Hayma Ana
Oğulmaya Saparova
Oğulmaya Saparova
Hayma Ana
BİRİNCİ BÖLÜM
“Tufandan Önce..”
Karlı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için
Yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus Emre
‘Koyun yılı; kavgalı olurmuş!’ denilir ya, pek doğru imiş… O yandan, bu yandan gelen haberlerin hepsi de birbirinden kötü idi:
“Yassı yüzlü, yumuk gözlü Yecüc Mecücler, Kaf Dağını tepip geçmişler.”
“Moğol denilen kısa boylu, bodur düşman geliyormuş.”
“Eline düşenin omurgasını kırıyormuş.”
“Gözleri tırmalanıp açılmış gibi Moğollar, sarsılmaz büyük Harezm’i yakıp yıkmışlar, Horasan’a da bu sabah geleceklermiş.”
Bu türden haberlerin duyulmasından beri halkın huzuru kaçmıştı. Gören duyana, duyan duymayana haber verince günden güne Türkmen obalarına da yayıldı. Önceleri gelip geçen kervanlar olurdu, develerin boyunlarındaki çan sesleri yarım günlük yoldan duyulurdu. Artık onların gelmesi kesilmişti. Cüveyn’den katırlı, eşekli kervanlarla tüccarlar da gelmiyordu. Yoksa olan biten bütün haber onlarda idi. Yol kesen eşkıyaların yaptıklarından, tâ Çin padişahına dair havadislere kadar yeni haberleri, obalar bunlardan öğreniyordu. Şimdilerde iki-üç aydır, Yecüc Mecüclerin Harezm’i istila edip yakıp yıktıklarından, Horasan’a gelseler aynı şeyleri yapacaklarından başka bir duyum yoktu.
Bu haberi dibinden bucağından öğreneyim desen bile, ne gelen var ne giden. Ne haber var, ne hatır soran. Tedirginlik ve sessizlik…
Bu sessizlik, tufan öncesi bir sessizliğe benziyordu.
* * *
Kalecik obasının ortasındaki beyaz evin çevresine bağlanan atlar, dışarıda kurulan kazanlar obalılar için yeni bir şey değildi. Çevredeki obaların yaşıuluları, aksakallıları, kethüdaları, hanları, beyleri Türkmenlerin arasında önemli bir mesele olsa bu evde toplaşırlardı. Bazen evin içinden yükselen gür ve hararetli sesler, gecenin bir yarısına kadar işitilir dururdu. Hangi obayı eşkıya basmış? Kimin adamı, kimin malı gitmiş? Bu eşkiyalar nereden gelmişler? Esirleri hangi yolla azat edebiliriz? Hangi obadan kaç yiğit gitmeli? Savaşıp da mı almalı, yoksa takas mı etmeliyiz? Hangi obanın buğdaya, arpaya ihtiyacı var? Kısaca kan meselesi, din meselesi, esir meselesi gibi çözülmesi gereken bütün meseleler bu beyaz evin ocak başında çözülürdü.
Obalılar bu eve, ‘Yasağ Öyi’ diyorlardı. Yasa evinde verilen kararlara, herkes boyun eğmek zorunda idi. Ancak bugünkü görüşmede evin içindeki konuşmaları değil dışarıdakiler, içindeki adamların kendileri bile zor duyuyordu. Fısır fısır yapılan konuşmaların arasını Kaya Alp’in gür ve heybetli sesi kesti:
– “Epey bir vakitten beri kulağımıza gelen duyumlardan hepimiz haberdarız. Öyle anlaşılıyor ki Moğol denilen belâ, at sürüp talan edip gelmektedir. Bent yıkıp su bastırıp aldığı yer de var, kale basıp kan kusturup aldığı yer de. Ben ben diyen koç yiğitlerin omurgasını kırıp, ölenden-gülenden edip bıraktığı yer de var. Gelenden geçenden sorup haber alalım desek, gelen geçen de yok. İrtibat kesildi. İşte, aramızda, daha dün Kalecik’e gelen Derviş Bulunç’tan duyduklarımı söyledim. Kendisinden de duyarsınız diye, sizi bu gün görüşmeye çağırdım. Buyrun, burada görüşelim, tartışalım. Ne yapılması gerekiyorsa, biz de sizinle beraberiz. El ile gelen, düğün bayramdır. Başa geleceği, göz görür. Biz de kuyruğumuza basılıncaya kadar habersiz yatmayalım. Oğuz maslahatını yerine getirelim. Hadi, Bulunç Divane görüp duyduklarını anlat!”
Sırtındaki hırkasının sarkmış yerlerini okşamakla meşgul Derviş Bulunç
, kendisine yönelen soru dolu gözlerle karşılaştı. Belindeki kuşağı biraz gevşetti. Boynundaki torbayı çıkarıp yayılıverdi. Gözlerini aşağı indirip oturduğu kara keçeyi tırmalamaya başladı. Kendince konuştu:
“Divane geldi eşikten,
Su verin dolu meşikten.
Kırklardan, Ciharıyâr’dan dem olsun
Ya Hu! Ya Hak!
Önü haylı dünya, sonu vaylı dünya!
Yığdıklarımız, biriktirdiklerimiz
Canımıza düşman dünya..”
Ben de gördüm desem, yalancıyım. Semerkant’tan döneli üç bahar, üç yaz, üç güz, üç kış geçti. Yola çıkmadan önce de güllük gülistanlıktı. Semerkant’ın pazarında kuş sütünü bile bulmak mümkündü. Çin’den Maçin’den gelen kızıl-ala ipekler dünyaya yeter de artar gibiydi.
Bir ay önce Nişabur pazarında idim. Medet Divane ile karşılaştım. Yenileyin Semerkant’tan gelmiş. Moğol’u görür görmez kaçmış. Derviş, kalender, divane, abdal görseler kuşku duyup ‘Harezm’in, Horasan’ın casusudur’ diyerek dört ata bağlayıp dört parça ediyorlarmış. ‘Yam’
denilen casusları, habercileri var diyor. Atları yorulmak bilmiyormuş. Yerin altında yılan sürünse, casusları bilirlermiş. Toprağı bereketli Harezm’i, tıpkı yumurta yuvarlayacak şekilde dümdüz etmişler. Yüzleri de Horasan’a doğru, demişti. Horasan’da da kendini toparlayana saldırıyorlar. Tus’da, Nişabur’da, Merv’de Moğol’a karşılık vermek için eli kılıç-yay tutan, kalkan tutan kim varsa bekleyip duruyor. Gördüğüm de duyduğum da bunlar. Fazlası yalan olur.
Bilmiyorum bu neyin kavgası, neyin mücadelesidir? Bir karış kara toprak, bir gün senin leşine mekân olmayacak mı? Sığmadınız mı desene öz yurduna?
Yâ Hu! Yâ Hakk!.
Karun malı gibi dünyayı yığnayanlar kaygılansın, düşünsün. Ne kaçabilirler, ne de kalabilirler. Kalsalar tutulacaklar, kaçsalar kurtulacaklar. Vah! Malı, dünyayı neylesin? Ömür beş günlük, dibi boş. Giderken götüreceğin iki kulaç kefen bezi, yığdığın Karun malı.
Hey, hey adamlar! Kara toprak döşek, gökyüzü yorgan değil mi? Sizin ipek kumaşlarınızdan kime fayda oldu.
Moğol kapıda, bela tepede..
Hu Hak!
Divane geldi eşikten,
Belâ gitsin deşikten…”
* * *
Bulunç Divane, torbasını tekrar boynuna astı, yerinden kalktı. Asasına dayanarak evden çıkıp gitti.
Evdekiler birbirlerine baktılar. Haber, duydukları gibiydi. Bulunç Divane’nin son sözlerine yalan diyecek kişi çıkmazdı. Dağların arasında sürü sürü develer, sığırlar, koyunlar, keçiler var; buradan göç etmeye kalksan, hangisini alıp hangisini bırakacaksın?
Evdekileri ağırdan ağıra bir endişe sarmaya başlamıştı. Deli Dovul yumruğunu yere vurdu:
– “Beğler! Düşmandan kaçarak yaşamak olmaz. Gelseler, geldiklerini görürüz. Oğuz neslinin; ‘Namertçe olalım, sağca kalalım’ dediği duyulmamıştır. Biz kaya parçaları gibi buralardan ayrılıp şu katırlı Moğollardan kaçarsak, yurdumuzu – obamızı terk edersek hani bizim Türkmenliğimiz? Oğuz Atamızın şanını yere düşürürsek, atalarımızın ruhu incinmez mi? Bir dervişin; “dümdüz etmiştir!” dediğine inanıp da kaçıvermek olur mu? Kaçmaya kalksak, nereye gideceğiz? Kucak açıp gel diyen mi var? Ölsek de kurt olup ölelim, tilkilenmek bize yakışmaz. Bir karış toprak için ölüne ölüne gelmedik mi? Biz de onlardan biri oluruz.”
“Doğru söylüyorsun Deli Dovul! Bir kara canın olsa da kaçıversen, gidiversen; yurt düzelince dönüp gelsen. Peşinde çoluk çocuk, mal, toprak… Önceleri hangi oyunları oynadıysak, şimdi de aynısını gösteriverelim. Şu dağlara düşman sokmadan yaşamışız bu zamana kadar. Geleni geri çevirdik. Yamyamını da gördük, Moğol’unu da…”
“Bu dağlara onların atı da, katırı da dayanamaz. Onlar bizi bulup öldürünceye kadar biz onlara, kurt avını nasıl avlarmış gösteririz.”
Konuşmalara katılmayan ancak söylenenleri dikkatle dinleyen Sergin Koca söze girdi.
“Biz her derede, her tepede yaşamasını bilen bölük bölük Türkmenleriz. Bizden önce heybetli Harezm’i yıkmış olsalar da, Horasan’ı kırıp geçirmiş geliyor olsalar da; hani bizim şu Selçuklu Devletimiz ne yapıyor? Bilmemiz gerekmez mi! Gelin, eli sopa tutanlar, karşı çıkalım mı diyor? Yoksa herkes başının çaresine mi baksın diyor? Her neyse de devlet var, sultan var! Yok, koruyamayız diyorlarsa, o zaman başka…”
“Doğru söylüyorsun. Sözün haklı. Şimdiki maslahatımız ne o zaman?”
Kaya Alp söze katıldı.
“Öyleyse biz obadan 4-5 yiğidi Cüveyn’e gönderelim. Bilgi edinsinler. Dostum Yakup Ağa’nın evinde kalırlar. Cüveyn, büyük bir kaledir. Sebzevar’dan, Nişabur’dan, Tus’tan, Merv’den, Belh’den gelenler vardır. İşlek bir yol üstüdür. Oğlum Süleyman ile ağabeyimin oğlu Tanatar da bizden gider. Guycuk Mergen ile Örcen Böke de gitsin. Yanlarına Miriş’i alıp gitsinler; o, yolları iyi bilir.”
Ak saçlı kocaların, genç alplerin konuşmaları dinlendi. Bundan sonraki gelişmeleri ve kararı Cüveyn’den gelecek olan haberlere bıraktılar. Konuşmaları Kaya Alp toparladı. Eşiğin başında oturan oğlu Süleyman’a baktı.
– “Dinleyip anladın mı oğul! Yiğitleri topla, şafak söker sökmez yola çıkın. Sizden gelecek habere göre obaların ne yapacağı belli olacaktır. Yakup Ağa’ya da selamımı söyleyin. Bu görüşmemizi anlatın. Onu da dinleyelim, fikrini alalım. Onun bilgisi ve aldığı haberler bize göre daha çoktur. Hadi yola hazırlanın yiğitler..”
Süleyman, babasının sözünü dikkatle dinledi. Tek başına oturduğu yerden kalktı. Birlikte gideceği yiğitlere haber verdi. At yatağına vardı. Karayel, sahibini tanıdı, kişnedi. Süleyman, atının boynunu, başını okşadı; otunu, yemini verdi. Kulağına usulca seslendi:
“İlk defa uzak yolda yoldaş olacaksın, Karayel’im! Hani, yoldaş yolda tanınırmış ya, yoldaşlığını bir görelim. Yurdun geleceği, bizim getireceğimiz habere bağlı.”
At yine kişnedi, sanki “Ben yola hazırım!” der gibi başını eğdi. Süleyman atının eyerini, çulunu yerleştirdi. Şimdi gidip hazırlansa, şafak söker sökmez yola çıkıverecek gibiydi.
Evlerine geldiğinde, annesi Aysenem’nin yol hazırlığına giriştiğini gördü. Evin dış kapısında oturan ve onu bekleyen yaşlı Burla nine;
“Balalarımın balası, Süleyman ile Tanatar’ım! İkiz kartallarım sağ gidip esen gelsinler. Yoldaşlarının arasında yol – iz bilen var mı ki? Kaya Alp’im ilk kez babasıyla gitmişti de;” İki dağın arası aşılması pek zordu, üç gece-dört gündüzde varabildik.” demişti. Cüveyn’in kaleleri, sarayları ta uzaktan görünüyormuş. Alp oğlum! Gözü açılmadık gencecik delikanlıları tutuyorlar. Allah korusun dosttan çok düşman var. Allah, balalarımı görünür görünmez beladan, kötülükten korusun. Aysenem gelin! Yiyeceği, içeceği bolca koy. Üşüseler, ateş yakarlar. Açlık zordur yollarda, at üstünde acıkırlar…” derken; dilekleri arasında gelinine buyruklar da veriyordu.
Süleyman içeri girdi. Yaşlı ninesinin alnından öptü.
– “Nine! Biz artık aşık oynayan çocuklar değiliz. Yiğit çıktık, er yetiştik. Babam bir iş buyurdu, başım üstüne giderim. Bizim aramızda yolları iyi bilen var. Hiç kaygı etme. Allah’ın izniyle sağ esen gidip geliriz.”
“Oğul! Tanatar’ım senden büyük de olsa delibaşlıdır. Sürekli arkasında ol. Kafası kızıverse; “Hayt!” deyiverir. Nasipse, dönüp geldiğinizde Akçauzun’un kızı Yazçiçek’in boynuna alaca ip
takıp sana isteyeceğiz. Boyunla boydaş, ay gibi kız. Tanatar’a da Kumru Eley’in küçük kızına söz keseceğiz.”
“Ninem! Tanatar’dan yana hiç kaygılanma sen. Giderken de gelirken de peşinden ayrılmam.”
Süleyman, ninesinin söylediklerinden utandı. İlk defa onunla evlenmek konusunda söz açılmıştı. O ne Akçauzun’u, ne de kızı Yazçiçek’i görmüştü. Görmek şöyle dursun adlarını bile duymamıştı.
Yol hazırlığı gören Aysenem, oğlunun yüzünün kızarıp gittiğini görünce, yavaşça gülümsedi. Hoşuna gittiğini dışa vuruşunu, anlamamazlıktan geldi.
– “Yazçiçek, iyi kız. Akçauzun’a çekmiştir; alımlı, becerikli. Benim de gözüm onda. Süleyman’ın ninesi, şu kızı bir alabilsek..”
“Alabilsek ne demek? Sarı çizmelim sağ olsa, kendisi sallanıp gelirdi. Süleyman gibi oğlumuz olur da, sözümüz geri döner mi? Hani, gitsinler, gelsinler sağ esen. Mogol denen belanın yüzü ters dönsün de gerisi kolay! Hadi yat, köşeğim!
Gece de yarılandı. Yat da uykunu al, uzak yola çıkacaksınız.’’
Süleyman başını yastığa koyar koymaz uzun yolculuğun endişesiyle uyuyakaldı. Buna karşılık evdekilerin hiçbirinin gözüne uyku girmemişti. Aysenem ile Kaya Alp, ilk defa oğullarını uzağa gönderiyorlardı. Yaşlı Burla nine ise tan atıncaya kadar fısır fısır dualar etti. Süleyman’ın kız kardeşleri gümüş giysili, yüzü duvaklı Yazçiçek’i evlerinin başköşesinde görmeyi arzulayıp yataklarına uzandılar.
İlk horoz öttüğünde Süleyman, atına yol eşyalarını yüklemişti bile.
“Yolu, at ile yenersiniz. Yol uzaktır. Bunun için atı üzmeyin, yormayın. Kendi keyfince sürün. Koşturup, kızdırıp birden suya sokmayın. At şişer, yola dayanamaz. Yol boyunda obalar vardır. Bulursanız taze yonca verin. Yola çıkmadan önce okşayın, sevin. Gün aşırı yelesini tarayın, endamını kaşıyın. At denen hayvancağıza sevgiyi, şefkati eksik etmeyin. İnsan gibi duyguludur o. Gündüzleri yürüdüğünüz yol sizindir. Gece her ışık yanan yere girmeyin. Yol kesen olur, eşkiya olur. Bu akşam Korkut Dağı’nın eteğindeki obada, Çakır Bayat’ın evinde kalın. Ertesi gün de inşallah Derbent’e erersiniz. Derbent’te kervansarayda kalırsınız. Gün uzundur bu günler. Yürürseniz, yol aşarsınız. Cüveyn’de dört-beş gün kalsanız, beklemeden dönün. Yakup Ağa adlı kadim bir dostum vardır. Sizi misafir eder. Her şeyi anlatırsanız, kendisi gerekeni yapar. Biz de en çok on beş gün sonra yolunuzu bekleriz. Sağ gidin, esen gelin.”
“Düşmanın yüzü ters olsun. Atınız, ayağınızın altında aksamasın. Görene, sorana-sual edene selam söyleyin. Allah, yârınız olsun. Çahrıyarlar hemdeminiz olsun. Yiğitlerim! Sizi birbirinize, hepinizi de Allah’a emanet ediyorum. Yolunuzu Hak açsın. Ak yoldan güle güle gidin, güle güle gelin.”
Başı heybetli yiğitler atlarını dehleyip Kalecik’ten ayrıldılar. Kesedağ’ı geçerek yüzlerini doğan güneşe çevirip yola koyuldular. Gölgeliklerden, derelerden uygun yerini seçerek at sürseler de bazen önlerine çıkan yalçın kayalıklar yollarını uzatıyordu. Yollara alışkın olan rehber Miriş bile bazen yolunu bulamayarak durup bekliyordu.
“İşte bu yola ‘avcı izi’ diyorlar, işte şu suya ‘ceylan suyu’ diyorlar, işte şu yola ‘tavşan patikası’ diyorlar, dereye varır” dese de, yolları dik kayalıklara varıp dineliyor, geçmeye yer kalmıyordu.
Arkadaşlarının uzak yolu yeğleyerek, gülüşüp; “Avcı, tavşan yolunda ceylanı kovalayacak olsa, kayadan uçar.” demelerine rağmen Miriş, yol ustalığı iddiasından geri adım atmıyordu. Dağın tepesine çıktıklarında, karşıdan görünen dağa kadar ilerlemek kolay gibiydi. Ancak iki dağın arasındaki yolları, dik kayalıkları ve uçurumlu dereleri geçinceye dek bir hayli yorulmuşlardı.
Gün batımından az önce, Miriş’in dediği gibi, Korkut Dağı ta uzaktan göründü. Obaya yaklaşmışlardı. Gökyüzünde yıldızlar adeta göz kırpıyordu. Obadaki köpekler ‘konuk habercisi’ olarak ürümeye başladılar. Çakır Bayat’ın evini sormaya gerek olmadan buldular. Diğer evlerin arasından seçilen, hemen fark edilen altı kanatlı beyaz evin kapısına gelen atlıların karşısına, yüzü-gözü nurani, iri yarı bir adam çıktı; selamlaşıp, güler yüzle karşıladı. Süleyman’ın tekrar tekrar arkasına vurarak;
– “Görmeyeli uzun zaman olmuştu. Maşallah, er yetişmişsin. Kaya Alp’in babası Ataman mı çıkıp geldi diye düşündüm az önce. Dedene benziyorsun, gayretin de ona çeksin, oğul! Ataman Alp gibi bir adam, Türkmen’e verilen Tanrı payıdır. Yaşın benzemesin yiğidim!”
Çakır Bayat, misafir yiğitleri ak çadıra aldı. Geliş sebeplerini, Cüveyn’e gidiş amaçlarını öğrendi. Yaraları depreşmişti. Gelenden geçenden türlü haberler aldığını, gelip geçen kervanların azaldığını, Moğolların Horasan’a gelecekleri dedikodularını işittiğini bir bir anlattı. Öğrendiklerini kendisine de iletmelerini isteyerek, dönüşlerinde bir gece daha misafir olmalarını söyleyip erkenden yola saldı. Korkut Dağının arka tarafına ulaşıncaya kadar peşlerinden bakıp bekledi..
* * *
Yiğitlerin yola çıkışlarından bu yana bir hayli zaman geçmiş, yeni ay tıpkı bir orak gibi doğmuştu. Şimdi herkesin gözü yolda idi. Obanın çocukları, sabahtan akşama kadar yer dinlemeye başladılar. Burla ninenin at sesini duyana hediyesi olacaktı. Büyüklerin keyifleri de kaçmaya başlamıştı.
Dolanıp duran kara bulutlardan fırsat çalarak ara sıra yağan yağmurlar, üç günden beri artıyordu. Sonunda kara bulutlar yarıldı, ğöğün gazabı da diğer yandan. Yıldırım çakması ve göğün gürüldemesiyle ortaya çıkan sesin dağlarda yankılanması çok şiddetli oluyordu. Obadakiler, başlarına dağ yıkılacak gibi, korku içine ellerini başlarında tutup kalıyorlar; kadınlar yetişebildikleri kadar evlerinin açık yerlerini kara keçelerle kapatıyorlardı.
– “Tövbe Allah’ım! Eğer bu haliyle akşama kadar yağarsa, dünyayı sel alır. Yiğitler sağ-salim bir gelseler, Allah rızası için, erlerin pirlerin yoluna, Baba Kızıl Evliya’nın yoluna yedi kapıya yedi sofra paylarım..”
Aysenem gelin:
“Vay, Süleyman’ın ninesi! Siz şimdi on beş günden beri teknede, sofrada çörek koymadan dağıtırsınız ha! İnşallah gelirler. Kaygı etmeyin. Siz daralsanız, bizim elimiz, ayağımız gevşer..” diyerek, yaşmak altından fısıldadı.
“Amin! Gelirler. Dua edin yine de. Yarın şafak atar atmaz, yağmur durmazsa hamur yoğuruverin. Ziyaretine gittiğim Derviş Ata’nın yoluna yedi çörek sözü vermiştim.”
Burla nine gelinlerinin her birine bir iş buyurup, kendi işine koyuldu. Hünerli elleri işe koyulsa da ne yapıp ne ettiğini pek bilmiyordu. Aysenem, Kalecik’in çevresindeki yollara gidip geldikçe yorulmuştu. Tek düşüncesi on beş gündür yolunu beklediği oğlu Süleyman’dı. Gelmesi gereken gün geçtikten sonra, gece it ürüse koşup dışarı çıkan Aysenem’nin aklına kötü kötü düşünceler geliyordu.
“Neden yatmıyorsun?”
“Gelmediler de! Yüreğim sızılıyor. Hayrolsun.”
“Gelirler. Süleyman ile Tanatar önceleri de ava giderlerdi. Yanındaki yoldaşları yol iz bilmeyen kişiler değil. Cüveyn uzakta değil. Bak görürsün, onlar mutlaka kesin bilgilere erişmek için Nişabur’a kadar uzanmışlardır. Veya dağ dere yağmurlu yağışlı diyerek Çakır Bayat da yola salmamış olabilir. Kadir kıymet bilen dosttur o.”
“Memleket esenlikte olsa, başı dik olsa aylarca gelmese de kaygılanacak değiliz ya.”
“Memleketin ferahlık devri mi var Aysenem? Git yat, inşallah gelirler.”
Kaya Alp, kethüdaların kendisiyle görüşmek için bekleyip durduklarını biliyordu. “Cüveyn’den kesin bir haber alamadıklarından Nişabur’a mı gitmişler ki? Yoksa gelmeleri gereken süre çoktan geçti. Eğer yarın da gelmezlerse, peşlerinden bir adam salmamız gerekir.” diye içinden geçirdi. Aysenem, onun düşüncelerini okumuş gibi;
“Daha olmadı peşlerinden adam göndersen!”
“Olur. Sabaha bir çıkalım. Allah yol verirse, yarına kalırsak, yapacağım o…”
* * *
Şafak vakti, atların ayak sesleri obada duyuldu. Kaya Alp’in kapısına gelen dört kişi atlarından indiler. Kaya Alp, alaca karanlıkta onların kim olduklarını seçemese de, Süleyman’ın atının sırtının boş olduğunu görüp tedirgin oldu. Atın yanına giderek yularını tutup boynunu kucakladı.
– “Hayt, hayvancağız! Sahibini nerelerde koydun? Süleyman? Yiğitler! Hani Süleyman?”
“Kaya dede! Süleyman gelmedi mi? İki gün oldu, biz onu kaybettik. Çakır Bayat’ın evinden çıkıp geriye döneceğimiz sıra, gün kuşluk vakti yağmur durdu. Derelerden gelen sellerden kaçıp hepimiz tepenin üzerine çıktık. Nuh Tufanından daha da beterdi! Su gelmeyen dere, sel akmayan çay kalmamıştı. Bir yer bulup yattık orada. Sabah kalktığımızda Süleyman yoktu. Uzağa gitmiştir desek, atı Karayel, dışarıda duruyordu. Dışarılar geçilecek gibi değildi. Şimdi gelir diye bekledik. Sular çekildikten sonra etrafı dolaştık. Yağmur-yağış yüzünden iz de yok. Bir yerde obaya taraf batıp giden izleri görüp vazgeçip dönmüştür, diyerek geldik. Gelmediyse nereye gitmiş olabilir! Onun bizi bırakıp, Karayel’i bırakıp gitmeyeceğini düşündük ama.. Nerede ki! Ne yapsak ki!?”
Tanatar’ın sesi daha ezik ve cılız çıktı. Örcen Böke kızgın kızgın kılavuz Miriş’in yüzüne baktı.
– “Ayak izleri obadan yana gidiyordu dedin ya! Çoban çocukların ayak izleri olmasın! Bu iz, Hatap ustanın diktiği çarığın izidir, demedin mi?.O da bizi arayıp yola düşmüştür, demedin mi!”
Kaya Alp, delikanlıları sakinleştirmek için;
– “Eğer, Korkut Dağından bu yana geçmiş olsa, inşallah gelir. O dağlara, o yollara alışkındır koçum. Ayak izini gördüyseniz, tan atmadan kalkıp dumanın içinde kalmıştır. Döner gelir.”
Dese de, dedi ama içinde kopan sıkıntı, içinde depreşen tufan dünkü tufanın işi değildi. Dışına vurmak istemese de evdekiler, yiğitlerin konuşmalarını duyup ağlaşmaya başladılar. Burla ninenin sesi, onların seslerini bastırdı:
“Bırakın artık. Niçin kötüye yoruyorsunuz? Önceki tufanda biz oturduğumuz yerde komşudan haber alabildik mi? Selden, sudan dolaşmıştır; kayadan, dağdan geçmiştir. Duydunuz ya, yaya kalmış. Gelir yiğidim. Bu dağları ilk defa görmüyor ki o. Dağda doğmuş kartalımdır o benim. Bakın, görürsünüz; laçin kuş gibi sabaha kadar gökyüzünden iner gelir. O yoldaşlarından ayrı düştü diyerek ağlayacaksak, o zaman bu obanın haftalardır, aylardır evine gelmeyen avcı yiğitlerinin annesinin, bacısının gözyaşlarını ne yapacağız! Süleyman dağ koçudur. Kalkın haydi, yiğitlere sıcacık süt verin. Haberini bekleyelim..”
Burla ninenin söyledikleri sadece evdekilerin değil, Süleyman’ın yoldaşlarının da, Kaya Alp’in de yüreğini genişletti. Herbiri içinden;
“Doğru söylüyor. Süleyman dağda doğmuş, dağda yetişmiş yiğittir. Böylesi yağışı ilk defa görmüyor ki! Bir yerden çıkar gelir.” diyordu.
Delikanlılara, kara kazanda kaynamakta olan kaymaklı sütten taslara koyup getirdiler. Yolda aç susuz kalan delikanlılar, birbirleriyle yarışırcasına süt dolu tasları başlarına diktiler. Önlerine konulan sarı yağı adeta görmezlikten geldiler! Karınlarını doyurduklarında, karşılarında bağdaş kurmuş oturan Kaya Alp’in onları dikkatle seyrettiğini görerek, yaptıklarından utandılar. Bir-iki günün açlığına dayanamayarak Süleyman’ı bırakıp gelmiş gibi yürek yakıcı bir düşünce içlerini kavurmaya başlamıştı. Burla nine yine sıcak çörek uzattı. Kimsesinin eli çöreğe uzanamadı. Başlarını öne eğerek öylece durup kaldılar.
“Hadi yiğitler! Artık yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun. Gördüğünüzü, duyduğunuzu anlatıverin. Hem de baştan sona. Kimi gördünüz, neler duydunuz? Bulunç Divane’nin söylediklerinde gerçek payı var mı? Doğru mu? Yurtta neler konuşuluyor?”
“Sizin tarif ettiğiniz üzere, obadan çıkıp akşama Çakır Bayat’ın evine vardık. Geceyi burada geçirdik. Çakır Bayat, bizi söylediğinizden daha da iyi karşıladı. Ertesi gün yola düştük. Çoğanlı denilen geniş bir vadiden geçerken, önümüze Selçuklu’nun üç askeri çıktı. Yolda tutup sorguya çektiler. Seferimizin sebebini belirttik. Bulunç Divane’nin anlattıklarını onlar da bir bir anlattılar. Askerlik için adam topladıklarını, eğer istersek bizim de katılabileceğimizi söylediler. Onlardan duyduklarımızla yetinip dönelim dedik. Ancak Süleyman, Cüveyn’e varmadan dönersek olmaz deyince, yola devam ettik. İkindi yaklaşırken Derbent’e yettik. Derbent’e kervansarayda kalmak niyetiyle varmıştık. Kervansarayda kalmak şöyle dursun, çevresinde bile yer yoktu. İki aydan beri gelip geçmeyen kervanların yolunu gözleyen yolcular bekleşip duruyordu. Sanıyorum onlar nereye gideceklerini kendileri de bilmiyordu. Harezm’i Moğol alırsa Şam’a, Şirvan’a gidiverelim diyenler de var, Rum diyarına gitmek gerek diyenler de. Biz de obada Derbentli Merdan denilen bir adamın evine misafir olduk. Merdan, önceleri Selçuklu’da tımarlı sipahi olarak devlete hizmet ediyormuş. Yaşlanınca Derbent’e gelmiş. Cüveyn’in en kestirme yolunu geceleyin tarif etti. Sabah erkenden de obadan çıkıncaya kadar uğurladı.”
– “Cüveyn, anlatıldığı gibi uzaktan bacaları, minareleri görünen bir kale imiş. Kervansarayları hınca hınç doluydu. Çeşitli dillerde konuşan insanlar, kelli-felli tüccarlar yiyip içip yatıyorlar. Dini yönleri de güçlü, beş vakit namaz kılıyorlar, ağızları dualı. Geceyi gündüzü bilmeden sarhoş sarhoş yürüyenler de var.”
– “Dostunuz Yakup Ağa altı ay önce vefat etmiş. Ailesine yük olmayalım diyerek, güç bela kendimize yatacak bir yer bulduk. Belh’ten gelen bir seyyah ile tanıştık. Adının Abdullah bin Belhi olduğunu söyledi. Bize çok şeyler anlattı. Harezm’de, Moğol’un kan dökmediği bir kale kalmamış. Harezm şahı Alaettin Muhammed, şehri terk edip gitmiş. Nereye kaçtığını oğlu Celalettin ile hanımı Ayçiçek’ten başka bilen yokmuş. Celalettin, Moğollar ile savaşıyormuş. Moğolların sayısı çerden-çöpten çokmuş. Harezm’in sıcak havası börtü-böcek dolu, çölü de. Aç kurtları onları korkutamıyormuş. Başlarında Cengiz Han denilen biri varmış. Abdullah bin Belhi, onu yakından görmese de, hakkında çok fazla şeyler duymuş. Savaşçılıkta aç kurt gibi, hilekârlıkta kuyruksuz tilki gibi, zekilikte ise iki kat pay verilmiş gibi, diyordu. Harezm’i aslında Cengiz Han değil, taht kavgası yıktı desek daha doğru olur, dedi.”
“Ne bileyim, Alaettin Muhammet Şah’ın ‘Şeytana ders veren annesi’ Türkan Hatun’un Moğollara yardım ediyor olması muhtemel, dedi. Harezm’i alan Moğol niyetini sürdürürse Horasan’a da gelir, dedi. Selçuklu Devleti, paralı asker toplamaya başlamış. Bunlara ‘ecri har’ deniliyormuş. Harezm’den kaçanlar, başka yol bulamayıp şimdi bu paralı askerlere katılıyorlarmuş. Selçuklular başı Belh’te, ayağı Şam’da uzak uzak yerlerden toplanmasalar, bu belanın önünde durulacak gibi değil, diyorlar. Devletin Türkmen Gücü denilen askerleri var. Onlar da asker topluyormuş. Beş gün gelenden, geçenden haber aldık. Moğollar kara bulut gibi yaklaşmaya çalışıyorlar Kaya dede..”
“Dönüşümüzde Çoğan vadisinde atlı askerleri, eğitim verilen yerleri gördük. Halkı telaşa salmamaya gayret etseler de durum hayra alamet değil. İki gün sonra yine Çakır Bayat’ın evine yettik. Yolumuzu gözlüyormuş. Size anlattıklarımızı ona da söyledik. Göç etmek veya kalıp savaşmak gerekir, bizi habersiz bırakmayın, dedi. Kaya Alp’e söyleyin, birleşelim, dedi. Sabah kalktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Çakır ağa havanın bozulduğunu görerek, bizi yola salmak istemedi. Ancak Süleyman yerinde duramayıp; “Herkesin gözü yoldadır, bizi beklerler, dedi.”
“Korkut’tan ağıp Kesedağ’a yettiğimizde tuttu yağmur, bastı tufan. Sel bir yerden, yel bir yerden yüklendi. Biz de yüksek bir yere çıkarak, bir haneye sığınıp yatıverdik. Yağmur dindikten sonra kımıldamak mümkün olmadı. Şarıldayıp gelen selin gürültüsünü işiterek sizden yana kaygılandık. Dünyayı sel alıyor sandık. Yattığımızda Süleyman henüz uyuyamamıştı.”
– “Erken kalktığımızda Karayel’in kişnemesiyle doğrulduk. Dışarı baktığımızda her yer dümdüz, sis, duman. Süleyman civarda bir yerdedir diyerek, bekledik. Gelmeyince, seslendik. Ses veren olmadı. Ateş yakalım desek kuru ot yok. Sis duman dağıldıktan sonra, ateş yaksak belki dumanını görür gelir, dedik. O gece de bekledik, gelmedi. Sonunda dolanıp yürürken Miriş, Sülgürt’te çarık izini gördü. Bir iki adım göründü ancak yağış izleri silip süpürmüştü. Obaya dönüp gelmiştir, diye tahmin ettik, işte.. Şimdi ne yapsak ki!?..”
Anlatılanları dinleyen Kaya Alp, derin bir nefes çekti. Ocağın başında oturan Aysenem’in ağlamaklı sesi işitildi.
“Sel sularına mı kapıldı ki? Kurtlara, kuşlara yem mi oldu ki? Gittiğinden beri yüreğimin başı cız edip duruyor, dediydim. Kim beni dinliyor! Şahin balam, sağ salim gelse; Baba Kızıl Evliyanın yoluna, yedi kapıya aş paylayacağım. Aç susuz mu ki? Obaların birinde mi ki?”
Aysenem’in fısır fısır çıkardığı, agu katılmış acılı sesi evdekilerin hepsi işitirken, bu sefer ona Burla nine de hiçbir şey diyemedi. Anne yüreği dolup dolup taşmıştı. Ağlayıp rahatlamasa olacak gibi değildi. Ağlasın da içini boşaltsın dercesine, Kaya Alp ile yiğitler dışarıya çıktılar. Evdeki ses, güçlenerek sürdü. Burla ninenin;
– “Tövbe deyin, kötüye yormayıverin” diye yankılanan sözleri, uzun bir süre dışarıdan da duyuldu.
* * *
Şu vakte kadar, gün kuşluğa kalıncaya yatıp duran Süleyman’ın sanki kafasına kum dökülmüş gibiydi. Başını yastıktan kaldırası gelmedi. Yattığı yerde güçlükle başını sağa sola çevirdi. Bulunduğu yerin kendi evi olmadığını anlayıp kalkacak oldu.
Bu olanlar da neydi? Başına gelenleri hatırlamaya çalışsa da başaramadı. Ara sıra aklına düşen şey; kaçışan geyikler, kayalar, kartal ve kendi yoldaşlarının sesi. Bu her ava gittiklerinde tekrarlanan şeyler olsa da Süleyman, dünkü hadiseleri hatırlayacak gibi oldu. Her ne kadar gözlerini yumsa da değişik bir şeyler göremedi. İçini yakayım dercesine kapı da açılmıyor, bir kişi bile gelmiyordu. Güçlükle yerinden doğrulmaya çabaladı. Ancak uzun bir tahta parçasının ayaklarına sarılmış olduğunu fark etti. Ayağını sarıp sarmalamışlar. Demek ki ayağım zarar görmüş, diye mırıldandı.
– “Ses verin! Kimse yok mu?”
Kendi sesini sadece kendi işitebildi. Halsizlikten olacak ki sesi de zor çıkıyordu. Alacakaranlık çadırda yattığı yerden çevresine göz gezdirmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Üstelik ayağının ağrısı da artıyordu. Kaşlarını çatarak, yattığı yerden, yeri yumrukladı. Yan taraflara asılmış otları, bitkilerı görerek, burasının bir tabip evi olduğunu düşündü.
Vaktin ne kadar geçtiğini anlayamadı. Çünkü yarı uyur-yarı uyanık yatıyordu. Birden kapının yavaşça açıldığını hissederek, gözlerini açıp başını çevirdi.
“Gözümüz aydın. Kalktınız mı?”
“Evet. Ben neredeyim? Siz kimsiniz?”
“Oğul! Telaş etme. Ayağa kalktığında tanışır, bilişiriz”
Yaşlı adam kapıyı açtı, eşik serpisini
gerdi. Kara çadırın gözeneklerini araladı. İçeriye ılık bir yaz havası hücum etti.
Süleyman:
“Dışarıda böyle iyi bir hava vardı ise beni niçin bu temiz havadan mahrum ettiler ki!” diyerek kaşlarını çattı.
“Dön bakalım, arkandaki yaraya bir merhem çalalım..”
“Arkamda yara mı var?”
“Sen en iyi, neremde yara yok desene yiğit!”
“Bana ne oldu?”
“Bunu sen söylemezsen, ben ne bileyim. Ben seni Ballıkaya’nın eteğinde buldum. Ya ot-ilaç toplamaya gelmişsindir ya da kuş avlamaya. Kayadan düşmüşsündür desem; diken batar, her yerin kulak gibi şişerdi. Kaplan dalamıştır desem, pençe yok, tırnak izi yok. Sel suyuna kapılmış olmalısın ki bütün vücudun balçıktı. Kurt tabip de gelip gördü. İki güne kadar ayağa kalkar, dedi. Hadi şimdi şu sıcacık keklik çorbasını iç, kendine gel. De bakalım, sen kimsim? Nerden gelip, nereye gidersin?”
“Ben iki gün mü yattım? Siz kırık-çıkık tabibi misiniz?”
– “Ay, iki gün daha yatarsan, ben de tabip olurum. Hadi, sen bir dayan yeter ki.”
Süleyman’ın, yoldaşlarıyla dağ başında yağmur altında kaldığında onları yatırıp kendisinin uykusuzluk çektiği aklına düştü. Tan vaktine yakın, sel biraz olsun yavaşladı mı ki diyerek çevreyi dolaşırken, ayağı kayarak dereye yuvarlanıp gittiğinden ve sele gark olup telaşlandığından başka bir şey hatırlamıyordu. Sel suları Süleyman’ı uzağa alıp götüremese de sisin-pusun içinde bir hayli yatmıştı. Bir süre kulağına arkadaşlarının sesleri gelmiş, zamanla kesilmişti. Orada ne kadar kaldığını, buraya kimin getirdiğini, burada ne kadar yattığını bilmiyordu.
– “Seni bizim köpeğimiz Alabay bulmuş. Ürkmüş, konuşacak gibi olmuş hayvancağız. Torunumla seni eşeğe bindirip güçlükle getirdik buraya. Bugün ikinci gün değil, üçüncü gün oluyor yatışın. Hadi, şimdi otur. Kurt tabip; yaşı kaç ise, yaşı kadar yatarsa iyileşir, dağ ilacından içiversin, demişti.”
– “Yok.. Ben yirmi iki gün yatamam ki! Benim ardımda bekleyenlerim var. Babam beni bir iş için Cüveyn’e göndermişti. Yoldaşlarım nerede? Karayel’im, can yoldaşım beni bırakıp gitti mi? Ne olursa olsun, ben obama gitmeliyim.”
“Beh! Sen hangi obadansın? Kimin oğlusun?
“Kalecik’ten, Kayılardanım! Kaya Alp’in oğlu Süleyman..”
“Kalecik’tenim desene oğul. Kalecik, benim dayı tarafımdır. Burla teyzenin torunuyum desene! Beh! Daha yatman gerekiyor ancak iş acilmiş madem, ne yapıp edip seni yola salmalıyım. Bugün hava açıldı, yol iz müsait. Obanız da uzakta değil. Seni at arabasına bindirip gönderirim. Yola çıkmadan önce, şu sıcacık keklik çorbasını bitir bakalım.”
Süleyman’ın boğazından bir şey geçmedi. Aklı fikri yoldaşlarında idi. Eğer onlara bir şey olacak olursa, obadaşlarının yanında, ana-babalarının yanında, Burla ninenin yanında yüzü kızaracak, küçük düşecekti. İhtiyar, Süleyman’ın koltuğuna girip dışarıya çıkardı.
Dışarıda at arabası hazırlanmıştı. Süleyman’ı, üstüne saman döşenmiş at arabasına yatırdı. Kırık ayağını kımıldamayacak şekilde berkitti. Atı sürecek ‘kişi’ye talimat verdi:
– “Atı yavaş sür, yaralı bacağa zarar vermesin. Kumlu-topraklı yerden git, taşlı yerden gidersen yarası açılır. Kısa yolları biliyorsun, akşama yetiş. Yanına ok ve yay al. Bu günlerin havasına güvenilmez. Öğlenki yağış birdenbire gelebilir. Alabay’ı da yanından ayırma kuzum. Sağ salim git gel. Bu yiğidi yerine ulaştırıp dön balam…”
Ata arabası yavaşça ilerlemeye başladı. Obadan çıkıp dağlık yere geldiklerinde eşlikçi genç, değmeyeyim dese de, arabanın tekeri taşlara değiyordu. Kaşlarını çatan Süleyman, atın yularını çekene seslendi:
– “Taşsız yerden git diye söylendi sana. Obaya varıncaya kadar sağlam yerlerimi de yaralayacaksın bu gidişle. Dedenin sözünden çıkıp, gönülsüz gönülsüz götürüyor gibisin! Daha at sürmesini de bilmiyorsun.”
Süleyman ne kadar söylenip dursa da, ondan yana dönüp bakmadı bile. Süleyman dirseğine dayanıp at üstündeki yiğdekçeyi
seyretti. Atın yularına sıkı sıkı yapışmasını, kalpağın altından görünen incecik boynunu, yuları bırakmamak için iki yanını öne doğru itişini seyrederken içi daraldı.
– “Vah.. Dili lal, kulağı da sağır galiba bunun!”
Süleyman’ın sesini çıkarmadan, ağrısına dayanarak gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Yattığı yerden obaya yaklaştığını fark ediyordu. ‘Gurbakgalı Kak’ın yanındaki Ulu Mazı’dan geçtik. Kanlı Çeşme’den geçtik. Baba Kızıl Evliya’dan geçtik’ diye diye yattığı yerde, kendi kendine konuşup dururken, öğleyi geçerken obanın sınırına girdiler.
Kaya Bey, yanına atlılarını alıp biraz önce obadan çıkmış, geliyordu. At arabasıyla karşılaştığında, üzerinde oğlunu gördü. Atının başını çekti. Oğlu dirseklerine dayanarak oturuyordu.
“Demine değmemiş, buna da şükür!” diyerek, hızla attan inip oğlunu kucakladı.
At üzerindeki delikanlı, başıyla onları selamladı. Arabayı eve yaklaştırıp Süleyman’ı indirdiler. Onu da eve davet ettiler ancak yine, sesini çıkarmayarak sağ elini sol göğsüne koyup arabasına bindi. Süleyman, annesine seslendi;
– “Ana! Bu, sağır galiba. Siz ona işaret ile anlatıverseniz.”
Yiğdekçe birden Süleyman’a gözaltından bakarak anlamlı anlamlı yılıştı. Yanaklarında kızıllıklar peyda oldu. Kaşları gerildi. Süleyman’ın da güleceği tuttu:
– “Bu kız yüzlü eşlikçiden hiç hoşlanmadım. Baksana, üzülecek yere yılışıyor. Yine de doğrusunu söylemek gerekirse, yolları iyi biliyormuş, üzmeden getirdi.” diye söylendi.
Arabacının yanına bir tandır çöreği ve bir kolca sarı yağ alarak gelen ve onu ‘Tanrı yalkasın’
duasıyla uğurlayan Burla nine, torununun başucundan ayrılmadı. Merhemini ne Aysenem’e, ne de Kaya Alp’e emanet edemiyordu. İlacı kendi çaldı, yarayı kendi sardı.
Başına üşüsenlere, başından geçenleri bir bir anlatıp yorulan Süleyman, bu arada, Burla nineye, Kuşçu Sofi’nin selamı olduğunu söyledi. Burla nine donup kaldı, Süleyman’a diklenip baktı.
“Kuşçu Sofi mi dedin? Seni, Sofi mi iyileştirdi. Bu gelen sağır yiğdekçe onun torunu mu?”
Süleyman, ard arda gelen sorulara karşılık vermedi. Nedendir bilinmez, aklına, iki yanağı kızarmış, üstündeki elbiselerine, ayağındaki ayakkabıya gücü yetmeyen, Kuşçu Sofi’nin yanına kattığı genç düştü. İçinden; “Yanına ok ve yay alan kişiye, yayı çekmeye gücün var mı desene!” diye geçirdi.
* * *
İKİNCİ BÖLÜM
“Göçe Göç Eyledi Gönül Kervanı…”
Ey ağalar kurdu gördüm,
Kurt yerinden durdu gördüm.
Ben ağlaman kim ağlasın,
Yâr göçen şu yurdu gördüm.
Tabibin dediği gibi, Süleyman’ın kırık yerleri yaşına göre, yirmi iki günde iyileşti. Burla nine, kaya kenarlarından toplanıp kaynatılmış ilacı, torununa içirdi. Süleyman’ın ayağa kalktığında önceleri ata binmeye, obadan uzaklaşmaya bile dermanı yoktu. Kırık, çıkık yerleri iyileşse de ağrısı henüz kesilmemişti. Bu yüzden hep Burla ninenin gözünün önündeydi. Annesi de ayaklarına sürekli porsuk yağı sürüyordu. Obadaki dostları halini-hatırını sormak üzere ara sıra yanına geliyorlar, Tanatar ile Miriçneredeyse hiç yanından ayrılmıyordu..
Süleyman, Cüveyn’den geldiklerinden beri, Miriş ve Tanatar arasındaki gizli fısıldaşmaları hatırlıyordu. Ama sebebini soramadı. İçinden; “Bir gün kendileri anlatırlar” diyordu.
“Süleyman, hani sen bizden ayrıldıktan sonra, Kuşçu Sofi denilen adamın evinde kalmışsın ya, bu adam hakkında biraz bilgi versene. Bir dağ başında neden tek başına yaşıyor ki? Neden obadan, ilden ayrılmış ki? Çoban değil, çoban yamağı değil obada yaşamıyor; sebebi nedir ki?”
“Ben iki gün onun evinde kaldım ama kendimi bilmeden yatmışım. Gözümü açtığımda, evin duvarlarında asılı duran kuru otları, bitkileri görünce; burası bir tabip evi mi ki, dedim. Kuşçu Sofi eve gelip yaralarıma merhem sürdü. Kısa bir konuşmamızdan sonra onun tabip olmadığını anladım. Kırık çıkıklarıma Kurt tabip bakmış. Adını, ayrılırken kendisi söylemişti. Beni obama götürün, bekliyorlar dedim. Sağır ve dilsiz torununu yanıma katıp arabaya yüklediler. Uzun bir süre ne bir şey dedim, ne de sohbet ettim. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse; torunu çok hünerli, çok becerikliymiş. Doğruca obamıza yetiştirdi. Sanki ata bir kamçı vurmadan, elma soyar gibi etti. Cesaretli delikanlıymış maşallah.”
“Süleyman! Bizim duyduğumuza göre; Kuşçu Sofi, Selçuklu sultanının yanında hizmette bulunmuş. Avcılıkta benzeri yokmuş. Uçan kuşu gözünden vururmuş. Yaşlı babası da Turan Şah’ın korumasında bulunmuş. Biz Sofi’yi bir görebilsek! Sen ayağa bir kalksan, bize yol göstersen. Ne de olsa onunla tanışıyorsun ya..”
“Miriş! Tanatar! Sizin Kuşçu Sofi ile ne işiniz olur ki? Anlatın bakalım. Başım döndü. Sofi’yi yedi arkadan tanımanızın bir sebebi olmalı! Sultan askeri de olsa size ne?”
“Evet.. Süleyman, sebebi var. Her bir şeyi zamanla öğrenirsin. Ancak biz öncelikle Kuşçu Sofi’nin yanına varmak istiyoruz. Seninle gidersek, tanıyorsun, yüzümüz olur. Bu yüzden sen götür, diyoruz. Ata binemesen de durumun yol arkadaşlığına müsait olursa bize haber versen. Sana uğrarız. Bir aydan beri iyileşmeni bekleyip duruyoruz.”
“Ne zaman deseniz yol arkadaşlığına varım ama evdekiler öğrenirlerse, kırık-çıkık yerlerini azdırırsın, derler. Sonra ben onların kulübesine kendi isteğimle gitmedim ki! Beni Ballıkaya’nın eteğinde bulup baygınken getirmişler. Sora sora evi bulurum desem, belli bir obası yok, sınırı yok. Gelirken de arabanın üstünde yatıp geldim, etrafımı bile göremedim. Arayıp bulmak mümkün olur mu ki?”
Tanatar, Süleyman’ın sözünü kesti:
“Sen onu kaygı etme. Evdekileri ben razı ederim. Bize Ballıkaya’yı buluverirsen, Sofi’yi de buluruz. Avcı adam ava çıkamadan edemez. Miriş izini bulur.”
Süleyman’ın kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Olur, deyip başını salladı. Başını salladı ama bu yağmurlu, fırtınalı günde nasıl edip de Ballıkaya’nın dibine varabileceğini bilmiyordu. Aklında kalan tek şey, kendinin sel sularına kapılıp gitmesiydi.
Bu arada, Tanatar’ın dışarıda yün diden ninesinin yanından sesi geliyordu:
“Nine! Bize yakışmayan bir şey var. Kuşçu Sofi, Süleyman’ı ölümden kurtardı. Bir aya yakın vakit geçti lakin biz ona, ne bir Allah razı olsun diyebildik, ne de elin gözün dert görmesine gidebildik. Babam da yasa evinden çıkmıyor, bir başına gelenle gidenle görüşüyor. Bir tandır çörek pişirsen de biz gidip geliversek, ne dersin? Miriş, Süleyman, üçümüz gitsek olur. Yaşadığı yer uzakta değil.”
Burla nine, yün dittiği elindeki incecik çubukla Tanatar’ın arkasına yavaçca vurdu. Ninesinin feri zayıflamış gözlerinin titrediğini fark eden Tanatar donup kalmıştı. Torunlarına el kaldırmayı bırak, onlara gelinleri bile el kaldırsa gün boyu söylenip duran Burla nine, bu defa Tanatar’a ikinci defa el kaldırdı.
– “Senin de Miriş’in de başka işiniz mi yok? Torunumun canını, başını kurtarmıştır; vakti gelince, Allah razı olsun demeye senden büyükler giderler, söylerler. Siz gidin yasa evinin yanlarında durun. Kuşçu Sofi, sizin teşekkürünüze bekleyip durmuyor…”
“Nine! Süleyman bir aydır evden çıkmıyor. Karayel de kazığında yaşlandı. Süleyman’ın içi açılır, atını rahatlatır. Dönüşte sana ırgay
ağacından yün ditme çubuğu getiririz. Bulabilirsek alvancık
otundan mayalık da getirelim. Hani geçen sefer, hamur mayamız eskidi demiştin ya. Bu yıl alvancığa gitmeye kimsenin vakti değecek gibi görünmüyor. Biz getiririz, olur mu?”
“Hmm. Tamam da amcan Alp sorarsa, ben ne derim. Siz hazırayak delikanlılarsınız, o oba bu oba gönderecek olsalar ne cevap vereyim. Yoksa Kuşçu Sofi’ye teşekkür etmek bizim boynumuzun borcu…”
Ninesinin gitmelerine razı olacağını sözlerinden anlayan Tanatar, Burla hanımın bir o yanına, bir bu yanına geçerek durmadan konuşyordu.
– “Nineciğim! Bir gün yeter. Alp amcam sorarsa, hamur mayalık aldırmaya gönderdim, dersin.”
– “Olur, varın gidin. Kuşçu Sofi’ye de selam edin. Şimdilerde obalarda toplanılıyor. Geçen geçti deyin. Eğer kendi obasına gitmek istemezse, buraya gelsin. Burla hanımın obasında ona uygun bir yer bulunur deyin. Moğol belasının geleceğini söyleyin. Bir başına kurda kuşa yem olmasın töresizler gibi. Ancak bir ayağımız burada, bir ayağınız orada olsun. Tez gelin..”
“Tamam, Ninem can! Söyleriz. Kabul ederse de alıp döneriz.”
“O zaman ben size çörek vereyim. Hem yolda yersiniz, hem de Sofi’ye hediye olur. Haydi, git de kamışlı gölgeliğe serdiğim süzme yoğurt kurudu ise al gel. Torununa göndereyim.”
* * *
Delikanlılar, Burla ninenin sarıp sarmaladığı bohçayı heybeye atıp yola çıktılar. Obadan çıkar çıkmaz atlarını kamçıladılar. Önce Ballıkaya’yı, ardından gün aşmadan Kuşçu Sofi’nin evini bulmaları gerekiyordu. Her ne kadar acele etseler de Süleyman’ın kaybolduğu yerlere ancak öğleye doğru ulaşabildiler. Cüveyn’den dönüşlerinde sisten, dumandan başka bir şey görmemişlerken bugün çevredeki her yer apaydın, gözlerinin önündeydi. Kayalar, dağ sırtları uzayıp gidiyordu. Her birinin bir adı var. Hangisinin Ballıkaya olduğunu nereden bileceksin? Bütün ümitleri, kılavuz Miriş’te idi. Geldiklerinden beri gözü yerde olduğu halde hiçbir iz kestiremiyordu.
– “Buradan uzaklaşmamıştım ki ayağım kaydı, şu dereye yıkıldım. Sel sularına kapılınca dere boyunca sürüklenmiş olmalıyım. Dere akıntısına doğru gidersek, belki bir ize, bir yola rastlarız.”
– “Doğru söylüyorsun Süleyman! Dere boyunca gidelim.”
Dere içinden atlarının yularlarını tutup yürürlerken bir köpek sesi geldi. Sesin geldiği tarafa yöneldiler. Dereden çıkıp yüksek bir bayırın üstüne ulaştıklarında, karşılarında kendilerine bakan, başı kazan gibi, kulağı-kuyruğu kesik bir köpeğin durduğunu görerek geriye çekildiler. Köpek havlamasını kesmiş onlara bakıyordu. Ürküp geldiği tarafa yöneldi. Gelenlerin zararsız olduklarını hissetmiş olmalıydı. Delikanlılar da çekine çekine köpeğin peşinden, atlarının yularından tutmuş yürüyorlardı. Köpek ara sıra geriye dönüyor, “geliverin” dercesine yoluna devam ediyordu. Uzakta bir çatma çadır gördüler. Arkadaşları soran bakışlarını Süleyman’a çevirdi. Süleyman, “Ha!” deyip başını doğrulttu.
– “Bu ev, Kuşçu Sofi’nin eviydi!”
Eve yaklaştıklarında önlerindeki köpek ürümeye başladı. Sahibine haber veriyordu. Evden çıkan ihtiyar, gözlerini elleriyle siperleyip gelenleri uzaktan seçmeye çalıştı. Atlarının yularını tutup gelenlerin hızlı adım atışlarından gençler olduğunu anlamıştı. Çok geçmeden de eve yaklaşanların arasında Süleyman’ı görerek kollarını açtı.
“Oho- hov.. Maşallah.. Ayağa kalkıp ata binmeye mi başladın koçum! Kurt Tabib’in eli iyidir gerçekten. Eceli yetmeyene yetmiş iki yerden ok değse iyileştiren tabiplerdendir o. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Şu Alabay itim bir yerlere kaybolup gidiverdi demiştim, geldiğinizi görüp karşılamış. Bu asil bir köpeğin eniğidir. Bir günlük yoldan gelen misafirimi karşılar. Konuğun niyetini, iyisini-kötüsünü kokusundan bilir. Süleyman’ı tanımıştır. Yoksa sizi buralara asla getirmez. Alabay yanımda oldukça yalnızlık hissetmem. Maşallah, yanımda oba var gibi. Boşa ürümez. Bu vakte kadar koyunuma, keçime kurt dadanmamıştır.”
Kuşçu Sofi, Alabay’ın başını okşadı. Köpek, sahibinin kendisinden hoşnut olduğunu hissetmiş olmalı ki ayaklarını yaladı. Delikanlılar, atın sırtındaki heybeyi indirdiler. Kara keçelerden yapılan, duman isi sinmiş çadıra girdiler. Çadırın ortasındaki ocağa konulan etin kokusu iştahlarını açtı. Tanatar, heybedeki çörekleri ve süzme yoğurdu; “Ninem, torununuza gönderdi” diyerek uzattı. Kuşçu Sofi, hediyeleri kıvançla kabul etti. Ocakta kaynamakta olan etli çorbayı, ağaç çanağa dökerek içine Burla ninenin gör-derdiği çöreği doğradı. Tıka basa doydular.
Gün gecikmişti… Dışardan yine Alabay’ın sesi duyuldu.
“İşte, torunum da geldi. Bugün konuğum olduğu için ona yardım edemedim. Koyunları, keçileri sağıp ağıla salmıştır. Ona da sıcak bir çorba vereyim.”
Kuşçu Sofi, ocaktaki ateşi canlandırdı. Sacayağın üzerine çorba dolu kazanı koydu. Bu sırada torunu, sıska delikanlı kapıdan eğilerek girdi. Kapı ağzından içerdeki konuklara tek tek göz gezdirdi. Aralarında Süleyman’ı görünce adeta yılıştı. Çadırın ortasındaki ocağın başına oturdu. Çorbasını önüne alarak kıyılayıp yemeye başladı.
Kuşçu Sofi, delikanlılardan olandan bitenden haber almaya girişti.
“Evet, yiğitler! Geliş gidiş nereden nereye? Hayırlı, uğurlu ola. Avlanmaya mı çıktınız? Yahut ötelere mi gidiyorsunuz?”
“Sofi ağa! Biz, size hem Süleyman’ı beladan kurtardığınız için teşekkür etmeye, hem de Burla ninemin verdiği görevi yerine getirmeye geldik. Burla ninem size; devir kötüleşip gidiyor, torunuyla birlikte obasız, ıssız yerde kalmasın, dedi. Bizim obaya, Kalecik’e gelseler onlara göre barınacak bir yer bulunur, dedi. Moğol belası Harezm’i ele geçirmiş, Horasan’a da yaklaşıyor, sahipsiz-töresizler gibi dağ başında tek başına kalmayın, dedi.”
“Hmm.. Moğol’un geldiğini gözleriyle gören var mı? Ya da obadaki kadınların tandır başındaki lafları mı?”
“Yok, Sofi ağa! Süleyman’ın sele kapılıp sizin onu kurtardığınız gün biz, Cüveyn’den geliyorduk. Kaya dedem haber toplamak, olanı biteni öğrenmek için göndermişti. Bayatların obasında, Derbent’te, Cüveyn’de, hemen hemen her yerde bu söylenti var. Kaçıp gideni de gördük, başımıza ne gelirse gelsin katlanırız diyeni de. Kara Amid’e, Dımışk’a, Rum-i Kayser’e giderim deyip gidenlerin de haddi hesabı yok. Doğuya, gün doğusuna giden kervan görmedik. Herkes batıya doğru yollara düşmüş.
“Beh… Ne yani şimdi Moğol geliyor diyerek ata toprağını terk edip gitmek olur mu? Düşman görmemiş yer değildir bu kadim toprak. Gelseler, geldiklerini görüveririz han oğul! Bir Moğol görmemiştik, onu gören gözümüz sağ olsun. Bizim obada da iki niyetliler var. Kaya Alpler çevre obalardan gelen aksakallılarla oturup yol gözlüyorlarmış. Her geçen gün kötü kötü haber yayılıyor. Sizler gibi yiğitleri olan obada Moğol ayağı sekemez. Onlar da bilirler Oğuz hanın nesillerinin yenilmezliğini…”
“ Sofi ata! Size gelişimizin bir başka sebebi de işte bu anlattıklarınız. Cüveyn’e giderken, Çoğanlı vadisinde oba oba gezip asker toplayanları gördük. Fakat onlar askerlerini ‘ecrihar’ denilen askeri güce kabul ediyorlar. Bunların arasında ücretle tutulan askerler de var, karnını doyurmak için gelenler de, yolunu şaşırmışlar da. Siz önceden Selçuklu sultanlarının hizmetinde bulundunuz. Eğer bizi de Sultanlığın himayesindeki Türkmen Gücü askerlerinin arasına gönderebilirseniz diyecektik. Siz tavsiye ederseniz, bizi alırlar. İşte ben iz sürebiliyorum. Kuşu gözünden vurmasam da attığım ok boş geçmiyor. Yayına gücü yetmeyenlerden değilim. Nayza sallamayı da öğrendim. Kulağımı yere koyup dinlesem, beş menzilden gelen atların sayısını bilirim..”
Rehber Miriş, tıpkı hemen kalkıp savaşa girecekmiş gibi bel kuşağını çekip toparlandı. Tanatar da Miriş’ten geri kalmamak istercesine kendi hünerlerini anlatmaya başladı:
“Sofi ata! Türkmen Gücüne katılırsak, yüzünüzü yere baktırmayız. Ata binmekte, yay çekmekte, kılıç sıyırmakta biz de geride kalmayız hani! Kaya babam ta yürümeye başladığımızdan beri her şeyleri öğretti. Sizi utandırmayız, Türkmen’in adını yere düşürmeyiz.”
Süleyman’ın aklı başına gelmişti. Tanatar ile Miriş’in gizli gizli konuşmalarını, şimdi daha iyi anlıyordu. Kuşçu Sofi’nin birlikte yola salacağını tahmin ederek, bir an hayretler içinde kaldı. Burla ninesine, Kaya Alp’e, Miriş’in babasına ne cevap vereceğim, şeklinde sorular zihninden gelip geçti. Görmüş geçirmiş Kuşçu Sofi’nin, delikanlılara nasihat etmekten başka çaresi kalmamıştı:
“Hadi, sizi gönderdim, diyeyim. Peşinizden anneniz ağlayıp gelse, babanız yumruğunu sıkıp gelse ben ne derim? Savaş dediğine aksakallıların rızası, annelerin duasıyla gidilir. Düşmanla karşılaştığınızda sizi koruyacak olan dua ve dileklerdir. Ayrıca siz, Moğol yaklaşıp geliyormuş diyorsunuz. Düşman geliyor ise her obanın yiğidi, kendi obasını koruyup kollamalı değil mi? Türkmen Gücü askerliğine, içinden alev geçenleri seçiyorlar. Bunlar Sultanın yanından kuş geçse kanadından, kulan geçse tırnağından vuran bahadır askerlerdir. Doğru, ben uzun yıllar Türkmen Gücünde askerlik yaptım. Fakat şimdi devir, zaman değişti. Selçukluların düşmanları da çoğaldı. Bir kanadı Acem’de, bir kanadı Arap’ta. Birinin söylediğini diğeri duymuyor, duyduğunu da kabul etmiyor. Düşman, yedi başlı ejderha gibi; vücut bir olsa da her baş, kendininkini doğru biliyor.
İşte.. Moğol belası geliyor. Siz dememiş olsanız bile benim haberim var. Sokak söylentisi olmadığını biliyorum. Buna göre, oğullar, sizin yeriniz Kaya Alp’in yanıdır. Bir dediğini iki ettirmeyin. Bu zor günlerde çekip gitseniz olmaz. Üçünüz birden obayı terk ederseniz, Alp’in kolu-kanadı kırılır. İşte, benim evimin direği, koç oğlum Dağbaşı gideli 8 yıl oldu. Yanına da obanın ben diyen, en sıkı yiğitlerini almıştı. Sultanın sağ kolu olduğu haberini aldım. Fakat şimdi onlardan ne bir selam, ne de bir haber var. Şama’a mı gitti, yoksa Rey’de mi? Bilmiyorum. Dağbaşı’mla birlikte giden yiğitlerin anneleri, babaları, hanımları, çocukları; “Ne zaman gelecekler” diye sormuyorlar ama onların hicranlarından kendimi, oğlumu suçlu hissediyorum. Bu yüzden kaçıyor, torunumla avcılık bahanesiyle dağda, derede yaşayıp duruyorum.”
Delikanlılar sorgulu gözlerle birbirlerine baktılar. Gerçekten de Kuşçu Sofi’den böyle bir karşılık beklemiyorlardı. Hâlbuki Cüveyn’den geldiklerinden beri, onun; “Filanın yanına gidin, adımı söyleyin” diyeceğini, Türkmen Gücüne katılacaklarını tahmin ve arzu ediyorlardı.
Süleyman, Kuşçu Sofi’nin cevabına sevindi. Diğerleri seslerini çıkarmadan, serili koyun derilerinin üzerine uzandılar. Uzun yol yorgun düşürmüş olacak ki üçü de yatıp kaldılar..
Uyandıklarında, gün mızrak boyu yükselmişti. Ocakta pişen süt, kaymak tutmaya başlamıştı. El yüz yıkamak için dışarı çıktılar. Kuşçu Sofi ve torunu ağılda işleriyle meşguldü. Alabay ise konukları takip etmesi için kapı önüne konulmuş gibi, kocaman başını ayakları üzerine koymuş, yattığı yerden iri gözlerini onlardan ayırmadan yatıyordu. Delikanlılar ellerini yüzlerini yuyup ağıla doğru yöneldiler. Çalı-çırpı ile çevrelenmiş ağıla girmek istediler. Kuşçu Sofi’nin sesi duyuldu.
“Yiğitler! Eve girin de süt, çörek yiyin. Bizim işimiz bitti. Süleyman, sen gel Oğul! Şu tokluyu al getir. Size bir konuk sofrası hazırlayayım, sövüş edivereyim. Artık konuk da gelmez, son devir.”
İkisi, eve geçti. Süleyman da ağıla girip tokluyu tutmaya çalıştı. Ancak el uzattığı o durumda donup kaldı. Karşısında duran, uzun dört örüm saçlarını beline kuşak edip bağlamış, incecik, ak yüzlü kızı görerek şaşırdı. Yanaklarındaki çukurdan onu tanımıştı. Kapıda kendisini seyreden Kuşçu Sofi’yi görünce toparlanarak gözlerini kızdan ayırdı, titreyen elleriyle tokluyu iki ayağından kavrayıp boynuna yükledi. Şaşkınlıktan çıkışı karıştırdı, kızın yol göstermesiyle birlikte dışarı çıkabildi. Koyunu, evin karşısındaki ağacın yanına koydu. Ayaklarını bağladı. Başı dönmüşçesine ağacın çevresinde birkaç kez dolandı. Kekeleye kekeleye kendi kendine söylendi.
“Erkek mi ki dedim de, ancak hiç erkeğe benzemiyor da demiştim. Kız imiş ya! Peh, giyinmesi de erkek gibi. Saçını görmesem, anlamam mümkün olmayacak. Ne güzel kız ama dilsiz. Bizim obada olsa kızıl keten giydirip, saçına sarı yağ çalarlardı. Başına gümüşlü başlık giydirirlerdi.”
Süleyman, onu bir an kızıl keten elbiseli, başı gümüş tahyalı
olarak düşünüp gözlerini yumdu. Dede ile torunun yanına geldiklerini anlayamamıştı. Koç, kesilip misafirlere sövüş edildi. Taze etin kebabını yiyen delikanlılar, dua edip, Kuşçu Sofi’den müsaade istediler.
“Gidiyorsanız, yolunuz açık olsun; kalırsanız da ev sizin oğullar. Burla hanıma da söyleyin: Bir bakalım hele, eğer düşman gelirse obaya toplaşırız. Bizim için kaygılanmasın. Şimdilik Kuşçu’nun gücü kuvveti yerinde, deyin. Obamı da korurum, çadırımı da. Şu bayırdan aştığınızda, dereye inersiniz. Torunum götürsün, isterseniz. Dereden çıktığınızda, Üç Mazı denilen yerde üç meşe ağacı görürsünüz; uzaklaşmadan dolanırsanız, alvancık da bulursunuz. Burla hanıma, hamur mayası olur.”
Delikanlılar, birbirlerinin yüzlerine baktılar. Bu adam, sıradan biri değildi. Biliyormuş gibi, Tanatar’ın ninesine verdiği sözü hatırlarına getiriverdi. Miriş, gösteriş yaparcasına, atın üzengisine basmadan zıplayıp bindi. Tanatar da arkasına Süleyman’ı alarak artlaşıp Karayel’e bindiler. Sofi, Miriş’in hareketine tebessüm etmişti.
Önlerinde zayıf, ak yüzlü, yanakları gamzeli torun atına binmiş, onları yola salıyordu. Atın üstünde dik duruşu, sırtındaki ok ve yay, belindeki değerli taş saplı bıçağı, ayağındaki deri çizmesi pek yakışıyordu. Atın yularını saldı. At, yol boyunca yel gibi eserek diğer atları geçti ve dereye indi. Delikanlılar bu çelimsiz gencin at sürüşüne hayran kaldılar. Peşinden atlarını topukladılar. Üç Mazı’ya ulaştıklarında torun, atından inerek, “peşimden gelin”, dedi. Delikanlılar da ellerindeki çakı, bıçaklarıyla alvancık arayıp, kazmaya başladılar.
Süleyman her şeyden vazgeçmiş, kızın hareketlerini izliyordu. Kız, yanına geldi.
“Ben döneceğim. Dedemin söylediği yere getirdim. Siz de geceye kalmadan obanıza gidersiniz, değil mi? Bulutlar bölük bölük dolanıyor. Sele, suya kalmayın. Her seferinde sizi kurtarır mıyım, kurtaramaz mıyım bilemem. Gününüzü, kendiniz görürsünüz artık…”
Kızın birdenbire dillenmesi Süleyman’ı şaşırtmış, üstelik kinayeli, alaycı dili bir hayli zoruna gitmişti.
“Senin dilin var mıydı? Senin lal, ahraz olduğunu sanmıştım..”
“Bazan dilsiz, bazen sağırım; bazen de dilim açılıveriyor işte!”
“Adını söylesen, kurtarıcımın kim olduğunu bileyim.”
“Haa, Sultan askeri olduğunuzda beni aklınızdan çıkarmayın. Adım Nurbike. Okçu Dağbaşı’nın kızı, Kuşçu Sofi’nin torunuyum.
“Nurlu gün karşıma çıktığında bilmeliydim. Güzel Nurbike! Adın da ne güzelmiş…”
Kız, Süleyman’ın söylediklerini duymazdan geldi. Doğrusu, Süleyman da şaşkındı. Ömründe bir kızla yan yana gelmediği halde, bu kızın karşısında dili açılıvermişti. Ağzından çıkan sözleri kendisi değil, ona bir başkası söyletmiş olmalıydı!
“Hadi, Sağ esen evinize varın. Yine görüşünceye dek, Tanrı sizi korusun!”
Kız, atının yularını tepeden yana çevirdi. Süleyman, onu gözden kayboluncaya kadar seyredip gözleriyle uğurladı. ‘Biraz dursana!’ diyesi geldi. Gönlünün gürültüsünü işitti. İlk kez bütün bedeninin boşalmış gibi olduğunu hissetti. Sabahtan beri yaşadığı hadiseleri gözünde canlandırdı. Nurbike’nin ince beline kemer gibi dolanan simsiyah saçları, yanaklarındaki gamzeler, edalı sesi, atın üstünde oturuşu çevresini kuşatan dağların, gür kırların, ormanların renklerini değiştirmiş gibi göründü gönlüne. İlk defa doğduğu obaya dönmek istemedi. Buradan doğruca Kuşçu Sofi’nin çadırına geriye dönesi geldi. Kendi kendine söylendi:
– “Ne yüzle gideceksin. Teşekkür ettin, konuk sofrasına oturdun. Şimdi bahanen de yok. Ayağım kırıldığında hiç kalkmadan yatıvereydim keşke!”
Süleyman, Miriş’in;”Yeter bu topladığımız, gidelim artık” sesiyle kendisine geldi. Atlarına atlayıp Gökkaya’ya geldiklerinde, güneş dağın arkasında gizlenmişti. Burası, Süleyman’ın çocukluğunun geçtiği yerdi. Çok kereler bu kayada, kendi sesinin yankısını dinlemişti. Atından indi. Gökkaya’nın eteğine varıp yavaşça;” Okçu Dağbaşı’n kızı Nurbike!’”diye seslendi. Kayadan ses yankılandı:
“Dağbaşı’n kızı Nurbike! Kızı Nurbike! Nurbike! Bike, keee.. keee…”
Süleyman’ın yarası tazelenmiş gibi oldu. Derdini paylaşmak için Gökkaya’yı bulmuştu, sırdaşı sadece burasıydı. Miriş ile Tanatar koşa koşa Süleyman’ın yanına geldiler.
“Gün battı, gidelim. Bilmiyorum ama biri, Bike diye bağırıyor gibi geldi. Geceye kalmayalım. ‘Kayalarda Al
olur, Arvah
olur.’ derdi ninem. Duyduğum sesten korktum..”
“Tanatar! Hani sen, Sultanın askeri olacaktın ya! Bu korkaklığınla, ninemin sözünü tut, Kumru Eley’in kızını al da evin başköşesinde yatıver. Kulağına kızların adı geldiyse yapacağın belli..”
Tanatar, Süleyman’ın bu sözlerine karşılık altta kalmak istemedi.
“Gerçekten duydum ya.. Sadece ben değil, Miriş de duydu. Nurbike! Nurbike! Der gibi oldu. Çabuk bu kayadan uzaklaşalım.”
Obaya geldiklerinde el ayak çekilmiş, herkes evine girmişti. Burla nine ile Aysenem, getirdikleri alvancıkları koklayıp koklayıp yere koydular. Bunları bulmak herkesin harcı değildi. Bu dağ bitkisinin kökündeki meyveyle yoğrulan hamur, obanın bir yıllık maya ihtiyacını karşılıyordu. Dağlarda seyrek görülen bu bitkiyi bulup getiren torunlarına gururla baktı Burla nine. Evdekileri sofra başına çağırdı. Sofra başında sohbete devam ettiler.
Kuşçu Sofi’den, gerektiğinde obada toplaşmak isteği olduğundan, kendilerine gösterdiği hürmetten, yol gösterip alvancık bulunan yerleri tarif ettiğinden, hatta kocaman başlı, adam kılıklı Alabay’dan dem vuran Tanatar birden:
– “Süleyman! Sen, onun dilsiz torunu ile Üç Mazı’nın yanında konuştun mu?” diyerek beklenmedik bir soru sordu.
“Haa.. O dilsiz değilmiş. Konuştuk biraz. Utanacak gibi olursa konuşmuyormuş!”
“Adı neydi, sormadın mı? Kuşçu Sofi’nin tek oğlu Okçu Dağbaşı’nın oğlu olmalı.”
“Yok, sormadım. Az konuştuk. Geceye kalmayın, obanıza dönün, dedi.”
“Okçu Dağbaşı’nın oğlu da mı varmış? Kuşçu Sofi’nin hanımı, Tutuş beyin kızı rahmetli Çiğildem kızı olduğunda bir yaşındayken ölmüş, diye duymuştuk. Garibin kızı değil de oğlu mu olmuş?”
Burla nine, Süleyman’ın yüzüne baktı. Süleyman;
“Bilmiyorum!” diyerek elleriyle iki omzunu yokladı.
* * *
O günden beri ay dolandı, gün dolandı. Yasa evindekiler bir neticeye vardılar. Obalar birleşip yavaş yavaş göç hazırlıklarına başlayacaklardı. Korkut Dağının eteğindeki Çakır Bayat’ın obasına ulak gönderildi. Herkes, gidecekleri yerin yollarını, uzaklığını öğrenmek için birbirlerine sorular soruyordu. Ancak sorulara cevap verebilen yoktu. Bildikleri tek şey, Kaya Alp’in ağzından kaçan bir kısım bilgilerdi. Yani Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in taht mirasçısı Kutalmış’ın oğlu Süleyman Şah’ın bir zamanlar Türkmenleri yerleştirdiği yere göç edecekleri bilgisiydi.
Kandaşlarının sürüleri için otlak, yaylak, yurt yerleri verecekleri ve kendilerini kabul edecekleri inancıyla yol hazırlıklarına giriştiler. Kaya Alp’in niyeti, birkaç atlıyı beş-altı gün önceden gönderip, yol-iz öğrenildikten sonra ağır göçü yola salmak şeklindeydi. Suvar’dan, Beyli’den, Dumanlı’dan, Köyler’den, Bayat’tan, Bayındır’dan gelecek atlıları bekliyordu. Bir gün belirlense yola çıkılıverilecek gibiydi. Şafak söker sökmez, Töre Evinde obalardan gelecek haberleri bekliyordu. Ancak annesi Burla hanımın bağırtılı sözleriyle toparlanıp otağdan çıkmaya mecbur kaldı.
“Erkenden kalktım. Baktım ki Tanatar’ın yatağı boş. Gece de yatmamış. Miriş’in evine koştum, gördüm ki Keyik bacı da Miriş’i bulamamış. Ava gitseler, söyleyip giderlerdi. Hiç kimseye de haber vermemişler. Gelirler diye beklesek lâkin heybeye yiyecek-giyecek doldurup gitmişler. Bu onların uzak yollara niyetlendiklerini gösterir. Son zamanlarda yatıncaya kadar hiç ayrılmıyorlardı. Cüveyn’den geldikten sonra daha da yakınlaştılar. Şimdi bunları nerden buluruz. Ah, Gündoğdu oğlum sağ olsaydı, ben Tanatar’a hiç kaygılanmazdım. Babasını görmeden büyüdü diyerek ne dese yaptım. İşte sonunda beni de yaktı, annesini de!.”
– “Süleyman da bilmiyor mu onların nereye gittiklerini? Gidip, Süleyman’ı çağırın derhal.”
Süleyman, ta şafakta bu haberi almış, atıyla Gökkaya’ya kadar gidip gelmişti.
“Oğul! Senin haberin yok mu? Nereye gitti bu yiğitler?”
“Bilmiyorum ki baba!”
Miriş’in annesi Keyik bacı koşarak geldi, Burla ninenin ellerini tuttu. Titrek sesiyle acı acı söylenmeye başladı.
– “Geçen gördüğüm düş, gerçek mi çıktı ne! Kapımıza iki kartal yavrusu gelip konmuş. Şimdi yeni tüylenmiş yavrular uçmayı da bilmezler, diyorum. Kapıdaki tavuk kümesine girmeye çalıştılar. Ben elimdeki sopayı kaldırıp salladım. Aceleyle ikisi de çırpınıp uçuverdi Allah’ın kudretiyle. Ben de peşlerinden: Yere konan kartal görmedik ömrümüzde. Uçun, gidin; yeriniz gökyüzü, yüce dağların başı deyip bağırmışım. Obanın üzerinde dolana dolana uçup gittiler. Ben şimdi derim ki: Tanatar’ın ninesi! Kartallarımızı uçurup gittik mi? Ben de göçmeye hazırlanıyordum. Onların nereye gittiklerini bilmezsek, gözümüz arkada kalır, nerelere gidelim?”
– “Dur hele, Keyik bacı! Çocukların akılları başındadır. Yolda kavurma gerekir diyerek ava çıkmışlardır belki de. Hadi oğul, yanına Örcen Böke’yi al da obanın çevresini bir dolaş, bak bakalım bir iz yok mu?
“Baba! Ben anlatayım. Gökkaya’ya kadar iz sürdüm. Hiçbir yerde onlardan iz yok. Fakat..”
“Fakat da ne? Bildiğin bir şey varsa söyle. Biz de ona göre davranalım..”
“Baba! Onlar Cüveyn’den geldiğimizden beri Selçuklu sultanlarına asker olmak istiyorlardı. Ben de alvancığa gittiğimizde, Kuşçu Sofi’ye anlatırlarken duydum.
“Ne? Ne? Alvancık nere, Kuşçu Sofi nere! Hadi sen bana olan işleri anlat tek tek bakayım.”
Süleyman her şeyi olduğu gibi anlattı. Kuşcu Sofi’nin yardım etmediğini, kendi oğlu Dağbaşı’ndan da arkadaşlarıyla birlikte gittikten sonra hiçbir haber alamadığını söyledi.
“Baba! Olmazsa ben Kuşçu Sofi’nin çadırına varıp geleyim. Yalvar yakar gitmiş olabilirler.”
“Git oğlum, çabuk onları geriye döndür. Başıma asker oldunuz ya! Asker olduysanız, gayretinizi gösterin. Yolda nelerle karşılaşacağız, kim biliyor? Obayı, halkımızı, duvağı açılmadık gelinlerimizi, ceylan gibi kızlarımızı, namusumuzu, iffetimizi kim koruyacak? Ah, siz cahil yiğitler!”
Süleyman, Örcen Böke ile birlikte hiç oyalanmadan yola koyuldu. Ballıkaya’ya uğramadan, kestirme yollar seçip Kuşçu Sofi’nin yaşadığı dağa doğru at saldılar. Şimdi Alabay çıkar diyerek atını yavaşlattı. Fakat ne Alabay önüne çıktı, ne de uzaktan kara çadırın bacasından bir duman çıkıyordu. Yolu mu şaşırdım diyerek çevresine baktı. Yook..
İşte Deve Örgüçü, işte Eyer Kaşı dağları.. Kuşçu Sofi’nin evi tam karşıda olmalıydı. Atlarını tepikleyip yettiler. Ocaklıktaki odunlar kararmıştı. Ağılın içi boş ama bozulan bir şey yok. Hatta süzme yoğurt da torbasında duruyor. Gelip geçen yer, diye bırakıp gitmişlerdir.
Bir soluk oturdular. Çaresiz obaya dönmek zorundaydılar.
Süleyman’ın boğazı düğümlendi. Tanatar’ı, Miriş’i, Sofi ağayı, Nurbike’yi en son gördüğü mü ki şimdi!
Burada yaşadıklarını aklına bile düşürmeden Nurbike’nin son sözlerini hatırladı:
“Yine görüşünceye dek Tanrı sizi korusun!..”
“Seninle bir daha görüşmek nasip olacak mı Okçu Dağbaşı’nın kızı Nurbike…”
* * *
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
“Kurt Postuna Bürünen Tilkiler…”
Ağalar yârin elinden,
Yüreğimde dağlar kaldı.
Bülbül ayrılıp gülünden,
Gül gülşenli bağlar kaldı.
Süleyman ile Örcen Böke’nin Kuşçu Sofi’nin çadırına gidişleriyle gelişleri bir olmuştu. Yanlarında ne Miriş, ne de Tanatar vardı. Keyik bacı Miriş’i göremeyince sızlanmayı, yakınmayı sürdürdü:
“Yelden, günden sakındığım oğul! Kolumu gölge, saçımı yorgan ettiğim oğul! Kuş olup dağlara mı uçtun? Ceren olup çöllere mi kaçtın? Nerede arayıp, nerede bulayım seni kılavuz balam, kartal balam! Senin izini şimdi kim sürsün?”
“Bırak, Keyik bacı! Genç yiğitlerdir, kafaları esmiştir; gezer, dolanır gelirler. Tanatar’ım da yok görüyorsun. Eğer üç-dört gün içinde gelmezlerse, aramaya gideriz.”
“Vah! Tanatar’ın ninesi! Yüreğim sızlayıp durur. Gel-meze gitmişlerdir onlar. Oba göçünü toplamaya başlamışken, haber vermeden gitmezler. Başka bir düşünceleri var herhalde. Süleyman’ın Kaya Alp’e söylediklerini sen de duydun, ben de duydum.Kuşçu Sofi de yerinde yok diyorlar, şimdi kimden haber alacağız. Yel getirir, yağmur getirir haberlerini diyerek beklemekten başka çaresi yoktur.”
“Onlardan haber olmazsa, bir oturduğumuz yerden bir adım bile atmayız. Oba göçse de biz, iki ev bekleriz Keyik can. İyi niyet, yarım devlet demişler! Niyetimiz iyi olsun, iyi haber duyalım.”
Ah, Tanatar oğul! ‘Yetim oğlak büyüttüm, ağzım burnum yağ oldu. Yetim oğlan büyüttüm ağzın burnum kan oldu’ demişler ya, işte öyle oldu. Annesinden gönenmedi, atasından gün görmedi diyerek yelden günden büyüttüm, yetiştirdim. Yetimliğini bildirmedim. Gündoğdu’mun ocağını söndürmesin deyip koruyup gezdim. Bir haber verip gitseydi yüreğimiz yanar mıydı? Devlete hizmet etmek istiyorsan, söyleseydin Alp dedene. Kolundan tutup kendi götürürdü. Şimdi nereye gideyim, kime derdimi anlatayım…”
Keyik bacıyı avutmaya çalışan Burla ninenin kendisi de hıçkırmaya başlamıştı. Kimse bir şey diyemedi, teselli edemedi. Yürek yangınlıkları hafiflemezse, dertleri hafiflemeyecekti. Kaya Alp, Süleyman’ı alıp yasa çadırına girdi.
– “Miriş ile Tanatar’ın şunu yapalım, bunu edelim dediklerinden haberiniz var mıydı?”
“Kuşçu Sofi’nin vaktiyle Selçuklu sultanına hizmet ettiğini duymuşlar. Gittiğimizde haberim yoktu. Ancak Sofi ağanın yanına vardığımızda, bu düşüncelerini açığa vurdular. Ben de orada işittim. Sofi ağa onlara; gidin de bu günlerde Kaya Alp’e asker durun, demişti ya yine dinlemediler. Sonradan bana da bir şey söylemediler. Sofi ağa, dağın öbür yüzünden obaya gitmiş olmalı. Gittiği obayı bilmediğimiz için dönüp geri geldik. Yol boyunca karşılaştığımız çobanlara da sorduk, gören duyan yokmuş. Ancak Cüveyn’e gitmiş olmalılar. Çoğan vadisinde önümüze çıkan askerden bir hayli bilgi almışlardı. Ne bileyim, size yeni haberler getirmek için merak ediyorlardır diye düşündüm. Fırsat verirseniz, Cüveyn’e mi gideyim, diyorum.”
“Cüveyn gitmişlerse, siz oraya varıncaya kadar, hangi şehre varacakları belli değil. Ecrihara asker duranlara her yerde eğitim veriyorlardır. İş başa düştü. Artık kendileri gelmezse, onları bulmak mümkün olmaz. Biz de uzak yollara düşeceğiz. Halk bizi bekliyor.
“Onlar, Türkmen Gücünde asker olmak istiyorlardı..”
“Haa.. Türkmen Gücü, Selçuklu sultanının en güvendiği güçtür. Katılmak isteyen herkesi hemen almazlar. Ancak bunların Türkmen olduğunu görünce hassa sipahilar
gücüne almış olabilirler. Oradan halkayı has
gücüne yaklaşabilirlerse, Miriş işlerine yarar. Ancak Tanatar’a yanarım! Ne eline mızra aldı, ne de mancınık attı. Burla annemin sayesinde eline sapan alıp kuş vurmuş bile değildir. Selçuklu’ya asker durmak kolay mı! Kuşçu Sofi’nin bahadır oğlu Dağbaşı’n babası, dedesi, atası Sultanın sipahi buzgurt
görevlerinde bulunmuş olsalar bile, kendi gücüyle alt yılda Türkmen Gücüne girmiş ve hayl başı
olabilmiştir. Ah, ayran beyinli oğlanlar; “hazır aşın iyesi, nişanlı kızın eri”olacakken!.”
Süleyman’ın, Okçu Dağbaşı adının anılmasıyla birlikte üstünden kaynar sular dökülmüş gibi oldu. “Ben, Okçu Dağbaşı’n kızı, Kuşçu Sofi’nin torunu Nurbike’yim!” sesi, kulağında çınladı. Babasının yüzüne bakıp;
“Siz, Okçu Dağbaşı’yı tanıyor musunuz?”
“Evet.. Çocukluğumuz aynı yerde geçti. Yayı çektiğinde, eğri yayı doğrulturdu. Attığı ok hedefe dosdoğru saplanırdı. Küçüklüğünde Nişabur’da, Nizamiye mektebinde eğitim almıştı. Babası obaya getirdiğinde, geniş oba dar göründü. Ayağını bağlarsak alışır, diyerek Tutuş beyin kızı Çiğildem’le evlendirdiler. O garip de doğum sırasında öldü. Bunu bahane edip çekip gitti sultanın hizmetine. Zaman zaman kızını görmeye geliyormuş, diyorlar. En son ne zaman geldiğini Allah bilir. Ha, ne oğul! Senin de Miriş ve Tanatar gibi askerliğe gitme niyetin varmış gibi soruların çoğaldı ya?”
“Yok, yok.. Ben sadece Sofi dededen duydum da; sekiz yıldır gelmiyor, demişti.”
– “Evet, öyledir. Asker olduysan, emir kulusun. Hangi diyarlardadır, kiminle savaşırlar bilen yok. Tanatar ile Miriş’in geleceği de onlar gibi olur…”
Dışardan gelen at sesleriyle birlikte baba-oğul çıktılar. Eve yaklaşan dört-beş atlının arasından her bir omzuna insan oturur gibi iriyarı adamı, ikisi de tanıdı. Süleyman koşup atının yularını tuttu.
Bu gelen konuk, daha doğrusu göç yolcusu Çakır Bayat idi. Misafirlerin atlarını at yatağına götürüp sulayıp yemlediler. Süleyman, Çakar Bayat ile gelenlerin ellerine su döktü. İzzet hürmet ettiler. Çakır Bayat ilkin Süleyman’ın yüzüne bakıp;
“Oğul! Dostlarını tek başlarına koyvermişsin!” dedi. Süleyman önceleri anlayamasa da sonradan sözün Tana-tar ile Miriş hakkında olduğunu kavradı.
“Siz onları gördünüz mü Çakır ağa?”
“Evet. Geçen akşam gece yarısı benim eve geldiler. Nişabur’a gidiyoruz, dediler ancak ben, şu dar zamanda sizi hangi iş için gönderdiler, dediğimde yüzleri kızardı. Sonunda rahmetli Gündoğdu’nun oğlu dillendi: “Çakır ağa, biz sultana askerliğe gidiyoruz. Evdekilere de söylemeden çıktık. Göç vaktinde izin vermezlerdi. Öylece yola çıkıverdik.” Dedi. Onları alıp getirmek istedim. “Asker olmak istiyorsunuz ancak yol uzak, eşkıya-talancı dolu. Yollarda rehber de gerek, ok atan da” dedim. Kendilerine pek güveniyorlardı. Yaşlılığıma dayanıp kızdım, ağır laf söyledim: Asker olmak basit bir şey değildir. Gidip gelmemek var, şehit olmak var. Geri dönmek nasip olursa da ardınızda kalanların, annenizin, babanızın, ağabeyinizin dünyada olup olmayacağı var. ‘Ecel kayıp; yüz, nikâh kayıp’ derdi atalarımız. Bir kiminle yüz yüze görüşeceğini, bir de kiminle evleneceğini ve ne zaman öleceğini bilemezsin. Yola helalleşip, dua alıp çıkmak lazım yiğitler, dedim. Eve gelen misafire bundan fazla söz desen yakışmayacak. Tan ağarırken, Nişabur’a deyip yola çıktılar. Şu an Aladağ’dan aşmışlardır. Onları yola salıp biz de buraya geldik. Kimseye haber vermeseler de sana söylemişlerdir demiştim.”
“Yok, Çakır ağa, bana da söylemediler. Bizi de zor durumda bıraktılar.”
“Oğul, sen git ninene ve Keyik hanıma haber ver. Çakır Bayat’ın obasına varmışlar; askerliğe gidiyoruz, deyip sabahtan ayrılmışlar. Çakır ağa alıp getirmek istese de ikna edememiş, de..”
Süleyman’ın getirdiği haber, Keyik bacı ve Burla hanım için beklenmedik şey değildi. Yine de yüreklerine biraz su serpilmiş gibi oldu. Sağ olduklarına dair ilk haberdi bu. Keyik hanım ağlamaklı olsa da kocası teskin etmeye çalıştı:
– “Önceleri kuş olup uçtu mu, ceren olup kaçtı mı diyordun. İşte şimdi al sana haber. Oğlumuz, yolunu kendisi seçmiş. Demek ki kendine yeten koç yiğit olmuş. Sultan askeri olup halka yararı olursa, bize de takdire boyun eğmekten başka çare kalmaz. Bir gün görürsün ki oğlum Miriş sipahi olarak gelir şu eşikten.”
“O zamana kadar bu eşik, bu çadır kalacak mı Miriş’in babası? Göçümüz sırtımızda!”
“Yok, Miriş’in annesi, oğlumuz gelinceye kadar bu eşik de durur, bu ocak da. Obadan dışarı bir adım atmayız. Oğlumuz peşimizden gelip aramaktansa, ocağımızı koruyup beklememiz daha iyidir. Yedi çocuk doğurdun, hiçbirine kıvanmak nasip olmadı. Yedi çocuktan sonra Miriş bize umut oldu. Nerelerde ki, bizi arıyor mu ki diyerek göç yolunda yürüdüğümüzden, ne zaman gelir ki diyerek kendi ocağımızda beklediğimiz daha iyidir.”
Keyik hanımın isteği de buydu. Başka diyarlara gitmek istemiyordu. Bu ormanlık yerde, ağaçların arasında dünyaya gelmişti. Rahmetli annesi, kızım büyüdüğünde kapı kapı gezen olmasın, köyden uzaklaşmasın inancıyla Keyiğ’in kesilen göbek bağını kara çadırın ortasına gömmüştü. Salıncağı, işte şu meşe ağacının gölgesine kurulmuştu. Göbeği evde kesilen Keyik, evcil kız olup yetişti. Edepli, terbiyeli, on parmağında on hünerli bir kız olduktan sonra, yengesinin dediği gibi tanımadığı bir delikanlıya âşık olmuştu. Bunu yengesinden başkasına da söyleyemedi. Çeşmeye suya giderken gördüğü genci hiç aklından çıkaramayan Keyik, aşkını yüreğine gömdü.
Eli becerikli bu güzel kızı, boyu yeter yetmez istemeye gelenler oldu. Kendisine soran olmadı, istiyor musun bile demediler. Boynuna alaca bir bağ örüp taktılar. Boyunu karışlayıp göynek biçtiler. Başına dassar
, yüzüne yaşmak
örtüp kızıl halının üzerine oturtarak “göter göter”
ettiler.
“Ağır kız, bu kıza paha biçilmez” diyerek yengesi pay aldı, kardeşi pay aldı. Sonunda Keyiz kız, Keyik gelin oldu. Bir başka eve salıp, yabancı bir gence teslim ederek kendileri de gerdeğin karşısında oturdular. Keyik, bir süre sonra yanına gelen damadı gördü ve yeniden âşık oldu. Çünkü bu delikanlı, çeşme başında görüp âşık olduğu, Miriş’in babası Mergen ağa idi.
İşte bu obada önce dünyaya gelen önce Keyik kız, sonra Keyik gelin, şimdilerde de Keyik bacının ikbali bunlardan ibaretti. Çünkü burada dünya zenginliğine değişmeyeceği hatıraları yatıyordu. Bunca yaşanmışı, bunca hatırayı bırakıp gidemezdi. Bu yüzden Mergen’in sözleri hoşuna gitmişti.
“Toprak bırakılır mı? Gelmiş geçmişimi, toprağa verdiğim yavrularımı, sevgimi paylaştığım çeşmeyi, salıncak kurduğum ağaçları bırakıp nereye gideyim. Şimdi de Miriş oğlumu beklemeliyim.”
Keyik hanım bunları düşünürken, birdenbire içini dışa döktü:
– “Gitmeliyiz, Miriş’in babası; obamızı ardımızda koymalıyız..”
– “Keyik! Yoksa bırakıp gitmek aklımda yoktu baştan. Miriş bir bahane oldu. Çakır Bayat’ın dediği gibi, ya dönüp gelirse!?”
Üç gün umutla beklediler. İt ürüse çıktılar, at kişnese baktılar. Ne Miriş’ten, ne de Tanatar’dan bir haber yoktu. Süleyman yola çıkmadan önce Gökkaya’ya varıp teselli bulmaya çalıştı. Kayanın eteğine çıkıp bütün gücüyle bağırdı:
“Tanatar! Miriş! Sizi nerede bulayım şimdi. Tanatar, aaaataaar! Aarr.. Miriş, irişşş, işşşş.
Nurbike! Sen nerdesin? Seni görebilecek miyim? Nur-bike, Bike… Keeeee..”
Süleyman’ın sesi uzun bir süre Gökkaya’da yankılanıp durdu, yankılanıp durdu. Gözlerini kollarıyla silerek gerisin geriye koştu. Sesi, ardından kovalıyor gibiydi:
– “Tanatar! Miriş! Nurbike! Sizileri görür müyüm!?”
* * *
Göç kervanı yola hazırlandı. Obayı terk etmeyecek olanlar belirlendi. Koyun, keçi sürülerini götürmeyecek olanlar vardı. Küren obasının yarısı yola koyuldu. Bir kenarda Ataman’dan kalan kara ev de sökülmemişti. Burla nine “gitmem” deyip ayak direyenlerdendi. Kaya Alp, yaşlı annesini koyup gitmek istemediği için çok yalvardı.
– “Ben, obalardan gelenlerin, yola düşenlerin yolbaşçısıyım, ardımızda yol yok, gidelim.” dese de fayda etmedi.
“Yarı yolda ölürüm. Uzak uzak yollara dayanamam oğul! Yaban elde, yol boyunda bir mezar bulmaktansa, işte bu kendi evimde, obamda, komşularımın arasında kalayım. Baban rahmetliyi bırakıp gitmeyeyim. Moğol gelse benim gibi bir yaşlıyı ne yapsın. Öldürseler, leşim yük olur onlara. Gözümü açıp gördüğüm kara dağlarımdan beni ayırma oğul!”
Burla nine, Keyik ile birlikte Tanatar’ı beklemek niyetinde idi. Mergen: “Oğullarımız gelirse, onları da alıp biz de geliriz. Burla nineyi hiç merak etme. Ben de bir oğlu sayılırım.” diyerek Alp Kaya’yı rahatlattı. Burla nine arkaları sıra dua etti:
“Yolunuz ak olsun. Yoldaşınız Hak olsun. Dara düşseniz Hızır, susasanız Elyas yetişsin. Orta yolda atınız bırakmasın. Düşmana boyun eğmeyesiniz. Sağ gidin, esen varın. Ehli Kayıları Kaya Alp’e, Kaya Alp’i de Allah’a emanet ettim. Alnınızı Hak açsın…”
* * *
Göç kervanı ağır ağır dem alıp yola koyuldu. Kaya Alp, Kayıların önüne düşmüştü. Kalecik’ten uzaklaştıkça herkesin içi sıkılmaya başladı. Geçmişlerini geride bırakıp gidiyorlardı. Peşlerinden biri gelip; “Geriye dönün, Moğol’un geldiği yalan oldu!” diyecek gibi bir ruh hali içindeydiler.
Türkmenler, göç görmemiş bir halk değildi. Ancak onların göçü başı çimenli, güllü-çiçekli yaylalara olurdu. Sulak, otlak yerlere her yaz göç ederlerdi. Koyun kuzu melemesi, çocukların eşeklere binip kovalaşmaları, gelin kızların yol boyu çiçeklerden buket yapmaları, gençlerin at yarıştırmalarından ibaretti.
Şimdiki bu göç, o göçlere benzemiyordu. Sessiz, buruk, sıkıcı, neşesiz bir göçtü. Öyle geliyordu ki onlardan geri kalmayarak, kara dağlar da peşlerine düşmüş geliyor gibiydi. Dağlar sıra sıra, kervanın yanı sıra sanki birlikte gidiyordu. Hatta koyun ve keçiler de yabancı yerlere gittiklerini bilircesine gönüllü gönülsüz otluyordu. Belki de göçerler içlerinden öyle hissediyordu…
* * *
Ağır göç, ilk yolunu Hazar yakasından almak istedi. Öncüler, yolun güvenli olmadığını söylediler. Haşhaşiler
, Selçuklu düşmanıydı. Birkaç gün karanlık dağlardan geçtikten sonra, nerelerde yatıp kalktıklarını bilemediler. Haşhaşilerin en çok göründükleri yer, Hazar kıyılarıydı. Mekânları ve kaleleri belli bile değildi. Selçuklu sultanlarını öldüren Haşhaşilerin Türkmenleri de sağ koymayacakları belliydi.
Kaya Alp, yolunu Bestam’ın üstünden geçirmeyi uygun buldu. Habercileri Hoşyaylak yoluna gönderdi. Bu yol, Rey’e varmak için en kısa yoldu ve Horasan’dan, Harezm’den, Hindistan’dan gelen büyük yolun, İpek Yolunun üstüydü. Yol, gece-gündüz kervanlı ve korumalıydı. Yol boyunca kervansaraylar ve şehirler vardı. Ayrıca Çakır Bayat’ın yolbaşçılık ettiği, ‘Goşa
Değirmen’den çıkan göçle birleşilecekti.
Hoşyaylak, göçerleri hoş karşıladı. Tepelerde henüz erimemiş kar olsa bile, dağ havası yumuşaktır. Hoşyaylak’a yaz geç geliyordu. Oğuz hanın sefere çıktığında en sevdiği yerdi bu yaylaklar. Yemyeşil otlardan seçip seçip yiyen koyunlar, keçiler meraya yayıldı. Çocuklar sevinçten uçtular, yaylağın tadını çıkardılar. Kadınlarsa hemen yere tandır kazıp günlük işlerine koyuldular, kendi aralarında fısldaşmaya, sohbet etmeye başladılar:
“Süleyman’ın annesi! Bu yaylak çok iyiymiş. Moğol, buraya da geldi mi ki?”
“Burada bir yıl kalabilsek, eğer Moğol gelmese; izimizden Kalecik’e dönmek için bir menzilmiş.”
“Yurt tutulacak yermiş burası ama bizimki gibi meşesi, çınarı, söğüdü, akça ağacı, ok ağacı yokmuş..”
“Oğuz Ata’mız çok severmiş, Hoşyaylak adını da o vermiş..”
“Bana göre de, doğrusu hiçbir yeri, Kalecik’in bir taşına değişmem. Üstümüze eğilip duran Beyli Dağı’nı görmek yine nasip olur mu ki bize?”
Son kadının bu konuşmasından sonra sesler kesildi.
Herkes kendi işiyle uğraşmaya başladı.
Uzaktan gelen iki atlının kendilerine taraf yöneldiklerini gören çocuklar gelip haber verdiler. Atlılar yakına geldiklerinde Kaya Alp ile Çakır Bayat karşıladı. Onlardan biri bozuk bir Türkçe ile konuştu:
“Uğur ola, hayrola mihmanlar! Bizim obaya gelesizmi?”
“Yok. Bizler yolcuyuz, göçeriz. Hiçbir obaya yük olmak istemeyiz. Daha arkamızdan gelenler var diye bekliyoruz. Siz kimsiniz?”
“Biz, bu taraftan, Ebr obasından. Sizde satılık koyun, keçi var mıdır?
“Ay, bizde satılık mal yok. Yolda yetecek kadar. Doğacak olan olursa, yol azığımız olur. Baksana, çoğuz.”
“Satsanıza. Biz alıcıyız. Uzun yollara bunlarla çıkmak zor olur sizin için.”
“Ay! Konuşmayı uzatmayalım. Bizde satılık şey yok.”
Atlılar, sakallarını sıvaya sıvaya, meleşen koyunlara, kuzulara baka baka atlarına binerek geldikleri gibi geçitten ağıp gözden kayboldular.
Obanın erkekleri, uzun yol yorgunluğunu atmak ve Bayat obasının gelenlerini beklemek üzere burada, bu gece ve birkaç gece kalmayı uygun gördüler. Yükler indirildi. Develerin eğilip duran boyunları düzelir gibi oldu, çünkü bütün ağırlık onların üzerindeydi, ağır çadır keçeleri dahil. Koyunlar kesildi, kazanlar kuruldu, çörekler pişirildi. Gecenin geç vakitlerinde Bayat obasının habercileri geldi. Obalılar uzakta değilmiş. Gece çöktüğü için Suvdağlan dağlarında mola vermişler, sabah kuşlukta yetişeceklermiş.
Gecenin bir yarısına doğru sesler kesildi. Öndeki mola Harakan obasında, sonraki mola da Bestam’da olsun diye karar verdiler. Gece uykusuzluk çeken gençler, tan vaktine yakın Hoşyaylak’ın soğuk rüzgarıyla irkildiler. Dağ başının soğuk havasıyla uzun yolun yorgunluğu birleşince tatlı bir uyku getiriyordu. Uykusuzluk çekenler, çoban yamakları gecenin içinde koyunları, keçileri kaçıştıran hırsızları duymamışlardı. Köpek havlamaları dağları inletti. Önceleri neyin ne olduğunu anlayamayan erkekler kılıçlarına, yaylarına yapıştı, köpeklerin sürüye doğru ürdüğünün farkına vararak;
– “Sürüye kurt daldı hov! Yetişin hov! Sürünün önünden gelin, yanından gelin..” Diye bağrıştılar ve çevresini kuşattılar.
Bu gürültü-patırtı içinde keçilerin, koyunların her birisi bir tarafa kaçışmıştı. Varıp gördüler ki sürünün ortasında emeklemeye çalışan dört-beş kurt var. Oklar, yaylar çekildiğinde, durumun kötüye gittiğini anlayan “kurt”lar, ayakları üzerine dikildiler! Oklarını çekip bekleyenler, iki ayaklı kurtları görerek şaşırıp kaldılar. Bir de baktılar ki bunların arasında gündüz gelen koyun alıcıları da var. Kurt postuna bürünen iki ayaklı hırsızların elleri bağlandı. Kaya Alp’in yanına getirdiler.
“Demek ki siz kurtsunuz! Gündüz gelip tuzumuzu yiyip, gece de çadırırmızın baş köşesine pisleyecektiniz öyle mi? Ben size söyledim ya; bu sürü, şu giden çoluk-çocuğun, kadınların, kızların, erkeklerin yol ihtiyacı diye. Utanmadınız mı obanıza gelenleri soymaya, talan etmeye, gelip geçene eziyet etmeye? Şimdi biz, sizi obanıza götürüp teslim edelim. Kethudanız vardır, beyiniz vardır; bırak, cezanızı onlar kessin. Fakat sırtınızdaki kurt postunu çıkarın. Kurt kapsa, canına minnet olsun. Kurt, kendi avını kendi gücüyle avlar ve yer. Sizin gibi iki ayaklı sahte kurtlar ise hırsızlık yapmadan, haram yemeden yaşayamazlar.”
Hırsızlar, Kaya Alp’in ayaklarına kapandılar. Pişmanlık duydular. Obamızın önünde, çocuklarımızın yanında bizi küçültme diye yalvardılar. Hayretlik yanı şu ki ağlama sesleri karşı dağlarda yankılanıyor ancak gözlerinden bir damla yaş görülmüyordu.
Kaya Alp içinden geçirdi:
“Vah! Kurt postuna bürünenler, yalan ağlamalar, sahte sözler; bunları bir insan nasıl içine sığdırabilir ki! Bundan böyle yolumuz, bunlar gibi kurt postuna bürünmüş tilkilerle doluysa! Bunlar gündüz insan, gece tilki. Büyük yola düşseydik, belki de böyle şeyler olmayacaktı. Babam Ataman Alp’in; “Yabancının yanında olmaktansa, yandağın
dibinde ol” dediği gibi. Tez zamanda hısım akrabalarımıza bir kavuşsak..”
Çakır Bayat, Kaya Alp’a bakıp usulca akıl vermeye çalıştı:
“Bunlarla kötü olmayalım. Sürüye bir şey olmadı. Gitsinler yollarına.”
“Vah, Çakır dost! Senin düşüncen doğru fakat bu yoldan geçenlerin ne başıyız, ne sonuyuz biz. Gelip geçeni her zaman soyar bunlar. Ağızlarına soğan doğramak gerek!”
Çevreden; “Doğru! Doğru!” diyenlerin sesinden ürken hırsızlar birbirlerine sokuldular. Sahte ağlayışlarının fayda etmediğini anlamışlardı. Gelene geçene yalvarıp durdular. Bu olaydan sonra hiç kimsenin gözüne uyku girmemişti. Kuşluk vakti, Bayatlılar dağdan aştılar. Geldiklerinde elleri bağlı adamları görüp sordular. Yol kesen hırsızlar olduğunu öğrendiler. Kervan yolunda toplaşmak üzere anlaşarak, öğle sonu yine yollara düştüler.
Yol uzun, ayrıca menzilin, mekanın da neresi olduğu belli değil. Üç günlük yol mu, beş günlük yol mu olduğunu gelenlerin içinde de bilen yoktu. Hepsinin gönlünden geçen; bu dağdan aşsak Bestam görünecek, o dağdan aşsak Harakan obası çıkacak gibiydi. Birkaç dağ geçidinden, tepeden aştıkları halde, bazı yerlerde çadır kurmuş konargöçerlere denk gelmeseler ne yol, ne de bir şehir görünüyordu. Süleyman, koyun hırsızlarının yanına vardı.
“Obanız daha uzakta mı?”
“Bizim obadan geçtik, biz..”
“Peh! Neredeymiş sizin obanız, geçtiysek?”
“Hoşyaylak’a yakın, Ölen obasında oturuyoruz.”
“O halde niçin ağzınıza su alır gibi geliyorsunuz!”
“Bizi obamıza götürmeyin Türkmenler, beyimiz derimize tuz serpip güneşte kak eder!”
“Aslında bunu biz yapmalıydık. Ama…”
“Baba! Alp baba! Biz bu uğruların obasından geçmişiz. Söylememişler. Sordum söylediler.”
“O zaman bunları Harakan’a varınca çarıklarını çıkarıp dağın taşlı yollarında yürütelim. Sonra da çekip gitsinler. Bize yol gösterirler. Geri dönüp Türkmen malına el uzatmasınlar diye ellerini kesip göndeririz.”
Bozuk bir Türkçeyle konuşan hırsız, söylenenleri anladı. Kendi dilleriyle arkadaşlarına anlattı. Gelip tekrar Kaya Alp’in ayağına kapandılar. Gözlerinden gerçek yaşlar akmaya başlamıştı..
“Ağalar ağası! Hanlar hanı! İşte, bizim obamız şu sulu dereden geçtiğimiz yerde. Abri Mücen diyorlar. Sadece Türkmenlerin değil, kalan ömrümüzde hiç kimsenin malına el uzatmayacağız, söz veriyoruz. Elimizi kesmeyin, obamızın beyine teslim edin…”
“Haa.. Şimdi, doğru yolu buldunuz. Ben, şu keçe kalpaklı Türkmenlerin en merhametlisiyim. Bundan sonra geleceklerin malına el uzatırsanız, kesilecek çok yeriniz olur. Haydi, şimdi söyleyin, Harakan obasına ne zaman ulaşırız?”
“Ağalar ağası! Gün aşar aşmaz varırsınız. Suçumuzu bağışlayın..”
“Olur. Sizi yük etmeye de vaktimiz yok. Eğer ki bu yolda bir hırsızlık, talancılık olduğunu duyarsam, Abr Müce’ne şu kılıcını sıyırıp duran delikanlılardan beş-altısını gönderirim. İşittin mi? Anladın mı?”
“İşittim ağalar ağası! Çarığımızı çıkarıp, bırakıp gidiverelim mi?”
“Yok olun gözümün önünden! Çarığınızı da götürün babanızın başucuna..”
Süleyman, bu adamların yalanına, gerçeğine akıl erdiremeden şaşırıp kaldı. Aklından şunlar geçiyordu: “Yalan söylemek, Kalecik’te çok ayıp sayılırdı. “Yalan söyleyen, Allah’ın düşmanıdır” diyen Burla nine, oturup kalktıkça torunlarının kulağına bunu fısıldardı.
“Bu adamların Tanrısı yok mu ki? Sabahtan beri ne kadar çok yalan söylediler. Alp babam bunların yalan söylediğini nereden bildi ki? Kollarının kesileceğini duyunca, beylerinin derilerini tuzlamasına razı oldular. Babam, gerçekten de bunların kollarını kesecek miydi?”
Süleyman, Kaya Alp’in yüzüne baktı. Babasının yorulmuş, solgun yüzündeki telaş ve endişeyi görmüştü. Vatan ayrılığı, Burla ninenin gerilerde kalması, Miriş ile Tanatar’ın belirsiz yolculuğu, ardına düşüp gelenlerin yükü… Bütün bunların hepsi Kaya Alp’in omuzlarındaydı…
* * *
Hırsızlar, belki de ömürlerinde ilk defa korkuyla, doğruyu söylüyordu. Dedikleri gibi gün batar batmaz, gür bir bahçeye dönüşmüş Harakan obasına eriştiler. Obanın ortasından akan buz gibi soğuk suyla ellerini yüzlerini yuyup temizlendiler. Boş kaplarını doldurup sürülerini, at, katır, develerini suladılar. Obanın kethudası karşıladı. İhtiyarlar evlerine davet ettiler.
“Davetinize minnettarız ağa! Biz, atamız Ataman’dan Ebul Hasan Harakani hazretleri hakkında çok şeyler duyardık. Harakani hazretlerinin makamına varıp bir dua edelim. Bu ağır göçü, obanın dışında bir yerde yerleştirdikten sonra yine haberleşiriz.”
“Yok, biz sizin gibi gelip geçici görmüyoruz, sizi. Göçü bizim adamlarımız yerleştirir. Harakani hazretleri, atalarımızdandır. Onun nasihati şudur ki:
“Kapıma kim gelirse gelsin; dinini, inancını sormam. Konuk edip yemek, çörek verin. Çünkü Ulu Allah ona ruh ve can verip ulu katında yaşamaya layık görmüşse, Ebul Hasan Harakani’nin sofrasında da çörek yemeye hakkı vardır.”
Sizden ricamız, sözümüzü geri çevirmeyin. Harakani hazretlerinin sözü bizde hükümdür…
Büyük Veli’nin yüksek tepenin üstüne yapılan mezarına vardılar. Dua ettikten sonra kethudanın evinde misafir oldular. Süleyman, obadaşlarının yanındaydı. Konuklar, bu gece, uykusuzluk çekmemişti. Zira obadakiler sürüyü teslim almışlar, onları istirahata göndermişlerdi.
Süleyman’ın birkaç günlük yolculukta görüp duydukları bir bir gözlerinin önünden geçiyordu. Kalecik’in karşısındaki Beyli Dağından daha büyük dağ yok mu ki, diyordu ancak Hoşyaylak’ın çevresini kuşatan büyük dağlara çıktığında, gökyüzüne elini uzatsa değiverecek gibi oldu. Belki de yeryüzünde bundan daha ulu bir dağ yoktur, diye düşündü. Dünyanın yüzü yemyeşil ormanlık gibi görünürdü Kalecik’te yaşıyorken. Ancak “yer ala, yurt ala”
denilir ya, buraların dağları çıplaktı. Arça
ve dikenli ağaç olmasa, başka şey yok. Tam tersine obaları gür bağlık. Bahar geldiğinde meyve bahçelerinde çiçekler açar. Otsuz bitkisiz dağları Cüveyn’e giderken görmüştü ancak bu dağlar daha da farklı..
Cüveyn aklına düştüğünde Süleyman’ın yüreği cız etti. Bir yorganda büyüdüğü Tanatar’ı, aynı obada ayrılmaz birer dost olarak yaşadığı Miriş’i ve dört örüm saçını beline bağlayan, yanakları gamzeli Nurbike’yi hatırladı.
Şimdi onlar Süleyman’dan çok uzaklarda idiler. Belki da ömür boyu uzaklarda kalacaklardı. Süleyman ağır ağır soluklanıp bir o yanına bir bu yanına dönüp dururken uyuyakaldı…
* * *
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
“Koç yiğitler göç eylese,
Ocak yiter, yurt iniler.”
Türkistan’dan Şama’a kadar kimin parmağına diken batsa,
bilin ki benim parmağıma batmıştır.
Birinin ayağına taş deyip ağrıtıp incitse,
bilin ki benim ayağım da ağrır.
Bir yürekte bir acı, hasret olmuş olsa,
bilin ki benim yüreğim duymuştur.
Ebul Hasan Harakani (ks.)
Gökyüzünde kanat çırpan kartalın kursağına gelen ok, kuşu yere düşürdü. Süleyman göğe baktı. Biraz önce yukarıda çırpınan kartalın kıpkızıl kanı bir anda çevresine saçılmıştı. Süleyman yere düşen kuşun yanına vardı. Göğsündeki oku çekip çıkardı. Şaşılacak şey! Kuş, kurtarıcısına kızgın gözlerle bakıyordu. Uçmaya çabaladı, kanatlarını çırpa çırpa çevresini toz duman etti. Uçamayacağını bile bile var gücüyle biraz yükseldi. Kanatlarına zarar gelmemiş olmamalı ki bir miktar daha yükseldi. Birdenbire hiç beklenmedik bir hamleyle kendini sert kayaya vurdu. Tüyleri parça parça olup döküldü. Kuş birden dillendi:
“Yaradan bize uçmaya, size yerde göçmeye ferman verdi. Biz; bulutların üstünden uçup insanların erişemeyeceği kayalıklarda yuva kurarak, dağ başlarını güçlü kanatlarımızla aşabilen kartal… Şimdi gel gel de bir namert ok ile elinize düşeyim öyle mi! Hem vurursun hem merhamet edip göğsümdeki oku çıkarırsın? Ey âdem oğlu! Siz yeryüzünü kan bulamaya doymamıştınız, şimdi gökyüzünü kana bulamaktasınız.
Benim kanatlarıma bulut değmese, sert yellerin karşısında gücümü gösterip uçamasam, ta şu uzakta yalçın kayadaki yuvamda beni gözleyen yavru kartalıma mertçe ölmeyi öğretemesem!..”
Kuşun kocaman gözleri, son sözlerini söyleyemeden donup kaldı. Süleyman: ”Ben de senin gibi bir dağ kartalıydım, gökyüzünde vurulup yaralanaaaaan!” diyerek, kendi sesine uyanıp doğruldu. Yorganın altında terleyip su içinde kalmıştı. Vücudu titredi. Sesine koşup gelen Ay-senem elini alnına koydu.
“Hiiih.. Çok ateşin var balam! Vah, şimdi ne yapsam ki! Ey erlerim, pirlerim yetişiverin. Oğlum! Gözlerini aç hadi. Gözlerini aç hadi. Düş mü görüyordun? Haykırıp kalktın da..”
“Evet, anne.. Korkulu bir rüya gördüm.”
Aysenem, oğlunun konuşmasına fırsat vermedi. Eliyle ağzını kapattı.
“Hadi, yerinden kalk da iki yanına tü tü et. Belalar, kötülükler dışa çıksın de. Rüya iyi değilse, yorup durma, oğul! Hadi, başını bir ovalarsam, bir şey kalmaz..”
Aysenem, Kaya Alp’in kuşak kayışını ikiye katlayarak, oğlunun başını iki katı arasına aldı. Kayışı sertçe çekip;
“Benim elim değil, Lokman Hekim’in eli. Benim elim değil, Kayı’nın Burla hatununun eli. Benim elim değil, Ayşe- Fatma’nın eli..” diyerek silkeledi.
“İşte oğul, bütün derdin, belan gitti. Oğluma gelen dert-bela dağlara, taşlara gitsin.”
“Anne, dağların taşların ne suçu var? Ben kendi derdimi kendim çekerim!”
“Oğlum, dağlar yüksektir, dayanıklıdır; dert çeke çeke gelmiştir. Dertlilere derman olan dağlar insanların tabibidir, iyileştiricisidir.”
Süleyman gerçekten dertleri uzaklaşıp gitmiş gibi yerinden kalktı. Dertleri dağlara mı sindi, taşları mı sindi bilinmez, baş ağrısı kesildi.
* * *
Harakan ovasının güzelliği bir başka imiş. Obanın ortasından akan derenin sesi, yola çıkan göçerlerin sesini bastırırcasına gürül gürül akıyordu. Süleyman, ‘kara meşik’ dedikleri deriden dikilmiş su kaplarını dolduran kadınların az ilerisine geçip elini yüzünü yıkadı. Suyun sesine dikkat kesildi. Sabaha karşı gördüğü rüya aklına düştü. Kartalın kocaman gözlerini hatırladı. İnce bir sesle kendine geldi.
– “Suyun o tarafı uygun değil, buradan alayım mı?”
Süleyman arkasında duran uzun boylu, akça pakça, gözleri parıl parıl, dört boğum saçlarının ucu gotaz saç-bağlı kızı gördü. Kız tebessüm edip elindeki su kabını gösterdi.
“Yukarıdan alacaktım da ancak su çok güçlü akıyor. Kabım büyük olduğu için gücüm yetmez, akıntı alır götürür diye düşündüm.
“Ver meşiği ben doldurayım.”
Kız, elindeki su kabını uzattı. Süleyman doldurdu, kıza bakarak;
– “Meşiğin ağırmış. Bunu taşıyan deveye acımıyor musun?”
– “Yok, bu, yol meşiğimiz değil. Durak meşiğimiz. Annem, sürekli benim için su getirmiyor deyip duruyor da!”
Uzaktan gelen, “Yazçiçek, boynun devrilmesin kız Yazçiçek! Gittin, gelmedin. Nerdesin?” sesini, ikisi de duydu. Kız hemen meşiği güçlü kollarıyla alıp yürüyüverdi. Süleyman’ın ağzı açık kalmıştı.
Kız, su doldurduğu bu kara meşiği zorla kenara çıkarmış ama onu gık demeden alıp gitmişti. Kızın adı tanıdık geldi. Yazçiçek… Hatırlayacak olsa da aklına düşmedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ogulmaya-saparova/hayma-ana-69499999/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.