Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov
Osmanakun İbraimov
Osmonakun İbraimov
Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov
ÇEVİRİ EDİTÖRÜNDEN[1 - Muhittin Gümüş, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık Bölümü Öğretim Görevlisi]
Türk dünyasının büyük yazarı Cengiz Aytmatov’la ilgili yazılan bilimsel ve edebî yazıların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Aytmatov hakkında bilinmeyenleri yahut az bilinenleri daha açık biçimde dile getiren bu eserin yazarı, başta Kırgızistan’da olmak üzere bütün Orta Asya’da ve eski SSCB ülkelerinde tanınmış edebiyatçı, Kırgızca ve Rusça olarak çok sayıda edebî eleştiriye imza atmış, Kırgızistan’ın bağımsızlığının ilk yıllarında ülkenin ikinci adamı olarak Devlet Sekreterliği görevini başarıyla icra etmiş olan ve hâlen Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Osmonakun İbraimov’un kullandığı dil ve üslup dikkat çekici derecede başarılıdır. Sayın İbraimov’un “Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov; Hayatı ve Edebî Kişiliği” adlı edebî inceleme ve tenkitlerinden oluşan kitap Rusça olarak yayımlanmış olup geniş bir coğrafyada edebiyatseverler ve araştırmacılar tarafından da ilgiyle okunduğu görülmüştür. Son yıllarda Aytmatov hakkında yazılan en kapsamlı ve objektif değerlendirmelerin yer aldığı bir çalışma olarak dikkati çekmiştir bu eser. Böyle değerli bir eserin Türkiye Türkçesine çevirisi yapılarak Türk okuyucularının ve araştırmacılarının hizmetine sunulması, merhum yazarın doğumunun 90. yılında daha geniş kitlelerce tanınmasına katkıda bulunacaktır.
Çeviri eserler, her zaman kaynak eser kadar etkileyici olmayabilir. Ancak onu aslından daha da iyi hâle getirecek usta çevirmeleriniz varsa okuyucu bundan mutluluk duyar. Çeviri yapmak için yalnızca karşılıklı olarak iki dili çok iyi derecede bilmek yeterli değildir; o dillerin kültürünü ve eserin türüne göre geniş bir terim bilgisi de gereklidir. En iyi çeviri, çeviri olduğu anlaşılmayan eserdir. Çevirmenin kendi varlığını hissettirmediği eserlerin en az aslı kadar ilgi görür. Çeviri eserlerde doğruluk, duruluk ve doğallık ilkelerine dikkat edilmesi; anlaşılması güç ve uzun anlatımlardan uzak durulması beklenir. Çeviri eserler anlaşılır olmalıdır, ancak hemen anlaşılır olmalıdır. Rusça ve Türkçe dil yapıları, anlatım ve üslup özellikleri bakımından birbirinden çok farklı iki dildir. Elinizdeki bu eserde bazı kavram ve kelimelerin anlamca eşdeğerlerinin bulunmadığı hallerde yakın anlamlı kelimeler seçilmiş yahut açıklama yoluyla okuyucuya sunulmuştur. Çeviri esnasında -yazarın izniyle- bazı konularda kültürel farklılıklar nedeniyle yeteri kadar anlaşılmayacak hususlarda çok az da olsa çevirmen ve editör yorumlarına yer verilmiştir. Merhum Cengiz Aytmatov’un pek az bilinen bir yönünü yansıtması sebebiyle “Bir Çeviri Hikâyesi; Aytmatov’un Duası” başlığı altında esere eklemeyi uygun bulduk.
Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov; Hayatı ve Edebî Kişiliği adlı eseri büyük bir özveriyle Rusçadan Türkiye Türkçesine çeviren Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesinin değerli öğretim elemanlarına, eserin Türkiye’de basılmasını sağlayan ve büyük Türk dünyasının ortak kültür değerlerini geniş kitlelere yayarak gönül pınarımızı coşturan Avrasya Yazarlar Birliğinin kıymetli başkanı Sayın Yakup Ömeroğlu’na, Bengü Yayınlarına sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
GİRİŞ
Cengiz Törökuloğlu Aytmatov son romanını kaleme aldıktan kısa bir süre sonra, 2008 yılında, aramızdan ayrıldı. Mamafih, eserin başlığı “Dağlar Devrildiğinde” bazı imalar ve uğursuz sezgiler taşıyordu. Yazarın trajik mahiyetteki dünya algısı ilk eserlerinde hissedilmekteydi, ancak böylesi evrensel bir hüzün, böylesi bir çaresizlik önceki eserlerinde bulunmamaktaydı. Devrilen dağlar, kıyametin bir alameti, Pompei’nin son günüydü adeta. Aytmatov’un sanatında turnalar tekrar ortaya çıkıyor, tekrar onlar yerden gökyüzüne doğru kanat çırpıyorlar Antoine de Saint-Exupery’yi hatırlayarak. Yani bu roman aslında hayata veda romanıdır, aynı zamanda tüm yaşanmışlığın bir çeşit muhasebesidir.
Onun aramızdan ayrılışı aynı zamanda küresel bir olaydır. Onunla birlikte bir devir de kapanmış oldu. Entelektüel birikimin kısıtlandığı, gaddar olmasına rağmen kimileri için kanlı canlı bir devir olan Sovyet dönemi de sona erdi. Çok uluslu bu büyük devlet döneminde Aytmatov kendisine kral tacında bir inci gibi sunulan büyük bir şöhrete kavuştu.
Bilindiği üzere, Aytmatov 19. yüzyıl seyyahlarınca da ifade edildiği gibi sosyal ve ekonomik yönden geri kalmış, göçmen hayat süren bir Orta Asya halkına mensuptu. Biz Kırgızlar Altay ve Güney Sibirya’dan göç ettikten sonra yüzyıllarca büyük tarihin kıyılarında gezinip durduk. Sovyetler Birliği döneminde halkımız bilimde, sosyal ve kültürel hayatta çok önemli gelişim sergilemiştir. Geleceğe atılan bu önemli adımları “millî Rönesans ve diriliş” olarak da niteleyebiliriz. Cengiz Aytmatov ise bu kültürel değişimin en yüksek zirvesindeki muzafferidir.
Eleştirmenler ne derlerse desinler Aytmatov’u bir yazar ve bir kişilik olarak yetiştiren tüm çelişkilerine rağmen Sovyetlerdir. Aytmatov kaleme aldığı eserlerde bu unutulmaz dönemin büyüleyici gücünü anlatırken aynı zamanda tüm zorlukları, hüzünleri, trajedileri ve 1980’li yıllardaki günbatımını idrak etti. Sovyetler Birliğinin günbatımını…
Cengiz Aytmatov, Kırgızistan’ı her zaman baba ocağı olarak görmüştür. Bu, onun ebedî aşkı ve ebedî çilesidir. Bununla beraber, Rusya, Kazakistan, Özbekistan ve Orta Asya’nın diğer ülkelerini, son yıllarda ise okurları tarafından çok sevildiği kardeş Türkiye’yi kendine yakın görmüştür. Avrupa’da da Aytmatov’u insanlar yakından tanımaktaydı, özellikle Almanya’da. Kültürel bağlara göre kendisi de esasen bir Avrupalıydı, daha doğru bir deyişle Avro-Avrasyalı.
Aytmatov her iki dili de ustalıkla kullanabilen, yani Kırgızca ve Rusçayı çok iyi derecede bilen bir yazardı. Dünyayı çok iyi algılayan Aytmatov, Uzak Doğu’dan Avrupa’ya kadar tüm insanlığa hitap edebiliyordu. Kaleminin evrenselliği en önemli özelliklerinden biriydi. Rus dilli bir yazar olarak bu dili okuyan ve bilen insanlara hitap ederken Türk dilli bir yazar olarak da Türk soylu halkları temsil ediyordu.
Sonra, Sovyet dönemi sona erip yeni bir dönem başladı ve her şey hızlıca değişmeye başladı. Doğal olarak bu değişimden Aytmatov da etkilendi. Farklı bir deyişle okurlar arasındaki konumu değişti. “Cemile”, “Beyaz Gemi”, “Gün Olur Asra Bedel”, “Dişi Kurdun Rüyaları” gibi eserleri farklı dillerde milyonlarca tirajla basılmış yazarın okurları yeni dönemde azalmaktaydı. Artık insanlar arasında yeni sınırlar, yeni bloklar ortaya çıkmıştı ve yazar bu duruma olan nefretini gizlemiyordu.
Aytmatov, sistemlerin eksik yanlarını çok iyi görebilmekteydi. Bu yüzden Gorbaçov değişimini desteklemekle kalmadı, bu değişim hareketine aktif olarak katıldı; Sovyetler Birliğinin yıkılacağını tahmin etmiyordu. Ülke yıkıldığı zaman bir sanatçı olarak susmayı tercih etti. Gençlik yıllarından beri toplumdan ümidini kesmeyen bir sanatçı olarak bu durum ona ağır gelmişti. Eski Sovyetler ile yeni Kırgızistan arasında bir yerlerle kalmıştı adeta. Brüksel’de Kırgızistan Büyükelçiliği görevinde bulundu. Bununla beraber sık sık Moskova’yı ziyaret etti, Almatı, Astana, İstanbul ve Bakü’deki davetlere katıldı. Eninde sonunda büyük ülke Sovyetlerin artık olmadığını idrak etti. Her şeye rağmen eski okur kitlesine, bir dünya sanatçısı olarak yeniden hitap etmeliydi.
Cengiz Aytmatov 10 Haziran 2008 tarihinde aramızdan ayrıldı. Beklenmedik bir şekilde Kazan şehrinde hastalandı, Nürberg şehrine tedavi olmak için gitti, ancak orada küçük bir klinikte hayatını kaybetti. Sevdiği şehir Bişkek’te defnedildi.
Bu kitabın yazarı, Aytmatov’un sırdaşı ve yoldaşı, edebiyatta küçük kardeşi, yıllardan beri onun eserlerini inceleyen bir araştırmacıdır. Benim Rusça yayımlanan “XX. Yüzyıl Kırgız Edebiyatı” adlı 2 ciltlik eserimde ve “Kırgız Devletçilik Tarihi” adlı çalışmamda da Cengiz Aytmatov’dan ayrıntılı biçimde bahsettim.
Bu çalışmanın ortaya çıkmasında çok yardımcı olan yazarın kıymetli eşi Mariya Aytmatova’ya, küçük oğlu El-dar Aytmatov’a, kız kardeşi Roza Aytmatova’ya çok teşekkür ederim.
Aynı şekilde kitabın hazırlanmasında emeği geçen Nikolay Arkadeviç Anastasev’e, eseri Rusçadan Türkçeye çeviren Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi öğretim elemanları Muhittin Gümüş, Halit Aşlar, Fatih Serçe, Zafer Altun ve Doğan Gürpınar’a, katkılarından dolayı da Cengiz Buyar’a çok teşekkür ederim.
SÜLALE
Cengiz Törökuloğlu Aytmatov eski Kırgızların Altay’dan göç edip yerleştiği şehirlerden biri olan Talas’ta doğmuştur. “Hakkımda Notlar” adlı eserinde “Kırgızların yedi atasını bilmesi gerekir, bu atalarımıza olan borcumuzdur”, der.
“Bizim köyde ihtiyarlar bu konuda çok ciddiydi. Çocuklara her gördüklerinde yedi ceddini sorarlardı. Söyle bakalım delikanlı, hangi boydansın, babanın babası kim? Onun babası kim? Ya onun? Kimdi o, ne iş yapardı, halk nasıl bilirdi?” gibi sorular sorarlardı. Eğer çocuk yedi ceddini bilemezse ihtiyarlar buna kızıp hemen çocuğun ailesine bu durumu iletirlerdi. Bu çocuğun ataları, ceddi yok mu, niye öğretmiyorsunuz dercesine… Ben de otobiyografime buradan, günümüzde feodalite olarak bilinen dönemlerden başlayabilirim. Ben Şeker boyundanım. Şeker soyumuzu başlatan kişidir. Babam Törökul, onun babası Aytmat, onun babası ise Kimbildi, onun babası da Konçucok.”[2 - Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. – М., Изд-во АПН, 1988, стр. 24-25 Cengiz Aytmatov. Notlar, diyalog, mülakat… M.İzd.APN,1988, s.24-25]
Bunlara ilaveten soyu başlatan Şeker’in ve Şeker boyunun (Cengiz Aytmatov’un doğup büyüdüğü köyün adı da Şeker’dir) tarihteki Kırgızların sol kanadını temsil eden Kıtaylar adlı daha büyük bir boya mensup olduğunu söyleyebiliriz. Şeker ile Konçucok arasında onlarca nesil ve isim vardır, anlaşılan Aymatov bunları bilmiyordu.
Konçucok yoksul idi, ismi çarık giyen manası taşırdı. Onun oğlu Kimbildi girişken ve yerel şartlara göre varlıklı sayılabilecek biriydi. Onun oğlu Aytmat ise babasının varlığını koruyamasa da yoksul değildi, hatta Aytmatov’un çocukluğunda kalıntılarını gördüğü bir su değirmeni bile inşa etmişti.
“Ben dedemi göremedim ama dediklerine göre o hünerli biriymiş. Dikiş yapabiliyormuş, ilk dikiş makinesini köyümüze o getirmiş. Bu sebeple de ‘makineci Aytmat’ lakabı almış. Dedemin elinden hemen her iş gelirmiş, iyi kopuz çalarmış ve Arap alfabesini okumasını ve yazmasını bilirmiş. Bunca becerikliliğe rağmen yakasını bir türlü borçlardan kurtaramamış. Sonunda elindekileri tüketen dedem 12 yaşındaki oğlu Törökul ile yani babamla, demiryolu inşaatında çalışmak için Maymak istasyonuna gitmiş. Maymak istasyonundaki Rus yöneticilerin yardımıyla babam Avliya-Ata şehrindeki Rus Tüzem okuluna, daha sonra da Cambıl okuluna girmiş.”[3 - там же, стр. 25 (сейчас город Джамбул переименован и называется Тараз-прим. автора)]
Cengiz Aytmatov’un uzak dedelerinden biri hakkında daha bilgi vermek gerekiyor. Yazarın kız kardeşi Roza Aytmatova’nın anlattıklarına göre Kıtay boyu Kuba uul (Kuba oğulları) boyundan çoğalmıştır. Bir gün onun torununun torunu Karanay Çinlilere karşı kazandığı zaferden döndüğü sırada uzun zamandır beklediği güzel bir haber alır. Eşi bir oğul doğurmuştur. O gece ay başka bir şekilde doğar, yanı kutlu bir şekilde. Ardından çocuğa “Kut-Ay” ismi verilir. Kutay ismi zamanla Kıtay şeklinde telaffuz edilir olmuş. Kıtay boyunun ismi buradan gelmekteymiş.
Cengiz Aymatov ise kendi boyu hakkında ironik cevaplar verir. Hatta bu konu hakkında şöyle de bir şaka hatırlıyorum: Aytmatov yakın çevresinde atalarını sorduklarında “Ben, Çin (Kıtay) imparatorları soyundan geliyorum” diye şakayla gülerek cevap verirdi. Biz de bu şakaya gülerdik. Aslında Kıtay imparatorlarının Kırgız Kıtay boyuyla uzakdan yakından ilgili yoktur.
Belki de gülmekte hata yaptık, çünkü efsaneler sadece kurgu değildir, onların sanatsal bir gücü de vardır.
Bu efsanelerden birini Cengiz Aytmatov kendisi anlatmıştı. Bu efsaneye göre Kırgız savaşçı boylar Çin ülkesine sürekli baskınlar düzenlermiş. Çinliler ise onları durdurmak ve cezalandırmaya çalışırmış, ancak Kırgız boyları yüksek dağların ardında kaybolurmuş. Kovalamacalar dağ içlerine kadar sürermiş, ancak Kırgız boyları çok iyi gizlenirlermiş. Kırgız baskınları Çin imparatorunu bıktırmış. İmparator devlet erkânını toplayıp Kırgız hanıyla konuşup anlaşmak istemiş. İmparator ve han anlaşmışlar. Anlaşmaya göre Kırgızlar Çinlilere saldırmayacaklarına söz vermiş. İmparator ise kızlarından birini Kırgız hanına kocaya vermek için anlaşmışlar. Hanın bu Çinli prensesten bir oğlu olmuş. Bu çocuğu hanın diğer eşlerinden olan çocuklardan ayırmak için “Çinli kızın oğlu” adını vermişler. Daha kısa olması için “Çinlinin Oğlu” veya “Çinli” (Kıtay) adını vermişler. Bu çocuğun neslinden çoğalan Kırgız boyuna da Çinli (Kıtay) adını vermişler.[4 - Айтматова Р. Белые страницы истории. Бишкек, 2013, стр. 44.]
Böylece, belki de Aytmatov’un dedelerinin kanında Çinli kanı akmıştır, hatta belki de Çin imparatorunun kanı. Cengiz Aytmatov’un damarlarında kimin kanı akarsa aksın kendisi ruhun Kağanı, sözün Padişahı olmuştur, tıpkı Olcas Süleymanov’un dediği gibi. Onun büyüklüğü imparatorluktan da yücedir.
Kıtay’ın oğlu doğar, Tulku. Tulku’dan Baytike, Buuday ve Bocogu Buuday dünyaya gelir. Baytike’nin torunları Tontogor ve Kıyra’dır. Tontogor Şeker’e gelir ve Aytmatovların ceddini başlatır. Ondan Kudaynazar, ondan da Asan ve Üsen ikizler dünyaya gelir. Asan’dan Tabıldı dünyaya gelir. Tabıldı’nın iki oğlu vardır: Konçucok ve Tanabay. Konçucok’tan Canalı ve Tınalı dünyaya gelir. Tınalı’nın oğlu Kimbildi’dir. Kimbildi’nin iki oğlu olur. Birimkul ve Aytmat.
Aytmat’ın ağabeyi Birimkul’un iki eşi varmış. Bunlardan üç oğlu dünyaya gelmiş. Alımkul, Ozubek ve Kerimbek. Aytmat ve Ayımkan çiftinden ise iki oğul, üç kız dünyaya gelmiş. Ayımkul, Törökul, Karagız, Gulayım ve Rıskulbek. Törökul’dan ise Cengiz, İlgiz, Lutsiya (Lusya) ve Rozaliya (Roza) dünyaya gelmiştir.
Törökul Aytmatov hakkında, elbette, onun uzak veya yakın akrabalarına kıyasla oldukça fazla bilgi mevcut, bu sebeple onun biyografisini ayrıntılı ele almamız gerekmez. Törökul Aytmatov’un sıkı bir bolşevik ve Leninci olduğunu, çağdaşları gibi Moskova’da Marksizm-Leninizm Enstitüsünde eğitim gördüğünü, Sovyet Kırgızistan’ında Komünist Parti içinde yüksek mevkilere sahip olduğunu belirtmemiz yeterlidir.
Onu yakından tanıyanların şahitliklerine bakılırsa, o iyi yürekli, akıllı, çalışkan ve dürüst biridir. Fotoğraflarına bakıldığında gözleri kahverengi, saçları siyahtır. Aytmatov gür saçlarını babasından, yüzünü ve gözlerini ise annesinden almıştır.
Bir politikacı olarak Törökul Aytmatov, Sovyet Kırgızistan’ın yetiştirdiği Türkistan’ın bağımsızlığını kalbinin derinliklerinde isteyen ilk önemli yöneticilerden biriydi. 1920’li yıllarda o zamanki Kırgız ve Kazak aydınları arasında Pantürkizmi benimsemiş Alaş Orda yapısı içerisinde büyük Turan’ı kurma fikri tartışılmaktaydı. Bu elbette hassas bir konu, üstelik Lenin birkaç kez Sovyetleri oluşturan bazı memleketlerin istemeleri halinde birlikten ayrılmalarına engel olunmamasını belirtmiştir. Elbette bu politik bir yaklaşımdır. Lenin bir yandan halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi gerektiğini belirtiyordu, ancak ekonomik olarak güçsüz halkların Rusya’sız yapamayacağını da öngörmekteydi.
Bütün bunlara rağmen proleter dünyanın lideri Lenin yerel aydınların gerçek hedeflerini tam olarak değerlendirememiştir. Bağımsızlık düşüncesi hemen bazı Kafkas politik çevreleri tarafından benimsenmiş ve bazı oluşumlar ortaya çıkarılmıştı. Ancak artık Moskova’da farklı rüzgârların estiğini kestiremediler. Yeni lider Josef Stalin merkezî bir yönetim için tüm gücünü seferber etti ve kendi totaliter sistemini kurmaya başladı. Kendi bağımsızlığı doğrultusunda henüz fikir yürütmeye ve harekete geçmeye başlayan oluşumları lağvedip onları “halk düşmanı” gibi ağır bir suçlamayla karşı karşıya bıraktı. Böylece 1937-1938’lere gelindiğinde birçok bağımsızlık yanlısı aydın Stalin teröründen nasibini aldı. Düne kadar devletin yönetim kadrosunda bulunan ve birdenbire “halk düşmanı” ilan edilen Törökul Aytmatov da bu aydınlar arasında bulunmaktaydı. On yıl hapis cezası ve kurşuna dizilmek suretiyle verilen idam cezası sonrasında kabri ancak 50 yıl sonra ortaya çıkarılabilen aydınlar arasında Törökul Aytmatov da bulunmaktaydı.
Babasını çok erken kaybeden bir oğlun nasıl bir trajedi yaşadığını, bu trajedinin onun manevî dünyasında nasıl karşılık bulduğunu, bu psikolojik travmayı sadece tahmin edebiliriz. Cengiz Aytmatov babasını ondan koparan sistemden nefret ediyordu. İnsanlığa, insan sevgisine olan inancını kaybetmişti. Hatta bu sistem ona birçok ödül verdiğinde de ondan nefret etmekteydi. Öte yandan mevcut sistemin Kırgız halkı için birçok iyilik yaptığını da göz ardı edemiyor, halkın önüne büyük hedefler koyduğunu anlıyordu. İşte bu korkunç ikilem onun eserlerine de yansımıştır.
Aytmatov’un genetik köklerine dönelim. Anne tarafı Tatardır. Annesi XIX. yüzyılın ortalarında Orta Asya’ya yerleşen inançlı Müslüman bir Tatar ailenin kızıdır. Mevcut bilgilere göre anne tarafından akrabalarının çoğu okuma yazma bilen ileri görüşlü kişilerdir. Hamza Abduvaliyev, Cengiz Aytmatov’un dedesi, varlıklı bir tüccardır. Yerel bir gazetede doğal bir afet sonucu hayvanlarını kaybeden Kırgızlar için kaleme aldığı yardım yazısı bulunmaktadır. Medreseyi bitirmiştir, okuma yazması vardır. Rusçası da fena değildir ve çocuklarının iyi bir eğitim alabilmeleri için elinden geleni yapmıştır. Karakol’da ağırlıklı olarak Rus, Tatar ve Kırgızların yaşadığı Prejevalsk şehrine yerleşip büyük bir ev yapmış, yerli halkla sıkı ilişkiler kurmuş, çalışkanlığı ve girişkenliğiyle halkın takdirini kazanmıştır. 1916 Ürkün Ayaklanmasında halka elinden geldiğince yardım etmiştir. Akabinde Sovyet iktidarı kurulduğu sıralarda tüm mal varlığını Bolşeviklere vermiştir. Onun iki katlı evi son zamanlara kadar ayakta kalmıştır. Bahçesi ise günümüze kadar ‘Abduvaliyev Bahçesi’ adını taşımaktadır.
Cengiz Aytmatov’un annesi Nagima Aytmatova, kızlık soyadı Abduvaliyeva, çok iyi kalpli, Törökul’un vefalı yol arkadaşı, iyi bir eğitim görmüş biridir. Aytmatov’un yetişmesinde annesinin büyük rolü vardır. Annesi her zaman oğlunun yanında olmuş, iyi ve kötü günde hep onu desteklemiş, ona arka çıkmıştır.
Abduvaliyevlerin soyağacı şu şekildedir: Yusuf, Halil, Gabraşit, Gaysa, Gabdelvali (1800), Hasan, Hamza (1850-1932), Nagima (1904-1971), Cengiz Aytmatov (1928-2008).
Abduvaliyev ve Utyamışevlerin Tataristan’da İşman soyundan gelen iki ünlü aileden geldiklerini belirtmek gerekir. Roza Aytmatova’nın belirttiğine göre, İşmanov soyundan sayısı iki yüzü bulan ünlü insanlar çıkmıştır.
Hamza Abduvaliyev’in soykütüğü şöyledir: İşman, Tuktargali’nin oğludur, Tuktar Kuçuka’nın oğlu. Kuçuk Tabej’in oğlu, Tabej ise Kudaş’ın. Kudaş Kul Süleyman’ın, Kul Süleyman ise Süleymanın’ın oğludur.[5 - Айтматова Р. Белые страницы истории. Бишкек: ОсОО “V.R.S. Company”, 2013, стр. 47.]
Nagima’nın hayatı adeta bir romandır. Hayatı önceleri mutlu başlamış, Törökul’u sevdikten sonra bu mutluluk daha da artmıştır. Ancak Nagima’nın hayatı Törökul’un vefatından sonra zulüm, hüzün ve trajediye dönüşmüştür. Bu yüzden Nagima’ya kutsallık atfetmek gerekir. Tek başına çocuklarını beslemiş, büyütmüş ve eğitmiştir. Cengiz Aytmatov’un her fırsatta dile getirdiği gibi anneleri çocuklar için her zaman gerekli ve doğru olanı yapmıştır. Nagima onca trajediden sonra kocasının aklanmasına şahit olmuş, oğlunun dünyanın en büyük yazarlarından biri olduğunu gözleriyle görmüştür.
Roza Törökulkızı annesinin hayatından bir kesiti şöyle anlatıyor: Annesi falcılığa pek inanmasa da kocası Törökul hapse atıldıktan sonra bir falcıya ailenin geleceğiyle ilgili danışmış. Falcı onu pek memnun edecek şeyler söylememiş, ancak oğullarından birinin gelecekte çok büyük bir insan olacağını, ismini tüm dünyanın duyacağını söylemiş. Günlük hayatın zorlukları içerisinde Nagima bu sözlere pek ehemmiyet vermemiş; o hiç haber alamadığı kocasıyla ilgili güzel sözler duymak istemekteymiş. Nagima Hanım, falcının kehanetini 1950-1960’lı yıllarda Cengiz Aytmatov ünlenmeye başladığı zaman hatırlayıvermiş.
Cengiz Aytmatov temkinli, ölçülü biriydi. Toplum içinde kolay kolay duygularını belli etmezdi. Sadece üç halde bu prensibini çiğnemiştir. Çok sevdiği annesi Nagima vefat ettiğinde, uzun bir hastalık döneminden sonra Bübüsara Beyşenaliyeva vefat ettiğinde ve iki çocuğunun annesi ilk eşi Kerez Şamşibayeva vefat ettiğinde ağlamıştır. Cengiz Aytmatov şöhretinin doruk noktasındayken onu terkedip başka bir kadına gittiği için ilk eşi Kerez Hanıma karşı kendini her zaman suçlu hissetmiştir. Ondan ayrılacağı zaman dizlerine çöküp defalarca kez af dilediği söylenir.
Gerçi, Aytmatov’un ağladığını başka bir olayda da kendi gözlerimizle görmüştük. Sessizce Ata Beyit’te (Ata Beyit ismi bizzat Cengiz Aytmatov tarafından teklif edilmiştir.) babasının mezarına çiçek koyduğu zaman. O gün Aytmatov’un yüzü sapsarıydı, derin bir acı içerisindeydi. Sonra bir medya organına yaptığı açıklamada, her şeye rağmen babasının böylesi kutsal bir mekânda yattığı için mutlu bir insan olduğunu belirtmiştir. Elbette bu sözler bilgeliğin, iç huzurun, daha doğru bir ifadeyle sükûnetin ve aynı şekilde yüce Yaradan’ın takdirine olan itaatinden doğan sözlerdi.
Öyle ki, kader Aytmatov’a aynı yerde, Stalin döneminde katledilen aydınların ebedi istirahatgahı olan Ata Beyit’te, ebedi huzura çekilmeyi nasip etmiştir.
ÇOCUKLUK; ŞAFAK VE ALACAKARANLIK
Cengiz Aytmatov, çocukluğunu anlatırken her zaman iki çelişkiye dikkat çekmiştir. Şafak ve alacakaranlık… Aytmatov, anne ve babası ve onlarla birlikte küçük kardeşi İlgiz ve kızkardeşleri Lutsiya ve Rozaliya ile birlikte geçirdiği ilk çocukluk dönemlerini sık sık ve sevgiyle hatırlamıştır. Dönemin şartlarına göre ve babasının statüsüne göre iyi denilebilecek şartlarda yaşamışlardır. Babası Moskova’da öğrenim gördüğü sıralarda aileye şehrin merkezinde Vorovskiy caddesinde (günümüzde Povarskiy) bir daire tahsis edilmişti. Cengiz ilköğrenimine Moskova’da başlamış, anne ve babasıyla şehirde gezintiler yapmış, küçük yaşında şehrin güzelliklerini bizzat görmüştür. Gerçi bir seferlik bu mutluluk sekteye uğramış büyük yazar Maksim Gorki vefat etmiş, babası cenaze merasimine giderken oğlu Aytmatov’u da yanına almıştır.
Hiçbir şekilde gölgelenmemiş bir saadet içinde yaşamasına rağmen Aytmatov duygusal ve kalbi buruk yetişmiştir. Yıllar sonra Alman çevirmen Friedrich Hitser ile ettiği sohbetlerde (Hitser bu sohbetlere dayanarak “Çocukluk” adında bir kitap kaleme almıştır.) Aytmatov iki anısına dikkat çekmiştir. Moskova’dayken anne ve babası onu bir gün “Solovey-Solovuşka” adında bir filme götürürler. Filmde kahramanların yaşadığı sıkıntılar karşısında çocuk Aytmatov ağlamaya başlar, bunun sadece bir film olduğunu söylese de babası bir türlü onu sakinleştiremez. Eve döndüklerinde babası annesine oğullarının çok duygusal ve sulu gözlü yetiştiği hususunda dert yanar. Bu haliyle büyüdüğünde hayatta ne yapacak?! Zira gelecekte yaşayacağı muhtemel trajediler küçük çocuğun kalbini paramparça edebilir… der.
İkinci anısı ise Parfenovka köyünde iki sarhoş birbiriyle kavga etmekte, biri diğerini fena hâlde dövmektedir. Çocuk Cengiz ağlayarak babasına koşup kavga edenleri ayırmasını, dayak yiyene yardım etmesini rica eder.
“Babam gerçekten çok rahatsız olmuştu bu durumdan. Benden gerçek bir erkek olmayacağını düşünüyordu.
-Nagima, bu çocuk nasıl büyüyor böyle? Sarhoşlar kendi aralarında kavga ediyorlar, başka ne yapacaklardı ki, onlar sarhoş zaten. Ama bu çocuk bağırarak, ağlayarak onları ayırmamı istiyor. Büyüyünce nasıl olacak, bu çocuk ne yapacak?
Annem bu sefer bana arka çıkıp küçük çocuklar bu konularda hassas olurlar, büyüyünce o da herkes gibi olur, demişti.”[6 - Чингиз Айтматов. Детство. Бишкек, 2011, 44 стр.]
Maaselef, mutlu çocukluk günleri birdenbire sona erer. Törökul Aytmatov’u daha Moskova’dayken tutuklarlar. Sonra da Frunze’ye gönderirler. Endişe verici kuşkular Törökul’a epeydir ıstırap çektirmekteydi. İşin ilginci Kırgızistan’ın tüm önde gelen insanları o günlerde sorguya çekiliyor ve akıl almaz suçlamalarla gözaltına alınıyordu. Endişelerini eşi Nagima’yla paylaşıyor, zamanının azaldığı hissediyordu. Ancak onu ne ile suçlayabilirlerdi ki? Törökul her ihtimale karşılık çocukları alelacele eve, Frunze’ye bile değil, doğruca Talas’a akrabalarının yanına gönderme kararı alır. İçindeki endişeyi çocuklara hissettirmeden onları trene bindirir, ancak ailesi ortada garip bir şeylerin olduğunu, yakında telafisi imkânsız felaketlerin başlarına geleceğini hisseder gibidir.
Törökul eşini ve çocuklarını Kurski istasyonunda trene bindirir, tren hareket edince onlara bir süre eşlik eder, ardından sanki onlara yetişip onlarla beraber gitmek istercesine trenin arkasından uzun süre koşar. Bu epizot yazarın bazı eserlerinde canlandırılmıştır. “İlk Öğretmen” adlı eserde öğretmen Düyşön çok sevdiği öğrencisi Altınay’ı uğurlarken trenin arkasından, sanki son anda çok önemli bir şey söylemek istercesine, tüm gücüyle koşar.
Bundan daha da trajik ayrılık Kırgızistan’daki Maymak istasyonunda yaşanır. “Yüz Yüze” adlı eserinde şu epizot bulunur:
“Kara-Dağ boğazında gece karanlıktı. Boğazın kuytusundaki istasyonda daha karanlıktı. Arada sırada bir trenin ışığı ve gürültüsü karanlığı deliyordu. Trenler yoluna devam ediyor, istasyon o ıssız karanlığa tekrar gömülüyordu.
Nöbetçi, boynunu uzattı, kapıda dikilip karanlığı gözetleyerek etrafı dinliyordu. Boğazda, her zaman olduğu gibi, sert bir rüzgâr esiyordu. Aşağıdaki evlerden istasyona uzanan yolun ardındaki dereden taşkın suyun sesi geliyordu. Nöbetçinin yüzüne, titrek bir el gibi, soğuk bir kavak yaprağı çarptı. Nöbetçi yine vagonun içine baktı. Sonra tekrar baktı. Issızlık, rüzgâr, karanlık…”
Böylece Aytmatovların hayatının trajik dönemi başlamış olur. En korkunç olanı ise Törökul Aytmatov’un tutuklanıp 1938 yılında “Burjuva Milliyetçisi” suçlamasıyla kurşuna dizildikten sonra tüm ailenin de “Halk Düşmanı” olarak damgalanması ve Aytmatov’un bu trajediyi çocukluk ve gençlik dönemlerinde oldukça derinden yaşamak zorunda kalışıdır.
Aytmatov, bu kara günleri 1950’li yılların sonundan itibaren kazandığı parlak şöhrete rağmen ömrü boyunca unutamamıştır. 1990 yılında Bişkek yakınlarındaki Çon Taş bölgesinde babasının ve diğer Stalin kurbanlarının toplu mezarı bulunduğunda Aytmatovların kaderleri ve sanat yolu da keskin bir şekilde aydınlanmış olur.
Savaş başladığında Cengiz henüz 14’üne bile girmemişti ve cepheye gidebilmek için yanıp tutuşuyordu. Galiba çocuksu bir kahramanlık peşindeydi. Genç Cengiz, Törökul Aytmatov’un oğlunun ne kadar cesur olduğunu herkese göstermek istiyordu. Hatıralarında “Biz o zaman babam için çok üzülüyorduk, sürekli yazılıp çiziliyordu. Ben o sıralar keşif erleriyle ilgili yazılmış kitaplar okuyordum ve gizli gizli bir casusu yakalamayı hayal ediyordum. Casusu yakalama sırasında şehit olup babamın Sovyet iktidarı huzurunda suçsuz olduğunu kanıtlamak istiyordum.”[7 - Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. – М., Изд-во АПН, 1988, 30 с.] demektedir.
Roza Aytmatova’nın ifadelerine göre Cengiz birkaç defa arkadaşlarıyla birlikte savaşa gönüllü katılmak için dilekçe yazmış, ama yaşı çok küçük olduğundan kabul edilmemiştir.
Hiç şüphesiz onu cepheye çağıran vatanseverlik duyguları ve düşmana olan öfkeydi. Bununla beraber savaş yıllarında ülkenin hemen her yerinde “Sen askere yazıldın mı?” pankartlarının da etkisi olmalı.
Mutlaka cephede kahramanca hayatını kaybetmek üzerindeki ‘halk düşmanı’ damgasından kurtulmanın en iyi yolu olarak görünüyordu. Bu bir çeşitahlâkî psikolojik kompleksti, ağır bir yüktü. Babasının hak ettiğini değeri bir gün almasını sağlayabilmek onun evlatlık borcuydu. Bu ağır yükü Cengiz Aytmatov hayatı boyunca omuzlarında taşıdı. Babasını kaybedişi, zorluklar içinde geçen çocukluk günleri, savaş yılları, Aytmatov için en zengin hayat kaynakları oldu ve dünyaca tanınan büyük bir yazar olmasına katkı sağladı, bunlar onu tüm Sovyet imparatorluğunun en önemli figürlerinden biri yaptı.
Şaşırtıcı olan Stalinizmin milyonlarca kurbanının sorumlusu olarak Cengiz de yakınları da Stalin politikalarını değil, onu alçakça kandıran çevresindeki insanları görüyorlardı. Cengiz’in bu düşüncesine kanıt 1952 yılında Sovyetskaya Kirgiziya adlı gazetede yayımlanan ilk hikâyelerinden Gazeteci Zudo adlı hikâyesidir. Aytmatov Tokyo sokaklarında gazete satan Japon bir çocuğun ağzından Stalin’i övdüğü bu hikâyesi sonradan onu mahcup etmiştir. Bu sebeple olsa gerek, Aytmatov külliyatlarının hiçbirine bu hikâye alınmamıştır. Zaten bu hikâyenin hiçbir edebi değeri ve kalitesi yoktur, sadece genç yazarın ilk kalem denemelerinden biridir. Yazar bu hikâyesinde sadece aktüel politik meseleleri amatörce ele almak istemiştir.
Bitmek tükenmek bilmeyen “halk düşmanı” suçlaması ve yetimliğine dönelim. Yazarın kızkardeşi Rozaliya’nın hatıralarında da bahsedildiği üzere yazar o günleri şöyle dile getiriyor:
“1937 yılında babam, parti çalışanı, Moskova’daki kızıl enstitü mezunu biri olarak katledildi. Ailemiz köye dönmüştü. Benim için işte o zaman asıl hayat okulu tüm zorluklarıyla başlamış oldu. O müşkül günlerde babamın ablası Karakız halamız bize sahip çıktı. İyi ki o bizim hayatımızda vardı. Büyükannemin yerini tutuyordu benim için. Tıpkı kendi annesi gibi, becerikli, iyi bir masal anlatıcısı, en eski türküleri bile bilen biriydi ve köyde itibar sahibiydi. Annem köye döndüğümüzde çok hastaydı ve bu hastalığı hayatı boyunca sürdü. Biz dört çocuktuk, en büyükleri bendim. Durumumuz çok kötüydü, ancakKarakız hala bizim gözümüzü açtı. İnsan ne kadar kötü duruma düşerse düşsün halkın arasında yaşadığı sürece tekrar ayağa kalkabilir fikrini aşıladı bize. Sadece hemşerilerimiz Şekerliler değil bizi hiç tanımayan insanlar bile her zaman bize destek olmaya çalıştılar, hiç sırt çevirmediler. Neleri var neleri yok bizimle paylaştılar; ekmek, su, yakacak, patates ve hatta elbise… Bir seferinde biz kardeşim İlgizle (artık o bir bilimadamı ve Fizik-Mekanik Enstitüsü Müdürü) tarlada yakmak için çalı çırpı topluyorduk. İyi giyinimli bir atlı bizi görüp yanımıza geldi.
-Kimin oğullarısınız siz? diye sordu. Karakız halamız bizi öğütlemişti, bu durumlarda, hiç başınızı eğmeden gurur ve onurla insanların yüzüne bakarak babamızın ismini söylememizi istemişti. Biz o zaman babam hakkında yazılıp çizilenlerden ötürü çok endişeleniyorduk, Karakız hala ise bizim bu durumumuzdan hiç rahatsız olmuyordu. Bir şekilde, bu doğru dürüst okuma yazma bilmeyen kadın çok iyi anlıyordu babamın suçsuz olduğunu, ancak bu kanaatini açıklayamıyordu.
İşte, böylece o adam kim olduğumuzu sordu. Bu çok acı vericiydi, ancak gözlerimi aşağı indirmeden soyadımızı söyledim.
-O elindeki kitap nedir, diye sordu atlı. Yanımda okul kitabı vardı, şimdi hatırlıyorum, kemerimde taşıdığım coğrafya kitabıydı. O kitaba bakıp şöyle dedi:
-Okulda okumak istiyor musunuz?
– Hem de nasıl! Ağlamamak için dudaklarımızı ısırarak başımızı salladık.
-Peki o zaman, okuyacaksınız! dedi ve uzaklaştı adam.”[8 - Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. 30 стр.]
Bu şekilde iki kardeş okula başladılar tıpkı diğer çocuklar gibi.
Bütün çocuklar babalarını severler, ancak Cengiz’in hayatında babasının çok özel bir yeri vardı. Babası tutuklandıktan ve katledildikten sonra uzun süre babasının bu hayatta artık olmadığına inanamadı ve yıllarca onu bekledi, ümidini hiç kesmedi ve bir gün kapıyı çalıp eve geleceğini hayal etti.
Savaş yıllarında zor hayat şartları içerisinde tanıştığı insanlar Cengiz’in hatırasında unutulmaz izler bırakmışlardır. Savaş yıllarında okuyordu, sonrasında 1950’li yıllarda Moskova’daki yüksek edebiyat kursuna katıldı. Okumayı çok seviyordu, onun için savaş yılları asıl hayat üniversitesi olmuştur.
Savaş yıllarında da Aytmatov ailesi zorluklar yaşadı. Çeşitli mercilere iş başvurusu yapan Nagima, birçok aşağılamaya maruz kaldıktan sonra, nihayet Kirov köyünde muhasebeci yardımcısı olarak işe başladı. Cengiz de tekrar okula başladı, yalnız bu sefer Rus okuluna. 1942 yılında okulunu tekrar bırakmak zorunda kaldı, zira annesine yardımcı olması gerekiyordu. Bir süre sonra Şeker köyüne döndü ve orada muhtarlıkta kendisine sekreterlik işi verildi. Bu sırada on beş yaşındaydı. Okuryazar insan yetersizliğinden savaş yıllarında yeni yetişmekte olan gençleri devlet görevlerine özendiriyorlardı. Sonrasında Aytmatov vergi memuru ve cepheden gelen mektupları dağıtan postacı olarak çalıştı. Postacı olarak çalıştığında halk arasında sık sık kara zarf olarak adlandırılan (cephede şehit olanların haberi “kara haber celbi” ile ailelerine bildiriliyordu) geliyordu. Yazarın sonradan hatıralarında belirttiği üzere, köylerde aileler onu veya kardeşi İlgiz’i gördüklerinde yine kara haber celbini getiriyor diye korkuyorlardı.
Aile yarı aç yarı tok hayatına devam ediyordu. Ailesini besleyen tek inekleri de çalınmıştı. Cengiz hatıralarında o hırsızı eline bir geçirse alnından vurmaya hazır olduğunu söylüyor. Elinde tüfeğiyle öfkeden beti benzi atmış bir şekilde hırsızı arayan Cengiz’i bir ihtiyar durdurur ve ne olduğunu sorar. Cengiz tüm aileyi besleyen biricik ineğini çalan hırsızı aradığını, bulduğu yerde onu alnından vuracağını söyler.
İhtiyar, babacan bir tavırla Cengiz’i sakinleştirir, acele etmemesini, önce iyice bir düşünmesini salık verir. Hiç kimse bilmiyor o ihtiyarın kim olduğunu, hatta öyle bir ihtiyarın yaşayıp yaşamadığını da. Belki de onu Kırgız ihtiyar kılığına giren Hz. Hızır onu durdurmuştur. Bu tesadüfi buluşmayı Cengiz hep hatırlamış ve o ihtiyarın sözlerini dinlediğini belirtmiştir.
“Çocukken hayatı poetik ve aydınlık tarafıyla tanımışken, savaş yıllarında, bu hayat tüm hüzün ve kahramanlıklarıyla karşıma dikilmişti. Halkımı vatanın tehlikeye düştüğü günlerde farklı bir durumda görüyordum. Ben bunu görmek zorundaydım, köydeki her ailenin haline yakından şahit oluyordum, her ailenin her ferdini bizzat tanıyordum. Hayatı artık her haliyle ve her yönüyle gözlemleyebiliyordum.”[9 - Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. стр. 25]
Muhtarlıkta kâtiplik yaptığı zamanlarda farklı farklı işler yapıyordu, hatta halktan vergi toplama işi onun vazifesiydi. O, yıllar içinde değil, aylar içinde büyüyüverdi. Elbette o günlerde yaşadıkları, şahit oldukları ve başına gelenlerin günün birinde kendi edebî eserleri için bir kaynak olacağını henüz bilmiyordu.
“Bu görev benim için adeta bir işkenceydi, bir yıl sonra 1944 Ağustosunda görevi bıraktım ve bu yüzden az daha mahkemeye veriliyordum. Traktör ekibinin muhasebe yardımcılığı görevine başladım. Savaş devam ediyordu ve hayat bana her gün bana halk hayatının yeni sayfalarını açıp gösteriyordu. O günlerde gözlemlediğim birçok şey “Yüz Yüze”, “Toprak Ana”, “Cemile”, “Selvi Boylum Al Yazmalım” gibi eserlerime yansımıştır. 1946 yılında 8. sınıftan sonra Cambıl Veteriner Enstitüsünü kazandım. Stajımın tamamını 1947-1948 yıllarında köyümüzde yaptım, bununla beraber savaş sonrası halkımın günlük hayatını da gözlemleme fırsatı buldum. Enstitüden başarıyla mezun olduktan sonra Kırgız Ziraat Fakültesini kazandım. Burayı da başarıyla bitirdim.”[10 - там же, 31 с.]
Yazarın çocukluk ve gençlik dönemleri bu şekilde geçti. Karakteri, iktidara olan sevgisi ve nefreti böyle şekillendi.
Aytmatov’un fantastik hayat girdabına şöyle bir göz attığımızda inanılmaz olaylarla dopdolu olduğunu, hayatının yaşadığı dönemin adeta bir aynası olduğunu görürüz. Peki, kimlerle güzel dostluklar kurdu Aytmatov?… Muhtar Avezov ile çok sıkı bir dostluk ilişkisi vardı, aynı şekilde Luis Aragon, Dmitriy Şostakoviç ve Aleksandr Tvardovski, yetenekli rejisör Sergey Urusevski. Nikita KKruşçev ile görüşme, Leonid Brejnev ve Mihail Gorbaçov ile son güne kadar süren dostluk, tüm bu biyografi Aytmatov’a aittir.
GENÇLİK: AŞKIN ORTAYA ÇIKIŞI…
1937-1938 katliamları ve II. Dünya Savaşının getirdiği yıkım yazarın çocukluk ve gençlik yıllarına denk gelmiştir. O günlerde yazar birçok hainliği ve kahramanlığı kendi gözleriyle görmüş, birçok insanın yakınlarını kaybetmesine bizzat şahit olmuştur. Hayatın en zor, en çetin şartlarını yakından müşahede etmiştir. O yıllarda insanî ve ahlâkî değerleri, erdemleri sonsuza kadar yaşatacak gücün halkın kendisi olduğunu görür.
Cengiz Aytmatov çok küçük yaşlarda haksızlığın ne demek olduğunu bizzat hissetmiş, çocukluğunu mahveden, gençliğini çalan iktidarın acımasız yüzünü görmüştür. Aynı şekilde insanın başarılı olmak için kendisine hedefler belirlemesi gerektiğini de anlamıştır. Tam da bu zor hayat şartları içerisindeyken ilk defa ilham perisi onu ziyaret eder. Kendi halkının sözlü kültürünün derinliklerine iner, sonrasında büyük Kırgız destanı Manas’ı okur, kendi kendini yetiştirmeye çalışır. O yıllarda Kırgız hayatının tam içindedir, halkın manevîyatının ve millî kültürün temellerini keşfetmektedir.
Aytmatov’un hayat tecrübeleri gösteriyor ki hayat çok ilginç ve çok yönlü. Savaş yıllarında bile insan kendisine hedefler belirleyebiliyor ve en nazik en derin hislere yer açabiliyor. Aytmatov da aynen bunları yaşamıştır savaş yıllarında.
Babasının ve ailesinin ‘halk düşmanı’ olarak damgalanmasının yetim Aytmatov’un ruhunda derin izler bıraktığını belirtmiştik, ancak böylesi zor şartlarda geçen çocukluk döneminde dahi Aytmatov’un mutlulukları ve aydın günleri olmuştur. Hatta savaş yıllarında Aytmatov ilk aşk duygusunu hissetmiştir. Âşık olduğu kişi bir peri değildi, ondan yaşça biraz daha büyük ve ona erkek kardeşi gibi davranan genç bir kadındı. Savaş yıllarında ortaya çıkan ve Mırzagul Biykeç ile bağlantılı olan bu hayat tablosu “Cemile” ve “Erken Gelen Turnalar” adlı eserlerine de yansımıştır.
Hayat kâğıt üzerinde yazılanlar gibi değildir. Yaşadıkları, başına gelenler onu tüm bunları insanlarla paylaşmaya iter. Kahramanlıkları, trajedileri, hüzünleri…
“Ben insanlarla fikirlerimi paylaşmak istiyorum, çünkü zorundayım.”
“Pencereyi sonuna kadar açıyorum, içeri temiz hava giriyor. Parlamakta olan yarı karanlık mavilikte kendi manzaramı çiziyorum. Onlar o kadar çok ki, ben defalarca kez tekrar tekrar başladım. Ancak bütün manzarayı çizmek için henüz erken.... Henüz ruhumun derinliklerinde belirli belirsiz çıkan sesin kaynağını bulamadım. Şafak öncesi sessizlikte sağa sola geziniyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum… Henüz bitmemiş şeyler hakkında en yakın arkadaşlarımı bile haberdar etmek istemiyorum. Ancak bu sefer kurallarımı çiğneyip henüz bitirmediğim tablo hakkında konuşmak istiyorum insanlarla. Bu geçici bir arzu değil. Başka türlü davranamam, çünkü hissediyorum, tek başıma bunun üstesinden gelemem. Ruhumu harekete geçiren ve elime fırçayı aldıran tarih o kadar büyük ki ben hepsini kucaklayamam. Bir çuval inciri berbat etmekten korkuyorum. Ben insanların bana öğütleriyle katkı sağlamasını benimle birlikte olmalarını, benim için endişelenmelerini istiyorum. Korkmayınız, daha yakınıma geliniz, ben bütün bu tarihi anlatmak zorundayım.”
Cengiz Aytmatov’un edebî yolunun ilk on beş yılında sadece ruhuna bir türlü huzur vermeyen yaşanmışlıkları kâğıda döktüğüne şahit oluyoruz.
Aytmatov kendini bir şeyler yapmak zorunda hissediyordu, çünkü en zor hayat şartlarının yaşandığı günlerde en sıradan insanların halet-i ruhiyesini anlatmak istiyordu. “Toprak Ana”, “Yüz Yüze”, “İlk Öğretmen” gibi eserleri bu bağlamda gün yüzüne çıktı. Bu hikâyelerde yazar bizzat görüp gezdiği yerleri anlatıyordu. Yazar ilk eserlerinde hayatın tüm yönlerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Ancak o dönemlerde henüz edebî tecrübesi yeterli değildi. O dönemleri sanatçının bir yol arayışı içinde olduğu dönemler olarak niteleyebiliriz. Çocukluğunun ve gençliğinin hayat şartları onun edebî eserlerinin fitilini yakmıştı. Daha sonra ise ruhunun sönmez ateşini başka bir şey daha yaktı, aşk! Biz Aytmatov okurları Tanrıya şükretmemiz gerekir. Tam da en çetin şartların yaşandığı savaş yıllarında Aytmatov’un kalbi aşk ateşiyle de tutuşmuş oldu. Dünya onun için başka bir yere dönüştü. Onun örselenmiş ruhu aşk ateşiyle canlandı ve içindeki sanatçı ruh ortaya çıktı.
Bu aşkı şahitleri de dile getiriyorlar, yakın akrabaları da. Ancak bu aşkın en büyük şahidi “Cemile” adlı eseridir. Gençliğinde onun kendi “Cemile”si vardı. Bu aslında bir nevi çocukluk aşkıydı. Peki, bunun ne önemi var? Biz buna delil göstermek için resmi evrak arayışı içinde olmayacağız. Önemli olan, bu hissiyatın Aytmatov’un gönlünde, ruhunun derinliklerinde var olan sanatçı ruhu uyandırmış olmasıdır.
Böylece, iki önemli durum Aytmatov’un sanatçı ruhunu uyandırmıştır, diyebiliriz. Babasını kaybedip ardından çok çetin hayat şartları altında yaşaması, ikincisi ise çocukluk aşkı da diyebileceğimiz (kader daha sonra ona başka mutluluklar da hazırladı) aşk hissiyle karşılaşmasıdır.
Cengiz’in aşkıyla karşılaşması da ilginçtir. Sevdiği fonda sarı buğday tarlasının olduğu Talas’taki Manas Ata dağı eteklerinde, savaş yıllarında, karşısına çıkmıştır. Aytmatov’un ‘Cemile’si şen şakrak, neşeli, ince ruhlu ve ak yazmalı bir Kırgız kızıdır. Ancak kız başka birini sevmektedir, Cengiz’i değil. Cengiz ise saf duygularla kıskançlık nedir bilmeden, çocukluk ruhuyla o kıza âşık olmuştur.
“Sürekli, benimle konuşmasını, onu neyin üzüp neyin sevindirdiğini söylemesini bekledim. Ama o bana hiçbir şey söylemedi. Her zaman başımı dizlerine koyup saçlarımı okşayarak uzaklara bakardı. Ben ona aşağıdan bakar, hüzünlü ve endişeli yüzünü seyrederdim. Bir şeyler onu boğuyor gibiydi ve bu onu çok korkutuyordu. O ızdırapla istiyor aynı zamanda ızdırapla istemiyordu kendisine bunu itiraf etmeyi, âşık olduğunu, tıpkı benim istemediğim gibi, Daniyar’ı sevmek istemiyordu. Ne de olsa o bizim gelinimizdi, o ağabeyimin eşiydi…”
Genç Aytmatov için bu durum, ilk aşkın ortaya çıkışıydı. Bu aşkın şahitleri de bunu tasdik etmektedir. Âşıkların köyden kaçısı, tıpkı Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten kovulması gibiydi. Ancak birkaç yıl sonra kız yalnız başına köyüne döndü. Ancak o artık o iyi bildikleri Cemile değildi. Aile hayatı başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Kız köye döndükten sonra köylüler ona artık eskisi gibi davranmamışlardı.
Bu aşk tabi ki Aytmatov’un kalbinde hep kalmıştır. Cemile ve onun silueti yazarın hatırasında hep “Ebedî Nişanlı” olarak kalmıştır. Aytmatov son romanı “Dağlar Devrildiğinde”de tekrar aşk konusuna döner. Gerçi bu romandaki aşk mutsuz bir aşktır. Bu seferki aşk romanın başkahramanı, gazeteci ve rejisör, Gorbaçov’un arkadaşı, 1980’li yıllarında ortasında uygulanan ‘Açıklık’ politikasının mimarlarından olan Arsen Samançin’in Aydana’ya olan aşkı olarak çıkar karşısına okurun.
Dikkatli bir Aytmatov okuru onun âşık olduğu kadınların birbirlerine ne kadar benzediğini hemen farkedebilir. Bütün bu sevgililer Semen Çuykov’un fırçasından çıkan “Sovyet Kırgızistan’ın Kızı”nı hatırlatıyor. “Toprak Ana”daki Tolgonay, “İlk Öğretmen”deki Altınay, “Cemile”, “Gün Olur Asra Bedel”deki Zaripa ve son romanındaki Aydana… Bütün bu kadınların birbirine çok benzediği farkedilmektedir.
Aytmatov ilk aşklarından fazla söz etmese de “Cemile”deki Seyit ile yazar arasında çok sıkı bir benzerlik olduğu ortadadır. “Cemile” sadece bir aşk hikâyesi değil, yazarın ustalığını ispatladığı çok önemli bir eserdir aynı zamanda.
Bu aşk hikâyesi Aytmatov’un ruh âlemini de değiştirmiştir. Fransızlar aşk konusundaki atasözlerinde haklı imiş: “Aşkla şaka olmaz!” Aynı şekilde Fransızların “Nerede aşk, orada uçurum.” şeklindeki sözü de, bu bağlamda, çok doğrudur.
EĞİTİM YILLARI: APOLLON VE SATÜRN ARASINDA…
Cengiz Aytmatov, hiç şüphesiz, temel eğitimi zayıf olmasına rağmen, dönemin en aydın, ufku geniş, birçok alanla ilgili bilgisi olan insanlardan biriydi. Ziraat ve veterinerlik eğitimi almıştı. Bununla beraber çok iyi derecede dünya edebiyatını öğrenmişti. Felsefeyle ilgileniyordu, aynı zamanda klasik ve millî müzikten çok hoşlanıyordu. Aytmatov’u gençliğinde tanıyanlar onun çocukluk ve gençlik dönemlerinde kitap okumaya çok hevesli olduğunu söylüyorlar. Kitap okumak onun için çok değerli bir işti. Cambıl’da öğrenim görürken şehir kütüphanesinde kütüphane kapanana kadar saatlerce kitap okurdu. Bilgiye olan açlığı, dünya kültürünü öğrenme hevesi kanında vardı.
Bu bağlamda yazarın yazgısı en başından beri, en azından iyi bir hikâyeci olarak gelişmeye başladı. Onun insanlara anlatacakları vardı. Genç Cengiz’in hayatı; en çetin hayat şartları, ikidilli (Kırgızca-Rusça) bir ortamda büyümesi, trajik savaş günleri, kitap dünyasına girmesi, enstitü eğitimi, Moskova’da katıldığı yüksek edebiyat kursu, tüm bunlar onun gelecekte büyük bir yazar olmasına katkı sağlamıştır. Başka bir ifadeyle erken hayat tecrübesi kitap bilgileriyle beslenmiş, yavaş yavaş estetik duygusu güçlenmiştir.
Hayat tecrübelerinden genel hükümler çıkarmaya olan eğilimi, hayatın ayrıntılarını farkedebilmesi daha çocukken ortaya çıkmıştı. Belki de yaklaşık beş gün süren Moskova’dan Frunze’ye olan tren yolculuğu uzak mesafelerin de birbiriyle bağlantılı olabileceği, dünyanın bir bütün olduğu, nerede yaşarlarsa yaşasın, hangi dilde konuşurlarsa konuşsun insanların birbirlerine yakın olduğu fikrini uyandırmıştır. Cengiz çocuk aklıyla farklı ülkelerin ve farklı insanların havayoluyla mı demiryoluyla mı birbirleriyle nasıl bağlantı halinde olduğunu anlamaya çalışmıştır.
Cengiz her zaman tüm dünyanın nasıl kucaklanabileceğini anlamaya çalışmıştır. Nitekim gökyüzünde sınır tanımadan gezinen bulutlar, yüksek sıradağlar ve okyanuslar değil midir en büyük gezginler?!
Aytmatov uzmanlarından Georgiy Gaçev’in eserlerinde demiryolları hakkındaki bazı tespitlerini Aytmatov ilginç bulmuştur. Demiryolları dünyayı sarıp sarmalayan, dünyayı bir araya getiren, farklı kaderleri birleştiren bir çeşit metal ip gibidirler. Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı romanında da trenler Sarı-Özek steplerinde doğudan batıya, batıdan doğuya doğru geçer giderler.
“Buralarda trenler doğudan batıya, batıdan doğuya doğru giderler. Demiryolunun etrafı uçsuz bucaksız bozkırdır.
Buralarda uzaklıklar demiryollarına göre belirlenir.
Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya doğru yol alırlar…”
Sonra Aytmatov’un edebî halkası tüm dünyayı sarıp sarmaladı. Aytmatov’un edebî kurgusu turnaları da kapsamış ve Erken Gelen Turnalar adlı eserini kaleme almıştır. Daha sonrası “Cengiz Han’a Küsen Bulut” adlı eserinde de bulutlarla ilgili felsefî doğaçlamalar yer almıştır. Nihayet Aytmatov dünyayı sarıp sarmalayacak gücün düşünce ve söz olduğu kanaatine varmıştır.
Aytmatov “Dünyayı Yalayan Rüzgârlar” adlı makalesinde şunları belirtir:
“Hiçbir edebiyat dünya edebiyatıyla bağlantı kurmadan gelişemez ve herhangi bir edebiyat hakkındaki söz, onun dünya kültürü içerisindeki bağlantılarını ele almadan tam olamaz. Gelişmek isteyen edebiyatlar en üst kriterleri kendine baz almalıdır. Dünya edebiyatındaki yerelliği ve kapalılığı sadece böyle yenebiliriz. Eğer bunlar edebî ustalığın ölçütü haline gelirse.”[11 - Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. М., Изд-во АПН, 1988, 39-40 стр.]
Bütün dünya insanlarını ve ülkelerini bir araya getirme fikri Cengiz’de çocukluğundan itibaren vardı. Doğu ve Batı’nın ayrı olması gerektiğini savunan Rudyard Kipling’in düşünceleriyle taban tabana zıt bir şekilde bir yazar ve Avrasya’nın büyük devleti Sovyetler Birliği’nde yetişmiş biri olarak tüm dünyanın bir araya gelmesini savunuyordu.
Elbette hayatının en zor günlerini yaşadığı Talas’ı görmezden gelemeyiz. Talas, Kırgızistan’ın kuzeyinde Kazak steplerinin Kırgız dağlarına uzandığı Kazakistan sınırında meskûn, efsanevi Manas diyarı Talas kültürül birikimi ve coğrafi özellikleriyle elbette Aytmatov’un sanatçı kişiliğinin gelişimine önemli ölçüde etki etmiştir.
Yazar Auliye-Ata (Evliya Ata) ve Cambıl şehrinde öğrenim gördüğü dönemlerle ilgili çok ilginç hatıralar kaleme almıştır. Evden okula yürüyerek gider, eğer yolda bir atlıya rastlarsa atına biner. Ev ve okul arasındaki mesafe yaklaşık 30-40 km’dir. Veterinerlik eğitimi gördüğü okulda kendini iyi yetiştirme fırsatı bulmuştur. Okulun hocaları genellikle Ukrayna ve Rusya’dan gelen tecrübeli öğretmenlerdir. Okuldaki öğretmenlerini ve aldığı iyi eğitimi hep iyi anmıştır. Yazar o günlerle alakalı şu satırları kaleme alır:
“Babam tutuklanıp katledildikten sonra ve savaş döneminde halam Karakız’ın yanında kaldım. Halam üzerime çok titriyordu ve gelecekte büyük bir adam olacağımı düşünüyordu. Elinden geldiğince bana iyi bakıyordu ve şehirde öğrenim görmemi çok istiyordu. Neyi var neyi yok bana harcıyordu. Okulda derslere paralel olarak staj da yapıyorduk. “At bakıcılığı”, “Koyun bakıcılığı” dersleri geçerken “Eşek bakıcılığı” dersine geldik. Biz gülmüştük. Bulunmaz hint kumaşı değil ki! Bir de onun bakıcılığını mı öğrenecektik?! Ama işin aslı başkaydı. Sarkık kulaklı eşek soyu kadim zamanlardan beri sürügeliyormuş, birçok türü varolmuş. Öğretmenimiz Rus’tu. Sert mizaçlı ve orta yaşlardaydı. İşinin ustasıydı. Enstitünün kendisine ait staj yapabilmemiz için bir çiftliği yoktu. Staj için öğretmenler bizi Atşabar adındaki hayvan pazarına götürüyordu. Bir Pazar günü yine oraya gittik. Talas’ın civar köylerinden birçok kişi hayvanlarını alıp satmak için pazara getirmişti. Biz de uygun bir uzun kulaklıyı seçtik. Öğretmenimiz gözlüğünü takıp bana döndü ve “İnsanoğlunun gelişiminde eşeğin rolü”nü anlatmaya başladı. Bu asil hayvan hakkında neler biliyorsunuz bakalım?
-Bu hayvan ilk önce Afrika ve Asya’da çoğaldı, diyerek söze başladım. Günümüzde ise Suriye’de, Tibet’te, Keşmir’de, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Kazakistan’da, Moğolistan’da ve Kırgızistan’da karşımıza çıkmaktadır. Genellikle insanlar ağır işlerde eşekleri kullanırlar. Gördüğünüz üzere eşekler uzun kulaklarıyla dikkat çekerler. Aynı şekilde uzun ince bir kuyruğa sahiptirler. Hamilelikleri on iki ay sürer…
Tam sözümün ortasında dehşetle eşeği ve sahibini tanıdığımı anladım. Sahibi köyde amcam Dosalı’nın komşusuydu. Eşek ise şaşkın gözlerle bizi seyrediyordu, ben ise onun soyunu anlatıyordum. Birdenbire yerin dibine giresim geldi, sesim kısıldı. Ama öğretmen bunu anyabilecek miydi?!
-Öğrenci Aytmatov neden sustunuz? Devam ediniz. Gri eşekler diğerlerinden hangi özellikleriyle ayrılırlar anlatınız, dedi öğretmenim. Utancımdan terliyordum.
Köyümüz Şeker’e dönen eşeğin sahibi köye döner dönmez herkese şehirde ne eğitimi aldığımı anlatmıştı.
1940’lı yıllarda hâkimlik, polislik gibi meslekler popülerdi köyümüzde. Öte yandan halamlar şehirde öğrenim gördüğüm için benimle gurur duyuyordu. Gelecekte saygın bir meslek edinip iyi yerlere geleceğimi düşünüyorlardı. Köye döndüğüm zamanlarda benim için hiçbir şeyden kaçınmıyorlardı. Komşunun söylediklerini duyunca onlar gülseler mi ağlasalar mı bilemediler?!
Tatilde köye dönünce halam Karakız üzüntüyle bana şöyle dedi:
-Birilerinin dediğine göre sen şehirde eşek bilimi üzerine eğitim alıyormuşsun. Bu neyin nesi canım? Başka okuyacak bir şey bulamadın mı? Eğer sen eşekleri öğrenmek istiyorsan, köyümüzde birsürü eşek var…
İşte bu şekilde öğrenimimi sürdürdüm.”
Aytmatov her iki öğrenimini de başarıyla bitirmiştir. Aytmatov’un başarılı oluşu hayvan ve tohum ıslahı profesörü Mihail Luşihin’in de dikkatini çekmiş ve onu yükseköğrenim görmesi için kendi üniversitesine çağırmıştır. Aytmatov belki alanının en önemli bilim adamlarından biri olacaktı, ancak burada da “Halk düşmanının oğlu” damgası bu eğitimi almasına engel olmuş, başvurusu kabul edilmemiştir. Bu hâl onun geleceğini daha çok düşünmeye sevketmiştir. Tüm engellere rağmen Aytmatov Kırgız Hayvancılığını Araştırma Enstitüsü’nde göreve başlamıştır.
1953 yılının Ağustosunda ailesini Talas’tan Frunze’ye götürme şansı elde eder. Kendilerine iki odalı bir daire de tahsis edilir. Aytmatov alanında yükseköğrenim göremez, kardeş Roza Aytmatova’nın ifadesine göre, iyi ki yükseköğrenim görmemiştir.
O yıllarda geleceğiyle ilgili karar vermek zorundadır. Mevcut imkânlarla bir veteriner veya zooteknisyen olarak görev yapması gerekirken, kalbi başka yollarda yürümek istemektedir. Huzursuzdur, insanî borcunu ve görevini yerine getirmeyi arzu etmektedir. Aytmatov yazmak istemektedir. Bildiklerini ve hayatta gördüklerini insanlarla paylaşmak istemektedir. Kalbinin bu çağrısına uymak istemektedir. Cengiz evde çocuklar arasında en büyük olduğu için birçok şey ona bağlıdır. Annesi hastadır ve kardeşlerine de bakmak zorundadır.
O yıllarda ülkede hemen hayatın her alanında esen değişim rüzgârları Cengiz Aytmatov’un seçeceği yolu da belirler. 1956 yılında gerçekleştirilen XX. Komünist Parti toplantısında Nikita Hruşev’in anti Stalinist bildirisi herkesi heyecanlandırır. Aytmatovları ve aynı şekilde milyonlarca Sovyet ailesini yakından ilgilendiren bu bildiride 1937-1938 yıllarında katledilip ‘Halk düşmanı’ ilan edilenler aklanır.
Böylece, toplumda ve edebî kültürde yeni ve taze bir rüzgâr esmeye başlar. Tam da bu yıllarda Aytmatov’un ilk edebî çalışmaları kültür sahnesine çıkar. Rusça ve Kırgızcayı çok iyi bildiği için her iki dilden çeviriler yaparak da hayatını kazanabilirdi. Ancak tercümanlık kariyeri yapmak pek ilgisini çekmiyordu. Ruhu orijinal sanata yönelmek, Rusça ve Kırgızca edebî eser kaleme almak ve edebî çevrelere dâhil olmak istiyordu.
Aytmatov zamanla yavaş yavaş yerli yazarlarla tanışıp çeşitli edebiyat sohbetlerine katılmaya başladı. Yazarlarla birlikte katıldığı sohbetler onun için çok faydalı oluyordu. Bu arada iyi bir çevirmen ve aynı zamanda Kırgız edebiyatının ilk savaş romanı “Maydan”ı kaleme alan Uzak-bay Abdukaimov ve yetenekli şair, çevirmen ve dramaturg Raykan Şükürbekov ile tanışmıştı. Şükürbekov da Talaslıydı. Bu iki isim hemen Aytmatov’un yeteneğini farkettiler ve onu yüreklendirip öğütleriyle destek oldular.
İlk eserleri sosyalist realizm ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır. Aytmatov bununla birlikte çeviri sahasında da kalem oynatmış, bazı denemeler yapmış, savaş konulu eserleri Kırgızcaya çevirmeye gayret etmiştir.
“Ben V. Katayev’in “Tankçının Oğlu” ve M. Bubennov’un “Akağaç” adlı eserlerini riske girip, nasıl kitap bastırılacağını bile bilmeden çevirme işine giriştim. Çevirileri bitirip matbaaya götürdüğümde bu eserin çoktan çevrildiğini ve yakında yayımlanacağını söylediler. O zaman çok üzüldüm, ama bu çeviri çalışması benim edebiyat sahasındaki ilk çalışmalarımdı, diyebilirim. Öncesinde öğrenci olarak da yerel gazetelerde bazı yazılarım yayımlanmıştı.” [12 - там же, 32 стр.]
Öyle veya böyle artık tercih yapılmıştır. Mücadeleyi bereket ve toprak tanrısı Satürn değil, güzelliğin ve sanatın hamisi Apollon kazanır. Aytmatov 1956 yılında Moskova’daki yüksek edebiyat kursuna katılmaya hak kazanır, aynı yıl “Yüz Yüze” adlı eseri Oktyabr (Ekim) dergisinde yayımlanır. Bu eseri artık sıradan bir kalem denemesi değil, genç ve usta bir yazarın önemli bir eseridir.
Sonrasında Aytmatov’un önüne, daha önce hayal bile edemeyeceği geniş ufuklar ve emsalsiz imkânlar serilir.
GÖKTEN DÜŞEN KARTAL TÜYÜ
Cengiz Aytmatov için yazarlık, ilk adımdan itibaren başlayan geniş bir hikâyecilik yeteneği, duygulara dokunan ve insanoğlunun sorunlarına değinen bir çalışma alanıydı. “Ben tüm hislerimi insanlara duyurmak, daha doğrusu onlarla düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Başka türlüsü başka türlüsünü yapamam yoksa bu sorumluluğu yalnız başıma kaldıramam.” diyordu “İlk Öğretmen” adlı öyküsünde. Aslında bu onun bir nevi kendi edebi manifestosuydu.
“Başka türlü yapamam. – Ben yazmalıyım.” Bu itiraf onun o yıllara ait iç dünyasını karakterize etmektedir.
Bu arada Aytmatov’un bulunduğu bilinen bir görüntü, harap olmuş bir duvarın dibinde yaşlı bir kadına kesinlikle kendisi hakkında yazacağını söyler. Yazarın diğer hemşerileri de bu noktada tam da o Tolgonay’ın Toprak Ana’daki prototip olduğuna inanmaktadırlar. Eğer öyleyse bu prototip daha sonra somutlaştırılmış ve o zamanlar için hikâye artık yayınlanmıştır.
Aytmatov’un kendi dediklerine göre gökyüzü kendisine karşı hep merhametliymiş, ama Allah’ın rahmetine ve lütfuna ek olarak basit bir anlatımla edebi yeteneği aynı zamanda önce parlak bulutlarla gelen umutların ve sonunda evrensel felaketlerle son derece çelişkili bir biyografiydi. Bütün bunlar özellikle hümanist bir sanatçının dünya kalibresinin oluşumunun temelinde yatmaktaydı. Böylece kendi üslubu yine kendisinin ifade ettiği itirafla gelişti. “İlk Öğretmen” de “Cemile” de birinci ağızdan, yaşayan karakterlerden ve gerçek olaylardan yazılmıştır.
Cengiz Aytmatov sözcüklerde pervasızlığa âşık olmuş ve eser yaratıcılığı gücüne sonuna kadar inanmıştı. “Manas”ın yorulmaz okurları Kırgızların halk kurgusunu ve duyduklarını çok önce keşfetti. Sadece sözcüklerin sonsuz olabileceğinin, yok olmaya karşı sadece onların direnebileceğinin, ölümsüzlüklerinin gücünün çok önceden beri farkındaydı. Onu sonsuzluk olgusu hep ilgilendirirdi, o sonsuzluk olgusu içinde insanın görevini ısrarla sürdürürdü. Aytmatov eski Kırgız sırlarını yansıtan insanî sözcüklerini bizzat kendisi Rusçaya çevirmiştir. “Evrensel süt kelimesi ve nesilden nesile yüzyıllarca içilen o süt.” Bu nedenle sözün dışında, sözün ötesinde ne Tanrı ne de evren vardır. Dünyada sözün gücünden daha büyük bir güç yoktur, sönmez bir alevi ve ateşi vardır sözün.
Söz, Aytmatov için boşluğa, evrenin entelektüel sessizliğine, doğanın döngüsünü açıklamaya ve hayatın kaosunu ifade etmeye yönelik bir şey anlamına gelmekteydi.
Cengiz Aytmatov tamamlanmamış bir felsefi hikâyede “Göçmen Kuşların Hüznü” (1972) insan hayatının trajik özünü yansıtır. Günlük hayatın koşuşturmasındaki insanlar hafızalarda kalır. Genç ozan bir rüya görür, orada kendini tarifsiz halde görür ve “Manas”ı gerçek bir Manasçı, gerçek bir hikâye anlatıcısı gibi ezberden okur. Uyanınca bu inanılmaz rüyasını babasıyla paylaşır. Yaşlı adamın kalp hastalığı vardır ve iyi bir şeylere delalet olan oğlunun bu rüyasına sevinir. Ama aniden ölümcül hastalığı sebebiyle rüyayı açıklamaya vakti yoktur. Bu durumda ölüm döşeğindeyken Genç ozanın sözlerin gücüne ve insaniyetin gücüne sahip olacağını ümit etmektedir.
Cengiz Aytmatov ezoterizme hiç ilgi göstermezdi, gizemli ve mistik açıklamalara inanmazdı, sihirli işaretlere inanmazdı, ama peygamberliğe inanırdı. Kadere de inanırdı ve önceleri peygamber hakkında da çok söz etmiştir. “Herkes ve her zaman için aynı olan tartışmasız bir şey var, – diye yazmıştı “Dağlar Devrildiğinde” adlı romanında, – hiç kimse kaderinde ne olduğunu ve kaderinde ne yazdığını önceden bilemez, sadece hayat bizzat kendisi kime ne olacağını gösterir, yoksa neden kadere razı gelinsin ki?…Dünya yaratıldığından beri bu böyledir, cennetten çıkarılan –ki bu da bir kaderdir- Adem ile Havva’dan bu yana kaderin sırları sonsuz bir bilinmezlik içinde herkes ve her zaman için gizemini korumaktadır ve koruyacaktır.
Bu insanlığın genel olarak kaderidir. Aytmatov’un kaderinde bazı şeyler önceden belirgindir: Moskova, Rusça ve Büyük Kazak romancısı ve bilim insanı Muhtar Avezov’la karşılaşması.
Geleceğin yazarının Moskova’daki Yüksek Edebiyat sınıflarında geçirdiği en cazibeli ve bahsetmekten hoşlandığı bir kaderdi. Tam da burada yani Moskova’da “Abay Yolu” ile sadece Kırgızistan ve Kazakistan’da değil, bütün Sovyet topraklarında tanınmıştır.
Bu gerçekten kaderin ağlarını ördüğü bir karşılaşmaydı. Ortaya çıktı ki Muhtar Omarhanoğlu Cengiz’in babasını iyi tanıyordu, Kırgız yazarları biliyordu asıl önemli olan ise Manas Destanını uzun zaman önce ve tamamıyla incelemiş olmasıydı. Yani saygın yazar ile genç Kırgız yazar arasında çok fazla ortak nokta vardı ve bu Aytmatov için bir başarıydı. Avezov’un bir akıl hocası ve bir de bakıcısı vardı. Yakın bir gelecekte kendisinin iyi bir arkadaşı olan Lui Aragon’un dikkatini “Cemile” romanına çekecektir.
Tek kelimeyle zorlu çalışmalarla geçen yıllar sona ermişti ve yazarı sözcüklerin zirvesine çıkaracak, önce toplumsal sonra da evrenselliğe götürecek yol başlamıştı.
Moskova’da bulunduğunda, hevesli ve çalışkan bir dönemdeyken babası ve onun kaderini düşündü. İnsanların hayatının sonlandırılması, suçsuzların cezalandırılması, bu arada bazılarının cezalardan dönmesi umudu olmayan ümitler vermişti ona. Törökul’un da belki ortadan kaybolmayacağı inancıyla 15 Temmuz 1956 yılında Cengiz Aytmatov ülkenin en yüksek yargı organlarına şikâyette bulundu. İşte o tam metin:
Şikâyet Dilekçesi,
20 yıl geçmesine rağmen babamızın kaderi hakkında bir bilgimiz yok. Hayatta mı değil mi bilmiyoruz, ne zaman ve hangi suçla yargılandı bilmiyoruz, gerçekten devlet nazarında suçlu mu? Bu soruların cevabını merak etmekteyiz, çünkü hep acı veren bir olay yaşıyoruz ve duygularımızda kendi babamızın, Orta Asya’da kuruluş ve birleşmenin en zor yıllarında mücadele veren birinin Sovyet makamlarına ve vatana karşı bir suç işlemiş olduğuna inanmadık. Bildiğim kadarıyla babam Kırgızistan SSC Bölge Komünist Partisinde sekreterlik görevini ve diğer sorumluluk ve görevlerini şerefli ve düzgün bir şekilde ifa etti. Son zamanlarda Moskova’daki Marksizm – Leninizm Enstitüsünde eğitim gördü. Son sınıfı bitirdi. Şimdi 1937 olaylarının adil bir şekilde tekrar gözden geçirilmesini istiyoruz ve babamızın akıbetinin raporlarını bekliyoruz. Bu sadece onun kendisini değil, aynı zamanda da ailemizi ilgilendiren mevzudur. Mesela bu sebepten ötürü kabul için tüm şartları yerine getirmeme rağmen lisansüstü eğitime alınmadım. Aynı muamele sonucu Moskova Üniversitesi Jeoloji Fakültesi mezunu olan küçük kardeşim de alınmadı. 1954 yılında orta öğretimini tamamlayan kız kardeşim de Kırgızistan seçmelerinde üstün başarı kazandığı halde ve sınavları geçmesine rağmen Moskova’da bulunan eğitim kurumlarına kabul edilmemiştir.
Sonuç olarak mesele bunlardan ibaret değildir, belki de bahse konu bile olmayacak şeyler ne yazık ki. Ama bilinmesi gereken bir gerçek var; o da babamızın durumu, ailemizin toplum nazarındaki onurunun kurtarılması bizim için çok önemlidir.
Cengiz Aytmatov, 15 Temmuz 1956
SSCB Kırgızistan, Çoñ Arık Köyü
Aytmatov ailesi resmi cevabı 1957 yılının ağustos ayında aldı. Bu yazıda aile üyelerinden birisinin Frunze KGB şubesindeki bir odaya gelmesi gerektiği yazmaktaydı.
Aytmatov ailesinin -özellikle de Nagima Hanımın-beklediği an gelip çatmıştı. Belki babaları hâlâ hayattadır, eğer hayatta değilse nasıl öldü ve nerede gömülü? Cengiz toparlandı ve annesi ile küçük kızı olmak üzere hep birlikte Frunze’ye gittiler. Roza Törökulkızı Aytmatova şöyle anlatıyor hatıralarında:
“Annem ikinci derecede engelliydi, çok zor yürüyebiliyor, çok zor hareket edebiliyordu. Burada ise her ikimizi de unutmuştu. Hızlıca giyinmiş, bütün evraklarını almış ve beni acele ettiriyordu. Sonra babam yaşıyor olsaydı her şeyin bir yolunu bulurdu diye düşündüm, kendimize has bilgilerimiz haberlerimiz olurdu. 20 yılda da bunu yapabilirdik. Şimdi Ulusal İç Güvenlik Teşkilatına giderken değişik düşünceler hâsıl olmuştu zihnimde, ama anneme hiçbir şeyi belli etmedim.
O da tamamen değişmişti. Yanakları ışıl ışıldı, yeşil gözleri de parıl parıl parlıyordu, neşeli ve kendinden emin hareketleri vardı. Annem birden gençleşmişti! Hızlıca durağa gelmiş ve otobüsü beklemeye başlamıştık.
–Biliyor musun, galiba babanız ya Sibirya’da ya da Uzak Doğu bölgesindedir. Bu günlerde pek çok kişi dönüyor oralardan. Belki de oralarda evlenmiştir ve çocukları vardır. Ne de olsa erkek. Erkekler yalnız yaşayamazlar, onlar hususi işlerini bile göremezler. Yeter ki hayatta olsun! Ya şimdi sizi görse, ne kadar da mutlu olurdu! Çocuklarını çok severdi! Ne yazık ki büyüdüğünüzü göremedi. Çocuğunun ilk adımlarını nasıl attığını görmek, konuşmaya başladığını duymak, başarılarıyla mutlu olmak, ergenlik döneminde yaptıklarına, çocuklarının delikanlılık dönemlerine şahit olmak bir insanın en büyük mutluluklarıdır. O bütün bunları deneyimleyemed. İşte Cengiz ve İlgiz büyüdüler, evlendiler, çocuk sahibi oldular. Lyusa ile siz ise genç kızlarsınız. Hiç de geç değil. Ya bir de Sancar’ı görse!… Torunlar öylesi bir mutluluktur ki evlattan da tatlıdır…
Burada otobüs geldi ve bindik. Annem yolda da yorulmadan konuşmaya devam etti. Birazdan Törökul ile karşılaşacağımızdan emindi.
–Acaba ne durumdadır? Yeter ki sağlıklı olsun. Ah o nasıl bir yiğitti! Hem akıllı hem bilgiliydi. Ailesine öyle düşkündü ki!
Biraz dinlendirmek için ben sordum:
– Peki, siz nasıl tanıştınız anne?
– Ooo! Bu tamamen kaderin tecellisi olsa gerek. İşteydim, bir şeyler yazıyordum. Bir anda kapı hızlıca açıldı ve odaya yakışıklı bir genç girdi. Boyu posu yerli yerinde eksiksiz bir adamdı: boy pos, güzel ve parlak saçlar, kara gözler. O haliyle beni etkilemişti! Bunu anlatırken gülümsedi annem.
Kiev ile Lagvinenko caddelerinin kesiştiği köşeye gelmiştik, düzgün yapılı bir binaya -Ulusal İç Güvenlik Teşkilatına- doğru yaklaştık. Kapıda otomatik silahlı bir asker duruyordu. Annem ona davet yazısını gösterdi.
– Siz girin, diye işaret etti anneme. Bana ise:
– Siz burada bekleyin.
Bir süre sonra annem çıktı. Benzi kül gibi soluktu, gözlerinin feri gitmişti, ayakta zor duruyordu. Ben neler olduğunu hemen anlamıştım. Güçlükle gözyaşlarımı tutuyordum. Ağlayamazdım, yoksa annem daha da kötü olurdu. Hiçbir şey demedim. Elime bir liste verdi “Kara liste”, o kâğıtta Törökul Aytmatov’un artık hayatta olmadığı, öldüğü yazılıydı. Yazı SSCB Yüksek Mahkemesi, Askeri Komisyonu tarafından T. Aytmatov adına düzenlenmiş bir ölüm raporuydu.
Ne zaman, nerede ve ne şekilde öldüğü belirsiz kalmıştı. Daha demin durmaksızın konuşup duran annem şimdi sus pus olmuş, tek kelime bile etmiyordu.
–Eve vardığımızda Cengiz’i üzmemek için ağlamayacağız, yoksa maazallah etkilenebilir, dedi annem kendini tutmaya çalışarak:
– Kadere boyun eğmekten başka yapacak bir şey yok, artık hiçbir şey yapamayız, diyordu zorla nefes alarak.
Belli bir zaman sonra Cengiz kendini daha da toparlayıp iyileşmeye başladığında köyden Karakız hala geldi, sanırım onu çağırmışlardı. Annem halama kardeşinin acı ölüm haberini verdi. Kucaklaşıp uzunca bir süre ağlaştılar.”
Bu uzun bekleyiş böylece son bulmuştu. Fakat en kötü haber bile belirsizlikten, öldü mü kaldı mı bilmecesinden daha iyiydi.
1953 yılının Mart ayında Sovyetler Birliğinde başlayan yayılma, çözülme döneminde Cengiz’in hayatında da değişiklikler yaşandı. Ancak Stalin zamanında bile babasızlığın ve yetimliğin acısını hep hissetti. “Halk düşmanı”nın geçmişte acı çekmenin, aşağılanmanın izlerinin, oğlunun da babasının da suçsuz ve dürüst olduğunu, çalışmaya, hizmete adanmış olduğunu ispatlamak için, bunu bağırmak için sürekli bir istek taşıyarak hayatına devam etti. 20. yüzyılın son dönemlerinin ünlü Rus şairlerinden Yuri Kuznetsov’un “20. Yüzyılın Alacakaranlık Meleği” adlı eserinde bir şiir vardır “Babama”:
Mezarında ne diyebilirim ki,
Ölmeye hakkın yok senin
Bizi dünyada yapayalnız bıraktın.
Bir bak anneme, o sağlam bir yara.
Böylesini ancak rüzgâr bilir,
Böylesi bir acının yaşlılığı yok baba
Biz kederler içinde dul kalmışız,
O senden çocukları istemişti.
Uzaklardaki bulutların belirtileri gibi,
Dünyaya uçuk hareketlerini gösterdi.
Kafasında büyüttüğü kız erkek kardeşlerime
Bunu kime anlatabilirim ki?
Mezarlıklara soramam mezarlıkları,
Neyi bekliyorum, yıllar uçup giderken.
Baba! Haykırıyorum. Vermedin bize hiç mutluluk!..
Annem korku içinde kapatıyor ağzımı.
Bu dizeler Sovyet döneminin faklı farklı “babaları” belki de eski nesilleri hakkındadır. Kırgızistan’ın hemen tüm şairleri olarak Lenin’in babası, Stalin’in Sovyet halkına korku ve gözyaşları getiren babası 40’lı – 50’li yıllarda yetişen nesiller hakkındaydı.
Bir Kırgızistan edibi ve çevirmeni olan Mihail Aleksandroviç Rudov, gençliğinden beri tanıdığı Aytmatov’un giyinişini, yetimliğini ve yetim görünüşünün açıklığını bu dizelerle ifade etti. Sanki bir an için hiçbir duygusu kalmamıştı: “Yetimin Cengiz imasını herkesten daha iyi tanıdım ve hissettim, çünkü kendisi bir yetimhanede büyüdü ve yetişkinlikte bile kendisine ettiği haksızlığın farkındaydı.”
Bu arada C. Aytmatov otuzlu yaşlara giriyordu ve daha çok, daha etkin yazıyordu.
Edebiyat onun kaderi olmuştu.
Anna Ahmatova’nın “El Sanatları Sırrı” olarak adlandırdığı gerçeğini çok nadiren paylaşmış, edebiyat hakkındaki görüşlerini savunurken kalem kavgalarıyla uğraşmak zorunda olmasına rağmen kendi metinleri hakkında yorum yapma alışkanlığı kazanmamıştır. Ama kesinlikle yaratıcılığını bir misyon aracı olarak gördü, üstelik peygamber ve havarileri konusunda Kırgız kültürü ve manevî dünyasına dair önseziler taşıyordu.
Yuri Kuznetsov’u tekrar hatırlayalım. Şiirlerinden biri bence ışıldayan yazar Aytmatov’a işaret ediyor.
Gökyüzünden düşen kartal tüyü
Bana teslim oldu şeytan.
“Yaz!” dedi ve sinsice göz kırptı.
Kartal tüyü seni gölgeleyebilir.
Rastgele bir yükseklikle işaretli.
Ruhum bu koşuşturmaya isyan etti.
O günden beri dağların buzulu ağrıtır kalbimi
Ruhum yumuşuyor, ellerim erir.
KAYIP NESİL, TÜY ÖRNEĞİ
Yazar Aytmatov’un ilk edebi yayını 1952’de “Kırgızistan” (No:2, s.77) makalesinde yayınlanan “Gazetçik Dzyuyo” adlı kısa bir hikâyeydi. Hikâye Rusça olarak kaleme alınmıştır.
Ardından başka eserleri takip etti, ancak Kırgızca ve Kırgızistan temalarını içeren konular. Zaman ilerlemeden gerçek barut kokusunu almanın ve hayatta çok şey öğrenmenin vakti gelmişti. Hem ölüm korkusu hem de kaybın acısı, lakin yaşamaya devam etmek lazımdı.
Cengiz Aytmatov ilk hikâyelerini yazdığı sıralarda Kırgız edebiyatı derin bir yenilenme dönemine girmişti. Savaş sonrası neslin temsilcileri ulusal edebi sürece dâhil olmuşlardı ve her yerde kendi sözünü söylemenin, kendi konusunu bulmanın kaygısındalardı. Edebiyatta diğer sanat dallarındaki gibi muazzam değişimler yaşanıyordu. “Altmışların” ruhsal deneyimi henüz yapılmamıştı ve bu arada hayat yeni konular dikte ediyordu, yeni kahramanları öne sürüyordu, ilginç ilginç ideolojik tarz ve üslup süreçleri yaşanıyordu.
Aytmatov’un ilk çıkışı eleştirmenlerin okuyucuların dikkatini çekmedi. Okundu, isim hatırlandı ama bundan ötesi olmadı. Yazarlar o yıllarda Kırgızistan’ın edebi manzarasına uyuyorlardı, hiçbir şey göstermiyorlardı. Bazı şeylere ve dile yeni bir bakış getirme dışında. Bu eserleri okuduğumuzda, örneğin: “Zor Geçiş”, “Baydamtal Nehri Üzerinde”, “Supajcı”, “Beyaz Yağmur” hikâyelerinde sanatsal kaygının iki dil, Rusça ve Kırgızca ekseninde oluştuğunu görüyoruz. Aytmatov’un ünlü “melez” stili daha sonraları gelişti, ama ilk adımlardan itibaren bir sanatçı olarak iki dilde düşünmeyi öğrenir. Her ikisi de onun için aynı ve organiktir. Bunların meyveleri “Yüz Yüze”, adlı askeri zorluk zamanlarının hikâyesiyle karşımıza çıkar. İlk önce Kırgızca olarak “Ala-Too” dergisinde ve daha sonra Rusça olarak “Oktyabr” dergisinde yayınlamıştır.
Daha önce bilinen Kırgız eleştirmeni Keñeşbek Asanaliyev, kendisi için yoğun bir araştırmayı, onun yolunu, çıraklık dönemini, ciddi konulara ve yeni tarzlara hazırlık döneminde olduğunu düşünmekte ve irdelemektedir. “Baydamtal Nehei Üzerinde” ve “Sipaycı”nın belli seviyelere erişememiş olsa da Kırgız Edebiyatında hâlâ mühim bir yer teşkil etmektedir.
“Edebi Mücadele” adlı anılarında yine aynı Asanaliyev, C. Aytmatov ile tanışmasını hatırlatır. Onun öykülerini okumasının pek bilinmeyen bir yazar ve düşünür olan B. Amanaliyev tarafından kendisine tavsiye edilmesiyle gerçekleştiğini ve bu tavsiyeden hiç de pişman olmadığını ifade etmiştir.
Bu hikâyeleri Kırgızistan Yazarlar Birliğinde sunulan bir raporda şöyle değerlendirdi: “Yazar bir anlatı çerçevesinde çok detaylı olayları çabucak hızlandırmıyor, ama düşünceli ve titiz davranıyor. Hikâyeleri ve kullandığı betimleme diğer Kırgız yazarlardan çok farklıdır.”Bu görüş özellikle daha sonra Kırgız edebiyatının en önemli eleştirel akıllarından biri olarak şimdilik acemi olan yazarın içselliğini daha da derinleştirecektir.
Henüz gerçek Aytmatov doğmamıştı. Başka unsurların yanı sıra dışlanmışlık farkında olmadan “halk düşmanının oğlunu(!)” engelliyordu. Onun iç özgürlüğü yoktu. Nispeten yeni parti kararları, Zhdanov’un ideolojik manşetleri, hala Stalin’in devlet makinesinin buz pateni pistinin altına giren yazar ve eleştirmenlerinin yeni örnekleri sürekli olarak genç Aytmatov’un gözlerinin önündeydi. Bu tür baskı yavaş yavaş Stalin’in ölümünden ve 1956’da Komünist Partinin 20. Kongresinde Nikita Kruşçev’in raporundan sonra “Bireyin Kült ve Sonuçları Üzerine” ortadan kalkmaya başladı.
Bugüne değin bu doğuş az ya da çok doğru olabilir. 1957 yılı. O zaman yazar bir ışık gördü ve “Yüz Yüze” adlı hikâye yayınlandı. Hikâye yayınlandığında yazar, “devletin bazı eleştirmenleri tasvir edilen olayların güvenilirliğini sorgulamaya çalıştılar. Kırgız halkına dair bir aşağılama gördüler.”Bir asker, bir vatan haini öyküden çıkarıldı. Bu edebi şemalara uygun değildi. Ancak altı yıl sonra, “Dağların ve Bozkırın Öyküsü” koleksiyonuna girecek olan Lenin Ödülünü getirdi ve bunun ortaya çıkışı sadece Kırgızistan’da aynı zamanda tiyatro, resim ve sinemada yaşanan ulusal gümüş çağının bir işareti olarak kabul edildi.
MÜZİĞİN RUHUNDAN DOĞAN AŞK: KIRGIZ MONA LİSA’NIN TARİHİ
Ve nihayet “Cemile” ortaya çıktı.
İlk olarak “Ala-Too” dergisinde yayınlandı, Kırgız okurlarla buluşturuldu. Ardından Tvardovskiy’in “Yeni Dünya”sının sayfalarından, dağların ve bozkırların bu Madonnası Rusça konuşan okurlarla buluştu ve nihayetinde dünya okurlarıyla da buluştu.
Hikâye, Paolo ve Françesko, Romeo ve Jülyet’in tarihi ile Cemile ve Daniyar’ın karşılaştırmalı bir halk öyküsü olan Luis Aragon’un önsözü ile Fransızcaya çevrildi.
Hikâyeyi son derece takdirle karşılayan Muhtar Avezov’un belirttiği gibi “Cemile”de “Pek çok olay yok, kahramanlar var ve görünüşe göre çok da büyük değişiklikler yok” dese de değişiklikler devam eder. Aytmatov’un hem Kırgız ve hem de diğer millî edebiyatlarda çok fazla bulunan bu tür konuların geleneksel ve gelenek dışı bir öykü yazdığı ortaya çıkmaktadır. Elbette zamanla birlikte göçmenlerin yaşantıları da dâhil olmak üzere günlük yaşamlar ve gelenekler değişmektedir, ama her durumda küçük kardeşin ağabeyinin karısına olan aşkı imajı yerel okurlara açık bir meydan okumadır. Yine de yeteneğin halkın geleneksel normlarından daha yüksek olduğunu kanıtladı. Düzyazısı ve onun o zarif tarzı gerçekten ulusal bir düzeye taşıdı. Elbette “Cemile” ilham veren bir sevgi ilahesidir. Ama daha da büyük ölçüde sanatçının doğuşunun öyküsü, sanatının doğuşuydu. Kutsallık hakkındaki durum da boşuna değil, George Gachayev, hikâyenin Âdem ve Havva ile ilgili bazı olaylara benzediğini, Aytmatov’un öyküsünde dahi Seyit ile Cemile arasında da hiçbir cinsel münasebet bulunmadığını gördü.
Genç Seyit için narin Cemile ideal bir kişi gibi görünmektedir. Aynı zamanda bazı durumların gizemli tutulduğu, gençlerin tahmin edebilecekleri, fikir yürütebilecekleri birçok ipucunun dağıtıldığı okunmamış çok katmanlı bir kitap olarak karşımıza çıkar. Genç Seyit’in kardeşi kendi karısına karşı onun yokluğunda bilinçsizce ensest bir şey beslemez, ama ölümsüz “Mona Lisa”nın yazarında olan “Leonardo Sendromu” olarak adlandırılabilecek bir şey söz konusudur.
Mona Lisa’nın gülüşünde henüz kimsenin çözemediği ve kimsenin içinde ne olduğunu söyleyemediği aşk, gizli günah, kutsallık, manevî saflık… gibi durumlar vardır. Aynı durum Cemile için de söylenebilir. Ama gördüğümüz gibi Daniyar ile Cemile’nin aşk hikâyesi genç adamın gözlerinin önünde ortaya çıkarak Seyit’in bambaşka bir dram yaşamasına sebebiyet verir. O da sonunda ideal olma, en iyi olma hakkında kendini ispat etme ihtiyacı duyuyor. Daha önce sıkıcı, sıradan ve monoton olan dünya bir anlam ve içerik kazanıyor, bu da sevgi ile kutsallaştırılıyor. Evet, bu aslında Aytmatov’a duyulan sevgidir, bu yaşamın anlamıdır, bu insanlığın doluluğudur, onsuz hayat boş ve manasız, aşk olmadan manevî yaratıcılık, şiir yoktur, müzik yoktur.
“Aşk geleceğin tanrıçasıdır. Aşk olmadan bir insan için gelecek olamaz. Aşk, hayatın temel direğidir. Sevgi yoksa tutkulu ilişki de yoktur dolayısıyla bir insanın hayatı da böylece harap olacaktır. Akabinde ise artık hiçbir sevgi olmayacaktır. Hatta hiçbir çocuk bile bizi geleceğe bağlayan bir faktör olmayacaktır. Doğa, yıldızlar, evrende yer alan her şey kendi içinde bir sevgi içerir. Aşk bir senfonidir, daha doğrusu evrensel bir senfonidir.”[13 - O. İbragimov.Bübüsara i Murtaza. İstoriya nerazdelennoy lyubvi.—Avgust26, 2015,Rus.Azattyk.org.]
Başlangıçta hikâye “Obon” yani “melodi” olarak adlandırıldı. “Cemile”nin müziği bir tuning çatalı, ana anlam kurma elemanıdır. Genel manada Aytmatov’un hikâyesi sevginin müzik ruhuyla doğuşu olan Nietzsche’yi açıklamaktadır. Bir Alman olan Friedrich Schiller’in ifadesiyle Aytmatov, bunun var olmayan edebî yaratıcılığın önünden gelen müzik ya da belirli bir müzikalite havası olduğunu söyleyebilirdi. Onun sözlerine şu şekilde katılıyor olabilir: “İlk bakışta duyum, ancak sonradan ortaya çıkan kesin ve net bir nesne değildir.” Ruhun bazı müzikal ruh hali her şeyden önce gelir ve sadece onun şiirsel bir düşünceyi takip etmesinin akabinde şekillenir.
Cemile ve Seyit karanlığa, ülkeye, dünyanın güzelliğine sesini duyurmak için çok güzel şarkı söyleyen kasvetli, çekingen Daniyar’a hayran olurlar. Buna karşın Daniyar’ın kendi şarkısı kahramanın iç dünyasının sesi, kişisel niteliklerinin tezahürüdür, dışarıdaki bir işarettir ve bu işaret hem Cemile ve hem de Seyit tarafından büyük bir arzuyla hissedilir. Aytmatov aynı zamanda öykünün yapısını, Daniyar’ın Cemile hakkında ne düşündüğünü, Cemile ve Daniyar hakkında okurların neredeyse hiçbir şey bilmeyeceği şekilde düzenledi.
Biz Seyit’in gözüyle (eski Yunan trajedisi kavramlarını kullanarak) bir tür koronun rolüne baktık. Bu bağlamda aynı zamanda koronun kendisinde bile olmadığını düşünen aynı Nietzche’nin ince gözlemlerini hatırlayan, ama müzikalitesinin “Herkül gibi bir güce sahip” yazarın eski trajedinin içinde neler olduğuna dair bakış açısını ifade etmenin temel aracı olarak hizmet etmiştir.
“Cemile” dedikleri gibi tek bir solukta yazılmıştır. Ama sonradan yazar kendi iradesi ile yedi kez daha yeniden yazmıştır, bu da eseri acımasızca eleştirilerden koruyamadı. Bu sadece Kırgızların zihniyet ve gelenekleri meselesi değildi. Yazar Sovyet edebiyatının “pozitif” bir kahramanın olağan konumu, normatif estetik ve diğer geleneklere de meydan okuyordu. Dahası komünist ahlak ve sosyalist ahlak ilkelerine de bir atıftı. Çünkü yazar kanunen evli olan Cemile’nin davranışını tamamen kınamamaktadır. Ama insanların yaşamı herhangi bir dogmadan, önem arz etmeyen gerçeklerden çok daha karmaşıktır. Aşk onlardan daha yücedir ve bu onun güzelliğidir, ama aynı zamanda yazarın iddia ettiği gibi temelde onun trajedisi yatmaktadır.
Evet, en başından itibaren genç Seyit, Daniyar’ın, yani kasvetli ve suskun bir cephe askerinin bir tür yarı hassas ihale duygularını deneyimlediği neşeli bir gelinin suçlanamayan bir özlemle, inanılmaz bir tahribatla sevgilinin kaçışından sonra dönmesini istememesiyle gönülsüz casusluğuna şahit olacaktır. Bunu telafi etmek, bu depresyonu ve çaresizliği boğmak için iki insanın bu öyküsünü şarkı söylemeye, renklerini yeniden üretmeye, dolayısıyla sanatçı olmaya karar verir. Bu yüzden çaresizlik derin bir duygusal sarsıntı, erken yalnızlık hissi, bir tür manevî destek kaybı, yalnızlık hissi beklenmedik bir bulguya dönüşür. Hikâyede aynı zamanda keskin bir drama ve bu aşk hikâyesindeki karmaşıklıktan oluşan etkileyici bir empati atmosferi vardır. Bu nedenle ana öykünün, Daniyar ile Cemile arasındaki aşkın pek çok psikolojik kabile kompleksi yönüyle karmaşık bir hal alan Seyit’in kendi manevî olarak tekrarlanması da uygun değildir. Genç adam kendisini Cemile’den birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bağlarını görünmez bir duvarla ayırır, daima belirsiz bir arzu, kıskançlık ve utancın çok ince bir çizgisi etrafında gezer durur. Yazar, bu durumu hafifçe hissettirerek böyle bir analiz olmaksızın haset zincirinin karmaşık zihinsel hareketlerini de terk eder; sadece şiirsel sembolizmi, sezgisel duyumları tercih eder, yalın bir anlatım ve açıklanmayan bir söylem yaratır. Freud bu durumu “Sapık zihinsel hareketler” olarak adlandırır, yani belirli semptomların neden olduğu bir acıdır.
“ElvedaGülsarı” hikâyesinde de bu tür çizgiler vardır. “Gülsara sessizce durdu, bir yere bağlandı ve onu arıyordu. Küçük bir körfezin kıskacını, büyüdüğü ve aynı zamanda her zaman ayrılmaz bir bütün olduğu aynı şeyleri hissetti. Alnında beyaz bir yıldız lekesi vardı. Onunla koşmayı severdi. Aygırlar onu takip ederlerdi, ama onunla kaçtı, diğerlerinden çok uzaklara doğru gitti.Gülsarı daha yetişkin bir at değildi, aygır da yetişkinliğe erişmemişti, yani her ikisi de birlikte olup çiftleşecek erişkinlikte değillerdi.
Yakınlarda bir yerlerde kişnedi. Evet, buGülsarı idi, aygır onun sesini hemen tanımıştı. Ona cevap vermek istemişti, fakat geviş getiren ağzını açmaya korkmuştu. Bu çok acı ve üzücüydü. NihayetGülsarı onu buldu. Yavaş adımlarla koştu, ay ışığı alnındaki yıldızı aydınlatıyordu. Ayakları ve kuyruğu ıslaktı. Nehirden geçerek gelmişti, suyun soğuk kokusunu da yanına getirmişti. Ağzıyla itiyordu, koklamaya başladı, ılık dudaklarını ona doğru temas ettiriyordu. Nazik bir edayla kişnedi ve onu da yanına çağırdı. Aygır ise yerinden kıpırdayamadı. SonraGülsarı başını onun boynuna koydu ve dişleriyle ona temasta bulundu. O da aynısını yapmalı ve dişleriyle onu kaşımalıydı. Lakin onun bu okşayıcılığına cevap veremedi. Hareket edebilecek durumda değildi.Gülsarı rahat bıraksaydı eğer, su içmek istiyordu da.Gülsarı koşup gitmeye başladığında izleri ve gölgesi alacakaranlıkta nehrin öte yakasında kayboluncaya dek onu izledi. Gelmiş ve geri gitmiştiGülsarı. Aygırın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bezelye taneleri gibi yaşlar burnundan süzülerek sessizce ayaklarına kadar süzüldü. Bu rahvan at ilk defa ağlıyordu.”
Aytmatov bu sözleri çok daha sonraları yazmıştı. “Cemile”de ise aşkın manevî ve duygusal yönleri görülmekteydi. Bu aşk Seyit’in içindeki artık dünyaya, insanlara, kendisine ve kardeşine bambaşka gözle bakan ressamı uyandırmıştı. Artık şehre gitmeye, kendi entelektüel macerasına ve kendine yaşamda bir yer edinmeye karar vermişti.
“O zaman ilk kez hissettim.” diye itiraf eder lirik kahraman, “yeni bir şeylerin nasıl uyanacağını bilmiyordum, ama dayanılmaz bir şeydi, kendimi ifade etmem gerekiyordu. Evet, sadece dünyayı görmek ve hissetmekle kalmayıp, aynı zamanda başkalarına, vizyonunuzu, düşüncelerinizi ve duygularınızı anlatmak, Daniyar’ın yapabildiği gibi topraklarımızın güzelliğini insanlara anlatmak. Bilinmeyen bir şeyden sorumlu olmayan bir korku ve sevinçten donup kalmıştım. Ama elime o zaman bir fırça almam gerektiğini anlamamıştım.
Çocukluğumdan beri resim yapmayı, çizmeyi severdim. Daniyar’ın şarkıları ruhumu uyandırmıştı. Rüyalarımda geziyor ve dünyayı sanki ilk kez görüyormuşçasına şaşkınlıkla izliyordum…
Cemile’ye bakarak, bozkırdan kaçmak ve çığlık atmak, yeryüzünün ve gökyüzünün ne yapması gerektiğini sormak, bu anlaşılmaz alarmı kendim nasıl aşacağımı ve bu anlaşılmaz sevinçten bahsetmek istedim. Daniyar’ın şarkılarıyla gelen en anlaşılmaz heyecanlara kapıldım. Ve aniden ne istediğimi anladım. Onları çizmek istiyordum.”
Böylece Aytmatov resmetti. “Leonarda Sendromu’yla” kendi Mona Lisa’sını resmetti. Bu arada, aynı “sendrom”, ya da daha doğrusu, iç dünyası, 1970’lerin başlarında, kahramanın karşılıksız sevgisinin içsel tahribatı telafi etmek için karşı konulmaz bir istek haline dönüştüğü, daha sonra yazılmış olan, “Göçmen Kuşların Ağlayışı” adlı bir başka hikâyede anlatılmıştır. Manevî yaratıcılık ve sanatsal kaygı kendini gerçekleştirme yönünde kalıcı bir dürtü içinde yüceltilmiştir.
Bu arada biz “Cemile”ye geri dönelim.
Tabii ki, biz hikâyede Kırgızlar arasında kocasından sevgi görmemiş kadınların ayrılmalarının sıradan bir şey olduğunu, Kırgız günlük yaşam durumlarında bazı oldukça sıra dışı durumlar dışında söyleyemeyiz. Alışılmadık şekilde, genelde sadece bir tek şeyle bir genç kız kaçınılmaz bir aşkla başka bir erkekle kardeşinin eşini bırakarak suç ortağı olur ve hatta daha bu görüntü onun saf, olgunlaşmamış zihninde aşk hikâyesini kutsar, aklıyla değil, kalbiyle hareket eder. Hayatta her şey olabilirdi. Bir zamanlar Resul Hamzatov, Romeo ve Jülyet’in öyküsünde olduğu gibi Kafkas aşk hikâyesinde de benzer olaylar neredeyse her köyde var idi. Ama bunu anlatacak bir Shakespeare’e sahip değillerdi.
Aytmatov’un birçok çağdaşları, öykünün gücünü ve yenilikçiliğini yalnızca kahramanın eyleminde görmeye meyilliydi ki bu da sözde geleneksel görevi olan kavramlarından, sadakatten ayrılmayı işaret ediyordu. Örneğin, eleştirmen Kambaralı Bobulov, Cemile’nin yeni şartlarda ortaya çıktığını, bir kadının insanlık dışı muameleyle karşı karşıya kaldığını, Aytmatov’un “bir kadının kişisel haysiyetinin temasını” öne sürdüğünü iddia etti. Bu şekilde söyleyelim, ama bu sadece gerçeğin bir parçası. Cemile’nin dramı, daha güçlü bir biçimde, insanın varoluşunun özünü ve yaşamın tadını öğrenmeye başlayan, zengin ruhsal ve fiziksel sağlıkla güçlü ve donanımlı bir kadının trajedisidir. Ona karşı olan koşullar ve bu nedenle de kahramanın dünya görüşü – trajik bir dünya görüşüdür.
Viktor Şklovskiy “Hudojestvennoe proza. Razmışleniya i razborı (Sanatsal Düzyazılar; Yansımalar ve Analizler) ” adlı kitabında Tolstoy’un kahramanlarının hayatından bahsederken, şöyle diyordu: “Anna Karenina’da sıra dışı bir şey yok, ama herkese, aşırı derecede ağır gelir sanki. O özünde bir insandır ve bu onun aşkını trajik kılan şeydir. Onun canlılığın doluluğuna ek olarak, Anna hiçbir konuda suçlu değildir.
Nataşa Rostova da, onun çok şeyler istediğini ve bunun onu mutlu etmeye yettiğini karekterize etmektedir. Ayrıca bu onun talihsizliğini beraberinde getirmektedir.
Anna Karenina sıradan, eğitimli, o herkes gibi gibi utangaç olmayan, ama o her zaman o kadar güçlü ki; onun talihsizliği, yararlılık trajedisi olarak tipik bir örnektir.”
Yaşama arzusu, yaşam konumunun faaliyeti, iç gevşeklik Cemile’nin kişiliğinde organik olarak içseldir. Onun zor tercihi Seyit tarafından tamamen paylaşılmış ve kabul edilmiştir. “Beni zor durumda bırakan bir hakaret.” diyerek, Cemile’nin ayrılışının aile skandallarını hatırlatarak “Bir hain olarak düşünülmeme izin ver” diyerek, kime ihanet ettim? Aileme mi? Bizim ailem değil, ama gerçekleri, yaşamın gerçekliğini, bu iki insanın gerçekliğine ihanet etmedim! Köyden ayrılmaya, yoldan çıkmaya, onlardan hoşlanmaya giden zorlu bir yolda cesurca ve kararlı bir şekilde çıkmaya cüret ettim, mutluluk yoluna çıktım.”
Bu bağlamda, bir kez daha vurgulamak zorundayız: ataerkil yaşam tarzının katı geleneklerine karşı bir isyan, kendi mutluluğumuza göre kalpten mutluluk bulma arzusu – bütün bunlar bizde Kırgızlarda vardı, ama Aytmatov’da yok idi. henüz hakkında yazabilecek seviyede yok idi. Bu konular birçok sözlü ve şiirsel yaratıcılık eserinin temeliydi. Örneğin, Semetey’de, sevilen üçlemeli Manas’ın Ayçürök’ü, sevgilisi olan Semetey’in ikinci kısmı, kendini, dünyanın ötesine daraltılmış bir dindarlığın emirlerini kıstırmış, kibar bir kızın yüreğine (ya da beyaz kuğuya dönüşen) iner. Bu küçük destan “Olcobay ve Kişimcan” aşkla ilgili bir halk şiiridir. Geçmişin destansı mirası bu örneklerle doludur.
Kırgız toplumunda devrim öncesi dönemlerde evlenmeye, kocasını terk etmeye, evden kaçmaya, yerleşik normlara ve alışkanlıklara meydan okumayı ve sevgilisiyle kaderini birleştirmeye zorlanan bir kadın için sıra dışı bir şey değildi. Bu tür davalar 1917 devriminden sonra daha da sıklaştı. Bu öykülerden biri, o zamanlar bilinen Kırgız şair T. Adışeyeva’nın “Kaptagay’ın kızı” şiirine kadar dayanıyordu.
“Kırgız yazar Aytmatov’un “Cemile” öyküsünü okumaya başladığımda alışılmadık, toplumsal normlar dışında bir durumla karşılaşacağımı sezmiştim, – diye yazar Rus edib ve kültür araştırmacısı Georgiy Gaçev:
.– Daniyar’da, Byron’un kahramanın işaretlerini buldum; Cemile’nin karakterinin gelişiminde, Rönesansın kişilik oluşumunu tahmin ettim; öykü, bir şarkıya (şiire) yol açacak ve onu tüm sonuçlarıyla değiştirecek – bu anlatı türünde çok eski bir sahnenin izlerini gördüm (Batı Avrupa’daki Kurtuaz romanıyla karşılaştırır). Uzun zamandır Doğu’da onaylanmıştı (Hint ve Arap nesirlerini sürekli olarak karşılaştırabilirsiniz) şiirsel ekler veya Çin klasik romanı “Kızıl Kule’de Rüya” ile dönüşümlü olarak); ve hikâyenin tüm benzerlikleri – toplumun ataerkil bütünlüğünün parçalanması, bir titan karakterin uyanışı, tutkuyla sahip olma, arzu etmeye cesaret etme, düşünmek ve kendi başına hareket etme, – hem antik hem de Shakespeare trajedisinin buluşmalarını hatırlattı.”
Gachev’in diğer derneklerinin ve konumlarının tartışmalı olduğunu varsayalım, fakat o temel şey – ilkel sanattan modern biçimlere kadar – herhangi bir ulusal kültürde – dünya kalkınmasının yasaları tahmin edilmektedir. En azından, yeni yazılı edebiyatların kaderiydi, özellikle, aynı Gaçev’in tanımına göre, hızlandırılmış gelişmeye göre, yirminci yüzyıl fazına giren bu doğrultuda gelişen Kırgızlar.
“Cemile”nin yazarı anavatanında sadece coşkulu kabul törenleriyle tanıştığı söylenemez. Eski kuşak temsilcilerinde, tedirginlik ve şüpheciliğe neden oldu. – A. Tokombayev, T. Sıdıkbekova, K. Cantöşev ve diğer bazı yazarlar sustular. Ancak bu durum, Kırgızistan Yazarlar Birliğindeki toplantılardan birinde, ünlü yazar N. Baytemirov’un, o zamana kadar, izleyiciye böylesi bir bölümü anlatan yazardan söz ettiği de iyi bilinmektedir. Kırgız köylerinden birinde, “Aytmatov diye bir yazar” diye soran köylülerin “sıradan Sovyet işçisi” olarak tanımlandığı, ifade edildiği ortaya çıkar. Ve bana, evden ayrılan ve ön tarafta savaşan kocasını terk eden Cemile adlı bir sürtük hakkında yazdığı için onu dövmesini istediğini söylememi istedi. Baytemirov bu hadiseyi, salonda oturan tüm yazarların açıkça gülüşeceği bir üsluplay anlattı. Hakaret ve alay konusu olan “Cemile”nin yazarı, kalkıp salondan ayrılmak zorunda kaldı…
Ancak gençlik, salt okuyucunun ortamında ve profesyonel ortamda hikâyeyi çok sempatik bir şekilde karşıladı. “Cemile” hakkındaki ilk genç eleştiri R. Kıdırbaeva, ardından da K. Bobulov tarafından daha sonra da daha çok tanınan bir eleştirmen olan K. Asanaliyev tarafından yapıldı. Hatta kitaplarında genç ve gelecek vadeden “modern zamanların insanının keşfini gördü.
Aytmatov’un o zamana kadar çok fazla edebi yazıları yayınlanmıştı “Cemile” adlı kitabın ardından, yazarı dünyaca ünlü hale getiren “İlk Öğretmen”, “Ana Yurt”, “Kızıl Ormandaki”, “Deve Gözü”, “Dağların ve Bozkırların Öyküsü”dür derledi. Aytmatov’un yeni edebi çağın miladı başlamıştı.
FREUD’A GÖRE BİR YAŞAM DEĞİL: YASAK AŞK ŞARKISI
Uzun hayatı boyunca, Cengiz Aytmatov birçok farklı yollardan geçti ve kendisi de değişti. Sovyet iktidarının, Komünistlerin başarılarına hayranlık duyduğu bir zaman vardı; birçok kez basit bir işçi, kolektif bir çiftçi, parti üyesi olan bir demiryolu işçisi gibi konuşmaya başladı. Ve sonra, bu iktidarda, ideolojisinde, ipuçlarıyla, şifreli sembollerin dilinde ve sonra açıkça – Sovyet otoritesine, özellikle de Stalin’e karşı geldiği zaman, hayal kırıklığı zamanı geldi. Yine de, her zaman ikna edici bir komünistin, komünizmin fikirlerinin şefi, babası Törekul Aytmatov’un gerçekten söylediği gibi bir şey kalmamıştı.
Ancak, kişisel açık ve canlı bir şekilde, aile hikâyeleri, SSCB’nin tüm karmaşık dramını yansıtan Kırgız edebiyatı yazarını, edebiyatın tamamında bulmak zordur. Yazarın yaratıcı bir odakta olduğu gibi, karmaşık ve aynı zamanda bu baskılı, ülke, gözyaşları ve sevinç, yanılsamaları ve hayal kırıklıkları, en önemli kilometre taşları ve dönemleridir. Son olarak, trajik ve sonunda büyük tarih oluşur. Akıl ve kalbin içinden geçen tecrübeli ve de şahsen deneyimli ailesi, geniş bir popülerlik kazandı ve yirminci yüzyılın dünya edebiyatının tarihine girmiş eserlerde de bu durum yansımaktadır.
Cengiz, küçük yaşlarından itibaren Sovyet iktidarına umursamazca inanıyordu. Bu sempati ve güçlü sezgi “Elveda Gülsarı!” (1966) ile ortaya kondu. Dünya devrimini her zaman hayal etmiş olan ama unutulmamış eski komünist Tanabay tarafından manevî olarak ezilmiş ve manevî olarak ezilmiş olan ama yalnız başına yolculuğunu tamamlayan, gemiden fırlatılan şey.
Aytmatov’un “İlk Öğretmen” adlı hikâyesinde, komünist imajını ve sosyalist gerçekçiliğin estetiğini anlatmak istediğini ifade ettiği bilinmektedir. Evet, sadece bu anlayışın, “olumlu kahraman”ının güvenli bir şekilde unutulmuş kavramıyla orantılı olduğu ve aslında güncelleştirilmiş estetik kriterlerden farklı olduğu kanıtlandı.
Bu hikâyenin ana karakterleri olan Düyşön ve Altınay, zihinsel olarak yaralanmış, psikolojik olarak tükenmiş insanlar tarafından finalde ortaya çıkıyor. Tuhaf bir yetimler evinde bir yetim olan, öğretmenin çabaları ve özverileriyle büyüyen Altınay, iyi bir eğitim almış, hayatında çok şey başarmış, akademisyen olmuştur. Evet, başarı var, ama bir mutluluk yoktu. Sonsuza kadar onun ilk öğretmeni olan sevdiğim kişiyle ayrılması gerekti ve bu ayrılık hayatını kararttı, kaderi onu trajik bir şekilde yok etti. Neden her şey yaşamda bu kadar düzenlenmiş, neden insan mutluluğu elde etmek o kadar zor ya da hiç yok mu? Ve insan belleği ne anlama geliyor, ahlak hafızası nedir? Aytmatov’a bu sorular sorulur, ancak her durumda doğrudan ve açık bir cevap vermez. Tüm hayatını isteyecek olsa da vermez ve vermeyecektir. Ve nereden geldi? “Lanetli soruların” cevabı da yok.
Hikâye, Kırgız köylerinin yüzyıllar boyunca cehalet ve karanlıktan uyandığı uzak 1920’lere geri götürüyor. Bu nedenle, ışık arzusu, aydınlanma fikri, köyündeki ilk öğretmenDüyşön’in zihnini heyecanlandırır. Bu Kırgız idealisti vahşi doğada bir ateş yakar ve insanlara şu sözlerle hitap eder:
“Komsomol beni sizin çocuklarınızı okutmam için gönderdi. Bunun için bize bir yer gerekmektedir. Bir okul kurmayı düşünüyorum, yardımınızla, elbette, tepede duran eski ahırda. Buna ne diyorsunuz, hemşerilerim?
İnsanlar güldü, zihninde neler olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibi, bu uzaylı mı? Sessizliği Satımkul bozdu, bu yüzden onun lakabı zaten eleştirendi.
“Sen kal, delikanlı” dedi Satımkul, gözlerini batırıyormuş gibi dikti. “Bana neden okula ihtiyacımız olduğunu söyle!”
– Neden? -Düyşön kaybetti.
–Ve doğru! – Kalabalıktan birilerini aldım.
Ve hepsi bir kerede taşındı, hışırdadı.
Düyşen’in yüzünden kan akmaya başladı. Titreyen parmaklarıyla önünü açtı, kancaya takılıp yarılan kafasını kaldırdı, dört adet katlanmış bir kâğıt tabaka çıkardı ve hızlı bir şekilde dağıttı:
– Öyleyse, Sovyet iktidarının mührünün olduğu çocukların öğretilmesi hakkında yazılan bu kararnameye karşı mısınız? Ve sana bu iradeyi kim verdi? Peki, Sovyet iktidarının kanunlarına karşı mısın? Cevap ver bana!
Sözlerini tekrarladı kızgın bir ifadeyle “Cevap ver bana!”. Bir mermi gibi, sonbahar sessizliğinin sıcaklığını kesen bir mermi gibi, kayalar da kısa bir yankıyla karşılık verdi. Kimse bir şey demedi. Halk sessizdi, kafaları eğildi.”
Bu fanatizmde, aydınlanma ateşini bu okuryazarlığa taşıyan ilk öğretmendirDüyşön. Antik mitolojide Prometheus gibi karanlık insanlar, örülmüş perdeyle birlikte terkedilmiş ahıra ve aynı zamanda kahramanca anıtsal olarak sürüklendiğinde çok komik görünüyordu. Aytmatov’a göre Düyşön destansı bir kahramandır ve aynı zamanda bir şehit, bir tür Kırgız Don Kişotu, açlık duyduğu ve bir yanlış anlaşılma duvarı ile çevrili olduğu zaman, köylülere sosyalizmin iddialı aydınlanma planlarını açıklamaya çalışır.
Sevgi ve ahlakî görev, özveri ve yalnızlık, her türlü önyargıların, konvansiyonların, insanların yaşamlarının yükü, bu en tarihi içeriğin, eğer böyle söylese de, bir Kırgız yazarının hikâyesidir. Cengiz Aytmatov’un hiçbir çalışmasının, o ilk yılların sert ve nihayetinde doğal bir meselesi olan “İlk Öğretmen” olarak yoğun bir şekilde doyurulması anlamındaki tarihidir. Aynı zamanda hüzünlü bir aşk öyküsü olan Düyşön ve Altınay, Seyit ve Cemile’nin devamı gibiydi. Tıpkı aynadaki ters yansımasıydı sanki. Bu anlatıda Kırgız üstadın hâkimiyetçi bir bakış açısına benzeyen şeylerin oluşturulduğu da görülmektedir. Derin bir trajedi, sonsuz bir uyumsuzluğun hissi, dünyevî bir üzüntüsü vardır.
“İlk Öğretmen” gerçek olayların anlatıldığı, gerçek bir yerde geçen öyküydü. Aynı zamanda da mutluluğun ebedî yansımalarının yaşamdaki felsefi anlamıdır. Düyşön’ün hikâyesi, Terk edilmişliğin hikâyesi, unutulmuşluğun tarihidir. En önemlisi de, mutsuz ve umutsuz bir aşk hikâyesidir. Birbirini sonsuza dek bulmuş olan iki kişinin, toplum koşullarının asla desteklemediği bir aşkın hikâyesi. Bu onların trajedisi olarak kaldı.
Aytmatov’un tüm gücünün ve içinde art niyet barındırmayan çok katmanlı hikâyesiydi.
Altınay’ın ilk öğretmeni onun için ne ifade ediyordu? Kurtarıcı ve hayırsever ilk aşkı mı? Tombul ve gün boyu gübre toplayan açık yüreklilikle ve gülücüklerle onu okumaya davet eden Düyşön. O onun için saygın ve kıdemli bir yoldaş ve iyi bir insandı. Bu ilişkinin bir aşamasıydı. Daha sonra ise onun rahat bırakılmasını ve okula gitmesini sağlar. Ve o zaman işte Düyşön sadece ilk öğretmen olmaktan çıkar, tamamen ideal bir kişilik olur. Aşk için yer yokken bu tabu ahlakî ve kültürel yönden yasaktır.
Öykünün ilerleyen dönemlerinde kıymetli hocası ve bilgi aktarıcısı olan sevgili öğretmeni onun gözünde önce bir ağabeye daha sonra da yakışıklı bir gence dönüşür. Düyşön’e dayak atacak kadar Altınay’ı ona verme iradesine aykırı bir tavır da yer alır. Burada da gerçek bir yiğit ve bir şövalye olarak da hissedilir.
Bu olağanüstü drama ve derin sembolizm mutsuz Altınay’ın kendini şelaleden attığı veDüyşönin terk edeceğine inandığı bir bölümle doldurulur.
“Altınay seni kurtaramadım, affet beni, dedi o. Sonra elimi tuttu ve yanağına getirdi. Ama sen affetsen bile ben kendimi asla affetmeyeceğim…
Ben ağlayarak atın sırtına bindim. Düyşön saçlarımı sessizce okşayarak yanı başımda ağlamamın bitmesini bekledi.
–Sakin ol Altınay, gidelim dedi nihayetinde.
– Sana anlatacaklarımı iyi dinle. Üçüncü gündü, şehre okumaya gideceksin değil mi? Duyuyor musun?
Berrak bir nehrin gözesinde durduğumuz zamanDüyşön:
İn haydi attan Altınay, yüzünü gözünü yıka.– Cebinden bir parça sabun çıkardı.– Al bakalım Altınay, üzülme. Ve olan biten her şeyi unut ve bundan sonra da hiç hatırlama. Yıkan Altınay, iyi gelir, tamam mı?
Belki bir Freud hayranı buradan, bu sahnelerden bütün hikâyede olduğu gibi pek çok gizli ipuçları ve imalar bulurdu. Ama sanatçı Aytmatov’un kültüründen bahsedecek olursak Hemingway ve onun estetiği “Buzdağı”, estetiği okuyucunun hayal gücünü göz önünde bulundurarak bir takım dokunuşlara çok fazla önem vermektedir. Öğretmen ve öğrenci arasındaki öykü bu şekilde anlatılır. Kesinlikle onları derin hisleri bağlar fakat bununla ilgili bir şeyden bahsedilmez. Bu duyguya aşk denir ve aşk da trajiktir. Çok fazla engeller, yasaklar, tabu sistemi bulunmaktadır: öğretmen ve öğrenci, ulusal önyargılar, zorla evlendirilen kadın, bakirelik ve çok daha fazlası.
Böylelikle gündelik olayların Aytmatov’un kalemi altında yüksek trajedinin seviyesine kadar ulaştığı tekrarlanabilir. Evet, Altınay gerçekten kurtarıldı ve hayatta hiçbir şeye sahip olamamış binlerce yetimin kaderini yaşamadı. İyi bir eğitim aldı, ülke genelinde tanınmış bir insan oldu, lakin kalbindeki acı ve üzüntüsü daim kaldı. Taşkent’e giderken tren istasyonunda vedalaşan Altınay, Düyşön’e diyor ki: Tren tüneli geçti ve hızla ilerledi. Beni Kazak bozkırlarının ovalarına doğru ve yepyeni bir hayata taşıdı…
Elveda öğretmenim, elveda benim ilk okulum, elveda çocukluğum, elveda benim ilk ve hiç kimseye bahsedemediğim aşkım.
Bu arada, devrimci temaya, eğitim temasına, Kırgız edebiyatının içinde Cengiz Aytmatov’un ortaya çıkmasından çok önce bahsedildi. 1920’lerde gerçekleşen bir dizi eserden bahsedilebilir. Bunlar genellikle Kırgızistan’daki kültür devrimi dönemi eserleri olarak adlandırılır. Kollektivizasyon zamanı, okuma yazma bilmezliğin ortadan kaldırılması, kurtuluş savaşı yıllarının edebiyatında çok başarılı bir şekilde çözüldü. T. Danktoşev’in “Kanıbek”, K.Tanombayev’in “Kendi Gözlerimle”, K. Bayalinov’un “Kurman Vadisi” adlı eseriyle “Temir” ve “Dağlar Arasında” gibi kitapları yazmak yeterlidir. Bu ve bu zamanın diğer yazarlarının yaratıcılığının estetiğinin açık bir şematizmle işaretlenmesi başka bir konudur. Bir kural olarak, kahramanı ya -kahraman imajında (örneğin, K. Cantoşev tarafından isimlendirilen romandan aynı Kanıbek olarak) ya da mevcut gerçekliğin zorluklarının kurbanı olarak ortaya çıktı. Bu, mesela T. Sıdıbekov’un “Dağlar Arasında” adlı romanından Samtir’dir. Kırgız edebiyatındaki ilk “küçük adam” olan Samtir’in imgesi bazen küstahça, kimi zaman naif yönüne dokunmakla birlikte, her türden bireysellikten yoksundur. Tek kelimeyle, kanonik formda sosyalist gerçekçilikte idi.
Sovyet edebiyatının bu temel “yöntemi” hakkındaki argümanlara girmenin hiçbir anlamı yoktur, sadece tartışmasız lideri Cengiz Aytmatov’un Kırgızistan’a dönüştüğü neslin, bu normatif estetiği kökten dönüştürdüğünü söylemek yeterlidir. “İlk Öğretmen” hikâyesi, bunu en doğru şekilde ifade ediyor.
“Yerel Komünistler”in bile (Duisheng’in yerel eleştirmenler tarafından oybirliğiyle öne çıkardığı gibi) tutkuyla ve içtenlikle yazabileceği ortaya çıktı. Hem Kırgızistan’ın hem de sınırlarının çok ötesinde neredeyse tüm eleştirmenlerin, yazarın yeni çalışmasında, daha önce geri kalmış halklar üzerindeki Sovyet iktidarının esası hakkında, aydınlanmanın zor işleriyle ilgili bir anlatı gördüğü de karakteristik olarak ortadadır. Çok geçmeden Andrey Konchalovski, üzerinde büyük bir seyirci kitlesine sahip olan bir film yaptı. Jean-Paul Sartre kendisi bizzat ona cevap verdi. Ancak hikâyenin iyi dilekçilerinden birkaçı, komünist öncülerinin kaderinin, tarihsel bir drama, hatta bir trajedi olarak temsil edilmesine dikkat çekti. Ayrıca, “İlk Öğretmen” Aytmatov’un konuya ilk olarak değindiği, daha sonra onun için temel bir tema haline geleceği – hafıza teması olduğu da dikkat çekicidir. Kalbin tarihi ve hafızasının anısına yaptı bunu.
1960’lı yılların başlarındaki ilk yayında okuyucular ve eleştirmenler, her şeyden önce kamusal notaları yakaladılar. Yeni nesillerin, son derece zor koşullarda, yeni bir hayatın temellerini büyük fedakârlıkların maliyetine bırakanlara, ahlâkî görevlerini yerine getirme çağrısı var idi. E tabi, doğal olarak, bu romanın kökeni hakkında lirik ve psikolojik bir anlatı olarak vardı bu durumlar. Ne denilebilir ki, bu okumada bir gerçek vardı; ilk icraatların gerçekten gurur duyulacak bir yanları vardı ve en azından yeni ve çok etkili bir eğitim sistemi vardı. Yazar ayrıca onun diyetini ödedi. Fakat o zaman bile Aytmatov, tarihsel bilinç kaybı, sistemin temelleri içinde kök salmış bazı ahlâkî zararlardan dolayı sıkıntıdaydı. Hikâyedeki görüş açısı önemli ölçüde değişti. Yıllar önce gerçekleşen hikâye, kalplerde “sağlam izler” bırakan ve insanların kaderini bozan bir trajedi olarak okundu.
“Perestroyka (yeniden yapılanma)” yıllarında, okuyucunun algısında, hikâyenin temasının arka plana düştüğü, bir arka plan değerine dönüştüğü ve iki insanın sembolik kaderi – Altınay’ın ve Düyşön’ün, hayat dramı – mücadelesinde, sosyal haklarını kişisel olarak feda ettiler.
SAVAŞIN DESTANI: “ANAYURT” VE “YÜZ YÜZE”
Yüzyılların bir bilgeliği vardır ki biz de biliyoruz: Hayattaki tüm güzel şeyler için her zaman bir şey ödersiniz.
Cengiz Aytmatov’un yaşamını yansıtan, sizden, çok farklı ve genellikle zıt yönlerde esen rüzgârlarda nasıl evrildiğini düşünürüz.
Bulutsuz çocukluk, babasının tutuklanmasıyla azgın bir şekilde yırtılmış, aşağılanma ve hayatta kalma yılları içinde mücadele ile doludur. Büyükşehir ve başkent Moskova ve de uzaklardaki Talas.
Küçük bir Kırgız köyünde geçen ergenlik dönemi… Küskünlük, üzüntü ve basit, ama inanılmaz nazik ve sempatik insanlarla tanışmak, ona “hoşgörülü” olduğu gibi, “emekçi”nin güzelliğini anlatmak. Buna ek olarak, onun tanrısı gerçekten de kafasının bir başkasının üzüntüsünü kendisinin algılaması için inanılmaz bir yeteneğe sahip olduğu anlamında okşadı ve ona inanılmaz bir yetenek verdi. Cengiz’in bir başkasının baş belasıyla ilgili olarak son derece hassas olduğu, bir tür duygusal filmi seyrederken gözyaşlarına boğulma alışkanlığı olduğunu önceki bölümlerde de konuştuk. Ve kökenleri tanımanın mutluluğunun – halkın konuşmasına, figüratif sözcüğüne, Rus-Kırgız edebiyatına ve kültürüne ve herkesin üzerine düştüğü savaşa ve henüz bitmemiş olan üzüntüsüne de göz attık. Bu özellikleri ve nitelikleri düzenli kahramanlar üzerinden değil, hangi şarkılardan ve şiirlerden beslendiğini gördü, ama sıradan insanlarda, sıradan günlük hayatta kendini ayakta tutan pek çok şeyi en iyi şekilde yakaladı.
Aytmatov’un savaşın zor zamanlarını ve askeri yılları şöyle hatırlar: “Savaş başladığında ben on üç yaşındaydım. Bu benim neslim için yeni bir dünyanın kapısını açtı. Şimdi kendime inanamıyorum, on dört yaşındayken zaten Köy İhtiyar Heyetinin sekreteri olarak çalışıyorum. On dört yıl içinde, büyük bir köyün ve çeşitli savaş dönemlerinde bile hayatın en farklı yönleriyle ilgili oldukça karmaşık sosyal ve idari sorunları çözmek zorunda kaldım. Bunlardan benim için en zor ve korkunç olanı birinin ailesinden birisi savaşta öldüğünde gönderilen ve aileye iletilmesi gereken kara kâğıt yani “kara haber celbi” olarak adlandırılan haberleri ailesine vermekti.
…En korkuncu bu kara kâğıtları aile yakınlarına dağıtmaktı. Her ne kadar yaşlıların haysiyetiyle ilgili acı haberleri yaşlı aksakalları bilgilendirmiş ve ölenlerin tüm aileler tarafından yasını tutmuş olsalar da, kara kâğıt, “kara haber celbi”, tarafımdan teslim edilmek zorundaydı. Hemen değil, umutsuzluk ve ıstıraptan sonra. Yine de, eski sekreterimden miras kalan resmi avuç torbadan, askeri bir damgalı küçük bir hurma büyüklüğünde basılı kâğıt ve majörlerin, kaptanların veya diğer personelin imzasını atmak, o birkaç satır metin ürperticiydi. Sessizce okuduğum kelimeleri Kırgızcaya çevirip duruyordum. Kayalık bir dağın tepeden tırnağa çarpan ve sürünerek yuvarlanmış, sanki ağır, bitkin bir iç çekişini duyuyordum. Hiçbir şekilde suçlu olmasam da gözlerimi kaldırmak zor geliyordu. Ben kâğıdı verirdim. “Sakla” derdim. Ve sonra, annelerinin ezik bir ağlama sesi, derin bir çığlık aniden çıkıverirdi. Çırpınan, hıçkıran ve sonra uzun, bitmez sonu gelmez kederli bir ağlama ile patlardı. Dünyaya getirip büyütülen ve sonra da o hayata veda eden bir oğula karşılık olarak verilen bu kâğıt parçası mıydı?!
Ne yükselebiliyor, ne de rahat yürüyebiliyordum. Hangi kelimelerle nasıl rahatlayabilirdim? Bu anlarda kapılardan dışarı atlamak, makineli tüfek almak istiyordum, evet, makineli tüfeğim ve onunla birlikte, o çağrı celbinin geldiği cepheye kaçmadan, onunla koşmak istiyordum ve orada, öfke ve öfke ile bağırarak, faşistleri tükenmek bilmeyen ve sürekli ateş eden makineli tüfeğin mermileriyle vurmak istiyordum.
…Şimdi, yıllar sonra, ilginç ve değerli insanlarla tanışmak ve sonra gerektiği gibi yapmak için üstüne titrediğim kadere minnettarım.
Çok ama çok zor, zor zamanlar içinde gerekliydi. Seferberlik birbiri ardına çıkmaktaydı. Önde, emek ordusuna, mayınlara, o günlerde inşa edilmeye devam eden Çüy Kanalı’na, hatta günlüğe gitmek için can atıyorduk. Kendimizi, gündemleri insanlara teslim etmeyi ve aynı zamanda da din adamlarını kaydetmeyi sınırlamadık.”
Operasyonların tiyatrosu Kırgızistan’dan çok uzaktı, ancak cephedeki savaşların muazzam gerginliği burada hissediliyordu hep ve zafer için yapılabilecekler için azami işler yapıldı. Ülkemiz, savaşta 300 binden fazla insan bıraktı, bunların 72 bini Sovyetler Birliği kahramanı gaziydi.
İlkinde, yaptığı çalışmaların ilk dönemlerinde Aytmatov savaş hakkında yazmamıştı, bu konunun çok sorumluluk gerektiren bir durum ve karmaşık olduğunu düşünüyordu. Uzun bir süre bunu ele almaya cesaret edemedi. Savaş sonrası yaşam hakkında, köyün genç işçileri hakkında, çağdaşlarının manevî deneyimleri veahlâkî, manevî arayışı hakkında yazdı. Sadece bir söz söylemek için hazır değildi, ama sesini, tüm zamanların ve insanların askeri bir adamı da dâhil olmak üzere, bir dehayla ilgili genel yüceltme korosuna dokunmak istemedi.
İlk savaş hikâyesi “Yüz Yüze” 1957’de ortaya çıktı. Yüksek Edebiyat Kurslarının bir öğrencisi olarak bu öyküyü Moskova’da yazdı. Sonra yine Moskova’da yazmaya başladığı “Ana Yurt” öyküsünü Frunze’de tamamladı. İlk olarak Kırgız dilinde “Ala-Too” dergisinde, daha sonra da “Yeni Dünya” da Rusça olarak 1963’te yayımlandı. Her ikisi de daha sonra “Dağların ve Steplerin Hikâyesi” koleksiyonuna girdi.
“Yüz Yüze” hikâyesi olgun bir usta tarafından yazılmıştır. Ve elbette o zaman, eskiden, Stalin’in, yıllar boyunca böyle bir şeyi yayınlamalarını ve düşünmek zorunda olmadıklarını düşünmek zorunda kaldılar; çünkü özünün ardındaki – bir askerin (bir Sovyet askeri!) kaçışı. Ve o yıllarda herhangi bir formdaki firar ihanete eşitti ve idam edilene kadar acımasızca cezalandırılırdı. “Hainlerin” en ufak bir sempati, komünist ahlak, Sovyet vatanseverliği vb. “Leninist normlardan” sapma dışında algılanamazdı. Bununla birlikte, Kruşçev’in çözülmesi sırasında bile, konu riskli kaldı ve Aytmatov, yüksek insan ahlakı ve hümanizm ışığında kahramanının davranışını göz önüne alarak bu riski aldı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle de ilk aylarındaki firar, yaygın bir fenomendi. Bildiğiniz gibi, tüm birlik gruplarının Nazilere teslim edildiği durumlar da vardı. Firariler daha çok dağlarda, Kazakistan bozkırlarında saklandı, Ulusal İç Güvenlik Teşkilatı tarafından kovalandılar ve avlandılar.
Geleceğin yazarı olan Aytmatov’un kendi köyünde de asker kaçakçıları vardı. Onlar hakkında söylentiler vardı, insanlar tahmin etti. Sonunda yakalandılar ve yargılandılar. Bir tanesi Gulag’da uzun bir hapis cezasına mahkûm edildi, hayatta kaldı ve eve döndü ve “Yüz Yüze” adlı hikâyede İsmail’in prototipi haline geldi. Ve Cengiz Aytmatov’un kendisi hakkında bir çalışma yazması gerçeğinden son derece gurur duyuyordu.
Tabii ki, fenomen yazarın bu notları firari sempati notları olarak algılanabilir, haksız da değildi. Onu anlamaya çalışıyordu. Gözlerinde bir şeyi haklı çıkarıyordu: evde hasta, yaşlı bir anne, bir bebeği olan bir eş, ekmeksiz bir aile vardı. Eşi Sadiye başlangıç olarak endişe duydu kocasının gizli dönüşü ve tutukladığını da ancak ve onların hatasının tamamen farkında olmasıydı, henüz hâlâ eğlenceliydi. Tüm gözyaşları, kan, milyonlarca ölüm ile savaş sonrası – genel anlamda kocası onlara ihanet etmiş olarak ortaya çıkıyordu. Kendilerinin ısrarla aslında asker arkadaşlarının halkına ihanet etmediğini ve bunun birahlâkî intihar olduğunu belirtir. Keza İsmail kendisi doğal bir dünyada sevdiklerinin yanında, doğduğu ocağın sıcaklığında ortaya çıktı. İsmail komşu büyük ailenin tek çocuğudur. Hikâyenin Sonu açık ve şiddetlidir – eşi kocasının derin ahlakî başarısızlığını, zararlarını fark eder.
Böylece, Aytmatov’un Kırgız nesrindeki öyküsünün ortaya çıkışıyla, bir edebi kahramanın temel olarak yeni bir konsepti ilan edildi. Ana kahraman, bir eylemin, bir eylemin mahkûmiyetini filizlendirdiği zaman, sürekli bir psikolojik gelişim içinde tasvir edilir. Edebiyatta aktif, “çalışkan” bir ruhun ve eşit derecede aktif davranışların kahramanı ortaya çıktı. Doğru, bu davranışın kendisi bazen bazı tiyatrolite edilmiş durumlar da verir. Kademeli anlayış Seyde’de ciddi ve doğru bir şekilde betimlenir, ancak bu iddiada yazarın kamuoyunun kalıp yargılarına olan bağlılığı vardır.
Doğru, böyle bir finalin inorganik doğasına işaret eden araştırmacılardı. “Belki de insan transfigürasyonunun teması gereksiz bir şekilde düzensiz olarak ortaya çıkarılıyor,” diyen bir Rus eleştirmeni, “bu erken anlatıdan sonra geldi” “Cemile,” manevî vardiya çalışmasının ayrıntılı olarak gerçekleştirildiği, şiirsel olarak yüceltildiği bir eserdi.
Genel olarak, bu durumda, sanatçı kendini ideolojiye açık bir şekilde vermiştir. Yine de bu, yazarın “düşmüş” kahramanı anlama ve hayırseverliği koruma girişimlerini gözden düşürmez.
Bildiğiniz gibi, otuz yıl sonra, Aytmatov hikâyeye yeni bölümler ekledi. Literatürdeki vaka, özellikle de metin ise, neredeyse bir ders kitabı olma yoğunluğunda değildir. Ancak Valentine Rasputin’in “Jivi i Pomni” (1974) adlı romanından çok etkilendi. Ona baktığımızda, Aytmatov, Ulusal İç Güvenlik Teşkilatı subayları tarafından esir alınmaktan korkan yaşlı annesinin cenazesine gelemeyen ve annesinin ölümünün sahnesini yazdı. Rasputin’in kahramanı gibi, Seyde de gebe kalır ve bu da durumun dramını daha da şiddetlendirir. Bununla birlikte, hikâyenin ideolojik özü önemli ölçüde değişmemiştir.
“Yüz Yüze”, basit bir köyün işçilerinin hayata geçirdiği, insanların hayatî ve ahlâkî değerlerini ne kadar kökten değiştirdiği gerçeğiyle ilgili bir kitaptır. Dahası, bir erkek ve bir yazar olan Aytmatov tutuklanır ve Dostoyevski’nin tüm hayranlığı ile birlikte kasvetli dahi, ona yakın durmadı, ahlâkî düşüşün uçurumunun, insanın çöküşünün başladığı sınırın ötesine bakmaya cesaret verdiği bir eserdir. Deserter’in lirik ve psikolojik öyküsünde, ilk kez, daha sonra da eleştirmen’in hümanizm dediği eleştirmenler belirlendi. “Dağların ve bozkırların hikâyeleri”nin yazarı, savaş zamanında herkesin toplumun katıahlâkî ve psikolojik bir iklimi içinde yaşadığını, ortak çıkarlara bağlı olarak kendi çıkarları ve hatta aile çıkarlarına göre daha az değil, daha azına sahip olduğunu anladı. Ve bu yazarda bile, insan hayatının ana çelişkilerini, tek bir birey olarak gördü.
“Yüz Yüze” hikâyesi bu yönde atılmış yeni bir adımdı.
Ve savaşla ilgili bir başka kitap olan “Ana yurt”, yazarın yalnızca Kırgızistan’da değil, Sovyetler Birliğinde de, Yeni Nesil’in en iyi yazarlarından biri olarak, Aytmatov’un konumunu pekiştirdi.
Hikâyenin sanatsal merkezinde bir anne var – sahada çalışmayı seven sıradan bir kollektif çiftçi, bu onun çağrısını görüyor ve manevî veahlâkî tatminini kendinde buluyor. Ve bu basit kadın niçin ve neden savaşların olduğunu, dünyada neden savaşıldığını anlayamıyor, insanlar neden birbirlerini öldürüyorlar, neden insanlar eşi Subankul’u seviyorlar ve oğlu Kasım gibi güvenilir bir işçi ve aynı zamanda sahada çalışmaktan hoşlanıyorlar. Ekmeği büyüttüğü ve beslediği her şey yok olmalı mı?
Bir kişinin ahlâkî ve fiziksel dayanıklılığının sınırları hakkında, hazır olduğu ve yazar düşüncesini uzun süre hareket ettirebileceği hakkında bir hikâyedir. İnsanların, insanlığı kaybetmeden, yaşama ve çalışma isteğini kaybetmeden acı ve korkunç kayıpların üstesinden gelmesine neler yardımcı olabilir? Şimdi bu düşünceler özel bir netlik kazandı.
“Ana Yurt”, gerçek insanlığın ne olduğu ve bu insanlığın savaşı nasıl tahrip etmeye çalıştığı hakkında bir kitaptır. Bir Sovyet insanının ve onun gibi bir Sovyet insanın soyluluğu konusundaki “Sovyet vatanseverliği” ile ilgili imgelerin neredeyse hiçbir geleneksel ideolojik büyüsü yoktur. Bu sadece savaşın bir hikâyesi, sıradan insanların, özellikle de bir kadının, annelerinin, yüklerine karşı çıkmalarıdır. Bu, yaşamın ve neyin geleceğinin ne olduğu hakkında bir hikâyedir. Her köşede asılı duran sloganlardan değil, insan sevgisinden, komşuya, işe ve aynı zamanda iyinin zaferinin kaçınılmaz inancından alınmaz. Aytmatov’a göre, bu sadece bir kişiyi, ahlâkî kuralların yitirilmesinden, ahlâkî öz yıkımdan, umutsuzluktan kurtarabilir. En azından bu yolla Tolgonay tasvir edilir, çalışmanın ana kahramanı olan Tolgonay.
Tolgonay gerçek bir insandır. Yazar onu iyi tanıyordu, hatta ekranda bir kez gösterilmiş olan bir filmi bile var. Hayatında en iyisi, buğday başaklarının kulaklarda hışırdaması ve basit bir kırsal adam olan Subankul ile hasat sırasında bir toplantı yapması, el değmemiş ellerinde insan ırkının tüm güzelliğini gördü. Ve savaşın insanlık dışı özü, bu insanları tam olarak öldürdüğü, iş adamıyla gerçek özünü öldürmeye çalıştığı, oymaya çalıştığıdır.
Hikâyenin yaşamı etkileyen özellikleri çok büyüktür. Çalışmanın başlangıcından bu yana, tüm hikâyenin tonunu belirleyen yüce-kederli bir akort yapıldı.
“Beyaz, taze, yıkanmış bir elbise içinde, beyaz bir atkı ile bağlanmış, koyu kapitone bir beşmette, o yavaşça anız arasındaki yol boyunca yürür. Etrafta kimse yoktur. Yaz gürültülüydü. İnsanların seslerini duyamazsınız, arabanızdaki yollarda tozlanmazsınız, mesafeden herhangi bir biçerdöver görmüyorsanız bile, anız sürünüz dahi yoktur.
…“Merhaba, tarla,” dedi sessizce.
…”Merhaba Tolgonay.” Geldin mi? Hatta daha yaşlı. Çok kır saçlı bir halde.
…– Evet, yaşlanıyorum. Bir yıl geçti ve sen, tarlada başka bir hasat var. Bugün bir anma günü.
…– Biliyorum. Seni bekliyorum Tolgonay. Ama bu sefer yalnız mı geldin?
…“Gördüğün gibi, yine tek olan o.”
… “Yani ona henüz bir şey söylemedin mi, Tolgonay?”
…– Hayır, cesaret edemedim.
… “Sizce hiç kimse ona bundan bahsetmeyecek mi?” Birinin yanlışlıkla bir şey söylemeyeceğini düşünüyor musun?
…– Hayır, neden? Er ya da geç her şeyi öğrenecek. Sonuçta, büyüdü, şimdi başkalarından öğrenebilir. Ama benim için hala bir çocuk. Ve korkarım ki, bir konuşma başlatmak için korkuyorum.
“Ama bir adam gerçeği bilmeli, Tolgonay.”
İnsanı ıstıraplara teslim eden, kocasını ve iki oğlunu kaybetmiş olan kadın, çocuğuna, kızının kocasından değil başka birinden doğurduğu pici kime ve nasıl anlatacağını düşünüyor. Kaynanası, Aliman, hiçbir şey için suçlamadığı gibi, bu arada, Aytmatov’un kalemiyle yaratılan kadınların en iyi görüntülerinden biriydi. Tolganay, bütün hastalıkların temel sebebinin savaş olduğunu anlar.
Savaş ve barış, anne ve savaş, bir işte yaşamak için bitmez tükenmez insan, gerçek Beethoven trajedisi ve kahramanlığı seviyesine yükseltilir. Huzurlu yaşamın güzelliği ve yaratıcı işlerinahlâkî eksiksizliği, savaşın insanlık dışı özünü keskin bir biçimde birbirinden farklı bir şekilde karşılıyor, Tolgonay’ın ailesinin savaş öncesi hayatını betimleyen hikâyenin bu sayfaları yaşam, çalışma, neşe için okundu.
Tabii ki, insanlar Tolgonay tarafından yaşanılana benzer bir trajediye katlanmakta ve edebiyatta farklı ideolojik ve felsefi yollarla resmedilmektedir. Yaklaşık olarak “Ana Yurt” ile aynı zamanda, bir başka ve çok önemli bir öykü, “Güneş Kendi Portresini Bitirmedi” adlı genç kuşaktan Kırgız yazarı Kubatbek Cusubaliyev tarafından yayınlandı. Gençlerin savaştan mahrum kalmasından kurtulan kahramanları, derin ve unutulmaz bir ümitsizliğe kapılırlar, hatta güneş bile onlara bir neşe hissi ve yaşamın güzelliği duygusu ile ilham veremez.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/osmanakun-ibraimov/devrin-en-buyuk-yazari-cengiz-aytmatov-69499987/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Muhittin Gümüş, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık Bölümü Öğretim Görevlisi
2
Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. – М., Изд-во АПН, 1988, стр. 24-25 Cengiz Aytmatov. Notlar, diyalog, mülakat… M.İzd.APN,1988, s.24-25
3
там же, стр. 25 (сейчас город Джамбул переименован и называется Тараз-прим. автора)
4
Айтматова Р. Белые страницы истории. Бишкек, 2013, стр. 44.
5
Айтматова Р. Белые страницы истории. Бишкек: ОсОО “V.R.S. Company”, 2013, стр. 47.
6
Чингиз Айтматов. Детство. Бишкек, 2011, 44 стр.
7
Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. – М., Изд-во АПН, 1988, 30 с.
8
Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. 30 стр.
9
Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. стр. 25
10
там же, 31 с.
11
Чингиз Айтматов. Статьи, выступления, диалоги, интервью. М., Изд-во АПН, 1988, 39-40 стр.
12
там же, 32 стр.
13
O. İbragimov.Bübüsara i Murtaza. İstoriya nerazdelennoy lyubvi.—Avgust26, 2015,Rus.Azattyk.org.