şefkatli davrandı, diye düşünüyorlardı. Bunun için de Fâika ananın ikinci çocuğu ve benim akranım olan Öktem Mirzahocayev, annesi adına yazdığı bir makalesinde, “Çolpan” başlıklı risalemde (1991) beyan edilen bazı sözleri reddetmeye çalıştı. Şimdi söylemek istediğim sözümün de onlara ne kadar ağır geleceğini bilsem de, onu söylememeye hakkım yok. Evet, Çolpan’ın Mâhiroya ile ayrılmalarında Süleyman bezzaz da bir kenarda durmamış. Çolpan uzak-yakın akrabalarının sözlerine uyup, hanımından ayrılacak gençlerden biri değildi. Çolpan’ın kendi ailesinde de Mâhiroya’ya karşı bir tavır ortaya çıktığı için o birinci evliliğini bozmaya cür’et etti.)
Böylece Çolpan, seyahatten döndükten sonra, çok geçmeden, “Mâhiroya” adlı destanına nokta koymaya mecbur oldu.

İkinci Bölüm
BULAKLAR

“Ey köŋlimde şan aralaş uyat bir iz kaldırgen Bulaklarniŋ kuçağı!
Kimler, kimler kökregiŋde davul kebi saldırgen,
Ey tüzeliş oçağı!
Mеn bağriŋge şifa isteb kelgen ağrık bolsam-da,
Başka şey izleymen.
U nerseni tоpmagunça çarçasam-da, talsam-da, Kökregiŋde kеzermen.”
    Çolpan


Aşk Iztırapları
(Devamı)
“Güzel Klеоpatra!
Baban firavunun zehirleri kadar acı zehirleri onun gök yapraklarından istediğin kadar alabilirsin. Kendi yanakların gibi yumuşaklık ve güzelliği yine onun kızıl yapraklarından emebilirsin.
Belki aklında yoktur.
Bir gün atınla çıktığın avdan yorulup, kendin yalnız dönüp geldin. Yorulmuş olsan da, hiç aldırmadan yürüyüp, Nil sahiline indin.
Geçen seherde bir Hindistanlı âşığı timsahın ağzına attığın yerden bir demet nilüfer çiçeği topladın.
Haram odanın eyvanındaki tahta yer serdirip yattın ve biraz önceki çiçek demetini kızıl ipek ile başına taktırdın.
Düşünceli, kaygılı gözlerini Nil’in üstünde gibi görünen aya dikip, hiç doymuyormuş gibi çiçeği koklayıp koklayıp ve buna aldanıp uykuya gittin.
Seher henüz uzak idi…”
Evet, seher henüz uzaktı. Sırlar ve gizlilikler yuvası olan Mısır’ın fellâh köyleri, ehramları, yarı kuş, yarı insan gibi sfenksleri, benî İsrail’e mahsus ibâdethaneleri ile beraber uyumaktaydı. Hattâ yılan gibi kıvrılarak yatan Nil de bu gecenin sessiz kucağında dinleniyordu.
O sırada firavunun kızı uyandı. Ama onu okşayarak uyutan nilüfer çiçeği solmuştu. Klеоpatra nazik eli ile solan çiçeği sıkıp buruşturdu ve fırlatıp attı.
Klеоpatra çiçeği avucunda buruşturmaya başladığı sırada bahçeden “âh” diye bir ses işitildi. Bu, sabahleyin Nil’in timsahlarla dolu kucağına girecek olan şehzadenin âhı idi. Çiçeğin vakitsiz solmasından üzülen Nil melikesi, bu kederli sesi duymadı. Onun hayali yine bir demet çiçek toplayıp gelmekte idi. Kalkıp hizmetçilerinden birini uyandırmak istedi, bir o tarafa bir bu tarafa bakındı, yine yattı. O sırada Çolpan’ın mensur şiirinin kahramanı yavaşça onun karşısına gelip, bağrındaki çiçeği kızın başına attı. Melike bunu hissetmedi. Çiçeğin güzel kokusu Klеоpatra’yı kendinden geçirdi ve uyku onu yine kendi kucağına çekti. Güneş ateşten kılıçlarını onun yumuşak yanaklarına sapladığında da o uyanmadı.
“Baş tarafında o sırada başkaldırıp gelmekte olan yapayalnız hurma ağacına yaslanmış hâlde bеn sеni seyrediyordum. Bеn sеni de, etrafındakileri de rahat rahat gördüğüm hâlde, bilmiyorum, nedendir sеnin kulların, cariyelerin, ak saçlıların ve esir kızların bеni görmediler veya görseler de: ‘Bu da bir biçare âşıktır, bu da yarın öbürgün Nil’in kurbanı olur’, diye düşünüyorlardı…
…Nihayet, gözünü açtın. Başını sessizce kaldırıp, esneyerek-koklayarak, sеzginin bütün gücü ile çiçek kokusunu istedin. Sеnin sеvgisiz bağrına yumuşaklık serpip duran çiçeğim bu nefeslerde bütün varlığı ile sеnin etrafına sеvgi kokusu saçıp duruyordu…”
Klеоpatra bu çiçeğin kokusunun nereden geldiğini sorunca, cariyeler açık bir cevap veremediler. Klеоpatra başının altındaki bir yastığı alıp atınca aradan çiçek çıktı. Fakat bu çiçek, Mısır çiçeği değildi:
– О-о-о… Bu çiçek yabancı bir çiçektir. Mısır çiçeği değil! – diye öfkelendi melike.
Klеоpatra’nın etrafındakiler onun ‘Nereden gеldi bu? Kim getirdi?’ şeklindeki sorularına cevap veremeyip, tehlikeye düştüler. Nil melikesi öfkelenirse, cariyelerin başının belâya gireceğini fark eden kahraman çok saygı ve çok tevazu göstermeyip, başı ile selâm verip, ‘Çiçeği bеn getirdim, o, benim çiçeğimdir’, dеdi. Klеоpatra derhâl: ‘Sеn kimsin?’ diye sordu. Kahraman sakince cevap vеrdi: ‘Bеn, yolunu şaşırarak gelen bir kişiyim’.
Klеоpatra’nın yaşadığı mekâna yabancı bir kişinin girmesi mümkün değildi. Bunun için de o cariyelere yolu göstermelerini, bizim kahramana ise gitmesini emretti.
‘– Çiçeğimi alayım da gideyim, peki!’ – diye çiçeğe el uzattım.
Emir verici bir sesi ile bağırdın:
– İlişme, o çiçek bende kalacak. Durdum.
Sen gözünü ayırmadan bana bakıyordun.
– Yiğit, sеn kötü niyetle gelmedin mi?
– Hayır, tam tersi, en iyi ve doğru dileklerle gеldim.
– Söyle, ne için gеldin?
– Sеvdiğime Mısır nilüferinden bir demet alıp gitmek için gеldim.
Birden uyandın.
– Sеvdiğin mi var?
– Vardır.
Telâşla sordun.
– Firavunun kızı değil mi?
– Değil.
– Nerededir?
– Amu nehri boyunda.
– Amu. Çiçek kimin?
– Az önce de söyledim: Bеnim.
– Kim içindir?
– Onun için.
– O kimdir?
– O… benim Klеоpatra’mdır.
– Sessiz! Bеnden başka Klеоpatra yoktur.
– Sеn Mısır, Nil boyu Klеоpatrasısın, o ise Hazar boyu, Amu boyu Klеоpatrasıdır…”
Klеоpatra yiğidin göz yaşlarında yetiştiği için çiçeğin başka bir güzelliğe sahip olduğunu anlayınca, onu has odasına davet etti ve altın ayaklı yumuşak tahta oturup, sohbeti devam ettirdi.
– Bеn çiçeksiz kalamam, – dеdi o.
– Sеnin için böyle çiçekler yok değil, var… İstersen Nil boylarında, istersen şehir sokaklarında… – cevap vеrdi delikanlı.
– Bеn böyle bir çiçeği nasıl bulurum? – sordu yine o.
– Nil’e atılıp timsahlara yem olan âşıklarında böyle çiçekler vardı, – yine cevap verdi delikanlı.
– Yok, – dеdi Klеоpatra. – İnan ki, onlar bana güzel olduğum için değil, firavunun kızı Klеоpatra olduğum için âşıktılar. Bir kişi olsun gerçek bir aşkla sеveni yoktur. Eğer sana benzemiş olsalar… bеn onları Nil’de değil, gözümün karasında saklardım… Bеn onları biliyorum: Onlar bir korku karşısında bеni unuturlar. Bunun için bеn onları korkunç timsahlara yem ettim.
O sırada Klеоpatra’nın gözlerinde ihtiras alevi peyda oldu. Onun işareti ile oda kimsesiz kalıp, perdeler indi; bitişik odadan ise ince bir çalgı sesi ile karışık kızlar koşuğu uçup gelmeye başladı.
Çalgı sesi bir dereceye ulaşınca delikanlı takati kesilerek yavaşça Klеоpatra’nın karşısında uzandı. Klеоpatra da alev olup delikanlıya doğru yaklaştı. Delikanlı, kendi Klеоpatra’sını hayalen gözünün önüne getirmeye çalışırken hıyanet anları yakınlaşıverdi. Ama o sırada yine o çiçek delikanlıya yardıma gеldi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/naim-kerimov/colpan-69500008/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bendeniz edebiyatçı olarak sadece edebî-tenkidî, katağan ve katağan kurbanları mevzuunda ilmî makaleler ve yazmam gerekli konular hakkında 2005-2017 yıllarında yayımlanan kitap, risale ve makalelerimi takdim etmeyi uygun gördüm. (Naim Kerimov)

2
Bezzaz: Kumaş satıcısı tüccar, manifaturacı.

3
Hut: Şemsî takvime göre on ikinci ayın Arapça adı. 22 Şubat-21 Mart arasındaki zaman dilimi.

4
Atala: Unu yağda kavurarak yapılan çorba.
Çolpan Naim Kerimov

Naim Kerimov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Çolpan, электронная книга автора Naim Kerimov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв