Kara Özek
Nurcan Kuantayulı
Nurcan Kuantayulı
Kara Özek
I. BÖLÜM
Körle gören, karanlıklarla aydınlık, serin gölge ile yakıcı sıcaklık asla bir değildir.
Kur’an-ı Kerim, Fatır Suresi, 20-21. ayetler
… Ne konuşacak çok şeyimiz var ne de derse gidip gelip, yurtta uzanıp yatmaktan başka yapacak işimiz. “Pamuktan yapılmış yumuşak döşek, bir taş parçası gibi böğrüme batıyor, uyuyamıyorum” diyen Abay’ın söylediği gibi bu günlerde gece yarısına bazen de şafak sökünceye kadar uyuyamıyorum.
Böyle durumlarda elime dombıramı[1 - Dombıra – Kazak Türklerinin milli çalgı aletidir.] alıp arkadaşlarımı rahatsız etmeyeyim diye yatakhanenin mutfağında sabahlıyorum.
Son zamanlarda okuldaki günlerimizi, ama en çok da büyüdüğümüz yatılı okulu özlüyorum. Sen de özlüyorsundur oralarda. Hüzünlenme, endişelenme, Hakan. Her şey iyi olmalı. Yaz başlayınca sömestrden sonra grev[2 - Grev (Rusça) – suçluların jargon kelimesi. Kazakçada “yardımlaşma” anlamına gelir. Yani, hapisteki mahkûmlara giysi, yemek, para vs. verir.] ile yine geleceğim. Kışın her şey çok aceleye geldi. Üstelik para da azdı. Ne bileyim ki? Tanımadığın yerin delik-deşiği, çukuru çok olur derler ya. Bu defa öyle olmayacak. Son zamanlarda hafta sonları gençlerle pazara çıkıyorum. Biraz para da biriktirdim.
Anlaşmalı iş[3 - Sıva, inşaat v.b. işler olabilir. Anlaşmalı olarak çalışan işe denir.] bulunsa iyi olurdu.
Para demişken… Para değişeli gıda ve mülklerin de fiyatı sürekli farklılaşıyor. Günü gününü tutmuyor. Bugün pazara gidersen fiyatın dünden farklı olduğuna şahit olursun. Paradaki bu değişiklik başlı başına bir mesele oldu.
Elli, yüz somluk[4 - Para birimi.] Sovyet banknotları şimdi beş para etmiyor. Bundan sizler de haberdarsınızdır. Haydi, biz neyse de… Zira bizde ne para var ne de servet. Ama şu halktaki karışıklığa ne dersiniz? “Dalgalar denizdeki her şeyi nasıl kıyıya vuruyorsa, sivil polislerin de sırları öyle gün yüzüne çıktı. Özellikle şehir yakınında yaşayan zengin Türkler ile Greklerin hayatı çok zorlaşmış,” diyor halk.
Zor ya, hayatı boyunca biriktirdiği tüm paralarını elli, yüz tengeye[5 - Kazakların para birimi.] değiştirip, bankaya koymadan biriktirirken hükumettekiler birkaç gün içerisinde bu paraları geçersiz ilan etti.
Ben böyle zenginler olduğuna inanmıyordum. Meğerse gerçekmiş. Çünkü kişi başına sınırlı banknot değişimine izin vermediler mi? Yukarıda bahsettiğim zengin Türklerle Grekler şimdi bizim gibi üniversite öğrencilerine “elli somu kendi adına tengeye çevirirsen, bu paranın yarısını senindir” diye yalvarıyor!
Para değiştirmek için izin verilen şu üç gün içinde halkın nasıl bir karmaşa içerisinde olduğunu bir görsen! Çok ilgi çekici şeyler olmuş. Para değişeceği ilk gün bizim bazı kurnaz arkadaşlar konservatuvar durağından taa havaalanına kadar taksi tutmuşlar. Yirmi beş km mi ne gitmişler. Tam inecekken taksi sürücüsünün eline bir tomar elli som para tutuşturmuşlar.
Sürücü hiddetlenip bağırmış:
“– Gençler! Bu saatten sonra bu paraların hiçbir değeri yok!”
Gençler, paranın durumundan haberleri yokmuş gibi davranıp saf numarası yapmışlar:
“– Nasıl yani?”
“– Öyle işte! Bugünden itibaren “elli som, yüz som” geçmiyor, demiş sürücü sinirle. Duymadınız mı?”
“– Hayır, ağabey. Şaka yapıyorsunuz.”
“– Of! Gökten mi indiniz ne?”
“– Hayır, gökten inecek akrabamızı karşılamaya gidiyoruz.”
Çaresiz kalan taksi sürücüsü bağırıp gençleri arabadan kovmuş:
“– Haydi, defolun!”
Böylesi haller çok olmuş. Türk mü, Azeri mi ne, sivil polislerden biri evinde sakladığı tomar tomar elli, yüz somluk parasını değiştiremediği için sokağa bu paraları döküp, herkesin gözü önünde yakıvermiş!
Maliyeciler buna “şok terapisi” diyorlar. Egor Gaydar bulmuş bu terimi. Bu terapi yüzünden sel vurup sudan çıkmış balıklar gibi şaşkındık. Özellikle enflasyon denen belâ çok etkili oldu. Paralar iki – üç ay içerisinde sararmış yapraklara döndü. Tasarruf ederek, insanların çocukları için biriktirdiği tüm paralar kurumuş sabana döndü. Güpegündüz soyulup çulsuz kaldılar.
Ben devrimi yaşamadım ama “Para terapisi” ile de devrim yapılabileceğinden emin oldum.
Nereden nereye…
Neyse… En iyisi, sana rüyamı anlatayım. İkimiz nehir boyunda oturuyormuşuz. Bir anda gürül gürül akan nehre soyunmadan atladın ve gözden kayboldun. Aklım gitti, canım çıktı derken, nehrin öte yakasında göründün. Kıyıya doğru kulaç atarak yüzüyordun. İyiye yorumladım. Oradan sağ salim çıkmışsın. Jeltoksan “devrimciler aklanacaklar” diyor ya… Sen de döneceksin, Hakan[6 - Hakan – Haknazar isminin konuşma sırasında kısaltılan halidir.].
Geçen sene bizim delegelerimizden biri Moskova’da Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Halk Vekilleri Kongresi’nde konuşma yapmış ya Dekabristler aklanmalı diye. Demek ki, sevinçli günler bizi bekliyor.
Başka ne yazayım… Sağlıcakla kal. Yazın mutlaka gelirim.
Sağ salim görüşelim.
Dostun Kurmaş.
28 Mart 1992
P.S. Görevli subay alır diye zarfa para koymaya korktum.
* * *
Önce hücrenin demir kapısının üstündeki küçücük pencereden bir gölge geçer gibi oldu. Sanki biri dışarıdan içeriyi gözetledi. Ardından o pencere açıldı. Kabadayı bir gardiyanın içeri fırlattığı bir paket “Prima[7 - Prima, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ndeki Kiev Tütün Fabrikasında üretilen bir Rus sigara markasıdır. Bugün, Rusya’da çeşitli tütün üreticileri tarafından üretilmektedir.]” sigarası havada döne döne uçup Haknazar’ın önüne düştü.
Haknazar o ufacık pencereye bir kez daha baktığında kimseyi göremedi. Muhafız da kapıyı paldır küldür kapattı.
Üç gün boyunca yemek borusu kaşınıp durmuştu. İştahı da yoktu. Tecrit hücresinde volta atıp duruyordu. Son zamanlarda hiç bu kadar sevinmemişti.
Sigara dumanını içine çekip üflerken “sigaranın da insana bu kadar güç kuvvet verdiğini kim bilebilirdi ki?” diye düşündü. Şakakları zonklatan baş ağrısı geçti. Göğsü de genişledi sanki. “Hücrede bu çok iyi geldi” diye düşündü. Dizlerini bükerek otururken tüm eklemleri gevşedi. Herhalde birkaç gün sigara içmediğinden olacak, başı döndü, tüm bedenini halsizlik sardı.
Hapishane yatağında yarı uyanık bir halde bir sağa bir sola dönüp duran Haknazar’ın çok sıkılan canı şimdi rahatlamış gibiydi. Ama bir iki saat sonra yine sıkıldı içi. Sanki bir şeyler eksikmiş gibi tekrar sigara içti. Kokusu zaten havasız olan hücreye iyice sindi.
Taş zeminde bağdaş kurarak otururken düşündü yine: “Hücre cezası alıp bodrumdaki bu daracık odada aylarca, yıllarca tek başına kalanların sinirleri çelik gibi sağlam, karakteri istediği kadar kuvvetli olsun, sonunda delirir. İnsanoğlunun yaradılışı zayıftır. İşkenceyle aşağılanmaya sabredecek kimse yok. Er ya da geç, bugün olmazsa elbet bir gün mutlaka kırılır. Eğilmez ama kırılır. İşte, altı yıl olmuş hapishanede ve kamplarda yatalı… Altı yıl. Eeeh, en güzel günler! Gençliğin en güzel yılları mahpuslukla yitti, gitti. Şimdi de hapishanedeyim. Zamanım hâlâ hapishanede geçiyor.”
Beş saat mi, on saat mi geçmişti hücrede? Benzi sararıp hüzünle otururken kaç saat geçtiğini söylemek zordu elbette. Ama epeyce bir zaman geçirmiş görünüyordu.
Bütün bunları aklından geçirirken hapishane koridorunda ayak sesleri işitildi. Demir kapı gürültüyle açıldı ve içerisi aydınlandı.
Haknazar onu görür görmez tanıdı.
Kapı kapanırken orta boylu sarı gençle tokalaştı. Gelen sordu:
“– Kızıllar nasıl bir suç taktı sana kardeşim?”
Kolyan adlı ziyaretçi “Buşlatını[8 - Bezelye ceketi]” altına döşedi.
“– Suç dedikleri Allah katında suç değil!” dedi.
Sanki dayısının evine gelmiş gibi yerleşiyordu.
“– Burada görevli özel polis senin halini, tavrını beğenmezse, dışkında bile suç bulur, zindana atıverir. Bizim gibi serserilere bu lağımda gecelemek, özgürlük ile temiz havanın kıymetini bilmek için gerekli yoldur. Yiğide serüven de serüven, belâlı dönem de serüvenmiş dediğin budur”.
Haknazar Kolyan’ı Ağır Sanayi Bölgesi tarafında arada bir görünüyordu. Ama ilk kez yüz yüze görüşüp konuşuyordu.
Biraz sonra Kolyan botunu çıkarıp kalın tabanının altından bir şey aldı. Naylona sarılmış küçücük iki kesenin birinden çay, diğerinden uyuşturucu çıktı.
“– Akşam yemeğine yarım saat kaldı. Hücreye yemek taşıyan mahkûmdan su alır, kaynatırız. O arada da “çok demli çay içeriz,”[9 - Çok demli çay içmek (çifirit) – uyuşturucu kullanıcılarının kullandığı kurumsal jargon.] diye konuştu buşlatına serilerek.
Sonra esmer ekmek yiyip koyu kara çayı zevkle içerken dedi ki:
“– Hadi ya? Sen hakikaten siyasi mahkûm musun? Gerçekten, siyasi mahkûm musun? 65.madde mi? Hımm. Demek “Jeltoksan Devrimcilerindensin.” (13) Bizim kederli emeğimiz boşa gitmez Sibirya cevherlerinin derinliklerinde. E he he.”
Haknazar yavaşça cevap verdi:
“-Bunun nesi komik?”
Kolyan sordu:
“– O gün ne oldu? Almatı’da o gün olup bitenleri başkalarından duyuyoruz. Ama canlı şahitten dinlemek çok daha başkadır.”
“– Bu soruları duya duya usandım artık,” diye konuştu Haknazar. Benim geldiğim madde ile gelenleri daha evvel görmeyen subaylar olmayacak şeyleri sorgulayarak beni iyice usandırdılar. Sen niye buradasın? Bu kaçıncı kez hapse girişin? En iyisi bundan bahsetsene.”
Sıkıntı ile cevap verdi Kolyan:
“– Sen de mi beni sorguya çekmeye başladın? Neyse… Söyleyeyim. Kendi iradesiyle çalan bir hırsızım ben.”
Ama ya geçmişini hatırladı ya da nereden başlayacağını bilemediğinden olsa gerekir, sustu. Uzun süren sessizlikten sonra konuşmaya başladı:
“– Yan kesiciyim ben. Cep hırsızlığını duymuş muydun? O benim işte. Dünyaya gözümü açtığımdan beri hırsızlıkla uğraşıyorum. İrtış nehrinin kıyısındaki büyük şehirde doğdum, büyüdüm. Kendimi bildim bileli babamı görmedim. Sonradan duydum. Ben dünyaya gelmeden evvel annemi bırakıp gitmiş. Ondan sonra zavallı annem kocaya gitti. O adama üç-dört çocuk doğurdu. Ne olsa onlar artık benim kardeşim. Ne yalan söyleyeyim, üvey babam beni öz çocuklarından farklı görmedi. Ama çok da candan olmadı. Aramız tuhaf bir şekilde soğuktu. Ben on iki yaşındayken annem vefat etti. Gençliğinden kalan bir hastalığı mı vardı acaba? Orasını çok da bilemiyorum. Bir- iki ay hastanede yattı. Eve geldikten sonra da öldü. Onun ölümü hiçbirimiz için kolay olmadı. Üvey babam tam bir boşluğa düştü. Erkek adam bu kadar çocuğa nasıl baksın ki? Bir akrabasını bize baş göz olsun diye eve getirdi. Artık o evde kalmak istemedim. Üvey babam da buna karşı çıkmayınca şehir dışındaki yetimhaneye yerleştim. Böylece yeni bir hayata atıldım.”
Sustu birkaç saniye. Sonra yine derin bir nefes alıp konuşmaya devam etti:
“– Küçüklüğümden beri çok yaramazdım. Derslere de merakım yoktu. Yetimhaneye gelince daha da değiştim. Oradayken nehrin öte yakasında Zareçnıy mikro bölgesinin kenarında, otogar ile tren istasyonları civarında dolaşan Vasya-Beton isimli bir yan kesicisi vardı. Onunla içli dışlı olduk. Galiba benden hoşlanmıştı. Beni yanından hiç ayırmıyordu. Neyse, sonunda yetimhaneden kaçtım. Vas-ya ile birlikte yan kesiciliğe başladım. Önce el çabukluğuyla para çalıp yan kesicilik yaptım. Şimdi de çaktırmadan giysi kesip para çalan cep hırsızıyım. Tren istasyonu yolcu salonundaki yolcuların kat kat giysilerinin içinde bulunan küçük cüzdanlarından paralarını çaktırmadan alan, tekrar cüzdanını yerine koyan yan kesiciler vardı.”
Kolyan bunları anlatırken, Kazak masallarında dalda oturan iki saksağanın kuyruk tüylerini fark ettirmeden alıp birinin tüyünü diğeriyle değiştiren kıvrak yiğit Hak-nazar geldi aklına.
“– 16 yaşımda tutuklandım ve çocuk suçluların konduğu ıslahevine düştüm, diye devam etti konuşmasına. Oradayken çok şey öğrendik. Üç sene hücrede geçirdim. Özgürlüğe kavuşunca Novosibirsk’ye gidip ellerimi sıvadım, hemen cep hırsızlığına başladım. Bundan başka bir şey gelmezdi elimden. Evet, alnıma yazılan budur. Peşime düşen polisler beni yakalamaktan hiç usanmadı. 5-6 sene sonra Kranoyarsk’deyken polisler beni yine yakaladı. Şimdi hapisteyim. Bu, benim ikinci kez hapishaneye düşüşüm.”
Hayatını kısaca özetleyen Kolyan Haknazar’dan 1986’da Almatı şehrinde olan devrimin sebebini sordu:
“– Nasıl olduğunu anlatır mısın?”
Haknazar karanlık hücrede adeta sakız gibi uzayan zamanın hızlı geçmesine sebep olur diye düşündü ve anlatmaya ve o günleri tekrar yaşamaya başladı:
O seneki kış diğer yıllara göre erken gelmişti. Kışın ilk aylarından itibaren sadece Alatau Dağının zirvesini değil, tüm yamaçlarını, uçurumlarını, geçitleriyle çayırlarını tamamını kar kaplamıştı. Şehirdeki ağaçların dalları, çalılıklar, korular ayazdan donmuştu. Ama kar kalınlığı şehirde fazla değildi. Yollardakiler eriyordu.
O gün yine yatakhane arkadaşlarıyla derse gitmişti. Aklında hiçbir şey yoktu. Her zamanki gibi öğrenciler ikinciyle üçüncü ders arasında üniversite binasının önünde Satbayev Sokağının köşesinde temiz hava alıyorlardı. Köşe bayağı kalabalıktı.
Brejnev Meydanında birden çok büyük bir kalabalık toplanmış, bu kadar kalabalığı ilk kez orada görmüştü. Ama o gün bu durumu pek de önemsememişti.
Ertesi gün hem okul binasında hem de yatakhanede insanlar çoğalmıştı. Çoğu kendi öğretmenleri idi. Bazıları da kollarına kırmızı kumaş bağlayan hükumet yanlısı insanlardı. Herkesin söylediği sadece bir cümle vardı: “Teneffüste dışarıya çıkmayınız, alana gitmeyiniz. Orada isyancılar ve devrimciler toplanmış. Onlara karışmayınız. Yatakhaneden dışarı çıkmayınız.”
“Yasakları kırmak her zaman ilgi çekicidir.” O kadar endişelenecek neler oluyordu orada? İçini merak sarmıştı bir kere.
“Nereye gidiyorsun? Otur odanda! Eğer çıkıp gidersen görürsün gününü” gibi uyarılar yapan, başlarına dikilip bağıran yetkililer hazır ortalıkta yokken Haknazar ile üç-dört arkadaşı birinci kattaki kızlar odasının penceresinden atlayarak doğru meydana gitmişti.
Brejnev Meydanı çok ama çok kalabalıktı. Meydandan Furmanov Sokağına kadar büyük bir insan seli vardı. O sokakta ilerleyerek meydana yaklaştıklarında bir sürü aracın dizildiğini gördüler. Merkez Komitesi binasından Bereke Alışveriş Merkezine kadar yoğun bir asker kalabalığı onları bekliyordu. Polisler, itfaiyeciler, sınır muhafızları, askerler, hepsi bir aradaydı, tıpkı sinema filmleri gibi, tam bir ordu.
Kalabalık ordu tarafından sarıldığını ve ne kadar çırpınsalar da omuz omuza dikilen askerlerden kurtulamayacaklarını çok geç fark etti insanlar.
Hemen emir verilmiş olacak ki boyları kadar kalkanları ve coplarıyla askerler kalabalığı dövmeye başladı. Çığlık sesleri, inlemeler meydanı sardı.
Bu manzarayı gören Haknazar ile arkadaşlarının da dışarıdan merakla izlemeye gelenlerin de ağzı açık kaldı.
Bir anda bir gurup genç, asker saflarını yarıp çıkış yolu açıverdi. Kalabalık da peşlerine düştü. Tam o sırada deminden beri hiçbir şeye karışmayan sınır muhafızları çıkış yolunu açan gençleri tekmelemeye başladı.
Ortalık toz duman oldu. Özellikle kadınların çığlıklarından az kalsın kulak zarları patlayacaktı. Safı yaran gençlerin arasında bulunan bir kız can havliyle koşuyordu. Aşağıya doğru hızlandı. Alışveriş Merkezinin yanında bulunan Haknazar’ın olduğu gruba doğru yöneldi. Onların bulunduğu yere ulaşmaya iki adım kalmıştı ki peşinden paldır küldür gelen askerin biri kızın topuğuna vurarak onu yere serdi.
Ayağı takılıp, kafasını kaldırıma çarpan zavallı kızın başından kıpkırmızı kan akmaya, durmadan yere yayılmaya başladı. Kızın haline hiç aldırmayan asker onun saçlarına sarıldı, bir oğlağı kulaklarından çekiştirir gibi aşağıya doğru sürüklemeye başladı.
Tam o sırada ellerinde sapper kürekleri olan bir gurup asker kızın peşinden yetişen iki üç Kazak gencin karşılarına çıkıp onları yakaladı.
Kızın çığlığını işiten bir genç yetişti. Ama nereden çıktığı meçhul uzun boylu bir polis gelenin karnına sert bir tekme attı. “Allah!” diye çığlık atan genç kıvrılarak düştü. Uzun boylu polis için bu iyi bir fırsattı. Yerde kıvranan genci olanca gücüyle tekmelemeye başladı.
İşte o an Haknazar’ın artık sabrı tükendi. Koştu, kızı sürükleyen sivil memura yetişti, bağırdı:
“– Bırak kızı!”
Uzanıp sivil memurunun elinden tuttu. Şişman olan polis ellerini çekiverdi ve küfretti:
“-Defol buradan, domuz!”
Haknazar’ın gözü kararmıştı artık. Hızla sağa döndü, sivil polisinin çenesine vurdu. Adam bu darbeyi beklemiyordu. Çuval gibi yere düştü.
Yerde yatan kızın koltuklarından tutup kaldırdı Hak-nazar. Elik yavrusu gibi küçücük bir kızdı.
“– Yürüyebilecek misin?” diye sordu.
Kız yavaşça başını salladı. Tam “haydi, artık kaçalım”
sözleri ağzından çıkmıştı ki gözlerinin önünde çok kuvvetli bir ışık patladı, yüzüstü kapaklandı.
Kendisine geldiğinde tüm vücudu ağrıyordu. İki asker onu ayaklarından tutmuş yerde sürükleyerek götürüyordu.
Onu hiç mi hiç önemsemeden başıyla ayaklarından tuttular. Çuval fırlatır gibi üzeri brandayla örtülmüş kamyona atıverdiler. Morarıncaya kadar tekmelenmiş olan beli ağrıyordu. İstemeden inledi. Biraz sonra hareket eden kamyonun kasası kendisi gibi serilmiş yatan yaşıtlarıyla doluydu. Bazılarının kolları bağlıydı. Bazıları da yarı ölü halde, kanlar içindeydi. Galiba aralarında kızlar da vardı. Ellerine sopa alan birkaç asker onların üstüne oturmuşlardı.
Kamyon yola devam etti. Bir müddet sonra da bir yere gelip durdu.
Haknazar kamyonun kasasının açılmasıyla birlikte bir sürü askerle polisi gördü. Sanki polis karakolundaydı.
Çok geçmeden getirdiklerini tek tek çekip kamyondan indirmeye başladılar. Sonra iki saf halinde ve birbirine karşı duran askerin ortasından geçirdiler. Oradan yürütmelerinin sebebi şuydu: Kamyonun durduğu yerden Geçici Gözaltı Merkezine ait demir kafesli kapıya kadar olan mesafe yaklaşık yüz metreydi. İndirdiklerini o aralıktan koşarak geçmeye zorluyorlar, iki tarafta omuz omuza dizili askerler de önlerinden geçenleri coplarıyla acımasızca dövüyordu. Bu eziyet tam da Çar dönemindeki acımasız dayak cezasına benziyordu.
Alanda iyice dövülen gençler bu dayağa dayanamayacaklarını anlayınca hüngür hüngür ağladılar, yalvardılar. Bu hali gören ön saftaki askerler arkaya çekildi. Subaylar kızıp bağırarak, askerleri tekmelediler. Ama onlar ön safa geçmediler.
Başlarında bulunan aptal subaylar merhamet duygusundan yoksundular. Yanlarında bulunan iri Alman çoban köpeklerini gençlerin üzerine saldılar.
Köpeklerin saldırdığı ve ısırdığı gençler farkında olmadan elleriyle yüzlerini kapatarak, sırtlarını coplara uzatarak askerlerin arasından koşmaya başladılar. Kısa boylu bir genç koşarken düştü. Peşinden yetişen Alman çoban köpeği onun giysilerini parçalamaya, her yerini ısırmaya başladı.
Yerde çırpınan genç çığlıklar atarak yalvarıyordu:
“– Ağabeyler! alın şu köpeği üzerimden! Ağabeylerim benim!”
Ama o subaylar ve askerler bu çığlığa hiç önem vermediler.
“Evet, gençler, bu bir kanlı hareket oldu,” diyen saçları dik, yaşı otuzlarda olan esmer adamı ve yanındakilerin hepsini hapse attılar. Demir kapı “güm” diye kapatıldığında işkence edilenlerin hiçbiri kendisine gelememişti.
Gerçekten kendilerini toparlayamadılar. Bunların hepsi ama hepsi kaşla göz arasında oldu.
Bütün bu olanlar Haknazar’a kötü bir rüya gibi görünmüştü, bir kâbus gibi… Neredeyse kendi gözlerine inanmayacaktı. İnsanların hiç konuşturulmadan, köpekçe dövüldüğünü kim, nerede, nasıl görmüştü ki…
* * *
Biri inledi. Köşede, dizlerinin üstüne çökmüş olan gençti inleyen. Yanında oturan ona baktı. Sonra üzüntülü sesle sordu:
“-Sağ kolu burkulmuş. Gençler, ne yapmak lâzım?”
Başka biri çaresizce konuştu:
“– Kapıyı çalıp söyleyelim şu köpeklere. Acili çağırsınlar.”
Yanında oturan esmer genç:
“-Toparlanmamıza bile fırsat vermedi,”dedi.
Ardından oradakilerin arasından geçti. Demir kapıyı çaldı.
Dışarıdan kaba bir ses duyuldu:
“-Ne var? Ne istiyorsun?”
“-Adam ölmek üzere, doktor lâzım!”
Çok geçmeden soruşturma, teftiş başladı. İçeri giren asker yaralı gencin üzerini aradı. Yanında yazı yazmakta olan iri kafalı şişman subay da soruları peş peşe dizdi:
“-Soyadın?”
“– Şıgayev.”
“– Adın?”
“– Haknazar.”
“– Doğum tarihin?”
“– 1968.”
“– Nerede okuyorsun?”
“– Tarımsal Ekonomi Enstitüsünde.”
“– Fakülten?”
“– Ekonomi bölümü. 2.sınıf.”
“– Öyleyse, dedi subay, artık hazır ol. Sorumluluğu büyük bir işe girişeceğiz.”
Sonra gerildi birkaç saniye. Tekrar konuştu.
“– Meydana niye geldin? Amacın neydi? Birileri söyledi de öyle mi geldin?”
“– Kendim gittim.”
“– Kendin… Kendin ne, ne, ne? Dedenin başı mı kayıptı? Onu bulmak için mi vardın oraya?”
“– Şey… Askerler toplanınca merak ettim. Ne yaptıklarını bilmek istedim.”
“– Bak sen şunun sözlerine! Askerin ne yaptığını bilmek istemişmiş, miş… Hükumete karşı çıkan serserileri durdurmak için geldi o askerler. Pekiyi, sen bunu biliyor muydun? Hey! Sana soruyorum! Seni gidi mel’un seni!”
“– Hayır…”
“– Yanında kimler vardı? “
“– Kimse yoktu. Yalnız gittim.”
“– Meydanda otobüsün penceresini kırmışsın. Arabaları yakmışsın!”
“– Kim?”
“– Sen.”
“– Ben meydanda değildim ki! Sadece Furmanov Sokağından yukarıya doğru yürüyüp meydana yetiştiğim sırada askerler tutukladı, götürdü beni.”
Şişman subay kaşlarını çattı, büyük parmaklarının arasında sıktığı kalemini masanın üzerine fırlatıp bağırdı:
“– Ne? Sen! Sen kiminle şakalaşıyorsun! Meydanda arabaları devirip yaktığını, Sovyet Hükumetine karşı lâflar ettiğini biz bilmiyor muyuz sanıyorsun ha?”
Hemen bir kâğıdı uzattı:
“– Haydi, fazla kafayı karıştırmadan şu tutanağı doldur. Aklında olsun! Yaptıklarını itiraf edersen burada fazla tutmayız seni. Evine yollarız.”
“– Ben hiçbir şey yapmadım, neyi itiraf etmeliyim ki,” dedi Haknazar.
“– Sen hiçbir şey anlamak istemiyorsun galiba! Yoksa hapiste kalmak mı istiyorsun? Söyle! Yaptığını gören şahitleri bulup suçu sana kabul ettiririz. O zaman işler senin için çok daha zor olacaktır. Demedi deme!”
“– Meydana giderken yolda tutuklandım. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şeyi kırıp dökmedim.”
Ama neticede tutanağı doldurdu. Mavi gözlü subayın bir sürü hakaretini dinledikten sonra nezarethaneye döndü.
Hava da artık kararmaya başlamıştı.
Haknazar’ın kaldığı nezarethanede beş-altı gencin yanında o dik saçlı esmer genç de vardı. Dediğine göre, sabahleyin ellerinde afişler ve kâğıda basılı sloganlar olan bir gurup genci görüp meydana gitmişti.
Anlatmaya devam etti dik saçlı genç:
“-İlk soruşturma bittiğinde korkunç bir şeye dönüştü. İzindeydim. Üniversitedeki işime döneli iki-üç gün olmuştu. Almatı’nın kıyısındaki Öjet’te yaşıyorum. Dün akşam şehirde, ablamın evinde geceledim. Sonra sabahleyin Brejnev Meydanından geçiyordum. Seyfullin Sokağı tarafından bir gurup genç geliyordu. Ellerinde de afişler vardı. Baktım, afişlerde “her cumhuriyeti kendi yöneticisi yönetsin” diye yazılıydı. “Bu yaptıkları nedir?” diye yanlarına gidince “Aslanım, haydi, gidelim meydana. Kazak olduğunu bu zamanda göstermezsen başka ne zaman göstereceksin ki,” dedi iri yapılı bir Kazak. Gençlerin başkanı gibi görünüyordu. Benimle aynı hızla gelen biri ne olduğunu sordu. O genç dedi ki “Konayev aksakalı görevden almış. Ona yazık oldu. Biliyorsun, Ulyanovsk mıydı? Ne denirse işte, Rusya’dan Gennadiy Kolbin diye birini getirip tayin etmiş. Onun bizi yönetmesine meydandaki gençler karşı. Biz de karşıyız. Kazakistan oyuncak değil ki! Yirmi yıl halkı yöneten aksakalı yerinden alıp yerine alakasız birisi koyacaklar. Öyle değil mi? Şükürler olsun, kendi kendimizi yönetebiliriz haldeyiz. İlk Sekreterliğe bir Kazak bulunmadı da ne demek? Bu ne rezalet! Ne yani! Kazak olmazsa bile Kazakistan’da hizmet etmiş bir Rus da mı bulunmadı? Bu nasıl bir iştir? Açıklar mısın, lütfen?” Gerçekten, onun dediği doğru. Kendimiz yönetemezsek, ne diye cumhuriyetiz biz? He, gençler! İşte, kanım kaynayınca ben de meydana gittim. Çok bekledik. Birileri konuşma yaptı. Sizler de meydanda mıydınız? Orada değildim mi diyorsun? A! Sen orada mıydın? Gördün mü? Beyaz “bökebay[10 - Bökebay – angora keçisinin yününü katarak dokunan yumuşacık ve sıcaklık tutan başörtüdür.]” takan uzun boylu gencin konuşmasını duydun mu?”
Kanı kaynayarak, yüreği sızlayarak konuşuyordu:
“– Gerçekten, işin doğrusunu söyler misin? Kazakça okullarla kreşlerin kapanması, işçi Kazak gençlerine ev verilmediği yalan mı? Zavallı Kazaklar piston fabrikasında, Ağır Makine Fabrikasında ayakkabılarından su sızdırarak on sene boyunca çalışıyor, neticede elde ettiği yatakhanenin bir odası. Çoluk çocuğuyla o küçücük odada yaşamak bir yana, yalnızca nefes almak için çırpınmaktadırlar. Rusya’dan gelen Rus, özellikle bu fabrikalardan birine yerleşirse, yaklaşık iki-üç sene içerisinde üç odalı daire alıp çıkacak hale geliyor. Bu haksızlık değil mi? Daha da kötü durumlara şahit olmaktayız. Mesela, bugün bu olayların tümü halkın içine sinmeden bomba gibi patladı.”
Esmer genç konuştukça ferahlıyordu. Gülerek konuşmasına devam etti:
“– Haa, bu arada tanışmadık. Gemidekilerin canları birdir derler. Tanışalım gençler!”
Adını da söyledi: Aldongar imiş. Ardından nezarethanetaki beş-altı Kazak’ı kendisine çekip sarıldı. Alnını ovdu sonra:
“– Gülüyoruz, gülmesine de sivil polislerinden bahsediyorum, dedi. Olmayacak yerden bir şeyler çıkararak, cüceyi deve yaptılar ya! Serserilik yasasına bağlayıp bizi hapse atmak istiyorlar. Niyetleri bu! Evet, bu gülecek bir şey değil. Birbirinize sadık kalınız gençler. Nasılsa dayağının tadını aldık. Artık korkutsalar da dövseler de hiçbir suçu üzerinize almayınız. Hiçbir zaman birbirinizi satmayınız. Ehh, kimsede sigara yok değil mi? Köpekler! Ne dilekçe var ne de delil. Bizi böyle boşu boşuna burada tutacaklar mı?”
Sonra dalgınlaştı bir an Aldongar. Konuştuğunda gülümsemesi geçmişti:
“– Her şeye rağmen o kişi boş biri değil. Hiç boş bir insan değil. Ya özel hizmet adamı ya da gençlerin gençliğinden, saflığından faydalanmak isteyen birisi. Her ne olursa olsun, halkı, ortalığı karıştırmak için gezen bir dolandırıcıdır. Benimle ilk karşılaşan adamdan bahsediyorum.”
Haknazar’a onun konuşması ve hırıltılı sesiyle hücredeki gençlerin tümüne güç veriyor gibi geldi.
Bir gün içinde hem dayağı hem de sorgulamayı yaşayıp çaresiz kalan gençlerdi onlar. Geçici Gözaltı Merkezi’nin rutubetli zemininde oturan, sadece yarınlarının nasıl olacağını düşünen ve geleceklerinden endişelenen bu gençlerin yanında yaşı büyük olan Aldongar’ın bulunması gerçekten çok iyi olmuştu.
* * *
Hepsinin ötesinde genç olmasına rağmen şakakları beyazlamış, kabağı kalın, iri yapılı esmer Kazak’ın nezarethanedeki diğer Kazak gençlerini dövmesi çok zoruna gitti. Dövmesi neyse de tacizi ve yaptığı haksızlık canına tak etti. O Kazak gençlere şöyle bağırıyordu:
“– Sen! Enayi! Pislik! Sovyet Hükumetine karşı çıkan sen! Sen kimsin ki? Kimsin ha? İşte sen ve senin gibiler hâlâ Rusların sizlere giydirdiklerini ve yedirdiklerini anlayamamaktasınız! Meydanda ne arıyordunuz? Hükumeti mi devirmek istediniz? Sakin insanları dövmek mi istediniz? Vandallık mı yapmak istediniz? Hey! Sana soruyorum, hey!”
Üzerinde resmi giysisi olmasa da rütbece yüksek subay olduğu belliydi. Rusçayı akıcı konuşuyordu. Soruşturma odasında geçen o kısa zamanda saldırganlığı iyice arttı. Neredeyse aklını kaybedecek hale geldi:
“– Neden gözlerin kızarmış? Uyuşturucu mu kullanıyorsun? Öyle mi? Uyuşturucu bağımlısı mısın sen?”
Yanındaki şişman subayın kulağına bir şeyler fısıldayıp hemen çıkıp gitti.
Mavi gözlü sorgulayıcı masayı tıklattı:
“– Şagayev, dedi kendi dilinde. Dünden beri bir şey görmedim, bir şey yapmadım diye inatlaşıyorsun. Ben sana dedim itiraf et diye. Suçu üzerine alsaydın daha kolay olurdu. Artık olacakların vebali senin üzerindedir.”
Önündeki dosyayı açıp içinden bir kâğıt aldı.
“– İşte sivil polisinin dilekçesi. Sen meydandayken onun kolunu kırmışsın. Sonra?”
Haknazar kulaklarına inanamadı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Elinde olmadan şaşkınlıkla bağırdı:
“– Ne? Nasıl, nasıl?”
“– Otur! Otur diyorum sana! Bak, şikâyetçi dilekçesinde şöyle yazmış: “Saat 12.30’da meydanın Furmanov Sokağı tarafındaydım. Kazak genci elimdeki copu zorla aldı. Ben “geri ver copumu,” dedim. Ama o beni yere yıktı. Sol kolumu kırdı. Ben o genci görürsem tanırım,” diyor.”
“– Onun elini kıranın kesin olarak ben olduğumu nereden anladınız?”
“– Evvelki gün Rusya İçişleri Bakanlığı’ndan özel olarak gelen görevli hepinizin fotoğrafını çekmedi mi? O resimlerden tanıdı.”
O an Haknazar çok büyük bir şaşkınlık daha yaşadı. Önce böyle bir suçlama karşısında ne diyeceğini bilemedi. Ardından şiddetle itiraz etti:
“– Yalan! Bu kadarı da fazla artık! İftira! Nerede o kişi? Lütfen yüzleştirin!”
“– Metin ol! Yüzleştiririz,” dedi subay.
Yavaşça yerinden kalktı, sakin sakin kapıyı açtı, birini çağırdı.
Alelacele içeri giren, sol kolu sargılı, orta boylu, sarışın genç Haknazar’a şöyle bir baktı. İleriye gidip oturdu.
Subay da yerine oturdu. Sigarasını yaktı. Sakin olmaya çalışarak sordu:
“– İşte! Evet, yoldaş Zvyagintsev, dikkatle bakın! Şu genci tanıyor musunuz? Neren gördünüz? Hatırlayınız.”
Sarışın genç adam Haknazar’a dik dik baksa da bir şey demedi.
Subay sesini sertleştirerek konuştu:
“– Meydanda gördünüz mü bu genci? Size soruyorum, Zvyagintsev!”
“– Evet, gördüm… Bu… Bu, kolumu kıran, copumu elinden zorla alan bu gençtir.”
Haknazar’ın nefesi daraldı. Farkında olmadan birkaç defa ayağa kalkıp oturdu. Çaresizce bağırdı:
“– İftira atıyor! Yalan!”
Yoğun bir ıstırap ve çok kötü bir aşağılanma hissediyordu. Asabı çok fena bozulmuştu. Diklenmeye, elindeki kelepçelerle çırpınmaya başladı.
O sırada subay da sorusunu pekiştirdi:
“– İyice bakınız. Tanıdıysanız “tanıdım, bu kişidir” diye şuraya yazınız!”
Haknazar dilinin damağının kuruduğunu hissetti.
“– Nasıl? Yoldaş Başkan…”
“Vatandaş Başkan!” Diye düzeltti subay.
“-Vatandaş Başkan! Ağabey, yalan söylüyor bu kişi! “
“– Siz inceler misiniz?”
Zvyagintsev’in yanına bağırarak koşuyordu ki iki çavuş yetişti hemen. Çırpınmasına aldırmadan onu sürükleyerek götürdüler.
“– Keşke bütün bunlar olmasaydı, dedi nezarethanedeyken. O kadar arsız olabilir mi, şu Zvyagintsev… Ya da… Gerçekten kolunu kıranın ben olduğumu mu sanıyor acaba? Yok, yok! Mümkün değil. Herkesin gözü önünde, gündüz vakti kolunu kıran kişinin yüzünü bana benzetmesi akla mantığa sığmayan bir şey!”
Şaşkınlıkla kendi kendine konuşmaya devam etti:
“– Ya da… Ya da… Polisin beni korkutmak amacıyla iftira attırmak için kiraladığı bir adam olabilir mi? Nasıl yani?”
Hücrede tek başınaydı, sabredemedi. Sinirlenerek beton duvarı tekmeledi. Böylesine korkunç bir iftiraya uğrayacağını yüz yıl düşünse aklına getiremezdi. Düştüğü hale inanamıyordu. Hırsla söylendi kendi kendine:
“– O subay! Söylediklerime hiç inanmadı! Bu adam nasıl bir insan?… Yazılana da söylenene de bakmayan, hatta konuşurken karşısındakini insan yerine koymayan, kibirli, acımasız biri. Böylesi bir rezaletin tam ortasına düşeceğimi kim bilebilirdi ki? Üstelik dersler ne âlemde acaba? Tam dört gün geçti. Okuldakiler için nerede olduğum belli değil. Ha, evet, okul demişken o gün yatakhaneden beraber çıkıp benimle meydana giden gençler vardı ya. Onlar bu durumu nasıl izah edecekler? Polisin kendilerini tekme tokat arabaya attıklarını mı anlatacaklar? Yok ya, onlardan öyle bir lâf çıkmaz. Belki onlar da tutuklanmıştır.”
Aklına gelen düşünce ile durdu birden. Şaşkınlıkla konuştu tekrar:
“– Belki de bir yerlerde benim gibi nezarettedirler. Hayır, götürselerdi, beni attıkları yük arabasıyla götürürlerdi. Görünüşe göre yakalanmadan kurtulmuş olabilirler. Bu ihtimal olabilir mi acaba? Demek bir tek zavallı ben tutuklandım, öyle mi? Nasıl tutuklandım, ilginç. Kendi yolunda gitmek varken, ne diye kızı kurtarmaya kalkarsın ki? Bu aptallığım benim sonum olacak galiba. Yeter artık! Tüketti beni bu geri zekâlılığım! Gerçekten tüketti! Allah korusun! Of! Bu belâdan nasıl kurtulurum ben?”
Duvarın köşesine kederle çöküp sözlerine devam etti:
“– Burada hukuktan, haktan anlayan ne bir akrabam var ne de arayan, soran. Sınıf arkadaşlarımın elinden gelir mi ki şu köpeklerle konuşmak? Hey Allah’ım! Ne vardı o lanet meydanda? İlla gideceğim diye tutturdum. Ölürlerse ölsünler. Dövüp mü öldüreceksiniz, yararak mı, keserek mi, benim için fark etmez deyip kaçmak lâzımdı. Geberirlerse gebersinler, bana ne! Ne yaparlarsa yapsınlar! Birbirlerini döverek mi, keserek mi öldürecekler, öldürsünler! Tabana kuvvet kaçmalıydım. Şimdi halime bak. Kaymak yiyen kurtulur, dibini yalayan tutulur diye boşuna dememişler. Yala dibini beyinsiz, ahmak! Allah’ım! Anam duyarsa ne olacak? “Hayatta inandığım sendin, yavrum. Nasıl düştün bu hale? Kaç kere söyledim sana? Kimseye bulaşma, yalnız yürü, demedim mi,” diyecek. “Şimdi ne yapacağız?” diye üzülürse canım çıkacak! Çok zor kazandığım okuldan atarlarsa halim ne olacak? Allah’ım! Böylesi de olurmuş hayatta. On sekizimde hapsi boylarsam, kalan ömrüm ne olacak? Cehennemin dibi bu karanlık! Of Allah’ım!”
Haknazar’ın kendi kendini tüketip bitirmesi ve başı sonu olmayan, sınırsız kaygısı şakaklarını sıkarak başını ağrıtmaya başladı. O küçücük nezarethane odasının içinde dudaklarını ısırarak, elini eliyle yumruklayarak, bir o tarafa, bir bu tarafa, hiç durmadan gitti geldi, gitti geldi.
* * *
Ertesi gün o subay dedi ki:
“– Evet, Şıgayev, seninle tartışacak veya iddialaşacak hiç zamanım yok. Zaten tüm kıymetli vakitlerim senin şu işlerinle heba olmakta.”
Soruşturma süreci tamamlanmış görünüyordu. Hiddetle konuştu:
“– Sen, dünkü gibi bölük pörçük sözlerle karşı çıkmayı bırak! Neden yaptığını üzerine almıyor diye başkan bile sana sinirleniyor. O yüzden işi uzatmadan ellerine yaptığını…”
Sözüne ara verdi, içtiği sigarasını küllükte ezdi, son dumanı tüterken üzerine tükürüp söndürdü. Konuşmasına devam etti:
“– Ellerinde yaptığını şu kalın boynunla kaldır artık. Seni kendi yerime koyup söylemekteyim. Bizim bölümde suç arama grubu var. Eğer sivil polisi dövdüğünü itiraf etmezsen “adam öldürdü” der, üzerine cinayet suçunu atarız.”
Derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti:
“– İşte bundan hiçbir şekilde kurtulamazsın. Subay olarak yemin ediyorum. Bu suçun önemli bir şey değil. En çok üç sene hapis yatar çıkarsın veya sadece bir sene yersin. Bana güven. Bana kolay mı geliyor sanıyorsun bunlar? Şu olayların tamamı?”
Ardından parmağı ile yukarıyı gösterdi:
“– Sizlerle uğraşan biz değil, onlar.”
“Onlar”ın anlamı hükumettekilerdi.
“– Düşünsene, çocuk değilsin artık, dedi sonra. Hükumete karşı çıkarsan hangi hükumet affedecek ki seni? Kimse affetmez. Sizler tarihteki Dekabristler gibi oldunuz. Ha ha ha! Sizler yerel Hükumete sokaklara dökülüp şiddet uygulayarak karşı çıktınız. Sovyet Hükumetini yok etmek istiyorsunuz. Bizi, yani, başka ulusları kovmak istiyorsunuz. Öyle değil mi? Hiç boş yere başını sallama. Hepinizin fikriniz bu! Elinizden gelse kafamızı kesmeye hazırsınız. Neyse, neticede meydana çıkıp miting düzenlemeniz, eylemleriniz, Hükumete karşı yaptığı konuşmalarınız siyasete giriyor. Bu suçlarla ilgili açılan davalar kolay kolay kapatılmaz. Bunu hatırında tut! O yüzden sen bu suçla kurtulduğuna sevin.”
Burnunu kaşıyıp konuşmasını sürdürdü:
“– Tutanakları imzalayıp karşı çıkmazsan yasal olarak kolaylık sağlarız. Hapiste sadece bir sene yatarsın. Belki de şartlı tahliye olur, mahkeme salonunda özgürlüğüne kavuşursun. Durum bundan ibaret. Artık okulu da farklı konuşuruz seninle. Okuluna mı devam edersin, başka yere mi, kendin bilirsin. Hayat senin hayatın. Aksi halde seninle çok farklı konuşmak zorunda kalacağız.”
O mavi gözlü subay bıyıklarını ısırarak pek çok öneride bulundu. Soruşturma sırasında ilk kez bu kadar samimi konuşmuştu.
Haknazar konuşmanın kimi sözlerini duydu, kimi sözlerini de duyamadı. Çünkü aklı başka yerdeydi. Hem kendisine bağırılıp hakaret edilmiş hem de çok kötü bir şekilde dayaklar yemişti. Yarım yamalak uykuyla, azıcık yemekle geçirdiği beş-altı günden sonra bayağı sersemlemişti.
* * *
Subay iki genci içeri getirdi. Duvara dayalı bankı gösterip konuştu:
“– Oturun, gençler!”
Ardından da Haknazar’ı oturttu. Hemen bir açıklama yaptı:
“– Şimdi şahitler gelip üçünüzün içerisinden suçluyu bulacak. Kimse konuşmasın.”
Sonra da sorgulama odasına orta yaşlı tombul kadını getirdi.
Şahidin ifadesini almaya başladı:
“– Vatandaş şahit! Şu oturan üç kişinin içerisinden 18 Aralık’ta Brejnev Meydanında olan olaya katılan, sadece katılan değil, Zyavingtsev’i, yani sivil polisi döven, yere vurup kolunu kıran suçluyu bulun. Bunların içerisinde yoksa onu da söyleyin. Haydi!”
Ama yanlış bir şey söylemiş gibi durakladı. Ardından hemen açıklama yaptı:
“– Bir dakika, bekleyin, bekleyin! Yalan şahitlik yapan vatandaş yasalara göre suç işlemiş olur. Bunu biliyorsunuz değil mi? O zaman şurayı imzalayın. İşte! Oldu. Şimdi şunlara bakın. Hangisini meydanda gördünüz?”
Orta yaşlı tombul kadın subayın gösterdiği gençlere baktı. Hemen sağ tarafta, pencereye yakın yerde oturan Haknazar’ı parmağıyla gösterdi:
“– İşte, bu genci… Gördüm.”
“– Hangi gün gördünüz,” diye sordu subay.
Şahit bir an tereddüt etti:
“– Hangi gün mü gördüm?”
Sonra mendiliyle gözlerini silmeye başladı:
“– Tam hatırlamıyorum.”
“– Neyse, dedi sorgucu subay.
Şahit kadınla Haknazar’ın ortasında durmuş, ayaklarını aralamış, Haknazar’a bakıyordu:
“– Şimdi… Siz bu gencin koluna kırmızı kumaş bağlayan sivil polisinin kolunu kırdığını itiraf ediyor musunuz?”
Kadın yorgunluktan, halsizlikten, dayaktan perişan olan Haknazar’ı görünce gözlerini başka tarafa çevirdi. Çaresizce konuştu:
“– Evet. İtiraf ediyorum.”
“– Harika! Haydi, artık burayı imzalayın burayı!”
Ne olursa olsun subay işinin uzmanıydı. Kadından sonra kıvırcık saçlı, otuz yaşlarında bir şahidi daha getirdi. O da işaret parmağıyla Haknazar’ı gösterip suçu onun işlediğini itiraf edince galiba çok rahatladı ki keyifle ellerini durmadan ovuşturup tutanağı doldurmaya başladı.
İşin nereye gittiğini anlayan Haknazar en son çareye başvurdu:
“-Vatandaş Sorgulayıcı, Bu şahitler ne derlerse desinler. O gün yanımda arkadaşlarım vardı. Onlar olayın tamamını gördüler. Onlara hadisenin nasıl olduğunu sorabilirsiniz.”
Tutanağı doldurmakta olan subay hemen başını kaldırdı. Sinirli bir gülüşle konuştu:
“– Sen, Şıgayev! Meydana yalnız gittim demiştin. Hatırladın mı? Tutanağa öyle yazılmıştı. Artık ne desen de kıymeti yoktur.”
“– Ne olursa olsun. Ben Mahkemede kendi şahitlerimi çağırırım,” dedi Haknazar.
Subay elindeki dolma kalemi masanın üzerine koydu:
“– Tamam, dedi. Al tutanak kâğıdını. O gün olanları yeniden yaz. Şahitlerinin isimlerini de ilave et!”
* * *
İki gün sonra Haknazar’ı tekrar çağırdılar. Sorgucu subay son ümidine sımsıkı sarılan gencin önüne beş-altı mektubu attı:
“-Haydi! Oku şunları!”
Haknazar hepsini bir solukta okudu. Çok şaşırdı, iyice sinirlendi. Ardından büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Kalbi sıkıştı. Hiçbir yere sığamadı. Hemen hayata küstü.
Arabaya bindirilip Savcıya götürülürken “Artık iş olacağına varıyor,” diyordu kendi kendine.
Basarov adındaki Savcı Haknazar’ı içeri almadı. Ama dosyasını alelacele inceleyip tutuklanmasına karar verdi.
Artık Haknazar için “üç gün sonra insan köre de alışır” sözü gerçekleşiyor, üç saat geçmeden kendi kaderini kendine itiraf ediyordu.
* * *
Mahkûmların ve tutukluların götürüldüğü cezaevi aracına kaşla göz arasında oturtulduğu, demir kapıların gürültüyle kapatılarak cezaevine girdiği o gün dün gibi hatırındaydı. Güvendiği dostları ifadelerinde “Meydana gitmedik, Haknazar’ı da görmedik” demişlerdi.
Göçebe hapishane oldu mu? Her şey yerleşik yurttan gelmiş ya. Geçici hapis, hapishane ve zindan.
Asırlarca yaşanan hapis ve sürgünün çeşit be çeşidi görüldükçe hep hatırlanan ve daima söylenen şu atasözü nasıl da gerçekti: “Hapis ile dilencilik sana sorarak gelmez.”
Yine bu atasözü kaynar kazanda derin acı ve yoğun ıstıraplarla kaynatılan hayatlardan alınmış bir hakikatti ve imparatorluğun hegemonyası altında ezilen halk da artık zindanın nasıl olduğunu çok iyi biliyordu.
İli nehri Alatau’ın ortasında bulunan Nayzakara ve Demirşın’ın gölgeli tarafında olan Köktöbe’nin eteğindeki topraklara 1854’den itibaren Vernıy kalesi inşa edilmeye başlamış, sonradan buraya bugünkü Almatı hapishanesinin temeli atılmıştı. Tarihi sabıkası olan Bastille, Matrosskaya Tişina Butyrka, Taganka, Lefortovo gibi meşhur hapishaneler gibi olmasa da bir asırdan fazla geçmişi olan Almatı hapishanesinde yaşananlar hiç de az değildi.
Burada yer altı siyasi mahkûmları XX asırdaki XVI asrın, 1929’un, 1937’nin, 1951’in siyasi mahkûmlarının dört gözle sürgünü beklemişlerdir.
Hayatında ilk defa girdiği koğuşta ne yapacağını şaşırmıştı. İki gece gözaltında tutulduktan sonra bu yerde nereden ve nasıl yatak bulacağını bilemeden öylece ayakta kalmıştı. İçeride ekşi ter kokusuyla karışık berbat bir koku vardı.
Ağzı hayretle açık, dikilip dururken bağdaş kurup oturan bir mahkûm:
“– Gel buraya, dedi. Hangi maddeden ceza yedin?”
O adamın koğuştan sorumlu olduğunu sonradan öğrenmişti.
“– Bu ne gösteri?” Dedi Haknazar ona durumunu kısaca anlattı.
“– Mmm, eveeet, tamam, dedi adam. O köşedeki yer senin olacak. Oraya git. Yerleş”
Peşinden hemen eğilip kulağına fısıldadı:
“-Dur, fener var mı?”
“-O ne?”
“-Yanında paran var mı, diyorum.”
“-Hayır,” dedi Haknazar.
Gerçekten de yoktu. Küçücük kafesli pencereleri olan cezaevi aracında silahlı koruyucularla birlikte Soruşturma İzolatörünün görevlileri de mahkûmları baştan aşağı aramışlardı.
Sovyet hapishanelerinde uygulanan cezalardan biri de kafes cezasıydı. Mahkûmların içine tıkıldığı bu kafes daracıktı ve ahşaptan yapılmıştı. İçine sadece bir kişi sığıyordu. Seksen cm eninde, yüksekliği iki metre olan bir cendereydi. Mahpus dizini bükemezdi, sağa sola hareket etmede de çok zorlanırdı.
İşte bu kafesin karşısında çırılçıplak soyulup bekletilmişti. Bütün bu olanlardan sonra üzerinde nasıl para olacaktı?
Bu açıklamadan sonra adam emretti.
“– Tamam, gidebilirsin.”
Haknazar’a denk düşen döşek mahkûmlar için özel yapılmış yatağa serili, her yeri delik deşik, pamukları çıkmış, kalın, kötü kapitoneli, pis bir şeydi. Demiri de kalçasına batıyordu. Ama ona aldıracak zamanı yoktu. Nerdeyse ayakta uyuyordu. Çok yorgundu. Montunu yastık yaptı. Yatağa uzandı.
Ertesi gün hapishanenin üst kısmındaki gezinti yerinde temiz hava alıp gelen koğuş sorumlusu Adik ona bazı şeyler anlattı:
“– Sen şöyle yap. Evvela döşeğini toplamalı, düzene sokmalısın. Sonra karnını düşünmelisin. Öyle değil mi?”
“– Öyle.”
Sonra Adik Haknazar’ın yanında yatan üç- dört genci gösterdi ve dedi ki:
“-Herkesin kendi yağında kavrulduğu böyle bir yerde kişi sadece kendi başının çaresine bakmalı, yemek ve giyim konusunda ortaklık yapacağı kişilerle yani semeyka ile ilgilenmelidir. Senin “semeykan” işte bu adamlardır. Onlarla birlikte gezeceksin. Birlikte yemek yiyeceksiniz. Kaygı ve hüznünüz aynı olacak. Hücre koşullarını, buradaki gidişatı onlardan teferruatlı şekilde bir öğren. Benim ismimi ver onlara. Her şeyi sana ince ince anlatsınlar.”
Soruşturma İzolatöründe sadece “şilte” oluyormuş. Yorganı, battaniyeyi, yastığı dışarıdan aldırmak lâzımmış. “Dışarı” kelimesinin anlamı da şuymuş: Bazı mahkûmlar muhafızlar tarafından korunuyormuş. Bu mahkûmlar aracılığıyla giysi, gıda, yemek gibi gereken ihtiyaçları getirtebilirmişsin. Mahpus diliyle bu mahkûmlara “dubak” deniyormuş.
Bu siparişler elbette parayla yapılmaktaymış. Asgari ücretle çalışan bu dubak kısmı böylece ek işi yaparak para kazanıyormuş. Galiba bu işler kolay gözüküyor ki bu sebeple Kızıl Ordunun içişlerinde görevli askerler başka yerlerde iş bulamayınca Soruşturma İzolatörüne gelip yerleşiyormuş. Asıl amaçları bu yoldan kolay para kazanmakmış.
Bunlar mahpuslara çay, sigara, uygun gelirse bazen yasak olan şeyleri, meselâ içki ve eroini, gizli gizli getirip satıyor, bayağı para kazanıyorlarmış.
Bütün bu malların dışında akrabalardan para falan da aldırabiliyormuşsun. Ama getirdiği paranın bazen üçte birini bazen yarısını alıyorlarmış. Yani gardiyanla anlaşmaya bağlı imiş.
Hapishanede cebinde para olursa halin iyi demekmiş. Hem hücredeki mahpusların hem de semeykandaki kişilerin karşısında da değerin oluyormuş.
Haknazar bu durumu yavaş yavaş kavramaya başlamıştı artık. İlk zamanlarda gardiyanla nasıl konuşulması gerektiğini, onların dilini anlamanın, gözüne girmenin yollarını bilememişti.
Hapishanedeki gardiyanlar çeşit çeşitti. Mayın, inşaat gibi ağır işlerden kaçıp, elinde copla dolaşarak zaman geçiren, böyle kolay işlerde çalışan ve çoğu rahat para kazanmak için orada bulunan gardiyanların yanında her şeye rağmen ya adalet ya da belli bir fikre hizmet için çalışmaya gelenler de vardı. Ama onlar da zaman geçince bu kolaycılara dâhil oluyorlardı.
Çünkü “ayağa çekerse başa, başa çekerse ayağa” yetmeyen maaşları isteseler de istemeseler de onları bu hale sürüklüyordu. Elbette eroin gibi yasak malları satıp neticede gözetlediği hücrede kendisini bulan gardiyanlar da vardı. Bu yüzden dubaklar gardiyanlardan, gardiyanlar da dubaklardan çekiniyordu. “Satış” işlerini birbirinden gizleyerek bitiriyorlardı.
Almatı’da kimsesi olmayan Haknazar sınıf arkadaşlarına yalvarmak zorundaydı. Çünkü burada döşek olmadan, giysisiz, yemeksiz yaşamak imkânsızdı. Üstelik yanında koğuşu ve aynı kaderi paylaştığı mahkûmlar da vardı.
Sonuçta hiç arzu etmediği halde sınıf arkadaşlarından yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Yardımın geleceğinden o kadar da emin değildi. Ama bu hal başına geldiğinde kaçıp giden, soruşturmada kendisini satan arkadaşlarından bu kez güzel bir hediye geldi. Belki de bu hediye ile duydukları vicdan azabından kurtulmak istiyorlardı.
Her neyse, onlara dört katlanmış, küçücük mektubu tanıdık dubak ile gönderdi. Çok geçmeden hem yanıt hem de istedikleri geldi.
Biraz para yollamışlardı. Haknazar önemsemese de Adik “böyle kertenkeleler seni destekleyip, yolunda kurban olmalı, yemek getirip, sofra sermeli,” demişti.
Yapacak bir şey yoktu Adik söyleyince. “İş karışmadan herkes kendi başını kurtarsın derseniz “falanca miktar” para gönderiniz,” diye bir daha mektup yazmıştı.
“Abaktı sıra sıra boladı eken, işine jaman jaksı toladı eken…” (Odalar sıra sıra olurmuş, içine iyisi de kötüsü de dolarmış) sözleriyle söylenen şarkıyı kimin söylediğini bir türlü hatırlayamadı Haknazar.
Yüksekliği üç metre duvarla, dikenli tellerle birkaç defa sarılarak dış dünyadan bağı iyice koparılmış hapishanede yaşam özgür insanlar için büyük bir bilinmezdi ve bu kesin bir gerçekti.
Elektrik sarfiyatının en yüksek olduğu yerlerden biri de Soruşturma İzolatörüydü. Burada gece gündüz ışık yanmalıydı.
Mahkûmlara verilecek üç öğün yemek de Hapishane Müdürünün denetimindeydi.
Çoğunlukla yulaftan kaynatılan lapa veriyorlardı. Mahpuslar bu yemeğe “paraşa” diye isim takmışlardı. Yani,” hiç yoktan iyidir.”
Ekmek her gün geliyordu. Arada bir de et, patates gibi sıcak şeyleri dişliyorlardı. Yani, kimse açlıktan ölmüyordu. Ama evden gönderilen veya dışarıdan satın alınan yemekler bambaşkaydı. O yüzden mahkûmlar dışarıdan geleni tercih ediyordu. Tabii ki ellerinden gelirse veya paraları varsa.
Dışarıdan aldırılan yemekler kurutulmuş et, sucuk, soğan, sarımsak, peynir gibi bozulmayan gıdalardı. Sonra elbette sigara. Kendin içmezsen de yanındakilere veya dubaklara veriyordun. Ama Haknazar’ın kendisi de sigara içiyordu. O yüzden sigara aldırmayı tercih ediyordu. Mahkûmlar birbirilerine sırlarını asla söylemiyordu. Mahpuslarla mücadele eden İçişleri görevlisi olanların gizli ajanları içlerine sızmış olabilirdi. Kim kimin kalbini biliyordu ki? Ama Haknazar’a olan şüphe ortadan kalkmış gibiydi. Hem Adik hem de diğer mahkûmlarla arası iyiydi.
İlk önceleri “bundan sonra ne olacak” diye Soruşturma İzolatörüne endişeyle giden Haknazar gün geçtikçe buraya da alışmıştı. Özellikle son gelen parayı “ortak kasaya benim de katkım olsun” diye Adik’e verdiğinden beri kendisini rahat hissediyordu.
Daha evvel zindana düşen açıkgözlü mahkûmlar Haknazar’ın davasını merak ediyor, duruşmada “şunu de, bunu de” diye artık akıl veriyorlardı.
Böyle durumlarda sessiz oturan Adik, “bence Haknazar’ın durumu ağır. Çünkü onun suçu sıradan bir kişinin yaptığı suç gibi değil. Hükumet’in kahrına girdi. O yüzden kendisini zindan hayatına alıştırmalı,” diyordu.
Haknazar bu sözleri duyduğunda kalbi titriyordu. Gece yarılarında bir sağa, bir sola dönüyor, bir türlü uyuyamıyordu.
Üstelik o zamana kadar hep karanlıkta uyumuştu. Şimdi yoğun kaygı ve hüznüne sürekli açık kalan elektrikli lambasının ışığı da eklenmişti. Bu durumda uyumaya alışmak çok zordu.
Hem sigara dumanının ve ekşi ter kokusunun sindiği havasız koğuşa hem de pis tuvalete oturmaya alıştı.
Baskın ve aramalarda dubakla bu görevi yerine getiren görevlilerin alıp gitmemesi için para, çay, bıçak gibi yasaklanmış şeyleri her deliğe gizlemeyi de öğrendi.
Koğuşun dört köşesini de incelemiş, kendine ait özel eşyaları saklamak için delik kazmayı da öğrenmişti. Yan hücreden gerekli olan herhangi bir şey alınmak istenirse bu gizli deliklere ipler bağlanıp eşyalar bu iplerle aktarılıyor, iş böylece hallediliyordu.
Bundan sonra da “kon” adı verilen, özel olarak yapılmış, ucunda yarım karış boyunda bir kancası olan iple bazı eşyaları bir koğuştan ötekine, pencereden pencereye aktarmayı da belledi.
Yapılan bu işe hapishane dilinde “yol yapmak” diyorlardı. Bütün hapishanede bunun gibi pek çok değişik yol vardı.
Şayet gardiyanlar bu ipleri fark ederlerse söküp atıyorlardı. Ama “anahtarını düşünen gardiyana göre mahpuslar kendi demir ızgaralı pencerelerini çok daha fazla düşünürler” diye yazmamış mıydı Stendal?
Evet, onun yazdığı gibi gardiyanlar bu yolu, bu yol üzerinden geçen yükü ya da yükü çeken özel ipi istedikleri kadar takip etsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, mahkûmlar bu yoldan asla vazgeçmiyorlardı.
Arada sırada dubaklar ve gardiyanlar merhamete geliyor, mahkûmları bir saat dinlendiriyorlardı.
Haknazar da yarım saat “dinlenme avlusuna” çıkıp hava alıyordu. Onun dışında bütün zamanını dar koğuşta geçiriyordu. Bir yerde devamlı yatınca kalçada yara çıkabiliyordu. Bunu engellemek ve vücutta kanın dolaşması için koyu çay içiyordu.
“Şifer” adını verdikleri çayı içenler de vardı. Bu sıcak, kopkoyu demli çayı içen insanın vücudunda kan daha iyi dolaşır, sıkışan şakakları rahatlar, daracık kafese benzeyen koğuştaki havayı unutup gevşerdi. Bu dar yerde sıkışan mahpusların bedenine güç, vücuduna kuvvet verecek tek şey sadece bu çaydı. Belki bu sebepleydi ki çayın kudreti hapiste çok başkaydı.
Ayrıca “Misafirliğe gitmek” diye bir deyim vardı. Bunun anlamı muhafızlardan izin alıp başka hücreye gidip gelmekti. Bu misafirlik dubaka, gardiyana veya nöbetçi gardiyana ücret ödedikten sonra yapılabilmekteydi. Elbette nöbetçi gardiyan ikna edilip gönlü yapılabilirse. Bu misafirlik genellikle gece yapılıyordu. Sorgulama İzolatörü başkanının nöbetçi yardımcısı’nın morali iyi olursa, bir de verilecek para hoşuna giderse istenilen hücreye gidilip birkaç saat değil, hatta şafak sökünceye kadar kalınıp tanıdıklarla sohbet edilebilirdi.
Ayrıca gece yarısında da “misafirliğe gitme” geleneği vardı. Bu gece gezmelerini en çok da parası bol olan koğuş ağaları yapıyorlardı.
Adik de komşularına gitmeye pek hevesliydi. Her gittiği hücrede el üstünde tutuluyordu. Geri geldiğinde ağzı içki kokuyordu. Misafirliğe izin verdikten sonra onun ağzının içki koktuğunu anlayınca onlarla irtibata geçmemeye çalıştı.
Mahkûmların dilinde bir bölüm daha vardı, adı da “Mahpuslarla Mücadele Eden İçişleri Bölümü” idi. Bu bölümün hapishanede soruşturma, denetleme hakkı vardı ve mutlaka her koğuşta kendi ajanları olurdu. Bu ajanın kim olduğunu mahpuslar bilemezdi elbette.
Bu bölüm eğer misafirliğe gidildiğini tespit ederse, hele hele de bu fırsatı sağlayan dubak öğrenilirse gereken işlemi derhal yapardı.
Operasyon bölümünün elemanları Hapishane Müdürünün güvendiği temsilcileriydi. Onlar Müdüre hapishanede koşandan düşene kadar her türlü bilgiyi veriyordu.
Kamptaki mahpuslarla mücadele eden Mişa Lıçkin adlı İçişleri görevlisi biri vardı. Tam bir jandarma gibiydi. Judo ustasıydı. Mişa. Voronej Polis Yüksek Okulunu üstün başarıyla bitirmişti ve gençti. Hapishaneye ilk geldiği günden beri herkes ona “Bizim Mişa” diyordu. Eğitimli, bilinçli bir uzman olarak dikkati çekmişti. Demir kapıyı yavaşça açıp sesini çıkartmadan, hızla, fark ettirmeden gelebildiğinden “kedi” lakabını almıştı.
Üstelik Mişa cezaevinde çalışan kadınlardan hiçbiriyle yüzgöz olmamıştı. Votkaya, sigaraya hevesli değildi. İşini çok iyi yapan bu orta boylu, yakışıklı genci herkes seviyordu. Sebebi pek de belli değildi. Ama Mişa’dan hem mahpuslar hem de gardiyanlarla dubaklar çekinirdi. Sanki bu iş için yaratılmıştı. Bugüne kadar hiçbir gardiyana ve dubaka bağırmamış, hiçbirine uyarıda bulunmamıştı. Kimse onun hakkında bir şikâyet olduğunu asla tahmin edemezdi.
Kameracı diyen böyle mi olur?
Gecenin bir yarısında herkes uyurken Lıçkin elinde dosyasıyla gülümseyerek gezerdi. Durup dururken, hem de yok yerde “şu koğuşu aç ve içindeki mahpusları dışarı çıkar, oturt” diye emir verir, kendisi “korpusnoyu” göndererek mahpusların kartlarını aldırtırdı. Yoklama yapıldığında bir mahpus misafirlikte çıkardı. Böylece misafirliğe gideni hemen yakalardı. Bu yöntem sayesinde dubakların hemen hemen hepsi Lıçkin’in tuzağına düşerdi.
Görevlileri ve dubakları koğuştaki adamının yardımıyla mı tuzağa düşürüp düşürmediğini kim bilebilirdi ki? Her neyse, Lıçkin’in karşısında suçsuz olan hapis sakinleri yoktu elbette.
Böylece günler geçip gidiyordu.
Ama bir gün Haknazar’ın koğuşuna İçişleri görevlisi Mişa girmiş, onunla güya sohbet etmişti. Adam “Ortakların kim, aranızda neler konuşuluyor,” diye soru sormuş, benzer sualleri tekrarlayıp durmuştu. Daha geniş, konforlu koğuşa aldıracağını, böylece rahat edeceğini söyleyip ona vaatlerde bulunuyor, aklınca onu kurnazca aldatıyordu.
Bu yalancı sohbet Haknazar’ın aklında kalmıştı. Özellikle odasından çıkarken “milliyetçi isen kampta çürütürüm seni” demişti. O tehdit dolu sesi kulağından hiç gitmiyordu.
İşte o Lıçkin’in aradan yedi yıl geçtikten sonra bu hapishanenin müdürü olduğunu duymuştu.
İçişleri görevlisine yakalanmamak için dubaklar “kazancını” çok sekem alarak yaparlardı. Meselâ, içki satmak suçtu. Ama fark ettirmeden yapılabilirse hapishanedeki fiyattan beş kat daha pahalıya giderdi bu içkiler. Hatta bazen on katına kadar yüksek satıldığı oluyordu. O yüzden dubaklar böyle satışlardan kolay kolay çekinmezler, güvenli “müşteri” ile gece özel olarak konuşurlardı.
Yine de üst rütbeli subayların “kazancının” yanında dubaklarınki devede kulak bile değildi. İzolatör adına yapılsa bile ziyaretçilerle birkaç saat yüz yüze görüşmek, içeriye çuval çuval gıda sokmak gibi işler elbette Cezaevi Müdürünün izniyle yürütülürdü.
Televizyonu olan iki kişilik, dört kişilik “lüks” hücreler de mevcuttu. Paralı mahpuslar buralarda yatıyordu. Dedikoduya bakılırsa Müdür de haftalık “kazancını” şıkır şıkır sayıyormuş.
Bunun gibi daha pek çok alışverişler vardı.
Dört ay süresince Soruşturma İzolatöründe bulunan Haknazar bunların birkaçına şahit olmuş, hepsini görmüş, incelemiş, hapishanenin altın tabak olduğuna inanmıştı. O Altın tabaktan yemlenen, derisi parlayanların biri de üst subay Üsenov’tu.
Söylentiye göre Üsenov’un babası hayatı boyunca bu hapishanede çalışmış, Sorgulama İzolatörü Başkanının nöbetçi yardımcısıyken kalpten ölmüş, böylece bu hapishaneden cesedi çıkmıştı.
Üsenov çok acımazsızdı. Kazakça bir kelime bile bilmeyen bu gaddar adam hapishanenin düzenini denetleyen, mahkûmların günlük hayatından sorumlu olan, hava almaya çıkaran ve içeriye sokan, bu ve benzeri işleri yürüten bölümün başkanlığını yapmıştı.
Babadan evlada geçen mesleğin sahibi Üsenov geliyor dense hem mahpuslar hem gardiyanlar hem de dubaklar titrerdi. Ağzından alev çıkan, kısa boylu bu adamın görünüşü farklıydı. Ona ne zaman bakarsanız bakınız, kabağı düşük, hayattan memnun olmayan birini görürdünüz. Gençliğinden beri hapishanede günlerini geçiren ve buranın neredeyse her noktasını, her halini, olup biteni adı gibi bilen Üsenov mahkûmları soketle acımasızca döver, canlarını çıkartırdı.
Mahkûmlar onun gözüne görünmemeye, eline düşmemeye çabalarlardı. İster cezalı olun ister olmayın bir yakalanırsanız işiniz bitti demekti. Gözünüzün yaşına bakmadan doğrudan daracık hücreye tıkılırdınız.
Bu hücreye döşek verilmezdi. Gündüz açılmayan karyolaları ile insanın iliklerini titretecek kadar soğuktu ve çok daracıktı. Hapishane kurallarına aykırı gelen mahkûmlar burada kalıyorlardı.
Bu hücrede dubaklarla anlaşılırsa ancak üç kez sıvı gıdaya izin veriliyordu. O soğuk hücreye düşmekten ancak para vererek kurtulabiliyordu mahkûmlar.
Düzen görevlileri hem hücreyi hem de başka koğuşların düzenini denetliyordu. Aynı zamanda mahpusların sağ ve sağlıklı olup olmadıklarını anlamak için pencere demirlerinden içeriye bakıp gözetliyor, tereddüt ettiklerinde bütün koğuşu arayıp yasaklanan eşyaları alıyorlardı. Eğer demir, biz, bıçak gibi şeyleri bulursa hücreden sorumlu kişi sorguya çekiliyordu.
Bu baskınlar sırasında bir de Üsenov’e yakalanırlarsa bu gaddar adam mahpusları dövüyordu. Eğer tepesi atarsa, baskında sinirlenilecek bir hal varsa, bir de yanına “yüz gram içki” adı verilen patates veya tahıllardan yapılan çorba bulunursa, mahkûm bir tarafa, yükümlülüğü altında çalışan gardiyanı dahi çata pata dövmekten çekinmeyen Üsenov, kendi adamlarının hapishane içerisinde satış yapmasını görmezden gelip hiçbir şey olmamış gibi yanından geçip gidebiliyordu. Kim bilir, belki de “benim kuzgunlarım da az biraz nasiplensin,” diyordu.
Gece gündüz daracık hücrede kalan mahkûm için en mutlu an dışarıya çıkıp temiz hava alma anıydı. Gardiyanlar koğuştakileri yüksek duvarlarla çevrili avluya çıkartıyor, üstlerine kapıları kilitliyordu. Genişçe olan avluda mahkûmlar aşağı yukarı yürüyerek volta atıyor, zıplayıp rahatlıyordu.
Haknazar da temiz havayı seviyordu, özellikle açık gökyüzüne bakmayı.
Mahkûmlar dışarıya çıkıp, volta atmaktan çok hoşlansa da bodrumdaki banyoyu hiç kimse sevmiyordu. Banyo dediğiniz de geniş, içinde duşu olan, sıcak sudan çıkan buharla dolu karanlık bir odaydı. Ama çaresizdiler. Kir, pasak içinde kalmamak ve bitlenmemek için mecburen o karanlık odanın yolunu tutuyorlardı.
Mahkûmların pek çoğu havası koğuşlara göre çok daha iyi olan, “sıhhi bölüm” diye adlandırılan revirde kalmak istiyorlardı. Hastane de aynı binadaydı. Koğuşlara çok benziyordu. Demir kafes, dökme demir kapı… Yani aralarında pek de bir fark yoktu.
Ancak revirde birkaç gün kalmak mahkûmlar için büyük tatildi. Zira eli coplu hapishane düzen görevlileri buraya gelmiyorlardı ve azda olsa bir serbestlik, özgürlük vardı. İnsan sayısı da azdı. Havası temizdi. Doktorlar sağlık konusunda dikkatliydiler. Ancak buraya gelebilmek için mutlaka hasta olmak gerekiyordu.
Ama para nelere kadir değildi ki… Artık buralar da güçlü, hali iyi vakti yerinde olan mahkûmların tatil durağı olmuştu. Her şeye rağmen mahkûmlar için en değerli kişi doktordu.
Sağlık bölümünün başkanı orta yaşı geçen Albay Kuravlyev idi. Biraz telaşlı bir adamdı.
O gün yanından geçtiğinde sürekli soğan, ispirto, sigara ve ter kokan, gözlerinin altı şişmiş stamotoloğa girişte bağırdı:
“– Hey! Sidorenko!”
“– Dinliyorum, Pyetr İliç.”
Yankılanan sesi ile bağıran Kuravlyev Rusça küfrederek sözlerini bitirdi:
“– Lanet olası! Şu raporu doldur dememiş miydim sana! Hâlâ mı geziniyorsun? İş saati bitse de 100 grama ulaşsam diyorsundur.”
Her ne kadar dışarıdan hilesiz, dalgın görünse de yaşamının yarısını hapishanede geçirmiş bu adam mahkûm psikolojisini çok iyi biliyordu.
Genç doktorlara çay içerken demişti ki:
“-Kamburu sadece kör düzeltir” diye boşuna denmemiştir. Bunlar da az değil, ha!”
Bir gün aniden karnı ağrıyıp midesi rahatsızlanan Haknazar’ı acildeki doktor revire yatırdı. Revirde satranç oynayan Haknazar’ı gören Kuravlyev seslendi:
“– Sen! Haydi gel!”
Onu kendi odasına getirdi. Sonra uzun satranç saatleri başladı.
Albay bir kere kazanıp “sonu ne olacak artık” diye düşünen Haknazar’a baktı, konuştu:
“-Hey, delikanlı! Bence sen bu oyunu bir zamanlar güzel oynuyormuşsun, belli.”
Onun turlara katılmayan satranççı olduğunu öğrenince başını salladı:
“-Bir zamanlar biz arada senden yeniliyorduk. Meğerse sen hiç kolay biri değilmişsin.”
Bir sonraki turun galibi Kuravlyev’di. Ama üçüncü turun taşlarını dizdi ve sakin sakin konuştu:
“– Bu oyuna kanamadım. Bir daha oynayalım.”
Haknazar mecburen bir oyun daha oynamak zorunda kaldı.
Kuravlyev dikkatini satranca verirken sordu:
“– Revirde daha kaç gün yatacaksın?”
Ama “neyin var,” demedi.
Haknazar:
“-Bilmiyorum, dedi. Kaç gün kalacağıma doktorlar karar verirler.”
“-Ben çözeceğim. Doktoruna öyle dersin,” dedi beyaz saçlı Albay.
Satranç oyununda yediği yemeğini unutan Albay Haknazar’ın iyileşmesine rağmen onu göndermedi. On gün revirde tuttu, durmadan satranç oynadılar.
Bilgisi güçlü olsa da satranç turlarına katılarak deneyim kazanamayan Haknazar, tüm oynadığı oyun sayısını hesapladığında toplamda Albaya mağlup olmuştu.
Revirde sağlığına iyice kavuşup hücresine dönerken Albay dedi ki:
“– Haydi, dekabrist, yakın zamanda mahkemen olup bir sonraki aşamada gidivermezsen seni yanıma aldırırım. Yine birlikte satranç oynarız.”
Haknazar onun mahkûmları tedavi ettiğini görmemişti. Ama Kuravlyev’in birkaç defa eroin bağımlılarına baktığını fark etmişti. Meğerse onun uzmanlık alanı nöroloji imiş. O yüzden adam bunları denetliyor, analiz ediyormuş.
Albay satranç oynarken ara sıra başını sallıyor:
“– Bunların iğne bağımlılığı olup kanını bozduktan sonra eski hallerine kavuşması çok zor” diyordu.
* * *
Mahkeme yazın başlandı.
Mahkemeye giderken mahpus milleti giysilerini temizleyip düzeltir, sakalını, bıyığını keser, kendilerini iyice toparladıktan sonra dışarı çıkardı.
Haknazar mahkemesinin olacağı gün erkenden kalktı. İyice yıkandı. Sıkıntı ve heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Hüznüne, derdine ortak olan koğuş arkadaşları, can dostları koğuşta bulup buluşturdukları düzgün bir giysiyi ona giydirmişler, şakalaşarak, destekleyerek uğurlamışlardı.
Hava güzeldi. Ortalık yeni aydınlanıyordu. Mahkûmları taşıyan cezaevi aracının demir kafesli penceresinden şehre bakan Haknazar’ın kalbi ferahladı. Yazın nefis kokusunu koklayarak, meyve dolu dallara, tanıdık sokaklara, orada yaşayanlara, okula gitmekte olan öğrenciye, gülerek giden kızlara bakarak rahatladı.
Bir an tüm dünyayı unuttu. Kendini memleketine, köyüne gidiyor gibi hissetti. Sanki polisler sabah treninde kendisini karşılıyorlar, istasyon başındaki köyüne götürüyorlardı.
Yine de kalbi huzursuzdu.
Stalin döneminden kalan iki katlı adliye binası iyice eskiydi. Rengi de sarıydı. Kapısının önünde kimse yoktu.
Yanındakilerle binanın zeminindeki eski tahtaların gıcırtılı sesi eşliğinde mahkeme salonuna girdi. Birden duvarlarda yankılanan ses kalbini yerinden çıkaracaktı neredeyse. İyice sıkıldı:
“-Ayağa kalkınız, Hâkim geliyor!”
Haknazar’a mahkeme ulaşılmaz bir şey gibi görünmüştü. Ama hiç de öyle değildi. Geniş salonun iki tarafında iki muhafız ve elleri kelepçeli bir şekilde kendisi duruyor, tam karşısında Savcı yardımcısı, onun sağ tarafta Hâkim Hanım ile beş-altı kişi bulunuyor, ellerinden bir şey gelmeyen avukatları da orada oturuyordu. Mahkeme diye anlattıkları işte buydu!
Annesi de haberdar olmuştu. Aslında anacığına mektup yazmıştı. Kolhoz başkanı izin vermemiş olabilirdi. Yoksa annesi kuş olup uçar, gelirdi ona.
İşte tam o anda dört gözle beklediği Mahkeme de başlayıverdi.
Saçları kırmızı sarı olan Hâkim Hanım duruşmayı başlatıp kısaca konuştuktan sonra sanık taraf konuşmaya başlamıştı.
Savcı yardımcısı Kazak idi. Elindeki on sayfalık iddianameyi hızla karıştırdıktan sonra öksürerek çabuk çabuk okumaya başladı.
Duruşma aynı bölümlerin durmadan tekrarlanmasıydı adeta…
Savcıdan sonra Hâkim Hanım konuştu:
“-Mağduru çağırınız.”
Adam duruşma salonuna girince de sorguya başladı:
“-Mağdur Zvyagintsev, 18 Aralık’ta başınızdan geçen vakayı başından sonuna kadar anlatır mısınız? “
Açık tenli sarışın bir gençti Zvyagintsev. “Evvela tam tespit edeyim, o mudur, değil midir,” dercesine etrafa bakındıktan sonra konuşmaya başladı:
“– 17-18 Aralık 1986’da Vatanıma borcumu ödemek için Almatı’da Brejnev Meydanında vazifemi yapıyordum. Hepiniz biliyorsunuz, o gün terörist guruplar amaçlarına ulaşmak için ortalığı birbirine kattılar. Ben de o zaman görevimi yerine getirdim. “
Zvyagintsev sanki anlattıklarını ezberlemişti. Gazete okuyor gibi duraklamadan bir nefeste anlattı her şeyi:
“-Sonra… Yaklaşık 12.30’da meydanın Furmanov sokağı tarafından bir genç koşuyordu. Görevimden dolayı elimde cop vardı. O koşan genç yanıma geldi ve elimdeki copa yapıştı. “Kargaşa çıkarmayınız” deyip onu göğsünden iteledim. Ama o beni güreş yöntemiyle yere serdi. Onun yüzünden sol kolum kırıldı. Sonra copumu alıp meydandaki guruba katıldı. Beni polis arabasıyla hastaneye yetiştirdiler.”
Hâkim Hanım tekrar sordu:
“– Yoldaş Zvyagintsev, sizi yere yıkan ve sol kolunuzu kıran suçluyu tanıyor musunuz?”
“-Evet.”
“– Kendisi burada mıdır? Gösterebilir misiniz?”
Hâkim Hanım sanki çocuk yuvasında bebeklerle saklambaç oynuyordu!
“– Evet, kolumu kıran şu adam. “
“-İyi, oturun. Şahidiniz var mı?”
“-Evet!”
“– Çağırın!”
Haknazar yerinden kalktı hemen. Heyecanla sordu:
“-Vatandaş Hâkim, ben konuşabilir miyim?”
Hâkim Hanım onu susturdu:
“– Oturun. Size de sıra gelecek.”
Sonra hiç acele etmeden, yavaş yavaş içeri giren şişman kadına sordu:
“– Şahit Rıjkova, 18 Aralık’ta ne gördünüz? Hiçbir şeyi saklamadan anlatın!”
“– Gündüzdü. Saat 11.30 suları idi, dedi şahit. Furmanov sokağından, Merkezi Müze tarafından birileri koşarak geliyordu.”
“– Kaç kişi koşarak geliyordu?”
“– 10-15 kişi kadardı. Koşarak geldiler. Meydandaki gruba katıldılar. Onların peşinden gelen birini muhafızlar tutukladı.”
“– Gönüllü Kuvvetler deyin,” diye düzeltti Savcının ukala yardımcısı.
“– Evet, Gönüllü Kuvvetler. Evim Satbayev ile Furmanov sokaklarının kesiştiği, Doğu yönünde bulunan Okean mağazasının üstündedir. Ben o sırada evimin balkonundan dışarıyı seyrediyordum Zvyagintsev’i, yani mağdur olanı şu adam dövüyordu.”
Sözünü bitiren şişman kadın Haknazar’ı gösterdi.
“– Şıgayev, söyleyiniz, dedi Hâkim Hanım. Hadise yaklaşık olarak nerede oldu?”
“– Tam orada Gönüllü Kuvvetler şu Şıgayev’i durdurdu. Şıgayev’in onu nasıl dövdüğünü bilmiyorum. Gözü açıp kapatıncaya kadar Zvyagintsev’i yere düşürdü.”
Sonra cümlesini düzeltti:
“– Kolunu kırdı. Bunların tümü 5-6 dakikanın içerisinde vuku buldu.”
O sırada Haknazar bir daha konuşmak için izin istedi:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nurcan-kuantayuli/kara-ozek-69500002/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Dombıra – Kazak Türklerinin milli çalgı aletidir.
2
Grev (Rusça) – suçluların jargon kelimesi. Kazakçada “yardımlaşma” anlamına gelir. Yani, hapisteki mahkûmlara giysi, yemek, para vs. verir.
3
Sıva, inşaat v.b. işler olabilir. Anlaşmalı olarak çalışan işe denir.
4
Para birimi.
5
Kazakların para birimi.
6
Hakan – Haknazar isminin konuşma sırasında kısaltılan halidir.
7
Prima, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ndeki Kiev Tütün Fabrikasında üretilen bir Rus sigara markasıdır. Bugün, Rusya’da çeşitli tütün üreticileri tarafından üretilmektedir.
8
Bezelye ceketi
9
Çok demli çay içmek (çifirit) – uyuşturucu kullanıcılarının kullandığı kurumsal jargon.
10
Bökebay – angora keçisinin yününü katarak dokunan yumuşacık ve sıcaklık tutan başörtüdür.